DAVRANIŞCI KURAM DAVRANIŞÇILIK Sözlük Anlamı

advertisement
DAVRANIŞCI KURAM
DAVRANIŞÇILIK
Sözlük Anlamı:
Davranışçılık, ruhbiliminin inceleme konusunun davranış olduğuna inanan, bilincin ruhbiliminin
araştırma alanına girdiğini yadsıyan görüştür.
Psikolojide:
Davranışçılık Birleşik DevIetler'deki psikoloji disiplini içerisinde XX. yüzyılda ortaya çıkan bir yönelimi
ifade eder. Davranışsal yaklaşım çevrenin insan üzerindeki etkileriyle insan ve hayvan davranışlarında
ki değişimler arasındaki ilişkilerin nesnel yoldan incelenmesi üzerinde durur. Bu ya laboratuarda ya da
nispeten kontrol altındaki kurumsal ortamlarda gerçekleştirilir. 1. Dünya Savaşı'nın hemen arifesinde
farklı bir akım olarak göze batan davranışçılık, insan zihninin ve bilincinin içebakışının incelenmesi
olarak tanımlanan psikolojinin kökten reddini ifade eder. İlk davranışçılar Wondt ve Titchcner'in
yapısalcılığından, James, Dcwey, Angell ve Carr'ın işlevsel zihinciliğinden (mentalism) ve Geştalt
psikolojisinin izafiyetçilik ve fenomonolojisinden uzak durdular.
John B. Watson 1913'te davranışçılığı yeni bir akım olarak ilan etti; fakat akımın tarihsel gelişmesinin
temelleri antik Yunanlılara kadar geri gider ve deneycilik elementini, çağrışımcılık, objektivizm ve
natüralizmi kapsamına alır.
Davranışçılığın genellikle belirgin bir okul olarak 1950'Ii yıllarda gücünün zayıfladığı iddia edilirken,
genel bir yönelim olarak davranışçılık aşağıda birbiriyle çakışan dönemler boyunca sürmüştür:
Thorndike ve Watson'un çalışmalarının temsil ettiği klasik davranışçılık (1900-1925); Clark Hull,
Edward Tolman, Edwin Guthrie ve Burhus F. Skinner'in teorilerinin üstün gelmek için birbiriyle kıyasıya
yarıştığı heyecan verici bir dönem olan yeni davranışçılık dönemi (1920'ler ile 1940'lar); Hull'un
karmaşık hipotetik-dedüktif davranış teorisinin heyecanlı bir çıkış yaptığı Hullev Davranışçılık dönemi
(1940'lar-1950'ler) davranışın sonuçlarıyla kontrol edilmesini vurgulayan uyarımsız şartlandırma
tekniklerinin en güçlü davranışçı metodolojilerini ürettikleri dönem olan Skinnerci davranışçılık dönemi
(1960'Iar-1970'lerin ortaları); ve nihayet, davranış değişmesine saf bir Skinnerci yaklaşımın sınırlarının
giderek görünür hale geldiği ve biliş (cognitive) perspektiflerinin -örneğin sosyal öğrenme teorileridavranıştaki değişmeyi açıklamak için gerekli kabul edildiği bilişsel davranışçılık dönemi (1975'ten
günümüze kadarki dönem).
Davranışçı bir yönelim Birleşik Devletler'de 20. yüzyıl psikolojisi için temel teşkil etmiştir; bunun başlıca
nedeni de laboratuar araştırmalarına ve deneysel metodojilere duyulan güçlü bîr İnanç; öğrenme
sürecini incelemeye duyulan bir ilgi; niceliksel bilgilerin tercih edilmesi; muğlak kavramların ve
karmaşık olması nedeniyle de özel (öznel) deneyimleri tanımlamakta güçlüklerle karşılaşan
araştırmaların disiplinden elenmesi ve 1950'lerin sonlarından itibaren, teori kurma yönünde oldukça
muhafazakar bir yaklaşım. Thorndike ninkinden Skinner'inkine kadar büyük davranışsal
programlardan her biri kapsamlı bir davranış değişimi açıklaması sunmayı başaramazken, davranışçı
yönelim psikolojinin birçok alanında yararlanılan davranış kontrolü metodolojilerinin geliştirilmesine yol
açmıştır. Bundan başka, bu akım psikolojik araştırmalarda hassaslık ve sorumluluk fikirlerini kabul
ettirmiştir. Tabi ki Birleşik Devletler dışındaki ülkelerin psikologları tarafından da davranışçı
metodolojiler geliştirilmiştir, özellikle de güçlü bilimsel geleneklere sahip İngiltere ve Japonya gibi
ülkelerde. Davranışçı varsayımlar diğer sosyal bilim dallarında, özellikle sosyoloji ve siyaset bilimini de
etkilemiştir. Fakat davranışçı yönelime laboratuarda hayvan üzerinde yapılan araştırmalar hakim
olduğu için büyük bir akım halinde davranışçılık sadece psikolojide geliştirilmiştir.
Felsefede:
İlk olarak J. B. Watson tarafından psikolojik faaliyetin gözlemlenen davranışsal verilere dayanılarak
tanımlanabileceği şeklinde ortaya atılan davranışçılık başlangıçta psikolojiye güçlü bir bilimsel temel
kazandırmış ve üç bağımsız öğretiyi doğurmuştur. Metafizik davranışçılık bilinç diye bir şeyin mevcut
olmadığını iddia eder; sadece hareket eden organizmalar vardır. Metodolojik davranışçılık, bu
metafizik sorun hakkındaki hakikat ne olursa olsun, hakiki bir bilimsel psikolojinin ancak sosyal olarak
gözlemlenebilir davranışı inceleyebileceğini ve içebakışa prim verilmeyeceğini söyler.
Analitik davranışçılık ise psikolojik kavramların salt davranışsal terimlerle analiz edilebileceğini ve
bunun, bir tür sözcüklerin kastettiği şey olduğunu ileri sürer.
Analitik davranışçılık bîr çok filozof tarafından kabul görmüştür. Artık klasikleşmiş bir metin olan Zihin
Kavramı (The Conccpt of Mimi (1949) adlı eserinde Gilbert Ryle, Kar-lezyan makinedeki hayalet
mitinin zihinsel (ruhsal) ve fiziksel olayların birbirini dışlamasıyla ilgili bir kategori yanlışından
kaynaklandığını ve gerçekte zihinsel kavramların zahiri eylemler ve sözlere dayanarak analiz
edilebileceğini öne sürer. Bu tezin daha değişik bir epistemolojik versiyonunda Witigenstein, zihinsel
süreçlerin meydana gelmesi için getirilecek ölçütün özel, içebakışçı eylemler olamayacağını, daha çok
kamusal olarak kabul edilebilir davranış biçimlerinin ölçü olarak alınması gerektiğini ileri sürerek sürüp
giden tartışmaya bir hareket noktası (odak) kazandırmıştır.
Davranışçılığın felsefi versiyonunda açıklanması müşkül gözüken iki felsefi güçlük vardır. Birincisi,
davranış kavramının kesin biçimde (örneğin fizyolojik hareketleri mi, yoksa istemsel amaçlı eylemleri
mi) neyi kastettiği o kadar açık değildir; ikinci olarak da ikinci Wittgenstein'in İç duyumlarını (örneğin
acı) ifade eden birinci şahıs ölçütünün davranışsal olup olamayacağı konusu belirsizdir.
DAVRANIŞÇI KURAMDA TEMEL KAVRAMLAR
Uyarıcı: Organizmayı harekete geçiren iç ve dış olaylardır.(erden sayfa132). Duyduğumuz bir ses,
gördüğümüz bir ışık, resim, ağaç, aldığımız bir tada bizim için birer uyarıcıdır (Erden, Akman, 2001).
Tepki(Davranım): Bir uyarıcı karşısında organizmada meydana gelen fizyolojik ya da psikolojik
değişmelerdir.
Davranış: Davranımların bir araya gelmesiyle oluşan eylem davranış olarak nitelendirilir.
DAVRANIŞÇI KURAM
İnsan zihninin işleyiş biçimini incelemek ilk başlarda psikolojinin temel konusu olarak kabul edilmiştir.
Başlangıçta felsefenin yoğun etkisi altında olan psikoloji bireyin düşünme ve anlama yetenekleri
üzerinde çalışmayı ön plana almıştır. İçebakış yöntemini kullanan o devrin psikologları düşüncenin
yapısını anlamaya çalışıyordu. Psikologların çoğunun felsefe eğitimi almış olması ve psikolojik
araştırma becerilerinin olması içe bakış yönteminin düzensiz bir şekilde kullanılmasına yol açtı.
Temelleri 1913 yılında Amerikalı ruhbilimci Watson (1878–1958) tarafından “içe bakış psikolojisi” ne
bir tepki olarak atılan Davranışçı kuram, Aristo tarafından temsil edilmiş olan çağrışım kuramını temele
alıyor; algılama ve bilinci tümden reddederek ruhbilimsel nesneyi, hareket, söz ve salgı gibi
gözlemlenebilir davranışlarla sınırlandırıyordu. Böylece organizma ve içinde bulunduğu dış çevreden
kaynaklanan uyarıcılar arasında doğrudan gözlemlenebilen ve ölçülebilen bir bağdır.
Deneysel psikolojinin kurucusu; olan Alman psikologlarından Wilhelm Wundt (1832 - 920) tarafından
1879 da kurulan ilk psikoloji lâboratuarı ile psikolojiden ruh tetkikleri atılmış, onun yerine psikolojinin
konusu olarak sadece ruh olayları alınmıştır. Böylece psikolojide bilimsel çalışmalar yapılabilmiştir.
Fakat sonraları Watson, ruh yerine psikolojiye giren “şuur”u da açık ve seçik bulmamış, ne olduğu
nerede olduğu bilinmeyen bu şeyin psikolojinin konusu olamayacağını iddia etmiştir. Watson’a göre
psikoloji bir bilimse, sadece elle tutulan, gözle görülen insan davranışlarını incelemelidir.
Ruhsal hayatımızı şartlı reflekslerle açıklamağa çalışan, psikolojiden şuuru atıp bütün psikolojik
olayları (hayvanlardaki gibi) birer alışkanlığa bağlayan Davranışçı Kuram, psikolojiye birçok yeni
açıklamalar getirmekle beraber, koyu maddeci ve amprist bir görüş olarak da tenkide uğramıştır.
Davranışçılara göre objektif tekniklerle gözlenebilen sadece çevresel uyarıcılara, insanların bu
uyaranlara karşılık gösterdikleri tepkilerdir. Davranışçılar, gözlem ve deney yöntemini kullanırlar.
Davranışçılar, organizma ve çevre ilişkilerinin insan ve hayvanlarda birbirinin aynı olduğu
kanısındadırlar. Bu nedenle hayvanlar üzerinde psikolojik araştırmalar yapmışlardır. Örneğin; Pavlov
koşullu öğrenme deneylerini köpekler üzerinde yapmıştır.
“Bu gruba giren kuramcılara göre, hayat varlık sürdürme savaşından başka bir şey değildir. İnsanda,
yaşamına yönelmiş tehditlere karşı tepkide bulunmaya yönelik içgüdüler vardır. Bu tehditler belli bazı
ihtiyaçlar biçiminde ortaya çıkar. Bu ihtiyaçlar, tatmine kadar organizmayı hareketli tutar. Bu nedenle
motifler biyolojik ihtiyaçların yaratılmasıyla uyarılır”
Bu yaklaşıma göre öğrenmede koşullanma süreçleri önemli bir yere sahiptir. Sonrasında ise öğrenilen
davranışlar güdeleyici özellik kazanır. Davranışçılara göre güdüler, şartlanma ve modelden öğrenme
ile öğrenilir. Bu yaklaşıma göre güdülenmede esas olan dışsal güdülenmedir.
Davranışçı öğrenme kuramları; aç bırakılmış yada bir labirente kapatılmış güvercin, rat, kedi vb.
hayvanlar üzerinde yapılan deneylere dayanmaktaydı. Bu deneylerin çoğunda ilgili uyarana doğru
tepkiyi gösteren hayvanlar içinde bulundukları zor durumdan kurtulmakta ve gösterdikleri tepki
pekiştirilmekteydi. Bir başka deyişle bir dahaki sefere o uyaran karşısında o tepkiyi gösterme olasılığı
artmaktaydı. Uzun yıllar insan öğrenmesi de bu yaklaşıma göre açıklanmıştır.
Davranışçı yaklaşımda öğrencilerin öğrenme sürecinde kendilerine aktarılan bilgileri pasif olarak alan
öğeler olduğuna inanılmaktaydı. Buna göre, öğreticiler öğrencinin neyi, ne zaman ve nasıl
öğreneceğine karar verir ve genellikle onların sessiz, pasif durdukları bir süreçte onlara bildiklerini
aktarırlardı. Daha sonra yapılan sınavlarda öğrenciden kendisine aktarılanları tekrarlaması istenirdi.
Bunun altında yatan düşünce, anlatılanların öğrencilerce, anlatıldığı biçimde anlaşıldığının
varsayılması idi. Oysa son zamanlarda bilişsel anlayışla gerçekleştirilen öğrenme araştırmaları bunun
böyle olmadığını ortaya çıkarmıştır (Huber,1997; Johnson, Johnson ve Smith,1991; Marzano,1992).
Her şeyden önce bir hayvan kapatıldığı labirentin içinde fazla düşünmeden dönüp durabilir, ama insan
labirentten nasıl çıkacağını planlayarak hareket eder. Bu öğrenme için de geçerlidir. Bu gelişmeler
sonucunda aktif öğrenme anlayışı popüler olmuştur.
Davranışçılık anlayışına göre öğrenme, uyaran-tepki bağının oluşması ve bu bağın pekiştireçlerle
güçlendirilmesi süreci olarak ele alınmaktaydı. Bu yaklaşımın en büyük eksiği yalnızca öğrencinin
edimi üzerinde durması, edimin nedenleri, uyaran-tepki bağı oluşurken olup bitenler üzerinde
durulmamasıydı. Davranışçılar öğrenmenin gözlenemeyen kısmı ile ilgilenmiyordu. Öğrencinin anlayıp
anlamadığı da pek dikkate alınmıyordu. Buna göre, öğreticiler öğrencinin neyi, ne zaman ve nasıl
öğreneceğine karar verir ve genellikle onların sessiz, pasif durdukları bir süreçte onlara bildiklerini
aktarırlardı. Daha sonra yapılan sınavlarda öğrenciden kendisine aktarılanları tekrarlaması istenirdi.
Bu yüzden davranışçılık akımı, yüzyılın başından beri aktif öğrenme düşüncesinin yayılmasındaki
gecikme nedenidir.
Davranışçı yaklaşıma göre, bir hayvanın öğrenmesi ile bir insanın öğrenmesi aynıdır. Bu yüzden
davranışçılar öğreneni organizma olarak nitelendirip, öğrenmelerini çevresel uyarıcılar tarafından
şartlanmaları olarak değerlendirmişlerdir. Öğrenmenin, organizmanın kontrolü dışında gerçekleştiğini
savunmuşlardır. Sadece organizmanın gözlenen davranışlarında bir değişiklik meydana geldiğinde,
öğrenmenin gerçekleştiği söylenebilir.
Davranışçı kurama göre öğrenme, bireyin davranışlarındaki gözlemlenebilir bir değişmedir (Gropper,
1987; Jonassen, 1991a; Jonassen, 1991b). Bu bilgiye dayanarak, öğrenciye bir uyarıcı
gönderdiğimizde beklediğimiz tepkiyi alabiliyorsak öğrenme gerçekleşmiştir diyebiliriz. Burada uyarıcı
öğretilecek programın içeriği, tepki ise öğrencinin gösterdiği gözlemlenebilir davranışı belirtmektedir.
Örneğin “+” işaretini (uyarıcı) gören öğrenciler toplama işlemini (tepki) düşünür.
Davranışçı kuram öğrenmeyi açıklarken öğrencinin zihinsel etkinliklerine pek yer verilmez. Çünkü
öğrencinin o andaki düşüncelerini, zihninden geçenleri incelemek mümkün değildir. Bu yüzden öğrenci
kapalı bir kutuya benzetilmektedir. Bu yüzden öğrenciye gönderdiğimiz bir uyarıcının dışarıya
yansıyan tepkisi incelenmektedir.
Bu yöntemin insana uygulanması bilinç sorununu yeniden ortaya çıkarmayacak mıydı? Bilinci bir yana
bırakmak olanaklı mıydı? Davranışçı devrim denen şeyin yaratıcısı A.B.D’li Watson’un ilkin hayvan
ruhbilimiyle uğraşmış olması bu bakımdan ilginçtir. Watson’a göre ruhbilim insanların nesnel olarak
gözlenebilir davranışlarının incelenmesidir ve davranış kavramı da U-Y (uyarı-yanıt) çifti kavramına
indirgenmektedir. Ne tür olursa olsun bir davranış belli bir anda çevreden gelen uyarılar topluluğu olan
U’ya gösterilen tepkiler (kaslara ya da salgı bezlerine ilişkin) topluluğundan, yani Y’ tan başka şey
değildir. Düşünce bile dilsel “davranıştan” belirtik ya da örtük “gırtlak-dudak” tepkilerinden başka bir
şey değildir. U ve Y, öznenin dışındaki gözlemleyici tarafından saptanabilir ve burada içebakış hiçbir
zaman işe karışmaz; ruhbilimcinin görevi de davranışın genel yasalarını saptamak, uyarılar bilinince
tepkileri önceden kestirmek ve tepkilerden, bunları doğuran uyarılara yönelmektir.
Thorndike, Watson.
Davranışçı kuramı özetleyecek olursak;
•Birey, davranışlarını tecrübeyle kazanır.
•Çevredeki uyarıcılar değiştiği zaman, bireyin davranışları da değişir.
•İlk tecrübeler, daha sonraki tecrübeleri etkiler.
•Bireyin tüm davranışları öğrenilmiştir, yine öğrenmeyle değiştirilir.
•Koşullu öğrenme yöntemleri benimsenmiştir. Sosyal öğrenme kuramından da yararlanılır.
•Gözlenebilen ve ölçülebilen davranışlar dikkate alınır.
•Bireyin zihinsel etkinlikleri, ne düşündüğü, nasıl karar verdiği önemli değildir.
DAVRANIŞÇI YAKLAŞIMA DAYALI ÖĞRENME-ÖĞRETME KURAMLARININ SINIRLILIKLARI
•Her tür davranışın öğrenilmesi için geçerli değildir. Örneğin; Matematik, Türkçe, Sosyal, Fen içerikli
derslerin öğrenilmesinde etkili değildir. Daha çok sosyal davranışların ve ders çalışma becerilerinin
kazanılmasında önemlidir.
•Bir uyarıcıya geliştirilmesi beklenen davranım, hemen uyarıcı verildikten sonra gözlenemeyebilir.
Uyarıcının etkisi daha sonra umulmadık bir zamanda ortaya çıkabilir.
•Bireyin verilen bir uyarıcıya gösterdiği davranım, o uyarıcıyla doğrudan ilgili olmayabilir. Başak bir
uyarıcının etkisi ile gösterilmiş olabilir.
•Yapay olarak oluşturulmuş pekiştireçler, öğrenciyi dışa bağımlı kılabilir. İçsel güdülenmeyi
zayıflatabilir.
DAVRANIŞÇI KURAMIN SINIF ORTAMINDA UYGULANMASI İLE İLGİLİ ÖNERİLER
Öğretmen adayları genel olarak öğrenme kuramlarını kuramsal olarak öğrenmekte, ancak bu bilgilerin
eğitimde nasıl uygulanacağı konusunda tereddütler taşımaktadırlar. Halbuki sınav kaygısı, okul
korkusu, sınıf önünde konuşmaktan çekinme gibi birçok konu davranışçı kuramla rahatlıkla
açıklanabilir. Aşağıda davranışçı kuramların sınıfta ne şekilde uygulanabileceğine dair bazı
açıklamalara yer verilmiştir.
•Olumlu atmosfer sağlanması: Bazı çocuklar okula gidecekleri gün aniden hastalanırlar. Bu hastalıklar
çoğunlukla gerçektir. Hiçbir çocuk doğuştan okul korkusuyla doğmayacağına göre, başlangıçta nötr
uyarıcı olan okul ortamı kaygı uyandırıcı koşullardan (şartsız uyarıcı) ötürü şartlı uyarcı haline gelir.
Bunun sonucunda şartlı tepki olarak hastalık ortaya çıkar. Öğretmenlerin okula yeni gelen öğrencilere
olumlu bir atmosfer sağlaması ve okul ortamının olumlu duygularla eşleşmesini sağlaması gerekir. Bu
amaçla öğretmenin sınıfa giren öğrencilere gülümsemesi, onlarla bazı özellikleri konusunda sohbet
etmesi, başarılı olabilecekleri ortamlar hazırlaması, hata yaptığında alay etmemesi ve arkadaşlarının
herhangi bir öğrenciyle dalga geçmelerine izin vermemesi gerekir. Öğretmenin sınıfa yeni gelen bir
öğrencinin yanına gülümseyerek gitmesi, onu selamlaması, okulumuza hoş geldin demesi, başarılı
olabileceği ve kendisini rahat hissedebileceği fırsatlar oluşturması klasik şartlanmanın sınıf içinde
rahatlıkla uygulanması olacaktır.
•Soru sormada dikkat edilecek hususlar: Öğretmenlerin dikkat etmesi gereken diğer bir nokta,
öğrencilerin soru sorarken onların kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktır. Birçok öğrenci
öğretmenin kendisine soru soracağı endişesini taşımaktadır. Bu endişeyi ortadan kaldırmak için düşük
başarılı öğrencilerin cesaretlendirilmesi, doğru cevabı buluncaya kadar yönlendirilmesi ve soru
sormaya isteklendirilmesi gerekir. Yani soru sorma işlemiyle, olumlu öğretmen davranışları arasında
çağrışımlar oluşturulmalıdır.
•Sınıf önünde konuşma: Öğrencilerin kaygılandığı bir başka konu sınıf önünde konuşmaktır. Öğretmen
bu tür öğrencilere dersten önce özel olarak tekrar yaptırabilir ve bu korkuya neden olan şartsız
uyarıcılar üzerinde durabilir. Alıştırma soruları sorarak sınıf önünde konuşma korkusu ve sınav kaygısı
olan öğrencilere yardımcı olabilir.
•Yanlış şartlanmalara yol açma: öğretmenlerin öğretiminin niteliğini olumsuz olarak etkileyen daha
önceki şartlanmalara dikkat etmesi ve öğrenmeyi engelleyebilecek yeni şartlanmaların oluşmasını
önlemesi gerekmektedir. Örneğin, ceza olsun diye sayfalarca yazı yazmaktan kaçınmak gibi.
•Davranış-şartlanma ilişkisi: Öğretmenin davranışların belirli şartlanmaların sonucunda ortaya çıktığını
unutmaması gerekir. Bundan dolayı öğrencilerin davranışlarının nereden kaynaklanabileceğini
düşünmelidirler. Örneğin bir öğretmenin öğrencilere bir ödev verdiğini ve bu ödevi bitirmek için 30
dakika süre tanıdığını düşünelim. Öğrencilerin çok az bir kısmı verilen ödevi verilen sürede bitirecektir.
Bu arada öğretmen sık sık öğrencileri ödevlerini yapmaları, gürültü çıkarmamaları için uyarmak
zorunda kalacaktır. Bir başka gün benzer bir ödevi vererek, kim önce yaparsa geri kalan zamanda ev
ödevlerini yapabileceklerini ve kendisinin de yardımcı olabileceğini belirtir. Böyle bir yaklaşım
öğrencilerin daha farklı bir şartlanma içine girmelerine yol açacaktır.
•İpucu verme: İpucu istenilen davranışı ortaya çıkarmak amacıyla öğrenciyi teşvik edici ve ona bazı
şeyleri hatırlatıcı ön uyarıcılar vermektir. Öğretmen ipucu vererek öğrencilerin özgüvenini artırabilir.
Sınıfa bir soru yöneltildiğinde özellikle motivasyonu ve başarısı düşük olan öğrenciler cevap vermek
istemezler. Yanlış cevap verdiklerinde ise hem kendilerinin hem de diğer öğrencilerin bir daha soru
cevaplama konusundaki arzuları azalır. Ama öğretmen ipucu vererek öğrencinin cevabı bulmasını
sağladığında öğrencinin derse katılmakla ilgili güdüsü artacaktır. Öğrencilerin öz-güvenini artırabilir ve
derse katılımlarını artırabilir. Sınıfa bir soru yöneltildiğinde özellikle motivasyonu ve başarısı düşük
öğrenciler cevap vermek istemezler. Yanlış cevap verdiklerinde ise hem kendilerinin hem de diğer
öğrencilerin bir daha soru cevaplama konusundaki arzuları azalır. Ama öğretmen ip ucu vererek
öğrencinin cevabı bulmasını sağladığında öğrencinin derse katılmakla ilgili güdüsü artacaktır.
•Genel Bildirim: Öğretmenler öğrencilere davranışlarıyla ilgili geri bildirim vermelidir. Ancak, geri
bildirim verilirken uyulması gereken bazı kurallar vardır. Bazı durumlarda, anında geri bildirim etkili
olurken, diğer bazı durumlarda gecikmiş geri bildirim daha etkili olmaktadır. Örneğin bir sınavdan
sonra geri bildirimin geciktirilmesi bir sonraki sınavda başarının yükselmesine yol açabilmektedir.
Okumayı öğrenme, basit matematik problemleri çözme gibi somut olayların olduğu öğrenme
durumlarında anında geri bildirim daha etkili olmaktadır. Buna karşın, karmaşık ve anlamlı
materyallerin söz konusu olduğu durumlarda gecikmiş geri bildirim tercih edilmelidir. Bunun yanı sıra,
geri bildirimi yaşça küçük öğrencilere anında, büyük öğrencilere ise gecikmiş olarak vermek daha
etkilidir. Öğrencinin verdiği cevaba olan güveni düşükse, geribildirimin etkisi zayıf olmaktadır; cevabın
doğru ya da yanlış olmasının önemi yoktur. Güven yüksek, cevap doğruysa geribildirimin etkisi
yüksek, cevabın yanlış olduğu durumlardır.
•Genelleme ve Ayırt Etme: Öğretmen, öğrencilerin yaptıkları yanlış genellemelere dikkat etmeli ve
gerekli ayırt etme öğrenmelerini gerçekleştirmelidir. Türkçe dersinde başka kelimelerle karşılaştırılan
bir kelimenin diğerlerinden farkını açıklamak, biyoloji dersinde hayvanların kalpleri arasındaki
farklılıkların ayırt edilmesi, kare, dörtgen, üçgen gibi şekillerin genellemesi ve ayırt edebilmesi buna
örnek gösterilebilir. Genellemenin ve ayırt etmenin etkin bir şekilde kullanılabilmesi için öğretmenin
öğrencileri kavramları, örnekleri, bilgileri karşılaştırma konusunda cesaretlendirmesi gerekir. Yani
öğretmen mümkün olduğu kadar öğrencilere karşılaştırmalar yaptırmalıdır. İki ülkenin, ağaç türlerinin,
cümle tiplerinin vs. karşılaştırılması öğrencilerin konuları analitik bir şekilde ele almalarını
sağlayacaktır.
•Pekiştirme Tarifeleri: Pekiştirme tarifelerinin öğrenmeyi devamlı kılmadaki etkisinden yararlanılmalıdır.
Öğrenciler bir konuyu yeni öğrenmeye başladıklarında her doğru cevap pekiştirilmeli, konu ilerledikçe
örneğin beş doğru cevaptan sonra pekiştirme yapılmalıdır. Bu konuyla ilgili daha geniş açıklamalar için
önceki kısımlarda anlatılan pekiştirme tarifeleri konusuna bakılabilir.
•Farklı Öğretim Yöntemlerinden Yaralanma: Öğretmen daha önceki kısımlarda değinilen programlı
öğretim ve bilgisayar destekli öğretim ve tam öğrenme gibi yöntemleri etkili bir şekilde kullanmalıdır.
İstenmeyen davranışlara tepki: Öğrencilerin olumsuz davranışlarıyla ilgilenmeyerek o davranışın
sönmesini beklemek her zaman istenilen sonucu vermeyebilir. Olumsuz davranış gösteren öğrenci
sınıfın düzenini bozabilir veya arkadaşlarını rahatsız edebilir. Görmezlikten gelindiği takdirde
davranışını sürdürebilir. Bu gibi durumlarda sınıf içi ödevlerini erken bitirenlere bir ödül vaat edilebilir.
Eğer, öğrenci ya da öğrenciler olumsuz davranışlarına yine devam ediyorlarsa yanlarına gidilir ve
ödevlerini şimdi yapmazlarsa, daha sonra bunun için yine zaman ayırmak zorunda oldukları özel
olarak belirtilir.
•Pekiştirme ve Cezanın Kullanımı: Eğer sınıf ortamında davranışçı yaklaşım kullanılacaksa mümkün
olduğu kadar ceza yerine pekiştirme kullanılmalıdır. Cezanın gerekli olduğu durumlarda ise, ikinci tür
ceza tercih edilmelidir. Örneğin sınıfa vaat edilen, boşa giden bir dersi yapma boş zaman verme gibi
ödüller iptal edilebilir. Diğer yandan, pekiştireçlerin öğrenciler için uygun olup olmadığının, yeterince
yüksek güdülenme sağlayıp sağlayamayacağının iyi belirlenmesi gerekir. Ayrıca, övgünün özellikle
büyük çocuklar için çok sık kullanılması gerekir. Hele yersiz ve sürekli övgüler çocuklara daha
anlamsız gelmektedir.
•Gözleyerek Öğrenme: Öğretmen gözleyerek öğrenmeye önem vermeli ve öğretim etkinliklerinde
gözlem ve taklitten etkili bir biçimde yararlanmalıdır. Örneğin, ortaokul öğrencilerine bir kimya deneyini
öğretirken gözleyerek öğrenme evrelerine göre, öncelikle öğrencilerin dikkatlerini toplamaya çalışmak
gerekir. Daha sonra, deneyin doğru bir şekilde nasıl yapıldığı gösterilir. Öğrenciler öğretmenin
davranışlarını adım adım gözlemelidir. Bu adımları öğrendikten sonra öğrencilerin deneyi kendilerinin
yapmaları sağlanmalıdır. Son aşamada deneyi başarılı olarak tamamlayan öğrenciler pekiştirilmelidir.
Öğretmen " Ben daima öğrencilerimde görmek istediğim gibi davranacağım" şeklinde bir kural koyar
ve uygularsa gözleyerek öğrenme için büyük adım atılmış olacaktır. Öğretmen öğrencileri
eleştirmekten ve onlarla alay etmekten kaçınmalıdır; öğrencilere saygılı davranmalıdır. Öğrencilere
bazı konu ve davranışları öğretirken sözel olarak ne yaptığınızı söyleyin. Bir ilkokul öğretmeni ilk harfi
öğretirken" Bakın şimdi tebeşirle düz bir çizgi çekiyorum ..." biçiminde açıklamalar yapmalıdır. Ya da
bir hücrenin yapısını çizerken " Evet şimdi hücrenin içinde yer alan golgi aygıtını çiziyorum" diyerek
hem çizmeli hem de ne yaptığını sözel olarak ifade etmelidir.
Herhangi bir konuyu öğretirken yeniden ortaya koyma evresinde bireysel tecrübelere geçmeden önce
grupla birlikte bazı deneyler yaptırılmalıdır. Örneğin öğretmen, tahtaya bir soru yazar(1/4+2/3=?) ve
daha sonra "Şimdi ne yapmamız gerekiyor? Kim söyleyecek?" diyerek sınıfın katılımını sağlar. Diğer
yandan öğretmen istenilen davranışları gösteren öğrencileri pekiştirerek diğer öğrencileri de istenilen
biçimde davranmaya güdülemelidir.
JOHN BROADUS WATSON (1989-1958)
John B. Watson (1878-1958) Amerikalı bir psikolog ve davranışçılığın kurucusudur. ('Bana rastgele bir
bebek verin, soyu-sopu, yetenekleri, eğilimleri, becerileri, vs. ne olursa olsun, ondan istediğim şeyi
yaratayım: bir doktor, avukat, tüccar, hatta bir hırsız, bir katil.'
Güney Carolina, Greenvilel'de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Watson, katılık
ölçüsünde dindar bir anne ile ayyaş, evlilik dışı ilişkiler peşinde koşan bir babanın arasında sürüp
giden çatışmaların ortasında büyümüş, babası tarafından terkedilmiş, oldukça problemli, şiddet eğilimli
bir çocukluk dönemi geçirmiştir.
Ebeveynleri gibi kendisi de ilk evliliğini yürütememiş, o da babası gibi evliyken bir dizi kadınla gönül
ilişkilerine girmiş ve sonunda boşanmıştır. Babası gibi onun da çocuklarıyla ilişkisi hiç iyi olmamıştır.
Ancak davranışçılık adını verdiği yeni psikolojik yaklaşım konusundaki gözlemlerini ve çalışmalarını
ağırlıklı olarak kendi çocukları üzerinde yapmıştır.
Furman Üniversitesi'ni bitirdikten sonra Şikago Üniversitesinde psikoloji doktorası yapan Watson
bilinçlilik, içgözlem, içgüdü gibi kavramları reddederek, bunların bilimsel bir çalışmanın konusu
olamayacağını savunmuş, bunun yerine dışarıdan gözlenebilen, ölçülebilen davranışları, uyarıcı-tepki
ilişkilerini, öğrenilmiş davranışları ve şartlandırmayı öne çıkarmış; 1920'de yayımlanan ilk ve ünlü
şartlandırma deneyinde 'Küçük Albert' adını verdiği küçük bir çocukta, yüksek bir zil sesini kullanarak
beyaz bir kobaya karşı şartlı bir korku yaratmıştır. Bu şartlı korku daha sonra diğer beyaz kürklü
nesnelere (ki bunlar arasında Noel Baba sakalı ile Watson'un kendi ak saçları da vardır)
genelleştirilmiştir.
William Wunt yapısalcılığına karşı çıkmış, iç gözlem (içebakış) yönteminin geçerli bir yöntem
olmadığını savunmuştur. Bilimsel olabilmek için psikolojinin gözlenebilir ve ölçülebilir davranışları konu
edinmesi gerektiğini belirtmiştir. Watson’a göre psikoloji, davranış ve davranışın yaşantı yoluyla nasıl
değiştirileceğini araştırmalıdır. Bilincin çalışması filozoflara bırakılmalıdır. Sistematik bir öğrenme
kuramı geliştirmemiştir. O’na göre insanlar doğmaz, yaratılır. Bir bebek koşullanma yoluyla, suçlu,
doktor veya sporcu olarak yetiştirilebilir.
Watson'a göre, doğa bilimlerinde olduğu gibi psikolojide de yalnız somut ve gözlenebilir davranışlar
ölçülebilir. Zihin ya da bilinç nesnel bir konu değildir ve bu nedenle bilimsel yöntemlerle incelenemez.
Dolayısı ile psikolojinin uğraşı alanı herkes tarafından görülebilen davranışlar olmalıdır. Ona göre,
konuşma boğaz kaslarının hareketleri, düşünme sessiz konuşma, duygulanma ise organlardaki kas
eylemleridir. Watson insanların içgüdülerle, zihinsel yetenek ve eğilimlerle dünyaya gelmediklerini,
dolayısı ile de, davranışların gerisinde bu tür özelliklerinin bulunmadığını ileri sürer. Ona göre,
davranışlar koşullanma yolu ile öğrenilir. John Watson, eğer köpek koşullanabiliyorsa insanda
koşullanabilir düşüncesiyle yola çıkmış ve arkadaşı Rayner ile 10 aylık Albert isimli bir bebek üzerinde
çalışmışlardır. Çocuğa beyaz bir fare göstermişler ve o anda yüksek gürültü çıkarmışlar. Bir süre sonra
çocuk fareyi görür görmez ağlamaya başlamıştır. Bu şekilde bebeğe koşullanma yoluyla korku tepkisi
kazandırılmıştır. Daha sonra Albert uyarıcı genellemesi sonucunda fareye benzer her şeyden, beyaz
sakaldan, annesinin giydiği kürkten, pamuktan korkmaya başlamıştır.
a)Bağ ilkesi:
Bu ilkeye göre karmaşık ya da becerili davranışı oluşturan koşullu uyaranla tepki arasında bir bağın
oluşması ve bunun zincirleme olarak sürmesidir. Bundan dolayı koşullanmış bir dizi uyarıcı-tepki
bağları zinciri oluşmuş olur.
b)Sıklık ilkesi:
Belirli bir uyarıcıya karşı daha sık gösterilen bir tepkinin, aynı uyarıcı ile karşılaşıldığında gösterilme
olasılığının daha fazla olmasıdır.
Watson öğrenmede pekiştirme ya da ödüllendirmeden söz etmemiştir.
Watson’a göre bir uyarıcıya verilecek tepki, o uyarıcıya karşı en son yapılmış ve en sık tekrarlanmış
tepkidir. Örneğin okulda matematik problemi çözmekten zevk almayan bir öğrenci, karşılaştığı benzer
bir başka matematik problemini çözmekten hoşlanmamaktadır.
c)Yenilik ilkesi:
Belirli bir uyarıcıya karşı yapılan en son davranışın, uyarıcı tekrar edildiği zaman, ortaya çıkma
olasılığının daha yüksek olmasıdır. Watson'a göre, her tür öğrenmeyi bu ilkelerle açıklamak
olanaklıdır. Ancak Watson'un becerileri koşullu reflekslerin ürünü olarak görmesi kurumsal
düşüncelerine yöneltilen temel eleştirilerden birini oluşturmaktadır. Watson, duygusal tepkilerin
öğrenilmesi ile de öğrenilmiştir. Ona göre korku, öfke ve sevgi olmak üzere doğuştan gelen üç temel
duygusal tepki kalıbı vardır. Akılcı olmayan korkular koşullanma ile ortaya çıkar.
Watson Klasik koşullanmayı meydana gelmiş olan korkuları yok etmek için kullanmak istemiştir. O’na
göre korku öğrenilmişse, bunun yok edilmesi ya da öğrenilmemesini sağlamak ta mümkün olmalıdır.
Albert’in annesi çocuğunu hastaneden aldığı için daha önceden bu korkuları olan Peter’in üzerinde
çalışmalarına devam etmişlerdir. Peter’e önce korktuğu şeyler, diğer çocuklar oynarken izletmişlerdir.
Daha sonra aynı odaya koymuşlar ve her gün biraz daha yaklaştırmışlardır. Ve bir gün Peter kafesteki
tavşanla oynamaya başlamış. Zamanla bu sonuçlar genellenerek Peter’in diğer korkuları da yok
olmuştur. (Sistematik duyarsızlaşma)
Yaşadığı seks skandalları nedeniyle John Hopkins Üniversitesi'ndeki görevinden alınan Watson
reklamcılık işine soyunmuş, geliştirdiği davranışçı teknikleri reklamcılık alanında kullanmaya
başlamıştır.
Ölümünden kısa bir süre önce yayımlanmamış bütün çalışmalarını kendi elleriyle yakan Watson'un
yayımlanmış çalışmaları arasında Behavior: An Introduction to Comparative Psychology (1914),
Psychology From the Standpoint of a Behaviorist (1919), Behaviorism (1924) ve The Psychological
Care of Infant and Child (1928) sayılabilr.
•Davranışçı kuramın kurucusu olarak bilinir.
•Öğrenmeyi uyarıcı-tepki bitişikliği olarak açıklamıştır.
•Öğrenmeyi biliş yerine davranışla açıklamıştır.
•Gözlenebilir davranışlar üzerinde durmuştur.
•Bütün davranışların koşullanma yolu ile kazanılabileceğini savunur.
WATSON’IN PSİKOLOJİ BİLİMİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ
•Watson, kaynağı Almanya’daki Wunt laboratuarı olan yapısalcı (structuralism) yaklaşımına karşı
çıkmıştır.
•Watson’a göre psikologlar temel olarak davranışla ve davranışın yaşantı yoluyla nasıl değiştirileceğini
ile ilgilenmelidirler.
•Dolayısı ile psikolojinin uğraşı alanı herkes tarafından görülebilen davranışlar olmalıdır. Ona göre,
konuşma boğaz kaslarının hareketleri, düşünme sessiz konuşma, duygulanma ise organlardaki kas
eylemleridir.
•Watson sistematik bir öğrenme kuramı geliştirmemekle birlikte, psikoloji ve eğitim alanlarında büyük
etki bırakarak eğitim psikolojisinin daha davranışçı hale getirilmesini sağlamıştır.
•Watson davranışın kalıtsal olmadığını ileri sürmüştür. Watson’a göre “insanlar doğmaz yaratılırlar”.
WATSON’NUN ÖĞRENME İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
•Klasik koşullanmayı, insanın refleksif olmayan karmaşık davranışlarının öğretilmesinde
kullanılabilecek temel bir yapı olarak görmüştür.
•Watson aslında, klasik koşullanmayı meydana gelmiş olan korkuları yok etmek amacıyla kullanmak
istemiştir.
WATSON’IN ÖĞRENMEYE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİNİN EĞİTİM AÇIŞINDAN DOĞURGULARI
•Watson’un eğitime getirdiği katkı kısaca katı bir çevreci olarak gerekli çevre düzenlemelerinin
yapılması, uygun uyarıcıların verilmesi ile çocuklara istenilen niteliklerinin kazandırılabileceği
görüşünün temellerini atmıştır.
•Öğrenmede, istenilen davranışların kazandırılmasında tekrarın önemini benimsemiştir.
•Çocukların korkularının ve olumsuz diğer duygusal özelliklerinin giderilmesi ile ilgili bazı ilkelerin
(sistematik duyarsızlaştırma) öncülerinden birisi olmuştur.
•Pavlov’u Amerika’ya tanıtmış ancak kendisi tüm ilkeleri kabul etmemiştir.
•Watson’a göre öğrenme, koşullu ve koşulsuz uyarıcıların birbirine çok yakın zamanlarda verildiğinde
meydana gelmektedir. Bunlar ne kadar sık verilirse aralarındaki ilişki o kadar güçlenmektedir.
•Watson öğrenmede bitişiklik ve sıklık ilkelerini kabul etmekte ancak pekiştirmenin gereğine
inanmamaktadır.
•Çocukların korkularının ve diğer duygusal özelliklerinin giderilmesi ile ilgili bazı ilkelerin (sistematik
duyarsızlaşma) uygulamalarının öncülerindendir.
•İstenilen davranışların kazandırılmasında tekrarın önemini vurgulamıştır.
THORNDİKE
Davranışçı kuramlar öğrenmenin uyarıcı ile davranış arasında bir bağ kurularak geliştiğini ve
pekiştirme yoluyla davranış değiştirmenin gerçekleştiğini kabul eder. Ivan Pavlov, laboratuarda
köpeğin salgı sistemi üzerine çalışmakta iken, köpeğin sadece yiyecek getirildiğinde değil, yiyeceği
kendisine getiren kişiyi gördüğünde de salya akıttığını fark etmesi üzerinde geliştirdiği Klasik
Koşullanma , Davranışçı Akımın en çok bilinen öğrenme kuramıdır.
Öğrenmeyi Pavlov gibi koşullanmış tepki gibi açıklayan Guthrie öğrenmedeki tüm zihinsel öğeleri
reddetmektedir. Ona göre öğrenme uyaran ve tepki arasındaki ilişkiden ibarettir. Bir uyarana eşlik
eden eylem ( tepki ), söz konusu uyarının her görülüşünde tekrar ortaya çıkar.
Diğer bir deyişle, belli bir durumda bir davranışta bulunan birey, benzer durumla karşılaştığında hep
aynı davranışı gösterir. Guthrie’ye göre öğrenmenin oluşabilmesi için ödül veya pekiştirmeye de gerek
yoktur. Ona göre, öğrenme tepkinin uyarana karşı ilk gösterilişinde gerçekleşmiştir.
Davranışçı akımın diğer ünlü çalışması Thorndike tarafından yapılmıştır. Thorndike öğrenmeyi bir
problem çözme olarak görmüş ve problemle karşılaşıldığında yapılan çeşitli deneme-yanılma
davranışlarıyla çözüm üretildiğini savunmuştur. Ona göre, insanların ve
insana yakın hayvanların öğrenme biçimi deneme- yanılma yoluyla gerçekleşen bir öğrenmedir.
Thorndike’ın yaptığı deneyde kafese yerleştirilen kedi dışarıdaki balığa ulaşmak ( veya kafesten
dışarı çıkmak ) için yaptığı sağa-sola koşma ve sıçramaları esnasında tesadüfen kapı mandalına bağlı
ipi çekmesi ile kapı açılmış ve dışarı çıkmayı başarmıştır. Bu deney tekrarlandıkça kedinin kafesten
çıkmak için yaptığı deneme-yanılma davranışları azalmış ve kedi mandalın bağlı olduğu ipi daha kısa
sürede çekerek dışarı çıkmayı öğrenmiştir. Thorndike bu çalışmasında deneme-yanılma esnasında
yapılan davranışlardan ödüle götüren davranışların kalıcı olduğu ( öğrenildiği ), diğerlerinin ise terk
edildiği sonucuna ulaşmaktadır.
Thorndike’ın çalışmalarından hareket eden Skinner, organizmanın davranışlarını uyarıcılara karşı
gösterilen otomatik bir tepki olmaktan çok, kasıtlı olarak yapılan hareketler olarak kabul etmektedir.
insanların karmaşık uyarıcı durumları ile karşılaştığında gösterdiği davranışlara operant (edim) adı
veren Skinner bu operantların, onları izleyen sonuçlardan etkilendiğini ileri sürmektedir.
Organizmayı olumlu bir sonuca götüren davranışlar kalıcı olur. Diğer bir deyişle, insanlar davranışları
sonucu olumlu bir durumla karşılaştıklarında o davranışın tekrarlanma olasılığı artar. Davranıştan
sonra gelen bu olumlu sonuçlara pekiştirme denir. Skinner’in çalışması Operant Koşullanma olarak
bilinmektedir.
Davranışçılar insanların, karşılaştıkları problemlerin çözümünde genellikle geçmişte yaşadığı benzer
durumları göz önüne aldıkları ileri sürerler. Yeni bir problemle karşılaştıklarında ise, bireyin denemeyanılma yoluyla yeni çözümler üreteceği kabul edilir. Davranışçı yaklaşımlarda önemli olan
gözlenebilen, başlangıcı ve sonu olan, dolayısı ile ölçülebilen davranışlardır.
Davranışçı Kuramların Öğretim İlkeleri
Davranışçı yaklaşımların daha çok psikomotor davranışların öğrenmesine açıklık getirdiği kabul edilir.
Bu kuramların öğretim ilkeleri aşağıdaki gibi özetlenebilir :
1. Yaparak öğrenme esastır. Öğrenci öğrenme sürecinde aktif olmalıdır. Öğrenmede öğrencinin
yaparak öğrenmesi esastır. Çünkü, öğrenci kendi yaptığı ile öğrenir.
2. Öğrenmede pekiştirme önemli bir yer tutar. Pekiştirme, davranışların tekrar edilme sıklığını arttıran
uyarıcıların verilmesi işlemidir. Davranışlar, onları izleyen sonuçlardan etkilenir ve onlarla değiştirilir.
3. Becerilerin kazanılmasında ve öğrenilenlerin kalıcılığının sağlanmasında tekrar önemlidir. İnsan,
konuşma, yabancı dil, müzik aleti çalma vb. becerileri tekrar yapmadan öğrenemez. Tekrar,
öğrenmede gelişmeyi sağladığı sürece yararlıdır.
4. Öğrenmede güdülenmenin çok önemli bir yeri vardır. Öğrencinin bir davranışı öğrenebilmesi için o
davranışı yapmaya istekli olması lazımdır. Bu nedenle, olumlu pekiştirme güdüleyici bir etkiye sahiptir
Thorndike başlangıçta sınama-yanılma yoluyla öğrenme adını verdiği kuramını sonraları seçme ve
birleştirme yoluyla öğrenme olarak adlandırmıştır. Bir problem durumu ile karşılaşan birey, amaca
ulaşmak yada sorunu çözmek için, olası tepkiler arasından bir kısmını seçer, dener ve sonuçlarına
göre bazı uyarıcı-tepki bağı oluştururken bazılarını eler. Thorndike'ın açıklamalarına göre, geçmişte
kurulmuş olan uyarıcı-tepki bağları problemin çözümünde büyük bir önem taşır. Thorndike yaptığı
birçok denemeden sonra üç öğrenme ilkesi saptamıştır.
a) Etki ilkesi:
Etki ilkesi uyarıcı ile tepki arasındaki bağın güçlenmesini ya da zayıflamasını açıklar. Bu ilkeye göre
bireyin sınama-yanılma davranışları sonucunda başarıya ya da başarısızlığa, ödül ya da ödülsüzlüğe
(cezaya) yol açan en uygun tepkiyi seçeceği var sayılmaktadır.
Thorndike, önceleri ödül ve cezanın öğrenme olayını aynı şekilde etkilediğini düşünmüş, fakat sonraki
deneylerinden ödülün daha etkili olduğunu görmüştür. Ona göre, ceza; yanlış tepkinin tekrarlanma
olasılığını, ödülün doğru tepkiyi arttırma olasılığı kadar azaltmamaktadır.
b) Alıştırma ilkesi
Alıştırma ilkesi tekrara bağlı olarak alışkanlığın oluşmasıdır. Bu ilke 'uygulama mükemmeli yaratır'
düşüncesine dayanmaktadır. Öğrenme olduktan sonra uyaran-tepki bağının güçlendirilmesi için
alıştırma yapmak gerekir. Alıştırma bu bağın güçlenmesine, alıştırmanın olmaması ise zayıflamasına
yol açar. Bağın güçlenmesi öğrenmenin sürekliliğini sağlar, zayıflaması da unutmaya neden olur.
c) Hazır oluş ilkesi:
Hazır oluş belirli bir konunun, herhangi bir düzeyde öğretilebilme zamanını belirtir. Thorndike hazır
olmayı yalnızca fizyolojik açıdan ele almaktadır.
KAYNAKLAR
www.bilgilik.com/psikoloji
www.egitim.aku.edu.tr
www.psikolojisayfam.com
Download