dn felsefes derneğ konferansları slam ve felsefe: çatışma mı

advertisement
DİN FELSEFESİ DERNEĞİ
KONFERANSLARI
İSLAM VE FELSEFE: ÇATIŞMA MI, UZLAŞMA MI?*
Doç. Dr. Fehrullah TERKAN
Tartışmanın konusu “İslam ve Felsefe: Uzlaşma mı Çatışma mı?” şeklinde konunca,
burada sizlere sunacağım tebliğ doğal olarak ana hatlarıyla iki kısma ayrılmaktadır:
I. Genel olarak İslam ve Felsefe arasında uzlaşma veya çatışmanın imkanı
II. İslam ve Felsefenin Tarihsel Karşılaşmasından ortaya çıkan sonuç
İlk başlıkla alakalı olarak kanaatim şudur: öncelikle İslam ve felsefe arasında bir
uzlaşma veya çatışma imkanının araştırılmasından ve konuda bir karara varılmasından önce
her ikisinin de makul bir tarzda tanımlanması veya çerçevelerinin çizilmesi gerekir. Ancak bu
ameliyeden sonradır ki kişi her ikisi arasında nasıl bir ilişki olabileceğini tahkik edebilsin.
Unutmayalım ki biraz sonra tartışacağım tarihsel karşılaşmada bahsettiğim sınırlar ve çerçeve,
tarafların zihninde oldukça belirgindi ve bu sebeple bir kısım zihin, aralarında bir problem
görmezken diğer bir kısım zihin en derininden bir çatışma sezinlemişti. Yani bir uzlaşma veya
çatışma ortamıyla karşılaşmak, meseleye yaklaşırken zihnimizde o kavramlara dair tanım ve
formatlarla alakalı bir husustur.
Bu birinci hususla ilgili söyleyeceklerimi tamamlamadan önce, izin verirseniz, tarihsel
karşılaşmaya benim gözlüklerimden bir bakalım, orada neler olmuş görelim ve sonra uzlaşma
veya çatışmanın imkanı konusuna geri dönelim. Zira o dönemde yaşanan tecrübeden
öğrenilecek oldukça gerçekçi derslerin çıkarılacağını düşünüyorum.
Eğer her hangi iki şeyin birbirleriyle ilişkisi ve bunların birbirleriyle ilişkileri
hususunda bir yargıda bulunmak gerekiyorsa, öncelikle her bir tarafın hakkıyla tanımlanması
ve onların mahiyetinin ne olduğu belirlemek; daha sonra her bir tarafın (ve temsilcilerinin)
kendi duruşunu ve diğerine bakışını tam olarak tesbit etmek durumundayız. Her iki tarafın
birbirleriyle ilişkisi tarihsel olarak insan zihninin ortaya koyduğu tanım ve tasvirler
aracılığıyla kotarılması zorunludur. Dolayısıyla din ve felsefenin tanım ve tasvirinde onu
tanımlayan ve tasvir eden zihinlerin perspektifinden bigane kalamayacağımız için, böyle bir
ameliyenin ancak belli bağlamlar içinde yapılması da zorunludur. Bu sebeple, burada en
azından benim tartışma konusu edeceğim husus, İslam’ın klasik dönem felsefi faaliyetlerinin
ve sonuçta ortaya çıkan felsefi ürünlerin niteliğidir. Din derken, bir kişi gayet tabii olarak
günümüzde Kur’an temelli bir bakış açısıyla felsefeyle yüzleştirebilir. Ancak burada tartışma
çerçevemiz içerisinde hassaten klasik dönemdeki belli bir din anlayışından ve onun
temsilcilerinden bahsediyoruz. Felsefe derken de genel anlamda oldukça farklı çerçevelere
oturtulabilecek akli üretimi değil, böyle bir akli üretim ameliyesinin belli bir tarih içerisinde
gerçekleştirilmesi sonucu ortaya konan düşünceleri kastediyoruz, yani bilhassa dinin temel
öğretileriyle çatışma potansiyeline sahip olan Yunan metafizik düşüncesini.
*
Bu tebliğ 27 Kasım 2008 tarihinde Din Felsefesi Derneği’nin tertiplemiş olduğu “İslam ve Felsefe: Çatışma mı,
Uzlaşma mı?” başlıklı konferansta sunulmuştur.
1
Buradan hareketle, felsefe ve din ilişkisi hakkında her iki tarafın temsilcilerinin
düşüncelerinin karşılaşmalarını ve yüzleşmelerini ve hatta bazan restleşmelerini ön plana
çıkarmak durumundayız. Ve tabii olarak da her birinin meseleye bakışını ele almamız
elzemdir.
Dolayısıyla benim bu sunumdaki bakış açım iki yönlüdür:
1) İlki, filozofların meseleye bakışıdır: özellikle klasik dönem Meşşa’ilere göre
din ve felsefe arasında çatışma yoktur. Ancak onlarda görülen bu çatışmanın
yokluğu düşüncesi, tarihsel din ile o dönemin baskın felsefi paradigması olan
Grek düşüncesi arasında tam bir uyuşma olduğunu ileri sürenlerin ulaştıkları
benzeri bir sonuçla aynı mahiyette değildir.
2) İkincisi ise genel anlamda dinin meseleye bakışıdır: buna göre, felsefe adıyla
bilinen düşünceler, özellikle de metafizik alandaki bazı iddiaların taşıyıcısı
olan düşünceler, temel paradigmaları itibariyle dinin temel öğretilerine, veya
en azından din adına söz söyleyenlerin anladıkları şekilde dinin öğretilerine,
ters düşmektedir.
İslam tarihinde felsefenin Müslüman mahallesine gelişi üzerine, bu mahalledeki
entelektüellerin gösterdikleri tepkilerin niteliğinin belirlenmesinde, bu konuyu ele alan
araştırmacılara yardımcı olacak tarihsel verilerin öncelikle tesbit edilmesi gerekir. Bu
veriler neler olabilir?
Kanaatimce şu hususlar belirleyicidir:
1) Grek felsefesinin İslam ilim havzalarına aktarılmasından önceki entelektüel
durumun tesbiti.
2) Grek düşüncesi ve metodolojisi yekunundan ilk aşamada aktarılan
düşüncelerin veya disiplinlerin tesbiti.
3) Bu ilk evrede aktarılan paketin, onu ilk kabul eden kişilerce nasıl bir tavırla
karşılandığının tesbiti.
4) Olumlu tavır gösteren kişilerin, bu aktarımla nasıl bir bakış açısı
kazandıklarının tesbiti.
5) Olumsuz tavır gösterenlerin, bu tavırlarına kaynaklık eden entelektüel, dini ve
tarihsel sebeplerin tesbiti.
6) Bu olumsuz tavırların değerlendirilmesi ve red veya kabulünün
temellendirilmesi.
7) Bütüncül olarak Grek felsefesinin ve özellikle metafiziğinin dayandığı
paradigmaların tesbiti ve bunların dini öğretilerle önermesel düzlemde nasıl bir
ilişki içinde olduklarının tesbiti. (Burada dini öğretilerin önermesel değerinin
felsefi perspektifle burhani anlamda belirlenmediği için, makul literal anlam
esas alınmalıdır. Zira çatışmayı doğuran şey, dini öğretilerin felsefi yorumları
ile Grek metafiziği arasında değil, onların makul literal anlamı ile Grek
metafiziği arasındaki uyuşmazlıktır.)
8) Dini metnin anlaşılması hususunda, öğretilerin semantik algısı ile felsefi
önermesel formlarının uzlaşıp uzlaşmayacağının tesbiti. Ve bana göre uzlaşma
veya çatışmada temel olan mesele de budur.
2
Ben burada bu maddelerin hepsini ele alacak değilim. Zaten bunlar başlı başına
birer araştırma konusudur. Ancak her bir madde hakkında az ya da çok, şöyle veya böyle bir
görüşe sahibizdir hepimiz. Benim bu husustaki genel tesbitim şudur:
Müslüman filozoflar, en temelde Grek felsefi mirası ile tarihsel İslam dininin belli
başlı öğretileri arasında bir uzlaşmazlık olduğunun farkındaydılar. Bu noktada şu
mülahazaları sizlerle paylaşmak isterim:
1. Öncelikle vurgulanması gereken husus, felsefenin İslam toplumunda “harici bir
fenomen” olmasıdır. Uzlaştırmacı görüş, genellikle, felsefi üretim potansiyelinin İslam dini
kültüründe nüve halinde bulunduğunu ve hatta felsefi düşünmeye Kur’an ve Hadis’in
kaynaklık ettiğini bile düşünmeye meyyaldir. Ancak, tarihin de tanıklık ettiği üzere, felsefe
İslam’a sonradan dahil olan bir düşünce birikimi ve düşünme şeklidir. Burada vurgulu olarak
zikredilmesi gereken şey, felsefe derken ne kastettiğimizdir elbette. Sanırım bu da oldukça
açıktır: Felsefe, tarihsel olarak klasik dönemde Grek düşüncesidir, metafiziğidir. Grek
metafiziğinin temel paradigmasının İslam’ın en temel Tanrı anlayışı ve kozmolojik öğretileri
ile uyuşmadığını söylemek için her zaman derin tahliller yapmaya da gerek yoktur. İnsanların
bazılarının genel olarak felsefi bir perspektife sahip oldukları söylenebilir. Ancak bu durum,
onların özelde Grek felsefesinden bağımsız özgün bir felsefe geliştirdiklerini iddia etmek için
kafi değildir. İşte bu yaklaşım, birçok kişiye göre oryantalist bir yaklaşım gibi gözükmektedir.
Fakat aslında bu, ayakları yere basan ve gerçekçi bir görüştür. Bunun karşısında duran
yaklaşımın apolojetik olduğunu düşünüyorum. Tarihe baktığımızda Grek metafiziğinin
bayraktarlığını yapan Müslüman filozofların da bu hususu problem etmediklerini görürüz.
Tam aksine, onlar için Grek üstadların görüşlerine daha yakın olmak arzu edilir bir şeydi.
Bunun bir kanıtı, onların bu noktadaki açık ifadelerinin yanı sıra, Aristo’yu insan aklının
zirvesi olarak görmeleri ve bu sebeple kendi görüşlerinin sahihliğini iddia ederken
sonrakilerden bazılarının öncekileri, Aristo’nun görüşlerini tam anlayamamakla veya
çarpıtmakla suçladıkları gerçeğidir. Bu, bize filozofların Grek felsefi paradigmayı esas
aldıklarını ve bunun da farkında olduklarını göstermektedir. Onların bu paradigmaya bağlı
olmaları, ne onları rahatsız etmiştir ne de bu paradigmayı kabullerinde dini bir meşruiyet
aramışlardır.
Dolayısıyla, ilk dönem İslam dini kültürünün, insanların zihnine felsefi bir saik
zerkettiğini kolay kolay söyleyemeyiz. Bu, hikmet gibi daha sonraları oldukça fazla istismar
edilen bir kavramın varlığına rağmen böyledir.
Burada şöyle bir itiraz gündeme getirilebilir: Grek düşüncesinden önce,
Müslümanlar arasında felsefe addedebileceğimiz bir akli üretimin olmaması normal
karşılanmalıdır. Çünkü bu süreç o kadar kısa bir dönemde üretim sağlayacak nesiller
yetiştirmek için yeterli değildir. Nitekim şartlar olgunlaşınca sonraki dönemde bu türden
insanlar çıkmıştır.
Özü itibariyle kabul ettiğim böyle bir itiraza şöyle bir cevap verilebilir: Sonraki
dönemlerde felsefi zihin yapısına sahip insanlar akli üretimlerde bulunmuş olabilirler. Bu,
felsefi düşüncenin, İslam dininin etkisiyle neşv-u nema bulduğuna delil olarak gösterilemez.
Zira böyle bir tesbit için gerekli olan tarihsel veriler yeterli değildir. Şunu demek istiyorum:
Müslümanlar oldukça erken bir tarihte farklı kültürlerle temas kurdular ve o kültürlerde
hazlihazırda var olan felsefe kültürüyle tanıştılar. İşte bu gerçek, İslam’da felsefenin
doğuşunun asli karakterini muğlak bırakan tarihsel bir vakıadır.
3
Bu noktada soru şudur:
Şayet söz konusu temas bu kadar erken olmasaydı, mesela 3 asır sonra
gerçekleşseydi, acaba hala Müslümanlar arasında felsefi düşünüş tarzı kendini gösterecek
miydi? Bu süre zarfında dışa açılması gecikmiş ve kendi içine kapalı bir toplum olarak kalmış
olacağı için, muhtemelen felsefi inisiyatif göstermeyecekti şeklinde bir cevap verebiliriz.
Bunun yanı sıra, belki de insanlar söz konusu ayetlerin motivasyonu ile felsefi veya serbest
düşünme tarzı geliştirebilirlerdi tarzında alternatif bir cevap da mümkündür. Ama maalesef bu
sorunun doğru cevabını asla bilemeyeceğiz.
Cevabı asla bilinemeyecek bir soruya spekülatif ve kesin tarihi olgulara
dayanmaksızın verilen bir cevap vererek çözüm bulmak kanaatimce yanlıştır. Dolayısıyla biz
tarihsel verilere bakmak durumundayız. Bahsettiğim yanlışlığı işleyen bir akım, Hikmet-i
Halide anlayışıdır, ki bu konuya ikinci oturumda kısaca değineceğim.
2. İkinci bir husus, filozofların dine yaklaşımlarıdır. Müslüman filozoflar, daha
önce de belirttiğim gibi, propagandasını yaptıklarını Grek metafiziksel öğretilerin, içerisinde
büyüdükleri toplumun dininin öğretileriyle temelde uyuşmadıklarının da farkındaydılar. Ama
onlar, buna rağmen, uzlaştırma yaptıkları yönünde bir izlenim bıraktılar, sadece görünürde ve
yanıltıcı bir şekilde olsa da. Yanıltıcı olması onların iradi olarak yaptıkları bir şey değildir. Bu
yanıltıcı özellik, yanlış bir varsayıma dayalı yanlı tarih yorumundan ve yanlı metin
okumalarından kaynaklanmaktadır. Bu izlenimin sebebi de onların din anlayışlarıdır. ElFarabi ve İbn Sina’nın bakış açısı zaten açıktır ve tamamen felsefidir,† her ne kadar bu
açıklığa rağmen onlara aykırı duruşlar atfedilse bile. Aslında onlar “dinin felsefesi”ni yaptılar.
Yani onlar, dini, felsefî olarak tanımladılar ve tarihsel dinleri bu tanım çerçevesinde bir yere
yerleştirdiler. Böyle bir başlangıç noktasından hareket edince, vahyî veya tarihsel dinler,
onların düşüncesinde, varlığa dair açıklayıcı bir paradigma sunan bir fenomen olarak değil,
sadece burhânî felsefî hakikatlere yakınlık veya uzaklıklarının test edildiği bir teorik
laboratuar ve bu yakınlık ve uzaklık açısından hakikat derecesinin ölçüldüğü, temelde
toplumsal nizam için gerekli görülen bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Böylesi bir
tanımda hiçbir problem olmaz ve nitekim onlar için de yoktu. Bu dönemim diğer ünlü ismi
İbn Ruşd ise daha stratejik bir adım atarak meseleyi dini metin tabanlı epistemolojik bir
problem olarak ortaya koydu ve doğrudan, en azından halka yönelik olarak yazdığı
kitaplarında, dini duruşu karşısına almadı. Ve hatta daha ileri giderek, seleflerinin
yapmadığını yaptı ve kendisi için olmasa da, felsefeye dini meşruiyet aradı.
3. İbn Ruşd’ün yaklaşımı, dini önermelerin aklen isbat edilebilirlik kıstasına göre
değerlendirmeye alınması gerektiğini salık verir. Eğer felsefe dinin önermelerini kavrarsa,
yani aklen isbatını mümkün görür ve felsefi olarak sunabilirse, o zaman, önermesel düzeyde
aynı doğruluk seviyesinde kabul görecektir.
Bu aynı zamanda din ve felsefe arasında uzlaştırma yapmaya yönelik bir yöntem
olarak da sunulmuş ve geleneksel olarak da böyle algılanmış olmasına rağmen, bu yöntemin
sorunlu, daha doğrusu yanıltıcı bir işlev gören kısmına dikkat edilmelidir. Şöyle ki öncelikle
bu teklif, şarta bağlıdır ve burada kıstas olarak ele alınan unsur felsefedir veya aklî
†
Filozoflar ve özellikle de el-Farabi, din nedir; ne olmalıdır; nasıl yapılandırılmalıdır; ne gibi bir muhtevaya
sahiptir veya sahip olmalıdır; kim tarafından vazedilir; epistemolojik mertebesinin sınırı nedir; dinin var olmasını
gerekli kılan şartlar nelerdir; ve son olarak din, hangi sınıf insan için vardır, gibi sorulara cevaplar bularak dinin
felsefesini yapmışlardır. Daha fazla bilgi için bkz. F. Terkan, Çatışmanın Dinamikleri: Din ve Felsefe
Uyuşmazlığı Üzerine, (Ankara: Elis Yayınları, 2007), özellikle ilk bölüm.
4
tasavvurdur. Eğer felsefe, dinî bir öğretiyi “kavrayamazsa,” bu hususun sadece “din”
içerisinde bulunduğuna hükmedilir. Anlatılmak istenen şey, sadece dinde bulunduğuna hüküm
verilen bir husus, demek ki felsefenin aklî hakikatleri arasında değil, din dili ile
basitleştirilmiş olan tahayyulî örneklemedir. Mesele işte bu raddeye geldiğinde, din ve felsefe
arasında gerçek bir uzlaştırmadan bahsedilmesi zordur; eğer bahsedilecekse, böyle bir uzlaşı,
dinin kendi iddiasından vazgeçmesiyle mümkündür. Daha önce de belirttiğimiz üzere, dinin
hakikat iddiasının olmadığı söylenebilirse bu türden bir uzlaşı sorunsuz olacaktır. Fakat
üzerinde kafa yorduğumuz dönemdeki din ve felsefe ilişkisi incelenince, dinin böyle bir şeye
hazır olduğunu söylemek mümkün değildir.
Filozofların genel olarak dine bakışlarının ışığında meseleye bakacak olursak,
şunu söyleyebiliriz: kendi felsefî sistemleri içerisinde filozofların din anlayışını içeren geniş
kapsamlı teori, dinin felsefeyle çatışma içine girmesine en azından teorinin kendi iç
dinamikleri açısından izin vermemektedir. Dolayısıyla onların anladıkları din, felsefeye
muarız bir duruma düşmemektedir.
Filozofların tarihsel dinle çatışmanın farkında olduklarını ve bu sebeple uzlaştırma
yaptıkları şeklindeki bir yaklaşım, uzlaştırmacı görüşün de mecburen kabul etmek zorunda
olduğu bir noktadır. Ancak bu nokta, filozofların kendi duruşları açısından söz konusu bile
olmayacak bir husus iken, onlara farklı bir duruş atfeden görüş bu hususu paradoksal bir
biçimde kabul etmek durumundadırlar.
4. Filozofların aslında kendi felsefi önermelerinin, tarihsel dinin önermeleriyle
görünüşte çatıştığının farkında olduklarına dair başka bir delil ise onların, felsefî önermelerin
avama asla aktarılmaması gerektiği konusundaki hassasiyetleridir. Yani onlar, felsefenin, o
önermeler ifşa edildiği takdirde muhtemel bir çatışmaya yol açacağının bilincinde olduklarına
işaret etmektedir.
5. Felsefe ve tarihsel dinin aslında bir çatışmaya girdiği görüşü, hem filozoflarda
hem de el-Ğazali’de ortaktır. Ancak aynı görüş, farklı temellere dayanır. Filozofların
duruşuna göre, felsefe dinin literal olarak anlaşılan önermeleri ile çatışmaya girmektedir.
Çözümleri ise dini önermeleri düşük seviyeli bir epistemolojik kategori olarak tasvir etmek ve
bunu felsefi olarak temellendirmekti. Diğer taraftan, dini öğretilerin hakikati anlattığı
görüşünü esas alanlara göre, daha özelde konuşursak el-Ğazali’ye göre, din ile Meşşa’ilerin
felsefesi arasında çatışma vardır, bu çatışma gerçektir ve bu çatışma, felsefenin, dinin
öğretilerini iptal edecek felsefi önermeleri ileri sürmelerinden ötürüdür. Bu felsefi tezler,
Allah’ın sıfatları, nübüvvet ve ahiret gibi dinin esaslarını oluşturan hususlar hakkındadır ve
ayrıca bu hususlar yakinî bilgi olarak kabul edilmelerinden dolayı, dinin kendi öğretilerine
ters düştükleri için felsefî öğretilerin kabul edilmesi durumunda dinin temelini sarsacaktır.
Ayrıca onların dini önermeleri felsefi bir önermeye tevil yoluyla irca etmeleri, dinin
önermelerini hakikat olarak görmediklerini gösterir. Felsefe ve dinin gerçekten çatıştığı
düşüncesinin failleri, dinî öğretilerin hakiki önermesel değerini savunanlardır. Bir açıdan
çatışma algısı, felsefenin, tarihsel din üzerinde tahakküm kurma teşebbüsüne gösterilen bir
tepkinin doğal sonucudur. Dolayısıyla el-Ğazali’nin reddettiği husus, felsefenin, dini, hakikate
götüren bir fenomen olarak görmemesidir. Bu durumda din, iddia ettiği hakikati
reddedercesine küçük düşürülmektedir
6. Uzlaştırmanın gereksizliği: Bu sebeple, filozofların, bazı açıklamalarında
İslamî terimleri kullanmaları, onların uzlaştırma yaptıkları sonucunu doğurmaz. Filozoflar,
felsefi bir din anlayışı ortaya koyarak tarihsel dinleri değerlendirdikleri ve bu dinler de tanım
5
gereği felsefi hakikatlerin mertebesine çıkamayacakları için, dini bir uzlaştırma ameliyesinin
bir ögesi olarak görmüş olamazlar. Zira dinin otonom bir yapısı yoktur ve bu sebeple de
felsefe ile önermesel düzlemde hakikat konusunda kendi zemini üzerinde bir iddiada
bulunamaz. Bu yargı, felsefeyi din ile aynı seviyede görmediği için, hakikatin ortaya
konmasında din felsefeye rakip olamaz. Dolayısıyla, dinin felsefe ile çelişen bir öğretisi varsa,
burada ikisi arasında bir uzlaştırmaya gidilmesi söz konusu olamaz.
7. Son olarak belirtmek istediğim husus şudur: bu iki fenomen arasındaki ilişki,
akıl ve vahiy şeklinde değil, din ve felsefe şeklinde mesele edilmelidir. Zira akıl ve vahyin
uzlaşmaları her zaman bir imkan taşımakla beraber, felsefe dediğimizde belli bir sistemi
kastetmek kaydıyla, felsefe ve dinin arasındaki ilişki her zaman tarihsel bir boyuta sahiptir ve
söz konusu ettiğimiz hususta da gördüğümüz gibi, felsefe derken Grek felsefesini ve din
derken de dini metnin belli bir yorumunun tarihte çatışma içerisine girdiğini görüyoruz. Zira
din ve felsefenin karşılaşmalarını böyle bir tarihsel bağlama oturtunca ortaya çıkan şey şudur:
felsefe, Grek üstadların oraya koydukları akli üretimi temsil etmektedir. Diğer tarafta ise iki
din anlayışını gözlemliyoruz: ilki, çatışmayı tesbit eden din tarafında tarihsel dini veya daha
doğrusu vahyin bir yorumunun temsilcilerinin sunduğu bir din anlayışı; ikincisi de
entegrasyon yoluyla uzlaşma tesbit eden filozofların Grek felsefesi doğrultusunda ortaya
koydukları din anlayışı. Demek istediğim şudur ki bu tarihsel bağlamı göz önünde
bulundurunca kaçınılmaz olarak görmek durumunda olduğumuz şey, ortada salt anlamda akıl
olması hasebiyle akıl ve vahiy olması hasebiyle de vahiy arasındaki bir çekişme bulunmuyor.
Daha ziyade, akli üretimin belli bir tarzda ve belli bir paradigma ile şekillenmiş somut fikirler
dizgesi ile vahyin literal anlamı veya belli bir tarzdaki tevili arasında bir çekişme mevcuttur.
Bu ilişkide vahyin bazı yönleriyle sürekli olarak sabit kaldığı ve akıl kullanımının ise vahye
göre daha çok değişiklikler arzettiği söylenebilir. Bu doğrudur, ancak bu doğru ifade bize akıl
ile vahyin her zaman bir çekişme içerisinde olduğu iddiasını doğrulamaz. Her durumda etkin
olan şey, her ikisinin de insan failler tarafından şekillendirildiği gerçeğidir. Bu sebeple
tarihsel bağlamda çekişme, somut olarak ortaya konan üretimleri temsil eden felsefe ve din
arasındadır. Bu ikisine kaynaklık eden salt akıl ve vahiy arasında ise her zaman bir uyum
yaratma imkanı mevcuttur.
En başta bahsettiğim ilk hususa, yani uzlaşma veya çatışmanın imkan meselesine
geri dönecek olursak, bu konu aynı zamanda yaşadığımız asırda İslam felsefe ve din
ilişkisiyle ilgili neler söylenebileceği konusunda da bize bir perspektif kazandıracaktır. Bu
husus, iki noktada değerlendirilebilir; daha doğrusu, klasik dönemle bağlantılı olarak iki
alternatif bağlamında ele alınabilir:
a) Filozofların din anlayışının kabul veya reddedilmesi
b) Dinin öğretilerinin felsefi önermeler gibi doğruluk değerlerine sahip
olduklarının veya olmadıklarının tesbiti.
a) İlk alternatif de kendi içinde iki unsur barındırmakta ve bize iki yeni alternatif
sunmaktadır. Klasik dönem İslam felsefesinin ana aktörlerinin bize teklif ettiği din anlayışını
kabul edebiliriz veya reddedebiliriz. Bu bir karar verme meselesidir, ancak daha önce
yapılması gereken ve kararın yönünü belirleyecek olan bir tahkik vardır önümüzde: acaba
Kur’an temelli bir yaklaşım, filozofların din anlayışını kabul etmemiz için elverişli midir değil
midir? Geleneksel din anlayışımız bunu doğrudan reddedecektir. Zira benim kanaatim odur
ki dini metnin, bazan sınırlı da olsa dinin kaynağı hakkındaki kendi açıklamaları ve kendi iç
mantığı, filozofların din anlayışlarıyla uyumlu değildir. Ayrıca bu anlayış, filozoflar adına,
dinin hakikat iddiasını göz ardı etmelerini de beraberinde getirmektedir. Her halükarda, eğer
6
bir kimse bu din anlayışını kabul ederse, din ve felsefe arasında bir sorunla karşılaşmaz; ancak
bu durumda da geleneksel din anlayışının hakikat iddiasını da ortadan kaldırmakla karşı
karşıya kalır. Bu, tarihsel olarak din ve felsefe arasındaki ilişki noktasında bir dilemma olarak
karşımızda durmaktadır.
b) Yukarıda belirttiğimiz ikinci alternatife gelince, bu, çok daha zahmetli ve bir o
kadar da hayati bir husustur İslam felsefesi için. Bence vahyedilen dinin hakikat iddiasını
destekleyen günümüz entelektüelleri için en büyük sorumluluk da burada yatmaktadır. Felsefe
ve din arasında bir uzlaşmanın olup olmadığı da bu alternatifin gerektirdiği ameliyenin
sonucunda ortaya çıkacaktır. Tarihte bunun fizibilitesini el-Ğazali göstermiştir kanaatimce.
Şayet özgün bir İslam felsefesi üretilecekse, yani İslam’ın metafizik dünyası inşa edilecekse,
bu doğrultuda yapılması gereken şey şudur: dini metnin öğretileri felsefi bir düzlemde
önermesel bir form içerisinde yeniden ifadeye dökülmelidir ve felsefi metodla doğruluk
değerleri tartışılmalıdır.
Tarihte üretilenler arasında hoşumuza giden, bizi meftun eden teoriler olabilir,
bunun tersi de olabilir. Bazan hoşumuz giden teorilerin, ne kadar sağlam bir iç tutarlılığa
sahip olurlarsa olsunlar, üzerine oturdukları bilimsel payandalar çöktüğü artık dayanaksız
kaldıklarını da görüyoruz. Mesela, Batlamyus’un kozmolojisi ve yıldız sistemi üzerine
kurulan bir sudur teorisi, Kepler ve Kopernik’ten sonra çökmüştür. Sudur teorisi kendi içinde
ne kadar cezbedici olsa da artık bir anlamı yoktur, yanlışlanabilir bilimsel veriler üzerine inşa
edilen her metafiziğin başına geleceği gibi. Objektif olarak yanlışlığı ispatlanabilmesi
mümkün olan bilimsel verilerin yerine, bilimsel olarak kesin anlamda kanıtlanmış veriler
eşliğinde dinin objektif olmasa da belli bir otoritenin inanılan sıdkına dayalı bir metafizik en
azından özgünlük için daha tutarlı bir yol olabilir. Böyle bir perspektifle, eğer hakiki anlamda
bir İslam felsefesi yapılacaksa, bu, İslam’ın kendi önermeleri temelinde gerçekleştirilebilir
ancak, ve o temelde gerçekleştirilmelidir. Bu temel bize felsefe yaparken tutunacağımız bir
paradigma sunacaktır. Bunun dışındaki herhangi bir paradigma, hakiki anlamda İslam
felsefesi üretmez. Tıpkı klasik dönem Meşşa’ilerin yaptığı gibi çapası dışarıda olan bir felsefi
faaliyet ortaya çıkacaktır. Zaten tarihte çatışmanın temelinde yatan şey de işte bu gerçektir.
Elbette bunu söylerken felsefe dediğimizde ne anladığımız önemlidir. Zira
yapılacak bir felsefe tanımı felsefi faaliyetin yönünü doğrudan etkileyecektir. Örneğin İbn
Ruşd’ün yaptığı gibi, felsefi ameliyeyi, mevcudatın incelenmesi ve onların Yaratıcı’ya delalet
etmeleri açısından ele alınması şeklinde düşündüğünüz takdirde üreteceğiniz felsefe, felsefeyi
“varlığı var olması hasebiyle inceleme” olarak tanımlayarak yapacağınız felsefeden farklı
olacaktır. Her iki durumda da aynı paradigmayı, yani İslam’ın öğretilerinden çıkarılan bir
paradigmayı kullanmak mümkündür. Tam da burada kendini hissettiren bir sorunla
karşılaşıyoruz: biz İslam derken ne anlıyoruz? Bu sorunun cevabı ne kadar homojen olursa,
elde edeceğimiz paradigma da o kadar birleştirici olacaktır. Farklı İslam okuyuşları, farklı
felsefi zaviyeleri beraberinde getirecektir. Bu da tarihte de görüldüğü üzere farklı teoriler
anlamına gelmektedir. Bu sebeple felsefi bir söyleme kaynaklık edecek müşterek anlamların
esas alınmasıyla oluşturulacak makul bir çerçeve elzemdir.
Böyle bir projenin kotarılması, din felsefesinde gördüğümüz analitik yöntemi
kullanmayı gerektirmektedir. Bunun yanı sıra, özgünlük için Kelam tartışma platformu olarak
istihdam edilmelidir. İslam felsefesi adıyla bildiğimiz disiplin kendini feshetmeli ve daha
sonra da aynı adı alma ihtimalini de muhafaza ederek din felsefesi ve Kelam ile aynı potaya
girmelidir. Bunu fizibilitesi müstakil bir çalışmanın konusudur.
7
Download