TÜRK D*L* I

advertisement
TÜRKİYE TÜRKÇESİ
1. GİRİŞ
2. ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TÜRKÇESİ
2.1. TÜRK DİLİ ÇALIŞMALARI
2.2. LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ
2.3. ATATÜRK VE TÜRK DİLİ
3. BÖLÜM SONU SORULARI
1. GİRİŞ
Ana diller başlangıçta belirli bir coğrafyada ve sınırlı sayıda bir insan
topluluğu tarafından iletişim aracı olarak kullanılırken zaman ve yer değişiklikleri
bu dillerden kollar oluşmasına yol açar. Bu kollar zaman geçtikçe kendi şartlarında
gelişir ve ayrıldığı kaynak dilden farklılaşmaya ve kendisi de kollar doğurmaya
başlar. Türkçe bu anlatılan durumu, insanlığın henüz yazıyla izlenemeyen
devirlerinde yaşamış ve çok farklı coğrafyalara dağılıp çok çeşitli kollar hâlinde
yaşar duruma gelmiştir. Örnek olarak Oğuz Türkçesi, ana dilden ayrılıp kendi
şartlarında gelişti ve Türkçenin bir lehçesini oluşturdu. Daha sonra da Oğuz
Türkçesinin Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmen Türkçesi ve
Gagavuz Türkçesi gibi kolları ortaya çıktı.
Türk lehçe ve yazı dillerinin sınıflandırılmasında Türkiye Türkçesi,
Güneybatı ya da Batı Türkçesi olarak adlandırılan gruba girer. Bu, yönleri esas alan
bir sınıflandırmadır. Etnik sınıflandırmada ise Türkiye Türkçesi, Oğuz Türkçesinin
bir koludur.
Orhun yazıtlarında adı geçen Türk
boylarından biri olan Oğuzlar, kuzeyden güneye inip
devlet kuran ve dünya tarihine büyük etkileri olan
kavimlerden biridir. Oğuzlar, Seyhun boylarında
yaşarken güneye inip Gaznelilerle 1040 yılında
Dandanakan Savaşını yaparlar. 1040 yılı pek çok
bilim adamı tarafından Batı Türk Devleti’nin kuruluş
tarihi olarak kabul edilir. Bu devletin ilk ortaya çıkışı
Selçuklu adıyla olur ve Selçuklular zamanında
Anadolu büyük oranda bir Oğuz yurdu hâline gelir.
Anadolu’nun Türkleşmesi, Anadolu Selçukluları ve
Beylikler zamanında tamamlanır.
Selçuklulardan günümüze kalan Türkçe eser yoktur, ancak Beylikler devri,
Oğuz Türkçesinin yazı dili olduğu ve pek çok eser bıraktığı dönemdir. Bunun çeşitli
siyasi ve toplumsal sebepleri vardır. Türkçeden başka dil bilmeyen beyler, sanatçıların
Türkçe yazmalarını teşvik ettiler ve 13. yüzyıldan itibaren Anadolu’da Oğuz Türkçesi
temeline dayalı bir yazı dili oluştu ve bu yazı dili bugüne kadar kesintisiz devam ederek
mevcut yazı dilimizi doğurdu. Yaklaşık 700 yıldır kesintisiz devam eden ve eğitim,
bilim, edebiyat, felsefe, din, askerlik gibi hemen hemen hayatın her alanına ait binlerce
eser yazılan bu dil, Türkiye Türkçesi olarak adlandırılan dilin tarihî köküdür. Oğuz
lehçesini esas alarak Anadolu’da gelişen Türk yazı dilini birtakım tarihi dönemlere
ayırmak gerekmektedir. Bunlar; 15. yüzyıl sonlarına kadar Eski Oğuz Türkçesi, 20.
yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Türkçesi ve bu tarihten sonrası da Çağdaş Türkiye
Türkçesi olarak adlandırılabilir. Eski Oğuz Türkçesinin ilk zamanlarında özellikle
Anadolu Selçuklularının başkenti olan Konya ve yakın çevrelerinde yoğun bir edebî
faaliyet görülür. Daha sonra çeşitli beyliklerin başkentlerinde benzer bir durum,
sonunda da Osmanlı’nın kültür merkezi haline getirdiği yerlerde aynı şey görülür. Bu
dönemde yazılan eserlerin son derece yalın bir dile sahip oldukları, yabancı kelimelere
çok rağbet edilmediği ayrıca yabancı dillerden pek çok eserin de Türkçeye çevrildiği
dikkat çeker.
16. yüzyılda Osmanlı Türkçesi olarak adlandırılan dönem başlar.
Osmanlı Türkçesi döneminde yazı dilinin yalınlığı büyük ölçüde kayboldu ve
özellikle edebî dilde Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar arttı. Ancak
Osmanlı Türkçesiyle yazılan bütün eserler için aynı şey söylenemez. Dilin
yalınlığı ya da ağırlığı yazardan yazara eserden esere farklılık gösterir. 17.
yüzyıl gerek düz yazıda gerekse şiir dilinde en ağır örneklerle karşılaştığımız
zaman dilimidir. Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru yavaş yavaş bir
sadeleşmenin başladığı da görülür. 19. yüzyılda yayınlanan Tanzimat
Fermanı, Osmanlı toplumu için pek çok konuda dönüm noktası olarak kabul
edilir. Tanzimat’ın birinci nesli olarak adlandırılan Şinasi, Namık Kemal ve
Ziya Paşa, edebiyat eserlerinin hem içeriğinde, hem de dilinde birtakım
değişiklikler başlatırlar. Bu değişiklikler hem yazılı edebiyatın, hem de eser
konularının çeşitlenmesinde görülür. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati
topluluklarının Tanzimatçılardan da ağır olan dilleri, Osmanlı Türkçesinin son
örnekleri olur.
2. ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TÜRKÇESİ
1911’de Ömer Seyfettin ve Ali
Canip’in başlattığı “Yeni Lisan” hareketi
dilde sadeleşme hareketleri başlamıştır.
Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde
yazdığı yazılarda İstanbul halkının konuşma
diline dayanan yalın bir dil teklif etti ve
önceleri çok büyük tepkilerle karşılaşan bu
görüşler, zamanla pek çok edebiyat, bilim
ve fikir adamı tarafından benimsenip
kullanılmaya başlandı.
Özellikle Ziya Gökalp’ın
de katılmasıyla “Yeni
Lisan” hareketi çok
güçlendi. Edebiyatta
millîlik ve dilde sadeleşme
birkaç yıl içinde devrin
bütün aydınlarınca kabul
edilip uygulama alanına
geçirildi.
Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Aka
Gündüz gibi romancılar; Faruk Nafiz, Orhan Seyfi,
Yusuf Ziya gibi şairler eserlerini yalın bir dille yazdılar.
Devrin en büyük şairi olan Yahya Kemal ve sokaktaki
insanın konuşma üslubuyla şiirler yazarak günlük
konuşma dilini şiire sokan Mehmet Akif de sade dili
benimsediler. Tanzimat döneminde yeni yüksekokulların
açılması, bazı bilim kurumlarının oluşturulması çeşitli
bilim dallarıyla ilgili terimler yapılmasını gerektirmişti;
bu terimler de çoğunlukla Arapça ve Farsça kelimeler
kullanılarak yapılmıştı. Daha sonra bu terimler de
Türkçeleştirildi.
Cumhuriyet Döneminde Türk tarihinde bir ilk olmak
üzere “dil” bir devlet meselesi olarak görüldü ve konuyla ilgili pek
çok çalışma yapıldı. Yaklaşık 700 yıllık bir geçmişe sahip olan
Türkiye Türkçesi yazı dili, sıkıntılı ve buhranlı dönemler geçirmiş
olmasına rağmen aydınların ve devletin kısa süreli yakın ilgisiyle
durulaşıp yeniden hayatın her alanında hâkim duruma geldi.
Türkçe
şu
anda
okul
öncesinden
başlayarak
yükseköğrenimin en son aşamasına kadar bütün aşamaların eğitim
dilidir. Her ne kadar ülkenin bazı eğitim kurumlarında yabancı
dillerle eğitim yapılması önemli bir sorun olsa da Türkçenin
hâkimiyetini sarsacak boyutta değildir.
Türkçe, günümüzde yaşayan diller içerisinde en eski yazı
diline sahip dillerden biridir. Bu durum, Türkçenin bilim dili olarak
da eskiliğinin bir göstergesidir. Türk dili, her ne kadar uzun tarihi
boyunca komşu dillerden etkilenmiş ve ihmal edilmişse de pek çok
bilim eseri ortaya koymuştur. Bu dille bugün de binlerce bilimsel
eser yazılmaktadır. Dolayısıyla Türkçe bir bilim dilidir.
Türkçenin sanat eseri ortaya koymak
bakımından da hiçbir dünya dilinden aşağı kalır
tarafı yoktur, hatta Türkçenin en zengin yönü
sanat yönüdür. Tarih boyunca binlerce sanatkâr
tarafından sayısız eserde işlenen Türkçe, bugün
de pek çok sanatkârın kaleminden eserler
üretmektedir. Türkçe bin yıldan daha fazla bir
süredir İslam dini ve başka dinlerle ilgili pek
çok eserin yazılabildiği bir dildir. Bütün din
kavramlarını eksiksiz karşılayabilen bu dil,
gelişmiş bir din dilidir.
Şu anda Türkiye’de Türkçeyle her gün yüzlerce kitap, gazete ve
dergi yayınlanmakta ayrıca yine yüzlerce radyo ve televizyon Türkçe
programlar yayınlamaktadır. Bu yönüyle Türkçe önemli bir basın-yayın dilidir.
Tüm bunlara bakıldığında devlet ve toplum hayatı Türkçeyle yürümektedir
denilebilir. Bu durum bir dilin yaşaması ve gelişip zenginleşmesi sonucunu
doğurur.
Türkiye’nin bazı iyi okullarında yabancı dille eğitim yapılsa da,
dükkân tabelalarında ve vitrinlerinde yabancı adlar artsa da bunlar gelip geçici
özentilerdir. Nasıl ki Selçuklular ve Osmanlılarda eğitim dili yer yer Arapça
olmuş fakat bugün bırakılmışsa bugünkü durumu da gelip geçici olarak
görmek gerekir. Ayrıca bugünden geriye bakıldığında Türkçe yerine Arapça
veya Farsçayı, yani yabancı dilleri tercih edenlerin hiç de iyi hatırlanmadığı
düşünülürse bugünkü durumu da gelecek kuşakların aynı şekilde
değerlendireceklerini unutmamak gerekir.
Yukarıda
belirttiklerimiz
Türkiye
Türkçesinin,
Türkiye’de yaşayan insanların her türlü ilişkilerinde başvuracakları
bir araç olduğunu göstermektedir. Dil, bir anlaşma aracı olduğu
gibi insanların birikim ve kazanımlarını saklayıp sonraki kuşaklara
aktarma aracı olduğu için de çok değerlidir. Ayrıca insan ve ulus
kimliğinin en belirgin göstergesi olduğu için de üzerine
titrenilmesi ve özenilmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki bilim ve
sanat ile ilgili faaliyetlerini yabancı bir dille yapan toplumlar;
zaman, beyin, emek ve para harcayarak ürettikleri şeyleri önce
dilini kullandıkları halkın hizmetine sunmaktadırlar.
2.1. TÜRK DİLİ ÇALIŞMALARI
Oğuz Türkçesinin Anadolu’da yazı dili olması, hem Arapça ve Farsça
gibi yabancı dillere, hem de Doğu Türkçesinin yazı dili geleneğine karşı vermiş
olduğu bir mücadelenin sonucunda mümkün olabilmiştir. Türkçe, Anadolu’da yazı
dili olduktan sonra da zaman zaman ihmal edilmiş ve aydınların ilgisizliğine maruz
kalmıştır. Bu ilgisizlik yer yer bazı şair ve yazarlar tarafından da kınanmıştır. Bu
kınama ve tepkinin ilk örneğini 14. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Kırşehirli
Âşık Paşa’da görürüz. Âşık Paşa, Garibname adlı büyük eserinde şöyle yakınır:
Türk diline kimesne bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
"Türk diline kimse bakmazdı
Türkler’e asla gönül akmazdı"
Âşık Paşa’dan sonra yaşayan 14. yüzyılın bir başka şairi Hoca Mesut ise pek çok
kişinin artık Türkçeye yöneldiğinden söz eder:
Cihanda bugün resm eyle gider
Ki öküş kişi Türkîye meyleder
"Dünyada bugünkü gelişme,
Pek çok kişinin Türkçeye meyletmesidir"
Bu durumun nedeni elbette ki Anadolu beylerinin Türkçeye gösterdikleri ilgidir.
Devletoğlu Yusuf adlı bir şair de 15. yüzyılda kendisinin ve pek çok kişinin Türkçe kitap
yazdığından söz eder:
Yani kim çok düzdiler Türkçe kitab
Ma´ni yüzinden götürdiler nikab
"Yani pek çok Türkçe kitap yazdılar,
Anlaşılmayan şeyleri anlaşılır hâle getirdiler"
15. yüzyılda da nispeten sade bir yazı dili
sürdürülmüştür. II. Murat, Farsçadan çevrilen Kâbusname
adlı bir eserin dilini, sade olmadığı için beğenmez ve eser
yeniden Türkçeye daha yalın biçimde çevrilir.
16. yüzyılda “Türkî-i basit” (Sade Türkçe) hareketi
başlatılır, ancak güçlü sanatçılar bu akıma sahip çıkmadığı için
çok etkili olamaz ve dil gittikçe Arapça ve Farsça kelime ve
kurallarla dolarak ağırlaşır. 16. yüzyılda Türkçe açısından
önemli bir olay, Bergamalı Kadri tarafından Müyessiretü’lUlum adıyla Türkçenin dil bilgisi kitabının yazılmış olmasıdır.
Bu eser, Oğuz Türkçesinin ilk dil bilgisi kitabı olması
bakımından oldukça önemlidir.
17. yüzyılda iyice ağırlaşan dil, 18. yüzyılın büyük şairlerinin
yazdıkları daha yalın eserler sayesinde yeniden sadeleşmeye
başlamıştır.
Tanzimat devrinde sadeleşme ihtiyacı çok hissedilmiş ve bunda
gazete ve dergilerin katkısı büyük olmuştur. Gazete ve dergiler sanat
endişesine kapılmadan mümkün olduğu kadar çok insana ulaşmayı
amaçladıkları için halk dilini kullanma zorunluluğu duymuşlar ve bunu
da devrin olanakları elverdiği ölçüde uygulamışlardır. Tanzimatçılardan
sonra birer edebî akım olarak ortaya çıkan Servet-i Fünun ve Fecr-i
Ati akımlarının mensupları, Tanzimatçıların başlattığı dili “anlaşılır
kılma” çalışmalarına katılmayıp tam aksi bir yol izleyerek bir nebze
sadeleşen dili daha da anlaşılmaz duruma getirmişlerdir.
Tanzimat döneminde dille ilgili çalışmalar, yalnızca
dilin sadeleştirilme çabalarıyla sınırlı kalmamış, bazı dil bilgisi
kitapları da yazılmıştır. Bunlar; Kavaid-i Osmaniyye,
Mikyasü’l-Lisan Kıstasu’l-Beyan, Medhal-i Kavaid,
Kavaid-i Türkiyye, Emsile-i Türkiyye, Sarf-ı Türkî vb.dir.
Dille ilgili çalışmalar içerisinde sözlük çalışmalarının
önemli bir yeri vardır. Türkçe, 11. yüzyıldan beri farklı
coğrafyalarda sözlükleri yazılan bir dildir. Osmanlı
coğrafyasında da pek çok sözlük yazılmıştır. Önceleri Arapça
ve Farsçadan sözlük çevirileri yapılırken 19. yüzyıl sonlarıyla
20. yüzyıl başlarında Türkçe sözlükler de yazılmıştır. Bu
dönemde özellikle Şemsettin Sami’nin çalışmaları oldukça
önemlidir.
Dil bilgisiyle ilgili eserleri de olan Şemsettin
Sami’nin en büyük eseri, Türkçenin bugüne kadar hazırlanmış
en iyi sözlüklerinden biri olan Kâmus-ı Türkî’dir. Bu eser,
adıyla bile öncü bir eser olmuştur, çünkü Şemsettin Sami’ye
kadar sözlük ve dil bilgisi yazanlar hep “Osmanî” tabirini
kullanırken Şemsettin Sami “Türkî” tabirini kullanmayı tercih
etmiştir.
1890’larda Orhun Yazıtları’nın okunması, kısa sürede
Osmanlı aydınları arasında da yankı bulmuş ve 20. yüzyılın
başlarında bu metinler yayınlanmıştır. Yazıtlarla ilgili
Osmanlı’da ilk yapılan yayın Pek Eski Türk Yazısı adıyla Necip
Asım’a aittir.
İkinci
Meşrutiyet’in
ilanından sonra düşünce alanında
yeni gelişmeler yaşandı. Sade
Türkçe taraftarları Türk Derneği’ni
kurdular
ve
görüşlerini
yayınladıkları bir de dergi çıkardılar.
Daha sonra Selanik’te bir grup aydın
Genç Kalemler dergisini çıkardı ve
millî bir edebiyatın ancak millî bir
dille doğup gelişeceğini iddia eden
görüşler ortaya konuldu. Bu grubun
önemli isimleri Ömer Seyfettin, Ali
Canip ve Ziya Gökalp idi.
Başlangıçta çok büyük tepkilerle
karşılanan
bu
“Yeni
Lisan
Hareketi” zamanla, benimsendi ve
önceleri karşı çıkan pek çok aydın,
şair ve yazar bu hareketin içinde yer
aldı.
Mustafa Özkan, Türk Dilinin
Gelişme Alanları ve Eski Anadolu Türkçesi adlı
kitabında Yeni Lisan hareketinin temel ilkelerini
şöyle sıralar:
1. Yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak,
mümkün olduğu kadar İstanbul halkının
konuştuğu gibi yazmak.
2. Dilimizdeki Arapça ve Farsça gramer
kurallarını kullanmamak.
3. Tamlamaları, Türkçe kurallara göre yapmak.
4. Yabancı kelimeleri Türkçedeki söylenişiyle
yazmak, bilim terimlerinde Arapça kelimelerden
yararlanmak.
5. Öteki Türk lehçelerinden kelime almamak.
6. Bu kurallardan hareket ederek millî bir dil ve
millî bir edebiyat meydana getirmek.
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmesi,
özellikle Balkan Savaşı’nın yenilgiyle sonuçlanması,
Türklerde de milliyetçilik duygularının artmasına ve
yaygınlaşmasına sebep oldu. 1912 yılında pek çok aydının
bir araya gelerek kurduğu Türk Ocağı, Türk Yurdu
dergisinin yanı sıra çok sade dille hazırlanan Halka
Doğru ve Türk Sözü adlı dergileri yayımladı. 1917’de
Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardığı Yeni Mecmua,
sade Türkçe ve millî edebiyat akımının güçlenmesinde
büyük bir görev yaptı.
Özellikle Genç Kalemler ve Türk Ocakları çevresinde toplanan
aydınların yaptıkları çalışmalarla Cumhuriyet’in ilk yıllarında konuşma dili ile
yazı dili birbirine oldukça yaklaşmış, Türkçe, Arapça ve Farsça tamlamalardan
arınmış, yalın ve sade bir anlatım biçimine kavuşmuştur.
19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başları dünyada Türklük bilimi
araştırmalarının altın çağıdır. Dünyanın önemli bilim merkezlerinde pek çok
bilim adamı Türklük biliminin çeşitli alanlarında çalışmışlar ve pek çok eser
ortaya koymuşlardır. Bir taraftan Orhun Yazıtları üzerinde çalışmalar
yapılırken, diğer taraftan insanlığa büyük bir medeniyet armağan etmiş olan
Uygurların yaşadığı bölgelerde araştırmalar yapılıp yüzlerce eser bulunmuştur.
İlk İslamî eserler denilen Divanü Lügati’t-Türk, Kutadgu Bilig vb. üzerine
de bu dönemde çalışmalar yapılmıştır. Bunların dışında da Türk medeniyetinin
yadigarları olan farklı dönemlere ve coğrafyalara ait binlerce eser, bir ucundan
çalışılmaya ve yayınlanmaya başlanmıştır.
2.2. LATİN ALFABESİNE GEÇİŞ
İnsanlar, medeniyetin kalıcı hâle gelmesini
yazıya borçludur. Yazının sembolü alfabe o kadar
önemli görülmüştür ki zaman zaman dil ile
karıştırılmış, insanların zihninde bazen, yazı
denildiğinde dil anlaşılmıştır. Bugün bile yer yer
Arap alfabesi yerine Arapça tabirinin kullanıldığı
duyulmaktadır. Alfabe, kültür birikimi sağlamanın
ve gelecek kuşaklara aktarmanın en başta gelen
aracı olmakla birlikte Türkler, farklı coğrafyalarda
çok farklı alfabeler kullanmışlar, dolayısıyla toplum
hayatlarında da kesintiler yaşamışlardır.
Türklerin
yazı
tarihinden
yukarıda bahsettiğimiz için burada
yalnızca 1928’de yapılan alfabe
değişikliğinden söz edeceğiz. Arap
alfabesi Türkçenin yazımında en
geniş coğrafyada ve en uzun süre
kullanılan yazı sistemi olması, hem de
din ile de ilişkilendirilmesi nedeniyle
değiştirilmesi hiç de kolay olmamıştır.
Üstelik
Türkçeye
uygun
hâle
getirilmesi için birtakım değişiklikler
yapılması gereği bile uzun süre
tartışılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde Latin alfabesine geçme
düşüncesi ilk olarak 1868’de dillendirilmiş, uzun
süren tartışmalar yaşanmış, bu değişikliğe taraftar
ve karşı olan aydın ve siyasetçiler altmış yıla yakın
bir süre mücadele etmişlerdir. 1926’da yapılan
Bakü Türkoloji Kongresi’nde bütün Türklerin
Latin alfabesini kabul etmeleri yönünde tavsiye
kararı alınmış, ancak Türkiye’de tartışmalar yine
devam etmiştir. Hükümet 1927’de Latin harflerinin
kabul edilmesi kararını almış ve 10 Haziran
1928’de Dil Encümeni adıyla bir komisyon
kurulmuştur.
Hatice Şirin User Başlangıcından
Günümüze Türk Yazı Sistemleri adlı kitabında
bu komisyonun Latin yazısına dayalı 20 farklı
alfabeyi inceleyerek şu esasları belirlediğini
bildirir:
1. Çift harfler bulunmayacak.
2. Millî bir Türk alfabesi olacak.
3. Seslerin uluslararası değerleri değişmeyecek.
4. İşaretli harflere mümkün olduğunca az yer
verilecek.
Komisyonun uzun süren çalışmaları sonucunda hazırlanan
Türk-Latin alfabesi 29 harfli olarak kabul edilir ve bu alfabenin
tanıtılması için ülkenin pek çok vilayetine geziler yapılır. Bu esnada da
Dünya ilk defa elinde tebeşirle kara tahta başında halka yeni harfleri
tanıtan ve öğreten bir devlet başkanı görür.
Uzun süre devam eden reform tartışmalarından sonra, 1 Kasım
1928 tarihinde Latin harflerine dayanan Türk Alfabesi kabul edilir.
Kanuna göre, 1929 yılı başından itibaren devlet ile yapılacak bütün
yazışmalar ve basılacak her türlü malzeme Yeni Türk Alfabesi ile
olacaktır. Bütün yurtta Millet Mektepleri açılır ve yeni alfabe herkese
öğretilmeye çalışılır. Burada şu özellikle belirtilmelidir; harf değişikliği
yapılırken Latin harfleri olduğu gibi alınmamış, Türkçenin yapısına
uygun olarak yeni harfler de oluşturulmuş ve yazıya Türk kimliği
kazandırılmaya çalışılmıştır.
2.3. ATATÜRK VE TÜRK DİLİ
Büyük Alman filozofu Nietzsche dili şöyle anlatır:
“Dil atalardan bize kalan bir miras, bir emanettir.
Kuşaktan kuşağa aktarılan bu emanete karşı, paha
biçilmez, kutsal ve dokunulmaz şeylere karşı duyulan
saygı gösterilmelidir”. Bu söz, her dilin konuşucusu için
bir kılavuz olmalıdır. Çünkü milletler geçmişte ve bugün
var olup, gelecekte de yaşamaya devam edecekse ancak
dilleriyle var olmuşlar ve dilleriyle de yaşayacaklardır.
Her insanın ve milletin millî varlığı ve kimliği, tarihte
ortaya koymuş olduğu medeniyetle oluşur ve bu
medeniyet de dilinde yaşar, diliyle de kuşaktan kuşağa
aktarılır.
Tarihte Türkçe ile ilgili ilk uyarı Bilge Kağan’dan
gelmiştir. Bilge Kağan, kardeşi Kül Tigin için dikilen
yazıtın bir yerinde “Türk begler Türk atın ıtı. Tabgaçgı
begler Tabgaç atın tutupan Tabgaç kaganka körmiş.”
cümlelerini yazar. Bu cümleleri Türkiye Türkçesine şöyle
aktarabiliriz: “Türk beyleri (aydınları) Türkçe olan
adlarını bıraktılar. Çin’e tutsak olan Türk beyleri Çince
adlar alarak Çin kağanına hizmet ettiler.” Burada Bilge
Kağan’ın, Türk aydınlarının tarihte çok sık yaşadığı kendi
kültürüne
yabancılaşma
konusundaki
uyarısını
görmekteyiz. Dili bir devlet meselesi olarak görüp bu
konuda çeşitli tedbirler alan ve düzenlemeler yapıp
kurumlar oluşturan ilk devlet adamı Atatürk olmuştur.
19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Avrupa ve Rusya’daki Türklük
bilimi çalışmaları, son dönem Osmanlı aydınlarını da etkilemiştir. Kutadgu Bilig’in
bulunması, Orhun Yazıtları’nın bulunup okunması, Divanü Lügati’t-Türk’ün bulunması
Türk aydınlarında bir heyecan ve güven duygusu oluşturmuştur. Necip Asım’ın,
Şemsettin Sami’nin, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çabaları, Türk Derneği ile Türk
Ocağı’nın çalışmaları, Mehmet Emin Yurdakul’un sade Türkçe şiirleri, Süleyman
Nazif’in nesirleri dönemin gençlerinin ve Mustafa Kemal’in düşünce dünyasının
oluşumunda çok etkili olmuştur.
20. yüzyılın başlarında yalnız Osmanlı coğrafyasında değil, farklı Türk
ülkelerindeki aydınların da dil ile ilgili çalışmaları, Osmanlı Türk aydınları üzerinde
etkili olmuştur. Özellikle Kırım’da Gaspıralı İsmail Bey’in “Dilde, fikirde, işte birlik”
sloganıyla yayınladığı Tercüman Gazetesi, hemen bütün Türk aydınlarını etkilemiştir.
Atatürk’ün Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra dil ve kültür konularında attığı adımların
arkasında bu etkinliklerin oluşturduğu birikim vardır.
Atatürk’ün bu birikimi Cumhuriyet’in ilanından sonra kurumlaşmaya
dönüşmüştür. Bilhassa son yüz yılını savaşlarla ve büyük sıkıntılarla geçiren
bir toplumda savaş sona erer ermez pek çok ihtiyaç olduğu hâlde kültürle ilgili
kurumlar oluşturulması, pek çok insan için anlaşılması zor bir durumdur.
Ancak Atatürk, kurucu bir lider olduğu için toplumu millet yapan unsurların
gelişip kuvvetlenmesi ile ilgili etkinliklere öncelik vermiştir.
Cumhuriyet’in ilan edilmesinin hemen ardından 1924 yılında
Türkiyat Enstitüsü kurulmuştur. Atatürk, Enstitü’nün kurulmasıyla ilgili M.
Fuat Köprülü’ye şu talimatı verir: “Fuat Bey, cumhuriyeti kurduk. Artık
cumhuriyeti ve devletimizi ilmî temeller üzerinde yükseltmek zamanı gelmiştir.
Lütfen İstanbul Darülfünun’un (İstanbul Üniversitesi) bünyesinde Türkiyat
Enstitüsü’nü kurunuz.” Burada Enstitü’nün kurulma gerekçesi olarak
gösterilen “devleti ilmî temeller üzerine yükseltme” arzusu dikkat çekicidir.
Çünkü Türkiyat Enstitüsü; Türk dili, tarihi ve kültürüyle ilgili bilimsel
araştırmaları yapacak ve bu araştırmalardan çıkan sonuçlar devletin temellerini
oluşturacaktır.
1926
yılında
Azerbaycan’ın
başkenti
Bakü’de toplanan Birinci
Türkoloji Kongresi’ne Fuat
Köprülü, Hüseyinzade Ali
Bey ile o sıralar Türkiye’de
çalışmakta olan Macar bilgin
Mesaroş Yula’yı Türkiye’yi
temsil
etmek
üzere
göndermiştir. Bu toplantıda
alınan Latin asıllı alfabe kabul
edilmesi tavsiyesine uyulmuş
ve 1 Kasım 1928’de Türkiye
bu alfabeyi benimsemiştir.
Türkçe ile ilgili düşünce ve tavrını pek çok vesileyle ortaya
koyan Atatürk, Sadri Maksudi Arsal tarafından hazırlanan Türk Dili
İçin adlı eserin baş kısmına şu notu yazar: “Millî his ile dil arasındaki
bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması millî hissin inkişafında
başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu
dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk
milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Ayrıca 1931 yılında Adana Tük Ocağı’nda yaptığı bir konuşmasında
konuyla ilgili düşüncesini bir kez daha şöyle açıklar: “Milliyetin çok
bariz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her
şeyden önce ve behemahal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan
bir insan, Türk toplumuna mensup olduğunu iddia ederse buna
inanmak doğru olmaz.”
1931 yılında Türk Tarihi Tetkik
Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulmuş
ve 1932 Temmuz’unda ilk tarih kongresi
toplanmıştı. Kongrenin son günü akşamı
Atatürk, yanında bulunanlara “Dil işlerini
düşünecek zaman da gelmiştir. Ne
dersiniz?” diye sormuş ve “Öyle ise, Türk
Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona
kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı da Türk
Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” diyerek bu
konudaki talimatını vermiş ve dille ilgili
çalışmalar yapmak üzere Ankara’da önemli
bir kurum oluşturulmuştur. 12 Temmuz
1932’de Türk Dil Kurumu kurulmuş ve
çalışmalara başlamıştır.
Bu kurumun ilk faaliyeti olarak 26 Eylül 1932’de
Dolmabahçe Sarayı’nda büyük bir dil kurultayı toplanmış ve
dille ilgili politikalar bu kurultayda belirlenmiştir:
1. Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz bir ifade aracı hâline
getirmek, Türkçeyi gelişmiş medeniyetin önümüze koyduğu
bütün ihtiyaçları karşılayacak bir mükemmeliyete erdirmek.
2. Bunun için bugün yazı dilinde Türkçeye yabancı kalmış
ögeleri atmak, halkçı bir idarenin istediği şekilde halk ve
aydınlar arasında birbirinden içerik olarak ayrı iki dil varlığını
ortadan kaldırmak, temel unsurları öztürkçe olan bir dil
meydana getirmek.
Böylece
dilde
özleştirme
hareketi başladı ve Türkçeye yabancı
kalmış unsurlar yerine öztürkçe sözler
koymak için derleme, tarama ve anket
çalışmaları
başlatıldı.
Derleme
çalışmalarıyla yazı dilinde olmayan
sözler derlenip bunlardan bir kısmı yazı
diline katıldı ve aynı şey tarama
çalışmalarıyla yazma eserlerde yapıldı.
Derleme ve tarama sözlükleri hazırlandı.
1936 yılına kadar süren
özleştirme çalışmalarıyla Türkçeye
pek çok yeni kelime kazandırıldığı
gibi, teklif edilen pek çok kelime de
dilde kendine yer bulamayıp
unutuldu.
1936’da
özleştirme
çalışmalarının hızı kesildi, ancak
terimlerin Türkçeleştirilme çabaları
devam etti. Orta öğretimde kullanılan
geometri terimlerini bizzat Atatürk
Türkçeleştirerek dilimize kazandırdı.
1935 yılında Güneş-Dil Teorisi
ortaya atıldı ve artık halkın bildiği,
manasını
anladığı
kelimelerin
yabancı dilden geliyor sanılarak feda
edilmesi zarureti bu kuramla ortadan
kalkmış ve dil kendi doğal gelişme
seyrine dönmüş oldu.
3. BÖLÜM SONU SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Yeni
Lisan
Hareketinin
temel
ilkelerinden değildir?
a. Öteki Türk lehçelerinden kelime
almak.
b. Yazı dilini konuşma diline
yaklaştırmak.
c. Dilimizdeki Arapça ve Farsça
gramer kurallarını kullanmamak.
d. Tamlamaları, Türkçe kurallara
göre yapmak.
e. Yabancı kelimeleri Türkçedeki
söylenişiyle yazmak.
2. Birinci Türkoloji Kongresi nerede
yapılmıştır?
a. Selanik
b. İstanbul
c. Taşkent
d. Kazan
e. Bakü
3. Latin alfabesine resmen geçiş tarihi
aşağıdakilerden hangisidir?
a. 1 Ekim 1927
b. 1 Kasım 1927
c. 1 Aralık 1928
d. 1 Aralık 1928
e. 1 Kasım 1928
4. Batı Türkçesinin
aşağıdakilerden
adlandırılmıştır?
a. Osmanlı Türkçesi
b. Eski Oğuz Türkçesi
c. Karahanlı Türkçesi
d. Harezm Türkçesi
e. Kıpçak Türkçesi
ilk
dönemi
hangisiyle
5. Kâmus-ı Türkî’nin yazarı
kimdir?
a. Ali Şir Nevayi
b. Hoca Mesut
c. Bergamalı Kadri
d. Şemsettin Sami
e. Devletoğlu Yusuf
6. Aşağıdakilerden hangisi Dil
Encümeni adındaki komisyonun
20
alfabeyi
inceleyerek
belirlediği esaslardan değildir?
a. Çift harfler bulunmayacak.
b. Millî bir Türk alfabesi olacak.
c. Her ünlü için ayrı harf
belirlenecek.
d. Seslerin uluslararası değerleri
değişmeyecek.
e. İşaretli harflere mümkün
olduğunca az yer verilecek.
7. Aşağıdakilerden hangisinde Yeni
Lisan Hareketini başlatan isimler
doğru verilmiştir?
a. Fuat Köprülü, Necip Asım, Ömer
Seyfettin
b. Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem,
Ziya Gökalp
c. Ömer Seyfettin, Şemsettin Sami,
Bergamalı Kadri
d. Bergamalı Kadri, Necip Asım, Fuat
Köprülü
e. Halide Edip Adıvar, Halit Ziya
Uşaklıgil, Ahmet Haşim
8. Yirminci yüzyılın başlarındaki realist Türk
hikâyeciliğinin önde gelen isimlerinden biridir.
Genç
yaşta
ölmüş
olmasına
rağmen,
edebiyatımıza kazandırdığı eserler, gerek sayı
gerek değer bakımından Türk hikâyeciliğinde
büyük öneme sahiptir. Onun asıl edebî faaliyeti,
"Yeni Lisan" isimli makalesini yazdığı Genç
Kalemler dergisinde başlamıştır. Bu makaleyle,
yazar, hem dil ve edebiyat kültürünü hem de
milliyetçi görüşlerini sergilemiştir.
Aşağıdakilerden hangisinde, bu parçada
tanıtılan sanatçı doğru verilmiştir?
a. Ömer Seyfettin
b. Namık Kemal
c. Ziya Paşa
d. Ziya Gökalp
e. Ali Canip Yöntem
9. "Türkçülük, Türk milletini yükseltmek
demektir." düşüncesiyle çalışmış ve Türk
milliyetçiliğini sağlam esaslar üzerine
kurmaya çalışmış büyük bir düşünür ve
toplumbilimcidir. "Türkçülüğün Esasları"
adlı eserinde, açık ve anlaşılır, cümlelerle
bir program çizmiştir.
Bu parçada tanıtılan sanatçı
aşağıdakilerden hangisidir?
a. Ömer Seyfettin
b. Namık Kemal
c. Ziya Paşa
d. Ziya Gökalp
e. Ali Canip Yöntem
10. Aşağıda verilenlerden hangisi "En
eski dilin Türkçe olduğu ve başka dillere
kaynaklık ettiği"
düşüncesini temel
alır?
a. Yeni Lisan
b. Türk-î Basit
c. Sade Türkçe
d. Genç Kalemler
e. Güneş Dil Teorisi
CEVAPLAR
1. B
2. E
3. E
4. B
5. D
6. C
7. B
8. A
9. D
10. E
KAYNAK
Şükrü Halûk Akalın, Vahit Türk, Süer Eker,
Sema Aslan Demir, Türk Dili I, Anadolu
Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, 2012.
Download