Tarihöncesi İlk Oluşumlar Tarih, sizce ne zaman başlamıştır? Big Bang’la evrenin ilk tohumları ortaya çıktığında mı? Zaman içerisinde yıldızlar ve çeşitli güneş sistemleri belirdiğinde mi? Bizim güneş sistemimiz, gezegenler ve dünyamız ortaya çıktığında mı? Dünyada yaşama dair ilk belirtiler ortaya çıktığında mı? Bitkiler, ya da hayvanlar ortalarda salınmaya başladıklarında mı? Yoksa, yeryüzünde ilk insan/insanlar belirdiğinde mi? Evet, kuşkusuz evrenin, yıldızların, gezegenlerin, dünyanın ve dünyadaki yaşamın her birinin özgül bir tarihi olmuştur; ama bizler, tarih kelimesini esas olarak insanın yeryüzündeki varoluşundan beri yaşadığı hikayeyi anlatmak için kullanıyoruz. Bunu, bu kavramın İngilizce karşılığı da ele vermektedir: ‘History’, yani ‘His Story’, Türkçesi, ‘O’nun hikayesi’… (Bir not olarak belirtelim; buradaki o zamiri, İngilizce’yi az çok bilenler için bir erkeği kasteder; yani insan derken aslında erkeği, daha da özelde Adem’i kastetmektedir. Bunu, bu kavramın mucidi olan entelektüel dünyanın erkek-egemen bakış açısının ürünü olarak değerlendirmeliyiz.) Öyle ya da böyle, tarih kavramıyla özelde Ademoğlu’nun, genelde ise insanlığın hikayesi anlatılmaktadır. Dolayısıyla, tarihi, dünyanın en eski üyeleri olmasalar da, insanlarla başlatıyoruz. (Bu noktada bir not daha ekleyelim, kimisi tarihle daha da sınırlı bir dönemi, insanın yazıyı bulduktan sonraki gelişimi sürecini kastetmektedir. Buradaki kriter, tahmin edebileceğiniz gibi, ancak yazılı kaynaklar yoluyla geçmişe dair ilk ağızlardan kesin bir bilginin edinilebileceğine duyulan inançtır. Böylece, bu daha sınırlı anlayışa göre, tarih öncesi çağlar, insanın yazı öncesi geçmişini kastederken; tarih çağlar, ya da tarihi çağlar, insanın yazılı kültürünün ortaya çıktığı sonraki dönemleri işaret etmektedir. Yine de, biz, burada, tarih kavramını, daha genişçe karşılığıyla, yani insanların en başından günümüze yaşadıklarını anlatmak için kullanacağız.) Tarih kavramını bu çerçevede tanımlamaya yöneldiğimizde, dediğimiz gibi, tarihin başlangıcında milat olarak ilk insan ya da insanları alıyoruz. Ama bu durumda da, bilim dünyası, şöyle bir problemle karşı karşıya kalmaktadır. İlk insanlar kimlerdir? Hangi özelliklere sahiptirler? Bugünkü insanlarla aralarında gerek biyolojik olarak gerekse de sosyo-kültürel olarak hangi ortaklıklar ve farklılıklar mevcuttur? Bu sorulara yanıt verebilmek için, tabi ki, öncelikle paleontoloji (fosilbilim) ve arkeoloji (kazıbilim) bilim dallarının çalışmalarına ihtiyaç duyuyoruz. Nedir bunlar? Her ikisi de, geçmişten kalan maddî kalıntıları bilimsel olarak değerlendirmek suretiyle, yeryüzündeki canlı hayatın tarihini ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Bunun için ise en çok kullandıkları yöntem olarak toprağı kazmayı sayabiliriz. Bunların bulguları, bizim konumuz açısından, özellikle insanlığın tarihini keşfedebilmek açısından hayati veriler sunuyor. Bunlar neler olabilir? İnsan iskeletleri, bedenin çeşitli uzuvları, giysiler, kullanılan çeşitli aletler, araçlar, inşa edilmiş mimari yapılar, hatta besin 1 maddeleri… Bunlardan örneğin bir insana dair kemik parçalarının incelenmesi suretiyle, bu insanın ve tabi ki üyesi olduğu topluluğun yaşam alışkanlıkları, ya da yemek alışkanlıkları konusunda varsayımlara ulaşılmaya çalışılıyor. Bu kazılar ve araştırmalar tabi ki günümüzde de, hatta şu anda bile dünyanın bir yerlerinde yapılmaya devam ediliyor. Dolayısıyla, tarih hakkındaki bilgimiz de yeni bulgularla birlikte, kimi zaman sarsıcı bir biçimde değişebiliyor. Yine de, tüm bilimsel disiplinlerde olduğu gibi, ulaşılan bulguların yorumlanması açısından, farklı yaklaşım ve bakış açıları uyarınca çeşitlenen bir çeşitlilik, hatta kimi durumlarda taban tabana zıt düşen eğilimlerle karşılaşmanın da mümkün olduğunu eklemeliyiz. Bunu özellikle insanın evrimi konusuyla ilgili tartışmalarda görebilmek mümkün. Burada, insanı tanımlamak için hangi kriterleri kullanacağımız meselesi devreye giriyor. Bu açıdan kilit soru, insanı insan yapanın ne olduğuna karar verebilmek. Evet, insanı insan yapan sizce nedir? Biyolojik yapımız/özelliklerimiz mi? Yoksa, buna ek olarak, zekamız, kültürümüz, ya da becerilerimiz mi? Bildiğiniz üzere, bilim dünyası, insanı insan yapan özellikleri öncelikle biyolojik yapımız yoluyla tanımlıyor. Buna göre, insan, hayvanlar aleminin, kordalılar şubesinin, omurgalılar alt şubesinin, memeliler sınıfının, primatlar takımının, antropoidler alt takımının, bir kolu olan hominidler ailesinin mensubu olarak kabul edilen bir türdür. Modern insan, özel olarak bu aile içinde ‘homo sapiens’ olarak anılmaktadır. Buna göre, ‘antropoid’ ailesi, maymunlar, kuyruksuz maymunlar, ve insanlar olmak üzere yine evrim sürecinde birbirinden farklılaşacak üç alt grubu bünyesinde toplamaktadır. Bu üç grup arasında, insana en yakın akraba gruplarından olduğu varsayılan kuyruksuz maymunlardan şempanzelerle DNA yapımız %98,4 oranında benzer; amino asit yapımız ise %99,6 oranında ortaktır. Bu üç grup arasında insanların dahil olduğu grup, esas olarak, ’hominid’ ailesi olarak adlandırılmaktadır. Dolayısıyla, hominidlerden bahsettiğimizde, konumuz özel olarak insan biyolojisi olmaktadır. Bu noktadan itibaren artık insanın evrimiyle ilgili tartışmalara girebiliriz. Öncelikle sorayım, uzak geçmişte yaşamış bir canlıya dair sol taraftaki şu canlandırma maket, sizce bir insan olarak değerlendirilebilir mi? Bu maket, biyolojik olarak modern insanın da üyesi olduğu ‘hominid’ ailesinin ilk üyelerinden biri olduğu varsayılan Latince ‘güney maymunu’ anlamına gelen ‘australopithecus’ cinsine ait bir canlının kafatası. Bu türün günümüzden yaklaşık olarak 4 milyon yıl önce Doğu ve Güney Doğu Afrika dolaylarında ortaya çıktığı ve oradan çevreye yayıldığı varsayılıyor. Sağ taraftaki kafatası da, yine bu türe ait olduğu kabul edilen başka bir bulguya ait. 2 Evet, güney maymunlarının biyolojik anlamda insanla bazı benzerlikleri bulunmakla birlikte, farklılıkları da var. Nedir bunlar? Örneğin, yaklaşık 1 m 10 cm ila 1 m 50 cm arasında değişen bir boy; büyük bir çene ve dişler; insanınkinin 1/3’ü oranında bir beyin, daha uzun kollar, ve çoğunlukla öne doğru eğik duran bir iskelet. Bunların aynı zamanda dişi ve erkekleri arasında da yapısal olarak büyük farklılıklar mevcut. Evrimci görüş olarak bildiğimiz yaklaşıma dayalı teorilere göre, bu tür, zamanla iklim ve çevre koşullarına dayalı dönüşümler geçirmek suretiyle, yerini, Latince ‘dik duran insan’ anlamına gelen ‘Homo Erectus’a bırakıyor. Bu da yine aynı bölgede, yaklaşık olarak 2 milyon önce görüldüğü varsayılan bir hominid cinsi. Onun kafatası ve yine canlandırma maketi şu şekilde görünüyor. Tahmin edeceğiniz gibi, evrimci teoriye göre, kendinden öncekilere göre, bu cins insana bedensel özellikleri itibarıyla daha çok yaklaşıyor. Beyin gittikçe büyüyor; diğer primatlardan farklı olarak, iskelet tamamen dik durmaya başlıyor. Bunun, aynı zamanda ateşi kullanan, ve mağarada yaşam örüntüsü oluşturan ilk tür olduğu düşünülüyor. Demek ki, beynin gelişimiyle birlikte, zeka da ilerlemeye başlıyor. Bu noktada, ateşin insan gelişimine büyük katkısından özel olarak bahsetmemiz gerekir. Gerçekten de, ateşin bilinçli bir şekilde yakılabilmesinin insanlara getirdiği büyük avantajlar olduğu varsayılmaktadır. Kültürel, ekonomik, sosyal ve teknolojik anlamda ateş, devrimci bir araçtır. Ateş ısınma ve ışık imkanlarını taşımış, böylece yerleşilen çevredeki yaşamı, karanlığı ve soğuğu da içine alacak şekilde genişletmiştir. Fiziksel anlamda, bu devrimin en önemli sonuçlarından biri mağaraların kullanılabilmesi olmuştur. Hayvanlar ateş kullanılarak mağaralardan çıkarılmıştır. Teknoloji de, ateşle daha da ileri taşınabilmiştir: Mızraklar ateşle sertleştirilmiş, pişirmek mümkün hale gelmiş, tohum gibi sindirilmesi güç kaynaklar besinlerin arasına katılmış, lezzetsiz ve acı bitkiler işlemden geçirilmiştir. Buradan hareketle, bilim insanları, bu cinsi takip eden diğer bir cinsin, Latince ‘becerikli/alet yapan insan’ anlamına gelen, ‘Homo habilis’ olduğunu iddia ediyorlar. Bunlarla erectus arasında biyolojik olarak çok büyük bir fark olmamakla birlikte; bunların, öncekilerin sahip olmadığı varsayılan yeni beceriler geliştirdiği düşünülüyor. Bunların başında, insanı diğer canlılardan ayırdığı varsayılan ‘alet yapma’ becerisi gelir. Alet yapmak, yaşanabilir bir çevre yaratmak açısından çok önemli bir gelişmedir. Etiyopya’da bulunmuş olanlar en eskiler olup, 2 milyon yıl öncesine aittirler. Bunlar, kabaca düzleştirilmiş taşlardan ve uçları sivriltilmiş çakıllardan oluşur. Bu taşların, belirli bir amaçla, muhtemelen yırtıcılardan korunmak ya da hayvan avlamak gibi amaçlarla yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu türün görüldüğü döneme ait buluntular üzerinden, arkeologlar, yeryüzü tarihinde ilk defa bir canlı türünün eve benzer yapı kurduğu sonucuna ulaşmışlardır. Gerçekten de, ilk defa bir canlı türünde, evlerde kadınlar ve çocuklar, yiyecek aramaya çıkıp kendilerine yiyecek getirecek olan erkekleri beklerler. 3 Böyle bir üs, aynı zamanda, tarihteki ilk işbölümü olarak değerlendirilebilecek, kadının ve erkeğin toplum içindeki ekonomik rollerinin farklılaşmasının habercisidir. Yani, buradan yola çıkarak, toplumsal tarihteki ilk iş bölümünün, cinsiyetler arasında yapıldığını söyleyebiliriz. Buna ek olarak, yiyeceğin, açlık duygusunu bastırmak için, bulunduğu yerde tüketilmemesi, ailenin tüketim ihtiyacını karşılamak için başka bir yere taşıması, önceden düşünme ve planlama gibi bir özelliğe işaret etmektedir. Evrimci teoriye göre, bu zincirin son halkası ise, modern insan olarak adlandırdığımız, ve Latince ‘akıllı/zeki insan’ anlamına gelen, ‘Homo sapiens’ler oluşturmaktadır. Bu türün bugüne kadarki buluntulara göre yaklaşık olarak 200 ila 150 bin yıl önce ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu iki ta, gerek dış görünümler, gerekse de kafataslarındaki değişimler itibarıyla Australopithecus’tan Homo Sapiens’e uzanan değişim çizilmiştir. İşte bu evrim şeması üzerinden, biyologlar, yaygın biçimde, insana en yakın tür olarak australopithecus’u, insanların ilk atası, yani bir anlamda, insanlık tarihinin başlangıç noktası olarak kabul etmektedirler. Buna göre, insanlık tarihi yaklaşık olarak 4-4,5 milyon yıl önce başlamış olmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, insanın milyonlarca yıl süren evrimi sürecine, genel olarak iklim şartlarında ve yeryüzünün kendisinde gözlenen büyük değişimler eşlik eder. Bu uzun süreç içerisinde, yeryüzünde örneğin kocaman yarıklar açılmış ve kapanmıştır; kıyılar yükselmiş ve batmıştır, toprak türleri çoktan yok olmuş bitkilerle kaplanmıştır. Türlü türlü hayvan ve bitki türleri ortaya çıkmış ve üremiştir. Çoğu ortadan yok olmuştur, ancak bu olayların tümü çok yavaş gerçekleşmiştir. Bazıları milyonlarca yıl sürmüş, bazıları da asırlık zaman dilimlerinde çok hızlı gerçekleşmiştir. Sonuç olarak, evrimci teoriler, biyolojik evrimin, kavranılmasına imkan olmayan bir yavaşlıkla, milim milim gerçekleştiğini kabul ederler. Yeryüzündeki bu değişime, belirttiğimiz gibi, küresel iklimde gözlenen büyük değişimler eşlik etmiştir. Hatta, biyolojik evrimin farklı nedenleri arasında iklimsel değişiklikler en önde gelen nedenler olarak değerlendirilmişlerdir. Bu iklimsel değişikliklerin bir ucunda uzun dönemler süren dondurucu soğuklar; diğer yandan da, birçok olası gelişmeyi ortadan kaldıran büyük kuraklıklar bulunmaktadır. İşte değişen bu iklim koşulları çerçevesinde, belli yer ve zamanlarda çeşitli türler ortaya çıkarak gelişirken; kimi zaman da, mevcut türler büyük dönüşümler yaşamış, ya da tamamen ortadan kalkmışlardır. İnsanın ortaya çıktığı son dönem, esas olarak, her biri 50 ila 100 bin yıl sürmüş olan “Buzul Çağlar” sürecinin bir ürünü olarak kabul edilmektedir. Bunların ilkinin, 3 milyon yılı aşkın bir süre önce yaşandığı varsayılırken; son buzul çağın da, 10 bin yıl kadar sona erdiği düşünülmektedir. Bu buzlanmaların kanıtları ve etkileri, okyanuslarda ve diğer kara parçalarında görülmektedir. Bunlar, tarihöncesi kronolojinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Buzul çağlarının bırakmış olduğu bu izler, bize insanlığın gelişimiyle ilişkilendirebileceğimiz ipuçları sağlamaktadır. İklimin insanların nerede yaşayacakları üzerindeki tayin edici rolü son dönemlerde ortaya çıkmıştır. Bu durum tekniği çok önemli kılmıştır: İlk dönemlerde, balık tutmak ve ateş 4 yakmak gibi beceriler bu tür becerilere sahip olacak kadar ya da bunları keşfedip öğrenecek kadar şanslı ailelerin yeni çevrelere ulaşmasını mümkün kılmıştır. Farklı çevrelerden yiyecek toplama imkanları değişik yiyeceklere ulaşma şansını sağlamış ve bu durum toplayıcılıktan avcılığa, oradan da büyümeye kadar etkili olmuştur. Böylece, şunu söylemek mümkündür, buz çağlarından çok daha önce, hatta insanlığın evrildiği varsayılan yaratıkların ortaya çıkışından da önce iklimsel sahne kurulmuş, belirli doğal koşullar şekillendirilmiş ve insanlığın genetik kalıtının oluşumu için uygun zemin hazırlanmıştır. Bu noktada tartışma, daha ziyade, bu sürecin belli bir yaratıcı tarafından mı belirlendiği; yoksa, herşeyin tesadüf eseri, kendi kendine mi ortaya çıktığı üzerine yapılmaktadır. Bilim, dayandığı sınırlı araçlar, yani 5 duyuya dayalı verileri nedeniyle, bu konuya dair menfi ya da müspet bir noktaya varabilmekten uzaktır. Dolayısıyla, konu, en azından ‘pozitivist’ anlamıyla bilimin dışında kalmaktadır. Bu soruya yanıt bulabilmekle ilgilenen esas alanlar teoloji/yani ilahiyat; ve felsefe alanları olmaktadır. Bu tartışma, dersimizin alanını aştığı için, üzerinde ayrıntılı olarak durulmayacaktır. Konumuza geri döndüğümüzde, modern insanın, yani bizlerin kültürel tarihimizin Homo Erectus’larla başladığını söyleyebiliriz. Gerçekten de, gerek Homo Erectuslar’da, gerekse de onu takip eden Homo Habilisler ve Neandertal insanlarında, toplumsal yaşama, alet yapmaya, barınmaya, ve hatta öteki dünya inanışlarına dair örneklerle karşılaşabilmekteyiz. Öte yandan, şayet toplumsal yaşamı ve kültürel özellikleri göz ardı edip, sadece biyolojik farklılıklara bakacak olursak da, türümüzün, modern insan anatomisine sahip olan Homo Sapiens (Sapiens) ler’le başlatılması gerekmektedir. Bu çerçevede, türümüzün geçmişine dair kalıntılara dayanarak, en eskimizin MÖ 135.000 civarlarında Afrika’nın Doğu’sunda ortaya çıktığı, ve sonraki yüz bin yıl içerisinde bütün Avrasya’ya ve nihai olarak da bütün dünyaya yayıldığı tespit edilmiştir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, en azından bugüne kadarki bulgulara göre, son buzul çağın günümüzden yaklaşık olarak 10.000 yıl önce bittiği varsayıldığına göre, atalarımızın tarihlerinin büyük bir bölümünü yeryüzünün çok soğuk olduğu dönemlerinde geçirdiği tespitinde bulunmak mümkündür. Bu süreç, aynı zamanda Yunanca ‘eski taş’ anlamına gelen paleolitik çağlar arasındaki son dönem olan, ‘üst paleolitik çağ’a denk gelmektedir. Taş çağlarının özelliği, herşeyin taştan yapılmış olmasıdır; herhangi bir madenden yapılmış hiçbir şey yoktur. Taş çağlarını takip eden dönemler ise, sırasıyla, bakır, tunç ve demir çağlarıdır. Bunlar da yine esas olarak aletlerin yapıldığı madenler üzerinden adlandırılmıştır. Evet, bahsi geçen dönemde iklim genellikle soğuk olmasına karşın, yine de pek istikrarlı sayılmaz, iniş ve çıkışlara açıktır. Bu tür iklimsel değişiklikler, daha önce de belirtildiği gibi, toplumun gelişmesinde çok önemli bir tayin edici faktör olmuştur. Muhtemelen otuz bin yıl kadar önce başlayan iklimsel değişiklikler, daha sonra insanların Asya’ya geçmelerini ve oradan da buzdan ya da karadan bir bağlantı sayesinde Amerika’ya ulaşmalarını sağlamıştır, çünkü buzullar deniz suyunu toplamıştır ve deniz çok sığdır. Böylece insanlar, çok yakın 5 tarihlerde gidilen Antarktika haricinde, zaman içerisinde dünyanın neredeyse her yerine ulaşarak, oralarda yeni toplumlar inşa etmişlerdir. Bu insanlar, aynı zamanda, kendinden önceki insansılarla kıyaslandığında, çok büyük bilişsel beceriler geliştirmişlerdir. Örneğin icat edilen aletler yine taştan olmakla birlikte, eski araçlarla kıyaslandığında çok daha amaca yönelik bir şekilde hazırlandığı görülmektedir. Bunlar haricinde, üst paleotik dönemde yeni malzemeler kullanıma girer. Kemik ve boynuz, ilk silah atölyelerinde, taş ve tahtanın yanında yerini alır. Bu durum imalat açısından yeni imkanlar sağlamıştır. Kemikten iğne, giysilerin ayrıntılandırılmasında büyük bir adımdır. Yontma, bazı becerikli kişilerin çok fazla işe yaramayan taştan bıçaklarını yeniden elden geçirmelerini, gayet ince ve keskin hale getirmelerini sağlamıştır. İnsan eliyle meydana getirilen ilk madde olan kemik tozuyla karıştırılmış kil görülmeye başlanmıştır. Silahlar gelişmektedir. Üst paleolitik çağların sonuna doğru görülebilen eğilim küçük taş uygulamalarında daha sık ortaya çıkmaya başlamıştır. Araçların geometrik olarak düzgün olması, daha gelişmiş silah yapımını işaret etmektedir. Mızrak, ok ve yay aynı dönemde icat edilmiş ve yaygın olarak kullanılmıştır. Zıpkın ise önce memelileri avlamak için, daha sonra da balık yakalamak için kullanılmıştır. Son durum avın, dolayısıyla kaynakların karadan suya doğru geliştiğini de göstermektedir. Üst paleolitik dönemde yaşamış olan insanlara dair dikkatimizi çeken bir başka önemli gelişme, sanatın ortaya çıkışıdır. Bu açıdan en bol örnekleri, Avrupa’daki mağaraların duvarlarındaki resimler oluşturur. Bulunan en eski örnekler bundan otuz bin yıl öncesine aittir, zamanla sayıları öylesine dikkat çekici biçimde çoğalır ki, kendimizi teknik ve estetik anlamda çok gelişmiş, bilinçli bir sanatın varlığıyla karşı karşıya buluruz. Ancak, binlerce yıl boyunca süren bu sanat, ileriki dönemlerde ansızın ortadan kaybolur. Günümüzde, özellikle, Güneybatı Fransa ve Kuzey İspanya’daki çeşitli mağaralarda, bahsedilen dönemlerden kalan resimler ilgili çekicidir. Sizin de gördüğünüz gibi, bu resimlerde genel olarak hayvan temaları ağırlık taşımaktadır. Bu mağaralarda, duvarlara çizilmiş resimler dışında, küçük taştan, kemikten ve zaman zaman kilden, çoğunlukla dişilere ait figürlere, ya da çeşitli ve silahlardan oluşan, süslenmiş nesnelere de rastlanılır. Tüm bu sanat ürünlerinin tam olarak neyle ilgili oldukları bir tartışma konusudur. Tahmin edilen, bunların din veya büyücülük faaliyetleriyle bağlantılı olduklarıdır. Özellikle, mağaraların uzak ve ulaşılması zor köşelerinin seçilmiş olması, resmedilişleri ya da izlenişleri sırasında özel bir ayin yapıldığını düşündürür. Buradan hareket eden kimi araştırmacılar için, bunlar, kurumsallaşmış dinlere dair tarihteki ilk kalıntılar olarak alınmaktadır. Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, bir dönemlerde sanatta görülen bu patlama, zaman içerisinde ortadan kaybolur, ve yerini bir sessizliğe bırakır. Bunun nedeni hala bilinmemektedir. 6 Üst paleolitik döneme dair söylenebilecek başka bir özellik, insanlar arasındaki bugün mevcut bulunan ırksal ayrılıkların büyük bir oranda bu dönemde gerçekleşmiş olmasıdır –ki bu kabaca MÖ 10.000 civarına tekabül etmektedir. Bundaki en büyük belirleyici, kuşkusuz, coğrafi ve iklimsel ayrılıklardan kaynaklanan farklılıklar olmuştur. Böylece, belirli çevre koşulları biraraya geldiklerinde, insanlar arasında ten rengi, saç özellikleri, kafatasının şekli ve yüzün kemik yapısındaki ırksal farklılıkları meydana getirmişlerdir. Bu dönem, buna ek olarak, iklimsel değişikliklerle birlikte uygun yaşam koşullarının gelişmesiyle, insan nüfusunun da geçmişe göre artmaya başladığı bir sürece denk gelir. Tahminler, bundan 20.000 yıl önce, bütün dünyada en fazla 10 milyon insanın yaşadığı yönündedir. Bu insanların temel geçim kaynağı binlerce yıl boyunca ‘avcılık-toplayıcılık’ olmuştur. Hatta, avcılık diğerine göre daha zor, ve uzun zaman alan bir faaliyet aldığından, temel geçim biçiminin toplayıcılık olduğunu söylemek mümkün. Bireylerin, böyle bir yaşam içerisinde, en büyüğü 400-500 kişiden oluştuğu varsayılan bir kabilenin üyeleri olarak, muhtemelen 30-35 yıllık bir yaşam ortalamasıyla, ve belki de hayatlarının hiçbir döneminde bu grubun dışında insanlarla karşılaşmadan yaşadıkları düşünülmektedir. Bunlar, tamamen olmasa da, yine geçmişteki topluluklarla kıyaslandığında, daha stabil bir mekan içerisinde, yani görece yerleşik olarak yaşamaktadırlar. Bu yaşam, aynı zamanda, kökenlerini daha eski dönemlerde gördüğümüz kadın-erkek işbölümünün sürdüğü bir nitelik gösterir. Buna göre, temel geçim faaliyeti olan toplayıcılık daha ziyade kadınlar tarafından; avcılık ise, erkekler tarafından yürütülmektedir. Son olarak, bunların, ilk dönemlerde yaygın biçimde mağaralarda, zaman içerisinde ise, basit olmakla birlikte, çeşitli malzemeler kullanarak yaptıkları barınaklarda yaşadıklarını görüyoruz. 7