GÖSTERGEBİLİME GİRİŞ

advertisement
GÖSTERGEBİLİME GİRİŞ1
Fatma ERKMAN-AKERSON
-ÖZETÖzetleyen: Seçil DUMANTEPE ÜSTÜN
GİRİŞ
Göstergebilim, yaşamın her alanına göstergeler aracılığıyla yaklaşan ve bu
göstergelerin içinde bulunduğu dizgelerin oluşum süreçlerini inceleyen bir bilim dalıdır.
Her uzmanlık alanı, göstergebilimin gözüyle yeniden değerlendirilebilir.
Gösterge
Gösterge, zihnimizdeki bir kavramın yerine geçen bir durum, eylem ya da varlık
anlamına gelir. Bir sözcük ya da görüntü şeklinde karşımıza çıkan göstergeler, mesaj
iletme işlevine sahiptirler. Bu mesaj, iletişim, uyarı ya da sanatsal amaçlı olabilir. Aynı
gösterge, içinde bulunduğu bağlama göre farklı şekillerde yorumlanabilir.
Birden çok ve değişik göstergelerin bir araya gelmesinden oluşan yeni anlama
“aşırı gösterge” adı verilir. Bu göstergelerin oluşturduğu bütünden anlama ulaşmak için
onları tanımamızı sağlayacak bazı ön bilgilere gereksinim vardır. Sanat ve edebiyat da
bir aşırı gösterge niteliği taşır. Fakat kendisini oluşturan öğeler, tam olarak zihnimizdeki
kavramlara karşılık gelmediğinden bunları yorumlamak daha zordur.
Dizge
Dizge, birbirine çeşitli yönlerden bağlı birtakım göstergelerin uyumlu bir şekilde
bir araya gelerek oluşturdukları bütüne denir. Bir dizge, kendisini meydana getiren
göstergelerin niteliğine göre kapsama, dışlama, bir arada bulunma gibi çeşitli işleyiş
ilkelerine sahiptir.
İnsanı çevreleyen dizgelerin tümünü, “doğa ve kültür dizgeleri” olarak
sınıflandırabiliriz.
1.Doğa ve Kültür
Doğa, birbirini tamamlayan ve etkileyen belli kurallar etrafında bir araya
getirilmiş büyük bir dizgedir. İnsanı da bu bağlamda doğanın bir parçası olarak kabul
edebiliriz.
İnsanın sahip olduğu pek çok özellik, genlerinde taşıdığı bilgilerin kuşaktan
kuşağa aktarılması yoluyla belirlenmiştir. Bu kalıtımsal bilginin dışında insan, bilgiyi
Fatma Erkman-Akerson, Göstergebilime Giriş, Multilingual yay., İstanbul 2005, 262 s.
Kitabın uygulamalara ayrılan son bölümü, özetin kapsamı dışında tutulmuştur. Burada, V.Propp, A.J.
Greimas, Genette, R.Barthes gibi araştırmacıların göstergebilime yönelik görüşleri ana hatlarıyla
verilerek; edebiyat, karikatür, reklam, resim gibi alanlardan seçilmiş örnekler üzerinde çözümlemeler
yapılır. Göstergebilimsel yöntemin uygulanabilirliğini yerinde görmek açısından, bu örneklerin
incelenmesi gerekir.
1

öğrenme ve iletişim yoluyla bilinçli bir şekilde elde eder. Böylece bireylerin tarihsel ve
toplumsal gelişme süreci içinde kazandığı her türlü değerlerin ve bilgilerin, kuşaktan
kuşağa aktarılmasıyla oluşan ikinci büyük dizge de “kültür” adını alır.
İnsanı çevreleyen bu iki büyük dizgenin(doğa ve kültürün) ortak noktası, ikisinin
de temelinde bilginin olmasıdır. Fakat birey tarafından bilinçli ve bilinçsiz olarak
algılanması yoluyla birbirinden ayrılırlar. Göstergebilimin temel konusu da insanların
bilinçli olarak oluşturduğu kültür dizgelerini araştırmaktır.
2.İletişim ve Dil
Kültürü meydana getiren en önemli etken iletişim ve iletişimi sağlayan temel araç
ise dildir. İletişim, hayvanlar arasında da mevcut olan bir olgudur. Fakat onların
iletişimi içgüdüsel olarak kendilerinde doğuştan bulunan bazı davranış kalıplarıyla
sınırlıdır ve sonradan öğrenme yoluyla elde ettikleri bilgi, insana göre çok azdır.
Ayrıca, hayvanlardaki iletişimin en belirgin özelliği de onların hep içinde bulundukları
âna, diğer bir deyişle şimdiye göre hareket etmeleridir.
İnsanlarda ise an, geçmişten gelen ve geleceğe doğru uzanan bir çizgi üzerinde
bulunur. Bu da onlara davranışlarını sorgulama imkânı verir. Böylece dünya, insanın
uzaktan bakabildiği bir nesne boyutuna geçer. Bireyler, bu zaman süreci içinde
öğrendiklerini soyutlayıp başkalarına aktarırlar. Böylece kültürün oluşmasına katkı
sağlanır.
Dil
Bireylerde belli bir bilgi birikiminin oluşması, dil sayesinde gerçekleşir. Dili bir
iletişim aracı haline getiren en önemli etken, sözcüklerin bir araya gelmesiyle oluşan
dizgedir.
Dilin ilk ve ne zaman ortaya çıktığı bilinmemekle birlikte, insan yavrusunda dilin
gelişme sürecinin takip edilmesi, bu konuda bir fikir verebilir. Öncelikle çocuk, somut
bir nesnenin adını öğrenir. Daha sonra bu adı, sadece o nesne için değil, ona benzeyen
tüm nesneleri içine alan bir kümeyi de kapsayacak şekilde kullanır. Sözcüğe verdiği bu
geniş anlamı, zaman içinde ayrıntıya inerek daha sınırlı bir hale getirir. Böylece oluşan
yeni küçük kümelere de yeni adlar vererek sözcük dağarcığını geliştirir.
Bir nesnenin bir sözcüğe soyutlama yoluyla bağlanması, nesnelerin kendileri
yokken de onlar hakkında konuşabilmemizi, düşünebilmemizi sağlar. Böylece oluşan
geçmiş ve gelecek kavramı, dünyaya bakışımıza derinlik kazandırırken, bilinç
duygusuna da kaynaklık eder.
Sözcükler, öncelikle genel ve kapsayıcı özelliklerine göre bir kümeye dahil
edilerek sınıflandırılır. Bir genelleme işlemi olan bu sınıflandırmalar yoluyla zihnimizde
kavram adı verilen soyut birimler oluşur ve sözcüklerle temsil edilir. Bu süreç bilgi
aktarımını mümkün kılan en temel süreçtir. Fakat bilginin asıl taşıyıcısı, sözcüklerin
bir araya gelmesiyle oluşan tümceler ve tümce gruplarıdır.
Tümcelerin anlam kazanması ve iletişimi sağlayabilmesi için belli kurallar
bütünlüğüne sahip bir dil dizgesi içinde yer alması gerekir. Dil dizgesi, zihnimizin ve
düşüncelerimizin oluşmasında önemli rol oynaması nedeniyle diğer dizgeler içinde
önemli bir yere sahiptir. Göstergeler ve bunların bir araya gelmesiyle kurulan ilişkiler
ağı, zaman içinde birtakım değişikliklere uğrayabilir. Fakat iletişimi sağlayabilmek için
dizgenin genel kurallarına uymak gerekir.
Birey, toplumsal ve kültürel yaşamında birbiriyle karşılıklı etkileşim içinde olan
pek çok dizgeyle çevrelenmiştir.
Dünya ve Biz
Göstergeler, nesnelerin asılları olmadığı ve insanlar tarafından oluşturulduğu için
bir anlamda bizimle nesne arasına mesafe koyarlar. Bu da bireye dünyayı dışardan bir
gözle algılama imkanı verir.
Bir kavramın kapsadığı alan ve buna verilen ad, toplumdan topluma değişir.
Ayrıca bu değişiklik bir toplumda zaman içinde de gerçekleşebilir. Eski Yunanlılarda
olduğu gibi bazı toplumlar, kavramları karşılamak için kendi dillerinin kullandıkları
sözcükleri, onların değişmez ve yegâne bileşeni olarak görmüşlerdir. Şüphesiz bu
anlayış, günümüzde geçerli değildir. Çünkü her toplum kendi dünya görüşlerine ve
kültürlerine göre uzlaşmaya dayalı olarak kavramları adlandırmışlardır.
Kavram ve ona verilen ad arasındaki ilişkinin dışında, kavram olgusunun
kendisini de sorgulamak gerekir. Varlık, nesne ya da durumlar, her toplumda farklı
şekillerde sınıflandırılabilir. Örneğin Türkçedeki “almak” fiili, bir harekette bulunmak
ve satın almak anlamlarını karşılamakla birlikte İngilizcede aynı kavram “take” ve
“buy” olmak üzere iki sözcükle karşılanır. Özellikle aşk gibi bazı soyut sözcüklerin
zihnimizdeki karşılıkları topluma, döneme ve kişiye göre farklılık gösterebilir. Bu
nedenle bir kavramı oluşturan asıl etken, dünyadaki somut karşılıklarından çok, bunları
yorumlayışımızdır. Fakat bir topluluk içinde iletişimin sağlanması için, kavramların
ortak noktalarında uzlaşmaya varabilmek gerekir.
TARİHSEL SÜREÇ
GÖSTERGEBİLİMİN TARİHÇESİ-ESKİ DÖNEMLER
Eski Yunan’dan günümüze gelinceye kadar birçok düşünür ve filozof gösterge
kavramı üzerine çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu kavramın bir bilim dalı olarak
olgunlaşma süreci “göstergebilim” adı altında ancak 20. yy’da gerçekleşmiştir.
1. Göstergebilim Terimi
Türkiye’de kabul edilen adıyla göstergebilim terimi, Eski Yunancadaki işaret
anlamına gelen “semeion” sözcüğüne dayanır. Eski Yunanlılar bu sözcüğü daha çok bir
hastalığın belirtisini ifade eden bir tıp terimi olarak kullanıyorlardı.
Göstergebilim terimi, 1969’da Uluslararası Göstergebilim Araştırmaları
Topluluğu’nun(IASS) kararıyla Avrupa dillerinde “semiotics” sözcüğüyle yaygın olarak
karşılanır.
2.Eski Yunan
Eski çağlardan itibaren gerçeklik, idealizm ve bu kavramlara verilen adlar
arasındaki ilişkiler, pek çok düşünür tarafından ele alınmıştır. Gerçekliğin beş
duyumuzla algıladığımız dünyayla mı sınırlı olduğu yoksa bunun ötesinde zihnimizle
kavramaya çalıştığımız idealara mı dayandığı fikri, kavramlarla bu kavramlara verilen
adlar arasındaki ilişkinin boyutları, üzerinde en çok tartışılan konular arasında yer
almıştır.
Eflatun
Eflatun ve Aristoteles’in göstergeler üzerine düşünceleri, günümüzdeki
göstergebilim anlayışına da kaynaklık etmiştir.
Eflatun’a göre dış dünyayı aklımızla değil, beş duyumuzla algılarız. Fakat daha
derinde yatan soyut gerçekliğe bir ölçüde yaklaşmak, ancak akıl yoluyla olabilir.
Eflatun, soyut gerçeklik kavramını “idea” kelimesiyle karşılar. İdealizm teriminin
kaynağı da buradan gelir. Eflatun’a göre idealar, varlık ve nesnelerin Tanrı tarafından
önceden belirlenmiş ilk hali, yani özüdür. Varlık ve nesneler, bu öze göre sonradan
oluşur. Daha sonra bu nesnelere bir ad verilir. Fakat Eflatun, sözcüklerin diğer bir
deyişle göstergelerin, varlığın gerisindeki özü eksik bir şekilde yansıttığını savunur.
İnsanların, varlık ve nesnelerin ilk örneklerine öykünerek yaptıkları şeyler kopyadır. Dış
dünyadaki nesneler asıllarının kopyalarıdır. Sözcükler de algılarımızın kopyasının
kopyasıdır. Bu nedenle bizi gerçeklikten uzaklaştırırlar. Amaç, bilginin öze ulaşmasıdır.
Öz, idealar, mutlak ve değişmez olarak kabul edilen gerçekliktedir. Matematiksel,
bilimsel, soyut kurallar bizi bilginin özüne akıl yürütme yoluyla ulaştırmaya çalışır.
Bütün bu ifade edilenleri bir şema üzerinde biraz daha netleştirebiliriz:
kavram
(idea=öz)
(Tanrı tarafından
belirlenmiş)
ilk ve tek varlık ve nesneler
(Tanrı tarafından öze
göre yapılmış ilk örnekler)
sözcük
( insanların algıladığı
nesnelerin temsilcisi)
(kopyanın kopyası)
insanların ilk örneğe göre yaptığı kopyalar
(nesnelerin birinci kopyası)
sanat eseri(kopyanın kopyası)
(nesnelerin ikinci kopyası)
Aristoteles
Aristoteles’in gösterge anlayışı, Eflatun’a göre daha somut olarak kabul edilebilir.
Aristoteles’e göre gerçek dünyadaki nesneler, zihnimizde birtakım kavramlar
oluşturur. Dış dünyanın yansıması olan bu kavramlar, herkes için aynı ve değişmez
niteliktedir. Fakat bunların ifade ediliş biçimi olan dil, uzlaşmaya dayalı olarak
toplumdan topluma değişir.
Aristoteles, Eflatun gibi önceden verilmiş kavramlardan yola çıkmaz. Dış
dünyadaki nesnelerden yola çıkarak tüm insanlar için geçerli, ortak kavramlara varır.
Ayrıca Aristoteles’in, dünyadaki canlı cansız bir çok canlıyı sınıflandırmaya çalışması
göstergebilim açısından diğer önemli bir yönüdür.
3.Mevlâna
Mevlana, insanı merkez alarak maddi gerçeklikle soyut gerçekliği birbirinden
ayırmayı hedefler. Mevlana, arınma yoluyla saydamlığa ulaşmış bir gönlün hakiki
gerçekliği yansıtabileceğini savunur. Rum ressamların duvarlarını cilalayarak Çinli
ressamların resimlerini daha güzel bir şekilde kendi duvarlarına aksettirmeleri gibi,
insanlar da ancak kendi gönüllerinin aynasında saf gerçekliği yansıtabilirler. İslamdaki
resim yasağı da, göstergeyle temsil ettiği varlığın aslını birbirine karıştırma tehlikesine
karşı konulmuştur.
4.John Locke ve Giambattista Vico
Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinde de gösterge kavramı üzerinde geniş olarak
durulmuştur. Özellikle dini metinler ve kutsal kitapların değişik anlam katmalarından
oluştuğu ileri sürülmüştür. Metinler, en dıştaki anlam katmanından en içe doğru
gidilerek yorumlanır. En derindeki anlam tabakasına gelindiğinde mutlak, değişmez
gerçekliğe de ulaşılmış olur. Bu anlayışa göre, göstergeyle temsil ettiği kavram arasında
mutlak ve değişmez bir ilişki vardır. Okur, metni yorumlarken göstergenin temsil ettiği
şeye bağlı kalmak zorundadır. Böylece bir öykü, herkes tarafından aynı şekilde
yorumlanır.
İngiliz filozof John Locke’a göre insan, duyuları aracılığıyla dış dünyadaki
nesneleri algılar. Bu algılama sonucunda meydana getirilen fikirler, sözcüklerle ifade
edilir. Böylece Locke, fikirler ve sözcükler olmak üzere iki tür göstergenin varlığını
kabul eder. O’na göre fikirler doğuştan değil, dış dünyadaki nesnelerden ileri gelir ve
dış dünyanın sunduğu gerçeklik tüm insanlar için ortaktır. Bu sayede insanlar arasında
iletişim sağlanır.
İtalyan filozof Giambattista Vico ise toplumsal ve kültürel örgütlenmeleri
göstergesel yapılarına göre inceleyerek insana ulaşmaya çalışır. Vico’ya göre insanlık
tarihi, Tanrı’nın önceden şekillendirdiği bir süreç içinde ilerler. Fakat bunun farkına
varılması için, toplumları ait oldukları kültürel dizgelerine göre anlamaya çalışmak
gerekir.
SAUSSURE, PEİRCE VE SONRASI
1.Ferdinand de Saussure
İsviçreli dilbilimci Saussure, ölümünden sonra yayımlanan Genel Dilbilim Dersleri
adlı kitabıyla XX. yy dilbiliminin gelişmesinde öncü bir rol oynamıştır.
Saussure, dili göstergelerden oluşan bir dizge olarak kabul eder. Saussure,
iletişimi sağlamak için çeşitli gösterge dizgelerinin kullanıldığını ve bu dizgelerin,
ileride kurulacak bir bilim dalı olarak söz ettiği göstergebilim başlığı altında
incelenebileceğini belirtir. Dilin de, bu bağlamda ele alınması gereken ve diğer
dizgelerin anlaşılmasını kolaylaştıran önemli bir gösterge olduğunu ifade eder. Daha
sonra göstergenin nitelikleri üzerinde durur. Dil dizgesini meydana getiren değişmez ve
ortak kuralları karşılamak için kullandığı “yapı” kavramı, yapısalcılığın temelini
oluşturur.
Saussure, göstergeyi bir kavram ve sözcükten oluşan, kendi içinde bir bütün olarak
kabul eder. Bu bakış açısıyla, sözcüğü dış dünyayla bağlantısına göre değerlendiren
anlayıştan farklılık gösterir.
2.Charles Sanders Pierce
Saussure’la aynı dönemde yaşamış olan Pierce, göstergebilimi, dilbilim ve
edebiyat dışında bütün alanlara uygulanabilen, evrensel bir bilim dalı olarak kabul eder.
Peirce’e göre bilgi, düşünme ve dış dünyadaki diğer tüm nesneler, gösterge
niteliğini taşır. Her gösterge ise bir başkasına gönderme yapar. İnsan da geçmişten
itibaren birbirine eklemlenerek gelen göstergeler zincirinin bir halkasıdır.
Saussure’a gelinceye kadar Aristoteles ve Locke gibi düşünürler, göstergelerin dış
dünyadaki nesneleri olduğu gibi yansıttığı görüşünü benimsemişlerdi. Bu durumda
sözcük ve onun göstergesi, herkes için geçerli ve değişmez, tek boyutlu bir birim olarak
kabul ediliyordu. Saussure ise göstergeyi, kavram ve sözcükten oluşan bir bütün olarak
değerlendirerek dış dünyadan bağımsız bir şekilde ele almıştır.
Pierce, göstergeye üç aşamalı bir kavram olarak yaklaşır. İlk önce duyularımızla
algıladığımız somut bir biçim karşımıza çıkar. Bu somut biçimle temsil ettiği şey
arasındaki ilişki, ikinci aşamayı meydana getirir. İkinci aşamayı değerlendirebilmek
için yorumlama adını verdiği üçüncü bir sürece gerek vardır. Yorumlama süreci, temsil
edenden temsil edilene doğru gerçekleşir. Fakat Peirce’e göre temsil edilen her
gösterge, daha önceden yorumlanmış başka bir göstergeye dayanır. İnsan da bu şekilde
bir göstergeleştirme süreci (semiosis) içinde bulunur. Bu anlayışa göre dış dünyadaki
nesneleri, geçmişten şimdiye kadar uzanan bir göstergeleştirme süreci içinde algılarız.
Bilgiyi de akıl yürütme yoluyla değil algımıza yansıyan göstergeler yoluyla ediniriz.
Peirce’e göre bir göstergenin anlamı onun kullanım değerine göre ölçülür. Böylece
göstergeyi toplumsal bir olgu olarak değerlendirerek, daha dinamik ve değişken bir
gösterge anlayışını savunur. Peirce, Kant’ın “Bilgilerimizin içeriğini belirleyen, bilgiyi
edinme yollarımızdır.” görüşünü benimser. Kant’tan farkı, bilgiye akıl ve mantık
yoluyla değil, göstergeler yoluyla ulaşmaya çalışmasıdır.
Peirce, bizim dışımızda gerçek bir dünyanın var olduğunu, bunu doğrudan
algılayamayacağımızı,
ancak
zihnimizde
göstergelere
dönüştürerek
somutlaştırabileceğimizi savunur. Böylece göstergelerden yola çıkarak dış dünya
gerçekliğine aşamalı olarak ulaşmaya çalışır.
Göstergeler aracılığıyla edinilen bilgi, işlevine ve uygulanabilirliğine göre değer
kazanır. Peirce, göstergenin uygulanabilirliği ve kullanım içindeki değerini “pragmatik”
kavramıyla ifade eder.
Bir göstergenin geçerli olabilmesi için toplumsal uzlaşıma dayalı olması gerekir.
Her bilgi, sebep-sonuç ilişkisi içinde bir önceki bilgiye dayanır. Peirce’e göre bilgiler,
tümevarım, tümdengelim ve varsayıma dayalı sonuç çıkarma olarak üç şekilde edinilir.
Bu varsayım olgusu, yorumlama süreci olarak değerlendirilir ve başka göstergelere
başvurmayı gerektirir. Peirce ve Saussure, göstergeyi bu şekilde insan zihninin bir
işlemi olarak algılamışlardır.
20.yy’da Göstergebilim
20.yy’da Saussure’in etkisiyle dilbilim, büyük önem kazanmıştır. Daha sonra
bunu, göstergebilim ve yapısalcılık alanındaki çalışmalar takip eder. Rus biçimciliği,
V.Propp’un masalların ortak yapısından yola çıkarak edebiyatta evrensel bir yapı arama
çalışmaları ve Todorov’un aynı bağlamdaki incelemeleri bu dönemde yer alır.
Edebiyata yapısal açıdan yaklaşan Greimas, 1960’lı yıllarda, başta Tahsin Yücel
olmak üzere Türkiye’de de pek çok edebiyatçıyı görüşleriyle etkilemiştir. Barthes, LeviStrauss ve U.Eco, yapısalcılığı çeşitli alanlara taşıyan önemli isimlerdir.
Ancak, göstergebilimin özerk bir bilim dalı haline gelmesi 1950’lerden sonra
gerçekleşir. Gösterge, özellikle medya alanında gelişen ve doğrudan kendini temsil eden
bir kavram haline gelir.
GÖSTERGEBİLİMİN ÖZERKLEŞMESİ-1950’LERDE NE OLDU?
İlkçağlardan itibaren insanların içinde bulunduğu toplumsal şartlar ve ihtiyaçlar,
onları belli bir çözüm ve bunun sonucunda da bilgi üretmeye zorlamıştır. Üretilen
bilgiler, ister somut; ister felsefe, matematik gibi soyut alanlarda olsun sonuçları
birbirini etkileyen bir bütündür.
Göstergebilimin 20.yy’ın ikinci yarısında yaygınlaşmaya başlamasını belli bir
toplumsal ve kültürel çerçeve içinde değerlendirmek mümkündür. Dünya ülkeleri,
özellikle ABD ve Avrupa, uzun savaş dönemlerini geride bıraktıktan sonra, 20. yy’ın
ikinci yarısında satın alma gücünün oldukça arttığı bir bolluk dönemine girer. Yaşanan
bolluk üretimin bir sonucu olmasına karşın, tüketimin ön plana çıkmasına neden olur.
İnsanların dünya görüşleri de bu doğrultuda değişir. Bu dönemde kitle iletişim araçları
adı verilen reklam, sinema, televizyon gibi medya unsurları büyük bir hızla yayılarak
insanları, kolay tüketilen değerlerden oluşan göstergeler dünyasına yöneltir. Kitle
iletişim araçlarının yaygınlaşması ise, ülkeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşmasına
neden olur. Bu durum da, yabancı dil öğrenme ihtiyacını doğurur. Kolay dil öğrenme
isteği, insanları dilbilime yönlendirir. Dilbilimde elde edilen bilgiler, edebiyat,
reklamcılık gibi farklı alanlara uygulanır. Kolay tüketilen ve insanları büyük ölçüde
etkileyen pembe dizi, reklam gibi eğlencelik unsurların temelinde yatan dizgeler
araştırılır. Bunun sonuçları, yine iletişim alanında uygulanır.
U.Eco, Barthes, Strauss gibi araştırmacılar, göstergebilimi edebiyat ve dilbilimin
merkezinden çıkararak, onun mimari, endüstri, mitoloji, antropoloji, sinema gibi farklı
alanlara da uygulanabileceğini göstermişlerdir.
Göstergebilimin hazırlayıcısı olarak kabul edilen yapısalcılık, sadece metni temel
alarak, onu oluşturan toplumsal yapının göz ardı edilmesine neden olmuştur. Marksistler
ise üst yapı olarak belirledikleri dil ve edebiyat yapıtlarını, alt yapı şeklinde
adlandırdıkları toplumsal ve tarihsel bağlamları içinde değerlendirmişlerdir. Ayrıca, iki
büyük savaşın yarattığı bulanım, geleneğin sorgulanmasına, bu değerlerin de zaman
içinde değişebilen göstergeler olduğu düşüncesine yol açmıştır.
GÖSTERGEBİLİMİN İŞLEMLERİ
TEMEL BİLİMSEL KAVRAMLAR
Göstergebilimin inceleme alanları arasında bilgi edinme ve bilimsel düşüncenin
yapısı da yer alır. Bu alanları göstergebilim yöntemleriyle inceleyebilmek için, öncelikle
onun araştırma nesnesi sayılan temel bazı kavramları açıklamak gerekir.
1.Terim, Terimce, Üstdil
Yazı dilinde sözcük olarak karşımıza çıkan göstergeler, “gündelik dile ait olan
sözcükler” ve “bilimsel terimler” olmak üzere ikiye ayrılır.
Gündelik dilde bir sözcüğün, kullanıldığı bağlama göre birden çok anlamı olabilir.
Fakat bilimsel bir kullanımda, anlamın çokluğu sakıncalar yaratabilir. Bu nedenle
anlamları kullanıldıkları yere göre değişmeyen, kesin tanımlı sözcüklere “terim” adı
verilir. Terimler, bilimsel çalışmaları ifade etmede, metne açıklık getirir.
Terimce(terminoloji) kavramı ise, bir bilim dalına ait terimlerin tümüne verilen
addır.
Belli bir bilim dalındaki araştırmaları sunmak için gerekli olan terimler ve ifade
biçimlerine, o alanın “üstdil”i denir. Araştırma nesnesi ve ifade aracı aynı olan
dilbilimciler, olası bir karışıklığı önlemek için gündelik dilden farklı ifade biçimlerinin
yer aldığı “üstdil” terimini ortaya atmışlardır. Bu terim, daha sonra bütün bilim
dallarının da özel terimceleri anlamında kullanılmıştır.
2.Araştırma Nesnesi, Bağlam, Yöntem, Örnekçe
Her bilim ya da uğraş alanının kendi özel şartları, ortamı ve amacına yönelik
olarak üzerinde çalıştığı nesneye “araştırma nesnesi” denir. Aynı araştırma nesnesi,
farklı alanlarda ve o alana özgü bakış açılarıyla ele alınabilir. Bir fizikçi ve kuyumcu,
kristali, kendi bakış açılarına göre inceleme nesnesi olarak kullanabilir.
Belli bir araştırmayı kimin, ne zaman, nerede ve ne amaçla yaptığı bizi
araştırmanın “bağlam”ına götürür.
“Yöntem” ise her bilim dalının araştırması için kullandığı özel deney ve gözlem
yapma yollarıdır.
“Örnekçe”ler çeşitli deney ve gözlemlerle elde edilen sonuçların herkes için
geçerli soyut kurallara dönüştürülmesidir. Buna “izlenebilirlik” de denir.
3.Kuram, Paradigma
“Kuram”, belli bir alandaki ya da konudaki, birbiriyle uyumlu ve tutarlı kurallar
bütününü açıklayan kapsamlı bir bakış açısıdır. Kuram sözcüğünün batı dillerindeki
karşılığı “theory”dir. Yunanca bakmak, görmek anlamına gelen “theorein” kökünden
türemiştir.
Bir kuramın, zaman içindeki gelişmeler sonucunda, büyük ölçüde değişikliğe
uğramasına “paradigma” adı verilir.
BİRİMLER VE İŞLEMLER
Göstergebilimin araştırma nesnesi olan gösterge, Saussure ve Peirce tarafından
kapsamlı olarak ele alınmıştır. Göstergeye dil açısından yaklaşan Saussure, onun ortaya
çıktıktan sonraki sürecini takip eder ve göstergeyi kalıplaşmış, büyük ölçüde durağan
bir nesne olarak alır. Peirce ise dil-dışı göstergelere ve göstergeleştirme sürecine büyük
önem verir.
Saussure’ün Göstergesi ve Dizgesi
Saussure’e göre gösterge, bir kavramla, onu somut olarak temsil etmeye yarayan
biçimden oluşur. Göstergenin tam olarak neyi temsil ettiği ilk filozoflardan beri
tartışılmaktadır. Fakat Saussure, bunu zihinsel bir işlem olarak kabul eder ve dilbilimin
konusunun dışında tutar. Onun için önemli olan, kavramın nasıl oluştuğu ve neyin yerini
tuttuğu değil, oluştuktan sonraki durumudur.
Saussure, dilsel göstergeyi ve onu oluşturan dizgeyi kendine örnekçe olarak
seçmekle birlikte, dil dışındaki göstergelerin de varlığını kabul eder ve bunları
inceleyecek semiyoloji adlı yeni bir bilim dalı kurulacağını söyler.
1.Dilsel Göstergenin Tanımı
Saussure’ün dilsel göstergesi gösteren ve gösterilenden oluşan iki yönlü bir
kavramdır. “Gösterilen”, zihnimizde oluşan soyut bir kavram, bir imgedir. Bu kavramın
belli bir ses zinciriyle ifade edildiği somut şekline, diğer bir deyişle sözcüğe “gösteren”
adı verilir. Saussure’e göre gösteren ve gösterilenden oluşan gösterge, bir kağıdın iki
yüzü gibi ayrılmaz, kalıplaşmış bir bütündür. Fakat gösteren ve gösterilen arasındaki
bağ, bir toplumda o dili konuşanlar arasındaki uzlaşım sonucunda kurulur.
2.Şifre ve Nedensizlik İlkesi
Bir topluluğun kullandığı dilde, bir kavramı temsil etmek için seçilen, üzerinde
uzlaşılan sözcükler, o dilin şifresini oluşturur. Bu şifrenin seçilmesinin herhangi bir
nedeni yoktur. Bunu Saussure “nedensizlik ilkesi” olarak ifade eder. Önemli olan
iletişimin sağlanabilmesi için, seçilen sözcük üzerinde toplumsal bir uzlaşıma
varılmasıdır.
3.Şifrenin Uzlaşımsallığı, Yaptırımcılığı ve Değişebilirliği
Bir dilde gösterenle gösterilen arasında kurulan ilişki o dilin şifresini verir. Bir
dilin şifresi, o dili konuşanlarca öğrenme yoluyla bilinir. Her toplumun üzerinde
anlaştığı bir dil şifresi vardır. Üzerinde uzlaşılan bu şifrelerin sonradan değiştirilmesi
zor olsa da mutlak değişmez olarak da kabul edilemez. Yeni bir uzlaşıma bağlı olarak
gösterilenlerin adı değişebilir ya da yeni sözcükler ortaya çıkabilir. Bu süreç, bazı
iletişim kopukluklarının yaşanmasına sebep olsa da, zaman içinde yeni sözcükler
toplum tarafından benimsenir.
4. Nedensizlik İlkesinin İstisnaları
Gösterilen ve gösteren kavramları arasındaki nedensizlik ilgisi, bazı durumlarda
değişebilir. Örneğin doğayı taklit eden yansıma seslerle kurulan sözcükler, nedenli
olarak kabul edilebilir. Fakat her dilin doğayı yansıtmak için kullandığı sözcükler yine
farklıdır.
Ayrıca benzetme ilişkisine bağlı olarak iki ayrı varlık aynı sözcüklerle ifade
edilebilir. Simgelerin oluşması da bu şekilde gerçekleşir. Örneğin adaletin teraziyle
simgeleştirilmesi yaygın bir kullanımdır. Değişen şartlara bağlı olarak bir toplumun
kullandığı simgeler ve ona verilen anlamlar zamanla değişebilir.
5.Saussure’ün Dizgesi
Saussure’e göre bir göstergenin değeri, bulunduğu dizge içindeki yeriyle ölçülür.
Dil, birbiriyle etkileşim halindeki alt dizgelerin birleşmesinden oluşur. Bir dizgenin
birimleri arasındaki “içerme, dışlama, karşıtlık ve bir arada bulunma” ilişkileri tüm
dizgeler için geçerli olabilecek genel ilkelerdir. Dizgenin kuralları ya da yapısal
özellikleri ise o dizgeye özgü niteliklerdir.
Saussure’den esinlenen günümüz dilbilimi, dilin dizgelerini şöyle sıralar:
-Sesbirimlerini inceleyen ses dizgesi: Sesbilim(fonoloji), sesbilgisi(fonetik) ve
sesdizim
-Sözcüklerin anlamlarını inceleyen anlam dizgesi: anlambilim(semantik)
-Tümceleri inceleyen dizge: sözdizim(sentaks)
-Tümcenin kullanıldığı bağlamı inceleyen dizge: edimbilim(pragmatik)
6.Ses Dizgesi:
Sesbirim(fonem), dilin en küçük ve temel birimidir. Sesbirimlerin, bir ses dizgesi
içinde bir araya gelmeleriyle sözcükler oluşur. Sesbirimler, sözcüğe bağlı olarak anlam
kazanırlar. Tek başlarına bir anlamları olmamakla birlikte sözcükler üzerinde ayırt edici
özelliğe sahiptirler.
Sesbirimler, her dilin kendi kurallarına göre bir araya getirilirler. Tüm dillerde
insanın çıkarabildiği ses sayısına bağlı olarak ortalama altmış sesbirim vardır. Fakat
bunlardan kullanılanlarının sayısı ortalama otuzdur.
7.Anlam Dizgesi
Her sesbirimin ancak belli bir sözcük içinde anlamı olduğu gibi, her sözcüğün de
kullanıldığı bağlam içinde bir anlamı ve değeri vardır. Sözcükler tek başlarına
kullanıldıklarında anlamları belirsiz hale gelebilir. Bu şekilde sadece soyut bir
genelleme niteliği taşırlar.
Bazı sözcükler, başka sözcükleri de içeren bir üst kavram niteliğindedirler.
Örneğin çiçek sözcüğü, papatya, menekşe, gül gibi diğer türleri de kapsayan bir üst
kavram olarak düşünülebilir.
Ayrıca anlamsal açıdan bir arada kullanılması uygun olan ya da olmayan
sözcükler de bulunur. Fakat dilin dinamik bir dizge olduğunu ve zaman içinde
değişebileceğini kabul edersek, bu durumu mutlak bir kural haline getirmek doğru
değildir.
8.Dizi ve Dizim: Tümce Kurgusu-Metin Kurgusu
Tümcelerin kurulması için gerekli olan iki temel kural, sözcük şeklindeki
göstergelerin seçilmesi ve bunların bir düzen içinde dizilmesidir.
Tümce içinde birbirinin yerine alabilecek, anlam açısından birbiriyle uyumlu
sözcükler listesine dizi(paradigma) adı verilir. Daha sonra bunların bağlı bulunduğu
dilin kuralları çerçevesinde art arda dizilmesine ise dizim(sentagma) denir.
Tümceler, genellikle metin içinde bir ileti oluştururlar. Metinlerin de belli kuruluş
özellikleri vardır. Bir tümcenin kullanıldığı bağlam ve ortam çerçevesinde anlamının
değişmesi edimbilimin konusu içine girer. Sağlıklı bir iletişim kurabilmek için dilin
kullanım değerlerine hâkim olmak gerekir.
9.Çizgisellik
Dilin dizgelerinin birimleri olan sesbirim, sözcük ve tümcelerin anlamlı birer dizge
oluşturabilmeleri için, birbiri ardınca sıralanmalarına çizgisellik ilkesi adı verilir. Fakat
dil dizgesi için geçerli olan bu durum, örneğin resim alanı için geçerli olmayabilir. Bir
resmi, herhangi bir noktasından algılamamız mümkündür. Ancak dil dizgeleri, art arda
sıralanmalarıyla oluşan bütün içinde anlam kazanırlar.
10.Artzamanlılık ve Eşzamanlılık
Saussure, dilin zaman içinde geçirdiği değişikliklerin, farklı zaman kesitlerindeki
tüm kullanım özelliklerinin karşılaştırılması yoluyla incelenmesine “artzamanlı
inceleme” adını verir. “Eşzamanlı inceleme” ise, dilin belli bir zaman kesiti içinde ve
tüm yönleriyle incelenmesidir. Her iki inceleme yönteminde de Saussure dili, bir dizge
halinde, diğer bir deyişle birbirini etkileyen kurallar bütünlüğü içinde ele alır.
11.Dizge ve Söylem
Saussure, insanın dille olan bağlantısını dil yetisi, konuşma dilleri ve söylem
olmak üzere üç ayrı düzlemde inceler.
Dil yetisi, her bireyin dilsel göstergeleri anlamlandırma ve bunları bir dizge içinde
kullanma becerisine sahip olmasıdır. Bu beceri sayesinde her toplum, kendi ortak
şifresini oluşturan dil dizgelerini meydana getirir. Böylece her birey, kendi
toplumlarının konuşma dillerini, ana dili olarak doğuştan itibaren öğrenir. Yazı,
konuşma dilinin başka bir düzlemde göstergeleştirilmesidir ve konuşmadan sonra gelir.
Söylem ise, her bireyin iletişim kurarken kendi seçtiği sözcükleri kullanmasıdır.
Özellikle sanat ve edebiyat yapıtlarında ön plana çıkan bireysel söylemler
oluşturulurken, sağlıklı bir iletişimin gerçekleşmesi için dil dizgesinin kurallarına
uyulması gerekir.
Peirce’ün Göstergesi
Peirce’ün göstergesi, dinamik bir yapıya sahip olup bir göstergeler zinciri içinde
yer alır. Onun göstergesi biçim, gönderge ve yorum/yorumlayıcıdan oluşan bir üçgenle
ifade edilebilir.
Saussure’e göre, gösteren ve temsil ettiği şey arasında kurulan ilişki nedensiz ve
toplumsal uzlaşmaya bağlıdır. Peirce, bu anlayışa yorum sürecini ilave eder. Bir
göstergenin neyi temsil ettiğini anlamak için bir yorumlayıcıya ihtiyaç vardır. Yorum,
bireysel özellik taşır. Peirce’e göre bu üçgendeki öğelerden hangisinin ön plana
geçeceği göstergeden göstergeye değişebilir. Örneğin sanat yapıtlarında duyularımızı
harekete geçiren somut biçim ön plandadır.
Peirce’ün 76 gösterge tanımı vardır. Onun tanımına göre, bir gösterge ya da temsil
eden(representamen), bir kişinin zihninde benzer özelliklere sahip başka bir göstergeyi
çağrıştırır. Oluşan bu yeni göstergeye Peirce, ilk göstergenin “yorumlayıcısı” adını
verir.
Peirce, gösterge terimiyle, daha çok gösterileni temsil eden somut ve biçimsel
tarafa ağırlık verir. Onun yorumlayıcı süreci, bir göstergenin bireyin zihninde yarattığı
izlenim sonucu oluşturduğu ikinci bir göstergedir. Bu ikinci gösterge, ilk göstergenin
birey tarafından kendi deneyimlerine göre yorumlanmış, belki de daha kapsamlı hale
getirilmiş şeklidir.
Peirce, göstergenin temsil ettiği nesneye “gönderge” adını verir. Bir haritanın, bir
coğrafi alanı tam olarak ifade etmesinin mümkün olmaması gibi bir göstergenin de
nesnesiyle tam olarak örtüşmesi beklenemez. Gönderge de birey tarafından daha
önceden yorumlanmış ve bir gösterge haline getirilmiş olduğundan, mutlak ve
değişmez olarak kabul edilemez.
1.Gösterge Türleri
Peirce’ün göstergeleri belli sınıflara ayırması, göstergebilimin, dilbilim dışındaki
alanlarda da kullanılabilmesine imkan sağlamıştır. Peirce, göstergeleri, öncelikle biçim,
gönderge ve yorumlayıcılarla olan ilişkileri bakımından üç sınıfa ayırır.
Göstergenin türlerine ait ilk öbek nitel, tikel ve kavramsal(kural) gösterge türlerini
içine alır:
Nitel gösterge: İlk aşamada duyularımızla algıladığımız bir niteliktir. Örneğin
ağaç sözcüğünü ilk olarak bir ses zinciri şeklinde duyarız.
Tikel gösterge: Tek ve belirli bir varlığa ya da duruma gönderme yapan
göstergedir. Bireysel bir söylemin içinde yer alan belirli sözcükler bu guruba girer.
Örneğin “evimizin arka bahçesinde duran ağaç”, tikel bir göstergeyi belirtir.
Kavramsal/kural gösterge: Tek başlarına ele alınan göstergelerin, temsil ettiği
kavramı genel özellikleriyle yansıtmasıdır. Sözlükte karşılaştığımız ağaç kelimesinin,
tüm ağaç kümesi elemanlarını karşılaması örnek olarak verilebilir.
Gösterge türlerine ait ikinci öbek, görüntüsel gösterge(icon), belirti(index) ve
simge(symbol)’den oluşur:
Görüntüsel gösterge: Temsil ettiği nesneye benzeyen göstergedir. Çoğunlukla
görsel sanatlarda karşımıza çıkar. Bu ilke, benzerlik yönüyle edebiyata da uygulanır. Bir
metinde(temsil eden), olayların anlatılış sırası, olayların gerçek sırasına (temsil edilen)
uyuyorsa; temsil edenle temsil edilenin birbirine benzediği kabul edilir.
Belirti: Neden- sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanan göstergelerdir. Burada önemli
olan nokta, doğal olarak her zaman var olan bu ilişkiyi, bizim deneyimlerimiz
sonucunda algılamamızdır. Örneğin “duman”, “ateş”in varlığının belirtisidir.
Simge: Uzlaşıma dayalı olarak oluşan göstergelerdir. Örneğin bir sözlükteki
sözcükler, o dili kullananlarca üzerinde uzlaşılmış kavramlardır. Bu nedenle aynı
zamanda bir genellemeyi de yansıtırlar.
Gösterge ile yorumlayıcı arasındaki ilişkiye dayanan üçüncü öbek ise terim,
önerme ve sav türlerini içerir:
Terim: Tek başına kullanıldığında bir genellemeyi ifade eden ve doğru ya da
yanlış bir değer taşımayan sözcüklerdir. Bu açıdan bakıldığında, tek başına kullanılan
her sözcük bir terim olarak düşünülebilir.
Önerme: Birden fazla terimin bir araya gelmesiyle oluşan, bilgilendirme amaçlı bir
göstergedir. Ancak önermeler, verdiği bilginin doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlamaz.
Bazı tümceler önerme niteliği taşırlar.
Sav: Neden-sonuç ilişkisi içinde bir araya getirilen, önermelerden daha karmaşık
göstergelerdir. Önermeden farklı olarak bir savın doğruluğu veya yanlışlığı akıl yürütme
yoluyla ispatlanabilir.
Peirce’ye göre bir gösterge, bu türlerden birçoğuna dahil olabilen, devingen bir
birimdir.
Göstergeleştirmenin Dinamikleri
Peirce’ün göstergeleri, yorumlanabilen, kullanıldığı bağlama göre anlamı değişen
dinamik bir süreci ifade ederler. Zaman içinde bir dil dizgesine yeni göstergeler
eklenebilir. Ya da daha önce kullanılan bir göstergenin yerine, yeni bir göstergenin
geçmesiyle anlam alanı daralabilir. Örneğin “hayat” sözcüğüyle birlikte “yaşam”
sözcüğünün, “saadet” sözcüğüyle birlikte “mutluluk”un da kullanılması, kültür
dizgemizin de zaman içinde değişebileceğini; bu yeni dünya görüşlerini karşılamak
ihtiyacının yeni sözcükleri de beraberinde getirdiğini gösterir.
Ayrıca bir göstergenin temsil ettiği kavram üzerindeki uzlaşım, zaman içinde
kaybolabilir. Bu durumda herkes gösterileni kendine göre yorumlamaya başlar.
Umberto Eco, “Gülün Adı” adlı romanının ismini, bu düşünceye göre koyduğunu
belirtir. Gülün, birçok toplumda bir simge olarak çok sık bir şekilde kullanılması, zaman
içinde neyi temsil ettiği düşüncesini önemsiz hale getirerek, onu “simgelerin simgesi”
değerine taşır.
DÜZANLAM VE YANANLAM
Konuşma dilinde bir sözcüğü duyduğumuz anda uzlaşıma dayalı olarak
zihnimizde oluşan ilk kavram, o sözcüğün düzanlamıdır. Yananlam ise düzanlamdan
kopuk olmamak şartıyla, bireyin yorumunun ön planda olduğu, sözcüklerin ikinci
anlamıdır.
Düzanlam:
Morris’in sınıflandırmasına göre düzanlam, genel ve tekil olmak üzere ikiye
ayrılır. “Genel düzanlam(denotatum)”, tek başına kullanılan bir sözcüğün, tüm kümeye
gönderme yapmasıdır. Sözcüklerin sözlük anlamları bu soyut genellemeyi yansıtır.
“Tekil düzanlam ise(designatum)”, sözcüğün kullanıldığı bağlam içinde tek ve
belirli bir nesneye gönderme yapmasıdır. Burada tekil göstergenin oluşabilmesi için
aynı bağlam içinde yer alan diğer göstergeler arasından bir ya da birden çok seçim
yapılması gerekir. Örneğin “bardak” kelimesinin sözlük anlamı, sözcüğün genel
düzanlamını, “evimdeki masada duran mavi su bardağı ya da bardakları” ise tekil
düzanlamını karşılar. Peirce, bu göstergeyi tikel gösterge olarak adlandırır.
Düzanlamın karmaşık olma özelliği, onun yananlamlar kazanmasına neden olur.
1.Kavram Alanı, Anlambirimcikler
Sözcüklerin zihnimizde oluşturduğu kavram karmaşıktır ve birden çok niteliği olan
bir kümenin öğelerine gönderme yapar. Buna sözcüğün “kavram alanı” da denir. Bir
sözcüğün kavram alanındaki öğeler, “anlambirimcikler(sem)”i meydana getirir. Bu
anlambirimciklerden bazıları, kavramın çekirdeğini oluşturur. Bağlam içindeki bir
sözcüğü, kavram alanındaki anlambirimciklerden biri ya da birkaçını önplana çıkararak
tikel bir göstergeye dönüştürebiliriz. Örneğin “yenge” sözcüğü Türkçede “kadın, evli,
akraba” gibi pek çok anlambirimciği içine alır. Bu saydıklarımız aynı zamanda her
kullanımda geçerli olabilen çekirdekteki anlambirimcikleri gösterirler. Yenge
sözcüğünü “amcanın eşi” kavramıyla karşıladığımızda ise, belirli bir yengeden
bahsedildiği için, tikel bir gösterge ortaya çıkarmış oluruz.
Yananlam
Yananlam, bir sözcüğün zihnimizde oluşturduğu kavram alanından yalnız bir
tanesinin(anlambirimcik) seçilerek yeni bir değer kazanmasıdır.
Yananlamlar, kalıplaşmış ya da bireysel olabilirler. Atasözleri, deyimler ve bir
sözcüğün toplumun kültürüne yerleşmiş kullanımları “kalıplaşmış yananlam”a girerler.
Dini resimlerde kalıplaşmış, kültürün bir parçası haline gelmiş yananlam katına
“ikonografi” adı verilir.
Fakat aynı değeri karşılayan bir yananlamın ifadesi, toplumdan topluma değişir.
Çünkü her toplum, yaşadığı benzer tecrübeleri farklı atasözleri ve deyişleri kullanarak
anlatır.
Ayrıca özellikle sanat ve edebiyatta “bireysel yananlamlar”a sıklıkla başvurulur.
Bireysel imgelerin yanlamlarını çözmek için sanatçılar, eserlerinde belli ipuçları verir.
Örneğin bir şairin bu ipuçlarını fazla belirgin sunması şiiri bayağılığa, kapalı vermesi
ise anlam karışıklığına yol açar. Barthes, bu tür ipuçlarının kullanılmasına “yerdeşlik
oluşturma” adını verir.
Aynı gösterge ya da sözcük, içinde birden çok yananlam katını barındırabilir.
Bunun anlaşılması için, o sözcüğü bağlamı içindeki ipuçlarına göre değerlendirmek
gerekir. Tek bir sözcük bir yananlam özelliği taşıyabileceği gibi, tam bir metin de bir
yananlam katı oluşturabilir.
Eklemlenme ve Bağlam
Bir dilin en küçük birimi olan seslerin birleşmesiyle sözcükler, sözcüklerin bir
araya gelmesiyle tümceler oluşur. Dil birimlerinin bu şekilde birleştirilmelerine
Saussure’nin ifadesiyle “eklemlenme” denir.
Bir tümcenin ileti olabilmesi için, diğer bazı tümcelerle bir araya gelerek bir
bağlam içinde yer alması gerekir. Tümcelerin birbirine eklemlenmesiyle oluşan bu
iletiye “sözce” adı verilir. Sözcelerin de bu şekilde başka sözcelerle çevrilmesi
“sözcelem(enonciation)”i meydana getirir. Böylece metinler oluşur. Metnin anlamı,
sözcelem düzleminde diğer bir deyişle kültürel ve toplumsal bağlamda ortaya çıkar.
Nasıl sözcükler ve tümceler bir bağlam içinde değer kazanıyorsa, bir edebi metin de
çeşitli bağlam katmanları açısından yorumlanabilir. Bir metin, içinde bulunduğu
kültürel ve siyasal ortama ve diğer edebiyat metinleriyle kurduğu ilişkiye göre değişik
yananlamlar kazanır.
Metin kavramı, iletişim özeliği taşıyan tüm diğer ifade alanlarında da
kullanılabilir. Bu açıdan figüratif bir resim de bir metin olarak değerlendirilir. Ancak,
resim gibi bazı dil dışı göstergelerin, kalıplaşmış birimleri oluşmadığından eklemlenme
katları daha azdır. Bir resmin anlaşılması için, üzerinde uzlaşılmış birimlere ihtiyaç
yoktur. Çünkü her resim, nesneye farklı bakış açılarından yaklaşır. Fakat sanat ve
edebiyat yapıtlarının bir iletişim değeri taşıması için kültürel ve toplumsal bağlam
içinde değerlendirilmeleri gerekir.
Download