islam enternasyonalizmi

advertisement
İSLAM ENTERNASYONALİZMİ
Üzerine
BİR DENEME
Sadık ALBAYRAK
İTHAF
Gülistan’da sararan çicekleri sulayıp
yeşertecek,
kuruyan ağaçların köklerini çapalayıp
yetiştirecek
olan müstakbel Bahçivan’a!...
__ BAŞLANGIÇ VE GERÇEKLER..._____________________
Tarihin garip bir cilvesi...Emperyalistler,uzak diyarlardaki bir coğrafyada vatan
toprağını işgale girişir.Dönemin genç subaylarından her biri, “Üç Tüfenkçiler”ini okuya
okuya kendini Fransız ihtilalinin bir subayı, birer Napoleone, birer Dalton, birer Robespiyer
zannetmeye başlar.
Öyle ise ver elini Bingazi...İttihat ve Terakki’nin adamı olduklarını gösteren birer
belge ile yola çıkarlar.Sicilya,Malta derken soluğu Kuzey Afrika’da alırlar.
Trablus’ta Mustafa Kemal, soluk bir yüzle karşılanır.Amma zekidir, öncekiler Enver ve diğerleri- gibi tongaya düşmeyecek kadar hesap adamıdır.Durumun bundan sonraki
“seyir defteri”ni bir tarihçiden dinleyelim:
“Cemiyetin temsilcisi olarak, önce bölge komutanı olan Paşa’nın dostluğunu
kazanması gerekiyordu.Bu işi paşayla kahve içtikleri sırada tehditle diplomasiyi kullanarak
başardı.Bir takım Arap isyancılarının kendisini ele geçirmeyi tasarladıklarını öğrenince hiç
çekinmeden ,isyancıların karargahı olan camie gitti.Elebaşılarına hükümetin şikayetlerini
dikkate alacağını vaat ettikten sonra avludaki kalabalığın önünde söz aldı.Onları “din
kardeşlerim.” diye selamlayarak , uzun ve ateşli bir söyleve girişti.Ve yeni rejimin gücünü
övmekle beraber bu kuvvetin sadece onları korumak uğruna kullanılacağını ısrarla belirtti.
Bu sözler dinleyenleri etkilemişe benziyordu.”
1
“Ama kurnaz bir adam olan Arap şeyhi onu çağırttı ve, “Sen kimsin?Ne gibi
yetkilerin var?” diye sordu.Mustafa Kemal cebinden Cemiyet’in vermiş olduğu yetki
mektubunu çıkarınca Şeyh güldü.Ve kendi cebinden buna benzer üç belge çıkarıp gösterdi:
Bunlar önce gelen ve gelir gelmez hapse atılan temsilcilerin itimat mektuplarıydı.
“Mustafa Kemal hemen taktiğini değiştirdi .”İstersen bu kağıdı al,yırt”dedi.”Benim
kağıda ihtiyacım yok.Doğrudan doğruya seninle konuşmaya gelmiş bir adam say beni.”
“Şeyh,”Öyleyse seninle konuşabilirim.”dedi.Ve sonunda öteki üç mahpusun da
serbest bırakılması konusunda anlaştılar.”
“Selanik’e dönmeden önce Mustafa Kemal, Bingazi’ye de uğradı.Burada Mansur
adında güçlü bir Arap şeyhinin Türk yönetimine kafa tuttuğunu gördü.Mansur, idarecileri
kukla gibi oynatıyor , onlara her istediğini yaptırıyordu.Mustafa Kemal bu sefer daha sert
hareket etmek gerektiğine karar verdi.Şeyh kendilerini ziyarete geldiği zaman hemen taarruza
geçerek onu tehditle karışık olarak azarladı.Sonra da bölgenin komutanına bütün askerleri
bir denetleme için kışlada toplamasını söyledi.”(...)
“Bu hareket, kimsenin şüphesini çekmeden yapıldı.Ve son hedefin Şeyh Marsur’un
evi olduğu ortaya çıktı.Ev bir anda sarılmıştı.İçlerinden eli beyaz bayraklı bir adam çıkarak
teslim olduklarını söyledi.Mustafa Kemal, Mansur’un gelip kendisiyle görüşmesi koşuluyla
kuşatmayı kaldırmaya razı oldu.Bu görüşmede de yeni rejimin niyetlerini ve devrim
programını Şeyh’e anlattı.Şeyh koynundan bir Kur’an çıkararak:”Halife Efendimize
ilişmeyeceğinize dair bu kitap üstüne yemin eder misiniz?”diye sordu.”
“Mustafa Kemal,Kur’an’ı alıp öperek :”Bu Kitabı kutsal sayarım.”dedi.”Onun ve
kendi şerefim üstüne yemin ederim ki ,bu Kitabın içinde yazılan ilkeler gereğince Halife
denilen adama ilişmeyeceğim.” Böylece dinsel kuruntuları yatışan ve şerefi kurtulan
Şeyh,siyasal yenilgiyi kabul etti.Yapılan anlaşma sonunda hükümet ve ordunun otoritesi
tekrar tanınıyor ve makul bir kuvvet dengesi kurulmuş oluyordu.”
“Mustafa Kemal , görevinin sonucundan memnun olarak Selanik’e döndü.”(1)
Döndü, ama Selanik’te “Sultan”ı devirmek için hazırlıklar da başlamıştı.”Hareket
Ordusu” yola çıktıktan birkaç sene sonra,yine Kuzey Afrika’da emperyalist işgaller
başladı.
Fethi Bey, Paris’ten kalkmış Trablus’a , Mustafa Kemal de Bingazi’ye Mısır
üzerinden geçmek istiyordu.Kahire’de Sunusilerden gönüllü toplayıp yola koyulduğu
sırada,çöle doğru ilerleyecek olan trene bir Mısırlı subay araştırmada bulunur.Mustafa
Kemal Mısırlı subayın dinî duygularına hitap etmeye başladı: “Bu savaş, Hıristiyan
gavurlarına karşı açılmış bir Kutsal Cihad idi.” Onlar da iyi bir Müslüman iseler
Kur’an’ın ve Peygamberin buyruklarına karşı gelmezlerdi,her halde...
Bu nutuk bir nebzecik olsun fayda verdi.Biraz gecikme ile Bingazi’ye
vardılar.Sunusîler ile buradan başlayan “inanç bağı” nihayet Kurtuluş Savaşı içinde yeni
bir boyut kazandı.Bütün emperyalist güçler on yıl içinde,İslam dünyasını darmadağın ettiler.İş
gelip dayandı Anadolu’ya...Altı asırdır İslam dünyasına önderlik eden siyasî bir hareketin
son kalesi de düşmek üzereydi. “Müslümanların Birliği” için, Anadolu’daki askerî ve siyasî
hareket desteklenmeliydi.Böylece “Sevr paçavrası” yırtılıp atılmış olacaktı.Mustafa
Kemal’in “din kardeşim” diye tebcil ettiği Şeyh Sunusî de , Bingazi, Trablus gibi saydığı
“Vatan toprağı” Anadolu’daydı.
________________________________
(1) Lord Kinross,Atatürk/Bir Milletin Yeniden Doğuşu;İstanbul 1980,sh:63- 65,88-92.
2
__________ İSLAM BİRLİĞİ ANADOLU’DA...______
TBMM’nin ilk yılı sonunda, kurtuluş için gösterilen çabaların ana kaynağını ,
“Sevrin izleri” ni söküp atmak, teşkil ediyordu.Bunun için de işgal altındaki Anadolu’nun
emperyalistlerden temizlenmesinde bütün Müslümanların “birliği” gerekiyordu.Bu birliğin
sağlanmasında engel olan üç ülke vardı: - Yenilmiş olmasına rağmen - Almanya, Fransa ve
İngiltere...Bunların beklentilerinin aksine, bir kısım Arapların da desteği ile Ankara veya
Sivas’ta bir “İslam Şurası” toplanması gerekli görülüyordu.
Fakat bu konuda “yerli kaynaklar”da pek iç açıcı bir bilgi yoktu. Sadece “Yeni
Alem-i İslam” adlı eserin içinde yer alan “İslam Enternasyonali / İttihad-ı İslam”
konusundaki şu bilgilere ulaşana kadar:
“Hakikatte hem Fransa ve hem de İngiltere “Sevr” anlaşmasının tatbikinin imkansız
olduğunu ve bütün Anadolu’nun Türk hükümetine verilmesi suretiyle tekrar tanzimi lazım
geldiğini biliyorlardı.”
“Mustafa Kemal Paşa ile yapılan müzakerelerde, Fransa, şüphesiz Mustafa Kemal
Paşa’yı Arapları himayeden vazgeçireceğini ümit ediyordu.Lakin buna pek güç
inanılabilir.Bütün alametler gösteriyor ki Garp hakimiyet ve murakabesine karşı Yakın Doğu
milletleri arasındaki dayanışma ve ittihat gittikçe çoğalmaktadır. Bu eğilimin en dikkate
şayan
örneği 1921 senesi başında
Sivas şehrinde toplanan
“İttihad-ı İslam
Konferansı”dır.Bu konferansın maksadı bütün cihan Müslümanları arasında etkili ve isteğe
uygun bir ittihat ve ortak çalışma usulü vazetmek olup buraya yalnız “Sünnî
Müslümanlar”ın önde gelenleri ve siyasî liderleri gelmekle kalmayıp Kerbelâ’nın Şiî
Emîri ve Yemen’in hükümdarı İmam Yahya gibi Zeydiyye Mezhebi’nden olan zevat da
iştirak etmişlerdir. Ki bundan evvel bu tür bir iştirak kat’î olarak mümkün değildi.Hepsinden
mühim olanı da şudur ki ,matbuatın yayınına nazaran konferansa Şeyh Sunusî gibi bir zat
riyaset eylemiştir.Bu da pek tabii sayılmalıdır.Çünkü yukarıdaki sayfalarımızda görülmüştür
ki Sunusîler daima Batılı hükümetlerin tahakkümüne karşı gelmek üzere bütün Müslümanları
tevhid etmek fikrini gütmüşlerdir.”
“İşte Yakın Doğu’da hal ve vaziyet bu haldedir.Bir vaziyet ki,vahîm ve müşkülat ile
doludur.Ortada en ümit verici olarak fark ettiğimiz bir şey varsa o da Büyük Britanya
hükümetinin her an büyüyen tehlikelere karşı gözünü açmaya başlaması ve tavrını ona göre
değiştirme eğilimidir.”(2)
Daha sonra ne oldu? Ankara’da böyle bir “konferans” düzenlenmek
istendi.Olmadı,birden bire işin içine ,başını İngilizlerin çektiği bir “hedef saptırma” yöntemi
ile,”İslam konferansı” gerçeği,Hicaz bölgesine kaydırıldı.
İşin sıcağı sıcağına cereyan ettiği bir dönemde ABD’li bir profesörün yukarıdaki
tesbitinin çerçevesinde Türkiye’deki yansıması ve gelişmeler üzerinde yerli yazarların
yorumlarına dikkatleri çekelim:
__________________________________
(2) Prof.Lothrop Stoddart,Yeni Alem-i İslam,(müt:Ali Rıza Seyfi),İstanbul l338,(telif tarihi:l921-New York),sh:273
3
“Ankara’da Bir İslam Kongresi”
“Hükümetçe pek mühim bir tasavvurun eyleme konacağını haber alıyoruz.Ankara’da
da büyük bir İslam kongresi toplanacak.Asya ve Afrika’da Hristiyan zulüm ve zorbalığı
altında inleyen bütün Müslümanların murahhaslarından müteşekkil güçlü ve muazzam bir
kongre!... Bir İslam Enternasyonali!...”
“Hükümeti böyle bir davete sevk eden sebeb,yalnız kendi niyeti değil,böyle bir
toplantıya delalet için Anadolu’dan uzak bir takım İslam heyetlerinin buraya kadar
ulaştırdıkları samimî arzulardır.Hilâfet Makamı’nın ulvî ve mukaddes selametini , o makamı
bugün işgal eden zattan çok yüksek bir vakar ve şerefle müdafaa eden Türk Milleti için uzak
diyarların Müslümanlarından gelen bu arzuyu tatmin etmek elbet bir vazife olurdu.”
“Avrupa’nın cismanî ve ruhanî bütün Hristiyan Milletleri ,eski Salip Orduları’nın
mutaassıp ve amansız Müslüman düşmanlığından henüz uzaklaşmış görünmüyorlar.Kendi
aralarında ,birbirlerine karşı belki insaniyet telkin eden cereyanlar hasıl olmuştur.Belki
Almanya’yı ezmenin,Avusturya’yı parçalamanın insanlığa aykırı olduğunu düşünenler
vardır.Belki,bir Wilson çıkmış,14 tane insaniyet maddesi okumuştur.Fakat kendi aralarında
bile sun’î ve esassız olan bu şefkat istidadı,Müslüman Milletler bahse konu olunca en kızıl bir
vahşete dönüşüyor.O zaman Hristiyan Alemini,asrın verdiği zahirî insaniyetten birden bire
silkinip soyutlanmış,tarih öncesi zamanların ilkel hayvanları gibi yırtıcı bir halde sırıtır
görüyoruz.Milletlerin hürriyet ve kurtuluşu için harp ettiklerini söyleyen İtilâf Devletleri
Umumî Harp’te Çanakkale ve Irak seferlerini utanmadan “Son Ehl-i Salip” diye
nitelediler.Yunan haydutlarının İzmir’de yaptıkları kitali , Londra rahipleri kiliselerinde
çanlarla,ayinlerle takdîs ettiler.Avrupa milletleri için bol merhamet nutukları atmaktan
üşenmeyen Papa cenaplarının Avrupa,Asya ve Afrika’da ezilen ve öldürülen milyonlarca
Müslüman için henüz iki söz söylediğini işitmedik.Şüphe yok, Hristiyan Alemi,”İncil”in bile
lânet edeceği zalim ve yırtıcı bir alem oldu.”
“Fakat bu kara alemin zulmünden biz Müslümanlar her gün yeni ibret dersi, her gün
yeni bir uyanış nuru almakta devam ediyoruz.Türkiye’den ta Cezayir’e,ta Hind’e kadar
hepimiz hararetle anlıyoruz ki bir gün İstanbul Patriği Teroedeos Efendi ile Atina ‘da Kral
Kostantin, Londra Papazlarının dileğini hakikat yaparlarsa , Muhammed Dini’nin,”Salip”
kitalinden kendini kurtarabilen son zümresine de hayat ve ibadet hakkı kalmayacak.”
“Batı’nın asırlarca süren tutucu saldırısı önünde halâ yükselen Ezan sesi,susacak!O
kanlı kılıcı kınına koyan “Salip Ordusu” Ortaçağ’dan kalan bu işi bitirmiş olmanın
gururunu duyacak!.”
“Fakat “Salip Ordusu” bu gururu duymayacaktır.Müslüman memleketlerinin beyaz
ve afif minarelerinden ezan sesleri kesilmeyecek ve İngiliz’in yıkmaya çalıştığı bu manevî
kale,aksine her gün daha kuvvetli ,her gün daha müstahkem olacak.”
“Uzak dindaşların diyarından Ankara’ya kadar ulaştırılan arzuyu,bu kanaate en
kuvvetli delil olarak gösterebiliriz.”
“Mısır’ın,Cezayir’in,Trablus’un,Tunus’un, Hind’in, Afgan’ın, Azerbaycan’ın,
Suriye ve Irak’ın Müslüman murahhasları, İslam kıyamının umumî karargahı olan
Ankara’da toplandıkları vakit bu arzuyu birlikte olarak ve kuvvetle söyliyecekler,”Salip” ve
sermaye istilâsına karşı en kahr edici mukavemet azmini ilan edeceklerdir!”(3)
____________________________
(3) Hüseyin Ragıp,Ankara’da bir İslam kongresi;Hakimiyet-i Milliye,11 Mart
1337(1921),1 Recep 1339,sayı:130,sh:1(baş makale)
4
Hüseyin Ragıp Bey’in bu makalesi üzerine, heyecana kapılan Eşref Edip
Bey,”Sebilürreşad” dergisi dışında her hangi bir gazetede yazı yazmak adeti olmadığı halde
,öyle bir umuda kapılmış ki, kaleme sarılıp “Hüseyin Rağıp Bey Efendi’ye!” hitaben yazdığı
yazıda, inanç ve duygularını şöyle dile getiriyordu:
“Hakimiyet-i Milliye”nin,yüce Regayip Gecesi’ne tesadüf eden nüshasında bize
büyük bir müjdede bulunuyorsunuz.Bütün İslam Milletleri murahhaslarından kurulu
muazzam bir İslam Kongresi teşkili tasavvurunun mevki-i fiile konmak üzere bulunduğuna
dair olan bu tebşiriniz,bütün Müslümanların büyük memnuniyetlerini çekecek mühim bir
olaydır.Hiç şüphe edilmez ki bu hadisenin latif tesiri dalgalana dalgalana bütün İslam
alemine şamil olacak ve Hakkın inayetiyle İslam ümmeti için pek mes’ud neticeler
verecektir.”
“Her hangi bir teşebbüste başarıyı sağlayan sebeplerin en önemlisi onu mevki-i fiile
koyacak zamanı bulmak ve onu hakimane bir surette tatbik etmektir.Alemde en muazzam
inkılapları husule getiren dahilerin en mühim başarısı budur.Büyük adamlar milletlerin
umumî vicdanlarını okurlar,zaman zaman o vicdanlardan tecelli eden istidatları
görürler.Ruhlarda hasıl olan müşterek ihtiyaçları sezerler.Tam zamanında derhal ortaya
atılarak büyük büyük kitleleri harekete getirirler.Azîm,azîm teşebbüsleri mevki-i fiile
çıkarmaya muvaffak olurlar.”
“Bu itibarla denilebilir ki bu girişimde büyük bir deha,büyük bir görüş isabeti
vardır.Çünkü bütün İslam diyarından yükselen sayhalar bir noktada birleşiyor:
“Müslümanlar arasında bir vahdet husule getirmek zaruridir”
“Bin türlü ayrılık sebebi ile parçalanarak esaretin en yaman ızdırablarına uğrayan
Müslüman milletler için elele vererek müşterek dertlerine birlikte çareler aramak bugün en
mühim,en mübrem bir ihtiyacıdır.Evet,bu ihtiyaç o kadar şiddetlidir ki Müslüman milletler ne
yapıp yapıp bunu tatmin edeceklerdir.”
“Son inkılâp ve olayların İslam aleminde büyük bir uyanış sağladığı inkar
olunamaz.Bugün yeryüzündeki Müslüman milletler mahkumiyetin meraret ve ızdıraplarını
her zamandan ziyade hissetmişlerdir.Düşmanların savletlerini,İslâm’ın kalbine tevcih etmesi
bu uyanışın en mühim amillerinden olmuştur.”
“Bugün mesele,hususîlikten çıkmış umumî bir mahiyet kazanmıştır.Bugün mevzubahs
olan İslâm’ın hayat ve memat meselesidir.Şimdiye kadar Asya kapıları dışında cereyan eden
mücadeleler bugün İslâm’ın haremine intikal etmiştir.Pek alâ görülüyor ki medeniyet
maskesine bürünerek bize savlet eden, bizim maddî manevî bütün varlığımızı imha etmek
isteyen düşmanlar eski Ehl-i Salip ‘in torunlarından başka bir şey değildir.Arada bir fark
varsa bunların vahşet ve şenaatte gösterdikleri tekamüldür.”
“İslâm’ın ta kalbine dayadıkları hançer,İslâm’ın vücudunu müthiş bir surette
sarsmış,İslâm’ın bütün azalarını harekete getirmiştir.Fertler gibi milletlerin de üzerlerine pek
varmaya gelmez.Belki mahkum milletlerin izzet-i nefsi nasırlaşmış olabilir,belki boyunlarına
esaret halkaları geçirilen ümmetlerin kımıldanmaları güç olur.Fakat insanlarda üzüntünün
verdiği müthiş bir cesaret ve savlet vardır ki hiç umulmayan bir zamanda hiç hesaba sığmayan
hadiseler vücuda getirir.”
“Düşmanların geri kalmış milletlerin felaketleri üzerine kurdukları saltanat binasını
her türlü sarsıntıdan korunmuş sayarak,bütün vahşi eğilimlerini husule getirmek için izhar
ettikleri cehennemî vasıtalara güvenerek İslâm’a karşı alabildiğine saldırılarını teşdit
ettiler.Ve bu hususta o kadar ileri gittiler ki İslam için yeryüzünde hiçbir hayat hakkı
tanımamaya karar verdiler.Bu kararlarını bil-fiil icra ve tatbike de başladılar.Tabiatıyla artık
bunun ötesi yoktur.”
“Kişilerin,milletlerin beka ve tekamülleri için en kat’î ve yüce düsturları gösteren
Kur’an’ın açtığı hayat yolundan sapan Müslümanlar belki ezilebilir,fakat İslamiyet’in
5
izzetiyle alay edilemez.O,öyle azim bir hakarettir ki buna tahammül imkanı
olamaz.Düşman,dost taarruzunu İslâm’ın esaslarına da uzatmaktan çekinmedi.”
“Bu taarruzlar yüzünden bugün İslâm’ın maddî ve manevî bütün varlığı tehlikeye
düştü.Ve bu tehlikeyi bütün Müslüman milletler hissetti.Bunun neticesidir ki bugün İslam
dünyasının her tarafından aynı figanlar,aynı feryatlar yükseliyor.Biz ki bu büyük alemin
düşünce dimağıyız,bütün bu sesleri bir noktada toplamak,bütün bu harekete gelen fikirlere
salim bir istikamet vermek bize düşen vazifelerin en sonuncusudur.”
“Dertler müşterek olduğu gibi dermanlar da müşterektir.Yalnız eksik olan bir şey
varsa o da böyle bir kongrenin toplanması böyle bir İslam şurasının teşkili idi.Asırlardanberi
düşman saldırılarına göğüs gererek İslamiyet’i müdafaa eden,İslam’ın vahdet merkezi olan
biz Türkler,Hakkın inayetiyle bu büyük işi de başa çıkararak- başararak- Müslümanlar
arasında büyük bir inkılap sağlayacağız.Bu suretle çarpışmakta olan ifrat ve tefrit cereyanları
arasında beşeriyete mutedil ve orta bir istikamet-i salime vererek İslam aleminde mühim bir
uyanış ve istiklal devrinin temellerini kurmuş olacağız.”
“Anadolu’da bir İslam Kongresi’nin,bir İslam Şurası’nın teşkili o kadar mühim bir
hadisedir ki bütün Müslüman kamuoyu üzerinde büyük etkiler husule getirecek,bütün me’yus
gönüllere yeni bir umut ve hayat nefhası bahşedecektir.Büyük Millet Meclisi , ki
Anadolu’ya müteallik özel vazifesinden başka İslamlar arası böyle bir umumî vazife ile de
mükelleftir.Bunu başardığı gün İslam tarihinde en parlak bir sayfa açılmış,Müslümanlığa en
muazzam bir hizmet ifa edilmiş olacaktır.Yarım milyara yakın Büyük Müslüman Milleti
bütün kalbiyle,bütün İslam ruhuyla buraya bağlıdır.Buradan yükselecek bir İslam sadası,bütün
İslam kıtalarında,bütün İslam ufuklarında inlemiş ve ses vermiş olacaktır.”
“Düşmanlar bizi birkaç vilayet halkından ibaret bir aşiret haline koymak
istiyorlar.İslam alemi ile maddî ve manevî bağlarımızı kesmek için ellerinden gelen her
mel’aneti işlemekten geri durmuyorlar.Fakat emin olsunlar ki baskılarını arttırdıkça
kuvvetlerimiz çoğalıyor.İyice anlasınlar ki biz birkaç vilayet halkından ibaret bir aşiret
değiliz.Yaralı ve natuvan düşmüş olsak da yine nüfuzumuz büyük büyük kıtalara,yüzlerce
milyon kalblere şamildir.Biz büyük bir alemin merkezi,büyük bir cihanın düşünce
dimağıyız.Bu vahdet merkezi dağıtılamaz.Bu mütefekkir dimağ parçalanamaz.Bugün burada
karargâh kurduk,yarın daha başka yere karargâhımızı nakledebiliriz.İslam izzet dinidir,İslam
istiklal dinidir,İslam uğrunda kanını akıtan,İslam uğrunda malını-mülkünü fedâ eden bu
fedâkar millet asla ezilemiyecektir.Allah’ın inayetiyle biz bu yaralı omuzlarımızda ,bu güzel
memleketimizde ebediyyen İslamiyeti yaşatacağız.Ve alemde daha bir çok büyük büyük
inkılâplar vücuda getireceğiz.Tevfik Allah’tan!...”(4)
Hilafet Merkezi İstanbul ile Meclis-i Mebusan’ın da işgal ve ilga edildiği günlerde,
Müdafaa-yi Hukuk adına Mustafa Kemal Paşa da bir beyanname ile “İslam Alemi”ne
seslenir.Anadolu ile beraber bütün İslam alemi kurtuluş çareleri arıyordu.İşte bu “İslam
Kongresi” böyle bir sıkıntı ve varlık arayışından doğup ilgi alanı buldu.Bu doğrultuda
Kırşehir Mebusu Müfit Efendi de bu “şura” ile ilgili yazdığı yazıda,İslam’da şuraların
gerektiği şekilde ele alınmadığını ifade ile, şöyle diyordu:
“Hakimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad cerîdelerinde
“Anadolu’da İslam
Kongresi”başlıklı iki üç makale okudum.Bunlarda bütün İslam milletleri murahhaslarından
kurulu muazzam bir İslam Kongresi teşkili düşüncesinin yürürlüğe konmak üzere
bulunduğu müjdelenmekteydi.”
________________________
(4) Eşref Edip,Anadolu’da İslam kongresi;Hakimiyet-i
Milliye,17/03/1337(1921),sayı:135,sh:1.(Bu yazıyı Eşref Edip
“Sebilürreşad’a da iktibas etmiştir:SR,cild:19,sayı:472,sh:3435,21/03/1337)
6
“Derhal fikrime İslam’da “uhuvvet” ve “kuvvet hazırlamak” hakkındaki Cenab-ı
Hakk’ın
emirleri tecelli etti.Çünkü İslamiyet’in önemli esaslarından biri de
“uhuvvet”tir.Kardeşliği tesis için yapılması lazım gelen usul ve yollardan sapmamız
münasebetiyle bu “kardeşlik” manasız bir lafızdan ibaret kalacak derecelere inmişti.Bir
milletin hayat ve bekası için birinci derecede elzem olan şey de budur.Zira insan yaradış
bakımından medenî olup pek çok ihtiyaca maruz bulunduğu ,halbuki muhtaç olduğu şeylerin
bir tanesi bile yalnız başına tedarikten aciz olduğu cihetle yaşamak isteyen bir milletin efradı
arasında gayet samimî bir kardeşliğin tesisine şiddetle lüzum vardır.Bu mühim esası yalnız
vaz’etmek kifayet etmiyeceğinden onu mütemadiyen muhafaza edecek esbabı da hazırlamak
icap eder.Halbuki bizde bu tesbit olunmuştur.Maalesef tatbikine asla önem verilmemişti.”
“Şimdiye kadar uyuşturucu ilaçlar vererek bizleri uyutmaya ve ictimaî hayatımıza
dahil ve tesiri olan İslam siyasetini takip ettirmemeye çalışan Avrupa emellerine
ulaşmakla,çalışmasının meyvesini koparmaya ve Türkiye İslam Hükümetini,bu suretle de
bütün İslam alemini mahvetmeye başladı.Lakin bu saldırıların şiddeti Allah’a hamd olsun,bizi
uyandırdı.Ta harîm-i canımıza kadar hulûl etmiş olan düşmanları def’ ve tenkîle karar verdik
ve icrasına da başladık.”
“Dert çok, hem-dert yok/ Düşman kavi, tali’ zebun!..” beytine uygun
buluyoruz.Kardeşlerimiz var,fakat bunlar bizden haberdar değil.Kuvvetimiz var bir gelmesi
müşkil...İslamiyet kardeşlik esaslarını ortaya koymuş, ama bundan istifade edebilmek için
teşkilatımız yok.Kur’an her zaman kuvvet hazırlamayı farz derecesinde emretmiş;
“Düşmanlarınıza karşı iktidarınız yettiği kadar kuvvet hazırlayınız!”(Enfal-8/60)
mealindeki ayet-i kerime ile de irşad edip durmuş, amma biz tatbik edemiyoruz.Bütün
gelişmelerin sağlanma sebeblerini temine yeterli esaslar var.O esasa asla göz
gezdirilmiyor.Bu esasları tatbik ve yürürlüğe koymak ise insanların kendi gayret ve
faaliyetine dayalı bir durumdur.”
“Baş ucumuzda dolaşan bu bela biz Türklere mahsus değil.Umum dindaşlarımıza da
isabet edecek bombalardandır.Medeniyet maskesine bürünerek Cemiyet-i Akvam teşkil
ederek milletlere hayat hakkı bahşedeceklerini her tarafa Deccal gibi duyurmaya çalışan
düşmanlarımız, hayat hakkımızı almakta asla tereddüt göstermiyorlar.”
“İslamiyet’in üzerine dökmek istedikleri musibetler eğer gündüzün üzerine
dökülse,şiddetinden derhal geceye dönerdi,zannederim.Bunları yazılı olarak İslam alemine
ulaştırma imkanı varsa da bizzat görüp hasıl edeceği tatmin kadar kuvvetli olamaz.”
“Binaenaleyh asırlardan beri bu kâbusun İslam alemi üzerinde icra ede-geldiği müthiş
tahribat neticesi her yerde,her hususta Avrupa’nın zulümlerinin
mahkümü olan
Müslümanların kurtuluş çaresini kitabımızın emri üzere meşveret esasında bulabileceğimiz
muhakkaktır.Bütün Müslümanların işi aralarında şûradan ibarettir.Yani Müslümanlar bütün
iş ve uygulamalarının hepsini meşveret usulü ile hal ve fasletmelidir,emri bizim için varit
olmuştur.”
“Müslümanları vatanî vazifelerini büyük bir ciddiyetle ifaya davet fikrinin ne yüce bir
fikir olduğunu beyana hacet yoktur.”
“Kişisel veya kavmî ihtiraslardan ve hasîs emellerden tamamiyle beri olarak davete
icabet edip gelecek din kardeşlerimiz ümmetin önemli işlerini meşveret usulü ile hal ve
düşmana galebe yolları aranmalıdır.Çünkü düşmanlarımızda asla hamiyet ve haya
kalmamıştır.”
“Hepimiz biliriz ki “haya”, dilimizde “utanmak” manasınadır.İnsanı,olağan ve
insanlar katında ayıplardan sayılan şeyleri icradan vaz geçirmeye sebep olan yüce bir
durumdan ibaret olan ve emr-i cebelî kısmında tarif olunan haya,bir yüce haslettir ki insan
toplumunu hıfz ve himaye hususunda pek etkilidir.”
7
“İşte Avrupalılarda haya,izzet,hamiyet kalmaması hasebiyle,insan adabıyla tezyin ve
hayvanî şehvetlerden uzaklaşamamışlardır.hangi millette bunlar kaybolursa elbette o kavim
izzet ve üstünlükten mahrum olur.Hatta saadet esbabı onlarda kendiliğinden görülse bile
sonunda zillet ve meskenete maruz olarak vücutları yeryüzü haritasından silinip gider.”
“Bu hasletten arı olan Avrupalılarda açık fuhuş,alenî nefsaniyet,doğal ahlaksızlıklarve
ahlak düşkünlüklerinden ve rezil hayat sırlarına eğilimden başka ne görebiliyoruz?Hayvanî
şehvetlerinin kendilerine galip gelmesi ve hayvanî sıfatlarının irade ve ihtiyaçlarına malik ve
her fiillerine musallat olmuş bulunması hasebiyle kendilerinin İslam alemine karşı yapmak
istedikleri alçaklık ve seviyesizliklerine yeterli bir delil olmaz mı?”
“Bu durum onları yakın zevale ulaştıracaktır.(...)”
“Şura-i Ümmet’in toplantı yeri bütün mahalle mescidleri ,cum’a ve bayram camileri
ve namazgâhları, senede bir kere İslam aleminin her tarafından gelen bu hacıların toplantı yeri
bulunan Arafat Dağı olup bunların her biri bir “Dâr-i Şûra” idi.”
“Bu zikr olunan yerler yalnız ibadete münhasır değildi.Ümmetin işleri de bu yerlerde
görülürdü.Fakat zamanla İslam aleminin başına çöken istibdat belası bu mühim şura yerlerini
yalnız ibadet ve duaya hasreyledi.Ve bu suretle ümmetin dilini bağladı ve bunun neticesi
olarak İslam alemi türlü türlü felaketlere maruz kaldı.
“Hülasa, İslam Dini medeniyetin ana ilkesini teşkil eden “Şura-i Ümmet” esas
kuralını uyulması gereken önemli bir kural olmak üzere gayet geniş bir surette ortaya
koymuşken sonradan bu güzel kural,tamamiyle kaldırılmıştır ki İslam Alemi’nin başına gelen
felaketlerin tek sebebi de budur.”
“Bu toplantı yerleri elan mevcuttur.Bunlar ibadete münhasırdır,denilemez.Vaaz ve
nasihatler de yapılmakta ise de hususî toplantılar arasında kalır.”
“Umumî İslam toplantısı elzemdir.Hayat ve varlığın korunması noktasından İslam
Kongresi‘ni hemen toplamak farzdır.Yukarıda da arz ettiğim gibi İslam kardeşliği
esaslarıyla, bu kardeşliği mahv etmek için çalışanlar umutsuzluğa uğratılmalıdırlar.”Halkın
dili,Hakkın kelamıdır.” denildiği cihetle kongrenin ictimaı halkın fikirlerinin tercümanı olan
gazete sütunlarına geçmesi Cenab-ı Hakkın bu hayırlı emelimize bizi muvaffak kılacağına
delildir.”
“Bütün dindaşlarımızın bu maksadın sağlanmasına hizmet etmelerini rica
ederim.Hemen Cenab- ı Hak tevfik ihsan buyursun!”(5)
Müslümanların tek kurtuluş çaresi , Emperyalist baskılardan kurtuluş için bir araya
gelmeleri ve ırkçı ve şoven gelişmeler karşısında İslam aleminin kurtuluşuna vesile olacak
kararları almalarına bağlıydı.Onun için işgal dışında kalan Anadolu toprakları
üzerinde,Ankara Hükümeti’nin desteğinde bir “şura”nın toplanması gerekliydi. Batı
Trakya’da başarılı olamadı.Kafkaslardaki Marksistlerin (Bolşeviklerin) tekelinde
sürdürüldü.Sivas’ta böyle bir potansiyel keşfedildi.Orada bu çerçevede yapılan çalışmaları
“İslam Şurası/Kongresi” etrafında Şeyh Ahmet es-Sunusî Hazretleri’nin Sivas’taki Camii Kebir Camii’nde iradettiği hutbe ve haberini olduğu gibi ele almak,olayın yorum ve
esprisini daha iyi anlamaya vesile olur:
___________________________________
(5) Kırşehir Mebusu Müfit,Anadolu’da Büyük İslam
Şurası;SR,c.19,sayı:473,sh:44-45,25/03/1337(1921) .
*(Ayrıca bakınız: Arnold J. Toynbee,”1920’lerde Türkiye-Hilafetin
İlgası-“ eserinde,Büyük Sunusî’nin sarığı dışında ananevi kıyafetlerinden
hiç bir eser kalmaksızın Hilafet Kongresine alafranga bir kıyafetle
katıldığını ifade etmektedir.(sh:98-101,İstanbul-1998)
8
“Büyük Mücahid Şeyh es-Seyyid Ahmet Sunusî Hazretleri tarafından Sivas’taki
Cami-i Kebîr’de okunan hutbeyi Sivas Sultanisi baş muallimi Naci ve Arapça muallimi
Ebu’l-Fida İsmail el-Ezherî Efendiler terceme etmişlerdir.Bütün Müslüman kardeşlerin bu
beliğ hutbeden istifade etmiş olmalarını temin maksadıyla “Sebilürreşad” a da
göndermişlerdir.Kendilerine teşekkür eder ve Şeyh Sunusî Hazretlerinin hutbelerini
,yerimizin darlığından ötürü,aşağıya özetleyerek almak istiyoruz:
“-Ey Müslümanlar!...Allah yolunda,din uğrunda cihad,Cenab-ı Hakkın sevdiği kuluna
verdiği bir hazinedir.Mücahitlerin Allah katında o kadar büyük mevkileri vardır ki hiçbir
şeyle kıyas olunamaz.Cenab-ı Hak, Mücahitler Ordusunu Zat-ı Uluhiyeti’ne izafe
ediyor:”Bizim Ordumuz!” diyor.Bu ne büyük şereftir.Mücahitler için bundan büyük iltifat
olamaz.Din uğrunda mücahede edenleri nusretle ,zaferle de müjdeliyor:”Muhakkaktır ki
galebe edecek olanlar ancak bizim ordularımızdır.”(Saff/37:173) buyuruyor.”
“Ey ümmetlerin en hayırlısı olan Müslümanlar!..Allah sizi izzete,şerefe,ve üstünlüğe
davet ediyor.Sakın zillete düşmeyiniz.Esaret zincirlerini boynunuza geçirmeyiniz.Müslüman
ecnebi boyunduruğu altında yaşayamaz.Müslüman
esaret altına giremez.Müslüman
izzetten,istiklalden başka bir şey tanımaz.Baştan başa Kur’an’ın talimi budur.Peygamber’in
bütün hayatının gösterdiği budur.Müslümanlık böyle kuruldu.Böyle yükseldi.Müslümanlık
yeryüzünden zulmü kaldırdı.Zilleti kaldırdı.Cihanda büyük bir inkılap vücuda getirdi.Kalbleri
birleştirdi.Fikirlere hürriyet verdi.Ruhlara ulviyet bahşetti.Dünyayı nur ile doldurdu.Bu
sayede Müslümanlar ümmetlerin en hayırlısı olmak şerefine mazhar oldular.Refah ve saadete
erdiler.Yeryüzünde adaleti tesis ettiler.”
“Kur’an’ın en büyük gayesi İslam’ın izzet ve istiklalidir.Bunun için Cenab-ı Hak
Müslümanları daima cihad ile mükellef kılmıştır. Müslümanlar mücahededen hiçbir zaman
geri durmayacaklardır.Hak yolunda her şeylerini feda edecekler.Canlarıyla, mallarıyla,
başlarıyla uğraşacaklar.Mallarını harcamaktan çekinmeyecekler.Her türlü meşakkatlere
göğüs gerecekler, her türlü sıkıntılara katlanacaklar.Yine düşmana boyun
eğmeyecekler.Zillete razı olmayacaklar.Küfrün hakimiyeti altına girmeyecekler.”
“Düşmanlar istedikleri kadar çok olsun.Müslüman için fütûr yoktur.Müslüman için
yeis yoktur.Düşmanın çokluğu
Müslümanların
azmini arttırır.İmanlarını
kuvvetlendirir.Müslümanlar ancak Allah’a dayanırlar ve O’na bel bağlarlar.”
“O müminler için büyük bir ecir vardır ki bir takımları gelip onlara:-Düşmanlarınız
sizi mahvetmek için bütün kuvvetlerini toplamışlardır.Onlardan korkunuz,dedikleri vakit bu
söz onları korkutmak şöyle dursun Allah’a, Allah’ın yardımına olan imanlarını arttırır da
“Allah bize kâfidir,biz O’na dayanırız.O’na bel bağlarız.O ne güzel bel bağlanacak bir
Kaadir ve Kayyum’dur.” derler. “
“Ey Müslüman kardeşler!... Sakın ecnebi/emperyalist desiselerine kapılmayınız.
Düşman İslam memleketlerine ancak küfür tohumlarını saçmak için gelir.Bütün kinleri
İslam’ı mahvetmek,nam ve şanını yeryüzünden kaldırmaktır.Sakın yaldızlı sözlerine
aldanmayınız.Onlar aranıza tefrika salmak isterler.Müslümanların birliğini tarümar etmek
isterler.Allah korusun bu vahdeti kırdıktan sonra vatanınızı istilâ edecek,sizi esir halinde
kullanacaklar.Düşmanın pençesine düşülen yerlerde dinin yücelikleri kalmaz.Kur’an’ın
ahkamı muattal olur.İslamın mabedleri yıkılır,ırzları paymal olur,cemiyetleri
dağılır,kalblerine zillet çöker ,muhitlerini sefalet kaplar.”
“Uzaklara gitmeye hacet yok.Küffarın zulmünü gözlerinizle gördünüz.Kulaklarınızla
işittiniz.İslam için bu ne zillettir.İslam için bu ne felakettir.Hep hile ve desise ile düşmanlar
nice İslam diyarını istila ettiler.Ne kadar müslüman milletleri esaret boyunduruğuna
soktular.Nice İslam cemiyetlerini perişan ettiler.İslamın medeniyetini çöktürdüler.En nihayet
bugün saldırılarını İslamın kalbine tevcih ettiler.Asırlardan beri İslamın yegane hamisi olan
bu muazzam devleti yıkmak için ellerinden gelen alçaklığı yapmaktan geri durmadılar.Araya
türlü türlü fesatlar saldılar.Ayrılıklar soktular.Maalesef Müslümanlar arasından düşmanın
9
tuzaklarına düşecek ahmaklar zuhur etti.Düşmanın bu derece açık olan kin ve düşmanlığına
karşı insan nasıl aldanır?”
“Allah’a yüz binlerce şükürler olsun ki,bugün hakikat tecelli etti.Müslümanlar
arasında büyük bir uyanış hasıl oldu.Ümitlerin kesildiği bir zamanda Allah Müslümanların
kalplerine bir sekinet verdi.dağılmak üzere bulunan İslam merkezi yeniden hayat buldu.mahv
oldu zannedilen bu muazzam devlet yeniden canlandı.Esaret boyunduruluğuna girdi sanılan
Anadolu Müslümanları arslanlar gibi kükreyerek yine şehamet meydanına atıldı.Bu,Cenab-ı
Hakkın büyük bir fazl ve keremidir.”
“Ey Anadolu’nun kahraman İslam Mücahitleri!..Siz olmasaydınız İslam binası
yıkılırdı.Siz bugün Kur’an’ı yaşatıyorsunuz.Her tarafınızı düşman sarmışken hiçbir şeyden
yılmayarak gazâ meydanlarında can veriyor,İslam’ı müdafaa ediyorsunuz.Bu ne büyük bir
şereftir.Hak yolunda mücahede edin,Hak uğrunda sabır ve sebat eden Müslümanlar mutlaka
galip gelecektir.Allahın nusratı sizin üzerinizdedir.Sakın düşmanların çokluğundan kalbinize
bezginlik arız olmasın.”Nice küçük topluluklar var ki, Allahın izniyle büyük topluluklara
galip gelirler.”(Bakara/2-239).Sizin dayanacak yeriniz Allah’tır.Allah ise Hak yolunda
mücahede edenlerle beraberdir.”
“Hem siz yalnız değilsiniz.Yüzlerce milyon Müslüman gözlerini sizlere
dikmiştir.Sizin sabrınız düşmana karşı göğüs gererek metanet göstermeniz bütün İslam
aleminde bir uyanış doğurmuştur.Her taraftaki Müslüman Milletler kımıldanıyor.İstiklallerini
müdafaa ediyor.Üzerlerindeki zulüm ve küfür kâbusunu atmaya savaşıyor.Bütün İslam
Aleminde bu intibahı,bu hareketi uyandıran sizin şehametiniz ,sizin celadetinizdir.Siz
İslam’ın kurretü’l-aynısınız.Siz Allahın tevfikine mazhar bir milletsiniz.Muhakkak galebe
İslamındır.Fetih ve zafer yakındır.Siz Hak yolunda cihadda sebat ettikçe bu Yüce Din’in
ahkâmını icrada kusur etmedikçe Allah’ın gösterdiği doğru yoldan ayrılmadıkça emin olunuz
ki hiçbir kuvvet sizin cemiyetinizi dağıtamaz.Saltanatınızı yıkamaz ve şevketinizi
söndüremez.”
“Aman kardeşlerim,bu sabır ve sebatta devam ediniz.Sakın aranıza ihtilaf
düşmesin.Milletleri şevket tahtından esaret alçaklığına düşüren tefrikadır,ihtilâftır.Hepiniz
kardeşsiniz.Hepinizin menfaati ,saadeti müşterektir.Her konuda toplu hareket
ediniz.Cemaatten ayrılmayınız.Tefrikayı,şikakı düşmanlara bırakınız.Zaten onların arasına
Allah buğz ve adavet ilka etmiştir.Onlar küfürleri sebebiyle bu düşmanlığı şiddetli bir hale
getirirler.Siz Müslümansınız.Müslüman’ın şiarı vahdettir,cemaattır.Cemaatten uzaklaşmak
Müslüman’a yakışmaz.Düşmanı boyun eğdirinceye kadar kılıçlarınızı kınına
koymayınız.Güzel memleketlerinizi düşmandan temizleyinceye kadar gazâ meydanlarından
ayrılmayınız.Bu yol,Hak yoludur. Bu yol,Allah’ın yoludur.Dinin ahkâmına sarılınız.Kur’an’ın
emirlerini icra,yasaklarından imtina ediniz.Cenab-ı Hakkın yüce zatına izafe ederek
galibiyetle müjdelediği “Cündulla/Allah’ın Ordusu” olmaya çalışınız.”
“Mutlaka bizim Ordu’muz galip gelecektir.” ( Saffat/37-173)
“Yardım Allah’tan ve fetih yakındır.”( Saff/61-13)
“Ve hamd Alemlerin Rabbinedir.” ( 6)
Şeyh Sunusî Hazretleri’nin bu “hutbesi” İslam Alemi’nin Türklerden beklentileri
kadar,omuzlarına yüklenen tarihî sorumluluğu da ifade etmektedir.
Her haliyle durum böyle ise de Müslümanların Batılı Emperyalistlerin imha planına
karşı duyduğu kin ve nefretin ana kaynağını,On Bir asır önceki “Haçlı sefer ve mezalimine
benzer” bir manzara arz etmesi teşkil ediyordu.
________________________________________
(6) Seyyid Sunusî Hazretleri’nin Sivas’taki hutbeleri,SR,c.19,sayı:474,31
Sart 1337(1921),sh:49-50.
10
Bunu sadece “Dinci Basın” duymuyordu.Millî Hakimiyet’in kurulması için samimî
duygular besleyenler çoğunluktaydı.Ortaçağ papaz ve putçu şövalyelerinin yerini bu sefer
kiliseden emir alan “çağdaş gladyatörler” almıştı.Batı dünyasının siyaset bezirganları
Ankara’yı “İslamî uyanışın ocağı” gördükleri için “Haçlı İttifakı” bütün gücünü
Anadolu’ya yöneltmişti.Batı’dan kovulan “kilise” Doğu’da “katliam” peşinde koşuyordu.Bu
durum karşısında “Millici”lerin de nefreti giderek kabarıyordu.Hakimiyet-i Milliye’nin
aşağıdaki başmakalesi bunun en belgesel delili:
“X1. Asır’da bütün kiliseler Müslümanlık karşısında ittihat etti.1V.Asır’dan beri
Roma Medeniyeti’ni tahrip eden Papalar bu yeni güneşe Avrupa ufuklarını kapamak
istediler.Bizans’tan ve Akdeniz’den akın akın ordular Anadolu ve Suriye üstüne yürüdü.Bu
kıtalarda artık Emevîlerden,Abbasîlerden eser yoktu.Hz.Ömer’in kılıcı Türk serdarlarının
belinde idi.Ve Cenab-ı Hak o zaman Müslümanlığı kurtarmak sevabını Türklere nasip
etti.Türkler tam iki asır bütün Suriye Kalesinde Papazlı ve putlu şövalyelerle boğaz boğaza
döğüştüler.Ve Hz.Muhammed’in Arabistan çöllerine ektiği fidan, iki asır Türk kanıyla
sulandıktan sonra dirildi, büyüdü, gölgelerini ta Hind’den ta Viyana surlarının dibine kadar
uzattı.O günden beri asırlarca kilise şairleri bu hezimet için ağladılar, kiliselerdeki orglar
asırlarca bu mağlubiyetin hatıralarını inleyip durdular.Yine o günden beri Türklük
Müslümanlığın daima ilk safta yürüyen kahramanı idi.Müslümanların niçin Türklere bu kadar
bağlı olduğunu bilmeyenler Avrupa’nın niçin bize bu kadar düşman olduğunu anlamaktan
uzaktırlar.”
“Vakıa bugün XX.Asırdayız. Papaz “Piyer L’Hermit”ten beri tam On Asır, yani bin
sene geçti. Fakat bugün yine Anadolu’nun bağrında son Müslüman sancağını kurtarmaya
uğraşan Türklerin karşısında mutaassıp Ortodoks Kilisesi ile garazkâr Anglikan Kilisesi
ittihat etti.Vakıa İngiltere’de bizimle uzlaşmak taraftarı bir çok siyasilerin arzularını yenen
kuvvet, iki seneden beri Rum Patriği ile İzmir ve İzmit pusularını kuran Anglikan Kilisesi
papazlarıdır.”
“Bu iki kilisenin siyasileri nutuk söyledikleri vakit bugün bile papaz “Piyer
L’Hermit”in kelimeleri ile konuşuyor.Bunlar için Ankara Müslümanlık uyanışının ocağıdır.”
“Siyasette, menfaat her türlü düşünceye hakimdir,diyoruz.Fakat Ortodoks Kilisesi ile
Anglikan Kilisesi’nin Şark siyasetindeki mantığı halâ “Ehl-i Salip” mantığıdır.Çünkü bu
uğurda siyasî menfaat hesabıyla uğradıkları zararın haddi hesabı yoktur.Bu uğurda küçük
Yunanistan iki seneden beri öksürüklü göğsünü Türk süngüsünün çeliğine sapladı.Ve İzmir
cephesindeki bütün muharebeler göğsünden süngüye çakılmış bir insanın zarurî ihtilaçlarıdır.”
“Tan Gazetesi,Anadolu (içine) kapandığından beri müttefik devletler teb’asının 100
milyon Fransız Frank’ı zarar ettiklerini yazmıştı.Geçen gün yine aynı gazetenin Londra
gazetelerinden aldığı habere göre İngiltere’nin Müslümanlara karşı takip ettiği siyaset
yüzünden Hindlilerin boykotajı İngiliz tüccarlarına 100 milyon İngiliz lirası zarar
ettirmiştir.Fakat Ortodoks ve Anglikan Papazları kiliselerde haçların gövdelerine
sarılmış,bütün Hristiyanları Türk ve Müslüman uyanışlarının düşünen başı olan Ankara’ya
çağırıyor,ve İzmir dağlarının karlar ortasında böğrü birbirine geçmiş, dilinden ve karnından
soluyan Yunan köpeğini son bir hamle ile Türk aslanının sığındığı aslan yuvası üstüne sevk
ediyor.”
Demokrasinin ,hatta hatta yavaş yavaş vatansız ve dinsiz Sosyalizm’in tabiî bir
hükümet şeklini aldığı şu zamanda,ta Ortaçağ’dan beri ilk defa bütün bir ordu papaz ve put
peşinde yürüyor.İstanbul Patriği
bir siyasetin öncüsü oluyor.Çünkü bu muharebe
Müslümanlara karşıdır.”
“Avrupa’dan kovulan kilise Asya’da katliam,yağma,yangın ve engizisyon için yeni
bir kıta arıyor.X1. sırda Papa’nın orduları karşısında olduğu gibi xx. Asırda Patriğin
11
ordularına karşı Müslümanlığı kurtarmak vazifesini Cenab-ı Hak yine bize nasip
etti.Anadolu’da muharebede eden gaziler Türk’ün milliyeti ile beraber dinini de müdafaa
ediyorlar.Bu ihtilal yalnız vatana karşı bir vazifemiz değil,Allah’a karşı bir
borcumuzdur.Tarih,Osmanlı saltanatını batırmak talihsizliğini bu nesle bıraktığı gibi bu
enkaz arasından Türk milletini ve Türk milletinin istiklâli içinde Kur’an’ı kurtarmak talihini
de bu neslin sergüzeştine yazdı.”(7)
Yazdı, ama Batılı Emperyalistler, altı asır önce Anadolu’da baş gösteren dirilişin
yeni bir hamlesine tahammül edemediler.
_________________________________________
(7) On Birinci Asır-Yirmi Birinci Asır ; Hakimiyet-i Milliye(başmakale), 2
Mayıs 1337(1921),sayı:174,sh:1,sütun:1-2,(24 Şaban 1339)-Ankara.
MİLLİ HAKİMİYETE KARŞI OLANLAR…
“Millî Hakimiyet” isteyenler,Batılı Engizisyon’dan kurtulmak için “İslam Şurası”nı
Anadolu’da toplamaya çalışıp “İslam Birliği”nin merkezi olarak Ankara’yı görürken
İngilizler birden bire hesaplarını açığa vurarak Şerîf Hüseyin’in üzerinde oynadıkları
kumarın kâğıtlarını ortaya koymuş ve
“Mekke’de İngiliz Kongresi”nin kartlarını
açmışlardı.
Bu vahim durumun gelişmesi karşısında,Eşref Edip,İngiltere aleyhine İslam
dünyasında baş gösteren tepkilerden dolayı,İngilizlerin Araplar üzerinde oynadıkları
“entrikacı” tavrını şöyle dile getiriyordu:
“Bugün gayet acayip bir mesele karşısında bulunuyoruz.İngiltere,İslam kisvesine
bürünerek İslam Alemi’ne karşı müthiş bir tuzak hazırlıyor.Mahkum Müslüman Milletler
arasında İngilizler aleyhine başlayan cereyanların son zamanlarda büyük ciddiyet ve
ehemmiyet kazanması İngiltere’yi yeni yeni hilelere,entrikalara sevk ediyor.Bugün bütün
İslam Alemi Türk davasını bir İslam davası sayıyor.Türkiye’ye Batı’nın reva gördüğü
hakaret,icrasından çekinmediği tecavüz ve mezalim bütün efkar-ı İslamiyeyi galeyana
getirerek her tarafta hoşnutsuzluklar, ızdıraplar, keşmekeşlikler doğuruyor,hareketler husule
getiriyor.Bütün bu hareketleri boğmak,fikirleri uyuşturmak için İngiltere de bir girişimde
bulunmak lüzumunu hissetti.Ve bu maksatla Çörçil’i Mısır’a gönderdi.Fakat Mısır istiklal
ateşleri içinde yanıyor,mücadele ediyordu.İngiltere’nin fesadına alet olmaktan çok
uzaktı.Çörçil bu bölgeyi müsait bulmayınca İslam’a karşı hıyaneti sabit olan Emir Hüseyin’e
müracaat etti.Anadolu’da doğan güneşi karanlık bulutlarla kuşatmak ,mahkum Müslüman
milletlerin bir araya gelip dertleşmelerine,Müslümanlığın kurtuluş ve istiklaline çareler
12
aramalarına meydan vermemek için Mekke’de bir İslam Kongresi’nin toplanmasına aracılık
yapmasını teklif etti.Ve bu hizmete mukabil Emîr Hüseyin’e şu kadar milyon İngiliz lirasının
havalesini de tevdi’ eyledi.Parasızlıktan bunalan Hüseyin derhal İngilizlerin emrine
uydu.Mahküm Müslüman Milletlerin boyunlarındaki esaret zincirlerini takviye etmek
üzere Mekke’de toplanmak etrafa davet mektupları gönderdi.”
“Hayhay toplayabilirler.Mahkum milletlerin mevcudiyetleri üzerine kurulan İngiliz
saltanatının kolu uzundur.Yüzlerce milyon esirin kanlı alın terleri ile dolan İngiliz hazinesi
zengindir.Yalnız Mekke’de değil,Londra’da da İslam Kongresi toplayabilirler.Bütün İslam
aleminde kurdukları şebekeleri vasıtasıyla kendilerinin sadık hizmetçilerinden müslüman adlı
bazı menfaat düşkünü hainler de bulabilirler.Bunlar toplanır mahkümiyet altında yaşayan
Müslüman milletlerin esaretlerini teyit edecek sebebleri hazırlarlar.Asırlardan beri İslamiyeti
müdafaa için varını yoğunu veren, kanını hayatını akıtan Türklerin kutsal cihadını başka
şekillerde göstermeye çalışırlar.”
“Fakat İngiliz dostlarımız(!) iyi bilsinler ki Şark’ta, İslam Alemi’nde başlayan
hareketi ,istiklal ve ittihat hareketini durdurmak imkan haricindedir.İngilizler bir kongre
değil,bin kongre toplasalar yine hiç biri kar etmeyecektir.Bir kere gönüllere bu ateş
düşmüştür.Bunu söndürebilecek hiçbir kudret yoktur.”
“İngilizler de bunu bilmez görmez değillerdir.bir zamanlar Müslümanlığı istihfaf eden
,İslam aleminin aşağılanmayacak bir kuvvet olduğundan habersiz görünen İngilizler ve
Müslümanları esaretleri altında tutan diğer devletler bugün İslam meselesinin kazandığı
büyük önemi asla gözlerden uzak tutmuyorlar.Şark’ta zuhur eden olaylar,İslam aleminde
vukua gelmeye başlayan inkılaplar , İtilâf diplomatlarının gözlerindeki perdeyi yırttı.Onların
şimdiye kadar cahili veya bilmez göründükleri şeyleri açıkça gösterdi.Onun için şimdi İslam
meselesine fevkalade önem vererek çıkması beklenen alametleri görülen olayların önüne
geçmek istiyorlar.Zamanın müthiş ikazıyla derin uykulardan uyanan, yeryüzünde İslam’ı
savunacak yegane müstakil devlet olan Türkiye’ye karşı Ehl-i Salip’in aldığı baskıcı tavrı
gördük.Allah korusun bu İslam devletinin inkırazı ile siyasî varlıkları tamamen silinerek
kendilerinin de nesli yok olmuş geçmiş kavimler arasına karışacaklarına hiç şüpheleri
kalmayan İslam aleminin her tarafından yükselmeye başlayan feryat ve şikayetleri o baskıcı
devletleri,özellikle İngilizleri pek ziyade huzursuz etmekte,ciddi surette düşündürmektedir.”
“Çünkü İngilizler İslam aleminin feryat ve şikayetlere başlamasının neticesini bizden
daha iyi takdir ederler.ve İslamı boğmak hangi hassas noktalardan hücum lazım geleceğini
pek güzel bilirler.Bunun için bu hususta fevkalade uyanık bulunmak İngiltere’nin bizi içine
düşürmek için kurmakta oldukları tuzakları anlamak lazımdır.Yüzlerce milyon insanın
mukadderatına hakim olan İnglizler öyle gazete makalelerine,yüksekten atıp tutmalara, hatta
kendisine
karşı savrulan en ağır küfürlere aldırmaz.Onun yegane önem verdiği
şey,eylemdir.Her ne zaman, her nerede bir hareket görürse İngiliz’in fesat ve entrikaları
derhal faaliyete başlar.O hareketi boğmak için bütün kuvvet ve kudretini sarfeder.İngilizler
ayrıntılarla uğraşmazlar.Onlar esas meseleyi dikkate alır ve daima temelden sarsmak
isterler.”
“İngiltere’nin bizimle bu kadar uğraşmasındaki hikmet nedir?Çünkü biz bütün İslam
aleminin merkeziyiz.Dimağıyız.Bizi parçaladıktan sonra diğer tarafı kolaydır.Türklerle
Arapları bir yerinden ayırmak için İngilizlerin asırlardan beri sarf ettikleri emek,çevirdikleri
entrikalar hayretlere şayandır.Sonra Hilafet Meselesi’ni ehemmiyetten düşürmek için
İngiltere neler yapmamıştır.Hilafeti Türklerden çekip almakla bir Arap Hilafeti tesis etmek
İngiltere’nin asırlardan beri arkasından koştuğu hayalî bir gayedir.İngiltere hiç düşünmez
eder, bu uyanışın tesiriyle hikmete,akla ve tedbire sarılırlar da “Hilafet” bağına sımsıkı
yapışmak hususunda birleşirlerse hal nereye varır?”
“Bunun içindir ki İngiltere Umumî Harp’te en çok bu noktaya önem verdi.Evvela
Mekke Emîri Hüseyin’i isyan ettirdi.Sonra da onun Kureyşli ve Haşimî olduğunu ileri
13
sürerek bir taraftan onu hilafet iddiasına sevk etti,diğer taraftan da etrafa gönderdiği adamlar
vasıtasıyla halkı ona biata teşvik etti.Vakıa Hind ve Mısır Müslümanları ,Emir Hüseyin’in
hilafet vazifelerini ifaya iktidarsız ve hilafetin esaslı bir rüknü ,en mühim bir şartı olan
kuvvetten mahrum bulunduğunu bildikleri için çevrilen entrikalara asla önem
vermediler.Onu,hilafete karşı huruç etmiş olmaktan başka bir sıfatla telakki edemiyeceklerini
aleme ilan ettiler.Fakat İngiltere bundan dolayı üzüntüye kapılmadı.Fütur getirmedi.Vaktaki
İngiliz Donanmasına Çanakkale kapıları açıldı,o zaman İngilizler asırlardan beri
arkasından koştukları hayal dünyalarına kavuşmaktan doğan büyük sevinçler içinde
pençelerini İslamın kalbine sapladılar.”
“Darü’l-Hilafe’nin İngiliz Toplarının nüfuz ve hakimiyeti altına düşmesi üzerine
İngilizler artık İslam meselesinin halledilmiş olduğunu sandılar.Artık halifeyi istedikleri gibi
kullanacaklar ,onu bütün maddî kuvvetlerinden soyutlayacaklar, Papalık gibi tehlikesiz bir
hale koyacaklar.İslamın istiklaline büsbütün bir çizgi çekecekler ,esaretleri altında bulunan
Müslüman milletler artık bir daha başlarını kaldırmayı hiç düşünmeyecekler.Bu suretle
Hilafet-i İslamiyeyi İngiliz saltanatının hizmetçisi haline koyacaklar.”
“Vakıa bir zamanlar İngilizlerin u gayeleri tahakkuk eder gibi oldu.İslamın ufukları
simsiyah kesildi.İslamın kalbine fütur çöktü.Artık İslam’ın istiklalinin ebediyyen uful ettiği
fikirleri ortalığı kapladı.Fakat çok geçmeden Cenab- Hakk’ın yardım ve inayetiyle
Müslümanlar akıllarını başlarına topladılar,Allah’ın lütuf ve keremine sığınarak harekete
geldiler.Sönmek üzere bulunan İslam yıldızını yeniden parlattılar.Hem o suretle ki bütün
İslam alemi o ışık ile nurlanmış olarak selamet yollarını görebildiler.”
“Şimdi Anadolu ufuklarında doğan bu güneşin saçtığı nurların önüne bir bulut çekmek
lazım geliyor.Anadolu cihadı,İslam aleminde dinî bir hareket husule sebeb olabilir.Gün
geçtikçe Müslüman milletlerin Türkiye’ye teveccüh ve yaklaşımları alabildiğine
çoğalıyor,samimileşiyor.Ciddiyet ve ehemmiyet kesbediyor.Binaenaleyh İslam arasında yeni
bir fitne ihdas etmek gerekiyor.Mekke Kongresi’nde bir Arap Hilafeti meselesini de ortaya
atar,Müslümanlar arasına yeni bir fesat sokulur.Bu suretle efkar-ı İslamiye (İslam kamuoyu)
birbirine girer,Müslümanlar harici bırakır,iç meselelerle uğraşmaya başlarlar.Bu suretle İslam
istiklalinin inkişafına,Müslümanların kendilerini toplamalarına/toparlamalarına meydan
bırakılmaz, İslamî Hareket kendi kendine akamete uğrar.”
“Dünyada her şey tasavvur olunur ve her şeye ihtimal verilir, fakat İslamın esaret
altında kalması ,Kur’an’ın hakimiyetinin zeval bulması için Peygamberimizin nesl-i şerîfine
mensubiyet iddiasında bulunan bir zatın bu cinayetlere alet olmasını insan bir türlü
havsalasına sığdıramıyor.Aşk olsun İngiliz desisesine!...İslamiyeti doğduğu noktada
batırmak için tertiblere muvaffak oluyor.Hem de Cenab-ı Peygamberin yüce nesline mensup
olduğu iddiasında bulunan bir zat vasıtasıyla!...”
“Lakin bu İslam’ı ye’se düşürmez.Aksine uyanışı çabuklaştırır,azmi arttırır,faaliyetini
teşdit ettirir.İslam alemi pek ala bilir ki
Emir Hüseyin İngilizlerin ücretli bir
bendesidir.Onun halife olması şöyle dursun müstakil bir hükümdar olabilmesine bile
maddeten imkan yoktur.Çünkü Hicaz Kıtası,orada kurulacak bir hükümetin ,hatta kendi
toprağını bile müdafaa edebilecek derecede güç sağlamasını sağlayacak servet
kaynaklarından mahrum bulunmaktadır.Bu ülke ne ziraî,ne sınaî bir ülkedir.Bu gibi şeylere
elverişli olan yerler varsa da oraları İbnu’s-Suûd, İbnü’r-Reşîd ve saire gibi müstakil bir
takım emirlerin idaresi altında olup Emir Hüseyin ‘in o yerlerde nüfuzu asla geçerli
değildir.Şurası da var ki bu söylediğimiz münbit ve mahsuldar yerler pek dar olduğu için
muntazam memleketleri vücuda getirmeye,nüfuz sahibi hükümdarlara hakimiyet sahası teşkil
etmeye müsait değildirler.”
“Hakikatte Hicaz’ın servet kaynaklarını Asya ve Afrika’daki İslam memleketlerinde
mevcut İslamî Vakıflar teşkil etmektedir.Böyle bir çoğu İngiltere, Fransa
müstemlekelerinden ibaret olan İslam beldelerinden gelecek yardım ve vakıf gelirlerinden
14
geçinecek olan bir devletin güçlü,hür ve müstakil bir devlet olarak yaşayabilmesi,muazzam
hilafetin hukukunu şöyle dursun,kendi varlığını savunmaya muktedir olması imkanı nasıl
tasavvur olunablir? İngilizlerin parasına ihtiyaç duyan başka nasıl hükümet edebilir?”
“Şu halde bulunan bir hükümet İslam’ın hukukunu müdafaa için bir kongre toplamaya
kalkışırsa bunun İngiliz kongresinden başka bir mahiyeti haiz olamıyacağını bilmeyen acaba
tek Müslüman var mıdır?”
“Fakat İngiltere için ne beis vardır? Efkar tereddüt ve karmaşaya düşsün,onun için o
da kafidir.Yakin İngilizler emin olsunlar ki bugün İslam aleminin bu tuzaklara düşmeyecek
kadar gözleri açılmış, imanları kuvvet kazanmıştır.Emir Hüseyin ise lâyık olduğu cezayı
inşaallah yakında bulacaktır.Allah o
kongrenin toplanmasını bile İngilizlere nasip
etmeyecektir.Hazreti Muhammed’in yüce ruhu bu kadar hakaretlere, hıyanetlere artık
tahammül edemez!...” (8)
İstanbul işgal altında,Sultan-Hâlife’nin akibeti mechûl...Anadolu’ya sıkıştırılmış bir
millet...”İslam Birliği” tezi ciddî gelişmelere sahne olmuş ki İngilizler olayı, birden bire
isyancı Arapların kucağına atmıştı. Kahire’de tutunamayan “kongre” düzenleyicileri kutsal
beldelere topu atarak “Hilâfeti ihya” için Mekke gibi, bütün İslam Alemi’nin kıblegahı olan
bir coğrafyayı seçmişti.Artık bu hengâme birkaç yıl daha İslam dünyasını meşgul edecekti.
Bu işin sonunu ilerde irdelemek üzere içerde cereyan eden “Tarikat ve Cemaat-ı
İslamiye” teşkilatı arayışlarına dikkatleri teksif edelim. Ki,bu durum bir bakıma “Sivil
Toplum Kurumları”na doğru yeni bir adımdı.”Seyfiyye” kılıç sallayıp, tüfeklerini ateşlediği
sıralarda “İlmiye” de tarikat ve cemaat olgusunu tartışıp yeni bir çıkış yolu arıyordu.
Hem de işgal altında inleyen İstunbul’un “sansür”lü matbuatı çevresinde...
Yalnız tartışılan konularda taraf olanlar, taraf oldukları konuları savunmada düzeyli
bir kültür seviyesine sahip oldukları gerçeği de inkar edilemezdi...
_______________________________________________
(8) Eşref Edip,Mekke’de İngiliz Kongresi;SR,c.19,sayı:481,sh:137-139, 21
Mayıs 1337(1921)
(Bu konuda, daha geniş bilgi için:
Hüsameddin Ertürk,İki Devrin Perde Arkası, sh:194-195, 476-480,
İstanbul -1964)
____*(Ve Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet; sh:141-144
İstanbul 1993)
15
SİVİL TOPLUM ARAYIŞI TARTIŞMALARI
-Cemaat ve Tarikat-
İstanbul işgal altında...Anadolu’da vaaz ve hutbelerle kurtuluşa giden yolda halka
yeni bir dinamizm verilirken,arta kalan ve “sansür”lü matbuatla yaşamaya alışan “ilmiye ve
kalemiye sınıfı” da yeni toplum ve sivil kurumlara ilgi duyarak,değişimin ilk umutlarını
saçıyordu.Nasılsa “Hilafet ve İmamet” konusu yeni bir veche kazanmıştı.Tartışmalarda
taraflar,konulara vakıf olduklarından “İslamî cemaat ve tarikat olgusuna” köklü ve kültürel
bir değişim havası veriyorlardı.”Yeni bir hayat”ın başlayacağını anlamış olacak ki,ilmiyeden
“eski” Şehülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi (1864-1933)’nin başkanlığında yapılan
“yeni bir cemiyet” kurulması çalışmaları, Kurtuluş Savaşı sırasında,sosyal ve siyasal
alanda,ne gibi arayışların ortaya çıktığını “İslamî hayata halkı hazırlama” projesinin basın
kanalıyla halka yansıması şöyle olmuştu:
“Teşekkür ve takdire şayan bir girişim:İslam Toplumu, Halkı Hayata
Hazırlama Cemiyeti.”
“Sabık Şeyhülislam Haydarîzâde İbrahim Efendi Hazretleri’nin başkanlığında
olmak üzere memleketin aydın bazı kişileri tarafından “Cemaat-ı İslamiye Hayatına Halkı
İhzar Cemiyeti” adı ile bir cemiyet kurulduğu ve cemiyetler kanununa uygun olarak
Dahiliye Nezareti’ne tevdi olunan beyanname üzerine Hükümetçe izin verildiği haber
alınmıştır.Cemiyete başarılar diler ve kurucularını tebrik ederiz.” (İkdam)
“Yeni Cemiyetin Beyannamesi:
“Osmanlı memleketlerinde kurulması Kanun-i Esasî’nin 11. maddesi hükümlerinden
iken şimdiye kadar yürürlüğe konmayan “Cemiyet-i İslamiye Teşkilatı” sebeblerini
hazırlamak ve temin etmek için Cenab-ı Hakkın rızasına uygun olarak ve Hz.Peygamberin
ruhaniyetinden yardım bekleyerek “Cemaat-ı İslamiye Teşkilatına Halkı İhzar Cemiyeti”
ünvanıyla bir cemiyet teşkil ve yüce Hükümetimizden de izninin sağlandığını din kardeşi
vatandaşlarmıza beyan ve ilam ederiz.”
“Bu konuda takip edilecek maksat,nizamnamemizin 3.maddesinde açıklandığı üzere
Cemiyet-i İslamiye Teşkilatı’nın vücuda getirilmesi lüzum ve gereğini halka temin ve bu
konuda neşriyat ve uygun düşecek vasiyetleri ifa ve teşkilatın esas ve yürütme şeklini
düşünüp takrir ile Kanun-i Esasî’nin bu husustaki hükmünün bir an önce tatbik mevkiine
konması ve bu yolla da Müslümanların diyanet, irfan, ahlak, ve iktisat bakımından
yükselmesini, evkaf iş ve hizmetlerinin en iyi şekilde yürütülmesi, ve tedvirini, memleket
evladının asrî irfan, millî mefküre ile mücehhez dindar ve törelerine hürmetkâr faal bir unsur
olarak yetişmelerini, hülâsa memleketimizde bulunan Müslümanların her surette refah ve
saadet, huzur ve istirahatlarını teminden ibarettir.”
“Cemaat-ı İslamiye Teşkilâtı’nı kuvveden fiile çıkarmak için basınımızın, bütün
hayır cemiyetleri, ilmiye,diniyye ve iktisadiyenin ve millet fertlerinden bu esas hakkında bilgi
sahibi olan kişilerin yardım ve desteklerini bekliyoruz.”
16
“ Binaenaleyh bu hususta bizi tenvir etmek isteyen ve ilmî birikimlerini geçici toplantı
merkezimiz olan Çarşıkapı’da “Kadınlar Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi” binası içindeki
özel daireye ayrıntıları ile haber vermelerini ve basınımızın da özel yayınları ile bu duruma
müzaheret eylemelerini rica ederiz.Tevfîk Cenab-ı Allah’tandır.”(1)
“İkdam” Gazetesi bu “sivil toplum kurumu” hakkında,şu değerlendirmeyi yapmıştı:
“Cemaat-i İslamiye Teşkilatına Halkı İhzar Cemiyeti” ünvanıyla bir cemiyet teşkil
edildiğini ve bu cemiyetin teşkili hükümetçe tasdik olunduğunu geçen gün gazetemizde
yazmış ve adı geçen cemiyetin kamu oyuna hitaben düzenlemiş olduğu beyannameyi de
aynen sütunlarımıza koymuştuk.”
“Beyanname’de cemiyetin kuruluş hikmeti ve takip edeceği maksat ve gaye şu şekilde
zikr ve isbat ediliyordu:
“...Hülâsa memleketimizde bulunan Müslümanların her surette refah ve
saadet,huzur ve istirahatlarını teminden ibarettir.”
“Beyannamedeki bu ifadeden açıkça anlaşılıyor ki bu yeni cemiyetin faaliyet ve
vazifesi,en evvel Müslümanlar arasında bir İslam Cemaatı vücuda getirmek üzere,İslam
ahalisini “tenvir” ve “irşad” etmek ve şimdiki tabiri ile “propaganda”etmektir.”
“Son senelerde bizde,özellikle Balkan Harbi felâketlerinden ve facialarından sonra
bir İslam cemaatı teşkilatı ihtiyaç ve zarureti kendini hissettirmişti.O vakitten beri sürüp gelen
ahval ve olaylar bu zaruretin şiddetini daha ziyade arttırmakta devam etti.Bugün halkımız
arasında bu ihtiyaç ve zarureti his ve idrak etmeyen şuur sahibi bir kişi (dahi) yoktur. Herkes
bu cemaat teşkilatının lüzum ve gerekliliğine inanıyor.Binaenaleyh konumuz olan yeni
cemiyet,propaganda faaliyetlerinde bu cihetten asla zorluklara uğramayacaktır.Zira en evvel
“cemiyet fikri”ni halkta uyandırmak için uğraşmak külfetten azade bulunacaktır.Bu fikir
uyanmış ve oldukça kökleşmiştir.”
“Bu hale göre cemiyetin vazifesi oldukça kolaylaşmış,demektir.Zira “cemiyet” kendi
karşısında cemaat teşkilatına aleyhdar bir kuvvete tesadüf etmeyecek ve onun ile mücadele
etmek mecburiyetinde kalmayacaktır.Cemiyet,tamamen kendisine eğilimli ve taraftar bir
ortam içinde faaliyetini sürdürecektir.Ortamın bu istidadı,cemiyetin kendi vazifesinde
muvaffak olacağına en kuvvetli teminat hükmündedir.”
“Şimdi cemiyetin asıl çalışacağı cihet,bütün halkta zaten mevcut olan ve fakat henüz
hududu ve şekli tayin edememiş olan “cemaat teşkilatı” fikrini muayyen bir şekle
dönüştürmekle,etkili bir şekilde açıklayıp aydınlatmak ve halktaki o “fikrî akımı”nı emin bir
mecraya sokmak ve ona ,doğru bir yön vererek asıl gayeye doğru tevcih etmekten ibaret
kalmıştır.Bizim fikir ve kanaatimize göre cemiyetin asıl faaliyeti bu noktaya inhisar etmek
lazım gelecektir.”
______________________________________
(1)
Cemaat-ı İslamiye,İkdam,18/01/1337(1921),sh:4,sütun:1.
*(Aynı şekilde M.Ali Aynî de bir Cemaat-ı İslamiye Teşkilatı kurulmasını
istemekte ve bu konuda şöyle demekteydi:”Bilmem ki bu günlerde Parmakkapı civarından
geçtiniz mi? Orada, Medresenin karşısındaki Biçki Yurdu binası Amerikalılar tarafından
yüksek bir kira ile tutulup yeni bir cemiyete merkez ittihaz edilmiştir.Binanın kapısına asılmış
levha üzerindeki Müselles ile harfler burasının Ehl-i Teslîs’e ait olduğunu açıkça
göstermekte ise de acaba düzen,teşkilat ve maksadı kadar müdavimleri hakkında bilgi aldınız
mı?Bundan başka Beyoğlu cihetinde “Şark Yıldızı” ünvanlı bir cemiyet-i sofiyenin
faaliyetinden haberiniz var mı? Bu cemiyetin gördüğüm bazı talimatında iki bin sene evvel
dünyaya gelip insanlar arasında ancak üç sene kadar kalabilmiş olan Muallim-i A’zam’ın pek
yakınlarda mutlaka yine içimize geri dönmekle herkesin selamet ve necat yoluna dönmesi
muhakkak olacağından şimdiden bu zatın gelişine hazırlanmış olmak ve ifa edeceği hizmeti
kolaylaştırmak lüzumu ihtar olunuyor.”(İntikat ve Mülahazalar,Maarif Nezaretine açık
mektup;sh:202-203,İstanbul/1339-1923)
17
“Bu vazife ise o kadar sade ve basit değildir.Zira en evvel bu cemiyetin ,Cemaat-ı
İslamiye Teşkilatı hakkında her türlü hudut ve şekli kararlaştırılmış ve kati olarak açıklık ve
belirginlik kazanmış gayet açık bir fikir ve kanaatı olmuş olması lazımdır.Onun bu fikir ve
kanaatını, halk kitlesinin mühim ve umumî kanaatını muayyen bir şekle dönüştürmek için
bir “kalb” hizmetini ifa etmek lazımdır.”
“Beyannameden anlaşıldığı üzere, yeni cemiyet de kendisinin böyle,her şekil ve
hududu tayin edilmiş,istikrarlı ve belirgin bir kanaat ile faaliyet alanına atılmadığını itiraf
ediyor.Ve bu hususta basının,ilmiye,hayır ve iktisadî cemiyetlerin ve millet fertlerinden bilgi
sahibi olanların yardım ve desteğini bekliyor,cemiyetin bu hususta seçtiği hareket tarzını biz
pek makul ve pek ileri görüşlülük olarak buluyoruz.”
“Bizde yapılacak cemaat teşkilatı diğer memleketlerdeki Müslüman cemiyetlerinin ve
bizdeki azınlık cemaatlerinin aynı ve kopyası olamaz.Bizim gelecekteki teşkilatımızın pek
mühim bir özelliği olacaktır.Zira Müslüman devleti içinde bir müslüman çoğunluğun
meydana getireceği bir “komite” olacaktır.Bu teşkilatın hükümete karşı vaziyeti ve onun ile
ilişkisi ne olacaktır?Nerelere kadar hukuk ve selahiyet isteyecektir?”
“Bu cihetler,pek fazla tetkik ve derinliğine araştırmaya muhtaç meselelerdir.Bizde
şimdiye kadar bu hususta o kadar çalışma yapılmadığı için meseleler henüz tamamen
“işlenmemiş”ve “olgunlaşmış” bir mertebede sayılmazlar.Bunlar için daha bir müddet
çalışmak ve mücadele etmek lazımdır.Konumuz olan cemiyet,elbette bunların işlenmesine
vesile ve hadim olacaktır.”
“Bizim fikir ve kanaatimize göre bizdeki cemaat teşkilatına evvela mahalle ve
köylerden başlamalıdır.Basitten genele doğru gitmek suretiyle derece derece gelişme
düsturlarına tabi olmalıdır.Zira bizde “cemaat hayatı” yaşamak ve idare etmek ülfeti ve
“terbiyesi” henüz karar kılmış olmadığından baştaki bu küçük teşkilat,bizim için bir tecrübe
ve ameliyat sahası hizmetini de görmüş olur.”
“Cemaat teşkilatının esası , dinin muhafazası ve yükselmesi gayesi olacaktır.Bu cihetle
bir mahalle (deki) İslam cemaatının asıl vazifesi o mahalledeki cami ve mescidlerin maddî
bakımdan imarına ve imarının devamına ve oralardaki hizmetlilerin en iyi bir şekilde
seçilmesineve hakkıyla hizmet ifa edebilmelerinin sağlanması cihetine münhasır kalır.”
“Bu gayenin sağlanması için doğal olarak ilk önce maddî imkanlar lazımdır.Bu vasıta
ve kaynaklar arasında en önemlisi ,o cami ve mescidlere ait vakıf akarları olduğu
için,mahalle ve köy İslam cemaatı,bu akarların muhafazasına ve âbadan (âyandan) olmasına
da gayret etmek vazifesiyle yükümlü olurlar.Burada onların karşısına tabii (olarak) Evkaf
Nezareti veya mütevelliler çıkacaktır.”
“Bu suretle mahalle veya köy cemaatleri , Evkaf Nezareti’ne ve mütevellilere karşı
bir cephe teşkil etmek,mutlaka onlarla mücadele etmek mecburiyetinde kalacaktır.Kendi
camilerine ait vakıf varidatının her türlü azalmadan veya kayıbtan korunması ve çoğalması
çarelerinin araştırılması için bir takım kanunî haklar ve yetkiler iddia edeceklerdir.Ve
hükümetten bunları sağlamaya çalışacaklardır.Zamanın geçmesi ile bu küçük cemaatler kendi
aralarında mühim ve muazzam bir “hey’et-i ittihadiye” vücuda getirebilecektir.Tabii bu
“Hey’et-i İttihadiye/Konfederasyon”un kuvvet ve etkisi daha büyük olacaktır.O heyeti
teşkil eden mahalle veya köy cemiyetlerinin o vakte kadar Evkaf idaresi ve mütevellileri
hakkındaki “denetleme” vazifeleri daha geniş ve daha etkili bir şekil ve kuvvet kazanmış
olacaktır.Artık o vakit nöbet Evkaf İdaresine “iştirak” ve “müdahale” mertebesine
gelir.Hükümetin Evkaf idaresine bu cemiyetler tarafından seçilen murahhaslar iştirak edip
umum Evkaf-ı İslamiye’nin mukadderatına daha etkili surette vaz’-ı yed edilir.Ve bu sayede
Evkaf idaresine,iktisadî meseleler hakkında asrî bilgileri ve fiilî tecrübeleri olan bir takım
faydalı millî unsurlar dahil olur.Bunlar sayesinde oraya yeni ve zinde bir zihniyet girmiş
olacağı cihetle Evkaf-ı İslamiye’nin idaresinde büyük bir salâh ve gelişme hasıl olur.”
18
“Böylece bütün İslam vakıflarının mukadderatı yavaş yavaş İslam cemaatının
idaresine intikal edip,hükümetin işi,yalnız “murakabe/kontrol”den ibaret kalır.”
“Bütün İslamî vakıfların mukadderatı bu şekilde İslam cemaatının doğrudan doğruya
idaresine geçtikten sonra o Evkaf varidatının sarfı da o İslam cemaatinin idaresine ve
takdirine kalmış olur.İslam cemaatının bu varidatı,özellikle kendi maksatları uğrunda
sarfetmek selahiyet ve kudretini kazanınca onun göstereceği gayelere ulaşması sağlanmış
olur.”
“Konumuz olan cemiyet,İslam cemaatı teşkilatına halkı hazırlarken yardımcı
teşkilatın aşağıdan yukarı gidecek surette vaki olması kanaatını halkta kökleştirir ise ,işin
temelini daha sağlam olarak kurmuş olur. “
“İkdam”, cemaat teşkilatı hakkındaki lüzum ve ihtiyacı tamamen takdir ettiği için,bu
meseleyi kendi sütunlarında bir çok fırsat ve hilelerle tetkik ve tasrih etmiş ve halkımızda bu
hususta bir fikir ve kanaat doğmasına pek fazla gayret sarfetmiştir.Bu cihetle bu yeni
cemiyetin teşkilini sevinçle karşılar ve onun muvaffak olmasını büyük bir samimiyetle arzu
ve temenni eyler!” (2)
Böyle bir “dilek”ten maksat,hem Müslümanların mallarını kurtarmak ve hem de işgal
altındaki İstanbul’un bir bakıma tapusu olan emlak ve dinî mabedlerin azınlıkların eline
geçmesine mani olmaktı.
Ve böylece daha o devirde,birer sivil kurum olarak cemiyat ve cemaate giden yolda
“vakıf” ve federasyon ile başlayıp konfederasyona varan bir “örgütlenme” gereği
duyuluyordu.
Bunun Müslümanlar yönü böyle iken,bir kısım münevver/aydın kişiler ise,aksine
Batı’da kilisenin papalardan ilham alarak kurduğu “sosyal içerikli tarikatlardan ibret”
almanın gereği,Müslümanlara salık veriliyordu.
“İkdam” başyazarı,Müslümanların ibret almaları için,Cenevre’den yazdığı bir
yazıda “Aziz Sen-Fransuva (III) Tarikatı” için bakınız ne diller döküyordu:
“Cenevre’den(x):
“Papa Hazretleri,bugün dünyanın geçirmekte olduğu ahlakî,ictimaî ve manevî
buhranlardan hakkıyla dehşete düşerek Hristiyanları hak ve fazilet yoluna doğru irşat etmek
için vaktiyle Katolik azizlerinden “Saint Fransouva” adlı zatın tesis etmiş olduğu “TiersOrdre de Saint François” Tarikatine girmeyi Katoliklere bir emirname ile tavsiye
etmektedir.Bu tarikatın maksadı insanları dinin faziletli ahlakı ile ahlaklandırmak,fert ve
cemiyet hayatında ahlakı bozan şeylerden korumaktır,denebilir.”
“Bu tarikate salik olanlar, ruhban ve ruhanî demek değillerdir.Bu bir ruhaniliktir ki
cismanilere şamildir.Bunu kabul edenler yine işleriyle güçleriyle meşgul olurlar,dünyadan
asla el çekmezler ve fakat çirkin ve fesadı gerektiren şeylerden kendilerini korurlar.Kanaatı
kendilerine rehber edinmek mecburiyetinde bulunanların servete
kullukları
yoktur.Eğlenceden,süslü elbiseler giymekten,altın ve gümüş takı taşımaktan,cicili-bicili şeyler
giyinmekten kaçınırlar.Böyle sade bir hayata alışmak lüzumu onları müfsit eğlencelerden de
men’eder.Balolara,bir takım müfsit eğlencelere müfsit tiyatrolara gitmezler ve müfsit kitaplar
da okumazlar.Fakat haz ve nezahetin ahlakî
olanlarını seçerler.Şiiri,musıkiyi,resmi
severler.Fakat bunların da konusu,dinî ahlaka uygun olmaları şarttır.İffet ve ismet şarttır.Bu
tarikatın mensupları nefislerini alabildiğine terk etmezler.
__________________________
2) İkdam,21/02/1337(1921)sayı:8602,sh:l,sütun:1-2 (13 Cemazielaher
1339/1921)
(x) İsviçre’de bulunan imtiyaz sahibimiz (Ahmet Cevdet Bey)
tarafından gönderilmiştir.(İkdam)
19
Nefislerini daima bir inata,bir dizgine bağlarlar.Onlarda bir insan serbesttir,istediğni
yapar,kuralı
ret edilmiştir.İnsanları manevî vazifelerinden uzaklaştıran,siyastte,ictimaî
hayatta akla geleni yaptıran,sosyal üstünlük bağlarını kesintiye uğratan ,düzeni bozan işlevleri
bu tarikat yasaklar.Daima rahat ve lezzet içinde yaşamaktan ibaret olan ve toplumu kasıp
kavuran nefsî arzuların bu tarikat can düşmanıdır.”
“Sen Fransuva Tarikati’ne çok büyük adamlar girmişlerdir.Bizzat Papa Hazretleri
de bu tarikttendir.Hükümdarlar içinde bile müritleri çoktur.Şair ve sanatkarlardan,ilim
erbabından nicesi bu tarikate girmiştir.Mesela Kristof Kolomp, meşhur şair Dante,Mikelânj
bu tarikatın bağlılarındandır.Fransa’da bugün 250 bin kişi kadar “müridi” vardır.”
“Katolikler arasında kuvvetli bir ahlakî ve manevî bağ sağlayabilmek için Papalık
Makamı , sonsuz mürüvvet , nihayetsiz lezzet, ve hazlar ile Avrupa’nın tuttuğu yolun tahrip
edici sonuçlarını, çağdaş cemiyetin alt üst olarak namus, iffet ve ismet gibi faziletlerin mahv
olacağını, insanların nefsî arzularına maddeten ve manen ram olacaklarını ayne’l-yakin
görüldüğü için bu yeni tarikate girmeye lüzum görmüşlerdir.”
xx
x
“Gelelim Müslümanlara:
“Ben bu girişimi gördüğüm zaman hatırıma Müslümanlar arasındaki
uhuvvet(kardeşlik) meselesini düşündüm.İslamiyette gelişmeci tarikatler yok değildir.Fakat
bizim tarikatler dünyayı o kadar düşünmüyorlar.Ahirete dikkatlerini çeviriyorlar.Bir tarikate
sulük sayesinde dünyevî işlerde intizam ve sürekliliği temin maddesi bir gaye teşkil
etmiyor.Hatta bazı tarikatlerin salikleri dünyayı büsbütün ihmal ediyorlar.Bu gibi tarikatlerin
şahsen ahlak-ı fâzılaya yardımcı olacağına şüphe yoksa da dünya işlerini istihkar edişi
dünyaca zaafı doğurur ki bu netice maksadımıza uygun düşmez.Bir tarikatın teşkiline büyük
faydalar vardır ki bunun en büyüğü muhadenettir.”Sen Fransuva Tarikatı” sırf Katolik
Hristiyanların feyzi için düşünülmüştür.Bunun teşkil maksadında umumî muhadenete kadar
gidilmemiştir.Katolik Mezhebinden yardım sağlanmıştır.Bu da pek doğrudur.Çünkü esas
(olan) diyanettir.Biz müslümanların şu andaki halleri dikkatle göz önüne alınırsa bizim de
böyle bir tarikate şiddetle ihtiyacımız olduğu görülür.Böyle bir tarikat sırf müslümanlar arası
muhadeneti tesis için dinde saklı olan ahlakı öncü edinerek müslümanların dünyevî işlerde
muhtaç oldukları yüceliklere çok hizmet ederdi.Vakıa İslamiyette bu muhadenet varsa da
bunun manevî bir şey olduğunu görüyoruz.Fiilen yürürlüğe girmesi için bir teşkil bağı
yoktur.Bu sırf uhrevî tarikatlerin, müridlerini bir maksada hizmete tevcih edecek usulü
mevcut değil.Müritler dünyevî bir vazife,ictimaî bir görev ifasını taahhüt etmiş
değillerdir.Eğer öyle olsaydı Kadirî gibi, Nakşî gibi büyük tarikatlerin asrımızdaki
ihtiyaçlara göre Müslümanlar arasında pek büyük ictimaî etkileri olurdu.Bizim tarikatlerde de
sade hayata riayet,ziynet ve sefahatten uzaklaşma mevcuttur.Fakat salik bunu ister ise
yapar,istemez ise yapmaz.Onu mecburiyet üzere hedefe gitmeye zorlamaz.”Sen Fransuva
Tarikatı” ise talimatlarının dikkate alınmasını amirdir.Bu tarikatın Katolikler arasında icra
ettiği etkilere dayalı,şimdi en fazla talebenin bu tarikate girmesine çalışması tavsiye
ediliyor.Avrupa’da Darü’l-Fünûn ve Yüksek Mektep öğrencilerinin “Hristiyan Talebe
Cemiyeti”adı altında büyük cemiyetleri vardır.Demek ki bu cemiyetlerin “Sen Fransuva
Tarikatı” na girmeleri arzu ediliyor ki bunun daha sonra manevî bir kuvvet teşkil edeceğine
şüphe yoktur.”
“Bizde de talebenin böyle ictimaî terbiyeyi vazife edinir bir tarikate sahip
olmalarını gönlüm arzu ediyordu.Görüyorum ki bizde gençlik pek rabıtasız,ve hizmetsiz bir
şekilde yaşıyor.Gençlerimiz muhitleri dahilinde ictimaî bir vazife ifa edemiyorlar.Eğer
20
gençler daha o çağda vatanın,milletin manevî yükselmesi için kendilerinden başlayarak bir
vazife ifasına alışırlarsa memleketimizde daha sonra gelişmede yardımlaşmayı hedef seçmiş
cemiyetlerin esası kurulmuş olur.Bunun şahsî ve ictimaî millî ahlakın zabtında büyük tesirleri
olur.Yazık ki bizde mevcut olan tarikatlerin mürşit ve önderleri asrın gereklerine göre
tarikatlerine bir vazife yükleyememişlerdir.Mesela kumarın,müskiratın yasaklanmasında bu
tarikatler ne büyük hizmetler görebilirlerdi.Tarikatı bir pösteki üzerinde, bir uzlet köşesinde
zikrullah ile uğraşmaktan ibaret sayacak olursak bundan bir umumî bir fayda husule
gelmez.Biz Hristiyanlardaki misyonerlerin ne kadar fedakarlıklar ihtiyarı ile bir vazife
edindiklerini görüyoruz.İşte o misyonerler gibi bizim tarikatlerin mensupları cemiyetçe
lüzumlu olan bazı malumata sahip olmalıdırlar.”(3).
“İkdamcı”Ahmet Cevdet Bey,bizdeki tarikatlerin tıpkı Avrupadaki Hristiyan
Tarikatler gibi etkili ve yetkili olmasını isterken, bir başka yazar ve romancı ise, seyr ettiği
bir “Rus Balesi”nin bizdeki tarikatlerin veremediği “bedenî gelişmenin ahengi”ni
sağladığına inanıyor ve bu “dans”ın toplumda alacağı konum sonucu , bedenî hareketlerle
ruhsal hazza ulaşılacağı gibi bir başka mecrada dolaşıyor ve yeni bir sosyal hayat arıyordu.
İşte savaş yılları işgal altındaki İstanbul’unda “Dans-Raks Okulu ”ndan manevî haz
duyup, tarikatlerin yerine geçmesini arzulayan Yakup Kadrî’nin yazısı:
“Evvelki akşam Kadıköy’de Apollo Tiyatrosu’nda pek müstesna bir sanat saati
geçirdik. Bu saatin tadı şu satırları yazdığım dakikada halâ damağımdadır.Peyamım,orada
benimle beraber bulunanların hepsi de bu saatte aynı lezzeti bulabildiler mi?Ümit ederim ki
bulmuşlardır.Zira Charles Baudelaire (Şarl Bodler)in dediği gibi “hayatta öyle dakikalar
vardır ki altınını sızdarmadan bırakmak caiz değildir.” Her temaşadan,her müsamereden
mutlaka eli boş,gönlü boş,gözleri boş,fikirleri boş bir halde çıkmasına alışmış olan yerli
İstanbul halkı isterim ki hiç değilse ara sıra hakikî bir sanat gecesinden titreşimleri,
heyecanları ve coşkuları ile dolsun!...İşte evvelki akşam “İnsanın Ahengi İnkişafı
Müessesesi/İnstitut de Developpement Hermonique du L’Homme”un Kadıköy’de verdiği
ilk müsamere manen o kadar fakir olan halk için en büyük zenginleşme fırsatlarından idi.”
“İnsan’ın Ahengî (Armonig) Gelişmesi Kurumu” nedir? Beyoğlu’nda Ruslar
tarafından açılmış “Dans-Raks” okuludur.Fakat dans deyince hatırınıza o biri birinden galiz
“Tango” sesleri,o yeknesak “Boston”lar ,o çirkin ve hayvanî “Terevet”ler gelmesin.Bu
mektebin her biri yüksek bir sanat ve ilim tehzibine mazhar olmuş kurumları sırrî - sıhhî ve
bediî kıymetleri olmayan asrî dansların hiç birini bile kaale almıyorlar.Ruslar nezdinde ve
Avrupalıların bir kısmınca pek fazla şöhret bulmuş olan Mösyo G.İ.Gurdjeff’in ortaya
koyduğu ilmî ve bediî sisteme göre açılan bu kurumu eski devirlerin yarı ruhanî,yarı mezhebî
havasını ihata ediyor.”
“Diğer taraftan gayet psikolojik bir sisteme dayanan bu ahengi inkişaf programı
başlıca şu “tez”lerden kuvvet alıyor:Asrî (çağdaş) insan,şimdiki hayatın bin türlü muğlak
şartları içinde yaşaya yaşaya ilkel tipinden hayli uzaklaşmıştır.Yani doğup büyüdüğü
muhitin,iklimin ve tabi bulunduğu harsın/kültürün tesirlerinden sıyrılmış, adeta manasız,
hususiyetsiz, ve şekilsiz bir hale girmiştir.Halbuki bu üç şart her insana erişmeye mecbur
olduğu kat’î ve tabiî enmuzece giden yolların en kolayını apaçık göstermektedir.Bugünkü
medeniyet insanı adeta kendi kendisinden uzaklaştırmıştır. Dikkat edecek olursanız her
insanda üç kişilik yaşamaktadır.Bu şahsiyetlerden biri düşünüyor,diğeri hissediyor,öbürü
yemek içmek gibi ihtiyaçlara tabi olarak yaşıyor.
_________________________________
(3)Ahmet Cevdet Efendi’nin başmakalesi;İkdam,20/02/1337(1921), sh:1,
sütun:1-2, sayı:8601.
21
Bir vücutta oturan bu üç şahsiyet arasında denilebilir ki hiçbir rabıtayı sevk ve idare eden
müttehit bir merkezden mahrumdurlar.Her biri kendi havasındadır.Ve düşünenin
hisseden,hissedenin yiyip içen üzerindeki etkisi hiç mesabesindedir.Bu ise benliğimizde adeta
bir tür anarşiye alamettir.Bu halin pek fena yönü şudur ki;bazan düşünen kişiliğimizin
faaliyetini,faaliyeti hisseden şahsiyetimizin haleldar eden ve hayvanî şahsiyetimizin fazla
işlemesi diğerlerinin vazifelerini alt-üst edecek bir mahiyet alabilir.İşte “İnsanın Armonik
Gelişmesi” sistemi ruhanî ve cismanî olan bütün melekelerimizin birbirinin faaliyetini ihlal
etmeyecek ve icabında birbirinin faaliyetine yardım edecek bir surette işlemesini temin
gayesine matuftur.”
“Filvaki,evvelki akşam gördüğümüz tecrübelerden de anlaşılacağına göre,Mösyo
Gurdjeff’in vaz ettiği esaslar dahilinde icra olunan bir dansın bir fertte ve bir gurupta mevcut
bütün hayatî melekeleri azamî bir faaliyete ve azamî bir gelişmeye çıkardığına şüphe
yoktur.Bu danslarda tefekkür ve tehassüs kabiliyetlerimiz daimî bir harekette bulunduğu gibi
bütün uzvî kabiliyetlerimiz de ayni zamanda bu ayni gayeye doğru hareket ve faaliyettedir.”
“Bu gaye nedir? Bütün benliğimizin –ruh ve cisim-sırrî ve bediî bir zirveye
ulaşmasıdır.Bir çok ahenktar/ritmik hareketler ve biraz musıkî ile her hareketin adi ve çirkin
benliğimizden yukarıya çıkış...İşte Mösyo Gurdjeff’in müritleri buna, insanın hakikî ve
tabiî tipine ulaşması,diyorlar.Bizim tekkelerimizdeki ayinlerden de asıl maksat bu değil mi?
Mevlevî ne için dönüyor? Rufaî ateş etrafında neden zikr ediyor? Bektaşî neden cemin
sofrası önünde semaa kalkıyor? Bu hep mevcudiyetimizin ahenkle, hareketle azamî bir
hassasiyete ermesinden ve bu azami hassasiyette vahdetini yani dengesini bulmasından başka
bir gayeye mi matuftur?”
“Esasen “İnsanın Armonik Gelişmesi” kurumunun İstanbul Şubesi müdürü Mösyo
Dey Hartman’ın müsamerenin baaşında halka verdiği izahat ve bilgi de isbat eder ki Mösyo
Gurdjeff’in sırrî ve mukaddes raks sistemleri tamamiyle bizim mezhebî ayinlerimizden
alınmıştır.Zira sitelerden biri bu zatın araştırmasına saha olan yerler Tibet’ten Afganistan’a
kadar bütün müslüman memleketleridir.Vakıa evvelki akşam oynanan rakslar meyanında ruh
ve menşe’ itibariyle Hindu ve hatta Mısırlı ve Yunanlı olanlar da vardı.Fakat Mösyo Dey
Hartman’a göre şimdiki Şark Danslarının ekserisi kadim dansların bir çok tereddilere
uğrayarak devam eden şekillerinden başka bir şey değildir.Yalnız Garb’ın icat ettiği asrî
danslardır ki hiçbir töreye dayalı bulunmamaktadır.Bunlar ruh ve gaye itibariyle insanın en
süfli melekelerini temsil etmekten ve yalnız bu melekelerin gelişmesine hizmet etmekten
başka bir şeye yaramıyorlar.”
xxx
“Bize kimi ma’şuş biçkisi, kimi çürük kumaşı, kimi hurda makineleri ile gelen
ecnebiler içinde ilk defa olarak Ruslardır ki sıcak, derin, afif ve samimî ruhları ile
geliyorlar.Bunun için değil midir ki en sıkışıklı bir demimizde, burnumuzdan kan damladığı
bir anda binlercesi birden aç ve çıplak şehrimize misafir olan bu biçarelerin ağırlıklarını hiç
hissetmedik.Hepsine güler yüzlü “Safa geldiniz!” diyerek ve sefaletlerini tahfif için
elimizden gelen gayreti esirgemedik.”
“Ruslar kendilerine karşı gösterdiğimiz bu misafir-perverliği ve hatta bu muhabbeti
ziyadesiyle ödüyorlar.Buraya yerleştikleri günden beri şurada burada açtıkları
kahvehanelerden , bu tür sanat kurumlarına kadar her teşebbüslerinde bir taraftan derin
duygulu ve yüksek harslı bir milletin zevklerini yapmak, diğer taraftan bizim hayatımıza
temessül endişesiyle bizim zevklerimize, bizim duygularımıza nüfuz hususunda hayrete şayan
bir hale sokuyorlar.”
22
“Ruslar, İstanbul’u yavaş yavaş istilâ ediyorlar.Bu bir hakikattır.Fakat kafa ve gönül
yolundan!...”(4)
Bu yazı üzerine,son dönemin fikir ve ilim adamlarından Mehmet Ali Aynî (18691945);
”Cevdet Bey Efendi’nin son mektubuna,
“Yakup Kadrî Bey Efendi’nin Kadıköy’de gördüğü oyunlara dair,”
ve
“ Bize bir tarikat lâzım mı?” mesele ve sorusu üzerinde, şöyle bir “cevap”lama
yoluna gider:
“Papa’nın Katoliklere “Sen Fransuva Tarikatı”ne girmelerini tavsiye ettiğini haber
veren Cevdet Bey’in son mektubunu okudum.Bu makalede başmuharririnizin bil-münasebe
bizim tarikatlerin mahiyet ve metalibine dair verdiği bilgi dikkat çekicidir.Ancak bugüne
kadar meşayihten biri çıkıp o makalenin bazı noktalarnı tavzih,ta’dil ve tenvir etmeliydi.Fakat
onlar tarafından henüz böyle bir teşebbüs görülmediğinden bu husustaki hakikat ve
mülahazatımın hülâsasını yazacağım.”
“Evvela,şurasını arz edeyim ki Müslümanlık kendi zatında Allah’ı ve Rasul’ünü
tasdikten ibaret olmakla beraber bu tasdik keyfiyeti daha sonra bir muahede ile te’yid
edilmiştir.Şöyle ki mukavele pek muhataralı ve tehlikeli bir günde Müslümanlar ile Nebileri
arasında akt olunmuştu.Müslümanlar o gün Rasulullah’ın elini tutarak kendilerinden
ayrılmayacaklarına söz vermişlerdi.İşte onların bu samimi ittihadı kendilerini o tehlikeden
kurtarmıştı.Binaenaleyh bir Müslümanın bugün sözü ,özü ve fiili birbirine uygun ve
düzgün,fazilet ve istikametle nitelenmiş,sevgi ve itimada layık bir zat olup onun huzurunda o
güne kadar işlemiş olduğu günahlardan sahih olarak tevbe ve nedamet ettiğine ve ondan
itibaren kimseye fenalık etmeyeceğine,yalan söylemiyeceğine ,kimsenin malını
çalmayacağına,kimseyi öldürmeyeceğine,hasılı her türlü yasaklardan sakınacağına dair söz
vermesi ve sözünde Allah’ı,Rasulullah’ı ve Pîran-ı I’zam’dan birini şahit tutması, o birinci
muahedeyi tecdit ve te’kit etmekten ibarettir.İşte şeriatın bâtını olan tarikate girmek bu
demektir.”
“Yoksa tekkede oturup çorba içmek değildir.”
“Ondan sonra o adamın bütün fiil ve hareketleri ,o intisap ettiği zatın nezaret ve
murakabesine tabi olur.Ben dünyada bundan müessir ,bundan nafiz ve feyyaz bir ahlakî
rabıtanın mevcut olacağını zannetmiyorum.Yemen’de müşerref olduğum Şazelî
Meşayihinden Şeyh Hammad ile Harput’ta elini öptüğüm Halidiye Meşayihinden
Bedreddin Efendi Hazretleri ‘nin müntesipleri üzerinde pek mühim bir engelleyici zabıta
vazifesini ifa ettiklerini fiilen gördüm.Bununla beraber bazı şeyhler bu vazifeyi ifa
etmiyormuş,edemiyormuş,bu o kural ve kurumların kusuru değil,belki o şeyhlerin
ehliyetsizliğinden doğmaktadır.Eğer o şeyhler tarikatın ruhunun icaplarından olduğu üzere
irşada,ahlakın süslenmesine,karşılıklı yardımlaşmaya,insan oğluna şefkate ve insanlar
arasında dostluk ve sevginin sağlanmasına ve insanların arasını bulmaya ait vazifelerini ifa
etmiş olsalardı,Cevdet Bey Efendi’nin gerekli görüp,arzuladıkları sonuçlar ne kadar feyizli
bir şekilde gerçekleşmiş olurdu.Hasılı yine tekrar edeyim:Hangi tarikat olursa olsun o
muahede yenilenirken “Ben dünyadan kaçacağım, yalnız bir lokma ve bir hırka ile
yetineceğim.” diye bir teahhütte bulunamaz.Eğer öyle olsaydı o büyük, ma’mur ve çorbası
bol Astane/İstanbul’un dergah ve zaviyelerini kimler inşa ettirecekti? Süleyman a.s.
saltanatla nübüvveti bir arada topladığı gibi Ehlullah’ın bazı büyükleri de servet sahibi
idiler.”
_______________________________
(4) Yakup Kadrî, Kadıköy’de bir müsamere; İkdam,
11/02/1337(1921), sayı:8592, sh:3, sütun:1-2.
23
“Gelelim şimdi Yakup Kadrî Bey Efendi’nin geçenlerde Kadıköy’de temaşa ettiği
oyunlar hakkındaki mülahazalarına:
“Muhterem Edîb’e o kadar büyük bir ruhanî sefa sağlayan bu oyunlar vesilesiyle
derim ki:
“Ey Bey Efendi!...Farz ediniz ki Ayasofya Camii’ndesiniz.Tepenizde 50 metre
yüksekliğinde muazzam ve muhteşem bir kubbe var. Etrafınızı sanatın şaheserlerinden
sayılan heybetli ve gönül çekici sütunlar sarmış, başınızın üzerinde binlerce kandil yanıyor,
sağınızda solunuzda önünüzde arkanızda sizin gibi pak ve temiz binlerce insan dizilmiş,
hepiniz birden kıbleye yönelmiş olarak huşu içinde bekliyorsunuz.Derken ta önde bir adam
bir kumanda ile sizi toptan kaldırıyor, biraz sonra ikinci bir kumanda ile yine hepiniz büyük
bir intizam ve ihtiram ile eğilip,o mağrur ve bülend alnınızı kulluk ve mahviyet toprağına
sürüyorsunuz.Bir müddet böyle mütevazi ve hakir bir şekilde kaldıktan ve yalvardıktan sonra
yine insanlık haysiyet ve şerefinize layık olduğu vech ile irkilip kalkıyorsunuz.”
“Acaba kamil ve mutlak eşitliğe tabi muazzam bir cemaatın “muayyen mekan ve
zamanlarda” böyle peşi sıra ve düzenli olarak hareketlerindeki kuvvet ve azametin ruh ve
manasını o Moskof Efendi’nin size gösterdiği hareketlerle mukayese buyurur musunuz?”
“Muntazam ve muttarit hareketlerin muayyen vakitlerde ve bilhassa toplu olarak
ifasındaki büyük medenî faydaları herkesten evvel ve herkesten ziyade takdir buyuran Nebi-i
Hâkîm bu sebeble namazı dinî ibadetlerin en önde geleni ve en önemlisi olarak Hak
tarafından emir buyurmuşlardır.”
“Hasılı mürettep bir usul ve kaideye uygun olarak yapılan hareketlerin insanda ruhanî
bir tesir yaptığını bilen Pîran-ı İzam da vaz ettikleri tarikatlerde bu cins hareketleri iltizam
etmişlerdir.Vakıa İstanbul’da zahir uleması “Bunlar rakstır.” diyerek şiddetle men-ı kıyam
etmişlerdir.Hatta tekkeleri yıkmaya karar vermişler.Ötekiler de “Hayır, bunlar raks değil,
sema’ ve devrandır.” demişler.Her iki taraf sayısız kitaplar yazmışlar,fetvalar almışlar.Fakat
isim kavgasından ne çıkar,işin hakikatı bence şudur:
“Bir çok kimse ile elele tutarak bir halka olmak, hep beraber dönmek, dönerken öne
arkaya ,ya sağa veya sola doğru sallanmak ve bu hareketleri muttarit/peşi sıra ve ahenkli
kurallara tatbik ile ve bir şeyhin kumandasına imtisalen İlahî nağmeler işiterek yapmak
Lâhutî bir rakstır.Fakat raks lâfzını komedyenlerin oyunları gibi nefsanî oyunlara tahsis
ettiğimizden ötekilerine sema’ ve devran demişlerdir.Pek alâ .İşte bu sema ve devran
esasında hasıl olan ruhanî sefanın diğer hiçbir zevkle mukayesesine cevaz yoktur.Gerçi
saçları kokulu,ve vücut deliklerinin her tarafından sarhoş edici ve şehvet-engiz rayihalar
yayılan müstesna bir dilberin belinden sarılıp ,göğüs ğöğüse sıcak,müzeyyen ve münevver bir
mecliste dönmek,sıçramak da pek büyük bir lezzet ve safa olduğuna şüphe yoktur.Fakat bu
pek şeytanî ve düzahî/cehennemî bir lezzettir.Çünkü bunun içinde
kıskançlık,hırs,haset,kin,intikam,hile ve şeytanlık gibi insanı ezen,kemiren çeşit çeşit
rezaletler vardır.Ve bunların arkasından nice nice şenaat ve rezalet ve bazan da cinayetler
vuku bulmaktadır.Tabiî Frenkçe romanlarda bunların türlüsünü görüyoruz.Fakat bizim sema
ve devranlarımızda yalnız nezahet ,yalnız safvet ve yalnız samimiyet ve lahutiyet
vardır.İnsanı yükselten,temizleyen öyle bir muhit içinde insan yalnız Rahmaniyetin en yüksek
ve leziz safhaları ile sermest olur.”
“Her gün sabahtan akşama kadar hayatın nice nice saldırı ve imtihanlarına tesadüfle
bazan kendinden de, dünyadan da bezen biçare insanların öyle bir safa dolu ruhanî meclise
gelip bir müddet kaldıktan sonra orada ne kadar büyük bir cesaret ve ne kadar şevk ve
ümit,kalp huzuru ve teselli ile çıkacağını tasavvur ediniz.Bizde tekke ve tarikat deyince hatıra
mutlaka atalet ve mutlaka başkalarının kesesinden kibarca geçinmek gibi bir şey
geliyor.Binaenaleyh bu ifademde tabiî suistimalleri ve sui-tevilleri dikkate almamış
oluyorum.Ve bundan dolayı şu tarikat aleminden ruhu büyük,azîm ve iradesi büyük bir
24
adamın yetişerek sönmüş emellere,donmuş kalblere yeni bir heyecan ve hararet nefh etmesini
şiddetle temenni ederim.”
“Vaktiyle bazı pehlivanlar bir kılıç vuruşunda koca bir atlıyı başındaki
tolgası,arkasındaki zırhı ve altındaki atıyla beraber ikiye biçermiş.Bunu mübalağaya
yormamalı.Zira bir kaç sene evvel Bağdat’ta vefat eden Dağıstanlı merhum mücahit
Muhammed Fâzıl Paşa da çengele asılmış üç-dört koyunu bir kılıçla ikiye biçerdi.Ancak o
kılıçla cılız ve dermansız bir adam bir ağaç dalı bile kesemez.Acaba onun bu başarısızlığını
kılıcın demiri fena olduğuna veya ağzı körleştiğine mi yoracağız? Haşa,bu başarısızlık onu
kullanan bilekteki acizliktendir.O halde en geniş bir çember olan tarîk-i Muhammedî ile
onun içinde mahfuz bulunan diğer tarikatlerin hepsi insanlığın saadet ve selametini
omuzlayan kural ve adabı ihtiva etmekle beraber onların feyzini çıkaracak ancak
bizleriz.Sözün özü, ne Cevdet Bey’in tavsiye ettiği yeni bir tarikat icadına ve ne de Yakup
Kadrî Bey’in bahs ettiği hareketlere imrenmeye lüzum vardır.Hemen biz elimizdeki
nimetlerin hakkını vermeye aşkla teşebbüs edelim!...23 Şubat 1337” (5)
Bu tartışmaların sürüp gittiği yılları bir düşünün...Nelerle uğraşıyordu, münevver
tabaka! Ve bu tartışmada,en sağlıklı yönü yakalayıp sürdüren M.Ali Aynî iken, ne acıdır ki,
birkaç yıl sonra ülke yeni bir “devrim” sürecine girerken,dün ne söylenmişse daha sonra
tamamen aksini yapmışlardı.
_________________________________________
(5) Mehmet Ali Aynî , Bizdeki Tarikatler; İkdam,
25/02/l337(1921), sh:2, sayı:8606.
*(M.Ali Aynî, sadece bu makale ile yetinmemiş, çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı
yazıları bir kitap haline getirmiş ve “İntikat ve Mülahazalar” adı altında yayınlanan
eserinde; dinî,felsefî, tasavvufî, ahlakî ve edebî konuları işleyip, aynı şekilde Fuat
Köprülü, Yakup Kadrî ve “Mahkeme-i Temyiz azası” Nazîf Bey’e gereken cevapları
vermiştir:Sema’ ve Devran (sh:145-154),Tasavvuf Meselesi (155-189), Yakup Kadri Bey
Efendi’ye: Bize hangi ahlakı tavsiye ediyorsunuz? (206-211), başlıklı yazıları ile gereken
ilmî cevapları vermekten çekinmemiştir.”(Kitabhane-i Sudî 1339-1923/İstanbul)
25
İSLAM ve “KATOLİK “ TARİKATLER
Bu “tarikat” tartışmasına katılanlardan biri de Köprülüzade Fuat (1890-1966)
olmuştur.Onun “genç bir müderris” olarak,tasavvuf tarihi konusunda,-Veled Çelebi (
İzbudak,1869-1953), Mehmet Ali Aynî, İzmirli İsmail Hakkı Bey (1869-1946) Efendilerebir hitabı ile kitabî çalışmalara önem verilerek,Katolik Enstitülerinden kendi tarihimizi
öğrenmek gibi bir gafletten kurtulmuş olacağımıza işaret eder:
“İslam kavimlerinin tarihine, dinine, edebiyatına, ruhî ahvaline ulaşan biilgi sahibi
olmak için tetkik ve ta’mimi gereken marifet sahalarından biri de “Tasavvuf
Tarihi”dir.Tasavvuf cereyanlarının İslam aleminde asırlardan beri ne kadar kuvvetli etki
yaptığını, İslamî hayatın her noktasında nasıl bir etkili amil olduğu düşünülürse, “Tasavvuf
Tarihi” vücuda gelmeden “İslam Milletleri Tarihi”nin gereği şekilde yazılamayacağı
derhal teslim olunur.Gerçekte bir taraftan “kelam”,diğer taraftan “felsefe” ile gayet sıkı
münasebeti bulunan “tasavvuf”,edebiyat aleminde gayet kuvvetli tesirler vücuda getirmek
suretiyle zevk üzerinde etkili olduğu gibi halk arasında yapılmak suretiyle pek mühim ictimaî
teşkilat şeklinde de meydana çıkmıştır.İslam Milletleri arasında halâ bugün bile hükümran
olan muhtelif tarikatlerin ,asırlar esnasında oynadıkları rollerin önemi izahtan
müstağnidir.Aynı zamanda fikrî,edebî,hatta bir çok defalar siyasî bir mahiyeti haiz olan bu
roller etrafı ile tetkik ve tahkik edilmeden İslam Tarihi’ni anlamak imkansızdır,diyebiliriz.”
“Bir misal olarak kendi tarihimizi gösterelim:
“Osmanlı Tarihinin ilk safhalarını,hatta daha umumî olarak,Anadolu’da
Türklerin nasıl ve ne suretle yerleşip yaşadıklarını anlamak,o devirdeki tasavvuf
cereyanlarını bilmeksizin nasıl kabil olabilir? “Babaîlik” hakkında sarih bilgiye sahip
olmadan “Ahîlik” namı altında bütün Anadolu’yu asırlarca kaplayan teşkilat şebekesini
öğrenmeden,”Bektaşî”, “Mevlevî” tarikatlerinin menşe’ ve inkışafı hakkında gerekli ve
müsbet bilgi edinmeden Osmanlı Tarihi araştırmalarına başlanabilir mi? Sonra X. Asra kadar
Osmanlı Tarihi’nde sık sık gördüğümüz dinî-siyasî kıyamlar, tasavvuf tarihi ve tasavvufun
Türkler arasındaki tesirleri bilinmeden bir muamma şeklinde kalmaz mı?Bu mühim meseleler
karşısında “Tasavvuf Tarihi”nin önemini tasdik etmeyecek ve bu husustaki bilgisizliğin
diğer tarih şubelerini tetkik için ne kadar zararlı olduğunu itiraftan çekinecek hiçbir tarihçi
yoktur.Bu ufak misal bize “Tasavvuf Tarihi” tetkikatının,etnografik araştırmalar
hususundaki önemini de anlatabilir.Bugün memleketimizde “Kızılbaş,Tahtacı,Babaî... “ gibi
ünvanlar altında mevcut bir takım mühim itikadî zümreler vardır ki memleketimizi tanımak
ve idare edebilmek için bunlar hakkında “Etnografik” tetkikat icrasına er-geç mecbur
olacağız.Bunu biz yapmasak bile her halde Avrupa uleması mutlaka buna tevessül
edeceklerdir.İşte tasavvuf tarihinin ve bilhassa Türkler arasındaki tasavvuf akımları
araştırmalarının bu hususta büyük faydası olacaktır.Anadolu’da daha Selçuklular
zamanından başlayarak X. Asra kadar pek mühim tezahürat meydana getiren,fikrî,edebî,siyasî
bir çok neticeler doğuran dinî hareketler hakkında yapılacak ciddî bir tetkik tarihi ,bugünkü
etnografların doğru müşahedelerde bulunabilmeleri için en büyük yardımcı olacaktır.Böyle
bir tarihî esasa istinat edilmiyerek yapılan etnografik tetkiklerin ne kadar yanlış olduğu
şimdiye kadar bir çok defalar tezahür ve tebeyyun etmiştir.”
“İslam Milletlerinin psikolojisini anlamak isteyen Avrupalılar,bu hususta
belki en mühim bir vasıta olan “Tasavvuf Tarihi” tetkiklerine senelerden beri büyük bir
ciddiyetle devam etmektedirler.İlk zamanlarda gayet basit ve ibtidâî mahsuller vücuda getiren
hatta bir aralık yolunu şaşıran bu cereyan, bugün doğru yolunu bulmuştur.İlk zamanlarda
birden bire terkibi mahsuller vücuda getirmeye ve meseleyi az bir zaman içinde suhuletle hal
ve intaca çalışan araştırmacıların iflasından sonra son 25 seneden beri ayrı ayrı ve kılı kırk
26
yararcasına tahlilî eserler vücuda getirmeye çalışılıyor.Tasavvuf Tarihi hakkında pek ciddi
mesaide bulunan “Massignon”un itirafı vech ile henüz “Umumî ve terkîbî bir tasavvuf
tarihi” vücuda getirilemez.Bu husustaki tetkikat henüz böyle büyük bir iş için yetersiz
bulunuyor.Lâkin bir taraftan eski tarihî kaynakların neşri,diğer taraftan muhtelif tarikatler ve
büyük mutasavvıflar hakkında ayrı ayrı tetkikat icrası suretiyle,istikbal için
hazırlanılmaktadır.”Massignon”un ,mesela “Hallac-ı Mansur”hakkındaki
tetkikatı,”Klerman Hoovar”ın “Mevlevilik” hakkında en mühim kaynaklardan biri olan
“Eflakî Menakîbi”ni terceme ve neşre başlaması ve daha bu kabil mesaî ,ilerde vücuda
gelecek bir “Tasavvuf Tarihi” için çok kıymetli kaynaklardır.Müsteşrikler arasında
Türkler’e ait tetkikatla uğraşanlar pek sınırlı olduğundan,bizzat çalışarak Türkler arasındaki
tasavvuf tecelliyatı hakkında araştırma yapmamız elzemdir.Bizim “Yesevilik Tarihi”
hakkında ve bilhassa Anadolu’daki tasavvuf cereyanları hakkında ayrı ayrı tarihî tetkiklerde
bulunmaya çalışmamız bu marifet sahasının fevkalade öneminden ve edebiyat tarihi ile olan
samimi bağlarından ortaya çıkmaktadır.”Babaîler, Ahîler, Kalenderîler, Abdallar,
Bektaşîler, Hurufîler, Kıazılbaşlar...” gibi muhtelif zümreler hakkında icra ettiğimiz
tetkikat,eğer intişar edecek olursa ,bütün kusur ve noksanlarıyla beraber umumî tasavvuf
tarihinin mechul bir faslını oldukça aydınlatmış olacaktır.Yalnız Anadolu Türkleri Tarihi
için değil,Anadolu’da icra edilecek müstakbel etnografik tetkikat için de bir esas teşkil
edeceğini tahmin ettiğimiz bu eser maalesef şu andaki şartlar dahilinde gayr- matbu kalmaya
mahkumdur.Veled Çelebi, Mehmet Ali Aynî, İzmirli İsmail Hakkı Bey Efendiler gibi
ihtisas sahiblerinin tasavvuf tarihi hakkında icra ettikleri mühim tetkikler de maalesef aynı
sebeplerden dolayı yayınlanmamış kalıyor.Evkaf veya Meşihat-ı İslamiye bu gibi
mütehassislerin kıymetli yardımlarını temin ederek tasavvuf tarihi hakkında tetkikat ve
neşriyat icrasına teşebbüs ederlerse ,omuzlarına düşen önemli bir vazifeyi ifa etmiş
olurlar.İslamî tarikatlere hizmet “Meclis-i Meşayih” adı altında idarî bir meclis teşkili ile
değil, asıl bu gibi ilmî hizmetlerle olur.Yoksa bu lâ-kaydi durum böyle devam ederse
,tasavvuf tarihini de diğer şeyler gibi yabancılardan öğrenmek elîm mecburiyetinde
bulunacağız.”
“Makam-ı Meşihat,İslam gençlerinin tasavvufu,Katolik Enstitülerinin
neşriyatı sayesinde öğrenmelerini tecviz ediyorlarsa, şimdiki lâ-kaydi durumunda pek ala
devam edebilir ki biz buna inanmak istemeyiz.”(6)
Sen misin,böyle yazan? Hemen Faut Köprülü’ye “İkdam”da cevap verilir ve
hiçbir milletin “dinî hayatını” hiçbir yerden alamıyacağını ifade eden bir üslup
kullanılır.Yazı,üslup itibariyle ağır,fakat “tasavvuf tarihi” bakımından ilmî derinliklere
dayanması,yazıyı “İstanbul-Cerrahpaşa”dan gönderen zatın,iddialarında ciddiye alınacak
doneler ileri sürüyordu:
“Bir millet iktisadî ihtiyaçlarını,hatta aklî maarifini hariçten tedarik edebilir.Fakat dinî
hayatını (bir) başka yerden alamaz.Milliyetini ancak manevî kaynaklarından sızan duygularla
tatmin edebilir.Şunun bunun ihsan sofrasından dökülecek kırpıntılara gözlerini dikmiş olan
millet aç kalır.”Ana sütü ile beslenmeyen çocuklar zor yaşar.” diyorlar.”
“Fuat Köprülü Bey’in “Dersaadet” Gazetesi’nin 29 Teşrinievvel
1336(1920) tarihli sayısında yayınlanan “Tasavvuf Tarihi”başlıklı makalesinde iki noktayı
dikkate şayan gördüm.Bunlardan biri Babaîler, Ahîler, Kalenderiler,
Abdallar,Bektaşîler,Hurufîler, Kızılbaşlar gibi muhtelif zümreler hakkında icra ettikleri
tetkikatın tasavvuf tarihini tenvir edeceği;diğeri de Mansignon’un Hallâc-ı Mansur
hakkındaki tetkikat ile (Kleman Hovar)’ın “Mevlevilik” hakkındaki “Eflakî Menakîbi”nin
pek kıymetli kaynaklar olacağı fıkralarıdır.”
_________________________________
(6) Köprülü-zade Mehmet Fuat,Tasavvuf Tarihi;Darü’l-Fünûn Türk Edebiyatı Tarihi
müderrisi,Dersaadet (Gazetesi),sayı:106,29 Teşrinievvel 1336(1920),sh:2.
27
“Babaîler,Batınîler, Noktavîler,...Tahtacılar,Mum Söndürenler ile daha bilmem
kimler dahi ilave olunduğu halde bunların Sofiye,yahut Mutasavvife ile bir münasebeti
yoktur ki haklarında icra edilen tatbikatın tasavvuf tarihini tenvir etmesine ihtimal
verilebilsin. Bu cihetle icra edilmiş olan tetkikat olsa olsa zenadıka ve melamedi tarihini
aydınlatabilir.”
Ecnebi kaynaklara müracaat noktasında ısrar edilecek olursa ve böyle bir tarih her
halde Avrupa zihniyetiyle yazılırsa,bunun İslamiyet aleyhinde zenbereği kurulmuş bir
makineden başka bir şey olamıyacağı tabiidir.”
“Gerçekte tasavvuf tarihi yazmak kolay bir iş değildir.Zındıklaşmış mutesavvife
sözleri ile ihtilat etmiş olmak itibarıyla pek girintili çıkıntılı,son derece özentili bir
şeydir.Buralarının farkında olan Müsteşriklerin böyle bir ucu bucağı olmayan bir maarif
denizinde, nasıl müşavirlik edebileceklerini henüz kararlaştıramamış olması da meselenin
önemini gösterir.”
“Maamafih Avrupa kütuphanelerine hicret eden İslamî eserlerden istifade etmek
ihtiyacından müstağni değiliz.mümkün olduğu kadar onları v e elde bulunanları tetkik ederek
muhteviyatını anladıktan ve daha sonra Avrupa’nın bir dereceye kadar tarafsızlığına emin
olacağımız ulemasından da efkar ve mütalaalarını dinledikten sonra ilmine uygun bir tarih
vücuda getirilebilir.Bir ilmin tarihi,o ilmin mahiyetini tetkikteki mükemmeliyeti ile mütenasip
olur.Bu güçlükleri göze aldırmayacak olursak “Ko desinler Şah, bu dağın bağı var.” meşhur
sözüne uygun bir hakikatsızlıkla karşılaşmış olacağız.”
“Tasavvuf tarihinde en fazla dikkat nazarına alınacak nokta,Sofiye-i Sünnet ve
Sofiye-i Hikmet ile zındıklaşmış mutasavvifenin farkını bulmaktır.O vakit İslam
tasavvufunun ne kadar dakik ve rakik olduğu ve bunun manevî hayatımızla ne derece alakadar
bulunduğu meydana çıkar.Bu babta gösterilecek marifet ,tasavvufu,zenadıka ile karıştırmakta
değil,bunları karşılaştırmaktadır.”
“Tasavvuf tarihi yazmanın ne kadar müşkil bir mesele olduğunu Fuat
Bey Efendi,haşa,bilmiyor,diyemem.Tasavvuf tarihinin siyaset ve edebiyat tarihimizle de
şiddetli bir bağı bulunduğunu takdir ediyor.Fakat her tarih,başta kendi alanı içinde
muhakeme edilir.Bilhassa tasavvuf avam-ı nas (halk tabakası) için değil,ümmetin havassına
mahsus bir ahlakî terbiye usulüdür,ahlak demektir.Ahlak sahibi olmanın tarzı ise adamına
göre hükmü değişir.Havassın maneviyatı bir yaygı gibi ortaya serilemez.Esasen esrarengiz bir
şekil almış olması da bundan doğuyor.Bundan dolayı ecnebiler ve bizim bir çok gençlerimiz
İslamiyette gizli kapalı bir şey var zannıyla kuşkulanıyorlar.Halbuki bu hususiyet insanların
kabiliyetinin ahlaklaşmasından doğan bir zarurete müstenittir.Ve bütün münzel kitaplar ve
ilahiyat ile meşgul olan eski hükema buna riayet etmiş,hatta Eflatun öğrencisi Aristo’yu
İlahî bilgileri herkese söylemiş olmasından dolayı muaheze etmişti.Tasavvuf dilinde bu tarz
beyana “Avam-hitap” tabir ederler.Ekser sofiyye avam tarafından irat edilen
sorulara:”Sorunuzun cevabı,korunmasıyla yükümlü olduğum bir hakikate taallük
ediyor.”derler. Buna da “Emanetullah” adını verirlerdi.Fakat bir kısım sofiye bu hususiyetin
muhafazasının devamında bir takım mahzurlar gördüler.Bu konuda zuhur eden çirkin
anlayışlara (sui tefehhümlere) karşı bazı ıstılahlar vaz’ıyle kitaplar telif ettilerse de daha
sonraları İslamın safvetini bulandırmak maksadıyla tasavvuf yoluna giren Melamite yine
suistimalden geri durmadılar.Bu cihetlerin açıklık kazanması için her sınıfın sofiye ıstılahatını
bu gibi manalarda kullandıklarını bilmek iktiza eder.”
“Tasavvufa dair ilk kitap yazmak lüzumunu hisseden Zünnun-i Mısrî ‘dır.Vefatı
245 hicrî yılına tesadüf ediyor:(Miladî.859).Hicrî 291 (m:903)’de rihlet eden Amr bin
Osman el-Mekkî de tasavvufa ait mühim kitaplar telif etmişti.Fakat tasavvufu ilmî bir düzen
içinde tesbit eden Seyyidu’t-taife Cüneyd-i Bağdadî ‘dır:(V:298,M:910).Cüneyd-i
Bağdadî,Sofiyye-i Sünnet’ten idi.”Sofiye-i Sünnet” demek,ahlakî muamelat yoluna devam
eden İslam ulemasıdır.Bu bakış açısına göre,tasavvuf,taammuk (derinleşmek) demektir.Din
28
işinde derinleşme ve tefakkuh (derin fıkıh bilgisine sahip olmak) manasında kullanılır.
Hamlden başka amelde de çalışan,yani İslamiyeti fikirlerde de yaşatmak cihetini gerekli
görenlere “Sofiye- Hikmet” derler.Bunlara göre de tasavvuf,muhakkak ile tarif
olunur.İslamiyeti hâl ve fikir olarak hakikatlendirmek manasını kast ederler ki her ikisinin
maksadı da dini ruhlarda yaşatmak esasını takibe matuf bir ahlaklanma yoludur.”
“Cüneyd-i Bağdadî tevhid ve tasavvufa ait gayet ihtiyat ile söz söylerdi.İlmî
tetkiklerine tilmizlerinin/öğrencilerinin eserlerinde tesadüf olunur.Zahirî ilimlerde de yed-i
tulası/çok geniş bilgisi/olduğu için Müşarü’n-ileyh Hazretleri’ne “Seyyidü’t-Taifeteyn”
derler.Asrında hiçbir alim yoktur ki Cüneyd’i ziyaret etmesin.Sofiyye’nin meşhurlarından
kimse yoktu ki kendisinden hırka,irade,sohbet nisbetlerini almış olmasın.”
“Tilmizlerinden h.305(m.917)’de rihlet eden Ebu Abbas Ahmet bin İmran adlı zat
Şiraz’da Sofiye’nin usul ve mertebelerini neşr ve tamim etmiş,eserlerinde tasavvufun şer’î
nasslarla isbatı cihetlerini ayrıntılarıyla göstermiştir.”
“H.320(M.932)’de rihlet eden diğer öğrencisi Vasıtî kadar tasavvufa dair tafsilat veren
yoktu.Asrında Cüneyd’den sonra zahir ve işaret ilminin İmam-ı Müşarün-bi’l-benanı
(parmakla gösterilecek imamı)idi.”
“Diğer öğrencisi Ebu Bekr Şiylî (Şiblî?) zahir ilminde de pek büyük bir zat idi.Fakat
şeyhi ve sairleri gibi değildi.Ahvalinin ilk dönemlerinde bir çok boş sözlerde bulunduysa da
makam sahibi olunca hali değişti.Şiylî gayet açık sözlüydü.Cüneyd gibi ihtiyata riayeti
yoktu.”Hakikat,hakikattır.Bunu herkesin bilmesi lazım gelir.” derdi.”
“H.328(M.939) ‘de rihlet eden Ca’fer Halidî’nin 200 kadar meşayih divanı
topladığı,445 (M.l053)’de Şeyh Ali Şirazî ‘nin 30 000 miktarında sofiye menkıbeleri
topladığı düşünülürse,sofiyenin eserlerinin şimdiye kadar ne sayıya ulaştığı anlaşılır.”
“1X. Hicrî asırda “tasavvuf” lafzının tarifleri iki bini aşmıştı.Bu genişliği tasavvur
eden makale sahibi:”Meşihat’ın önderleri, İslam gençlerinin tasavvufu Katolik
Enstitülerinin yayınları sayesinde öğrenmelerini gerekli görüyorlarsa, şimdiki durumda
pek ala devam edebilir.Biz buna kail olmak istemeyiz.” diyor.Ve bu kutsal hamiyet
duygusu ile ulemanın ilmî desteklerine ihtiyacını ortaya koyuyor.”
“Fakat tasavvuf tarihinde “Tarih-i Siyasî Encümeni”nin akibetine uğramamak için
3’er mütehassisten kurulu 4 heyet seçilerek bunlardan; biri, Istılahat-ı Sofiye’nin tarif ve
tertibine;ikincisi,İlmiye tariki silsileleri ile sofiyenin meşhurlarına ait hal tercemelerinin cem
ve telfîkine; üçüncüsü,zındıklaşmış mutasavvifenin taklitlerinin tayini ile bu konuda İslam
aleminde oynanan rollerin yazılmasına;dördüncüsü,sofiyenin eş’ar ve edebiyatının tedvinine
tahsis edilirse ve her encümenin vücuda getireceği eserin nihayet 20 formayı aşmaması
cihetlerine de itina kılınırsa az bir zaman içinde gayet faydalı ve muhtasar, münakkah/
süzülmüş/ bir tasavvuf tarihinin vücuda gelmesi işten bile değildir.Belki de bunların çoğu
ehli ve erbabı tarafından ihzar edilmiştir.Bu suretle hem meşayih-i kiramın ulvi mevkileri
tayin edilmiş olur,hem de tevcih-i meşihat için verilecek imtihanlara bir zemin-i cereyan
hazırlanmş olur.Tasavvuf da bu sayede şunun bunun pek hoş ve pek beyhude olan dırdırlı
muahezelerden /sorgulamalardan/ kurtulur.”(7)
Bu makale yazarının ileri sürdüğü tekliflerin ciddiyeti olarak,Fuat Köprülü de tekrar
konuya geri dönüp;
“Nazif Bey Efendi’ye!...” diye bir ciddiyet havası içinde,bu tasavvuf kültür,tarih ve
edebiyatı kadar şiiri üzerinde ,tarihimizden gelen “sivil toplum kültür ve ürünü hakkında”
gereken sonucun alınabilmesinin tek çaresi “asrî bir tarihçi zihniyeti”ne sahip
olmaktır.Köprülü-zade Fuad’ın isbat etmek istediği iddia budur:
______________________________
(7) Cerrahpaşa’dan Nazîf, Tasavvuf Tarihi münasebetiyle;İkdam,20 Teşrinisani
l336(1920),sh:3
29
“Tasavvuf cereyanı,İslam tarihinde eskiden beri büyük bir rol oynadığı halde henüz
memleketimizde bir tasavvuf tarihi yazılamadığını,ve bunun yalnız felsefe ve kelam tarihi ile
değil,siyasî tarih ve edebiyat tarihi ile de pek yakından ilgili olduğunu göstererek Makam-ı
Meşihat’ça bu ihtiyacın tatminine çalışılması lüzumunu “Dersaadet” Gazetesinde münteşir
bir makalemde ileri sürmüştüm.Zât-ı âliniz “İkdam”ın 20 Teşrinisanî (Kasım) sayısında bu
makalenin başlıca iki noktasına itiraz buyuruyorsunuz:
“1) Babaîler, Ahîler, Kalenderîler, Abdallar, Bektaşîler , Hurufîler gibi muhtelif
zümreler hakkında hazırlamış olduğum tetkikat,fikr-i âlinizce tasavvuf tarihi değil, zenadıka
/zındıklar/ ve melâhide/mülhidler-Allahsızlar/ tarihini tenvir edebilirmiş.Bunların sofiye ile
münasebeti yokmuş.”
“İlk önce şu ciheti itiraf edeyim ki tasavvuf tarihi hakkında incelemelerde
bulunacakların kat’î olarak tasavvufculardan olmaması kanaatindeyim.Bir insan kendi
terceme-i halini nasıl tarafsızca yazamazsa bir mutasavvıf da kendi mesleğini bir
müverrihe/tarihçiye/ yakışacak tarafsızlıkla tetkik ve ihata edemez.Onun yazacağı,olsa
olsa,bir müdafaanameden ibaret kalır.İşte bu noktadan İslamiyetteki tasavvuf cereyanını sırf
bir “meslek-i felsefî” ve bir “cereyan-ı siyasî ve ictimaî” olarak bir “küll” halinde tetkik
etmelidir,kanaatindeyim.Büyük ve bariz şahsiyetlerin tetkikinde bir “felsefe sistemi”şeklinde
nazar-ı itibara alınmak icap eden tasavvuf,tarikatlerin tetkiki esnasında felsefî esaslara dayalı
ictimaî ve siyasî cereyanlar gibi muhakeme olunmalıdır.Tasavvuf tarihini tetkik edecek
kimsenin evvela araştırmaya mecbur olduğu şeyler:”Tasavvufun kaynakları,tekamül tarzı
ve inkişafı,büyük mutasavvıflar ve tasavvufî zümreler arasındaki farkların
mahiyeti,sofiyenin esaslarının kitap ve sünnetten iktibas edilmiş olup olmadığı” gibi
temel meselelerdir.Tarih tetkikleri hakkında bugün ulema arasında kabul edilmiş usullere
uyarak yapılacak olan bu araştırmaların gayesi,sofiye mesleğini müdafaa veya tahrip
değil,İslam tarihini tenvirdir.Binaenaleyh yalnız “sofiye-i sünnet” ve “sofiye-i hikmet”adını
verdiğiniz zahitler ve felsefeciler değil, rafizilik ve ilhad ile itham ettiğiniz şahıslar ve
zümreler de ister istemez bu kadro içine girecektir.Bunları birbirine karıştırmak nasıl doğru
değilse,birbirinden büsbütün ayrı şeyler farz etmek de o kadar abestir.Bu halde
mesela,Babaîler,Bektaşîler gibi zümreler hakkında yapılacak tetkikatı,Bedreddin-i Simavî
hakkındaki araştırmaları nasıl olup da tasavvuf tarihinin dışına çıkarıyorsunuz? Bu hususta
nasıl bir mikyas kullanıyorsunuz? Sonra “Kalenderler”i bir kalemde sofiye arasından ihraç
için nasıl katiyyetle hüküm ediyor sunuz?Bakınız zat-ı aliniz bile “zındıklaşmış
tasavvufçular” tabiri ile,velev zındık olsalar bile,bunların yine tasavvuf dairesine dahil
sayılabileceklerini ima etmektesiniz.Tasavvuf tarihi, her sofiye veyahut her tarikatı tam bir
tarafsızlıkla tetkik ettikten sonra onun efkar ve esasatını ,ortaya çıkış tarzını ve inkişafını,sair
sofiler veya tarikatlerle aralarındaki farkları göstermeye mecburdur.”
“Eğer zat-ı aliniz yalnız “sofiye-i sünnet”i “sofiye-i safi” sayıp diğerlerini o
dereceden çıkarmak,yahut zındıklık ve ilhad ile itham olunan her sofiyi ve her tarikatı
tasavvuf tarihinden ihraç etmek istiyorsanız,bendeniz bu fikre asla iştirak etmem.Rical-i
sofiye arasında yalnız “Cüneyd”i ve arkasından gidenleri ileri sürerek “Hallac-ı Mansur”
gibi ithamlara maruz kalmış büyükleri sessiz geçmeniz,”Suhreverdi-i maktul”gibi hükema
şöyle dursun, hatta “Hamdun Kassar” kabilinden“Horasan” ricalini kaale almamanız,
tasavvufu kitap ve sünnet’le tamamen te’life çalıştığınızı göstermektedir.Halbuki tetkikat-ı
acizaneme göre tasavvuf cereyanında en mühim mevkii işgal eden “sofiye-i sünnet “,
“sofiye-i hikmet” dediğiniz zühd gibi doğrudan doğruya İslamın ruhundan fışkırmış
olmayıp,muhtelif amillerin tesiri altında, hariçten gelme bir takım efkarın İslamî bir şekle
bürünmesinden doğmuştur.İzmirli İsmail Hakkı ve müderris Şerafeddin Efendiler gibi
İslamî hakikatlere hakkıyla vakıf fuzelanın da aynı kanaatte olmaları fikrimi büsbütün te’yit
etmektedir.Yalnız kendi bakış açılarının savunulması gayesini takip eden mutasavvıfların
30
değil,biraz da din ulemasının ve tarihçilerin yazdıkları tenkitli bir bakışla karşılaştırılırsa,bu
hakikat pek iyi anlaşılır.”
“Tarikatleri “Hz.Ebu Bekir”le,”Hz.Ali”ye ve dolayısıyla Hz.Peygamber’e ulaştıran
an’aneler tarihen kabil-i müdafaa olmadığı gibi,tasavvuf cereyanının da değil zaman-ı
Nübüvvet’te,hatta Hülefa-i Raşidin devirlerinden bile çok sonra zuuhuru,bunun ne gibi harici
tesirlerden doğduğunu pek ala izah edebilir.”
“Mutasavvife hakkında ulema ve müverrihlerin eskiden beri perverde ettikleri efkar ve
telakkilere gelince;”Mutahhar bin Tahir el-Mukaddesî “nin “Kitabu’l-Bid’a ve’t-Tarih”i
gibi eski kitaplarda,mutasavvife ,sair İslamî fırkalar arasında sayılmakta ve küfur ve ibahe ile
itham olunmaktadırlar:(c.5,sh:148).Bu gibi ithamlar yalnız Hallac ve Hamdun ve Beyazit-i
Bestamî takipçisi olan “Malamiye”,”Hallaciye”, “Tayfuriye” gibi fırkalara değil –bilhassa
Hallaciye,bütün kelam kitaplarında fırak-i dalle/ dalalet fırkaları/ arasında “Galiye”
şubelerinden olarak gösterilmektedir.Zat-ı alinizce ileri sürülen “Sofiye-i Sünnet” hakkında
da varit olmuştur. “
“Okuyucuları fazla yormamak için zat-ı alinize , İmam-ı Şaranî’nin meşhur
“Tabakat”ındaki tafsilat (H.l316 tarihli tab’ı,c.1,sh:12-13) ile ,yine Müşarü’n-ilayhin/aynı
kişinin/ “Kitabu’l-Yevakit ve’l-Cevahir”’indeki izahatı hatırlatmakla iktifa
ederim:(c.1,sh:14-15).Şeriat uleması yalnız Zünnun-i Mısrî’yi değil –faziletli makalelerinde
yanlışlıkla yazıldığı gibi “Seyyidu’t-Taifeteyn” değil- “Seyyidü’t-Taife,Lisanü’lKavm,A’badu’l-Meşayih” ünvanlarını alan Cüneyd-i Bağdadî’yi bile küfür ile,zındıklıkla
itham etmişlerdir.(Tezkere-i Evliya,Attar,c.2,sh:6).Hatta İmam-ı Şaranî,onun tefakkuh ve
tesettürünü,hazim ve ihtiyadını buna haml ediyor.İşte tasavvuf tarihi bu gibi ithamlara falan
bakmayarak meseleyi büyük bir ciddiyet ve tarafsızlıkla –hücum fikri kadar müdafaa
endişesinden de vareste olarak - etraflı bir surette tetkike mecburdur.Sırf ilim ve hakikat
endişesiyle yazılacak olan böyle bir kitap,tasavvur buyurduğunuz gibi “tasavvufu şunun
bunun muahezelerinden kurtarmak ve meşayih-i kiramın ulvî mevkilerini tayin etmek”
gayelerine tamamen ilgisiz kalmamalıdır.Aksi takdirde tarih değil,müdafaaname olur.”
“2)Tasavvuf tarihi hakkında Avrupalılar tarafından yapılan tetkiklerin aleyhinde
bulunarak “Massignon”un “Hallac” hakkındaki tetkikatı ile “Hovar”ın terceme ettiği
“Eflakî Menakîbi”nin önemini tasvir ediyorsunuz.”
“Bir mesele hakkında incelemede başlamadan evvel ona dair evvelce yapılan
tetkiklere müracaat aslî şarttır.Maamafih bu hiçbir zaman, her hangi bir fikir ve mütalaanın
tenkitsiz kabulü manasını içermez.Bendeniz, “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”ı
yazarken Avrupa müsteşriklerinin tetkiklerine azamî derecede müracaat etmekle beraber,
onların ortaya attıkları görüşlerin hemen yüzde doksanını müdellel bir surette red ve cerh
etmekten geri durmadım.”Tasavvuf bir İslam mahsulüdür.Bu hususta ecnebilerin
tetkiklerine müracaat etmeyelim.” tarzında bir düşünce fikrimce pek ibtidaî bir şeydir.Zat-ı
aliniz “Massignon”un Hallac hakkındaki tetkiklerini görseniz,elbette bu mütalaada
bulunmazdınız.”Kleman Hovar”ın terceme ettiği “Eflakî Menakîbi”ne gelince, Mevlevilik
tarihi hakkında en mühim kaynaklardan olan bu eserin terceme ve neşri de elbette bir
hizmettir.Keşki gayret sahibi biri çıkıp lisanımıza da terceme ettirip, bastırtsa...Avrupa
müsteşriklerinin bu kabil hizmetlerini takdir edecek yerde, boşu-boşuna tenkit etmeyi
bendeniz pek tuhaf bulurum.Biz bu hususta elimizden geldiği kadar onlara yardımla
mükellefiz.Hatta “Hovar”ın terceme ve bilhassa tahşiyelerinde gördüğüm bir çok noksanları
sırf bu yardım maksadıyla cem’ ve tesbit ettim.Ve yakında kendisine göndereceğim.İlim
vadisinde boş, menfi tenkitlerden ziyade, ne kadar kusurlu ve naçiz olursa olsun, müsbet
çalışma daha ziyade faydalıdır.Tasavvuf Tarihi ‘nin ne kadar müşkil ve uzun mesaiye
muhtaç olduğunu pek iyi takdir ettiğim cihetle, tasavvuf, buyurduğunuz şekilde yapılacak bir
encümenin az zaman içinde 80-100 formalık bir eser ortaya atmak suretiyle meseleye nihayet
vereceğini asla ümit etmem.Şu andaki tetkiklerin ibtidaîliğine ve büyük mütehassislerden
31
mahrum oluşumuzdan dolayı, şimdilik teşkil edilecek bir encümen yavaş- yavaş lazım gelen
kaynakların basımına başlar ve ayrıca da muhtelif meseleler hakkında monografiler neşrine
muktedir olursa, belki yarım asır sonra böyle bir eserin vücuda gelmesi imkan dahiline
girebilecektir.Yalnız şu noktayı asla unutmamalı ki “Tasavvuf Tarihi”, sofiyane bir
zihniyetle değil, ancak asrî bir tarihçi zihniyeti ile vücuda getirilebilir.”(8)
Bu ilginç ve tartışmalı konuya, son noktayı koyması gereken resmî bir “ilim yuvası”
olan Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye olmalıydı.Ve nitekim böyle oldu.Azadan Seyyid Nesib
Efendi(1872-1925), kurumun resmi yayın organı olan “Ceride-i İlmiye”de yayınladığı
makale ile,”Fuat Bey”in “şahsı”ndan çok “ruhunu muhatap” kabul ederek, bu “Tasavvuf
Tarihi” tartışmasına gereken cevabı vermek kadar “tenvir/aydınlatma” görevini de yerine
getirmiştir.Aşağıdaki makale bile, bizim son devir ulemasının kendi alanlarında ne kadar
derin bilgi ve olaylara vukufiyet içinde olduğunu gösterir .
Seyyid Nesip Efendi,tarikatlerin tarihini aydınlatan eserlerin derinliklerine varan
makalesine şöyle başlar:
“Tasavvuf Tarihi ‘nin yazılış şekli hakkında Köprülüzade Fuat Bey’in Nazîf Bey’e
cevaben İkdam’ın 2 Kanunievvel 1336 (1920) tarihli sayısında neşr ettiği makalede
tasavvufun esası ile sofiye ricali hakkında dermeyan olunan fikir ve görüşlerin bu konudaki
ilmî hakikatler ile telifi kabil olmadığından sırf mevzuu tenvir ve hakikatı izhar maksadıyla
aşağıdaki sözleri yazıyorum.Bu sözlerimde muhatabım Fuat Bey’in şahsı değil, ancak
kendisinin fikrine kail ve tarih namına öyle bir kanaatı hamil olan ruhudur ki tasavvufun
mahiyeti hakkında diğerlerini yanıltmaktan kurtarmak istiyorum.Hedefim ancak hak ve
hakikat, rehberim ilim ve marifettir.Muhatabım olan ruh’a diyorum ki:
“Makalenizde:
“Tasavvuf Tarihi hakkında tetkikatta bulunacakların asla mutasavvıflardan
olmaması kanaatindeyim.Bir insan kendi terceme-i halini/hayıtını/tarafsızca
yazamaz.Onun yazacağı olsa- olsa müdafaanameden ibaret kalır.İşte bu nokta-i
nazardan İslamiyetteki tasavvuf cereyanını bir felsefî meslek ve bir siyasî ve ictimaî
cereyan olarak bir “küll” şeklinde tetkik etmelidir.” diyorsunuz.”
“Halbuki tasavvufun bir felsefî meslek olması ile bir siyasî veya ictimaî meslek olması
birbirine mübayin/aykırı/mahiyetlerdir.Apaçıktır ki tasavvuf bu ayrı-gayrılığın toplamı
olamaz.Tasavvufun mahiyeti bunların arasında kişileşmiş ve tayin edilmiş bir şeydir.İşte bu
aykırı durumu evvela tesbit ettikten sonra tetkikata devam olunmak lazım gelir.Tasavvufun
bir felsefî meslek olup olmaması ilmî tarifi ile ortaya çıkar.Binaenaleyh tasavvuf neye
derler,sorusunun cevabı verilmeden, tasavvufun ilmî tarifi tesbit edilmeden onun “bir felsefî
meslek veya herhangi bir şey olduğu “ sözü ilmî olamaz ve tabiatıyla tasavvuf tarihinin
tetkiklerine esas teşkil edemez.”
______________________________________
(8) Köprülüzade Mehmet Fuat/Darü’l-Fünûn Türk Edebiyatı tarihi
müderrisi/Tasavvuf Tarihi hakkında;İkdam , 2 Kanunievvel l336(1920),sh:3.
(x) Hatıb-ı leyl:Gece odun devşiren,manasında olup tabir
olarak,saçma sapan söz söyleyen,şeklinde anlaşılır./Günümüze aktaran.
(xx) Maalesef “Ceride-i İlmiye”nin bundan sonraki sayılarında böyle
bir izah ve cevap görülmedi./Günümüze aktaran:SA
32
“İmdi tasavvuf özel bir ilim ise, birisi;
“Tasavvuf tarihi hakkında tetkikatta bulunacakların kati olarak tasavvufculardan
olmaması kanaatindeyim.Zira mutasavvifeden olmayan kimse tasavvufun ne demek olduğunu
layıkıyla bilemez. İkinci olarak;tasavvufun hakikî menşeini, tekamül devirlerini, ricalinin
tabakalarını tanıyamaz.Tasavvuf ricalinin meslek, makalat ve efkarını,rumuz ve ilmî
inceliklerini kuşatıcı bir surette anlayamaz.Binaenaleyh yazacağı tarih için zarurî olan
istikameti tayin ederek incelemelerini yürütemez.Tarihini yazacağı ilmin esası hakkında ilmî
basiretten mahrum bulunduğundan bütün mehaz ve bulgularında “hatıb-ı leyl”(x)
misline/örneğine/ dayanak olmuş olur.Mademki tasavvuf farz ve takdirimizde bir felsefe
olmuştur,her felsefede ve her ilimde olduğu gibi tasavvuf hakkında da sağlam tarihî sonuçlara
vasıl olmak için tarihi yazan adamın tasavvufta ihata ve ihtisas sahibi olması lazım
gelir.Binaenaleyh tasavvuf tarihini yazmak bir ihtisas meselesidir.Tasavvufun ihtisas
sahiblerinden olmayan kimselerin yazacağı şey hiç kimseyi tatmin edemez.Tamamiyle
habersizce ve tahakküm edercesine bazı boş sözlerden başka hiçbir şey ihtiva
edemez.Hakimler bile muhakemelerde dava olunan vukuatı şahitlerden sorarlar.Şahit,olayları
bizzat müşahede ve muayene etmiş olan kimselerdir.İlim veya sanatta veya sair hususlarda
ihtisas meselelerini de vukuf sahibi ve ehl-i hibreden/bilirkişiden/sual ederler.İlmin ihtisas
erbabı ise hem tarihî olaylarını bizzat muayene ve müşahede etmiş olmaları itibarıyla
vukuatın şahidi hem de ilmî yönleri hakkında sürekli tetkikleri hasebiyle vukuf ve hibre
sahibidirler.Çünkü mutasavvıfenin tasavvuf tarihi hakkındaki beyanatı şahsi bir terceme-i hal
yazmaya değil,müşahedelerini beyan ve malumatını ifade olmak itibarıyla şahitliğe kıyas
olunmak lazım gelir.Ve mutasavvıfenin tasavvuf tarihi hakkında yazacağı şey müdafaaname
değil, şehadetname olur.Öyle ise tasavvuf tarihinin ilim namına tarafsızca yazılması için o
ilim erbab ve ulemasına terk olunmalıdır.Aksi takdirde başkasının yazacağı şey,ithamname
olur,derse,ne buyurur sunuz?”
“Makalenizde;
“Büyük ve bariz şahsiyetlerin tetkikinde bir “felsefe sistemi” şeklinde dikkat
nazarına alınmak icap eden tasavvuf,tarikatlerin tetkiki esnasında felsefî esaslara
müstenit ictimaî ve siyasî cereyanlar gibi muhakeme olunmalıdır.”diyorsunuz.Bu
sözlerinizde isabetiniz mesellem değildir.Başta söylediğim gibi tasavvufun ihtisas erbabı
katında müsellem olan ilmî bir tarifini kayt etmeden onun bir felsefe sistemi olduğuna
okuyucularınızın kanaatini celp edemezsiniz.Bu iddianızın hılafını isbat edecek
burhanın/delilin katî olarak yokluğundan emin misiniz? “
“Sofiye kitaplarının usulünden sayılan “Risale-i Kuşeyriye”nin “Tasavvuf
Babı”nı,”Fütuhat-ı Mekkiye”(cild:2) tasavvuf makamının marifeti hakkında olan
“62.Bab”ını;
“Suhreverdî’nin “Avarifu’l-Maarif”inde “mahiyet-i tasavvuf” hakkındaki “Bab-ı
Hamis”i ve “et-Taarruf ve’t-Tasavvuf”u;
“İbni Hacer Haytemî’nin “Fetava-yi Hadisiye”sinde (sh: 339’da), “Suile...” ibaresi
ile başlayan bahsi;
“İbni Haldun “Mukaddime”sinde ,on birinci fasıldaki “ilm-i tasavvuf”u;
“Seyyid Şerîf Cürcanî’nin “Ta’rifat”ında ve “Fütühat-ı Mekkiye”de münderiç
sofiye ıstılahlarının şerhine dair olarak Şeyh Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin eseri olup
,Seyyid’in “Ta’rifat”ının sonunda basılmış olan “Ta’rifat”ta “et-Tasavvuf” hakkındaki
izahatı ile “Fütühat-ı Mekkiye” (c.1,sh:37)’nin “Mukaddimetü’l-Kitab”ını tetkik ve
mütalaa buyurdunuz mu?Bunları tamamiyle tetkik ve ihata buyurursanız,tasavvufun İslam’da
ve ihtisas sahibleri katında sizin iddianızın hılâfında olduğunu anlarsınız.Usul kitaplarında
fıkhın İmamı A’zam tarafından “Ma’rifetü’n-nefsi mâ leha ve mâ aleyha/ Kişinin kendi
lehinde ve aleyhinde (olan) şeyleri bilmesidir.”diye mutlak olarak tarif olunarak tasavvufun
33
fıkha ithal ve tasavvufa fıkıh ıtlak olunduğu hakkında ki ulemanın izahatını tetkik
ederseniz,tasavvufun İslam’daki mevki ve manasını daha yakından tanımış olursunuz:
“Vicdanî işlerde leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmektir ki o da ahlak ve tasavvuf
ilmidir.Ve Ebu Hanife, kapsamını murat ederek “amelen” kelimesini eklemek suretiyle ,leh
ve aleyhinde olan ilmi,fıkha ıtlak etmiştir.Ve böylece kelam, fıkh-ı ekber (diye)
adlandırıldı.”(Tavzîhu ale’t-Tenkîh, c.1,fî tarifi’l-fıkh)”
“Bu kaynaklar tasavvufun ilmî mahiyetini tayine yeterlidir.”
“Makalenizde;
“Yalnız kendi nokta-ı nazarlarının müdafaası gayesini takip eden
mutasavvıfların değil, biraz da din ulemasının ve tarihçilerin yazdıkları,tenkidi bir
nazarla karşılaştırılırsa,bu hakikat pek iyi anlaşılır.” diyorsunuz.”
“Tasavvufun bir felsefe sistemi, bir siyasî cereyan olduğunu beyan eden din uleması
ve tarihçiler kimlerdir?”
“Tasavvufun,fıkıh ilminin bir şubesi olduğunu beyan eden İmamı A’zam Ebu Hanîfe
Hazretleri din ulemasından değil midir? Dürr-i Muhtar mukaddimesinde Ma’ruf-i
Kerhî’nin şeyhi Davud Daî’nin hem ilim,hem tarikatı İmamı A’zam Ebu Hanife
Hazretleri’nden aldığına dair Risale-i Kuşeyrîye’den naklen zikr olunan beyanatı okudunuz
mu?”
“İmamı Buharî din ulemasından değil midir? Sahih-i Buharî’de “Kitabu’r-Rikak”ı
yine Sahih-i Buharî’de “Kitabu’l-İlm”de “Musanın Hızır’a gidişi babı”ile “İlim
talebinde huruç”babını tetkik byurdunuz mu?Bu babların kaynağı olan Kur’an ayetleri ile
beraber buradaki ilmin nelerden ibaret olduğunu ve tahsil yolunun ne olduğunu tetkik ve bu
iki babın bablanmasından müstefat olan manlara intikal buyurdunuz mu?”
“Fütûhat-ı Mekkiye”(c.1) “Mukaddimetü’l-Kitabı” ve oradaki ilimlerin taksimatını
tetkik buyurdunuz mu?”
“İmamı Gazalî, ulema-i dinden değil midir? Bu imamın İslam tasavvufunu içeren
“İhyau’l-Ulum”u dinî kitaplardan sayılmaz mı? Hüccetü’l-İslâm ‘ın tasavvuf hakkındaki
sözü hüccet değil midir?”
Tasavvuf yolunun imamlarından olup tasavvufa müteallik eserleri ve “Tefsîr-i
Kebîr”inde tetkikatı meşhur olan İmamı Fahreddin-i Razî din uulemasınan değil midir?Zatı aliniz bu müfessirin Fatiha Suresi’nin tefsirinde “Hidayet” ile “Nimet”in cinsleri
hakkındaki beyanatını tetkik buyurdunuz mu?”
“İmamı Nevevî,din ulemasından değil midir? “Bostanü’l-Arifîn”i manzur-i aliniz
oldu mu?”
“Allame Taftazanî din ulemasından değil midir?”Şerh-i Mekasid”ında (c.2,sh:30)
“Ve hüna...” diyerek başlayan ve “ve bi’l-cümle...” (c.2,sh:404’de) ile devam eden
sözlerini...
“Allame Seyyid Şerîf Cürcanî bu allamenin eserlerini...”
“İbni Hacer Haytemî’nin “Tuhfe”siyle, “Fetava-yi Hadisiye” sini ...”
“Celaleddin Suyutî’nin “Tenbîhu’l-Gayb” ile “Itkan”ını...”
“Şeyh İzzeddin bin Abdüsselam’ın,”Tabakat-ı Sübkî”deki eserleri ve terceme-i
halini..”
“Şeyhülislam Zekeriyya el-Ensarî’nin “Ünsiyu’l-Metalib” i ile “el-Fütuhatu’lİlahiye”sini...”
“Kaadiyu’l-Kuzat Ebu Abdullah el-Bekkî el-Malikî(nin) “Tahriru’l-Metalib”ini...”
“Allame-i Rum İbni Kemal’in eserlerini...”
“Füsusu’l-Bedayi’ “ sahibi Molla Fenarî,Sadreddin Konevî’nin “Miftahu’lGayb”ı üzerine şerhi; “Füsusu’l-Bedayi’”(c.2,sh:368) altıncı fasıl,yine ikinci kısım (sh:372377)’ye kadar olan beyanatı ve Hanefî fukahasından “el-İşbah ve’n-Nezair” sahibi İbni
Nüceym din ulemasından değil midir?Terceme-i halini gördünüz mü?”
34
“Hanefî fukahasından “Tenviru’l-Ebsar” sahibi Muhammed bin Abdullah
Timurtaşî ile “Tenvîru’l-Ebsar” şerhi “Dürr-i Muhtar “ sahibi Alaeddin Haskefî din
ulemasından değil midir? Siz “Dürr-i Muhtar”ın mukaddimesini, haşiyesi ile mütalaa
buyurdunuz mu?”
“Hanefî fakihlerinden muhakiklerin sonuncusu “Dürr-i Muhtar”ın haşiyecisi İbni
Abidin ve bilhassa adı geçen haşiyesiyle “Sellü’l-Hüssam el-Hindî li nusratı Mevlana Halid
en-Nakşibendî” ile “İcabetü’l-Gavs bi Beyan-ı hali en-Nukeba ve’n-Nüceba ve’l-Ebdal
ve’l-Evtad ve’l-Gavs”ını...”
“Ruhu’l-Meanî” Tefsirinin sahibi Alusî-zade Mahmut Efendi ve tefsiri ile “Ecvibei Irakıyesi”ni tetkik buyurdunuz mu?”
“Hilali görmediğinde de salatü selam getir.İnsanlar onu (çıplak ) gözle görmezler.”
“Sizi yormamak için bundan fazlasını yazmıyorum.İmdi bu büyük din ulemasının eser,
meslek, ve fikirleri makalenizde de zikr ettiğiniz gibi üç davanızın hılafını ıspatlayan ilmi
delillerdir.Davalarınız:1)Tasavvuf bir felsefe sistemidir. 2)Tasavvuf felsefî esaslara müstenit
siyasî bir cereyandır.3) Mutasavvıflar, din uleması ve tarihçiler indinde ve sair İslam fırkaları
meyanında sayılmakta ve kufür ve ilhad ile itham edilmektedirler.”
“Siz tasavvufun felsefe sistemi olduğu hakkındaki görüşünüzün etkenini tayin
etmiyorsunuz.Galiba bu inancınızın etkeni tasavvuf kitablarında bahsolunan “Vahdet-i
Vücut” meselesidir.Zannediyorum ki siz vahdet-i vücut,Avrupa’da Spinoza ile başlamış olan
bir felsefî meslektir.Sofiyenin zikr ettiği vahdet-i vücut da Spinoza ile peşinden gidenlerin
mesleği aynıdır,zannıyla tasavvuf bir felsefe sistemidir,diyorsunuz.Halbuki tasavvuf asla sade
vahdet-i vücut mesleğinden ibaret değildir.Bütün mutasavvıfların da mesleği değildir.Ve
Avrupa felsefesinin mesleği ile asla münasebet ve alakası da yoktur.Aksine, her iki tarafın
nokta-ı nazarı birbirine aykırıdır.Bu cihetleri inşaallah gelecek makalede genişçe izah
edeceğim.(xx).Bununla beraber sofiye kitaplarında tesadüf olunan herhangi bir meselenin
felsefî makalelerle teması cihetine Şeyh-i Ekber “Fütuhat-ı Mekkiye”(c.1,sh:39)’de
“Vasl” ve “Lâ Yuhcibenneke...ilh”de cevap vermiştir.Gelecek makalede vahdet-i vücut
meselesi ile davanızın diğer yönleri aydınlatılacaktır.”(Not:Böyle bir makaleye
rastlanmamıştır/Günümüze aktaran)
“Yalnız Nazif Bey ‘in ikinci makalelerinde “Sofiye-i hikmet ile sofiye-i sünnet adı
ile yaptığı taksimde zühd ve tekva erbabına “sofiye-i sünnet” diyoruz.Ve bu selamet
yolundan gidenler arasında zuhur eden maarif-i kalbiye erbabına da “sofiye-i hikmet”
tabir ediyoruz.Sofiye-i Sünnet ahval, menazil, makamat ve mükaşefat gibi şeylerle
uğraşmadılar.Istılahat-ı sofiye istimaliyle tezahür etmediler.Bunlarla meşgul olan sofiyei hikmet’tir.” buyurmuşlar.”
“Nazif Bey Efendi kendi tabirleri vech ile “mütekaddimin-i sofiyenin aheri” ve
binaenaleyh sofiyenin mütekaddimininden olan İmamı Kuşeyrî’nin risalesinde (sh:33’de) ;
“Bu taife arasında dolaşan elfaz ve ondan doğan müşkili beyandaki tefsir,babı “ nı
mütalâa buyurdular mı?”
“Bu konuda Hz.İmam (Kuşeyrî) ıstılah için mukaddimenin temhidinden sonra “Ve
taife,kasıtlı olarak,ancak manasını kendilerinin bildikleri bazı sözleri
kullanıyorlar.”(ilh) sözleri vardır.Orada zikr olunan ıstılahlar “vakit”, “makam”, hal”,
“kabz”, “bast”,”muhazara-yi keşf”, “mükaşefe,levaih, tevali, levami’...ilh”dir.Acaba bu
ıstılahların ilk koyucusu İmamı Kuşeyrî midir yoksa Nazif Bey, sofiye-i sünnet’in bu alanda
eser yazmamış olduklarını mı kast ediyor? Suhreverdî’nin “Avarifu’l-Maarif’inde 56.
babtan 60. baba kadar olan “babları”, “Fütuhat-ı Mekkiye”(c.2,sh:168-183)’den başlayan
“el-Faslü’s-Sanî fî Muamelat”ı da mütalaa buyurdular mı?”
“Tabakat-ı Şaranî’deki serahat vech ile Hz.Cüneyd’in takrir ettiği tevhid
dersi,maarif-i kalbiyeye dair değil midir? “Fütuhat-ı Mekkiye”(c.1, Mukaddimetü’lKitab)ını ve orada bilhassa Hz.Cüneyd ile Beyazid-i Bestamî ‘nin sözlerini mütalaa
35
buyurdular mı? Acaba Cüneyd-i Bağdadî’nin “seyyidü’t-taife” ve “imamü’t-taife” olmasını
icap ettiren faziletli sıfatı nedir? Nazif Bey Efendi makalelerinde “mütekellimin arasında
enine boyuna genişleyen münakaşalardan sofiye de mutazarrır olmadı denilemez.Hatta
sofiyenin mütekaddiminin sonuncusu olan İmamı Kuşeyrî diyor ki...” diyerek ,
Kuşeyrî’nin mukaddimesindeki sözlerini nakl ediyorlar.Halbuki Kuşeyrî burada kelamcıların
münakaşalarına veya mutasavvıfların onlardan mutazarrır veya onlarla temas ettiğine dair bir
şey söylemiyor.Ancak birbirine benzeyen iki yüzlülerin zuhurunran şikayet
ediyor.Binaenaleyh Kuşeyrî’nin sözlerinde Nazif Bey Efendi’nin konunun sadedi ile olan
temas yönü anlaşılamıyor.”
“Nazif Bey’in “İmamı Kuşeyri’nin şikayet ettiği V. Asır ile zamanımız arasındaki
ahlakî değişiklikler” cümlesindeki “ahlakî tehavvülat” tabiri Kuşeyri’nin sadedine tevafuk
edebilir ise de Nazif Bey’in sadet ve mevzuuna uyugun düşmez.İmdi, Nazif Bey’in sofiye-i
hikmet’e ayırdığı maarif-i kalbiye’nin sofiye-i sünnet’te yokluğu hangi burhan ile isbat
olunacaktır? İşte Nazif Bey, sofiye-i hikmet ile sofiye-i sünnet arasında gösterdikleri farktan
bu soru hasıl oluyor.Bir de mîr-i müşarünileyh(Nazif Bey)in , İmamı Suyutî hakkında
kullandığı “hufre/çukur” tabiri hoş değildir.l9 Kanunievvel l336/1920” (9)
Görülüyor ki 1920’lerde iki konu tartışılıyor ve İslam toplumunun içinde bulunduğu
açmaz,siyasal ve kültürel yönden yeni bir çözüm arayışında,altı asırdır İslam toplumuna
önderlik yapan İstanbul’dan,hareket olarak da ona vücut ve dinamizm veren Anadolu’dan çok
şey bekleniyordu.
Bundan dolayıdır ki,ilk olarak Batılı Sömürgecilik ile Sosyalist Enternasyonalizm’e
karşı bir “İslam Enternasyonalizmi” fikri gündeme gelmişti.
Hem de Osmanlı Devleti yıkılmış ve parçalanmış,Anadolu toprakları da kuşatma
altında olmasına rağmen,-İran ve Afganistan’ın dışında- işgal altındaki İslam dünyası
kurtuluş ve hatta dirilişi Türkiye’den bekliyordu.
Bunun da başta gelen etkeni, TBMM’nin üstlenmiş olduğu misyondan ileri geliyordu.
---------------------------------------------------------------------------------
(9) Seyyid Nesip,Tasavvuf Tarihini tenvir (1),Ceride-i
İlmiye,sene:6,sayı:66,Cemazielaher l339 (l920),sh:2118-2124,Evkaf-ı İslamiye
Matbaası,Şehzadebaşı-İstanbul.
36
İLK MECLİS
Umut kaynağı ve kurtuluş umudu TBMM…
İçinde yer alan mebusların çoğu İslam dünyasının dertleri ile dop-dolu..Hem de
kendini sorumlu hisseden bir yapıda, ilerleme ve kurtuluşun sırrını, kendi ruh yapısı içinde
aranması gerektiğine, Mehmet Akif, “Süleymaniye Kürsüsünden” adlı şiiri ile açıklık
geteriyordu:
“ Başka yerlerde taharriye şitab etmeyiniz.(heveslenmeyiniz.)”
Onu kendinde bulur,yükselecek bir millet.
Çünkü her noktada taklit ile sökmez hareket.
Alınız ilmini Garbın,alınız sanatını;
Veriniz hem de mesainize son sür’atini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız.
Çünkü milliyeti yok sanatın,ilmin.Yalnız
İyi hatırda tutun,ettiğim ihtarı demin:
Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için,
Kendi “mahiyyet-i ruhiyyeniz” olsun kılavuz.(1)
Aksine, şimdiye kadar idareyi ele geçirenlerin Avrupa hayranlığı ruhlarına
işlediğinden, gerileme ve parçalanmanın ardından, Müslümanların en mahrem yerlerine kadar
gelip dayanmaları, giderek, umur-i devlet görmüş ve cepheden gelmiş ne kadar ilmiye ve
kalimiye mensubu “mebus” varsa tümü, İslam dünyası’nın muhtaç olduğu diriliş ve silkiniş
hareketini Anadolu’dan, haliyle “İlk Meclis”ten bekliyordu.
Bu durumu da en iyi şekilde, Karahisar-ı Sahip/Afyon mebusu Hoca Şükrü
(Efendi), bir hitabe veya bir hutbe şeklinde, millietin hislerine şöyle tercüman oluyor ve ilk
meclisin hangi ruh ve inançla kurulup, kurtuluşu hangi şartlar içinde sağladığını aşağıdaki
yazıda apaçık gösteriyordu:
“Cenab-ı Hak, buyurdu ki:
“(Sen kafirleri müttefik sanırsın.Halbuki öyle değildir.Herbirinin kalbleri
birbirine zıt ,kafaları karma karışıktır.Kıyamet gününe kadar biz kafirler arasında
düşmanlık (tohumları) serptik.)”(Haşr 59/14; Maide 5/64)
“Anavatanın haince bir şekilde çiğnenmesi, parça parça edilerek bir daha İslama
melce olamıyacak bir izmihlal derecesine uğratılması için yapılan haince ittifakların,iblisçe
girişimlerin galiba bağları çözülmekte olduğunu görüyoruz.Evet, muhakkak çözülecek,
İslamiyeti kuşatan menhus felaket bulutları ufuklarımızdan elbette sıyrılacak , kainatı
aydınlatan İslam güneşi kûsüften kurtularak düşmanlarımızın gözlerini kamaştırmaya tekrar
başlayacaktır.Müslümanların çok zamandır geçirmekte oldukları felaket günleri elbette büyük
bir saadet devresi hazırlayacaktır.”
“Biz Anadolu halkı bu kanaat ve imana şimdi malik olmuş değiliz.Müttefikler bizi
silahlarımızdan tecrit ederek ellerimiz bağlı iken Yunan gibi bir kuduz köpek sürülerini
üzerimize saldığı,cephelerde asker bulunmadığı zaman kanaat ve imanımız nasıl ise şimdi de
ondan farklı değildir.Anadolu hükümeti bundan bir sene evvel ne süngüye,ne topa-tüfeye
itimat etmiyor, ancak kuvvetli azmine,sarsılmaz imanına istinat ediyordu.”
“İşte Anadolu azm ve imanının yetiştirdiği imanlı Ordumuz Hakkın inayeti ile
düşmanı kolay kolay içinden çıkılamıyacak bir felaket ve mağlubiyet çukuruna düşürdü.Ve
inşallah bundan böyle tamamiyle vazifesini yapacak, milletimiz ebediyyen kurtulacaktır.”
_________________________________________
(1) SR;c.19 sayı:486, sh:189-190; 2 Temmuz 1337(1921)
37
“Biz bunu biliyor ve görüyoruz.Fakat biz Anadolu Müslümanları bu istikbali
Avrupa siyaset mekteblerinin dürbünlari ile değil, İslamiyet dürbünü ile gördük ve
görmekteyiz.Cenab-ı Allah’ın Kur’an’da bize vaad ettiği zaferleri bekledik ve daha da
bekliyoruz.Bizim dinimiz nasıl Asr-ı Saadet’te İslam’ın ilk ordularını en müşkil zamanlarında
vahyleri ile tatmin, zafer vaadleri ile takviye ve temin etti ise şimdi de on üç asır sonra emsali
hiçbir milletin başına gelmemiş bir felaket çukurunda iken biz Müslümanları tatmin ve
takviye etmektedir.”
“Avrupa’nın muazzam ve muzaffer devletlerine istinat eden Yunan sürülerinin
Anadolu içlerinde sellemehu’s-selam icra-yi şekavete, imha-yi İslamiyete koyulduğu bir
sırada silah ve kuvvetten mahrumiyet bizi üzüntüye düşürecek yerde aksine azme,imana sevk
ediyordu. Çühkü bu ve bunun emsali ayetlerin manevî müjdeleri muvahhitlerin kalbine saba
rüzgarı gibi fısıldıyor ve diyordu ki :
“-Ey Müslümanlar,sizi imhaya,idama karar veren muazzam gördüğünüz
düşmanlarınızı tam manasıyla ittifak ve ittihat edebilmiş sanmayınız.Her biri birbirine
zıt/karşıt siyasî fikirlere ayrılmışlardır.Yunan ve İtalyan siyasî çikarlarının birleşmesi kabil
olmadığı gibi İngiliz ve Fransızlar arasındaki siyaset noktası da birlik sağlayamaz.Her biri
ayrı ayrı noktaları hedeflemektedir.Takındıkları bugünkü vaziyet çok geçmeksizin
değişecektir.İslamiyetin imhası kıyamete kadar asla kabil olmayacaktır.Bu her zaman böyle
cereyan edecektir.Her ne vakit İslamiyeti söndürmeye ittifak eder gibi görünürlerse siz
korkmayınız.Metaneti, azim ve imanı bırakmayınız.”
“İşte dünyayı hayretlere bırakan Anadolu direnişinin bugünkü ahvalinin hakiki amili
ve içyüzü ancak budur.Bugünkü hal on asır evvel parlayan bu dinin arkası kesilmeyen ve
ebediyete kadar kesilmeyecek olan mucizlerinden biridir.”
“İngilizlerle Fransızların lisanları hayliden hayli değişti.İngilizler Türkiye ile
devamlı bir sulh akti lüzumundan bahs etmeye başladılar.Eğer İngilizlerin bu sözlerinde
ciddiyet varsa bizi sevdiklernden ve bize karşı merhametlerinden değil, siyasetlerinin sevk-i
tabii ile başka bir mecraya dökülmek mecburiyetinde kaldığını hissetmelerindendir.”Ne
zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa –fitneyi uyandırmışlarsa- Allah onu
söndürmüştür“(Maide 5/64) ayetinde saklı İlahî esrarın yeni bir tecellisine atf etmek lazım
gelir.Eğer İngiliz siyasetçileri bugünkü sözlerinde samimiyetten mahrum iseler,bu evvelki
adetleri üzere bizi imha için mürettep bir hile siyaseti ise “Onlar (sana) tuzak kararlarken
Allah da (onlara) tuzak kuruyordu.” ( Enfal 8/30) ayet-i celilesinin esararı zuhur edinceye
kadar sabr ve sebat edeceğiz.Pek yakın bir gelecekte bizi düşürmek istedikleri tuzağa elbette
kendileri düşecek, pek samimi bir suretle sulh akt etmeyi arzuda gecikmiyeceklerdir.”
“Bu kadar metin azim ve imana malik olan yoğun bir İslam kitlesini imha etmenin
imkansızlığını kainat anlamakta gecikmiyecek, İslam milleti ve Müslümanlık düşmanlara
rağmen yaşayacak, parlak bir hayatî devreye girecektir.Anadolu’da masum kanları döken,
hatır ve hayale gelmedik alçaklıklar işleyen o mel’un Yunan ordularının Anadolu ve
Rumeli’de tamamen kahr edilmiş olduğunu inşallah pek yakın bir zamanda gözümüzle
görmüş olacağız.”
“İslamiyetin bu defa başına gelen vak’a Hicret’in 4.senesinde cereyan eden vak’aya
hemen hemen benzemektedir:
“Bütün müşrikler, İslamiyeti imha etmeye ittifak ederek bütün kabilelerden asker ve
ordular toplayarak Medine-i Münevvere’ye hücum ettikleri sırada bir müddet İslamiyetin
saflarına selametle geçmiş olan Beni Kureyza halkı gördükleri iyiliklere rağmen müşrikler ile
beraber olmuşlardı. İslam ordusunun tedarik ve hazırlığı ancak Mekke müşrikleri ile
müttefikleri olan kabilelere karşı bir savunma harbi yapabilecek bir haldeydi.Beni Kureyza
Yahudileri hiç hesapta yoktu.Beni Kureyza pek müşkil bir zamanda İslamiyeti imha etmek
isteyenlere iltihak etmiş ve mevkileri itibariyle savaş saflarında hendek gerilerinde harp
etmekte olan savaşçılardan ziyade Medine-yi Münevvere’deki İslamın harîm-i ismetini
38
tehdit etmişti.Bu haber mücahit ashabı pek büyük korkulara sürükleyebilir, kevve-i
maneviyeyi bütün bütün kırablirdi.Hz.Peygamber (s.a.v.) , Sa’d ibni Muaz ile Sa’d bin
Ubade (r.anhuma) hazretlerini maiyetindeki bazı ashabla gerçek durumu öğrenmek için Beni
Kureyza’ya gönderdi.Oraya gelecek haberin gayet gizli tutulması için emir verdi. Her ikisi
haberin sihhatini, hakikatın vehametini anladı.Resul-i Ekrem’in tayin buyurduğu parola ve
işaretle –ki Arap dilinde o zamanki ıstılahta (lahn) tabir ederlerdi- gizlice malumat
verdiler.Müttefik müşrik askerleri bir taraftan sıkıştırmakta, bir taraftan Beni Kureyza
Yahudileri harim-i ismete doğru yürümekte.İşte böyle müşkil bir anda Hz.Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz:
“- Ey İslam toplumu, müjdeler olsun! Bütün Yemen, Kisra(İran), Kayzer ve
İstanbul’un bütün hazinelerinin anahtarları bana verildi.Kayzer’in mavi, Kisra’nın
kırmızı köşklerini karşımda görüyorum.Sizler bu yerlere sahip olacaksınız.” kelam-i
şerîfi ile ashabın mücahidlerine sekinet bahş oluyordu.Hemen bir kaç gün sonra müşrikler,
ashabın nüfuzu imkansız savunma hatlarının yarılmasındaki imkansızlığı anlayarak yerlerine
döndüler.Ahzap vak’ası düşmanın hezimeti ile neticelendi.Derhal İslam ordusu Beni
Kureyza üzerine yürüdü.Hepsini esir aldı.Oradaki zaman zaman feveran eden fesat ocağı
imha edildi.Hatta Sa’d ibni Muaz r.a. Hazretleri Hendek Harbi’nde yaralanmıştı.Yarası
ağırdı.”
“-Ya Rab! Bana Kureyza’dan İslamın intikam aldığı günleri göstermeden beni
öldürme!..”diye dua ediyordu.Aziz şehidin duası kabul olundu.Beni Kureyza layık olduğu
cezayı bulduğunda hazretin yarası iyileşmekte idi.Tekrar dua etti:
“- Artık karîru’l ayn oldum.Ey ulu Tanrım, benim için başka bir cihada vüsul
mümkün değilse , cihaddan nasibim kesildiyse, hemen bu aldığım yarayı ölüm sebebim
kıl ki bu mühim ve mukaddes cihadın şehitlerinden olayım.” Diyerek yalvardı.Kazara
yarasının üzerine bir keçi basması sonucu aşırı kan kaybından hazret şehit oldu.”
“Özetle Avrupa devletleri pek yakın bir zamanda Anadolu istilasının,İslamiyeti imha
etmenin imkansızlığını idrak ederek işin içinden sıyrılmaya başlayacak.Biz Müslümanlar da
yakın geçmişte harim-i iffetimize sokulan Yunan hainlerinin tamamiyle kahr ve imha
olunduğunu görmeye mübahi ve karîru’l-ayn olacağız.Tevfik ve imdat Allah’tan…”(2)
Hoca Şükrü Efendi’nin kurtuluş ve kuruluş için “imdat” beklerken, aynı şekilde
Sivas Mebusu Mustafa Taki Efendi’nin de, İslam Dünyası’nın lideri olarak Anadolu
Müslümanlarından dünya Müslümanlarına vaki olan “hitabe”si adeta “Sosyalist
Enternasyonalizm” karşıtı bir “İslam Enternasyonal Manifestosu” ruh ve heyecanını
taşıdığı gibi, Müslümanlara iman ve atılım aşk ve heyecanını da veriyordu:
“Ey Müslümanlar!...Şimdiki tehlikeyi bir kaç asırdır münkariz olan bazı İslam
Hükümetleri’nin yıkılışına kıyas etmeyiniz.Allah korusun bu tehlike bütün İslam alemi’nin
inkıraz tehlikesidir ki zaten emperyalistlerin tek gayesi de budur.Yalnız bizim yetiştiğimiz şu
40-50 senelik bir zamanda 30-40 kadar hükümet ve İslam kavmi söndü gitti.Son müstakil
İslam hükümeti olan koca Osmanlı şehinşahlığı parçalandı.Arnavutlar, Boşnaklar, Araplar
Türklerden tefrik edildi.O tefrikle de kalmadı,va’d olunan müstakil/bağımsız Arap
Hükümeti parlak bir hayalden ibaret olduğu meydana çıktı. Irak Suriye’den,Suriye
Tihame’den ayrıldı.Bütün Müslümanlar Kabe’lerinden, Ravvza-yi Mutahhare’lerinden ayrı
bırakıldı.Bu parçalar da yine kendi içlerinde müstakil bırakılmadı.Birer ecnebi müstemlekesi
haline konuldu.Şimdi o ayrılma ve istiklal sevdasında bulunan çaresiz Arap kardeşlerimiz
Osmanlı hakimiyetini, o İslam camiasını ışık yakıp arıyorlar.Fakat heyhat!...”
___________________________________
(2) Karahisar-ı Sahip Mebusu Hoca Şükrü , Hasımlarımızın efkarı ne için ani bir
surette tehavvul etti?; SR,c.19,sayı:486,sh:190-192, 2 Temmuz 1337(1921).
39
“ Ey İslamın ezelî ve ebedî hak ve vasfı olan istiklal uğrunda kan döken Anadolu
Müslümanları!...Şimdi ancak siz çalışabiliyorsunuz.Çalışabilmek fırsatı şimdi ancak
sizdedir.Daire küçüldükçe vazife artıyor.Eskiden bir ise şimdi bin defa fazla çalışmak
gerekiyor.Ta ki,Allah korusun,İslamın nuru tamamiyle sönmesin.Biz çalışırsak Allah’ın
inayeti bizimle olacak;yalnız Anadolu değil, bütün İslam alemi kurtulmuş olacaktır.”
“ Ey sair memleketlerde bulunan bütün Müslümanlar!..Düşününüz,düşününüz.Bu
felaketleri,bu kıyametleri başımıza koparan ayrılıkları, başkalıkları bırakınız.Her biriniz bir
çürük ipe,adi bir polotikaya, hasis bir menfaate değil, hepiniz İslamın sağlam ipine sarılınız,
korkmayınız.Emin olunuz ki o sağlam ip sizin hepinizin ağırlığını götürür, hepinize birden bir
savunma ve saldırma gücü ihsan eder.İçinizde hiçbir suretle ayrılık olmasın.Hep muazzez bir
vücudun organları olduğunuzu iyi takdir ediniz.Kendinize acımıyorsanız milletinize
acıyınız.Milletinize acımıyorsanız dininize acıyınız.”
“Ey milletin rical ve vükelâsı!Lütfen şu hitabelere siz de kulak veriniz.Şimdiye kadar
her denemeyi yaptık,her medeniyeti, her heveslendiğimizi taklit ettik.Anladık ki bizi helak
gayyasına sürüklemekten, her adımımızda o helak edici çukura bir adım daha yaklaştırmaktan
başka bir istifademiz olmuyor ve olmayacaktır.Artık insaf edelim.Her manasıyla yorganımıza
göre ayağımızı uzatalım.Her işimizi Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine tatbik edelim.Biz bize
ve Yüce Kitabımız’a göre sağlam medeniyetimizi ihya edelim ki başkaları da
imrensin.Sosyal yapımız itibariyle en zenginliği ihtiyar edelim.Avrupa’nın nefis malları
yerine bizim yapabileceğimiz bezleri, abaları giyelim.Ta ki yerli mallarımıza ilgi ve terakki
hasıl olsun.Ta ki paramızı yabancılara aşırmayıp kendi derdimizin ilacına verelim.O ilaç ki
bizi ölümden ancak o kurtaracaktır.Memleketin müdâfaası hakiki varidat kaynakları bulmakla
beraber masraflarımızı teşkilat ve sair maaşlarca varidatımızdan az edelim.Artan paramızı
memleketin savunmasına hasr edelim.”
“ Ey Ulema-yi Kiram! Sizler ki şer’î nasihatın kahr edici bir kılıçtan daha etkili olduğu
zamanların nasihatçı ve alimleri olan İbni Mes’udların, İbni Abbasların ,İmam-ı
A’zamların, Ebu’s-Suudların , İbni Kemallerin halefleri olacaksınız.Hak sözü söylemekten
sizleri bir zaman istibdat, bir zaman irtica tehditleri alıkoydu ise şimdi ne mani oluyor?
Halbuki hakikî varis-i enbiya olanlar bunların hiç birinden korkmazlar.Rica ederim,
darılmayınız.Ben de beraber olarak itiraf edelim ki dünya sevgisi, makam hırsı ve tûl-i emel
aramızda sair müminlerden daha fazla geçerli oluyor.Bu hallerimiz aslî vazifelerimizi bize
unutturdu.Hele neşr-i ulum bütün bütün muattal oldu ki bu konuda kimseyi bahane
etmeyelim.Geçmişin o büyüklerinden size miras kalan ve intikal eden o nefis ilmî eserleri siz
kime devr ediyorsunuz? Köyler ve hatta kasabalar cehalet karanlığı ile dalalette kalmakta ,
diğer milletlerin misyonerleri her türlü imkandan istifade ile iğva ve ıdlallerini/saptırmalarını
ileri götürmekte iken sizler bu konuda bir adım attınız mı?Askerliğin, dini yaşama ve vatanı
korumanın maddî ve manevî faziletlerine dair kaç risale neşr ettiniz?Halk ve askerin topluca
bulunduğu yerlerde kaç konuşma ve kaç nutuk attınız? Kimleri bu yola irşad ettiniz?”
“Ey Salihler, Abidler ve Zahidler,artık ağlayınız!...Ağlayınız ki o ağlayışlarınız
tekbir ve zikirlerinizden daha müessir olacaktır.Farz edelim ki sizler hayatınızı manevi bir
huzur ve zevk ile geçirdiniz.Fakat sizin hayatınızla beraber bu yüce dinin sönüp gitmesine,
camilerin kilise olmasına, minarelerde çan çalınmasına o saf kalbleriniz razı oluyor mu?
İstiyor musunuz ki sizden sonra alemde Halik-i Zü’l-Celal’i tevhid edecek, Rasul-i Zî-şan’ı
tasdik eyleyecek bir fert bulunmasın? Ya Rabb er-Rauf , sen esirge!...Ey Sofî
kardeşler!...Bütün büyük tarikatlerin en büyük pîr ve el tutanları Hz.Ebu Bekr-i Sıddık ve
Hz.Ali (r.anhuma) değil mi?Bu zevatın o kadar mücahedelerde, o kadar gazvelerde bizzat
bulunduklarını, bütün varlıklarını feda ettiklerini okumadık mı? Öyle ise siz de istiğna
göstermeyiniz.Bütün Müslümanlarla beraber maddeten ne yapmak icap ediyorsa önlerine
40
düşünüz, bir taraftan da Allahın yüce makamına samimî dualarınızı, niyazlarınızı bu millet
için istiğfarlarınızı yükseltiniz.”(3)
Ve aynı anlarda da, Mithat Cemal (Kuntay) da “Tevhîd-i Efkâr”da yayınlanın
“Anadolu Şehidleri” adlı şiirini şöyle bitiriyordu:
“Hakk-ı istiklali kan şeklinde fışkırmaktadır.”
Görsün inkar eyleyenler varsa:kuvvet Haktadır.”(4)
Amma şimdiye kadar görüldü ki Hakta olan ve halkın içinden çıkanlar, her zaman
olduğu gibi bu sefer de zalim ve fasık “Bolşevikler”in “nasyonalist” baskılarına karuz
kalmışlardı.
l9l7’de önce Kırım-Akmescid, ardından Taşkent ve Bakü’de toplanan Çarlık
işgali altındaki Müslüman unsurlar, beş-altı aylık bir özgürlük ve istiklal kavgası sonunda
tamamen Bolşevik/ Marksist kadroların baskısı altına alınmış, Çarlık Rusyası’ndan daha
kötü şartlara mahkum edilmiş, hem emeklerinden ve hem de inançlarından olmuşlardı.Amma
yeni “sosyalist enternasyonal hareket” Batı’nın sömürge ve kapitalistleşme akımları
karşısında, geri kalmış ve kolonize edilmiş halklar karşısında bir “yeni umut” gibi lanse
ediliyordu.Öyle ki, Batılı Emperyalizm’in Hristiyanî propaganda metodunu Misiyonerlikle
bir öncü kuvvet olarak yürürlüğe koymak istemesi, ister istemez, Marksist-Leninist
hareketler isyancı yerli güçlerin de hoşuna gidiyordu.Öyle ki, bir takım simgelerle ortak
noktalar da buluyorlardı.Kalpak gibi…Al bayrağa karşı “kızıl bayrak” gibi…(Hatta bu
zihniyet öyle aşırı gitti ki, Cumhuriyet’ten sonra 1927’de, “Cumhuriyet” Gazetesine, “Bir
emekli zabit” imzasıyla gönderilen “bayrak eskizi”nde, Türk Bayrağı’ndaki “Yıldız”
yerine bir “orak-çekiç”yerleştirilmiş ve dönemin önderlerine ithaf edilmiştir.S.A.)
Amma Anadolu halkının varlık ve yokluk kavgası, dışırda cereyan eden emperyalist ve
sömürgeci baskılardan ötürü özgürlüğünü bir başka kızıl ve kanlı yönetimlere kurban
etmesinden ibret almadan, kendi kendine hiçbir dış destek olmadan zaferle sonuçlanması
gerekiyordu.Bunun için de hem Bolşevizm ve hem de Misyonerlik’le mücadele etmek, halk
katmanındaki etkisini kırmak lazımdı.Çünkü, sosyal demokratlara haklılık kazandıracak bir
yapılanmanın daha çok Batılı sömürgeci yönetimler içinde görülmesinin aksine, İslam
toplumlarındaki sosyal adalet ve ivazsız yardımlaşma geleneği karşısında, Sosyalist-Marksist
yapılanmaya zemin oluşturması imkansızdı.O zaman da, Sosyalist Enternasyonal’in aldığı
beş-on senelik mesafe, kapitalist sömürgecilerin bıraktığı yerden başlayan yeni bir zulum ve
işkence yönetiminin yeni bir başka versiyonu olarak ortaya çıkmıştı.
Haliyle, Anadolu Müslümanları’nın, kurtuluşa giden yolda, iki engeli
vardı:Sosyalist Enternasyonal görüntüsü içindeki Bolşevizm ile kiliselerde kümelenip
misyonerlerin aracılığı ile “İsa Mesih Kurtarıcılığı” misyonunu yaymak isteyen
Hristiyanlık…
Halbuki, İslamın dokusu, ne Bolşevizm ve ne de Hristiyanlık’la bir uyum
sağlayabilirdi. Bolşevizm, Anadolu gerçeğine aykırı bir sosyal yapı peşindeydi ve İslamdaki
sosyal adalete taban tabana zıttı:
“Türkler, Bolşevizm’i ictimaî bir kurum olarak kabule yetenekli
değillerdir.Türkiye,Rusya’ya benzemediği kadar Avrupa’ya da benzemez.Avrupa’da
geçerli bazı şeyler vardır ki bunların Türkiye’ye tatbiki kabil olamaz.Yine Rusya’da
yerleşmiş bir takım ictimaî ahval ve şartlar vardır ki Türkiye’de halkın dikkatini/ilgisini
çekemez.”
____________________________________
(3) Sivas Mebusu Mustafa Taki,Hitabe;SR, c.19,sayı:487, sh:203-204, 8 Temmuz
l337(1921)
(4) SR, 19/487,sh:204.
41
“Türklerin diyaneti Bolşevikliğe müsait değildir. Diyanet-i İslamiye’nin esaslarını
Bolşevizm esasları ile telif etmek mümkün olamaz.”
“İtiyadı ve dinî ahvalden kat’ı nazar bizim için Bolşevizm’e geçmeye gerek
yoktur.Memleketimizde Bolşevizmi gerektirecek bir hayat geçerli değildir.Bizde halkın
şikayetini gerektiren şeyler, idarî tedbirleri hükümetlerimizin hakkıyla tam olarak
yerine getirmemesinden, ifa edememesinden doğmuştur.”(5)
Doğal olarak, Bolşevikler, geniş anlamıyla da Sosyalistlerin “Din” ile de anlaşmaları
veya ortak bir nokta bulmaları da mümkün değildi:
“Sosyalistler, din ve mezhebi kendi aleyhlerinde faal bir kuvvet saydıkları için
kilisenin işe karışmasını asla istemezler.Sosyalizm ile din, ikisi bir yerde yürüyemez.Hele
Sosyalizmin müntehası olan Komünizm ve Bolşevizm, dinin can düşmanıdırlar.”
“Son olarak İsviçre’de de bilhassa Katolik Kiliseleri , Sosyalistliğe karşı ciddi
bir surette hareket etmeye başladılar.Kilisenin bu husustaki çalışması pek büyüktür.En
büyük kilise ileri geleni, Sosyalistliğe karşı icra-yi vaaz ediyorlar.”
“Almanya’da da bunu görüyoruz.Almanya’da da Sosyalizm pek ileri
gitmişti.Hatta bazı kitaplarda okuduk ki Almanya’nın mağlubiyetine sebeb Sosyalistler
olmuşmuş…Binaenaleyh Almanya’da da Sosyalistliğin önüne geçmek için Katolik
Kilisesi pek büyük gayret sarf ediyor.Musevilerin icra ettikleri nüfuz ve faaliyete de
kilise karşı gelmek kastındadır.Museviler; Masonluğu,Sosyalizmi, Matbuatı, Malî
kurumları, Sanayi önemli derecede ele geçirdiklerinden ve bugün Musevilerin etkisinde
olmayan hemen hemen bir memleket yok gibidir.İşte Avrupa’da Katolik Kilisesi,
Musevî nüfuzunun da önüne geçmek istiyor.”
“Hasılı yeni hayata giren memleketlerin bilerek veya bilmeyerek tabi oldukları
nüfuzu kilise değiştirmeye pek ziyade uğraşıyor.”(6)
Haliyle, kilise, “Genç Hristiyanlar Cemiyeti “ vasıtasıyla, diğer topraklarda olduğu
gibi, Anadolu’da da “misyonerlik faaliyeti”ne girişmiş idi.
Bu “Tanassur/Nasranileştirme” faaliyetine alternatif, cephe gerisinde de bir “Genç
Müslümanlar Cemiyeti” kurulması bir zaruret haline gelmişti:
“Genç Müslümanlar Cemiyeti, teşkil edebiliriz.Ve bu sayede yıkmak istedikleri
İslamî bünyeyi daha fazla tahkim eder ve sağlamlaştırabiliriz.Artık bugün duracak zaman
değildir.Zamanın silahları ile mücehhez olmak Müslümanlar için en büyük bir
farizadır.Bugün milletlerin varlık temellerini muhafaza ve müdafaa vazifesi yalnız askerî
orduların omuzlarına yüklemek doğru değildir, insafsızlıktır.Onunla beraber milletin bütün
efradı , hareket ve faaliyetten bir dakika geri durmamalı.Milletin ictimaî hayatını inhilalden
muhafaza etmek; dinin gereğini,ahlakiyatını,irfanını yükseltmek için mütemadiyen çalışmakta
kusur göstermemelidir.”
“Bugün matbuat,teşkilat, İslamî mektebler yükselinecek en mühim
vasıtalardır.Bunların herhangi birini ihmal eden Müslüman toplumu için ebedilik hakkı
yoktur.Müslümanlar maddî ve manevî en kıymetli ilimleri tahsil etmeli,en yüksek irfan sahibi
olmalı.”
“Her şey ancak cemaatle, cemiyetle, teşkilatla olmaktadır.Ferdî hareketler yerine
bugün ictimaî hareketler geçmiştir.Belki bir zamanlar ferdî çalışmalarla millî varlık dinî şeairi
muhafaza ve müdâfaa kabildi.Fakat bugün mutlaka çalışan kolları, düşünen kafaları
birleştirerek topluca çalışmak zaruret haline girmiştir.”(…)
____________________
(5-6) SR, 19/487, sh;207.
42
“ …Müslümanlar için kurtuluş yolu ancak bir yoldur.İki değildir.O da Allah yolu, Hak
yolu, Kur’an yoludur.Millî varlıklarını muhafaza etmek,düşmanların her tür saldırılarına karşı
koyabilmek için tam müslümanca harekette bulunmak, her türlü yasak şeyden kaçınıp
imanlı,faziletli bir toplum- bir sosyal yapı- vücuda getirmekten başka selamet çaresi
yoktur.Böyle bir cemiyete, böyle bir cemaate karşı düşmanlar istedikleri kadar hücum
etsinler, o muhkem kaleden bir taş bile koparmaya muvaffaf olamazlar.”
“İşte bugün,Müslümanlık güneşinin yeniden parlamaya başladığı mübarek bir
gündür.Bütün Anadolu Müslümanları, mallı ile,canları ile Allah yolunda mücahedeye
girişmişlerdir.Hiç şüphe yoktur ki Cenab-ı Hak tevfik ve zafer ihsan edecektir.Allah için
çalışanları Cenab-ı Hak mutlaka nusratına mazhar eder.Fakat yukarıda arz ettiğimiz gibi
düşman cephesi bir değildir.İkidir.Hristiyan Alemi’nin İslamın maneviyatına, ruhuna karşı
olan hücumlarına karşı da yeni bir cephe kurmak farzdır.Bunun için Sebilürreşad, “Genç
Müslümanlar Cemiyeti “ nin hemen teşkilini elzem sayar ve bu hususta bütün İslam
mütefekkirlerini, İslam alimlerini, İslam rehberlerini faaliyete ve fikirlerini açıklamaya davet
eder,Genç Müslümanlar Cemiyeti’nin programını hazırlamakla meşgul olan Sebilürreşad
heyetine aklı eren,kafası düşünen bütün din kardeşlerin fikrî yardımda bulunmaları rica
olunur.Tevfik ancak Allahtandır.”(7)
Çünkü işgal altındaki İstanbul’da, 1921 yılı başlarında bir cemiyet kurulmuştu:Genç
Hristiyanlar Cemiyeti:(Y.M.C.A.).Bu cemiyet dışardan aldığı maddî ve manevî
destekle,İstanbul’dan hareketle emperyelistlerin işgalinde olan ve onlara karşı vuku bulan
istiklal mücadelerinin cereyan ettiği topraklarda misyonerlik faaliyetlerine başlaması ile,buna
alternatif olarak da “Genç Müslümanlar Cemiyeti” kurulması isteniyordu.Fakat bu ndan
önce “Genç Hristiyanlar Cemiyeti”nin statü ve eylemlerinin içeriğini bilmek
gerekiyordu.Öyle de oldu.Ki, Ankara’da “Matbuat ve İstihbarat Matbaası”nda basılan,
“Sebilürreşad”da Mecdüddin el-Hadî imzasıyla, “MÜSLÜMANLARIN İBRET
NAZARLARINA” yan başlığı ile bu cemiyetin faaliyetine şöyle parmak basıyordu:
“Zannederim ki İstanbul’da “Genç Hristiyanlar Cemiyeti” adı altında bir cemiyet
kurulduğunu herkes duymuş ve gazetelerde görmüştür.21 Kanunisani (Ocak) 1337(1921)
Cuma Günü , Çarşıkapı’da , Medrese Sokağı’nda 1 numaralı binada merasim-i mahsusa ile
İstanbul şubesini de küşad eden mahut cemiyetin memleketimizdeki faaliyetinden, ne yapmak
istediğinden uzun uzadıya bahs etmek istiyorum.Ta ki Müslümanlar nasıl bin tehlike
karşısında bulunduklarını anlasınlar da ona göre ciddî tedbirler almış olsunlar.”
“Maksada girmezden evvel kısaca söyliyeyim:İstanbul’da ve İslam
memleketlerinde teşekkül eden “Genç Hristiyanlar Cemiyeti”nin aslî maksadı İslam’ın
sosyal yapısını, İslam ahlakını yıkmak ve İslam gençlerini tedrici bir surette
Hristiyanlaştırmak, her türlü cazip vasıtalarla Hristiyan ruhunu telkin ve telkîh
etmekdir.Görünüş ne olursa olsun, maksat tamamiyle budur.Bunu kuru sözle değil, bunu
yakîn delillerle isbat edeceğimden şimdilik bu ciheti bırakarak mahut cemiyet hakkında ki
incelemelerimi sırasıyla arz etmek istiyorum:”
“İstanbul’da , Divanyolu’nda İslam Kadınları Çalıştırma Cemiyeti’nin karşısında
“Genç Hristiyanlar Cemiyeti= Y.M.C.A.” adı ile bir cemiyet kurulduğunu ilk defa Mehmet
Ali Aynî Bey tarafından “İkdam” Gazetesi’nde yazılan bir makaleden anlamıştım.Mehmet
Ali Aynî Bey bu makalesiyle mahut cemiyetin tehlikesini kapalı bir surette
anlatıyordu.Evvela herkes gibi ben de o makaleyi okumuş,fakat o kadar tetkike şayan bir şey
görmemiştim.Daha sonra….pek çok sevdiğim ….lerimden bazıları bizat kendilerinin
cemiyete gidip reis ve katibi ile görüştüklerini ve orada cereyan eden ahvalin bir kısmına
muttali olduklarını , programlarını alıp okuduklarını söylediler.Ve bu cemiyetin Hristiyanlığı
propaganda gayesiyle teşekkül etmiş olduğunu da ilave ettiler.
________________________
(7) SR,; Genç Müslümanlar Cemiyeti, 19/487,sh:210.08.07.1337(1921)
43
Cemiyete girenlerin ekseriya İslam ve Türk gençleri olduğunu öğrenmemiş olsaydım belki o
kadar alakadar olmayacaktım.Halbuki daha sonra arz edeceğim istatistiklerden de anlaşılacağı
üzere “Genç Hristiyanlar Cemiyeti” ne kayd olan azanın %46’sı İslam ve Türk gençleri
idi.Bunun içindir ki bu cemiyet hakkında esaslı bir incelemede bulunmayı dinî bir vazife
bilerek doğruca cemiyetin Divanyolu’ndaki merkezine gittim.İdare memurunun delaletiyle
reisin yanına çıktım.Cemiyete kayd olacağımı, fakat önce bazı sorular sormama müsaade
etmesini söyledim.Sorularım şunlardı:
1) Cemiyet nedir?
2) Ne maksatla ve ne zaman teşekkül etmiştir?
3) Dünyanın nerelerinde şubeleri vardır?
4) A’zası ve parası ne kadardır?
5) Cemiyet beyne’l-milel olduğu halde “Genç Hristiyanlar” denilmesinin sebebi
nedir? Bu isimden başka bir manada anlaşılmaz mı? Mesela gayenin
Hristiyanlık olduğu hatıra gelmez mi?
6) Hristiyanlığın mukaddes bir esası olan “Müselles” işaretini niçin kendisi için
şiar ittihaz edinmiştir?Alamet-i farika olmak üzere bunu etmekten maksadı
nedir?
7) Şube açılalıdan beri yazılan a’zalar en fazla kimlerdendir?
“Reis sorularıma şu şekilde cevap veriyordu:
“1) Genç Hristiyanlar Cemiyeti, beyne’l-milel bir cemiyettir.Azası, karşılıklı ıslahat ve
manevî ilerleme uğrunda müttefiktirler.Gerçi bu cemiyetin idaresi Hristiyanların nezareti
altında bulunuyor ise de, her millet ve mezhebe mensup bir delikanlı oraya aza olabilir.
2) Cemiyetin maksadı bedenen, fikren, ve manen kuvvetli gençler yetiştirmeye ve
onları gerek kendilerine ve gerek diğerlerine yardım etmeye teşvik etmekten ibarettir.Bu
maksadın sağlanmasını temin için insanlarda büyük gayelere ulaşma arzusunu ikaz ve
tanmiye eden güna gün eğlenceler ve terakki vasıtaları sağlanmıştır.Her üye ondan istifade
eder.
Cemiyet ilk defa olarak Londra’da 1844 miladi yılının 6 Haziran’ında (Mösyö Corc
Vilyams ) adında bir İngiliz’in başkanlığı altında kurulmuş ve daha sonra gelişerek bütün
dünyada şubeler açmıştır.
3) Şu anda hemen bütün Avrupa’da, şimalî ve cenubî Amerika’da,Hindistan’da,Çin’de,
Japonya’da, Kore’de, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, Filistin’de, Mısır’da,Afrika’da pek
(çok) büyük şubeleri vardır.
4) Cemiyet bugün 27 muhtelif memlekette 9065 şubesi, 1.330.532 üyesi, 120.540.049
Dolar varidatı vardır.Azalar üç kısımdır: A’za-yi hamiye, a’za-yi fe’ale, talebe a’za.Hamiye
üyeden senede 10, faal üyeden 5 , talebe üyeden de 2 lira alınır.Ders için vereceği para tabii
başkadır.
5) Gerçekte bu şube açılırken , bu isimde epeyce münakaşa oldu. Leh ve aleyhte sözler
söylendi.Fakat maksat sizin hatırınıza geldiği gibi değildir.”Genç İnsanlar” yahut
“Gençler” Cemiyeti demekte de bir mahzur yoktur. Lakin bunun ilk kurucusu Hristiyan
olduğu cihetle ona hürmeten bu isim muhafaza olunmuştur.
6) Cemiyetin “ müselles” işaretini alamet-i farika olarak kabul etmesindeki maksat
şudur:Bir insan üç ayak üstünde durabilir:İlim, ahlak, sihhat.Bunun biri noksan olursa , asla o
adam s ağlam bir adam sayılamaz.Ve hayatta daima noksandır.
Mesela, ne kadar iyi bir gemi olursa olsun, dümen makinesi yok veya bozuk olursa
arzu ettiği yere varamaz.İnsanlar da aynen böyledir.Bir çok adamlar vardır ki ömürlerinde
asalet-i tabiata ermekten acizdirler.Çünkü manevî hareket güçleri ve ideal emelleri mevcut
veya muntazam değildir.İşte bunun içindir ki cemiyet,dinî terbiye alanları teşkil ederek
gençleri –ilmen ve sihhaten olduğu kadar- ahlaken de yükseltmek istemiştir.Dinî terbiye
44
alanlarında insanlara hayatın en yüksek kanunları ve en asil gayeleri gösterilerek,bunlara
ulaşmaya teşvik olunurlar.Bunun için de yasa koyucunun yüceliğini, insanlığın ahval ve
olaylarını tarif ve hayatî meseleleri tetkik etmek üzere meccanî ve ihtiyarî sınıflar açılmıştır.
7) Şimdiye kadar muhtelif milletlere mensup hayli aza yazılmıştır.Bunların % 46’sı
Türklerdir.”
* * *
“Reisten almış olduğum bu izahatı – o gün için- yeterli gördüm.Ve izin isteyerek
ayrıldım.Asıl tetkikata ondan sonra başlayacaktım. Harb-i Umumî müddetince Antep ve
Maraş Amerikan Kolejleri’nde müdürlük yapmış olan “Reis” tamamiyle “Misyoner” idi
ve Ermenî şivesiyle konuşuyordu.Maksadı tamamiyle Hristiyanlık ruhunu telkin etmek
olduğu pek aşikar bir surette anlaşılıyordu.Artık İngilizce derslerine devam edeceğim için sık
sık gelebilecek, toplantıları, konferansları takip edecektim.”
“Aklı başında olan her ferd beş on gün mahut cemiyete devam ederse mutlaka oradaki
maksadı anlamakta gecikmez.(….)” (8)
Bu ahvali gördükçe, “insan Müslümanlık ve Türklük namına” ne söyliyeceğini
şaşırıyordu.
Öyle ise buna karşı bir alternatif olacaktı:
“ Maneviyatımız o kadar çürüktür ki Tanzimatçi mukallitlerin yanında bunu söyliyecek
bir adam gülünç duruma düşer.Halbuki o , mukallitlerin ilim ve kurumlarından hararetle ara
sıra bahs ettikleri bir Garp Milleti’nin meclisi de maneviyattan istianeden vareste
kalamıyor.Yine o mukallidlerin sırası düştükçe şahit gösterdikleri filozoflardan, mesela
Spenser diyor ki:”Bir milletin genel kurumlarını kanunlarla değiştirmek imkanı yoktur.”
.Diğer bir hekîm:”Milletlerin, hayalin vücuda getirebileceği kanunlarla değil,mizaç ve
tabiatlarına uygun gelebilecek düsturlarla idare edilebildiğini” beyan ediyor. “
“Bu devleti, dolayısıyla İslam alemini uçurumun kenarından kurtarmak isteyenler iki
esası göz önünden asla ayırmamalıdırlar:
1)İslamî esaslara uygun olarak kalblerde manevî mahkemeleri kurmaya son kuvvet
ve a’zamî sür’atle çalışmak…
2) İslam efradını asrî ulum ve iktisat silahları ile teslih için a’zami gayret göstermek.”
“Dicle kenarında kuzunun kurt tarafından parçalanmasından manen tereddüp edecek
sorumluluk payını düşünerek ağlayan , ila-yi kelimetullah için cihada gidenlerin geride
bıraktıkları dullara, öksüz yetimlere ,sırtından kırba ile su taşıyan, eliyle çorba pişirip yediren
Ömerlerin, ashab-ı mesalihi kendi istirahatı yüzünden birkaç dakika bekletmeyi zalimce bir
hareket sayan Alilerin, tecavüze uğrayan fakir bir kişinin zulümden kurtulması için bir harbi
terk eden Selahaddin Eyyübi’lerin ve daha bu gibi nice İslam büyüğünün kalblerinde
yaşayan Allah korkusunu , o muazzam manevî mahkemeyi bütün kalblerde sür’atle tesis
edersek ve Avrupa’nın bize gülmesi ihtimali gayr-i varidi ile zihnen asla meşgul olmaya
tenezzül etmiyerek ve fakat büyük bir vukuf ile çalışarak bu işte başarı sağlarsak biz
vazifemizi ifa etmiş oluruz.Bunu Tanzimatcılar yapmak mevkiinde idiler.Fakat yapmadılar…
Çünkü hastalığı anlayamamışlardı.”
(…..)
“Bütün Garp, bütün gayretini, bütün husumetini maneviyatımızı yıkmaya sarf
ediyor.Biz o maneviyatı kuvvetlendirmek mecburiyetindeyiz. Maneviyatı kuvvetli ve İslamî
gerçeklere vakıf bir Müslüman kitlesi, müstahsiller memleketi olan Garb’ın esaret zincirini
her devirde boyunlarında elbette taşımıyacaklardır.”
__________________________
(8) Mecduddin el-Hadî, Genç Hristiyanlar cemiyeti ve faaliyeti; SR, 19/493, sh:265267, 26 Şubat 1338(1922).
45
“Garp pek alâ bilir ki “La ilahe illellah” kelime-i tevhidi cins ve mezhep farkını
kaldırarak büyük bir beşer kitlsini düşman tahtiyesine karşı yek-vücut yapmakta harikulade
bir kudreti haizdirler.”
“ Bilirler ki: Bu kitle-i Muvahhidin düşman süngüsü karşısında gazilik şerefi ile
mübahi olmak için göğüs gerer, şehit olmak emeliyle ölür.”
“İstihkar-ı hayatı ta’lîm için dünyanın hiçbir vazı’ kanunu bu mutlak itaatı ortaya
koymaya muvaffak olamamıştır.Ve olamıyacaktır.”
“Garp bu ruhu , bu varlığı mahv etmek için bütün kuvvet ve dinî nüfuzunu sarf
etmekte saniye tereddüt ve gecikme göstermiyor.Misal mi istersiniz? Avrupa’nın baskıcı
ayağı altında ezilmek üzere iken ümitler kadar sönük bir vaziyette umumî kurtuluşu temine
çalışan bir sene ve hatta altı ay evvelki Türkiye Devvleti’nin Çerkesler,Abazalar ve hatta bir
takım Türkler tarafından Garp hesabına, Hristiyan alemi lehine uğradığı tecavüzleri göz
önüne getiriniz. Ankara’nın dört saatlik bütün muhiti ateş ve kan içinde Müslümanlar birbirini
parçalıyorlardı.Halbuki hz.Muaviye ile Hz.Ali (r.anhuma) arasındaki muazzam ihtilaftan
istifade etmek isteyen küffara, Muaviye’nin verdiği cevap meşhurdur.”
“Kardeşim Eşref Edib! Mevzu’ pek geniş.Fakat “Sebîl” in sayfaları müsait olmadığı
için bu defa bu kadarla iktifa ediyorum.Es-Selamü Aleykûm.”(9)
Daha sonra, Şark İstiklal Mahkemesi’nde beraber yargılanacak olan bu iki dostun,
birbirine gösterdiği dayanışma ve birlik çağrısı, diğer mebuslarca da, Anadolu’daki kurtuluş
mücadelesinde, istilacılara karşı mücahede eden orduya, “İslam Ordusu” ve o’na bu yetkiyi
veren meclisin içinden çıkan “hükümet”in de “İslam Hükümeti” olduğu gerçeğini,
Karahisar-ı Sahip mebusu Hoca Şükrü ile Sivas Mebusu Mustafa Taki apaçık beyan
ediyorlardı.
İSLAMİ MİSYON (LİDER ÜLKE)
Afyonkarahisar mebusu Hoca Şükrü, Anadolu’da kurtuluş savaşı veren orduyu,
Hüneyn Savaşı’nda kafirlere karşı cihad eden ordu’ya benzetiyordu:
“(Nusrat/yardım ancak aziz ve hakim olan Cenab-ı Allah’ın fazl ve kereminden
kullara ve milletlere ihsan buyurulur.)”(Al-i imran 3/126, Enfal 8/10).
“Malumdur ki milletler varlıklarını muhafaza ve idame için lazım gelen maddî
sebeblere tevessül etmek mecburiyetindedirler.Bununla beraber elde edilen maddî
sebebler,mevcudiyetin sağlanmasına, yardım ve galebeye kafi gelmediği de pek çok
görülmüştür.Şu halde hayatı idame arzusunda bulunan milletler hem maddî ve hem de manevî
kuvvetlerle mücehhez olmaları lazım gelir.Manevî güçten mahrum elinde son sistem
silahlıların,maneviyatı muhkem eli sopalılara mağlup olduğuna tesadüf olunmuyor, değildir.”
“Binaenaleyh hikmet-i İslamiye’nin koyduğu ölümsüz ilmî kurallardan biri de
“Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven.” (Âl-i İmran 3/159) ayetinin
ifade ettiği yüce manadır ki maddî sebebler ile manevî sebebleri bir arada elde bulundurmak,
diğer bir tabirle, azm ile tevekkülün ikisini bir tutmak lazımdır.Bu hususta İslamiyet aleme
yalnız bir yüksek nazariye bırakmakla yetinmiyor, Hz.Peygamber (s.a.v.) in geçirdiği hayatın
bazı safhaları da canlı bir misal, ikna edici bir uyanış dersi teşkil ediyor.”
_________________________________
(9) Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemalî;Tanzimatcılık,SR,c.19/489, sh:227228, 24 Temmuz l337(1921)
46
“Huneyn vak’asında Aleyhi’s-Salatü ve’s-Selam Efendimiz bir mücahid topluluğu ile
bizzat gazaya teşrif buyuruyorlardı.Bu ve bunun benzeri ayetlerin esrarına henüz vakıf
olamayan bazı ashab tarafından “Bu ordu hiçbir zaman mağlup olmaz.” yolunda sözler sarf
edilmeye başlandı.Zahiren, ashab-ı kiram böyle söylemekte pek haklı gibi idiler.Çünkü ashab
pek az kuvvetlerle kendisinden sayı ve silah itibariyle pek üstün kuvvetlere karşı harp etmişler
ve bir çok defa galebe çalmışlardı.Huneyn’de ise İslam askeri düşmandan sayı ve silah
bakımından çok üstün idiler.Ashabın moralinin sarsılmış olması düşünülemezdi. Çünkü her
ferd harp meydanında şehid olmayı kendisine en büyük şeref biliyordu.Bu kısım ashabta bir
kabahat var ise esbab-ı galebeyi sayı çokluğunda görmeleri idi.İşte böyle hayatî dakikalarda
müminlerin maddî sebebleri hazırlamanın ardından muzafferiyeti ancak Allahtan beklemeleri
lazımdı.İlahî hikmet bunu gerektiriyordu.Bunun için İslamiyete bir sergüzeşt olmak üzere bu
vak’ada iki taraf harbe giriştikleri sırada ilk hamlede muvaffakiyet tarafımıza yüz
gösteremeye başladığında bir tepenin ardından düşmanın çevirme harekatının muhtemel
bulunmasına mebni mezkur dağı korumaya memur olan kuvvet yerlerini terk ettiler.Düşmanın
oradan mühim kuvvetiyle yüklenmesi İslam askeri arasında büyük bir karışıklığı icap
ettirdi.Az kaldı o muazam İslam ordusu mağlup oluyordu Allah’ın yardımı ile tekrar durum
düzeltildi.Düşman bu harbte de mağlup oldu.”…Ve Huneyn savaşında size yardım
etmişti.Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan
kurtaramamıştı…”(et-Tevbe 9/25) ayet-i celilesi ashabı tamamiyle irşad etmişti.Maddî
sebeblerin hazırlanmasından sonra yardımı Allah’tan beklemek, Allah’a mütevekkil olarak
azm yollarında yürümek düstûrunu takviye etti.”
“ Şimdi biz Anadolu Müslümanları lazım gelen maddî esbabı hazırlamakta kusur
etmedik.Hatta gücümüzün üstünde denecek derecede hukukumuzun müdafaa ve muhafazası
esbabını hazırladık.Bu millet pek az bir zamanda (içinden) büyük bir ordu çıkardı.Ordusunu
son sistem silahlarla techiz etti.(Donattı.) Ondan sonra Allah’a tevekkül ederek küffar
ordularına karşı durduk. Hakkın yardımı ile İnönü’nde iki defa düşmanı mağlup ve makhur
ettik.Fakat Salîp Ordusu, özellikle büyük İslam düşmanı olan İngiltere’nin yardımıyla techiz
edildi. Onun teşvikiyle tekrar harekete geçti.Üçüncü defa olmak üzere İslam ordularına
saldırdı.İşte şimdi on günden fazladır harbe devam ediyoruz.Gerçi düşmana bazı şehirler terk
olunduysa da askerlik icabatı (stratejisi) ordu, şimdiki askerî stratejinin gerektirdiği ileri, geri
manevralar yapmakla meşguldür.Kat’î zaferin bizde kalacağını, zalim ve hunhar düşmanın
büyük bir hezimetle deniz ötelerine atılacağı günlerin pek yakın olduğuna tam bir kanaat ile
iman ederek mücahedemize devam edeceğiz.Akıtılan masum kanların, hetk edilen Müslüman
namuslarının, yıkılan mabed ve kabirlerin, söndürülen hanumanların/yuvaların mes’uliyet
yükü altında düşmanın mahv ve nabud/ yok olduğunu göreceğiz: “Sonra Allah, Rasulü ile
mü’minler üzerine sekînetini/sukünet ve huzur duygusunu/ indirdi.Sizin görmediğiniz
Ordular/melekler/ indirdi de kafirlere azap etti.İşte bu o kafirlerin cezasıdır.”( et-Tevbe
9/26). Bu sonuç, kafirlerin müstahak oldukları elîm cezadır.Düşmanlar bu cezaya düçar
müminlerindir.Mücahedemiz, fi-sebîli’l-lahtır. Kelimetullah’ı yüceltmek için mallarımızı,
canlarımızı feda ediyoruz.Minarelere çan asılmamak, Allahın ayetleri yerlerde sürünmemek
için savaşıyoruz.İlahî yardım hiç şüphe yok ki bize yönelmiş olacaktır: “Ey iman edenler!
Eğer siz Allaha (Allahın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder. Ayaklarınızı
kaydırmaz.” (Muhammed 47/7) Kur’an-ı kerîm’in düsturları değişmezdir.Cenab-ı Hakkın
vaadleri hulf kabul etmez: ”Şüphesiz ki Yeryüzü Allah’ındır.Kullarından dilediğini ona
varis kılar.Sonuç /Allahtan korkup günahtan/ sakınanlarındır.”(el-A’raf 7/128).”Zafer,
yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındadır.”( Âl-i İmran 3/126).(10)
Bir milletin mazlum halkı, asırlardır hayat sürdüğü topraklarda Allahın ayetleri
yerde sürünmemesı ve inşa ettiği ibadethanelerin minarelerinde çan çalınmaması için hem
malını, hem de canını vermesi isteniyordu.Bunun için de “topyekün bir millet” kavramında
hitap, sorumluluk ve gelecek garantisi görevi, hem halkta,hem askerde ve hem de devlet
47
adamı ile siyasete yön verecek siyasilerle, onları seçen seçmene kadar herkese aynı şekilde ve
aynı sorumlulukla görev düşüyordu.
Bunu en iyi şekilde gösterip, hedefi belirleyen Sivas Mebusu Mustafa Takî Efendi,
Cephelerdeki “Tekbîr” seslerinin “42’lik Top”lardan daha etkili olduğunu beyan ediyordu:
(Sadece bu sözler bile, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını ve ne gibi inanç ve iman
esaslarına dayandığını gösterir.)
“Ey Rical-i Ümmet!.. Ey Ehl-i Hall ü Akt-i Millet!
“Size ait hitabemi biraz daha uzatmış olacağım.Siz bütün İslam Ümmeti’nin işlerini
yürütmenin vekili bulunuyorsunuz.Bu ümmetin yegane kanunu bütün dünyaya, geçici olarak
değil, ebediyyen bir saadet kanunu olacak olan Kur’an-ı Kerîm’dir.Bu millet yükselme ve
ilerleme devirlerinde o Kanun-i Kavîm’den başka bir kanun tanımamış, ancak onun feyz ve
tevfîki ile mansur ve muzaffer olmuştur.Sizler bugün yalnız Anadolu’nun değil, 400 küsür
Milyon Müslüman’ın istinatgâhısınız.Bu Müslümanlar ne Efrenç Yasaları, ne de Yeni
Medeniyet ile değil, yalnız Kur’an-ı Kerim ile alakadârdır. O Kur’an ki insanlığın binlerce
senede yükselemiyeceği , şimdiki medeniyetin iddiacılarının tasavvur ve tebcil bile
edemiyeceği en yüce mertebesinin bütün kural ve esaslarını vaz etmiş, onun geniş alanından
bütün vahşetler, sefahetler/alçaklıklar tart edilmiş bulunan Yüce Kitab’tır.Siz ne vakit o
Kanun’dan başkasını, özellikle Garb’ın makul olmayan medeniyetini melekenizden ref’ ve
def’ eder, bütün medenileşme ve gelişme nurlarını, o nurdan iktibas ederseniz mutmain
olunuz ki teker teker her Müslümanı hükümetin birer uzvu, birer gazanfer savunmacısı olarak
bulacak, bütün dünyanın saldırılarından perva etmiyeceksiniz.Çünkü muharib veya muhalif
olanlar, Allah ve Resulü ile harp etmiş hükmünde olacak ve onların hasmı Allah ve Resulü
olacaktır.”
“………”
“Emin olalım, mukallibu’l-kulûb, Allah Teala’dır.Biz Allah Teala’nın rızasına
aykırı olarak yabancıları ne kadar taklit etsek ve yağcılıkta bulunsak onlar yine bizden razı
olmazlar.Kendilerinin yaptığı zulum ve vahşetleri yine bize isnat ederler.Yine biz vahşi,
kendileri medenî olur.Fakat biz Allah’ın rızası dairesinde hareket edersek Cenab-ı Hak
onların kalblerine bir korku ve heybet verir.Hem bizden korkarlar, hem de bize mümaşat
ederler. İslam Tarihi’ni tetkik edersek görürüz ki hep böyle olmuştur.Onların muhabbetleri de
ancak bu alanda sağlanabilir.Çünkü kalbleri değiştiren ancak Allah’tır.”
“Bizim Hukümetimiz, tam bir İslam Hükümeti ve efradımız tam birer Müslüman
olursa –ki inşallah olacaktır.-hariçteki Müslümanlar da bize iman aşkıyla tutulacak ve o tutku
ise bizi maddeten,manen, siiyaseten ve iktisaden müstefid edecektir.Öyle müstefid edecektir
ki şimdi milyonlarca Müslüman menfaatıyla , hatta Müslüman kanıyla kendilerini galip
gösteren o devletler bizim iltifatımıza muhtaç olacaklardır.İtiraf edelim, biz hakkıyla
Müslüman olursak, Müslümanlığın fazilet ve yüceliklerini eylemlerimizle gösterirsek alemde
her akıllı kişi,ya Müslüman veya İslam muhibbi olur.”
“Kurtuluşun umdesi ancak Kur’an’ın hüküm ve emirlerine ferdî ve ictimaî tabi
olmaktadır.İnsaf edelim,işimize gelen ahkâmını kabul, işimize gelmeyenlere Efrenç adetleri
veya kişisel fikirlerimizi tercih etmekten fari’ olmalıyız.”
“Ey Umera-yi Askeriye! Ey Zabitan!..Ey Neferat-ı Askeriye!... Son hitabım
sizedir.Çünkü son çaremiz sizin celadet kılıçlarınız, metin kalblerinizdir.Sizden savaş
tekniğinin en son gelişmelerinin ürünlerini gözlüyoruz.Umum Anadolu halkı, hatta ihtiyarları,
kadın ve çocukları sizin emrinize bakıyor ki gerektiğinde, size iltihak ve müzaheret
edeceklerdir.”
“Ey Müdafaa-yi Milliye Amirleri!.. Siz hemen o milyonlara ulaşan efrad-ı ümmeti
savaş tekniği alanında, lüzum ve vücup rütbesinde sevk ve idare ediniz.Ölümden korkan bir
tek Müslüman yoktur.Bir vilayet, bir memleket değil, bir karış toprak için hepimiz feda
olmaya hazırız.Biz Müslümanlara göre namus, millî vekarla bir kariş toprağa malikiyet,
48
istiklal ve namusa mukarin olmayan bütün dünyaya tercih unsurudur.Yalnız siz dünyada en
mütefenin, cengaver asker olunuz.Fakat o kuvvetinize asla gurur ve itimat etmeyip nusrat ve
muvaffakiyeti yalnız Allahtan biliniz.Siz kalbinizde iman gücü ne kadar varsa başarıyı da o
nisbette gözleyiniz.Askerî neferlere dinî amel ve farzlara devamı telkin ediniz.Dindar
kalblerden çikan bir “Tekbîr” gülbankı/gür sesi/ 42’lik toplardan daha müessirdir.”(1)
İşgalcilerin Anadolu’yu yakıp yıkarak ve top seslerinin Polatlı’ya kadar ulaştğı
sırada TBMM’nin Kayseri’ye taşınması çalışmaları bile başlamıştı.Bu arada Mehmet
Akif’in baş yazarlığını yaptığı “Sebilürreşad” da, Kayseri’de Mahkeme Hanı’nda, çıkan
nüsnasında, Kayseri Ulu Camii’nde Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey tarafından irad
olunan “hitabe”ye yer veriliyordu.Bir deniz subayının emekli olup, siyasete atıldıktan sonra,
millet kürsüsü kabul edilen bir camide okuduğu hutbe, aynı zamanda bir siyaset manifestosu
anlamını taşıyor, ilgalciler vasıtasıyla, emperyalizmin İslam Dünyansı’nda oynamak istediği
role işaret ediyordu.Bu uzun “hutbe”nin can alıcı ve dönemin ahvalini açıklayıcı bir
bölümünü aşağıya alarak, İslam dünyasının desteği kadar, Anadolu toprağından
emperyalistleri kovmada kıyam eden ruhun, nasıl bir “cihad ruhu” olduğunu göstermiş
olacağız: (Cihad ayetleri ile başlayıp, genel bir tahlilden sonra …)
“Tam manasıyla bir fetret ve fezahet devri olan bu devrede,gerek İstanbul’da ve
gerek taşrada belli başlı iki fikir cereyanı göze çarpıyordu.Bu fikirlerden biri düşmanlara
tamamiyle arz-ı teslimiyet, diğeri de müdafaa-yi hayat ve istiklal:”
“Birinci fikrin, yani düşmana tamamiyle arz-ı teslimiyet fikrinin sahibleri esasen
Müslüman ve Türk doğduklarına pişman olan müfrit Garp fikirliler ile vicdanlarını düşmana
satmış olan rical-i siyasiye ve düşmanlar da bize karşı hiç olmazsa ufak bir insanlık parçası
ve merhamet varlığını zan ve ümit eden bazı gafillerden kurulu küçük bir zümreden ibaret
idi.”
“Hatta bu zümreye mensup ve o zamanki kabine erkanından bulunan biri hiç
sıkılmadan, zerre kadar vicdan azabı duymadan bütün cihana karşı Millet Meclisi
Kürsüsü’nden:
- Biz mağlup olduk.Sırtımız yere geldi.Artık düşmanlarımızın elindeyiz.Bizim
hakkımızda istedikleri şeyi yapmakta hakları vardır.Bizim de tam bir uyumlulukla,
hakkımızda tatbik edilen her şeyi kabul etmemiz, en doğal bir harekettir…” diye
bağırmıştı.”
“Halbuki bu iz’ansız, vicransız mahlûk düşünmüyordu ki o anda asırlardan beri
istiklalini kaybetmiş, nam ve nişanı kaybolmuş bir çok mahkûm, esir milletler birer birer
hürriyetlerini kazanıyor, istiklallerini kazanıyorlardı.”
“Hal böyle iken nasıl olur da asırlardan beri müstakil yaşayan ve dünyanın üç
büyük kıtasında cihangirane hükmünü icra eden bir devlet vesayet altına girer, istiklalini
kaybederdi?”
“Nasıl tasavvur olunur ki varlığını tanıdığı günden beri hür yaşayan, hasbe’l-kader
memleketleri düşman istilasına uğradığı zaman varını yoğunu feda edip her ne pahasına
olursa olsun hürriyetini korumak için aaakın akın vatanın diğer bölgelerine hicret eden bir
millet bilerek ve isteyerek esaret halkasını boynuna takmaya razı olurdu?”
“İkinci fikrin sahibleri, yani; “Bizim de bir hayat hakkımız vardır.Asırlardan
beri hür ve müstakil yaşadık.Yine böyle yaşayacağız. Olmazsa öleceğiz.” diyen hakikî
Müslümanlar ,mert insanlar ise milletin büyük bir çoğunluğunu teşkil ediyordu.”
(1) Karahisar-ı Sahip Mebusu Hoca Şükrü; Ve’l Akibetü li’l-Müttekîn, SR,
19/489,sh: 225-226, 24 Temmuz l337(1921)
49
“İşte milletin büyük bir ekseriyeti böyle civan-merdane bir fikrin, ezelden sahibi iken
maalesef uzun harp senelerinin verdiği yorgunluk, insan üstü bir fedakarlıkla idame
ettirdikleri harbin genel görüşün hilafına olarak birden bire makûs bir şekilde
neticelenmesinin doğurduğu şaşkınlık yüzünden henüz bir hareket gösteremiyordu.”
“……”
“Biraz evvel “Bu meş’um zümre, halkı düşmanlara ısındırmak için büyük bir
gayretle çalışıyorlar.” demiştim.Evet, bu ruhsuz, izzet-i nefisten tamamiyle mahrum, millî
duygularla zerre kadar igileri olmayan insanlar, henüz resmen düşmanımız olan İngilizlerle
dostluk tesisi için “İngiliz Muhibleri Cemiyeti” adı altında taraf taraf cemiyetler tesis
ediyorlar.Ve memleketin her tarafında bu meş’um cemiyetin şubelerini açmak derdiyle yanıp
tutuşuyorlardı.Bütün bu girişimlerin başında “Fru” adında insan kıyafetinde bir şeytandan
başka bir şey olmayan bir İngiliz Papazı bulunuyordu.”
“Aziz dindaşlarım!... Hristiyanların bütünü itibariyle İslam olan bizlerin
hakkındaki bakış açıları bilinmektedir.Tarih bu bakış açılarını tamamiyle açıklayan bir çok acı
misallerle doludur.Sıradan Hristiyanların bakış açıları bilinince esasen vazifesi bütün dünyayı
Hristiyan yapmaktan ibaret olan bir papazın teşvik ve teşebbüsü ile meydana gelen ve o
mutaassıp papaz tarafından idare olunan bir cemiyetten bu mülk ve millet için, o mukaddes
dinimiz için hiçbir hayır umulabilir miydi?Fakat biraz evvel habis mahiyetlerini tarif ettiğim
mahluklar, esefle söyleyelim ki hayır umuyorlar.Yahut belki kendileri inanmadıkları halde
halka öyle göstermek sayfasında , halkı iğfal etmek istiyorlardı.Çünkü şahsî menfaatleri böyle
emr ediyordu.Bakınız sizi bu hususta bir misal ile tenvir edeyim.İşte elimdeki şu
gazete,İstanbul’da intişar eden 21 Ağustos 1336 (l920) tarihli Alemdar Gazetesi.”
“ Bu gazetenin ikinci sayfasında yer alan ve büyük harflerle “pek mühim bir resmi küşad” başlığını taşıyan (yazının) bir bendini müsadenizle aynen okuyalım:
“Pek mühim bir resm-i küşad”
“İngiliz Muhibleri Cemiyeti’nin Cağaloğlu Şubesi dün merasim-i mahsusa ile
küşad edilmiştir.”
“Açılış merasimi yapılacağını daha önce sütünlarımızda yayınlamış olduğumuz
üzere İngiliz Muhibleri Cemiyeti’nin Cağaloğlu Şubesi Kulübü dün ba’de’z-zeval saat
03.00’de pek mutantan bir merasim altında olarak açılmıştır.Açılışta memleketimizin pek
yüksek siyasî mahfil ve cemiyetlerine mensup yüce zevatla yabancı devlet adamları davet
edilmişlerdi.Merasimin ifası için kararlaştırılan saatte davetliler peyder pey gelmekte, ve
gerek kulüp reisi Sait Molla Bey Efendi ve gerek kulüp üyeleri tarafından karşılanıp izaz
edilmekte ve özel surette bulundurulmakta olan Bahriye Muzikası/ Bandosu tarafından da
Osmanlı, İngiliz marşları terennüm edilmekteydi.Merasimin ifasına takaddüm eden ilk
hazırlıkların ardından Sait Molla Bey Efendi,tarafından bir nutuk verlmiş sve ardından sabık
Dahiliye Nazırı ve Osmanlı Matbuat Cemiyeti reisi Mehmet Ali Bey Efendi çok önemli
olan aşağıdaki nutuklarını irad etmiş ve İngiliz siyaset ruhunun başarısını gösteren , bütün
inceliklerini açıklayan bakış açıları, hararet ve samimiyetle alkışlanmıştır. Mehmet Ali Bey
Efendi’nin nutukları şöyledir:
“Hüzzar-ı Kiram!.. İngiltere’nin mektedir başvekili Mister (Asküvit) Cenabları irad
ettikleri bir nutukta cihan tarihinde İngiltere’nin bir sene içinde yaptığı değişiklikleri hiçbir
devletin ifaya muktedir olamadığını söylemiştir.Biz 25 milyon nüfusa malik olduğumuz halde
bu muazzam devlete karşı koymak istedik.Neticenin ne kadar büyük bir hüsran ve zararla son
bulduğu hepimizce bilinmektedir.İngiltere’nin azamet ve üstünlüğünü teşkil eden sebeblerden
50
en önemlisi adalet ve doğruluktur.Hatta İngiltere’nin bütün kulüplerinde İngiliz seciyesinin
en mühim bir timsali olan Fair Play( Fer Pley) , yani herkese karşı dosdoğru bir şekilde
harekette bulunmak nazariyesi bütün İngiliz milletinin düsturu olmuştu.İşte efendiler,biz de
bugün şu kurulan kulübe bu düsturu memleketimizde tatbik edip gelecek için
hazırlanmalıyız.Bu münasebetle muharebe ve mütarekeden sonra ilk defa olarak işitmekte
olduğumuz Osmanlı ve İngiliz marşlarını alkışladığımız sırada haşmetlü İngiliz Kral ve
Kraliçesi hazeratı ile Zat-ı Şevket-meab-ı Padişahî’nin şan ve şevketin temadi ve afiyetlerini
temenni eylemeyi bir vazife telakki ederim.”
“Şu okuduğumuz vesikanın tarihi nazar-ı itibara alınınca bu merasime iştirak eden
efendilerin idam hükmümüz demek olan Sulh Muahedesi’nden haberdar olmadıkları
söylenemez.Sevr Sulh Muahedesi çoktan tebellüğ edilmişti.Bu muahede hakkında sırası
gelince icap eden açıklamları yapacağım.Fakat şimdi şu kadarını söyliyeyim ki bu muahede
ile elimizden memleketlerimiz, istiklâlimiz alındıktan başka bize hayat hakkı, yani insanca
yaşama hakkı bile bırakılmıyordu.Bu muahedeyi konferansta İtalyan ve Fransız
murahhaslarının itirazına rağmen adeta cebrî bir şekilde İngiliz murahhasları kabul
ettirmişlerdi.Esasen tamamiyle İngiliz tertibi olan bu muahedeye Avrupa’da, bunu tertip eden
Hariciye Nazırı Lord Gürzon’un namına izafeten “Gürzon Muahedesi” diyorlar.
Fransızlar ve İtalyanlar da düşmanımız olduğu halde onlar bize acımaktan ziyade arslan
payının bu muahede gereğince İnigilizler tarafından kapılacağını görünce şiddetle itiraz
etmişlerdi.Hatta İngilizler Fransızları , o aralık Almanya’da zuhur eden kargaşalıktan istifade
ederek Almanlarla tehdit etmişler.Ve böylece Fransızların itiraz seslerini
susturmuşlardı.Hadisenin bu söylediğim tarzdaki cereyanını o zaman bütün Avrupa gazeteleri
yazmışlar.Ve bütün dünya duymuş v e anlamıştı.Binaenaleyh İstanbul’daki tantanalı açılışta
hazır bulunan “memleketin pek yüksek siyasî mahfil ve cemiyetlerine mensup büyük
adamlar” ile “sabık Dahiliye Nazarı ve Osmanlı Matbuat Cemiyeti Reisi Mehmet Ali
Bey Efendi” nin bu işlerden haberdâr olmadıklarını zannetmek biraz fazla saf-derûnluk olmaz
mı? “
“O halde nasıl oluyor da diğer iki düşmanımızın yani Fransızlarla İtalyanların
bile bir çok itiraza rağmen zorunlu bir şekilde ve hatta kerhen kabul ettikleri bir muahede
ortada dururken ve muahedenin mürettibi İngilizler iken,Türk ve Müslüman adını taşıyan
Mehmet Ali Bey “İngiltere’nin büyüklük ve üstünlüğünü teşkil eden sebeblerden en
önemlisi adalet ve doğruluktur.” Ve “İngiliz seciyesinin en önemli örneği herkese karşı
dosdoğru harekettir.”diyebiliyor. Yine nasıl oluyor da orada hazır bulunan “memleketin
pek yüksek siyasî mahfil ve cemiyetlerine mensup büyük adamlar” da bu sözleri
alkışlıyor!?”
“Bu adamlar, bir Fransız’ın,bir İtalyan’ın bile hazm edemediği bu muahedeyi
adalet ve doğruluk ve herkese karşı dosdoğru hareket kuralları ile ne şekilde ve nasıl bir
vicdanla telif edebiliyorlar? Demek ki elimizden memleketimizi alan, her türlü istiklalimizi ,
hatta malî ve adlî istiklalimizi imha eden,bize bırakılan bir avuç toprağı da nüfuz
mıntakalarına ayırarak bizi köleler gibi çalıştırmayı istihdaf eden bir muahede ahkamı bu
vicdansızlarca doğru , adil ve dosdoğru bir hareket olmak üzere telakki ve kabul ediliyor.”
“Ey Cemaat-ı Müslimîn!.. Ey Din Kardeşlerim!...Kur’an-ı Kerîm’imizden,
Furkan-ı Hekîm’imizden şimdi size bir ayet-i kerimeyi okuyacağım, dinleyiniz:
“Ey iman edenler!..Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin.Çünkü onlar size
fenalık etmekten asla geri durmazlar,hep sıkıntıya düşmenizi isterler.Gerçekten kin ve
düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır.Kalblerinde
sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür.Eğer düşünüp anlıyorsanız, ayetlerimizi
size açıklamış bulunuyoruz.”( Al-i İmran 3/118)
“İşte Cenab-ı Hakkın bu babtaki emr-i İlahileri bu kadar apaçık iken biraz evvel
bahsettiğim olaylar, düşmanlarımız içinde mahv olmamızı en çok arzu eden ve bu arzunun
51
gerçekleşmesi için her şeyi yapan bir milletle muhalefet anlaşması yapıyorlar.Ve milleti de
iğfal edip tuzağa düşürmek, esir etmek istiyorlar.”
“Fakat diğer taraftan devletimizin işleriyle doğrudan doğruya alakadar olmayan
hakikî Müslümanlar, bakınız nasıl düşünüyor,neler yapıyorlar:
“Hindistan’daki din kardeşlerimiz İngiliz siyasetinin bize tatbik etmek istediği
barış anlaşması metnine vakıf olunca derhal yer yer toplantılar yapıyorlar.Bu müthiş
haksızlığı şiddetle protesto ediyorlar.Bu tarzdaki toplantıların birinde, hatibin ateşli
konuşmalarından son derece heyecana gelen bir genç Hindli , heyecanın şiddetine
dayanamayarak “Allahu Ekber!” diyor, secdeye kapanıp, ruhunu teslim ediyor.”
“ Şimdi okuyacağım telgrafı “Thames” gazetesinden terceme ettim.Bu telgraf
“Taymis”e Hindistan özel muhabiri tarafından çekiliyor. Telgrafın başlığı “Hindistan
Hilafet Mücadelesi”dir:
“Gery Havalisi komiseri (yani valisi) mister (Villonbiy)’nin feci bir şekilde
öldürülmesi, pek fazla üzüntüyü mucip olmuştur. Adam bütün memurların hürmetini
kazanmştı.Üç Müslüman, (Villonbiy)‘nin ikametgahına girerek kendisini bıçakla bir çok
yerinden yaralamış ve öldüğüne hükm ederek gitmişlerdir.Halbuki biraz sonra kendine gelen
vali, katillerden birinin ismini haber vermiş ve ölmüştür.Daha sonra yakalanan katil,
(Villonbi)’yi sırf İngiltere’nin Türkiye’ye ve Hilafet Makamına karşı şiddet kullanmasının
intikamını almak için öldürdüğünü itiraf etmiştir.”
“…..”
“14 Temmuz 1920 tarihi ile Karaçi’den çekilen diğer bir telgrafın tercemesini de
izninizle okuyacağım:
“ Hindistan Müslümanları pek haksız ve gayr-i adilane olan Türk sulh şartlarını
Xlll Asırlık dinî bir kurum olan Hilafet’e doğrudan doğruya saldırı sayıyorlar.Avrupa
dayanışmasına karşı İslamiyeti savunmadan aciz bir vaziyette oldukları için halkın bir çoğu
Hindistan’ı Darü’l-Harb ilan ederek hicrete karar vermişlerdir.”
“ Şimdiden binlerce halk İngiltere’nin İslamiyete karşı olan tutumuna fiilî bir
protesto olmak üzere Afganistan’a hicret etmişlerdir.”
“ Geçen hafta 700 kişi trenle Afganistan’a müteveccihen Sind’den hareket etti.Sind ve
Pençap’ta derin bir heyecan devam etmektedir.Binlerce halk Peşaver yolu üstündeki
istasyona koştular ve muhacirleri; vicdanlarını, dinlerini mallarının, mülklerinin üstünde
tuttukları için tebrik ettiler.Malyan istasyonunda 25.000 kişi muhacirleri tebrik etti.Lahor’da
50.000 kişi muhacirlere para hediye etti. “Amristar” tebrik telgrafı çekti. Ravalpinti ve
Peşaver ‘de aynı heyecan sürmektedir.Yalnız Sind’den 50.000’i aşkın halk hicrete
hazırlanmıştır.Vaziyeti yalnız , adalete,müslümanın dinî hayatına riayet şartıyla sulh
anlaşması şartlarında yapılacak esaslı değişiklikler kurtarabilir.”
“Nasıl, din kardeşlerim! Hakikî Müslümanların, hem de bizden binlerce mil uzakta
yaşayan Müslüman kardeşlerimizin Türkiye Sulh Muahedesi adı verilen zulûmname
karşısında ne gibi necip duygularla duygulandıklarını , ne gibi fedâkârlıklara kalkıştıklarını
şimdi okuduğum ve hepsi İngiliz gazetesinden alınan vesikalar anlatmaya ziyadesiyle kafi
değil mi?(….)”
“Kardeşlerim,sanılmasın ki biraz evvel izah ettiğimiz heyecan ve galeyan, sırf Hind
Müslümanlarına racidir.Batının ucundan Şark’ın en uzağına kadar her yerde oturan din
kardeşlerimiz aynı yönde heyecan ve galeyan halindedirler.Ne yapalım ki bu zavallılar yine
bizim, biz Müslümanların kabahatimiz, gafletimiz eseri olmak üzere hep mahküm bir
vaziyette bulunuyorlar.Bunlardaki heyecanın fevkaladeliği , şiddeti ve en güçlü bir İslam
Devleti olan ve asırlardan beri Cenab-ı Peygamberin bayrağını büyük bir şan ve şerefle
omuzlarında taşıyan ve yine asırlarca devam eden ve bugün de devam etmekte olan Haçlı
hücumlarına karşı yüce Dinimizi kanıyla,malıyla, canıyla savunan devletimizin yıkılmasına,
mahv olmasına tahammül edememeleridir.Çünkü onlar bizleri İslamın alemedarı olarak
52
tanıyorlar.Dinî mukaddesatlarının korunma ve yaşatılmasını bizden bekliyorlar. Hatta kendi
kurtuluşlarını bile!...”
“……..”
“Şimdi söyledikilerimizi bir özetliyelim:Biz düşmanlarımızın asırlardan beri bizim
hakkımızda tasarladıkları ve Umumî Harb’ten sonra ortaya çıkan vaziyet üzerine tatbik
zamanı artık geldiği kanaatinde bulundukları muahedenameyi tanımadık, kabul etmedik.Nasıl
tanır ve kabul edebilirdik ki biraz evvel izah ettiğim üzere bu anlaşma bir muahede değil,
ancak bizim maddî ve manevî varlığımıza son vermek için İblisane bir şekilde düzenlenmiş
bir idam hükmü idi.Düşmanlarımız anlaşmayı tatbik için iki çareye,iki tedbire müracaat
ettiler.Biri, evvela payitahtımızı işgal ve Hilafet Makamı’nı esir etmek, sonra o kutsal makamı
alet ittihaz ederek aramıza nifak ve şikak tohumları ekmek, bizi birbirimize boğdurmak ve
böylece tamamiyle zayıf düşürmek; bir yandan da yine bizim aramızdan para veya sair
vasıtaylarla elde edecekleri vicdansızların delaletiyle bizi her türlü savunma ve mukavemet
vasıtalarından mahrum etmek.Bundan sonrası kolay…”
“……”
“Binaenaleyh bugün hepimiz cihad emri ile mükellefiz.İlahî emir bu
merkezdedir.Unutmayalım ki bizler asırlardan beri Hz.Peygamberin mübarek bayrağını her
türlü tehlikelere karşı omuzumuzda taşıdık, İslam Dini’ni bugüne kadar kanımızla,
malımızla, canımızla , hülasa her şeyimizle müdafaa ettik.Pek haklı olarak “İslamın
Bayraktarı” adını aldık.”
“Her halde bizler yine bu mübarek sancağı kemal-i şan ve şerefle omuzlarımızda
taşımak ve mukaddes dinimizi müdafaa ve esaret altında bulunan kardeşlerimizi kurtarmak
hususunda İlahî emirlere imtisalen son nefesimize kadar mücahedeye devam edeceğiz.”(2)
Ali Şükrü Bey’in bu hitabesine göre, mağlubiyet sonucu her şeyimizi kaybedecek; ne
dinimiz,ne namusum uz ve ne de maddî-manevî bir şeyimiz kalacak ,aksine her şeyimiz yok
olmuş olacaktır.
“Cemaat-ı Müslimin”, “ daha açık bir ifade ile Petro’nun, Hristo’nun kölesi (mi)
olacaksınız.” sözünden etkilenmiş olacak ki, ağlamaya başlar.
“…Müteessir olmak, ağlamak fayda vermez…Haydi cihad’a!...” sözü ile son
cümlelerini söyler.
Eski bir bahriyeli subay, mebus olarak halkın kurtuluşunu “cihad”da görüyordu.
Öyle bir ruh ki, işgal altındaki İslam Dünyası’ndan aldığı dinamizm ve destekle, “lider
ülke” konumunu tekrar kazanmaya varan bir çok maddî ve manevî güçle yüzyüze gelinmiş,
nasır bağlamış eller Türkiye’nin zaferi için semaya kalkmıştı.
Sırf “Müslüman” olduklarından ötürüdür ki, “Mazlumların hürriyet ve istiklal
mücahedesi” Anadolu’dan başlayarak, dört bir cepheye yansımıştı.
Bunun zaferle taclandırılması da,ancak diğer işgal altındaki yenlerde gereken direnişin
gösterilmesi kadar “ahlak ve namus” kavramlarını yabancılara özdeşleşerek yaşayanların
bulunması, millet kadar, TBMM’ni de rahatsız etmiş oacak ki, Umur-i Şer’iyye
Vekili/Bakanı Mustafa Fehmî imzasıyla, “TBMM adına” yayınlanan “İstanbul ahalisine
beyanname” şöyle başlıyordu:
“İstanbul’da millî edeb ve İslamın erdemlikleri ile hiçbir zaman uyumu sağlanmış
olmayacak olan bir takım hareketlerin meydan aldığını ve son zamanlarda o mübalâtsız
hareketlerin pek çirkin bir şekle girdiğini BMM büyük bir üzünütü ile işitiyor.”
“Müslüman adını taşıyan bazı kadınlar namus ve iffet adı altında takdis ettiğimiz iki
muazzam vazifeye karşı tamamıyle ilgisiz kalarak alçaklıklarını kendilerine yabancı
erkeklerle hususî ve umumî yerlerde dans edecek derecelere kadar ileriye götürüyorlarmış.”
__________________________________
(2) Trabzon mebusu Ali Şkrü Bey; Anadolu’nun Büyük ve Mukaddes Cihadı; SR, c.
19/490, s:233-246, 24 Eylül 1337(1921).
53
“Büyük Millet Meclisi yakinen bilir ki bu alçaklıkları pervasızca işleyen aşağılık
yaratıklar pek küçük bir azınlıktan ibarettir.Yoksa o mübarek memleketin büyük bir
çoğunluğu diyanetine, milliyetine has olan o güzelim karakterleri tamamiyle korumaktadır.Ve
güzel ahlakına , kutsal törelerine vuku bulan bu tecavüzlerin daha yakından vakıfı olmak
itibariyle bizlerden ziyade müteessirdir.Fakat emr-i bi’l-ma’ruf , nehy-i ani’l-münker farızası
ile bütün Müslümanların yükümlü bulundukları da hiçbir zaman hatırdan
çıkmamalıdır.Özellikle oradaki halkımıza önderlik vazifesini omuzlayan kişiler tarafından
milletin işlerine bu derecede hoşgörü gösterilmesi elbette mazur görülemez.”
“Bütün Anadolu halkı, çoluğu ile çocuğu ile , kadını ile erkeği ile, malıyla canıyla,
dişiyle tırnağıyla, düşmanlara karşı mücahede ediyor ken İstanbul’daki halkın hiç olmazsa bu
kutsal cihada kalben iştirak etmesi icap etmez mi? Memleketimizin istikbali olan gençler ve
istikbali kurtarmak için hayırlı evlad yetiştirecek kızlar, ve kadınlar düşünmelidir ki bugün
kendilerinin Anadolu’daki dindaşları onların hayatını, namusunu, şerefini, istiklalini
kurtarmak azmiyle uğraşıyorlar.Karların altında,çamurların üstünde , sarp dağların tepelerinde
, engin ovaların içerisinde mübarek kanlarını döküyorlar.Bu mukaddes gaye uğrunda
canlarını feda ediyorlar.”
“Namusunu, şerefini her şeyden üstün tutan; salabet-i imanına,azamet-i vicdanına
dünyaları hayran bırakan milletimiz arasında alçaklıklar, bu alçaklıkları işleyecek sefil
yaratıklar acaba nasıl oluyor da yer buluyor? Hiç şüphe yok ki bu alçaklıklar bizim millî
ruhumuzdan, bizim millî terbiyemizden doğmamış, bunlarda yabancı bir ruh, zehirleyici bir
terbiye etken olmuştur.Bu yabancı ruhu, bu zehirleyici terbiyeyi öldürmek, büsbütün varlığını
kaldırmak için bütün millet rehberlerinin , bütün millet matbuatının elbirliği ile çalışmaları en
muhteşem vazifeleridir.Zira ahlaksız bir millet için hayat imkanı tasavvur olunamaz.Ahlakın
düşüşü millî bünyenin yıkılışıdır.Milletler, şahıslar gibi, türlü türlü ızdıraplar geçirir, türlü
türlü tehlikelere uğrar.Lakin bütün bu ızdırapları, bütün bu tehlikeleri başarı ile atlatanlar
ancak ahlakını düşüşten muhafaza edenlerdir.”
“….Bununla beraber Büyük Millet Meclisi İstanbul’un namuslu,hamiyetli, faziletli
evladına hürmetlerini, iştiyaklarını iblağ ederken şunu da ilave eder ki kadın olsun, erkek
olsun milletin mukaddesatını hiçe sayan , namusunu lekeleyen, nefs ve hevasına esir bir takım
reziller, emin olsunlar, yakında hareketlerinin hesabını vermekten kurtulamıyacaklardır.”(3)
İşte o Meclis ki, verdiği yetki ile bir Başkumandan ve bir de Meclis Başkanı ile,
giderek, esaretten kurtulmak veya kurtuluş yollarını arayıp, müstakil ve hür bir devlet olmanın
uğraşını veren dindaş ve soydaş ülkelerin heyet ve elçileri, yeni Meclis’in ve sürüp giden
kurtuluş mücadelesinin maddî ve manevî destekçisi olduklarını elçilerini gönderip verdikleri
mesajlarla, açıkça ilan ediyorlardı.
Nitekim Buhara Murahhas Heyeti’nin TBMM’ni ziyaretlerinde irad ettikleri nutuk
bunun en canlı ve heyecanlı çıkışını serğiler:
“Buhara Halk Şura Cumhuriyeti’nin beş milyonluk ahalisi ve halk hükümeti’nin
yürütme komitesi v e nazırlar şurası tarafından TBMM Hükümeti Reisi ve
Başkumandanı’nı selamlamakla kesb-i şeref eylerim.”
“Buharalılar, Şarklı oldukları gibi Türk neslindendir.Buhara İslam memleketi olduğu
için öteden beri İslamiyetin muhafızı olan Türklerle manevî rabıtaları kavidir.İşte cinsen ve
dinen bir olan kardeşlerin diğer Şarklılar gibi şimdiye kadar birbirlerine el uzatmadıklarına
sebeb Emperyalistlerin tuttukları malum siyasetleri idi.Çünkü onlar, Şark kavimlerini
birbirinden ayırmak , esir etmek, doğulu milletleri ezmek istiyordu.Fakat bu olmadı.
________________________________
(3) S.R. İstanbul ahalisine beyanname; c.19/492, sh:255-256,16 Kanunisani (Ocak)
1338 (1922).
54
Garba dehşet veren Çanakkale harbinin imanlı (ve) kahramanca müdafaası Şark’ta inkılap
güneşi doğurdu.İnsaniyet bayrağını kaldıran Rusya inkılapçılarının halâskâr v e metin kulları
Şark mazlumlarını birleştirdi.Asya-i Vusta (Orta Asya) milletleri için Çar Hanedanı’nın
malum siyasetine son verdi.Nihayet 59 yıl esaret devresini geçiren ve bütün haricî siyaset ve
münasebetlerden mahrum bırakılan Buhara da istiklalini aldı.15-20 seneden beri dahilde ve
hariçte sürekli çalışan Buhara gençleri Şark inkılapçılarının yardımı ile zalim ve müstebit
hükümeti yıktı.1336(1920) tarihinde Halk Cumhuriyeti esasını kurdu.İstiklali de tasdik
olundu.”
“İşte yıllardan beri büyük kardeşi Türkiye Hükümeti’yle resmen münasebete
girişemiyen Buhara murahhasları bugün Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti Reisi’nin ziyareti ile müşerref olmakla kesb-i fahr eylerim.”
“Buhara halkı tarafından Türk ve İslam kardeşlerine hediye olarak bundan büyük bir
şey bulunamadığı cihetle asâr-ı atikadan şu arz ve takdim edeceğim Kitab-ı Mukaddes’i
milletin istifadesine vaz buyurmalarını istirham eylerim.”
“ Kahramanlar, gaziler silahtan başka bir şeyden hoşlanmadıkları için Buhara
tarafından size hediye ve yadigar olmak üzere arz ve takdim edeceğim şu kılıcı kabul
buyurmalarını rica eylerim.”
“Misak-ı Millî uğrunda sağlam bir imanla çalışarak gösterilen gayret sayesinde
İnönü savletleri ve Sakarya muzafferiyetini Buhara Halk ve Şura Cumhuriyeti’nin beş
milyon halkı tarafından tebrik etmekle beraber şu emanet kılıcı da arz ve takdim ediyorum.”
“İnşaallah yakın bir zamanda düşmandan intikam alıp kat’î zafere sebebiyet veren
veyahut İzmir’i feth edip Türk bayrağını orada dalgalandıran kumandana şu emanet kılıcı
teslim buyurmalarını bilhassa istirham ederim.”
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin nutukları:
“Buhara Fevkalade Siyasî Kastları Beyler!
“Buhara Halk Şuralar Cumhuriyeti Halkı ve Hükümeti’nin Yürütme Komitesi
ve Nazırlar Şurası namına gelen muhterem heyetinize Türkiye ahalisi ve TBMM ve O‘nun
hükümeti namına beyan-ı hoş-amedî eylerim
“Buharalıların milletimizle ırkî ve dinî kalbî bağlarına rağmen işbu bağların şimdiye
kadar fiilî alanda gereği kadar tecellisine,müstevli ve zalim kuvvetlerin varlığı mani
olmuştu.Kahraman Türkiye Orduları’nın büyük bir övünç payı olan Şark İnkılab-ı Kebîri ,
mazlum Şarklıları günden güne sıklaşan, sağlamlaşan bağlarla biri birine bağlamaktadır.”Her
milletin kendi geleceğini kendisi tayin edebilmek” hakkını yalnız nazariyatta değil,
fiiliyatta da tanıyan Rusya İnkılap Adamlarının mefküreci hareketleri sayesinde bugün
Rusya’nın müttefiki olan müstakil Buhara Halk Şuralar Cumhuriyeti’nin haricî ilişkiler
hakkını kullanarak , ilk Kastlar Heyeti’ni Türkiye Halkı Hükümeti nezdine gönderdiğinden
dolayı TBMM’nin Reisi sıfatıyla , Buhara Cumhuriyeti’ne iftiharla arz-ı teşekkür ederim.”
“Buhara Ahalisi’nin Türkiyedeki Türk ve Müslüman kardeşlerine hediye olarak
gönderdiği “Kur’an-ı Kerîm” ile Türkiye Halk Ordusu’na takdir ve tebrik nişanesi olarak
gönderdiği “ Kılıç”, Hak Din ile Hakka hadim kuvveti temsil eden fevkalâde muazzam ve
kıymetli iki yadigardır.Bu emanetleri elinizden alırken kalbim heyecan ile doldu.Halkmıız ve
Ordumuz, uzaklardaki kardeşlermizden gelen tebrik ve teşci’ nişanelerinden şüphesiz çok
mütehassis ve mesrur olacaklardır.Dindaş ve arkadaş Buhara halkının arzusunu yerine
getirerek bu mukaddes kitabı millete, muazzez kılıcı da İzmir Fatihi’ne teslim edeceğim.
Allahın inayeti ile İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan millî ordumuz , inşallah pek
yakında bu kılıcı da kazanmış olacaktır. Muhterem heyetinize de Türkiye ahalisi ve ordusu ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti namına teşekkür ederim.”
Buhara Halk Şuralar Cumhuriyeti Heyeti’nin “Kur’an ve Kılıç” hediyeleri
üzerinde, TBMM reisi Gazi Mustafa Kemal PaşaHazretleri’nin verdiği “hoş amedi/ hoş
55
geldiniz” cevabı üzerine, “Sebilürrşad”, Türkiye’den beklenen umutlar için şu yorumu
yapmıştı:
“Yeni yeni teşekkül eden İslam Devletleri Murahhas Heyetleri’nin birbirini
takiple Ankaraya geliyor, Çanakkale’deki harikulade celadet ve fedakarlığı ile Şarktaki
muazzam inkilabın en önemli etkeni olan Müslüman Mücahidleri’nin karargahında
toplanıyorlar.Dün hayal sayılan şeyler bugün hakikat oluyor.Buhara Murahhas Heyeti’ni
istikbal ederken diğer bazı İslam Devletleri temsilcilerinin yolda bulunduklarını, Kırım
Müslümanları’nın da istiklallerine sahip olduklarının haberini alıyoruz.(…)”
“ Beyaz sarıklı, ipek kürklü Buhara Murahhasları ,Büyük Millet Meclisi’ne Orta
Asya Müslümanları’nın selamlarını tebliğ ettiği zaman İslam aleminin mutlu geleceğine
inancımız o kadar kuvvet buldu ki o şanlı, şerefli günleri adeta seyr eder gibi bir haz
duyduk.Buuuharalı kardeşlerimiz bize ne muazzam,ne kıymetli hediyeler
getirmişler:Yeryüzünde bütün Müslümanlarca takdis edilen bir Kitab-ı Celîl ile onun hamisi
ve kuvve-i müeyyidesi (yaptırım gücü) olan bir yüce kılıç!...İşte yaşamak isteyen
Müslümanlar için takip edilecek yegane Hak yolu!..Müslümanlar bütün hal ve hareketlerini o
Kanun-i Esasi-yi Muhammediye’ye tevfik edecekler; sonra da onu te’yîd ve himaye için
cihadı en kutsal vazife bilecekler.Hiç şüphe yoktur ki Orta Asya’dan gelen bu kılıç Allahın
yardımı ile yakında Akdeniz sahillerinde, İzmir ve Çanakkale‘de parıldayacaktır. Ve bunun
karşılığını Asya kapılarının fedakar bekçileri oradan göndereceklerdir.”(4)
Buhara Halk Şuraları adına gönderilen “Kur’an ve Kılıç” üzerine, Mustafa
Kemal Paşa’nın teşekkür konuşmasının ardından, SR’ın yorumu bu şekilde son bulmuşsa da,
aslında, münevver kesimin içinde bulunduğu tutucu tavır, 1840’da Reşid Paşa tarafından
söylenip,Fransa’dan beklenen “temenna”dan sonra, bu sefer Hamdullah Suphî tarafından
“reverans”a dönüşüp, Rusya’daki “devrim”in fikirlerine takılmıştır.
Nitekim, Büyük Reşid Paşa, Tanzimat(1839)’ın ilanında, bir Fransız diplomatına
şöyle diyordu:
“Biz daima Fransa’ya müracaat ederiz.Muhtaç olduğumuz ıslahatı bize
gösteren o’dur.Islahatımızın ikmalini ve muvaffakiyetle neticelenmesini Fransaya
borçluyuz.”
Seksen yıl sonra, yine Bolşevik Devrimi yapan Rusya’nın Sefîri’ne Hamdullah
Şuphî Bey, plansız programsız bir halde, “yeni fikirler” alıp,” yeni Rusya”dan
beklentilerini sergilerken, Tazimat’tan Kurtuluş Savaşı’na kadar devam eden süreçte hiçbir
şeyin değişmediğini, verdiği cevapla, açıklıyordu:
“Siz,bize bir şey vermek için geldiniz.Vereceğiniz şeyler fikirlerinizdir…Bize
düşüncelerinizi anlatınız..Biz muhakeme etmek ve intihap etmek için hazırız.”
Amma aynı zamanda Ruslar, daha sonra da İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı
verip, tam bir istiklaliyete kavuşan Afganistan’ın “lV. Bağımsızlık Yılı” şenlikleri üç ayların
başlağıcına tesadüf ettiği cihetle , Hacı Bayram-ı Veli Camii karşısında yer alan binada
bulunan Afganistan Sefareti’ne konan zafer taklarında, İslamın zafer ve istiklali ilan
ediliyordu.Sefaret binasının önüne asılan bir levhada kendilerini işaret ettiğine inandıkları bir
hadis-i şerefte şöyle buyuruluyordu:
“İslamın zaafa uğradığı bir zamanda Şarktan doğacak siyah bayraklı bir
kavim İslamı yükseltecektir.”
Bu kavmin kendileri olduğunu inancıyla, Sefaretin önünde, Sosyalist
Enternasyonal’in aksine, İslam’dan medet uman bir levha asılıyordu:
__________________________________
(4) SR; Buhara hey’et-i murahhasasının kabul merasiminde irad olunan mühim ve
tarihî nutukları,c.19/492,sh:261-262, 16.01.l338(1922)
56
“Yaşasın Bütün Müslümanların ve Şarkın İttihadı!...”
Böyle bir pankartın altından geçerek, davetliler gelip, elçilikte yer aldılar. TBMM
reisi sıfatıyla da Mustafa Kemal Paşa Hazretleri de teşrif ettiler.Nutuklar atıldı, yemekler
yendi.
Ertesi sabah Cuma günü…Camie gidildi. Afgan sefiri Ahmet Han Hazretleri,
namazdan sonra, minberin yanına gelip;
“- Ey Müslüman cemaat…. Birkaç söz söylemek için minbere çıkmaya izin verir
misiniz?” der demez, minberin kapısındaki perde cemaat tarafından kaldırılıp, sefire yol
gösterildi.Sefir yedi .basamak çıktıktan sonra, cemaate dönüp, hitabetine şöyle bir girişle
devam etti:
“-Ey Cemaat-ı Müslimin!..
“
“Bugün Afganistan istiklalinin dördüncü yıldönümüdür.Bugün biz Müslümanlar için
en mes’ud, en mübarek bir gündür.Hiç şüphe etmeyiz ki bugün biz Afganlılar ne kadar
mesrur isek siz Türkiye Müslümanları da o kadar sürur içinde
bulunuyorsunuz.Müslümanların kederi de , süruru da müşterektir.”
“- Ey Cemaat-ı Müslimin!..Afgan milletinin Türkiyedeki siz Müslüman kardeşlerine
olan sevgi ve bağlılıkları o kadar fazladır ki onların dünyada en büyük emelleri ancak size
kavuşmaktan ibarettir.Yalnız biz değil, bütün İslam kavimleri size bu hürmet ve muhabbet
nazarı ile bakarlar. Zira siz asırlardan beri İslamın hilafet bayrağını omuzlarınızda
taşıdınız.İslamiyet uğrunda pek büyük, pek fedakarca mücahedelerde bulundunuz.Ve el an
bulunuyorsunuz.Sizin bu kahramanca fedakarlıklarınız sayesindedir ki İslamiyet bu
topraklarda yaşadı, sönmedi.Sizin gibi İslamiyeti muhafaza için feda-yi hayat eden mücahid
bir milleti elbette bütün İslam milletleri tebcil eder, ve size en derin bir muhabbet, en samimi
bağlarla bağlı olur.”
“……………….”
“Muhterem Dindaşlar!..Emin olunuz ki mukaddes maksadımıza ulaşacağız.İnşaallah
bu muhakkaktır.Hiç bir kuvvet, hiç bir satvet bizi bundan men edemez.Hem de yakın bir
zamanda (Cemaat hüngür hüngür ağlıyor, hep bir ağızdan “İnşallah, inşallah!”diyor.)
İslam mücahidleri , İslam orduları, Türkiye’nin cephelerde düşmana göğüs geren kahraman
askerleri, hürriyet ve istiklali tamamen elde etmeyince, İslam memleketlerini düşman
istilasından kurtarmadıkça kılıcını, tüfeğini elinden bırakmayacaktır.Hakkımızı alıncaya kadar
metin bir azm, sarsılmaz bir iman ile bu uğurda çalışacağız.Bizim için lazım olan şey yalnız
budur: Azm ve iman!...”
Müsteşar Muhammed Ali Han Hazretleri tarafından Türkçeye terceme edilen bu
hitabe, camideki cemaatı hüngür hüngür ağlattı.Ve elçi Ahmet Han’ın ardından; cemaatten
izin isteyip,birkaç söz söylemek için de izin istedi.Konuşmasını, özetle,şöyle sürdürüp bitirdi:
“…Ey Müslüman kardeşler, siz ki asırlardan beri Haçlıların hücumlarına karşı
göğüs germiş kahraman bir milletsiniz.Mutlaka bu son düşman saldırısını da püskürtmeyi
başaracaksınız.Cenab-ı Hak size bu zaferi ihsan edecektir.Çünkü bu zafer sizin
hakkınızdır.Düşmanların türkiye’ye karşı bu kadar amansız hücumlarda bulunmaları
Türkiye’nin İslamın önderi olmasından ileri geliyor. İslamın vücudunun dimağını, kalbini
ezmek, Allahın nurunu söndürmek istiyorlar.Fakat Halik-i Zü’l-Celal düşmanların rağmına
bu nuru söndürmeyecek , parlatacaktır.(….)”
“(……….)”
“Müslüman kardeşlerim,artık bundan sonra İslam aleminin yegane şiarı,hürriyet ve
istiklaldir.(……)”
“Allah Müslümanların birliğini-dirliğini arttırsın.Müslümanları hak ve hakikat
yolundan ayırmasın.Bütün İslam milletlerini hürriyet ve istiklal şerefine mahzar
buyursun!..(Amin!...)”
57
Müsteşar, konuşması ile cemaatı hüngü hüngür ağlattı.Sonra minberden
inerken,cemaat içinde bulunan TBMM azasından Şeyh Servet Efendi ayağa kalkarak
misafirlere bir teşekkür konuşması yaptı ve;
“İslamın vatanı, şeriatın yürürlükte olduğu ,etki yaptığı ve geçerli olduğu her
yerdir.Müslümanın vatanı da öyle…Binaenaleyh burası bizim vatanımız olduğu gibi
Afganlıların da vatanıdır.Bütün Müslüman devletlerinin de vatanıdır…” dedi.
Ardından mevlid-i şerîf okundu.
Böylece Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde Afganistan’ın kurtuluş günü kutlandı
ve diğer işgal altındaki Müslümanların da hürriyet ve istiklalleri için dualar edildi.
Ve bu ulvi gün hasebiyle de, TBMM’nde üçüncü yasama yılı için yapılan
konuşmalarda, Afgan sefiri Ahmet Han’ın “tebrikname”si çok büyük bir ilgi ve alkışa
mazhar olmuştu.Burada yapılan konuşmalar bir yana, TBMM reisine, sefir tarafından
gönderilen “tebrikname”yi özetleyerek aşağıya alıyoruz:
“TBMM’nin Mücahit Reisi ve Yüce Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa
Hazretlerine ve Yüce Büyük Millet Meclisine!
“Ecdadına layık bir surette Anadolu’nun gösterdiği büyüklükler ve istiklal
hakkı için pek mukaddes ve tebcîle şayan mücadele ve mücahedeler içinde yeni
zamanların idraki dolayısıyla TBMM ile Gazi Reisi’ni, kahraman ordu ile millî
hükümeti’ni , hak ve hürriyet yolunda bezl-i mal ve can eden Anadolu’nun fedakar ve
muhterem halkını en samimi ve kardeş hislerle Afgan İslam Hükümeti ve şahsım adına
tebrik ile kesb-i şeref eylerim.”
“Afganistan Hükümeti bütün Afganlıların İslamiyetin kutsi ve la-yezal
rabıtasıyla daima Türkiye’ye ve onun fedakar halkına pek derin muhabbetlerle bağlı
oldukları arz ve beyandan varestedir.Zalim devletlerin ve onların önderleri olan gaddâr
düşmanın Türkiye’ye karşı takip ettikleri zalim ve hûnharca hareket ve siyasetten
Afganistan İslam ahalisi ile hükümeti, Türkler kadar müteessir ve üzgündür.”
“Paşa Hazretleri!..Sizin en samimî ve en hakiki kardeşleriniz olan Afgan
Müslümanları daima sizin sürurlarınızla mesrur, kederlerinizle elemlidir.Sizin
zaferleriniz bizim zaferimizdir. Sizin saadetiniz bizim saadetimizdir.Hakkın yükselmesi
için cihad meydanlarında kan döken İslam mücahitlerini Cenab-ı Hak mutlaka fevz ve
zafere mahzar kılacaktır. Hakka nusret edenlerin en büyük destekçisi Hallak-ı
Kerîm’dir.Siz Türkiye Müslümanları ki bütün İslam aleminin göz bebeğisiniz, sizler
inşaallah ebediyete kadar İslamın alemdarı , İslamın vahdet ve uhuvvetinin
nurlu/aydınlatıcı merkezi olacaksınız.”
“Siz nasıl isterseniz bakınız, lakin bütün Müslüman milletleri ve özellikle
Afganistan milleti daima sizi gözbebeği sayıyor ve İslamın önderi tanıyor. Cenab-ı Hak
bu büyük şerefi, bu muazzam milletin büyük fedâkarlığına karşılık olarak ihsan
buyurmuştur.Siz kurtulacak, zafer ve saadete nail olacaksınız. Sizinle beraber bütün
Müslüman milletler, bütün mazlum milletler kurtulacaktır.(…) Hürriyet ve istiklal sizin
ve bizim şiarımızdır.Ve bundan sonra bütün İslam aleminin, bütün mazlumlar
dünyasının da şiarı bu o lacaktır.”
“Ey büyük milletin, büyük mümessilleri! Kalblerimizi kalblerinize bağlayan
Halik-i Zü’l-Celal’in şanının azametine yemin ederim ki İslam için,mazlumlar için
kurtuluş ve zafer yakındır.İnşaallah bu sene mazlumların halas ve saadet senesidir.Size
samimi hürmetlerimizi, samimi muhabbetlerimizi göz yaşlarımızla beraber takdim
ediyoruz.” (Afganistan sefîri:Sultan Ahmet Han)
Uzun alkışlar, sevinç göz yaşları içinde dinlenen bu “tebrikname”nin okunuşu
bitimi ile , önce Erzurum Mebusu Hüseyin Avni ve Cebel-i Bereket Mebusu İhsan Bey’den
sonra kürsüye Kütahya Mebusu Besim Atalay Bey çıktılar:
58
“- Birisi Asya’nın ortasında, diğeri Asya’nın batısında ,biri İslamın güneşi,
öbürü hilalini tutmuş iki hükümet bugün ancak istiklâlini muhafaza ediyor.Bizim
dostumuz onların dostu, bizim düşamanımız onların düşmanıdır.(….)”
Ve kürsüye Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey gelerek:
“-Efendiler!...İslam aleminde son zamanlara kadar istiklalini muhafaza eden
bir milet varsa o da Afganistan’dır.” cümlesiyle başlayan konuşmasını bitirdikten sonra,
daha sonraki dönemlerde “şedit bir Kemalist” olarak mebusluğuna C.H.P’de devam edecek
olan Edirne Mebusu Mehmet Şeref (Aykut) de şöyle diyordu:
“Tam Hicretin 30. senesinden beri İslam Dini’ni elindeki kılıcı ile (ve) bütün
kanıyla savunan Allahın mümtaz yarattığı bir millet varsa, (o da) Türklerdir.Türk,
Kur’an-ı Kerîm’i eline almış ve bütün kanını onun yükselmesi için sarf etmiştir.İşte
İslam tarihi…”
“…………..”
“Efendiler! Peygamberler diyarı , iman ve tevhid ocağı olan Asya bir zamandan
beri zalim Avrupa’nın eli altında kalmış bir çok “Kapitalizm” denilen, “sermaye”
denilen ve’l-hasıl ne diyeyim …hülasa “istismar” denilen ve yenip yutulan şeylerin
biçare mazlûmu olup kalmıştır.(Kahr olsun!.., sesleri…).Onlar düşünmüyorlardı ki
Asyadaki milletler herhalde bir gün tamamiyle hak ve hürriyete malik olacakardır.”
“……………..”
“İşte Asya İslam diyarıdır.İşte orada harekat-ı İslamiye başlamıştır.O bir
mecraya doğru gidiyor.Biz ki Efendiler, İslamın münevver kafaları ,hangi kevme
munsup olursak olalım…İslamiyet kavmiyeti kabul etmez.İslamiyet vahdettir.İslamiyet
sırf tevhiddir.Başka manası yoktur.Başka bir esas yoktur.İslam tevhid üzerine
kurulmuştur.Bütün Asya’da yaşayan, kim olursa olsun, Afgan, İran, Türk, Kürt, Arap,
Çerkez, Arnavud…hepsi yalnız v e yalnız Din-i Mübin-i İslam’ın tebşir ve Allahın
daima vaad ettiği selamet ve vahdeti ve nihayet ittihadı meydana getirecek .Biz bütün
dünyanın zalimlerine karşı koyarak genel ve kutsal gayeyi ortaya çıkaracağız.”(…..)
En sonunda da, Lazistan Mebusu Necati Bey, kürsüye gelip “hatm-ı kelam”
etmiştir:
“…Dinime sarılıyorum,dinimi tanıyorum, başka bir şey tanımıyorum.Her kim
her hangi bir millet ki, Din-i Mabin-i Ahmediye’ye sarılmıştır,bunun için hüsran
yoktur.Korku yoktur.Daima muzaffer,daima muvaffak olacaktır.Bizim için de daima
müjdeler vardır.Çünkü Din-i Mübin-i Ahmediye’nin etrafında toplanmışızdır.Ve ona
sımsıkı sarılmışız.(…)”( 5)
Bu tür konuşmaların TBMM’nde yapılması, şüphesiz Afganistan sefiri’nin Türkiye’yi
“Bütün Alem-i İslamın göz bebeği ve tevhid öncüsü “ görmesinden ileri geliyordu.Ve
bütün dileği de, gelecek yıl TBMM’nin açılışına kadar “ bu güzel İslam yurdunun her
noktasından ezan sesleri ile beraber zafer tehlillerinin yükselmesi” nden geçiyordu. Öyle
ki, bu heyecan ve inançla zafere ulaşmanın tek gaye ve dayanağı olan TBMM’nin içinden
çıkan hükümetin bir “hükümet-i İslamiye” olması hasebiyle “İslamın esasları dahilinde
hareket etmeyi bir umde kabul ettiğini” ilan etmekten de geri kalmıyordu.Nitekim, Umur-i
Şer’iyye Ve Evkaf Vekili (Bakanı) Mustafa Fehmi Efendi (Gerçeker,1868-1950)
yayınladığı beyannamede özetle diyordu ki:
____________________________________
(5) TBMM’nde fevkalade tezahürat-ı İslamiye;SR,c.19/494, sh:283-285, 11 Mart
1338(1922).
59
“Allaha hamd olsun ecnebi nüfuz ve baskısından kurtuluşunu sağlayarak
idarî/ yönetim/ hakimiyetini eline almış olan Büyük Millet Meclisi Hükümet-i İslamiyesi,
İslamın esasları dahilinde hareketi bir ana umde ittihaz etmiş olduğu cihetle şeriata
aykırı olan her tür ahkam, onun nazarında yasaktır ve cezayı gerektirir.Bu gibi
menhiyyat ve münkirata tasaddi hem milletin dinî hayatını rencide, hem de TBMM
Hükümet-i İslamiyesi’nin şeref ve haysiyetine bir tecavüz teşkil eder.(….)”
“Evet, tek dayanağı İlahî adalet, hedeflediği gaye münhasıran ümmetin saadeti
olan Müslümanlık, beşerin saadet ve hayatının te’minine yegane vasıta olan “Hürriyet-i
İnsaniye”yi her insanın kişisel ve doğal haklarından saymıştır.Fakat, bundan mutlak
hürriyetin meşru olduğu manası anlaşılmamalıdır.Bir cemiyetin mukaddesatına, istinat
ettiği düstur ve kanunlara karşı gelmek , hürriyet değil, aksine, “vicdan hürriyetine,
kişisel hürriyete,dinî duygulara apaçık bir saldırı”dır.”
“Binaenaleyh şeriat ahkamı dairesinde hareket etmeyi ana umde ittihaz etmekle
bu ahkamın her türlü tecavüzden korunmasını tekeffül etmiş bulunan Büyük Millet
Meclisi Hükümeti’nin bu hususta göz yummayacağına hiç şüphe
edilmemelidir.Cemiyetin dinî düsturlarına, Büyük Millet Meclisi’nin kararlarına karşı
gelenler kat’i surette cezalandırılacaklardır. “
“Memleketin öz evladları din ve vatanın istiklali uğrunda canını feda etmekten
çekinmezlerken bu sayede geride emniyet altında ve istirahat halinde bulunanların
mukaddesata tecavüz teşkil eden her tür hareketleri elbette afv edilemiyecek kadar
büyük bir cürumdur.”
“Binaenaleyh İslamın ahkamına ve hükümetin kanunlarına aykırı,İslamın şerefi
ile mütenasip olmayan, dinî duyguları ve millî terbiyeyi bozucu her türlü hareketlerden
kaçınılması lüzumu önemle beyan olunur.Tevfik, Allah’tandır.”
Umur-i Şer’iyye ve Evkaf Vekili:Mustafa Fehmî “(6)
Sadece bu kadar değil… TBMM ve onun hükümeti, kendini “bütün İslam aleminin
dinî mercii” gördüğündendir ki, İslam aleminde vuku bulacak elim olaylar karşısında yardım
ve destek için de ilk el atacak dinî otorite olarak “kendini” sorumlu buluyordu.
Tarihin derinliklerinden gelen “İslamı müdafaa” sorumluluğu ile yoğrulup, sonunda
“refahtan mahrum kalan Türkiye Müslümanları”, Bolşevizm’in sömürü çarkları altında
açlık ve sefalet içinde inleyen Rusya Müslümanları esaret zincirini kırmaya çalışırken,
onlardan gelen “yardım eli”ni bakınız TBMM ve onun hükümeti nasıl ciddiye alıyordu:
Rusya Müslümanları Nezaret-i Diniye Reisi kadı Rızauddin bin Fehreddin ve
Nezaret-i Diniye nezdinde Açlara Yardım Komisyonu reisi kadı Keşşafuddin Tercüman
imzaları ile TBMM Şer’iyye Vekaleti’ne bir mektup yollanır.
Mektubun içerdiği mesaj, derin manalar taşır:
“Yedi sene devam eden müthiş hadiseler neticesinde Rusya ahalisi son bir fakr ve
sefalet derekesine düştü. 1921 senesi baharında bu sefalet içinde bin türlü elem ve
meşakkatle çarpışan halkın başına tarih aleminde misli görülmemiş bir afet , benzeri
destanlarda işitilmemiş bir açlık kabusu çöktü.Ahvale hakkıyla aşina olmayanlar
“Açlık” belasının bütün feci durumlarını gereği gibi tasavvur edemezler.Yağmursuzluk
yüzünden ortaya çıkan müthiş kuraklık ekinleri tamamen kurutmuştur.
___________________________________
(6) Umur-i Şer’iyye Vekaleti’nin Beyannamesi; SR, c.20,sayı:499, 27 Nisan
1338(1922), sh:58-60.
60
Kuraklık neticesinde yerlerde bitecek ne varsa tamamiyle helak olmuş, ehil hayvanlar
çoktan yenmiştir.Nebatat ile hayvanatın her türünü yiyip bitirmiş olan halk yalnız ağaç
kovuğunu, çöllerin yabani otlarını yemekle yetinmeyip bir tür gıda verici bulunan
toprağı bile yiyip bitirmektedirler.Açlık en müthiş ve ağır darbesini Volga ,İdil
havzaları ile Ural Dağları eteklerine indirmiştir.Bu yerler pek eski zamanlardan beri
Türk kabileleri Müslüman kavimlerin oturağıdır.Şu anda Tatar, Başkırt ve Kırgız
Türk Müslüman akvamdan 12 milyon nüfusun açlık yüzünden helak olmaya ma’ruz
kaldığı tahmin olunmaktadır.Şöyle ki Volga havzaları ile Ural boylarında yaşayan
Müslümanlar Rusya açlarının en sefillerini teşkil ediyorlar.Gerçekten bu yerlerdeki
müslümanların geçirmekte oldukları facialar Rusya açlarının en sefillerini teşkil
ederler.”Mü’minler kardeştir.” kutsal mefhumu üzere bütün İslam Alemi’nin ilgisiz
kalamadığı bu büyük belada en fazla sefil bulunan Müslümanlara karşı İslam Alemi’nin
de dikkatini çekmek ve samimiyetini ölçmek maksadıyla yardım sağlanmasına girişen
Rusya “Müslüman Nezaret-i Diniyesi/ Müslüman Din İşleri Bakanlığı” kendi
nümayendelerini Müslüman memleketlerine göndererek dindaşlarına müracaatla
yardımlarını istiyor.TBMM Umur-i Şer’iyye Vekaleti bütün İslam Alemi’nin dinî mercii
olduğunu dikkate alarak Rusya “Müslüman Nezaret-i Diniyyesi” teşkil ettiği yardım
heyetine edeceğiniz müsaadelere çok (büyük) ümitler bağlamaktadır.”
İşte bu”mektup” doğrultusunda TBMM Hükümeti adına,Umur-i Şer’iyye Vekili
Abdullah Azmî (1868-1937) imzasıyla bir “Beyanname” yayınlanır:
“Yeryüzünde mevcut bütün Müslüman Milletlere!...”
“ Rusya’da Volga ve İdil havzaları ile Ural Dağları eteklerinde 12 milyon
Müslüman kardaşımızın maruz kaldıkları feci ahvali tasvir eden bu mektup, bizi pek ziyade
müteessir etmiş ve derhal o çaresiz kardeşlerimizin imdadına koşmaya sevk
etmiştir.Asırlardan beri Müslümanlığı müdafaa için cihad meydanlarında kan dökerek
refahtan mahrum kalan biz Türkiye Müslümanları son senelerde en muazzam mücahedelere
girişerek yine o uğurda varımızı yoğumuzu fedâ ettik. En nihayet İslamın haremine sokularak
güzel Anadolu diyarını taun gibi kasıp kavuran Hristiyan istilasına maruz kaldık.Lakin buna
da göğüs gerdik.Çoluğumuzu çocuğumuzu , malımızı menalimizi terk ederek cephelere
koştuk.Yüzbinlerce kişilik ordular techiz ve teşkil ettik.Hakkın yardımıyla Hristiyanların o
müthiş akınını durdurmaya muvaffak olduk.Bu yüzden arkada ekilemiyen tarlaların,babasız
kalan yetimlerin, kocasız kalan kadınların haddi hesabı olmamakla beraber Rusya’daki
Müslüman kardeşlerimizin düçar oldukları “açlık” afetini işittiğimiz zaman kendi derdimizi
unuttuk.Boğazımızdan lokmamızı ayırarak onlara uzattık.Asırlardan beri;
“Ve kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri ) öz nefislerine tercih
ederler.”(el-Haşr 59/9 )
Kur’an düsturunu şiar edinen biz Türkiye Müslümanları son lokmamızı da muhtaç
olan dindaşlarımıza vermekle en en büyük zevk duyarız.Evet,İslam bayrağının şanını
muhafaza için her şeyini feda eden, hayatını verme İslamî mayası ile yoğrulan Türkiye
Müslümanları bugün İslam aleminin yardımlarına ihtiyaç duyar bir halde bulunmakla beraber
ötede açlıktan ölmeye mahkum dindaşlarının inleyişlerine ilgisiz kalamamış, onların
dertlerine hakiki ve acil çareler bulmaya savaşmıştır.Lakin afet o kadar büyük ve o kadar
müthiştir ki Müslümanlığı müdafaa uğrunda her şeyini bezl eden Anadolu
Müslümanları’nın kudret ve takadı bu felaketin önüne geçmeye maalesef müsait
değildir.Onun içindir ki bütün İslam Alemi’nin dinî mercii olan Türkiye Umur-i Şer’iyye
Vekaleti yeryüzünde mevcut bütün Müslüman kavimlerini,bütün Müslüman efradını
,özellikle hal ve vakti müsait olan Müslüman milletlerini ve Volga, ve İdil havzalarında
açlıktan helake maruz kalan zavallı dindaşlarımızın imdadına yetişmeye davet ediyor.Bugün
bütün Müslüman milletler, Büyük Peygamberleri’nin buyurdukları üzere, yek-pare bir
61
cesedin hassas uzuvları olduğunu göstermek mevkiinde bulunuyorlar.İslamın ezelî ve ve
değişmez düsturlarını kuvvede bırakmayarak saha-yi fiile / eylem alanına / çıkarmak asr-ı
hazır Müslümanlarının en önde gelen görevleridir.Bugün imtihan günüdür.Kalbinde imanı
olan her Müslüman yiyeceği lokmasından ayırarak açlıktan inleyen dindaşlarının imdadına
koşacaktır.İslam aleminin bütün matbuatı, bütün hatibleri,bütün cemiyetleri harekete gelerek
,Volga ve İdil havzalarında açlık yüzünden helake manuz kalan on milyon müslümanın
nalelerini, feryadlarını , dört yüz küsur milyon müslümana işittirecek ve onların yardımlarını
felaket-zede kardeşlerimize yetiştirecektir.Bunun için İslam aleminin her tarafında , her
memlekette yardım komisyonları teşkil ederek yardım toplamaya başlamalı ve toplanan
meblağları (Türkiye Helal-i Ahmeri vasıtasıyla Rusya Müslümanları Nezaret-i Diniyyesi
nezdinde Müslüman açlara yardım komisyonu)’na göndermelidir.Cenab-ı Hak bütün İslam
beldelerini her türlü afet ve belalardan masun ve muhafaza buyursun! Amin!”
TBMM Hükümeti
Umur-i Şer’iyye Vekili
Abdullah Azmî “( 7)
TBMM , İslam Alemi’nde böyle bir “hami”, yani "koruyucu ve kurtarıcı” olarak
görülüyordu.
Çünkü, Osmanlı altı asır önceki hudutlarına çekilmesine rağmen, yine de İslam
dünyasının “lideri” olarak görülüyordu.
_____________________________________
(7) Abdullah Azmî, Beyanname-Yüryüzünde mevcut bütün Müslüman milletlere; SR, c.20,
sayı:509, 13 Temmuz l338/l922, sh:170-171.
(Abdullah Azmî, Şer’iyye Vekaleti’nin başına , sağlık nedenleri ile ayrılan Mustafa
Fehmi Efendi’nin yerine, getirildiğinde, TBM Meclisi’nde, kürsüye gelerek, yaptığı
“teşekkür” konuşmasında ;
“ Efendim;Hükümet idaresinin şubelerinin anası yerinde olan bu makamın
yükü zayıf omuzlarıma yükleniyor.Bu yükün altından kalkmak,sorumluluk ve vazife
bakış açısından hem Meclis’e karşı, hem şeriat ve hem de şeriatın sahibine karşı bu
sorumluluktan bir dereceye kadar kurtulabilmek için Meclis’i teşkil eden üyelerin bu
konuda yardım ve desteğine ihtiyaç vardır.(…) Hükümetimiz, yani TBMM
hükümeti,her manası ve tamamiyle bir Hükümet-i İslamiye’dir.Eğer böyle bir zamanda
biz o makamı imal edemezsek , hiçbir zaman da imal edemeyiz.(…)” gibi sözlerle,
ideolojik ve sistematik mesajlar veriyordu.(SR, C.20/ 502, 18.05.1338/1922, sh:86-87)
(Not: Abdullah Azmî Efendi’den sonra Mehmet Vehbî Efendi (Çelik:1861-1949),
daha sonra da Musa Kazim Efendi (Onar: 1877- 1930) ile Mustafa Fevzi Efendi (18751933)’ler Şer’iyye ve Evkaf Vekilliklerinde/ bakanlıklarında bulunmuşlardır.Bu beş
bakan, son derece bilgili ve dirayetli bir yapıda oldukları için; kültürel v e bilimsel
yetenekleri TBMM ‘nde çok geniş tartışma ve yorumlama alanlarına taşmıştır.Bu
bakımdan, bu beş zevat hakkında –Şer’iyye vekilleri olmaları hasebiyle- topluca bir
çalışma yapılması kadar, teker teker her birini ele alarak, fikir ve düşünceleri etrafında,
sosyal v e siyasal bir araştırma yapılması, TBMM’nin dayandığı ve vücut bulması ile
ulaştığı derecenin önemi bir kat daha ortaya çıkması ile dikkatler üzerlerine çekilmiş
olacaktır.S.A.)
62
Aşağıdaki iki örnek ,bunun en can alıcı belgesel tezahürü idi:
Nitekim, Yemenliler geleceklerini,TBMM’ne üye göndermekte buluyorlardı:
“Yemen Müslüman ahalisi/halkı Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne müracaatla
Yemen ahalisinin de BMM’ne mebus göndermek arzusundra bulunduğu ve yeni seçimler
için müsaade verilmesini Yemen Valisi Nedim Bey vasıtasıyla hükümetten talep etmişler ve
bilhassa (Yemen)’in mukadderatı mevzu-bahs olduğu şu esnada “Yemen” mebuslarının
BMM’nde bulunmasının ehemmiyetini bildirmişlerdir.”(8)
Bu bildiri ile, Yemenliler, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin devamı olarak
Ankara’yı görüyor, Avrupalı Emperyalistlerin içlerine fitne düşürdüğü Yemenlilerin birliğini
sağlayacak ana unsurun TBMM ve onun hükümetinin bulunduğunu deklare etmek
istiyorlardı.
Buna bir başka benzer destek de nüfusun çoğunluğunu Hristiyanların teşkil ettiği
Polonya’daki “Müslümanlar”dan geliyordu:
“ Leh Matbuat Dairesi’nin tebliğine göre, Leh Müslümanları, Lehistan
Cumhuriyeti’ne aşağıdaki beyannameyi vermişlerdir:
“Türk Orduları’nın ahiren düşmanlarına karşı ihraz ettikleri parlak muzafferiyetler
kalblerimizi fevkalade meserretlerle doldurmuş ve Türkiye’nin eski zafer ve şa’şa’a devrine
avdet etmekte olduğu kanaatini bahş etmiştir.Bu meserretimiz Lehistan ile Türkiye arasında
bir muahede aktine tevessül edildiği haberi ile bir kat daha artmıştır.Çünkü bu durum, biz
Lehistan Müslümanları hakkında fevkalade bir önemi haiz bulunacak ve vatanımızla,
biricik İslam Devleti olan Türkiye’yi eskiden beri birbirine bağlayan pek samimi
münasebetlerin uzun bir aradan sonra tekrar kurulmasını sağlayacaktır.”
________________________________
(8) SR, Yemenliler mebus göndermek istiyorlar.c.21, sayı:538-539, 21 Haziran
1339/l923.sh:151.
63
Yüce (İslam) Dinimize sımsıkı bağlı ve sadık olmakla beraber biz Lehistan’a da
bütün kalbimizle bağlıyız.Muhtelif tarihlerde Lehistan kralları tarafından bize bahşedilmiş
olan bütün imtiyaz ve hürriyetleri Lehistan (Diyet)’i 1673 ve 1679’da ve Lahistan
zadegânına mahsus her tür imtiyaz ve fevaidi/çikarları bize bahş etmişti.Eski ordusunda biz,
(Tatar Süvarisi) adı altında daima müstesna ve münferit bir kıta/askerî birlik teşkil ettik ve
sancağımızda İslam alâmetlerini taşıdık.Bu övünülecek ananeler yeni Lehistan Cumhuriyeti
kurulur kurulmaz tekrar ihya edilmiş ve 1920’de (Tatar Süvarisi) “Altın Hilal”i, tekrar
yükselterek, “Altın Salip/Haç” ile birlikte istilâcılara karşı harp etmiştir. Bütün bu iyiliklerin
hatıralarını tekrar vesilesiyle muhterem Cumhuriyetimize karşı en samimi duygularımızı
tekrar ifade zımnında işbu beyanname takdim edildi.”(9)
Nitekim, kimi “beyanname” ile, kimi de malî ve nakdî yardımla TBMM’ni
destekliyor (*)ve Anadolu’dan, altı asır sonra (yeni baştan) başlayan kurtuluş ve istiklal
mücadelesi(nin) İslam Dünyası’nın derlenip, dirliğe doğru toparlanmasına öncülük ettiğini
gösteriyordu.
Amma bir çırpıda, bütün bu birlik ve dirlik çalışmaları, sonuçsuz kılınıyor ve her
şey milletten gizlenip, işin sonuçta beklenen gelişmesi de akamete uğratılıyordu.
Artık, “Kâbe-i Millet” olarak görülen “TBMM”nin güç ve fonksiyonu, başka
coğrafyalara kaydırılıyordu.
Çünkü, Birinci Büyük Harb’ in sonunda her şey separatist / merkezden ayrılıp,
lokma lokma edilip yutulmak üzere, lime lime edilmiş bir İ slam coğrafyası karşımıza çıkmış
oluyordu.
_____________________________________
(9) SR, Lehli Müslümanların muhabbet ve rabıtaları.c.21,sayı:538/539,
21.06.1339 /1923, sh:152.
(*) Bunun en canlı ve belgesel örneğini, TBMM reisi sıfatıyla, Mustafa Kemal
Paşa’nın İslam Dünyası’na hitaben yayınlamış olduğu “beyanname” teşkil etmektedir.Ki,
bu “ beyanname”nin içeriğini , “Yeni Kafkasya” adlı dergi, şu başlıkla açıklıyordu:
“Yunanistan’dan gelecek 600 bin İslam’ın iskanı için muavenette bulunmak üzere
Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri tarafından Alem-i İslam’a hitaben neşr olunan
beyannamedir:”
İşte beyannamenin içeriği:
“Türk Milleti , Allahın inayetine güvenerek hayatını kurtarmaya, yaşamak
hakkına malik olduğunu dünyaya göstermeye azm ettiği gün biliyorsunuz ki bütün
vasıtalardan mahrum, yalnız istiklal iman ve aşk kuvvetine malikti. Türkler bu sayede
elde ettikleri zaferle mücahedelerini taçlandırırken İslam Alemi’nin pek ulvî bir alaka
ile mütehassis olduklarını şükranla görmüş ve bunu daima minnetle yad etmekte
bulunmuştur.İşte bu alakaya istinaden şimdi de bütün din kardeşlerimizden yine kendi
kardeşleri için şefkat ve merhamet rica ve tavassutunda bulunacağım.”
“Türk Milleti zafere kavuştu, fakat bugün muazam bir iş karşısındadır:
Yunan idaresi altındaki mazlum dindaşlarımızın mübadelesi ve Türk toprağına
iskânları…Bu kardaşlerimiz bugün Yunan zulmü altında inliyor. Bütün gün muhtelif
mahallerden gelen feryadnameler her müslümanın kalbını rikkate getirecek , her
müslümanı ağl.atacak derecede acıklıdır. Bunların bir an evvel kurtarılmaları artık
her şeyden evvel dinî bir vecibe olmuştur. Siz (in) gibi bir yuva sahibi olan ve yekünü
64
600.000’i geçen bu kardeşlerimizi Türk toprağına kavuşturmak, sefaletlerine hatime
vermek pek büyük bir iştir.”
“Kardeşler! Türk Milleti ne kadar vasıtalara malik olursa olsun, bu vasıtalar
yine yeterli değildir. Harp esnasında Yunanlıların ayak bastıkları Anadolu ma’mureleri
bugün birer virane olmuştur.Yunan hırs ve cinayetlerine kurban kardeşlerin toprakları
da harabeye dönmüştür.”
“İşte kardeşler, bu yerleri imar etmeye, düçar oldukları mahrumiyet ve
sefaletten bir dakika evvel halâs edilmeleri lazım gelen Yunan idaresindeki
Müslümanları buralarda iskana, 600.000 kişiye ekmek vermeye, me’va bulmaya çalışan
Türkler, kardeşlerinin sefaletten telef olmamaları için , İslam Alemi’nin mürüvvetine
müracaat ediyor.”
“Dindaşlık kutsal rabıtasının feyyaz tecelliyatına ümitvarım.”
“ Bu zavallı kardeşlerimiz için müşterek hayır ve şefkat müessesesi olan
Hilal-i Ahmer’in vaki olacak teşebbüslerine bütün İslam Alemi’nin seve seve kemal-i
memnuniyetle zahir olacağında şüphe yoktur. Hilal-i Ahmer bu dinî vazifesinde
muvaffak olması için İslam Alemi’nin lütuf ve muavenetine arz-ı ihtiyaç ediyor.”
“Yapacağınız en ufak bir yardımın birkaç Müslüman ailesinin hayatını
kurtaracağını düşününüz. Doğrudan doğruya aynen ve nakden gönderilecek yardımlar
şükranla kabul edilecektir.Bugün ezici bir cereyan içinde bulunan ve yarın iskan ve iaşe
edilmek için bin müşkilatla pençeleşecek olan Rumeli Müslümanları’nın yegane
istinatgahları imanları ve yegane ümitleri din kardeşlerinin ulviyet ve necabetidir.”
“Cenab-ı Kibriya cümlemizin yardımcısı olsun!”(TBMM reisi Ga zi Mustafa
Kemal Paşa ) (Yeni Kafkasya, yıl:1, sayı:2, 15 Teşrinievvel 1339/1923,sh:6-7)
Ayrıca,bu beyanname, Hakimiyet-i Milliye, 28 Eylül l923 tarihinde
yayınlanmış ve Atatürk’ün Tamim,Telgraf ve Beyannameleri, c.lV,sayfa,549-550,Ankara1991’den iktibas edilmiştir.Bu eser, Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurulu, Atatürk
Araştırma Merkezi tarafından yayınlanmıştır.SA.
65
BATI EMPERYALİZMİNİN ETKİSİ
VE HİCAZ –KAHİRE KONGRELERİ
Yaptığımız bunca araştırmalar karşısında,bu Anadoluculuk hareketi hakkında pek
fazla bir bilgi edinemedik.Buna rağmen, bu çalışma ile ortaya çıkan gerçek, İslam
toplumlarının kurtuluş ve birliği için “ana hareket”, Anadolu’dan hayat bulmuştu.Bunu
içlerine sindiremeyenler, “Yeni Alem-i İslam” karşısında,”Yeni Türkiye”yi devre dışı
bırakmanın yollarını aradılar ve sonuçta “Mekke Kongresi” ile Türkiye’nin İslam
Dünyası’ndaki etkinlik ve sevgisini unutturmayı başardılar.
Ve iki üç yıllık bir savaş, tafra ve tefrika ile Mekke emîri Şerif
Hüseyin, 5 Mart l924’de İngiliz entrikaları, daha doğrusu Batılı emperyalist güçlerin plan ve
hedefleri doğrultusunda “kendini” halife ilan etti.Amma bu “piyonluk” ona yar olmadı.Ekim
l924’de Abdülaziz bin Suud (l880-1953) Mekke’yi alınca, tahtını (?) bırakıp Kıbrıs’a kaçtı.
Türkiye’de ise bu İslam Birliği önerisinin olduğu kadar heyecanının öncülerinden
olan Eşref Edip Bey’in dergisi “Sebilürreşad” kapatılmış,diğer 9 gazeteci ise Şark İstiklal
Mahkemesi tarafından “idamla” yargılanmıştı.Artık Türkiye’de üç-beş yıl öncesindeki
İslamî söylem ve heyecandan eser yoktu.
İbre Mısır’a kaydırılmıştı.Mısır uleması, Camiu’l-Ezher’in öncülüğünde İslam
dünyasının önde gelen ulemasını çağırmış ve Mayıs l926’da “Hilafet Kongresi” ni ilan
etmişti.(1).
İşte bu kongrenin ilanından bir ay öncesinde,Ömer Rıza (Doğrul-1893-1952 )’nın
kalemi ve kanalıyla yerli basına yansıyan durum şöyle idi:
“Önce şunu kaydedelim ki Hindistan Ulema Cemiyeti,Mısır Camiu’l-Ezher Şeyhi
tarafından Hilafet Kongresi’ne iştirak için gönderdiği daveti müzakere ederek bu daveti red
etmeye karar vermiştir.Hindistan ulemasının bu hareket tarzı, Ezher ulemasının kendi
meslekdaşları nezdinde bile hiçbir itibarı haiz olmadıklarını göstermiyor mu? “
“Bundan başka Şimal Müslümanları da Ezhercilerin davetini kabul etmişler,Mısır
gibi ecnebi işgali altında yaşayan bir memleketin Hilafet Kongresi düzenlemek gibi işlere
girişmesini hayretle karşıladıklarını ifade etmişlerdir.”
“Bu vaziyet karşısında ardı sıra geri çekilmeye uğrayan Mısır Camiu’l-Ezher
Şeyhi,Kongre’nin maksadını değiştirerek , Kongre’nin maksadını değiştirerek Kongre’nin
“halife” seçmek için değil,ancak hilafete lüzum olup olmadığını tetkik etmek üzere
toplanacağını söylemiştir.”(2)
İşte, parçalama işlevini sürdüren Batılı emperyalistler bir yanda Mekke,öte yanda
Kahire’de “kongre” akti ile İslam toprağında,iki ayrı ses vermeye gayret gösteren
çalışmaların ortasında Müslümanları bölmeyi hedeflemişlerdi.Nasılsa Türkiye aradan
çekilmişti.
Nitekim Rusya Müslümanları heyetinden Musa Carullah (Bigiyef) Ankara’ya
gitmiş, Cumhuriyet hükümetinin başı ile görüşüp İstanbul’a döndüğünde basına verdiği
beyanatta bu “siyasî konu” için şöyle demişti:
“Mısır’da toplanacak Hilafet Kongresine davetli olarak gidiyorum.Aynı zamanda
Mekke Kongresi’ne de hem davetliyim ve hem de Rusya Müslümanlarının,Türkistan ve
Çin Müslümanları’nın vekili olarak gidecek ve Kongre’de bazı beyanatta bulunacağım.”
__________________________________
(1) Geniş bilgi için, Jacob M.Landau, Pan-İslam Politikaları/İdeoloji ve
Örgütlenme/İstanbul-2001,sh:281-292.
(2) Mısır ulemasının girişimi sonuçsuz kaldı;Vakit, 26/04/1926, sh:2.
66
Dikkate şayandır ki,basın mensupları, “Rusya Müslümanları” konusunda sorduğu soru
üzerine “sözlerini tam bir fikir hürriyeti içinde söylemiş olduğunu” ifade ederek ,dedi ki:
“Rusya müslümanları siyasî ve ictimaî vaziyetlerinden memnundurlar.”
Türkistan Çin’i Müslümanları’nın durumu hakkında da:
“-Türkistan Çin’i Müslümanları arasında son zamanlarda İngilizlerin etkisi
fazlalaşmıştır.Türk inkılâbı ve Türk milletinin istilacılara karşı açtığı mücadelede kazandığı
zafer ve siyasî istiklal, Şimal Türkleri’nde pek büyük memnuniyet, hüsnü hürmet ve çok
samimî bağlar doğurmuştur.Bilhassa Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Türk’ün
millî ve siyasî istiklalinde gösterdiği büyük kahramanlık ve deha Şimal Türkleri’nce
nihayetsiz takdirleri celb etmiştir.”
Rusya’daki Stalin yönetimi fayda mülahaza etmiş olacak ki, Rusya Müslümanları
temsilcileri, İstanbul Konsolosu “Yoldaş” Putemkin tarafından Trabya’daki Rus
Sefarethanesi’nde kabul edildiler.
Ayrıca Türkiye’nin de bu “Hicaz Kongresi”ne bir iki temsilci göndereceği, dönemin
gazete sayfalarında, haber olarak geçmişti.
Amma önem taşıyan,Türkî diyarlarının Müslüman temsilcileri idi.Kazan, Türkistan,
Kırım ve Kazakistan Müslümanları tarafından Hicaz Kongresine gitmek üzere İstanbul’a
gelen heyette, heyet reisi:Dahilî Rusya ve Sibirya Müslüman Türkleri Diniye Nezareti
reisi müftü Rızaeddin bin Fahreddin Hazretleri’dir.
Kırım müftüsü Hacı Muslihiddin,Türkistan ulemasından Abdülvahid Kaarî,
Diniye Nezareti üyelerinden Keşşafüddin Tercüman, Kazanlı Mehdî Ma’kul Efendiler’le
Abdurrahman Ömer ve Tahir İlyas Efendiler, heyet azaları idi.(3)
Rusya, Mekke’deki kongreye Müslüman heyet gitmesine izin verirken, Kahire’ye
gidişe yasak koymuştu.Bunun gerekçesini de resmî Sovyet ajansı şöyle açıklıyordu:
“Rusya Müslümanları heyeti Kahire kongresine iştirakı red etmiştir.Zira heyet
Mısır’daki İngiliz hakimiyetinin müslümanlara söz ve fikir hürriyetini yasaklıyacağını
dikkate almaktadır.30 milyon müslümanın temsilcilerinin iştirak etmemesi Hilafet
Kongresi’nin toplanmasını imkansız kılacağı tahmin edilmektedir.”(4)
Bu durum,Hicaz Kongresi’nin tamamiyle hacıların hac mevsmindeki sorularının
çözümü, Kahire Kongresi’nin ise İslamın yönetim biçimi, Müslümanların yeni siyasî ve
ictimaî plan ve hedeflerinin tartışılması gibi bir havası vardı.Nitekim, buraya Mısır
Hükümeti azaları, Mısır diyarı müftüleri, Ezher Şeyhi,Tarikat-ı Sofiye Şeyhi, Tunus
Beyliği’nden,Merakeş Hükümeti’nden, Güney Afrika Hükümeti’nden, Polonya
Hükümeti’nden, Hindistan’dan, Doğu Hind Adalarından, Filistin Hükümetinden, Irak
Hükümeti’nden,Yemen’den,Tihame’den, Trablusgarb’tan, Berka Emîri es-Seyyid İdris
es-Sunusî ve Suriye Hükümetinden olmak üzere 35 kişi katılmış oluyordu.
Müslümanların birliği, bir çatı altında toplanıp kendi sorunlarını çözmede gereken
politikaları üretmede bu tür toplantıların üzerinde durulup, münakaşalı bir şekilde akamete
ulaşan bu toplantı,Mekke Kongresi’nden farklı bir konum arz ediyordu.(5)
___________________________
(3) Vakit,20/05/1926,sh:l-2.
(4) Vakit,Hilafet kongresi iflas etti,23/05/1926,sh:2.
(5) Ömer Rıza,Mısır Hilafet Kongresi komedisi;Vakit,25/05/1926,sh:3.
67
Aksine Hicaz Kongresi’ne,Rusya ile aynı kulvarı kullanarak İstanbul Mebusu Edip
Servet Bey başkanlığında bir heyet, Rusya Müslümanları heyeti, İran ve Afganistan,
Hindistan, Bülücistan, Java, Mısır,Trablusgarp,Tunus, Cezayir,Fas, Suriye,ve Irak gibi
ülkeler,”kutsal belde”’nin önemi üzere katılmamazlık etmezlerdi.Öyle de oldu.Bunun işgal
altındaki müslümanların “azınlık” hakları olarak görülüp, verilen izin sonucu duyulan sevinç
ve hissedilen atmosferi Şimal Türkleri heyetinin “reisi” Rızaeddin Fahreddinoğlu
tarafından , İstanbul’dan ayrılıp Hicaz’a doğru yol alırken,İstanbul’dan ayrılışları
münasebetiyle, Reisicumhur Hezretleri’ne heyet katib-i umumisi Abdurrahman
Efendi’nin çektikleri “teşekkür telgrafı” çok ince ve statejik manaları içermektedir:
“-Sovyetler Birliği Cumhuriyetleri Müslümanları’nı, Mekke’de haccın tanzimi ve
kutsal yerlerin idare şeklini tetkik etmek üzere toplanacak olan konferansta temsile memur
olan murahhas heyeti Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerek Boğazlardan geçerken
gösterilen fevkalade kolaylıktan ve gerekse İstanbul’da ikameti esnasında haklarında
gösterilen tezahürlerden ve büyük misafirperverlikten doğan şükranlarını doğrudan doğruya
Zat-ı Devletlerine arz’a imkan bulamadıklarından bu telgrafla Zat-ı Riyasetpenahilerine karşı
borçlu bulundukları sıcak teşekkürleri ulaştırmaya bizleri aracı kılmıştır.”(6)
Kahire’de toplantılar sürdü.Hicaz’dan bir ışık beklentisi ile tartışmalar devam
etti.Amma hiç bir zaman “eski günler” geri gelmedi.Kimi İslamî politikalar için “Panİslamcılık” ile avutuldu.Kimileri de ecnebi himayesi altında “fikir ve ibadet özgürlüğü”
modellerini deneyerek göçüp giderken, Filistin’de giderek iki bin yıl sonra bir “İsrail
Devleti” nin doğum sancıları çekiliyordu.Her ne kadar 1931’de Kudüs’te “Tüm
Müslümanların çıkarlarını ilgilendiren konular” etrafında bir “İslam Enternasyonalizmi”
düzeyinde bir toplantı yapılmışsa da, yapılan bu toplantıdan da bir sonuç alınamamıştı.
Öyle ki Kuzey Afrika Müslümanları Fransız ve İngiliz, Ortadoğu ve Hicaz’dakiler
de yine İngiliz desise ve entrikaları ile krallık ve emirliklere bölünmüştü.Uzak Doğu
Müslümanları da keza böyle idi.Rusya zaten “halk komiteleri” ile İslam şuralarının
temeline dinamit koymuştu.Nitekim,bu kongrelere “reis” olarak katılan Rızaeddin bin
Fahreddin, her ne kadar Mekke ve Kahire Kongrelerinden bir sonuç alınmayıp,Ufa’da
toplanan İslam Nedvesi/Kongresi’nde 36 red oyuna karşılık 350 oyla “baş müftü” seçilmiş
ve Tataristan, Başkurdistan, Kazakistan, Ukrayna ve Çuvaşistan Cumhuriyetleri ile
Sovyet Rusya’nın tüm eyalet ve vilayetlerinin “şeyhülislam”ı ilan edilmişse de “meşhur
seyyah” Abdürreşid İbrahim’e (1857-1944) gönderdiği bir mektupta, içinde bulunduğu
halet-i ruhiyeyi ve müslümanlar arasındaki “fitne’nin derecesini şöyle açıklıyordu:
“...Bizim kendi halkımızda fikir ve himmet, ahlak ve hamiyet iflas etti.Aramızda nifak
ve şikak gittikçe artmaktadır.(...) Şimdiki düşüncem Kaşgar’a gidip bir medreseye girmek,
bulunursa çocuklara ders vermek; iman ve ibadet öğretmekle meşgul olmak ve sayılı
demlerimi orada tamamlamaktır.Başka bir tarafa gitmeye maddî gücüm yoktur.Belki mezara
da göçerim.Belki sağ olsam da hiçbir yere gidemem.Çünkü ihtiyarım kendi elimde
değil.Öyleyse de Allah yolunda hiç olmazsa on adım atmak hususundaki niyetim sağlamdır.”
(7)
Umutsuzluk sadece Rusyadaki Müslümanlarda yoktu.Diğer işgal edilen yerlerin halkı
da, Türklerin uğradığı “hezimet” üzerine perişan ve bitkin bir haldeydiler.Onlara göre,
İstanbul işgal edilemez, Osmanlılar/Türkler yenilemezdi
__________________________
(6) Hicaz Kongresi, Vakit,30/05/1926,sh:2.
(7) Abdullah Battal-Taymas’ın “Kazanlı Türk Meşhurları”ndan nakl
eden:Ömer H.Özalp,Rızaeddin bin Fahreddin-Kazanla İstanbul arasında bir alim-,İstanbul2001,sh:101-102.
68
Cezayir/Telmesan’da Şidi el-Benna Camii yakınında bir kasap dükkanının sahibi
olan Bin Hamza ailesine mensup orta yaşlı bir Telmesanlı, İstanbul’un işgal edileceği
haberi üzerine yere yığılıp ölmüştü.”Bu durum Müslüman halkın içinde bulunduğu
gerğinliği gösteriyor. Aynı zamanda, (İslam dünyasında) Türkiye için yurtseverlik
duygularının ne kadar büyük olduğunu ortaya koyuyordu.”
Cezayir halkının inancı ve beklentisi böyle idi.Zira Fransız ordusunda “sömürge
bölgesi”nin bir askeri olarak Bordoaux’da askerliğini yapan Messali, daha sonra yazdığı
“Hatıralar”ında, Türklerin yenilgisini öğrenir ve tepkici bir tavırla içinde bulunduğu ruh
halini şöyle dile getiriyordu:
“Birdenbire Türkiye’nin müttefikler tarafından dayatılan barış koşullarını kendi
açısından kabul etmiş olduğunu okudum.Allak -bulak olmuştum.(...) Bana ancak
ellerimi açmak ve Osmanlı İmparatorluğunu yıkan felaketin, İslamın hayatındaki kötü
bir an olması için Allah’a yalvarmak kalmıştı.Olayın apaçıklığına rağmen gazeteyi
yalancılıkla suçluyordum.Benim gözümde Türkler yenilmezdi.”(8)
Messali’yi çok geçmeden yanılgıya düşürdü “Genç Türkler”...Paris
Üniversitesindeki bir öğretim üyesi, Cezayirlilerin, özellikle de Messali’nin “Genç
Türkler”in tutturduğu yolu kavramalarının zor olduğunu söyler:
“Müslüman Cezayirlinin bilinci Türk gerçeğini kavramada geriden gelir.Bu gerçeğe
Türkiye’de olup biten hareketin tersi bir proje yakışır.Genç Türklere göre “milletin doğuşu
eğer ve yalnızca İslam dini yok olursa mümkün olur.” Cezayirliler için aynı şey söz
konusu değildir.Onların hedefi bütün Müslümanların evrensel topluluğu (ümmet) ile tam
anlamıyla bütünleşmektir.Bunu yapabilmek için yabancı varlığını tasfiye etmek gerekir. “(9).
Giderek Cezayir halkı gibi Rif kahramanı Abdülkadir’i tutar Messali ve İslam
dünyasının kurtuluşunu yeni hedeflerde arar.
Böylece Şeyh Ebu’l-Huda’nın ve İdris es-Sunusî’nin “tarikat akımları” Afrika ve
Ortadoğu’da Batılı sömürgeci egemenlik kuralları içinde eritilmeye çalışıldı.Kadirilik,
Rufailik ve Sazelilik göz hapsinde iken, Kafkaslarda ve Balkanlarda da Nakşilik,
Kadirilik ve Müridizm resmi ideolojilerin aksine kimliğini korumak için ya dağlara sığınmış
veya yerin altına inerek, toprağı çatlatıp ,yerden fışkıracağı baharı beklemeye koyulmuştur.
Sivil kurumların İslâmdan aldığı hızla XX.Yüzyıl’da kimlik kavgası verdiği çok
görülmüştür.Bunun İslam Enternasyonalizmi’nden kaynaklandığını göz ardı
etmemelidir.Haliyle Müslümanların sosyal ve kültürel varlıklarını korumalarının tek şartı
kendilerine özgü bir birlik ve dirlik düzeni kurup, sosyalist ve kapitalist düzenin despotik ve
sömürgeci çıkarlarına karşı “İslam Enternasyonalizmi” heyecan ve dinamizmini kurtuluş ve
diriliş dönemleri aksiyonuna dönüştürmektir.
Fakat 20 yıl içinde bu durum tamamen ters-yüz edilmiştir.Artık öyle “İslam
Enternasyonalizmi” gibi bir kavramın varlığından bile söz edilemez olmuştu.Bunu ise ancak
“sonun başlangıcı” ile izah etmek mümkün idi...
_____________________________________________________
(8) İskender Gökalp-François Georgeon, Kemalizm ve İslam
Dünyası,İstanbul-1990,sh:171-174 vd.
(9) Age ,sh:180-181
69
İSLAMCILIKTA SONUN BAŞLANGICI
(Cengiz Yasaları’na Doğru)
İslam Dünyası’nda, 1930’lu yıllara gelindiğinde, artık o eski “mü’temer, konferans,
kongre”gibi toplantılardan eser yoktu.”Türkçüler” Birinci Dünya Savaşı’nın başında ne
söylemiş ve yazmışlarsa hepsi “revaçta” idi.Altı asırdır Osmanlıya vücut veren fikirler ise
“iflas” etmişti.
İşte biz burada bunu ortaya koymaya çalışacağız.1914’de Cengiz Yasaları’ndan
sapılması ile Rusya’daki Müslümanların esarete düştüğü ve İslam’ın “Laikleştirilmediği”
varsayımından bu noktaya gelindiği vurgulanıyordu.Bu fikrî aksiyona öncülük eden Zeki
Velidî (Togan,1890-1970) Hatırat’ında bunu şöyle açıklıyordu:
“O zaman (1914’de), İstanbul’da “Türk Yurdu” Dergisini çıkarmakta olan Yusuf
Akçura Bey, benden mecmuası için makaleler istiyordu.Ben de bir tebliği Türk
okuyucularına uygun bir şekilde değiştirerek İstanbul’a gönderdim.Akçura da bunu o zaman
Tevfîk Rüştü ve Celal Sahir Beylerin idaresinde yayınlanmakta olan “Bilgi” mecmuasında
(1914,sayı:7) neşr etmişti.Bunu ancak 1925 Haziran’ında Almanya’dan İstanbul’a
geldiğimde öğrendim.”
“İstanbul’a geldiğim günlerde Muallim M.Cevdet ( İnanç-Alp;1883-1935)
adında bir zatla görüştüm.Sonradan ahbab olduğumuz ve büyük bir kütüphaneye malik olan
bu zat benim kulağıma bir söz fısıldadı.Dedi ki:
“- Aman, İbni Haldun’a ait makaleniz bahis mevzu olursa benim ismimi zikr
etmeyin.
“Ben de sordum:
“- Hayrola, ne var?”
“Dedi ki:
“-Sizin makaleniz Bilgi Dergisi’nde çıkınca ben İstanbul’da neşr etmekte olduğumuz
“Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası”nda sizin fikirlerinizi tenkit ederek, iki makale
yazdım.Şimdi ise memlekette sizin ileri sürdüğünüz fikirler revaçtadır.Benimkiler iflas etti.”
“Kendi makalemi ve M.Cevdet Bey’in makalelerini okudum.Ben yazımda
Teokratizm’e muhalif olduğum halde, M. Cevdet buna taraftar olduğundan bana “Şimal
müverrihi Zeki Velidî bizim Türkiye Türklerinin devlet idaresi meselesinde ne arar?”
mealinde şiddetli tenkitlerde bulunmuş.Benim bu makalede ileri sürdüğüm fikirler şunlardı:
“( Teokratizm, Türkler için baş belası olan bir zihniyettir.)
( Teokratizm, İslam camiasının öz sıfatı değildir.Biz, Garp Medeniyeti’ne iltihak
ederken İslamiyet de ona uymalıdır.)
(Zaten Türkler tarihte her vakit saltanatı hilafetten ayırmışlardır.Türk ve Moğolların
idare sisteminde din ile bağlı bir şey yoktur.”Cengiz’in Yasa Sistemi’nin tatbiki İslam
aleminde yeni bir devir açtı.Bu yasa Türkiye’de de izler ( Yasaq-ı Osmanî ve Tamga
sistemi) bıraktı.)
(Din ile hükümet tamamiyle ayrı olmalıdır.Kur’an’ın ahkamı dünyevî ahkamla
değiştirilmelidir.Bir Şarklı milletin, insan topluluğu olmak itibariyle Avrupalılardan farkı
yoktur.Mısır müftüsü Muhammed Abduh,Türkiyeli Mahmut Esat, Rusyalı Musa
Carullah Efendilerin İslamiyeti ıslahla bunu muasır kanunlara esas etme yolundaki çabaları
boş şeylerdir.Orta-Asya’daki İslam memleketleri’nin Rusya’ya esir olmalarının başlıca
sebebi bunların Cengiz Yasası’ndan ayrılarak Şeriat’a dönmeleri olmuştur.Buhara’nın
(18.yüzyılın son çeyreğindeki) hükümdarı Mangıt Şah Murat Bey derviş olmuştu.Namazı
terk edenleri öldürüyordu.)
(İbni Haldun büyük tarihini yazdığı zaman Türk aleminde büyük hadiseler zuhur
etmişti.O,Şam’da Temür’le görüştü.Onun Türk kavmiyle ilk hakiki teması bu suretle başladı
ve ayrı kitap yazıp bu hatıratı tespit etti.Temür memleketini Yasa ve Tüzük ile idare etti.)”
70
“1 Şubat 1930’da Ankara’da Çankaya’da Köşk’e davet edilmiştim.Atatürk’ün
sofrasında siyasî meseleler gibi, ilmî meseleler de konuşulurdu.Atatürk, Siirt Mebusu
Mahmut Bey ( Soydan;Siirt 1883-1936)’e hitaben:
“-Profesörün makalesini getirin.”dedi.Az sonra Mahmut Bey, Atatürk’ün
kütüphanesinden “Bilgi” Dergisi’ni getirdi.Gördüm ki Atatürk bu makaleyi gayet itina ile
okumuştur.Bir de Mahmut Bey’e okuttu.Makalenin bir yerinde;”Cengiz’in dehası sayesinde
vücuda getirilen fevkalade askerî idare, İran’ın kırtasiye usulünü ortadan kaldırdı.”
sözünü izah etmemi istedi:
“-Bunda bir hata olacağını zannederim.” dedi.Ben de hemen:
“- Hakkınız var Paşam.Bunlar her halde Yusuf Bey yazımı Osmanlıcalaştırırken
“Teokratizm usulünü” şeklindeki sözümü “Bürokratizm usülü” diye okumuş ve Frenkçe
kelimeyi “kırtasiye”ye çevirmiş.” Atatürk:
“- Ben de öyle zannettim.Çünkü burada, diğer yerlerde “Teokrasi” diye tasrih ederek
Hilafet aleyhinde yazmışsınız.”dedi.”
“O mecliste mecmuanın sahibi Tevfik Rüştü, Celal Sahir,Yusuf Akçura, Afet
Hanım ve başka bir çok zevat vardı.Yusuf Bey,”kırtasiye” kelimesinin kendisi tarafından
hataen yazıldığını itiraf etti.Atatürk’ün bu kadar dikkatine hayran kaldım.Bana hitaben dedi
ki:
“-Görüyorsunuz ki siz daha buraya gelmeden yazılarınızı okumuşuz.Buraya gelmeden
önce memleketimize iyi bir mesaj göndermiş oluyorsunuz.” dedi.”
“Atatürk’ün bu yazı dolayısıyla M.Cevdet tarafından yazılan tenkidi de okumuş
olduğu anlaşıldı.Fakat bu yazı dolayısıyla Atatürk’ün bana gösterdiği bu iltifat benim için iyi
olmadı.Çünkü Atatürk’ün yakınlarından olup o mecliste hazır bulunan Prof.Şemseddin
Günaltay daha 1914’de benim makalem neşr olunduğu sıralarda M.Cevdet ile aynı
fikirdeymiş.Bu yolda neşriyatı varmış.Fakat Atatürk’ün o meclisinde hazır bulunan
Günaltay’ın benim bu makalede öne sürdüğüm fikirler takdir olunurken yüzünün
bozulduğunu, sonradan Yusuf Akçura Bey anlattı.”
“Her halde 1913-1914 kışında İbni Haldun’la meşgul olmam neticesinde yazdığım bu
yazının Türkiye fikir ve siyaset adamları tarafından ciddiyetle okunmuş olduğunu öğrenerek
sevindim.”(1)
Cengiz Yasaları’nın savunucu olarak, laikliğe öncülük etmiş olan Zeki Velidî’nin adı
geçen makalesini olduğu gibi ele almak, düşünce yapısını daha iyi değerlendirmeye
yarayacağından , “Bilgi” Dergisi’ndeki yazıyı bu sütunlara aktarmak lazımdır.Böylece hem
İbni Haldun ve hem de “İslam Hükümetleri”nin geleceğine bakış açısını ortaya koymak
mümkün olacaktır.İşte Zeki Velidî’nin “laiklere öncülük eden” makalesi:
“Bu filozofun hayatını 600. doğum yılı münasebetiyle Kırım’da çıkan “Tercüman”
Gazetesi “600 Senelik Bir Jübile” diye özetleyerek yayınlamasaydı hatırlanmaya layık olan
bu yıldönümü de hiç birimiz tarafından bilinmeksizin geçip gidecekti.Binaenaleyh başta
“Tercüman”a , ilim ve tarih namına pek büyük teşekkür ediyor, ve yakın zamanda düşünülüp
de yazılmadan bırakılmış olan makalemizi vücuda getirmeye koyuluyoruz.”
“İbni Haldun, İslam aleminde zuhur eden hükemanın en yüksek bir sınıfında mevki
sahibi olduğu gibi tarihçilerimiz arasında da ibda ettiği/ortaya koyduğu/ tarih felsefesi ile
kişilik kazanmıştır.Çünkü Arapça, Hikmet ve Felsefe ilimleri itibariyle İslam
memleketlerinde kendisinden daha alim zatlar geldiği halde, tarihini bugün Avrupa’da bilinen
manasıyla meydana çıkarmış, evham ve hayalât tesirlerinden uzak olarak olay ve tabiat
kanunları arasındaki münasebeti göstermiş, hülasa Avrupa’nın bugünkü düşüncesini altı asır
evvel tarihine yazmış bir adam yetişememiştir.”
___________________________
(1) Zeki Velidî Togan, Hâtıralar; İstanbul-l969,sh:123-124.
71
“İbni Haldun’un Türk kavmi ile fikrî münasebeti sadece Araplar hakkında yazıp bize
yalnız din noktasından temas eden eserleriyle sınırlı değildir.”
“Kendisi “Ünvanu’l-İber fî Divani’l-Mübteda ve’l-Haber” adındaki büyük tarihi
yazdığı zaman Türk aleminde büyük hadiseler zuhur ediyordu. X1V. Miladî asır sonlarında
“Timurleng” meydana çıkarak Türk ilinin her tarafında büyük değişiklikler meydana
getirdi.Cengiz neslinden olan hanları sıkıştırdı.Toktamış ve Sultan Beyazit ile muharebeleri
devam etti.Kendisi de bu olaylar sırasında Şam’da bulunarak Timur’un eline düşmüştü.Onun
Türk kavmi ile ilk ve hakiki teması bu suretle başladı ve tarihinde bu hatıratını tesbit
etti.Mercanî, Murat ve sair müverrihler Türk Tatar tarihine,Altın-ordu (Deşt-Kıpçak)
hanlarına ait eserlerinde İbni Haldun’un bu yazılarından istifade ettiler.Ve Tizinkavziyen,
pek az nüsha neşr edilen kıymetli kitabında Altın-Ordu tarihi için Arapça kaynakları
sayarken bunun da Türk ve Tatarlara ait konularını aynen aktardı.”
“Bu kısa izahattan sonra İbni Haldun’un İslam hükümetlerinin siyasî durumları ile
ilgili fikirlerinden bahs etmek istiyoruz.Binaenaleyh bu zatın umumî tarih ve felsefeye yapmış
olduğu hizmetleri ve Türk kavminin tarihine ait sözlerini konumuza
sokmayacağız.Makalemizin içeriğini sadece bu Müslüman filozofun İslam memleketlerinin
kurtuluş ve istikbal hakkında söylemiş olduğu sözler teşkil edecektir.”
“İslam hükümetleri hakikaten devam edebilir mi? Onların ıslah ve terakkisi kabil mi?
Çöküşleri nasıl gerçekleşir.Yükselmeleri nasıl başlar?”
“Malumdur ki bu hususta pek çok fikir belirtiliyor:
“1)Avrupa’da meşhur olan bir fikir var.O da İslam hükümetlerinin “TeokrasiRuhanilik” esası üzerine bina edilmiş olması ve bunun cemiyet için terk edilmez bir
hassa/özellik/gibi telakki edilmesidir.Onlara göre Müslümanların Teokrasiden ayrılması
mümkün değildir.Bu sebebten başka memleketler hergün ilerledikleri halde İslam
memleketleri hareketsiz kalmaya mecburdurlar.Tembellik bunların müebbed bir sıfatıdır.Bu
sebeble onlar hergün ilerleyip gelişen memleketler karşısında yıkılıp yok olmaya
mahkumdurlar.”
“2) Bugün Müslümanlar arasında kurtuluşu ancak Avrupa medeniyetine girmekte
bulunan adamların fikri galip geldi.Binaenaleyh Müslümanlar şimdi kendi dinlerinin
korunmasının Avrupa medeniyetine tabi olarak hareket etmekle olunacağına ve Avrupa gibi
ilerlemenin imkanına iman ediyorlar.Ruhanîliğin İslam hükümetlerine elzem bir sıfat
olmadığını da Türkiye ve İran Meşrutiyet’i ilan etmekle ispat ettiler.Müslümanların büyük
bir kısmı tarafından iddia edilen bu fikre Avrupa’da tarafsız olan bir çok zevat,özellikle
İslamiyet’i ve Müslümanları iyice incelemiş bulunan alimler iştirak ediyorlar.”
“3) Bir kısım Müslümanlar, özellikle, Müslümanların ruhanîleri İslam
memleketlerinin, ancak kendilerinin gösterdikleri alanda yürümek şartıyla geleceğinin parlak
olacağını tasdik ediyorlar.Onların fikrince İslam hükümetleri,Hülefa-yi Raşidîn zamanındaki
idarî tarza uydurulursa ve Avrupa’nın bazı ıslâhatı yalnız ziynet için kabul olunursa bütün
İslam hükümetleri ebedî bir hayata aday olur.”
“4) Bir de öncü Müslümanların fikirleri vardır ki bunların arasında en önemlisini İbni
Haldun’un görüşleri teşkil eder.Bunu biraz sonra tetkik edeceğiz.”
“Birinci fikir, meşhur ve Avrupa’ya bir iman kudretiyle nüfuz etmiş ise de
yine içlerinden bazı alimlerin ictihadları aynı fikri ta esasından yıkmıştır.Çünkü İslam
hükümetleri 1300 senelik hayatlarını ruhanî bir devlet olarak geçirmediler.Tabii Avrupa’da
olduğu gibi bazı devirlere,değişimlere uğradılar.Zaman-ı Saadet’ten evvel Araplar bir takım
müstakil reisler ile müstakil kabileler suretiyle yönetiliyorlardı.Muhammed (a.s.) o kabileleri
birleştirdi.Müslüman Arapları, Yahudî, Mecusî, (ve) Nasranî Araplarla birleştirdi.Hatta
ömürlerinin sonlarında bu kabilelerle Arap olmayan bazı yabancı milletleri de bir araya
getirip pek büyük bir “İbadullah” Cemiyeti meydana getirdi.Fakat kabilelerin iç işlerine asla
72
müdahale etmedi.Onları kendisine bey’at etmiş oldukları reislerine havale etti.Yani bu
memleket bir takım “Kabileler İctimaı” yahut eski zaman Türklerinin ıstılahınca bir “İl”’den
ibaret idi.(2).Yoksa bu kuruluş Berthold’un dediği gibi, dinî bir teşekkül değildir.(3).Hulefa-i
Raşidîn zamanında bu usul lağv olunup kabileler reisi yerine dinî işlerde imamlık, dünyevî
işlerde emîrlik yapacak “Halîfeler” seçildi.Memlekete “Beytullah” adı bize bunun etkeni ve
o zamanın mahviyyet ve tasavvufu hakkında bir çok şeyler söyler.İslamiyet bundan sonra
Avrupa’nın da vaktiyle geçirmiş olduğu bir “Teokrasi”ye ,bir “Ruhaniyet”e dahil
oldu.Aradan seneler geçti.Suriye’yi, İran’ı, Rum illerini feth eden Müslümanlar o yerlerde
bulunan padişahlıkları gördüler.Memleketi din namına idare eden halîfelere karşı halk
arasında zaten memnuniyetsizlik de çoğaldı.Muaviye bundan istifade etti.Dünya işlerinin
hocası demek olan “Sultan” adını takındı.Geri kalan ruhaniyet taraftarları Hulefa-i Raşidin
namına yahut genelde kendi ictihatlarına uyarak birincilere karşı muharebe ilan
ettiler.Bunların ileri gelenleri Hariciler ile Şiiler oldu.Geri kalanları (bugünkü Maskat
imamlığı gibi)hala da mevcuttur.Bu sonuncular İkinci Hicrî asır ortalarında Bağdat’ta
Abbasileri,Dördüncü asırda Fatimîleri ayaklandırdılar.Emeviler bitme derecesine
yaklaşmıştı.Kalanları da Endülüs taraflarına hicret ettiler.Fakat hayat,ruhaniyete avdet
etmedi.Reisler hükümeti kendi ellerine aldılar.Memleketin hem dinî, hem dünyevî hususları
üzerlerine sınırlı kaldı.Bu sırada İranîlik ile hiçbir münasebetleri olmayan Şiilere İraniler de
karışarak işe bir milliyet süsü verdiler.Araplara karşı harp açarak intikam almak, akidevî bir
şekil aldı.Zaten Abbasîler’in Emevîler’e galebesi,Şiilik tuğu altında gelen İranîlerin
Araplara galebesi demek idi.Bu sırada da Şiilerde katiyyen ruhaniyeti ihya arzusu
yoktu.Emevî hükümdarlarının idaresi yerine İranın bürokrasisini, hükümet kırtasiyesini
tesis ettiler.(İşte yukarıda M.Kemal’le Zeki Velidî arasında geçen konuşmada
“Teokrasi”nin Yusuf Akçura tarafından yanlış okunup,metne “Bürokrasi” diye
geçirilen cümle budur.S.A.) Abbasilerin elinde bulunan kuvvet,
Türklerin,Selçukluların,nihayet Gaznevî ve İran’ın Büveyhîleri eline intikal ettikten sonra
memleketin idarî işlerinde o güne kadar bir parça işe yarayan din ile dünya işlerinin
arasındaki sık bağ da kesilmiş oldu.Bunlar V.Hicrî asırda padişahların ulviyeti kuralını vaz
ettiler. Ve nihayet 333’de (m.944-945) Abbasî Hilafeti sultanlara intikal etti.Evvelce
“Allah’a itaat ediniz,Rasulüne ve sizden olan ulu’l-emr’e itaat ediniz.” (Nisa 4-59) ayeti
imamların elinde bir silah idi.Şimdi aynı sultanlar birer siper yaptılar.”Ulu’l-Emr”den
murat,”Sultanlar” demektir,diyorlardı.Bu suretle din ve hükümet birbirinden
ayrılıyor,manaları anlaşılmış oluyordu.Fakat 548. Hicrî yılında (M.1153) Selçuklular’dan
Sultan Mahmut vefat ettiği zaman halîfe Muktezî dünyevî kuvveti de kendi eline aldı.buna
bir çok Müslüman razı olmadılar.Çünkü onların fikrince “pis olan denyevî saltanatı” din ile
karıştırmak doğru değildi.Onlara göre din ile dünya bütün birbirinden ayrı şeylerden
ibaretti.Sultanlar mevkilerini müsadere maksadıyla halife ile savaştılar.Kat’î bir neticeye
ulaşamayan savaşı,Şark’tan doğan Cengiz Ordusu bitirdi.”
“Zaten Türk ve Moğolların idarelerinde din ile münasebeti olan hiçbir şey
yoktu.Cengiz’in dehası sayesinde vücuda getirilen fevkalade muntazam askerî idare,İran’ın
kırtasiye usulünü ortadan kaldırdı.Bu suretle Türk ve Moğolların memleket idaresinde
müşahede olunan fevkaladelikleri İslam hükümetlerinin zihniyetine yeni bir şekil daha ilham
etmiş oluyordu.Türklerdeki bu tür irade yalnız Cengiz’in kendi zamanına değil,son
zamanlara kadar İslam memleketlerinde işe yaradı.Hatta Türkiye ve İran hükümetlerinde bu
tarz idarenin pek derin izleri ,o zamandan kalma bir çok ıstılahları bugüne kadar yaşadı.”
______________________________
(2) İl,Al;kelimelerinin eski Orhun dikili taşlarında “toplanmış kabileler” manasında
kullanıldığı görülmüştür.
(3) Barthold’un 1903’de Petersburg’da neşr ettiği “Hükümet-i İslamiye’nin
Ruhanî Mefkûresi” adındaki eserine bakınız.
73
“H.659 (m.1260) tarihinde Kahire’de, neseplerini Bağdat’ta bulunan Abbasilere
kadar uzatmaya muvaffak olan bazı kişiler din ile dünyayı birbirine karıştırarak ruhaniyet
esasına dayalı bir devlet teşkil etmek arzusunda bulunmuşlardı.Fakat 923’de (m.1517)
Sultan Selim onları mahv ederek hilafeti kendi eline aldı.Ve Türkiye’de bundan sonra 1908
inkılabına kadar dalgalanan bir istibdat hükümran oldu.”
“Bu hilafetin saltanatla mezc edilmiş bir şekli idi.Sonra Türkiye ve İran’da yakın
aralarla kurulan Meşrutiyet,İslam idarî şekillerini altıya ulaştırdı.Bütün bunlar tarihimizi
etraflıca araştıran kişilere pek açık bir hakikat gibidir.Binaenaleyh tarihe karşı İslam idaresi
ruhanîdir,diye iddiaya kalkışmak,kendi cehaletini isbat için uğraşmaktan başka bir şey değil
olamaz.”
“Sukûnet , hareketsizlik... gibi isnatlarını ise X111. asrın kasırgalı olaylarını
suratlarına çarpmak için yeterlidir.”
“Binaenaleyh birinci fikir netice itibariyle bugünkü Avrupa siyasetinde tutmuş olduğu
yerini pek çabuk kaybetmeye mecbur olacak, esassız bir iddiadır.İkinci ve üçüncü fikirlerden
de ayrı ayrı bahsetmek arzusunda değiliz.Bizim için lazım olan İbni Haldun’un fikridir.(...)
Onun fikrince bütün hükümetlerin tabi oldukları kanunlar birdir.Bu kanunlara tabiiyet
hususunda memleket sahiblerinin Müslüman olması ile olmaması arasında hiçbir fark
yoktur.İbni Haldun kendi kitabında İslam alimlerinin adeti üzere ayet ve hadisleri pek çok
kullanmasına rağmen din ile dünyayı pek güzel tefrik etmiştir.(...)”
“Onun fikrince; memleket işlerini idare etmek dünyevî bir iştir.Din ile aralarında
katiyyen bir münasebet yoktur.Binaenaleyh din ile hükümeti tamamen ayrı bir şey saymalı;
Muaviye’yi, hükümet işlerini din ile karıştıran Hz.Ali ve evladlarının elinden hükümeti
aldığı için isabetli bir harekette bulundu,diye takdir etmelidir.Çünkü Muhammed (a.s.) bile
dünyaya yalnız din öğretmek için gelmişti.O dünyevî işleri adi insanlardan daha fazla
bilmiyordu.Hatta bu hakikatı kendisi “siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.”diye itiraf
ediyordu.Bunun için Kur’an-ı Kerîm’in dünyevî ahkamını dinî talimatından bütün bütün ayrı
tutmak lazımdır.İbni Haldun bu fikri ile Kur’an-ı Kerîm’i dünyevî ahkama uygun tarzda
tadil etmenin cevazına inanmış olmuyor mu?Din ile dünyayı birbirine karıştırmak en büyük
hatadır.Gerek başka memleketlerin ve gerekse İslam memleketlerinin terakkisi ,kurtuluşu
başlarında işleri yöneten kişilerin kendilerini azamî bir kuvvet, emniyetli bir kitle
sayabilmeleri,ittifak ve ittihat ile iş görmeleri sayesinde olabilir.Bu ittihadın millî veyahut dinî
hissiyat etrafında teşekkül etmesi ikinci derecede bir meseledir.Dinî olduğu gibi millî hisler
sayesinde de tanzim ve tahkim edilmiş memleketler pek çoktur.Nitekim İslam hükümeti
Araplarda zuhur eden dinî ve millî duyguların gelişmesi sayesinde yükseldiği ğibi bu
duyguların gerilemesi ile de çökmüştür.Hülasa memleketin kurtuluşunda en mühim
amil,yönetimde bulunan kişilerin tedbirleri ve halkın mutlak bir hoşnutluğunu çekecek şekilde
muamelatın yürümesi oluyor.Emeviler zuhur ettiği zaman Araplar Hz.Ali’nin yönetimdeki
tedbirlerinden memnun değillerdi.Halkın eğilimleri zamanın gereği daha ileri görüşlü olan
Muaviye’yi daha evvel iktiza ettiği için zaferi kazandırdı.Ve memleket muntazam bir gelişme
hareketliliği takip ederek yükseldi.”
“ İbni Haldun’un fikrine nazaran memleketler tıpkı ayrı ayrı şahıslar
gibidir.Memleketler arasında geçerli olan işler kişiler arasında cari olan işlerin aynıdır.Kişiler
gençlik,ihtiyarlık zamanları geçirdikleri gibi hükümetler de bu devirleri geçiriyorlar.ve her
şahıs gibi az çok ömür sürdükten sonra bir gün nefesini teslim ediyor, çöküntüye
uğruyorlar.Binaenaleyh İslam hükümetleri de bu kanunun mukadderatına tabiiyetle
mahkumdurlar.(...)”
“........”
“...İbni Haldun’un bu fikirilerini müteveffa müftü Abdullah ile bugünkü ulemamız
Musa (Carullah ) Efendi Bigiyef’e pek çok defalar hatırlatmıştım.”
74
“Aldığım cevaplardan siyasî kısımlarını şu suretle özetleyebilirim:Hz.Ömer
zamanındaki idare şeklini iade,din ile hükümeti, şeriatı, bütçeyi, ve sair tüm işleri bugünkü
maişete tatbik...Musa Efendi bir kanun vaz olunacağı zaman şerait kitaplarından ziyade
Avrupa kanunlarına müracaat edilmesine bile teessüf ediyor.Bunlar 1300 sene geriye gitmek,
tecrübe ve bugünkü hayatın doğurduğu kanunlar yerine eski bir cemiyetin ruhundan sızan
şeyleri kabul etmek istiyorlar.Hatta Musa Efendi “İl” Gazetesi’nin ilk sayısında “Şeriat-ı
İsllamiyeye benim nazarım.” diye neşr ettiği bir makalede ikinci ve üçüncü hicrî asırda
düzenlenen dinî kanunlarla “Batı Hukuku” nu mukayese ve mahcup etmeye kalkıyor ve
bunların tatbiki İslam memleketlerine hayat veren bir hareket olacağını ekliyor.Musa
Efendi,bu iddialarını ispat için fıkhî kurallar ve başka isimlerde risaleler de yayınladı.Halbuki
ekin ekmek, kanal açmak gibi sırf çalışma ve tecrübelerin doğuracağı şeyleri de ayet ve
hadislerin kelimeleri arasında aramanın neticelerini tarih ve biraz yukarıda ismini ve fikrini
söylediğimiz İbni Haldun bize pek açıkça göstermiştir.Bugün de geçim esaslarından bir iş
zuhur ettiğinde semadan ne gibi emirler gelmiş veyahut gelecek diye beklemek abestir.Buna
binaendir ki dinî esaslara dayanan hükümetler sonuncu asırlarda Buhara, Hov-kand, Hive
Hanlıklarını harap etmekten başka bir menfaat doğurmadı.Halbuki Buhara’nın dervişlerle
bar bar bağırarak tesbih çekip gezen Şah Murad Han’ları vardı.Orada namazını terk etmiş
adamların darağacında sallandıkları görülmemiş bir şey değildi.”
“Asıl İslam memleketlerinde ise, meselâ Arabistan ve Irak dinî bir hükümetin
düzenlenmesi hatıra bile gelmemişti.İmamı Gazalî gibilerin fikirleri sırf nazariyattan ibaret
kalırdı.Musa Efendilerin de “Avrupa kanunlarını mahcup edecek olan şerî ahkamla”
memleket tanzimi fikirleri sade okunmak için sarf edilecek saatlerin kaybedilmesine
yarayacaktır.Din, herkesin vicdanına ait bir şeydir.Ruhanî medeniyet maddî medeniyet ile
beraber cereyan edebilir.Zaten dinlerin de takip ettiği yolu harekete getiren gelişme bunu isbat
etmez mi? Elbette Hz.Muhammed’in gönderildiği millet Hz.İsa’nın uyarmaya çalıştığı
halktan daha aydın, daha farklı idi.Aksi de olabilir.Medeniyet gerilemeye uğrarsa din de
çöker.Musa ve müftü Abdullah Efendiler, din çöküntüye uğradığı için memleket de
yıkıldı,diyorlar.Doğru ve fakat takdim tehir var.Müslümanları bin türlü siyasî talihsizlikler ve
yokluklar karşıladığı gibi aralarında hile ve desiseler de fevkalade çoğalarak ilerleme yolunda
sukuta uğrattı.Bu sebebtendir ki maddî medeniyetteki yapının bir yansıması demek olan din
harap oldu.Bizim her ileri adımız dinin bir yükselme anıdır.”
“Demek istiyorum ki, İslam memleketlerinin medeniyette yıkılışı hiç de İslam
Dini’nin çöküşe yüz tutmasından dolayı değildir.İslam Dini ıslah edilse bile Müslüman
memleketleri bu hal içinde yükselemezler.Vehhabîler’in dini ıslah edip memleketi tanzim
etmek hususunda geçmiş olan sa’y ve gayretlerinin hiçbir müsbet netice vermemesi bu
hakikatı pek ala isbat etti.İnsanların terakki yahut temennileri hususunda en büyük töhmeti
dine isnat etmek nazariyesi ise çoktan red edildi.Bu hususta büyük bir alimin fikirlerini geçen
sene “Vakit” Gazetesinin 125. sayısında açıklamıştım.İslam memleketleri isterse
Meşrutiyet, isterse Cumhuriyet ve isterlerse istibdatla idare edilsin.Biz bunu
beklemiyoruz.Fakat mükemmel hava gemilerimiz, fabrikalarımız, demir yollarımız,
vapurlarımız, bankalarımız bulunsun.Muhteşem camiler,dinî ve millî bayramlar,edebiyat
yükselsin.İşte biz bunu bekliyoruz.Çırpınan kollarımız bize göklerden ilham edecek bir din
değil, ilim arıyor, bir oruç meselesi ile bir banka muhasebe usulü (birbirine) karıştırıldığı
zaman felakete doğru koşulduğuna da inanmak lazımdır.İşte Cemal(eddin) Efganî, müftü
Abdullah, Musa Efendi, Mahmut Es’ad Efendi gibi büyük alimlerimizin irfan ve
mevkilerinden beklenen şeyler:
“Dini ilk baştaki safvet ve ulviyetine irca etmek, Kur’an-ı Kerîm’i Müslümanlara
faydalanabilecekleri bir hale koyarak dinî bir kitap yazmak, hadîs-i şerîfleri toplayıp
doğrusundan yalanını tefrik etmek,dinî ayinlerimizi düzenleyerek çoğaltmak, Peygamberimiz
(a.s.) ve Ashabının kemalatını teşhir ve Müslümanlarda fikir sertliğine mani olmak...”
75
“Bu hiç yürünmemiş, terk edilmiş mukaddes bir yoldur.Musa Efendiler yarının nesli
için sade iki izi açacaklardır.Hz.İsa’nın ref’i, kıraat, ve tecvid-i Kur’an, uzun günlerde oruç,
Arap edebiyatı, Hızır, Mehdî meseleleri Musa Efendi’nin bu hususta büyük bir başarı ile
birer adımıdır.Biz kendisinden amelî şeyler bekliyoruz.Bize ukubat meselelerini ıslaha
uğraşmak faydasız ve işlem alanına girmeyecek olan bir iş ile uğraşmak gibi gözüküyor.Eski
fıkhın muamelat, ukubat kısımlarını Adliye Nezareti’nin düşüncesine bırakmak vaktinin de
geçtiğini zannediyoruz.Binaenaleyh Musa Efendi’lerin “Memleketin umur-i mesalihi
hususunda İslam hükümetleri Garbî Avrupa’nın kanunlarını aldılar da İslam
memleketlerini berbat ettiler.” diye feryat etmelerini haklı görmüyor, ve kendilerine 600
sene evvel İbni Haldun’un sözlerini hatırlatmak istiyoruz.”(4)
Zeki Velîdî (Togan)nin bu yazısı üzerine,hatıratında konu edindiği M.Cevdet’in
cevabî iki makalesi, aradan dört yıl geçtikten sonra, Nisan 1920’den itibaren yayınlanmaya
başlamıştı.M.Cevdet’in Velidî’yi ne şekilde tenkit ettiğini,dinî düşüncede ne gibi bir görüşün
sahibi bulunduğu ve sonradan onun fikir ve düşüncelerinin nasıl “iflâs” ettiğini
görelim..M.Cevdet ilk “cevabî” makalesinde şöyle diyordu:
“Doğru muhakeme etmemenin sebebleri her vakit eski kanaatler, yanlış görüşler
değildir.Doğru görmekle beraber tam görmemek ve herhangi bir meselede “muhalif
cihetleri, aksi delilleri ve itiraz noktalarını” kaale almamak da insanı yanıltır.”
“Meselâ,yeni bir ithal edilirken, yeni bir inkılap yapılırken, bir şey tahrip ve yerine
diğer bir şey konulurken o şeyden yalnız Avrupa’ya göre, İslâm’a göre, ilme göre, edebiyata
göre, milliyete göre, ya da ekonomiye göre incelenmesi doğru ise de tam değildir.”
“O şeyin muhtelif görüşlere göre evrilip çevrilmesi, muvafık muhalif görüşlerin garaz
ve kine kapılmadan elden geçirilmesi şarttır.Ve ictihad da budur.”
“.... “
“ Fıkıhçıların tasavvufçulara, maddecilerin ruhçulara, fencilerin edebiyatçıların
siyasilere ve idarecilere; bunların da diğerlerine... karşı tarizleri ile gayr-ı İslam,İslam, Türk,
gayr-ı Türk bütün medeniyet ve ilim tarihi doludur.Hiç değilse bizde şimdiki durum bile bu
birbirine düşman cereyanlarla doludur:Mekteplerde yalnız tabiiyat dersleri
okutulmalı,edebiyat zırıltısı kaldırılmalı, diyenler olduğu gibi tabiiyat diniyata zıttır,diniyatı
çoğaltmalı,tabbiyatı azatmalı, diyenler de vardır.”
“...Bugünkü konumuz Avrupa karşısında İslam ve Türk harsının yeni esasıdır.Şu
andaki düşüşle ilgili olan bu meseleyi Şimal Türkçülerinden Zeki Velidî Efendi açmıştır.”
“Başka sebeplerle de yararlanabileceğine işaret ettiğimiz bu makele, Darü’lMuallimîn’in muallim adaylarına çok yararlı olacaktır.”
“Zeki Efendi’nin bize lazim yerlerini aynen nakl ettiğimiz bu makalesi; din,terbiye ve
ahlak fikirleri üzerinde muhtelif öğretmen ve yazarların ne kadar ayrı ayrı çizgide olduklarını
da isbata medar olacak ve terbiye meselesini yalnız din ile yahut Garp eğitim ve öğretimi ile
çözmenin imkanı olmadığını ara sıra ilave ettiğimiz fıkralar, reddiyeler gösterecektir.Bizi
gerilemekten bir türlü kurtaramayan şu andaki eğitim sistemini tadil mecburiyetinde
bulunduğumuz şu buhranlı devrede yarınki nesli hangi şekilde bir hırs ve terbiyeye (göre)
hazırlamak icap ettiğini düşünmenin zamanı çoktan gelmiştir.”
“Velid Efendi şu mukaddime ile söze girişiyor:
“(Bu filozofun-İbni Haldun’un- hayatını, 600. doğum yılı münasebetiyle Kırım’da
çıkan Tercüman Gazetesi ” 600 senelik jubile” diye muhtasaran neşr etti. (Biz de o vakit
Darü’l-Muallimîn’de İbni Haldun’un hayat ve mesleğinden bahsetmiştik/M.Cevdet) “
__________________________
(4) Ahmet Zeki Velidî, İbni Haldun nazarında İslam hükümetlerinin istikbali; Bilgi
Mecmuası,yıl:1,sayı:2, 7 Haziran 1330(1914) ,sh:733-743.
76
“........”
“(Emevîler zuhur ettiği zaman Araplar , Hz.Ali’nin işleri idaredeki terbiylerinden
memnun değillerdi.Halkın eğilimleri, zamanın gereği, daha ileri görüşlü olan Muaviye’yi
ikaz ettiği için zaferi kazandırdı ve memleket muntazam bir gelişme hareketi takip ederek
yükseldi.)”
“Bizim muhakememiz:
“Din ile dünyayı birbirinden ayıran yalnız İbni Haldun değildir.Bizzat Cenab-ı
Peygamber de ayırmıştır.O halde İslam nazarında zaten din ile hükümet ayrıdır.Fakat bu
meseleyi yeniden söz konusu etmek niçindir? İslamiyetin bu hükmüne muhalif olacak surette
din ve dünya işlerini birbirine karıştıran hükümdarlar, vezirler,sınıflar vardır,demekse,
bunların tayini lazim gelir.İkinci olarak din ile dünya ve hükümet işlerini ayrı ayrı saymak,
birbirleriyle münasebetini inkar ettirmemelidir.Evet, bir İslam hükümetinin başında ruhbanlar
idaresi olmamalıdır.Çünkü ruhban idaresi ile İslamiyetin geniş bakışı beraber
yaşayamaz.Fakat bir İslam hükümeti, bu şekilde ruhban bir idare ile ahlakıyatı, hukuku,
eedebiyatı, musıkîsi, siyaseti, hasılı bütün aksamı birbirine bağlı bir “hars”ı, geniş bir felsefesi
vardır.Sonra hükümet,bizim bildiğimiz, üç beş kişinin serbest ictihadı ile değil, umumî kitle
ile yöneticiler arasında müşterek hisler, ve inançlarla bekâ bulur.Yüzbinlerce halk hükümetin
bazı tür dinî şeylere müdahalesini uygun görüyorsa ne diyecek? Meselâ bizde orucun alenen
bozulmasına hükümet engel olmaya çalışmasını, bütün kuvvetiyle müskirat ve kumarın önünü
almasını arzu eden birkaç milyon halk, ve mebuslar vardır.Bunların duyguları dikkate
alınmayacak mı?Halk, oruç bozmayı, içki kullanmayı, kumar oynamayı hoş göreceği güne
kadar temsilcilerini ve yöneticilerini bu hareketlerin yasaklanmasına sevk ve cebr
edebilir.Bunda çoğunluğun harsı hakimdir.Avrupa nazariyesi değil...Binlerce halk
uyuşturucu, kumar, fuhuş işleri din ile alakadardır, diyor, öyle belliyor, ve evladlarına öyle
telkin ediyorsa, ne diyelim? Filan tarihçi, filan muallim, filan paşa, filan bey bu işleri dünyevî
sayıyor, bunlar sıhhî, iktisadî meselelerdir, dinî değildir, tarzında söylenmesi bâtıldır.Bu
sınırlı zümreler ve fertler öyle düşünebilirler.Fakat ekseriyet de bildiği gibi düşünmekte
hürdür.Hükümet ise yüzbinlerce halka dayanmaya macburdur.Meğer ki halk,kanaatini
değiştirmiş olsun.”
“Bizce bir mesele, bir bakıma dinîdir.Bunları birbirine zıt saymamalı, telif
etmelidir.Öyle fikir sahibleri vardır ki Osmanlı hükümetinin ayetli bayrağı, dualı Meclisi,
din dersi veren mektebleri olmasına karşıdır.Bu memleket o kişilerin fikrince idare edilirse
halk ile hükümet arası daha çok açılacak.
“Muaviye, hükümet işlerini din ile karıştırmamış, Hz.Ali karıştırmış, ne demek?
Muaviye hükümeti dinsiz miydi?Dinsiz olsaydı,dindar halk önünde yaşayabilir miydi?
Hz.Muhammed (a.s.) yalnız dini öğretmek için gelmişti, dünyevî işleri onlardan fazla
bilmiyordu, deniyor.Anlayamadık.Hz.Peygamber halka temizliği, içmeyi, giyinmeyi, ev
idaresini, bütçe tanzîmini, verginin şekillerini öğretiyor.Bizzat arazi idaresine karışıyor.Ordu
teşkil ediyor, askerî idmanlar yapıyor, yaptırıyor, aile hukukunu ve medeniyeti birer birer
tedris ediyor, tatbik edilecek cezaları tayin ediyor.”
“Demek ki memleketin ferdî, ailevî, hukukî, askerî, iktisadî, hatta edebî terbiye ve
teşkilâtını tamamlayan esasları neşr ve talim ediyor.Rica ederim, bunların neresi yalnız dinî
ve uhrevîdir?Elbette bu meseleler muhtelif sahalarla ilgilidir.Zekat, sadaka, arazi taksimi,
miras, vasiyet meseleleri hesap ve cebirle ne kadar ilgilidir? Bir Peygamber, din teşkilatı
namına bu riyazî meseleleri ortaya atmış, bunları talim eylemiştir.”
“.....”
“Bazı kişiler diyorlar ki; Bâb-ı Meşihat hiç yenilik göstermiyor.Faizi haram
kılıyor.Hane ve hayat sigortasına,diş doldurmaya, banka açmaya, tedrisatta resim
kullanılmasına,fotograf çikarmaya cevaz vermiyor.
77
“Evet, vermiyor.Fakat niçin bu kadar geniş nazariyeler koyan ve asrın yeniliklerine
göre ahkamı değiştirmeyi tecviz eden Şer’i Şerîf’e sorumluluğu yüklüyor? Şahıs ve makam
ile Şeriat niçin aynı şey sayılıyor?”
“Sonra Bab-ı Meşihat müsaade etmiyor, diye halk zaruret duyunca dişini
doldurtmuyor mu? Şirket tahvilleri satın almıyor mu? Evini sigortaya koymak için
başkasından akıl dilenmeye muhtaç olmuyor mu? Resmin üstün faydalarından tedrisat
müstefit değil midir? Fotoğrafın lüzumuna inanmayan kaç kişidir?” (5)
“ Zaruret, Hükümete, Emniyet Sandığı’nı, Ziraat Bankası’nı açtırmadı mı? Evkaf-ı
İslamiye Bankası açılması için çalışmıyor mu? Memleketimizde ilmî ve iktisadî ilerlemenin
vücuda gelmemesine –din ve hükümet- zor meselesinden ziyade başka etkenler yardım
etmiştir.Meselâ ilk öğretimi köylere kadar neşr için dilimizi sadeleştirmek, çok ve ucuz halk
ve mektep kitapları yazmak, yollar yapmak, yeni ziraat usullerini yaygınlaştırmak
hususundaki ihmallerimiz, sürekli muharebeler, Avrupa elinde iktisadî esaretimiz, zeki
gençlerin hep İstanbul’a kapanması...ilh gibi sebeb olmuştur.”
“Sözü Zeki Velidî’ye terk ediyoruz:
“(Japonlara, Hindlilere yeni bir hayat veren Avrupa medeniyeti,Müslümanlarla uzun
boylu temasına rağmen bir hayat eseri bile gösterememiş...(.....)
“(.......)Bunlar 1300 sene geriye gitmek, tecrübenin ve bugünkü hayatın doğurduğu
kanunlar yerine eski bir cemiyetin ruhundan sızan şeyleri kabul etmek istiyorlar.)”
“Bizim muhakememiz:
“İngiliz Kanunları’nın, Fransız ve Alman milletlerine ve bunlarınkinin birbirine
uymadığını sosyoloji kitapları gösteriyor.O halde Avrupa milletlerinden herhangi bir milletin
kanunları bizim halimize nasıl uyar? Bizim Avrupa kanunlarından da bazı esas ve usulleri
nihayet iktisaba ihtiyacımız vardır.Onu bile yoluyla yapmadığımız için memlekete kötülük
ediyoruz.Madem ki halk, İslamî kanunları seviyor, daha ne istersiniz? Asrın ihtiyacı herhangi
bir Avrupa kanunundan usul ve ahkam iktibasına mecbur edince onu yapmakla beraber halkın
sevdiği İslamî düsturları ile telife çalışmak pek uygundur.Halk ruhu nasıl idare edilir? Bunu
bilen bir hükümet için yegane başarı vasıtası da budur.Musa Efendi’ye itiraz ne vakit olur?
Eğer,Efendi, Garp kanunları on para etmez, bize İslamın eski kanunları tamamen kafidir,
yeniyi ne yapacağız,derse; fakat böyle bir şey dememiştir.İslamî kuralların değiştirilmesi
lazım gelen ahkamına gelince memleketin ihtiyaç ve istidadına göre bunu yapmalı, Avrupa
kanunlarından daima esas itibariyle istifade etmeli.Fakat onların aynen bize uygun
gelmeyeceğini unutmamalı, iktibas ederken şer’î esaslarla teyit ve telif cihetine
çalışmalıdır.İyi siyaset budur.Yalnız ideoloque’lukla iş bitmez.Ve memleket idare
edilmez.Bize bir alim;(- İlim talep etmek kadın ve erkek, her müslümana farzdır.İlmi
beşikten mezara kadar isteyiniz.Bir saatlik tefekkür altmış yıl (nafile) ibadetten daha
hayırlıdır.Aklı olmayanın dini de yoktur.Bir saat adalet (le hükm etmek),yetmiş yıl
(nafile) ibadetten hayırlıdır.Halk üzerinde tasarruf maslahata bağlıdır.Genel zararı def
için özel çıkar feda edilir.Zaman geçtikçe hükümler de değiştirilir.) diye bir takım dinî
düsturlar okursa, bunlar 1300 sene evvel (ki) cemiyetin hükümleridir, eskidir, alamayız mı
diyeceğiz? Bunlar her zaman taze hakikatlerdir ve iftihar etmeli ki Şeriat bu esasları içerir.”
_________________________________
(5) M.Cevdet,Şimalî müverrihi Zeki Velidî ve yarınki hars(1);Tedrisat-ı İbtidaiye
Mecmuası,c.11,sayı:54,Nisan 1920,sh:666-672.
78
“Velidî Efendi devam ediyor:”(Hatta Musa Efendi (İl) Gazetesinin ilk sayısıında
“Şeriat-ı İslamiyeye benim nazarım” diye neşr ettiği bir makalede...)”
“(......)”
“....Binaenaleyh Musa Efendilerin “memleketin umur ve mesalihi hususunda
İslam hükümetleri, Batı Avrupa’nın kanunlarını aldılar da İslam memleketlerini berbat
ettiler.” diye feryat etmelerini haklı görmüyoruz.Ve kendilerine altı yüz sene evvel İbni
Haldun’un sözlerini hatırlatmak istiyoruz.)”
“Bizim muhakememiz:(Yorumumuz)
“Bugünkü ihtiyaçlara cevap veren yeni teşkilatı Avrupa’dan değiştirerek alırken
onları teyit ve teşvik eden deliller varsa bunlardan istifadenin 1300 sene evvele dönmek
demek olmadığını izah etmiştik.”
“Müverrih Zeki Efendi ekin ekmek, kanal açmak gibi tecrubî ilimlerin ürünlerini
ayet ve hadislerde aramak faydasız olduğunu söylüyor.”
“Evet, Nuh Devri’ni hatırlatacak eski şekil ve tarzda ziraat ve usulüne kutsallık
atfedilirse böyle faydasızdır.Fakat ziraat usulünün, ticarî alanlar açılmasının, ileri gitmiş
milletlerin usul ve teşkilatının öğrenilmesi, filan ayet-i kerimede saklı hükum, teşvike
dahildir.Binaenaleyh bunların ithali ile İslamiyet kazanacaktır, denirse, ne ziyanı var?
İslamiyet ekip biçmeyi, hatta madenciliği tavsiye eder.Fakat bizzat madencilik veya zıraat
usulünü göstermez.Onu “tecrubî ilimler” gösterir.Nasıl ki “Gücünüz yettiğince onlara
(karşı) kuvvet ve (savaş için) beslenen atları hazırlayın.”(Enfal:60) ayet-i kerimesi ile
düşmanların malik oldukları silah ve fennî vasıtalarının, süvarilik usullerinin taklid ve talim
edilmesini emreder.Fransa , Almanya’dan, İngiltere’den yeni silah ve teşkilat alırken,
neferlere,sarıklı talebeye “Bu suretle düşmandan istifade farzdır,onların ilmî ve askerî
teşkilatlarını öğrenmeliyiz, işte ayet-i kerime.” denirse, neden 1300 sene evveline dönmek,
demek olsun? Ha kaval,ha Şişhane tüfekleri ile, Yatağan bıçakları ile müdafaadan başka
usulün haram olduğunu iddia edenler olursa, o başka!Nasıl ki Yeniçeriler, Nizam-ı Cedît’i
istemediler.Nasıl ki faydalı karantina usulü zorlukla tatbik edildi.En faydalı teşkilatı red
edecek kadar cahil tutuculara bakıp da İslamın kendisini de böyle farz etmek, reva
değildir.İslamiyeti daima şahıslarla karıştırmamalıyız.”
“Buhara , Hiykent, Hiyve Hanlıkları gibi hükümetler dinî esaslara dayandırıldığı
için memleketlerini harap etmekten başka bir şey yapamamışlar...Evvela eksik bir İslamiyetin
yapacağı şey tabiî böyle olacaktı.İkinci olarak; o hükümetler dinî esaslara bina edildiği için
değil, dinin siyasî ve ictimaî esaslarını ihmal ettikleri; üçüncü olarak, askerlik,talim ve
terbiye, ziraat ..ilh usullerinde Avrupa yeniliklerini kabul etmedikleri,dördüncü
olarak,aralarında tefrika hüküm sürdüğü için sukut ettiler.Elbette inhisarcı bir diyanet tarzı bu
neticeyi verecekti ve verdi.Yine de verecektir.Bu dindarlar yalnız namaz oruç dindarları
idiler.Namaz ve oruçla,zikir ve dua ile yalnız ibadet vazifesi ifa edileceğini,yoksa devletin
şevketini muhafaza için namaza değil, başka ilmî ve siyasî vasıtalara ihtiyaç olduğunu
bilmiyorlardı.Bilmiyorlardı ki lafla peynir gemisi yürümedi.Dua ile de devlet gemisi yol
almaz.Duanın yeri başka, kaptanlığın yeri başkadır.Dini dua ve ibadete hasr etmenin, dinin
“fen” vazifelerini, fennin “din” vazifelerini görebileceğini zannetmenin ürünü budur.Buna
“din” ne desin? Dine ihtiyaç başka yerde, ilim ve fenne ihtiyaç başka yerdedir.Velidî Efendi,
din değil ilim arıyor.İşte hakikat, fakat yarısı zamanımıza kadar bir manaca dinci ve kadim
edebiyatçı idik.Şimdi ilimci olmalıyız.Fakat dini, edebiyatı, ilmi birbirinin yerine
koymayarak, birinin zararına kullanmayarak...Ne ilim dinin yerini, ne din ilmin yerini, ne
edebiyat onların yerini tutar.Her birini kendi hücresinde bulundurmalı ve hepsinin
tedavisinden ayrı ayrı istifade etmelidir.Hatta bence “din”imiz mükemmel olduğu için en
büyük cehdimizi ulum ve Türk edebiyatına sarf etmeliyiz.”
79
“Maamafih bunu hükümetin takdir edememesi kabahatı da Kur’an-ı Kerîm’e mi
aittir?”
“Evet, herkes gibi ben de biliyorum:Bir çok insanlar başımıza gelen belaların hep
namaz kılmamaktan, oruç tutmamaktan, bazı kızların açık saçık gezmelerinden ileri geldiğini
söylüyorlar.bilmeli ki namaz kılanlar kılmayanlardan, oruç tutanlar tutmayanlardan, açık
gezmeyenler gezenlerden çoktur.Hiç olmazsa taşralarda bu böyledir.Gece gündüz ibadet
edilse, yine bu belalar gelecekti.Çünkü bu belalar gayr-i dinî sahalardan yahut dinin ibadetten
gayrı sahalar için tavsiye eylediği esasların ihmalinden ileri geliyor.Mesela, askerî teşkilatta,
iktisadî teşkilatta, sağlık teşkilatında, siyasî ve idarî teşkilatta, talim ve terbiye teşkilatında
müthiş kusurlarımız var.Bin ibadet edilse, bunlar zail olmaz.”
“Bu sahaların ibadetleri başka şekil ve tarzdadır.Onlar başka faaliyet isterler. Bu
faaliyetlerin tarzını Sofiyyun ve Fukaha değil, siyasiler,savaşçılar, sağlıkçılar, eğitimciler
bilirler.Bunlar namaz işi olmaktan ziyade ilim işidir.Din bunlara karışmaz.Ya karışırsa
esaslarını tarh ve tavsiye ile iktifa eyler.Bir cemiyet, bir hükümet bu teşkilattan her hangisini
ihmal ederse cezasını görür. Fertler namaz, orucu terk ederlerse cemiyetteki buhran başka
türlü olur.İktisadî tedbirler almazlarsa görecekleri belalar başka olur.Talim ve terbiye
aleminde yayan kalırlarsa netice başka olur.İlh..”
“Medenî ve büyük cemiyetler bu teşkilatları birbirini tutacak bir ahenk dairesinde
yaşatabilenlerdir.Hz.Peygambere bakmalı.İşi hep dine mi hasr etmiş?Dini hep ibadete mi
münhasır tutmuş? Malî, adlî, talimî, edebî, lisanî, askerî, ne kadar teşkilatı var? Hatta ecnebi
usullerinin ve teşkilatının iktibas edilmesi için de ayrı emirleri var.”
“Musa Efendi’nin Avrupa kanunlarını mahcup edecek şer’î ahkam ile memleket
tanzimi fikirlerini Velidî Efendi abes görüyor.Zan ederim haksızdır.”
“Avrupa kanunlarını İslamiyetten beri 1300 senelik tecrübelerle ikmal edildiği halde
bazı esaslar vardır ki onları İslamiyet, Avrupa(lı) düşünürlerden evvel bulup söylediği için
övünmeye hakkı vardır:
“Kadın ve erkeğin tahsilinin lüzumunu bildiren İslamiyet değil mi? Yakın zamana
kadar Avrupa’ da böyle bir şey var mıydı?”
“Gerektiğinde boşanmanın cemiyete lazım olduğunu ileri süren var.Avrupa ninayet bu
usulü kabule mecbur olmadı mı?”
“İslamiyetin zavallı çocukları korumak için vaz’ ettiği hükümleri Avrupa vaktiyle
düşünmüş mü?”
“Kadınların hukuku meselesinde İngilizlerin, Almanların, Fransızların bir tek
kanunu var mıdır ki İslamiyet kadar insaflı ve serbest davranmış olsun? Müslümanlar
İslamiyetin istediği dereceye kadar yükselmemişlerdir.Bu cihet başka.Fakat İslamiyet
programı, Avrupa hukuk ve siyasetçilerini bir çok meselelerde utandıracak mahiyettedir
ya!...”
“İslamiyet, bir çok cihetlerde Avrupa’dan hukukî ve ahlakî esaslar almaya muhtaç
değildir.”
“Lakin ilmî, mektebî, askerî ve malî ilh...teşkilatlara gelince onları alacaktır.zira onlar
zaman geçtikçe değişir ve İslamiyetin zuhurundan sonra ne kadar mükemmel usuller keşf
olunmuştur. Lakin tekrar ediyoruz:Bir çok hukukî ve ahlakî esaslar itibariyle ve yalnız bu
noktalarda İslamiyet, Avrupa nazariyatından çok ilerdedir.”
“......”
“Cemal(eddin) Efganî, Şeyh Abdullah (6), Emîr Ali, Musa Bigiyef, Mahmut
Es’ad, İzmirli İsmail Hakkı gibi (alimler) yetişmeseydi, gençler her halde daha çok miktarda
dinsiz olacak, İslamiyetten soğumuş olacaklardı.”
________________________________
(6) Burada geçen ve Zeki Velidî’nin kast ettiği “müftü Abdullah”, Cemaleddin
Efganî’nin talebesi Muhammed Abduh olma ihtimali kuvvetlidir.(S.A.)
80
“Evet, terakkî ve gerileme, bir sürü etkenlerin karışımıdır.Ne yalnız başına din, ne de
yalnız başına ilim, ne yalnız başına edebiyat, ne yalnız başına iktisadiyat, ilermeye ve
gerileme etkeni olur.Hepsi birbiri ile karışır.Binaenaleyh müslümanların ve bu meyanda
Türklerin ne geçmiş terakkilerini, ne son gerilemelerini tek bir amile, mesela yalnız dine hasr
etmemelidir.İhnisarcılıktan daima kaçınmalıdır.Bu, pek fena bir metoddur.”
“Velidî Efendi’nin son sözü dikkate şayandır: Musa Efendi’nin Avrupa kanunlarının
İslam memleketlerinde sebeb olduğu fenalıklardan bahsini sorguluyor, onu haklı bulmuyor.”
“Muhakkaktır ki Avrupa’nın her millete göre değişen meşruutiyeti, ceza kanunları,
mülkî ve idarî usulleri, hele eğitim ve öğretim tarzı vardır.Bunlar bize uygun değildir.Biz
bunların yalnız “ruh ve felsefesinden” ve bir de evrensel , ortak eesasları varsa onlardan
istifade edebiliriz.Yoksa bir Türk’ü, bir Müslümanı, bir Fransız, Alman, İngiliz yapmak
mümkün değildir.Buna çalışmak gülünç ve zararlıdır.Avrupa kanunları ve eğitiminin ruhu
tetkik ve birbiri ile mukayese edilseydi bizi berbat etmezdi.Öyle yapılmadı ve
yapılamıyor.Yapılmayınca da millet, ecnebî kanun ve teşkilatlarını içine sindiremiyor, verilen
ilaçları, ağzından tekrar çıkartıyor.İşte Türkiye(nin) idarî ve mektebî teşkilatı, kanun ve
programları meydandadır.”
“Fakat Avrupa’nın millet, din, muhit ile mahiyet olarak ilgisi olmayan “ilimler”i
vardır.Riyaziyat, tabiiyat, ve amelî sanayi gibi...Bunlar bir milletin, bir dinin markasını
taşımayan “alemşumul/evrensel”, aklî, ve beşerî düzenlemeler ve maişet vasıtaları olduğu
için bunda Müslim, gayr-i Müslim, Türk, Fransız, İngiliz, Alman düşüncesi eşittir.Bunlar
bazı kere değiştirilmeksizin memlekete nakl ve devr edilmelidir.En büyük kusurlarımızdan
biri bunda gecikmemizdir.Halbuki kanun, ahlak ve adetler, terbiye (eğitim/öğretim), edebiyat,
musıkî, mimarî,resim her millete göre değiştiği için bunlar alınırken milletin ruhuna uygun
gelecek surette traş edilmeli ve bir kumaş gibi boy’a göre ölçüye tabi
tutulmalıdır.Binaenaleyh Türkiye’ye, mesela Alman edebiyatını, Fransız musikîsini,
İngiliz terbiyesini değiştirmeksizin sokmak muzırdır.Çünkü bu usul züppevatansız,Türkiyeyi
sevmez gençler yetiştirir.Bizim zannımız budur.Acaba aldanıyor muyuz?”(7).
M.Cevdet, bu soruya bir başka makalesinde şöyle bir açıklık getiriyordu:
“Türk,İslamiyeti sevmiyor da neyi seviyor? Putperestliği mi,Budistliği mi,
Hristiyanlığı mı?”
“Mekteblerde ve basında sorgulanacak şey İslamiyet değil, bir avuç cehelenin şu
zihniyeti ve iftirasıdır.Özellikle Müslümanların asrî kusurlarıdır.”
“Beğenmezin anası-babası Müslüman değil miydi ki bu derece İslam düşmanlığı
taşıyor? Fikirlerinin doğruluğuna emin iseler İstanbul’da çok değişik iki üç bin kişinin
duygusunu sormalıdır.Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle aile teşkil eden Türk oğulları ona
iyi bir ders vereceklerdir.”
“Milyonlarca halkın kıblesi Kâbe, kitabı Kur’an, peygamberi Hz. Muhammed
(s.a.v.) iken, üç-beş imansız İslamiyeti beğenmemiş, bundan ne çıkar?Onları kim tanır?Halk
asırlardan beri yaşayan dinî duygularını alim misyonerlere karşı muhafaza edebilirken
sevimsiz, cahil, amelsiz üç-beş şahsiyetin kıymeti ne olabilir? Madem ki tababet ve hukuk
ilimleri ahkam yürütmek için mutlaka muhatablarnın seviye ve zevkine göre hareket etmeye
ve tedbir kullanmaya borçludur.O halde bu memlekette yüz binlerce ailenin zevkine ve
mizacına uygun gelmiş ve mukaddes tanınmışolan İslamiyetin hilafına her ne tedbir ve nizam
konsa iflas edecektir.Çünkü halk psikolojisine uygun değildir.”
________________________________
(7) M.Cevdet, Zeki Velidî ve yarınki hars(2), Tedrisat Mecmuası, c.11,sayı:55,
Mayıs 1920,sh:718-725.
81
“İslamiyet bin bu kadar yıllık bir ağaçtır.Kökleri daima maziye bağlı,
fakat yaprakları mevsim mevsim yenilenir.Bu milletin bağrına dikilen nice yabancı
fidanlar kurudu.O kurumadı ve kurumak bilmez.Hele bahar gelsin:Bakınız ne çiçekler
açacaktır.Ona hizmet için yeni bahçivanlar getiriniz, etrafını temizleyiniz.Biliniz ki bu
ihtiyar, çok tazelerden kuvvetlidir.”
“Ne garip zamandayız:İslamiyet bir şeyi, mesela müskirat kullanılmasını
yasaklar.Bu XX. Asır zihniyetine aykırı bir istibdat olur.Amerika hükümeti men eder,
hikmet olur.İslamiyetin, nankör çocukların maskarası olmaktan münezzeh tutulacak zamanı
gelmedi mi?”(8).
İşte İslamiyet’in Türkler’le beraber XX. Yüz Yılın başından itibaren başlayan acıklı
serüveni, 20’li ve 30’lu yıllarda noktalanan talihi ile bir türlü “bahçe”sinde yeni “çicek”lerin
açması ve meyvaların yetişmesi için “bahçivan”larını yetiştirememişti.Bunun için 70-80 yıl
beklemek gerekiyordu.
Çünkü o yıllarda sürüp giden birlik, sivil kurum ve sosyal dayanışma arayışları
alanında en büyük darbeyi Müslümanlar yemiş; tam tersi, dinleri “Kişisel İslam”dan çok
“Toplumsal İslam”ın evrensel ilkelerini ilan ve tebliğ etmesine rağmen...Cenneti kendi için
isteyen müslüman, Cennette yalnız yaşamaya mahkumdur.Halbuki, Cennet tüm
müslümanlara vaad edilmiş bir huzur ve kardeşlik alemidir.Orada, yeryüzünde “Toplumsal
İslam”ın mücadelesini verenlere yer vardır.
Bugün de –İslam Birliği yolunda- aynı şeylerin tartışılır olması, ve bu yolda çalışmalar
yapılmasının bir sonuç vermemesi , bunun bir kanıtı değil mi?
Yazık,yazık..Gülistan harabezar olmuş…
Bir asırdır, Bahçivan’ına intizar eder dururmuş…
Son
(9.07.2002.09.30 / Fatih- Fındıkzade /En son
düzeltme:24.09.2005,
saat:01.00.Kozdere/Boyalıkköy)
___________________________________
(8) M.Cevdet,Mektep ve matbuat aleminde İslamiyet;Tedrisat
Mecmuası,c.10,sayı:44-1,Nisan 1919,sh:37-45.
82
Download