Stratejik Araştırmalar Dergisi / Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 © BEYKENT ÜNİVERSİTESİ/ BEYKENT UNIVERSITY ULUSLARARASI SİSTEM BAĞLAMINDA, İNSAN HAKLARI MESELESİ; BATI VE TÜRKİYE PRATİKLERİ Mithat Baydur Özet Bu makale tarihsel süreç çerçevesi içinde insan hakları meselesini irdelemeye çalışmaktadır. Makalede bazı batı ülkelerinin ikiyüzlü uygulamalarının açığa çıkartılmasına çalışıldığı gibi, felsefi arka plana da özel bir atıf yapılmaktadır. Makalede özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde insan hakları konusundaki gelişmelere odaklanılmaktadır. Anahtar Kelimeler: İnsan Hakları, Küreselleşme, Ulus-Devlet, Hukuk Abstract This article tries to enquiry the human rights issue within the framework of historical process. The article tries to find out double-faced applications in some western countries and also gives a special reference to philosophical background. Particularly, the article focuses on the developments about human rights after the first world war. Key words: Human Rights, Globalization, Nation-State, Law. GİRİŞ “İnsan Hakları” meselesi yüzyıllar boyunca ilk aşamada felsefi düzlemde tartışılmış, meselenin felsefi argümanları ortaya atılıp, kotarılmasını takiben bir ideolojiye dönüşmüş ve nihayet anayasal belge ve bildirilerde, uluslararası sözleşmelerde hayatiyet bulmuştur. İnsan hakları manzumesi, yukarıda adı geçen bildiri, beyanname, anayasal metinler ve sözleşmelerde üzerinde ortak inanç ve kanaatin egemen olduğu, korunması konusunda ortak kararlılık ve iradenin gücünü hissettiği bir değerler dizgesidir, bir normlar bütünüdür. Prof. Dr., Beykent Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, [email protected] Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri İnsan hakları konsepti, giderek son elli yılda özellikle, İkinci Dünya Savaşı’nı takiben, daha çok kullanılır ve gerek siyasal elitin retoriğinde ve gerekse sivil toplum örgütlerinin terminolojisinde sıkça tüketilir olmasına karşın, felsefi kökleri itibarıyla eski Yunan felsefesine kadar geri gider. Örneğin, “stoic school” dediğimiz Stoa’cı yaklaşıma göre, site düzeninin dışında var olan akıl, yasa ve adalet vardır. Özgürlük, doğayla uyum halinde yaşamaktadır. Erdem, akıldan azade değildir (Sabine, 1981: 145). Yüzyıllar sonra, örneğin Thomas Hobbes farklı bir çizgiyi savunmaktadır. Doğal durumda, insanın davranışlarını belirleyen determinant faktörün çıkar ve korku olduğundan hareketle, “insan insanın kurdudur” (Homo homini lupus) diyecektir (Sarıca, 1999: 62, 63). Bu itibarla, güvenlik özgürlüğe göre önlenecek ve insanlar düzen ve emniyet adına; akıl, irade ve özgürlüklerini “Leviathan” tabiriyle, bir üst organizasyon olan devlete devredeceklerdir. Ancak, 18. yüzyılda insan hakları konusunda adeta bir sıçrama yaşanacak ve merkantilist dönemle birlikte yükselen yeni burjuvazi (kentsoylu sınıf), kendi sözcülerini de çıkaracak ve iktisadi tez ve argümanlara paralel olarak, felsefi eksende de, konjonktürel olarak çığır açan felsefeciler gözükecektir. Örneğin 18. yüzyılın son çeyreğinde John Locke, insanın, salt bir insan bir birey olmasından dolayı, yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarının vazgeçilmez olduğunu ifade edecektir (Tsanoff vd., 1964: 343) . Locke’un bu felsefi çıkışını yaptığı dönem ile bugüne dek gelen anayasal süreçlerin ilk kaynaklarının aynı döneme rastlaması kuşkusuz tesadüfi değildir. 1787 tarihli Amerikan Anayasası 1793 ve 1795 tarihli ilk Fransız Anayasaları, 1831 Belçika, yine 1848 Fransız, 1848 Polonya, 1851 Prusya Anayasaları aynı dönemin yükselen değerler manzumesinin resmi tezahürleridir. I. Dünya Savaşı sonunda kurulan ve işlevsel olmadığı anlaşılan Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i akvam) 1920 misakında, insan hakları alanında önemli bir deklarasyonu olmamasına rağmen, cemiyet bu yöndeki çalışmalara destek vereceğini beyan etmiştir (Aliefendioğlu, 1999: 55-56). 13 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur Ancak uluslararası sistemin bir ürünü olarak II. Dünya Savaşı sonrası hayata geçirilen, Birleşmiş Milletlerin 26.06.1945 günü kabul edilen Birleşmiş Milletler Şartı ile, temel insan haklarına atıf yapıldığını, insan kişiliğinin şeref ve haysiyet çerçevesinde ele alındığını tespit edebiliyoruz. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’nın Kantian anlamda (Kant’s eternal peace) ebedi bir barış hülyasını realize edebilme çabasıyla, yepyeni bir nizam teşekkülüne destek olurken, bu hülya ve niyet ile ortak bir Avrupa evinin ilk tohumları atıldı. B süreç içinde insan haklarına vurgu yapılırken, insan hakları ihlallerini tarihlerinin bir parçası yapmış ulusları da, bu barış projesi içinde ebedi bir nikaha davet etmesi manidardır. Örneğin, Fransa ve Almanya arasındaki otuz yıl savaşları, 1870-71 savaşı, daha sonraları farklı ittifaklarda cereyan eden, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının, kümülatif tahrip ve sonuçlarına bakarak, neredeyse son yüz elli sene içinde Fransa ve Almanya’nın tam dört kez savaştığına tanık oluruz. Bu itibarla, hemen İkinci Dünya Savaşı sonrası, insan haklarını baz alarak, milletlerin uluslararası sistem içinde bir barış projesine sadık kalarak yaşayabilme iradelerine destek verecek Birleşmiş Milletlerin kurulduğu sürece paralel tarzda, Arupa’nın kendi dinamikleri de, hukukun, felsefenin ve demokrasinin anavatanı olduğu iddiasıyla, Avrupa’da savaşa ve yıkıma sebep olan uluslarını da insan haklarına dayalı bir barış evine imzaya çağırmıştı (Thody, 1997: 4). Ancak uluslar, bu ortak deklarasyonun müeyyideleri şemsiyesi içinde davranacak mıydı? Yoksa uluslararası sistemin polarizasyonlara sürüklenecek yeni ikilemlerinde, devletin kişiler gibi olamayacağına hükmederek, devletin öteki yüzü meşru mu addedilecekti? Bu çerçevede, ulus-devletler ile olan yaklaşımlar daha ziyade, uluslararası ilişkiler disiplininin miladı sayılan Wilson prensiplerinin çizdiği idealist yaklaşımın tersine, realist paradigma içinde değerlendirilerek meşruiyet zeminine çekilecekti. 14 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri Bu realist daire içinde, devletin bireye önceliği altı çizilerek, devlet ve millet uğruna, yani kutsalın adına; bazı yaşam hakları göz ardı edilebilecek ve yeni siyasal aktörler, soyut ve kutsanmış devlet adına cinayet ve katliamları aklamanın argümanlarını tesis edeceklerdi (Baydur, 1996: 48). Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, uluslararası ilişkiler disiplinin en önemli fikir temsilcilerinden H.Morgenthau önce insanı tanımlamaya çalışıyor ve onu tıpkı Thomas Hobebs gibi tanımlarken, insanın ego-centric ve güç peşinde koşan yanına sayısız atıflar yaparken, insan bu kümülatif özelliklerini, kendine göre bir siyasi otoriteye vekaleten devrediyordu (Morgenthau, 1967: 118-37). Özellikle bu güç, iktidar ve çıkar takipçiliği ekseninde oluşan yeni realistik (veya Real-politik) rüzgar, özellikle okyanus ötesi, yani ABD kaynaklı olduğundan, en çok da ABD’nin yelkenlerini dolduruyor ve İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulmaya çalışılan anti-savaş zeminli yeni dünya düzenine ters bir istikamet ile ABD’nin bir paratoner gibi oluşturmaya çabaladığı “Güç merkezi” idealine dayanak sağlıyordu. Dolayısıyla, egemenlik devletlerarası eşitlik, bağımsızlık, savaş, selfdeterminasyon gibi kavramlar ve tartışmalar, “güç oyunu”nun gölgesi ardında, ikincil, hatta üçüncül konuma sürükleniyordu. Ama gözden ırak düşen en önemli nokta şuydu; ister idealist-ütopik cenahta olsun isterse realist-real politik cenahta olsun, ortada duran normatif bir problem vardı: Savaş... Savaşların gerçek sebebi neydi? Neler savaş sebebi olabilirdi? Acaba “haklı savaşlar” ve “haksız savaşlar” kategorileri kurabilir miydik? Bu sorular hep, insan hakları tezlerini de okutan uluslararası ilişkiler yaklaşımlarının yumuşak karnı olarak kalacaktı (Hofman, 1985: 26-32). Ancak yirminci yüzyılın temel sorunlarından birisi terör ve bu bağlamda, şu ana dek teorileri, öncülleri ve tezleri oluşturulmuş konvansiyonel savaşların tam tersine asimetrik savaşlardır. 15 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur İşte tam bu noktada realist cenaha sorarsak, devlete yönelik ayrılıkçı ve bölücü eylemler söz konusu ise, artık evrensel etik değerlerden söz etmek mümkün değildir. İnsan hakları kavramı da bu itibarla artık kaygan bir zemindedir ve relatiftir. İnsan hakları ve etik değerlerden söz etmek mümkün değildir. İnsan hakları ve etik dış politika ekseninde uygulanabilecek bir model ve proje değildir artık... İç ve dış siyasal ilişkiler, etik dizgelere göre değil, stratejik ve ekonomik açıdan değerlendirilir. Ama böyle bir evrede devlet, halk ile olan başlangıç sözleşmesini ihlal etmiştir ve meşruiyet zemini aşınmaya yüz tutmuştur (Teson, 1988: 14-17). Bu itibarla, yukarıda zikrettiğimiz belge, sözleşme ve etik çerçevenin bir devletin içsel ve dışsal ilişkilerini tanziminde ne denli sancılı, kırılgan ve hassas bir pozisyonda tutunmaya çalıştığını ifade etmeliyiz. Bu çerçevede hatta şu tezi ya da tespitimizi ileri sürebiliriz: Devlet insan haklarının hem bir kalkanı, hem de aynı zamanda potansiyel hasmıdır. Her ne kadar güç merkezlerinin dominant ve determinant bir ayrıcalığı varsa da, küresel topluluk bu tür süreçlerde hakem rolü üslenebilir. Zira gerçekten küreselleşen ilişkiler ağında, ideolojik ayrışımlar, azınlık hakları tezleri, kültürel çoğulculuk arayışları uluslararası bir mutabakat şansını zayıflatmaktadır. Örneğin, yine insan hakları çerçevesinde, hangi bölgeye niçin self-determinasyon, hangi etnik topluluğa niçin kendi iradesini kullanma tanıyacağı konusunda ortak norm ve kriterler geliştirilemiyor. Almanya, dağılan Yugoslavya’dan Hırvatistan’ı süratle tanımak ve onları 2009 AB üyesi yapmak için çaba harcamakta herhangi bir beis görmezken, Çeçenlerin niçin haksız olduğu konusunda ortak bir norm ve ölçütler bulunamamaktadır. Bugün tüketmekten bıkmadığımız globalleşme kavramı için hangi uluslararası ilişkiler disiplini, hangi siyaset bilimci, hangi ahlak felsefecisi çıkıp da “Globalizasyon vardır ve tüm dünyayı kuşatacak normlar buradadır ve her egemen devlet uymak zorundadır” diyebilir? 16 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri BM karar çerçevesi antlaşması ve manifestosu orada dururken, ABD’nin hiçbir BM Güvenlik Konseyi’ni hiçe sayıp bir egemen devleti hangi koşullara sürüklediği orada dururken, Türkiye sıkça, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi hukuku denetim mekanizmaları ile cebelleşmektedir. Hatta bu durumla Türkiye iki kez karşılaşmıştır; ilki 1974 Kıbrıs askeri müdahalesi ertesinde, Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Devleti adına yoğun hak ihlalleriyle mağduriyetten, Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna tam üç kez başvurmuş ve başvurular kabul edilmiştir (Bakır, 1997: 22). Komite azınlıkların sorunu ile ilgilenirken, Türkiye ‘Devletin ülke bütünlüğü’ne duyarlılık gösteriyor. Türkiye’nin hazırlık komite ve alt komitelerinde getirdiği öneriler paketi bugün tanık olduğumuz bir “çatışma modeli”nin temel fay hatlarını oluşturuyor. Bir başka deyişle, etnik-dinsel farklılaşmalar ve bu farklılaşmaların ürettiği uzlaşmazlık ve çatışmalar, Strasbourg’daki “Güneydoğu dosyaları”nın ana eksenini oluşturuyor (Bakır, 1997: 23). Kuşkusuz zikrettiğimiz kırılgan konular, Türkiye açısından da belli bir süreç içinde hatırı sayılır bir mücadeleyi gerekli kılacaktır. Zira Türkiye Cumhuriyeti 1954 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini onaylamış, 1987 yılında bireysel başvuru hakkını, 1989 yılında ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini kabul etmiştir. Ancak, Avrupa Mahkemesi’nin, sadece ulusal düzeydeki denetimi tamamlayıcı bir nitelikte olduğunu da unutmamak gerekir. Türkiye’nin yine insan hakları çerçevesinde 22.01.2004 tarihli ve 25354 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Başbakanlık genelgesi ile tüm kamu kurum ve kuruluşları tarafından personel temininde ayrımcılığa meydan verilmeyecek şekilde hareket edileceği hükme bağlanmıştır. 03.08.2002 tarih ve 4771 sayılı kanun ile de, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yaşamda kullanılan farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması imkanı getirilmiştir. 17 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur Bütün bu çalışma ve yapılanmalarda 21 Nisan 2001’de çıkarılan bir kanın (4643 no’lu kanun) ile Başbakanlık bünyesinde oluşturulan İnsan Hakları Başkanlığının denetimine bırakılmıştır. Bütün bu çalışma ve organizasyonların, belli bir egemenlik nosyonunun dışında, kolektif ve kümülatif bir global toplum denetim ve müeyyidelerinin var olduğu gerçeğinin ve belli bir lokomotif işlevi gördüğünün tezahürleri olarak algılanması da kabildir. Bugün hem uluslararası ilişkiler, hem de uluslararası sistem çerçevesinde, mutlak egemenlik anlamında bağımsızlık ender rastlanan bir olgudur. Bazı değerlerin sınırlar ötesi bir güç ve geçerliliği olduğu, son ABD seçimlerinden de anlaşılacağı üzere, belli bir açıklık kazanmıştır. Örneğin insan hakları yerine göre ulusların egemenlik haklarını artık aşmakta ve uluslararası bir koruma altına alınma kaygısı hakim gelmektedir (Yayla, 2008: 52,53). Zikrettiğimiz bu olgu, uluslararası iklimde her ne kadar hissettiğimiz bir parametre ise de, halen yaşadığımız dünyanın, Wilsonian ve Kantian bir idealler düzleminde olmadığından hareketle, güç merkezlerinin çifte standartlarını gözlerimizden ırak tutamayız. Örneğin 11 Eylül 2001 sonrası, ABD başkanı Bush’un ağzından çıkan, “Haçlı seferleri şimdi başlar” açıklaması bu konuda çifte standarda dair ipuçları verirken, ABD’nin saldırgan tutumunun insan hakları çerçevesinde ifade edilmesi ayrı bir garabettir. 11 Eylül sonrası ABD’nin tanımladığı dünya, Aristoteles’in tanımladığı egocentric bir demokrasidir (Taşkın, 2008: 200-2). Bir başka deyişle, “öteki”ne yaşam hakkı yoktur. ABD’nin, ne ilginçtir ki; insan hakları şiarıyla saldırdığı bu bölgeye, oryantalizm penceresinden bakarsak, hedef bölge İslam ve Türk dünyasıdır. Rudyard Kipling’in ifadesiyle söylersek, “Beyaz adamın meselesidir” (White man’s burden). Yazık ki, bütün bu insan hakları şampiyonluğu ve sözcülüğüne rağmen, Batı dünyası ve uluslararası sistem zihinlerine kazınmış önyargı ve tutumlarından kurtulamamaktadır. 18 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri Bu çerçevede bir çarpıcı örnekte, 8. yüzyılın ortalarında Müslüman Arap ve Berberilerin İspanya’ya (Endülüs’e) adım atmaları, Batı ve Avrupa tarihinin en utanılası durumlarından biridir. Endülüs sekiz yüzyıl orada kaldıktan sonra atıldı. Fakat atılamayan bir şey, o uygarlığın izleridir. Nihayet 1492’de İspanyolların Endülüs’te hakimiyet kurmalarını takiben, Arapların Endülüs’ten Yahudilerle birlikte sürülmesi, yağma ve katliama uğramaları yeryüzünde Nazi soykırımı ile birlikte en utanılacak insanlık dramlarından biridir (Ortaylı, 2008: 187). Sonuç olarak, insan haklarının, kulağa hoş gelen, insan ruhuna sevimli gelen, edebi ve insani anlamda titreşimler yaratan büyülü profiline rağmen, küreselleşen dünya, iktisaden, enformatik olarak, çevreci tutumlarla, antimilitarist yaklaşımlarıyla gerçekten küresel bir benzeşme ve ortak bir payda sergilememektedir. Ancak yukarıda farklı bölümlere zikrettiğimiz üzere, insan haklarının felsefi arka planı, onun ideolojisi, onun sivil toplum örgütleri ve yine insan haklarının kurumsal yapılanması ve hatta yargılanması evrensel bir normlar zinciri oluşturmuşken, uluslararası sistem, güç merkezleri, ülkelerin farklı tarihsel arka planları, belli havzalardaki sosyo-kültürel farklılaşmalar, jeo-stratejik hedef ve beklentiler, ulus-devletlerin halen ontolojik anlamda yaşayan ve güçlü birer siyasal aktör olarak farklı projeksiyonları; insan haklarının teorik düzlem yanında, farklı pratiklerde yaşanmasını mümkün kılmaktadır. Bu etik ve şiirsel insan hakları bildirgesi ve manzumesine rağmen, her ulus-devlet ya da her egemen devlet, (egemenliğini kullandığı ölçüde) insan hakları meselesini kendi içsel ve dışsal dinamikleri, kendi jeo-politik ve jeo-stratejik analizleri çerçevesinde pratiğine yansıtmaktadır. Dolayısıyla, milletler sistemi anlayışıyla, çok dilli, çok dinli, çok etnisiteli ve çok kültürlü bir kompozisyonu yüzyıllarca yaşatmış bir imparatorluk bakiyesi olarak Türkiye’nin, insan hakları konusunda Batı’ya verebileceği örnekler paketi mebzul miktardadır. 19 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21 Mithat Baydur Batı, Engizisyon mahkemelerinde işkence teknikleri geliştirirken, bu topraklar sefarad Yahudilerine kollarını açıyordu. Batı, bir milleti Avrupa’nın ortasında yok etmeye çalışırken, bu insanlar bir iki gemi bile olsa, kaçırarak içindeki Yahudileri kurtarmaya çalışıyordu. Balkanlarda, Bosna’da insan hakları meselesi çoktan dondurulurken, 250.000 insanın katledilmesini seyirci kalınırken, hatta alkış tutulurken, Türk insanı alkışlamıyor ve avuç dolusu yardımı Bosna’ya ulaştırmaya çalışıyordu. Nihayet, Türk entelijansiyası, Irak’ta şeref, haysiyet, bütünlük, namus ve devlet ayaklar altına alınırken, Irak’ın toprak bütünlüğünü savunuyordu. İnsan hakları, yaşadığımız dünyanın en temel ve felsefi problematiklerinden biridir. İnsan hakları, hukuk felsefesi bağlamında her bireye lazımdır. Ancak, madalyonun bir de öbür yüzü vardır. Hatta gecenin bir diğer yüzü vardır. İşte, Batı’nın da insan hakları söz konusu olduğunda, bir “öteki” yüzü vardır. KAYNAKÇA ALİEFENDİOĞLU, YILMAZ: “İnsan Hakları Ve Sivil Toplum Örgütleri”, (Kuruluş Etkinlikleri)”, 1999, Ankara. BAKIR, ÇAĞLAR: “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Hukuku’ndaki Türkiye Üzerine Kısa Notlar”, Türkiye Günlüğü, Sayı:44, Ocak-Şubat, Ankara, 1997. BAYDUR, MİTHAT: “Uluslararası İlişkilerin Ve Ulus-Devletin Kısa Bir Etik Değerlendirilmesi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 43, Kasım-Aralık 1996. HOFFMAN, M.: “Normative Approaches”, International Relations: A Handbook Of Current Theory, London, 1985. MORGENTHAU, HANS J.: “Politics Among Nations”, New York, Alfred A.Knopf, 1967. ORTAYLI, İLBER: “Avrupa Ve Biz”, T. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Mart 2008. 20 Stratejik Araştırmalar Dergisi 1 (02), 2008,12-21 Uluslararası Sistem Bağlamında, İnsan Hakları Meselesi; Batı Ve Türkiye Pratikleri SABİNE, GEORGE H.: “A History Of Political Theory”, Dryden Press, Indiana, 1981. SARICA, MURAT: “Siyasi Düşünce Tarihi”, Gerçek Yayınevi, 1999, İstanbul. TAŞKIN, HASAN: “Vaadedilmiş Topraklara Sıkışan Türkiye, Siyonizm, Filistin, BOP Ve Türkiye”, Siyah-Beyaz Yayınları, İstanbul, Ekim, 2008. TESON, F.: “Humanitarion Intervention: An Inquiry Into Law And Morality”, New York, Transnational, 1988. THODY, PHILIP: “An Historical Introduction To The European Union”, Routledge, London And Newyork, 1997. TSANOFF, RADOSLAV A.: “Great Philosophers”, Harperand Row, New York, 1964. YAYLA, ATİLLA: “Kemalizm Liberal Bir Bakış”, Liberte Yayınları, Ankara, Haziran, 2008. 21 Journal of Strategic Studies 1 (2), 2008, 12-21