A K PA RT İ GENEL MERKEZ AR-GE BAŞKANLIĞI A K PA RT İ K Ü T Ü P H A N E S İ K İ TA P TA N I T I M L A R I S E R İ S İ ANKARA 2014 AR-GE Başkanlığı AK Parti Kütüphanesi AK Parti Genel Merkezi 4. Kat Söğütözü Cad. No. 6 Çankaya 06550 Ankara Tel: +90 (312) 204 50 00 Dahili: 2314 / 2321 [email protected] http://kutuphane.akparti.org.tr tanıtımı Yapılan kitap Zeytindağı / Falih Rıfkı Atay. İstanbul: Pozitif Yayınları, 2010. 200 s. (ISBN: 978-605551405-1) Tanıtım Yapan: Umut Erdoğan *Özetlerde belirtilen görüşler kitap yazarının görüşleridir. AK Parti’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmaz. A K PA RT İ GENEL MERKEZ AR-GE BAŞKANLIĞI A K PA RT İ K Ü T Ü P H A N E S İ K İ TA P TA N I T I M L A R I S E R İ S İ ZEYTİNDAĞI FALİH RIFKI ATAY ANKARA 2014 İçindekiler Önsöz........................................................................................................................ 9 1915-1918................................................................................................................ 15 Bazı Hatıralar........................................................................................................23 Kukla......................................................................................................................25 Lider........................................................................................................................29 Bir Tanışma........................................................................................................... 31 Diktatör..................................................................................................................34 Savaş........................................................................................................................38 Mısır Sıtması.........................................................................................................40 Karargâh................................................................................................................43 Bizim İmparatorluk.............................................................................................46 Arap Saçı................................................................................................................50 Üç Ayak..................................................................................................................54 Bir Suvare.. ........................................................................................................... 61 Şeyh Esad...............................................................................................................65 Muhammed’in Mezarı........................................................................................68 Hacı......................................................................................................................... 73 İsa’nın Mezarı.......................................................................................................77 Musa Oğulları.......................................................................................................80 Portreler.................................................................................................................84 Yanlış Kapı............................................................................................................88 Çadır....................................................................................................................... 91 Altın ve Odun.......................................................................................................94 4 Bir Suvare...............................................................................................................97 Visrua...................................................................................................................100 Kanun...................................................................................................................106 Konak ve Konuklarımız................................................................................... 110 Çadır Devleti.. ................................................................................................... 114 Krösnah................................................................................................................ 118 Altı Nişan.. .........................................................................................................122 Çatlak.. ................................................................................................................124 Allaha Ismarladık...............................................................................................128 Son......................................................................................................................... 131 Çöl Destanı. ....................................................................................................... 133 Ateş ve Güneş. ................................................................................................... 153 Birinci Defter.. ...................................................................................................157 Bozgun................................................................................................................. 176 İkinci Defter........................................................................................................ 182 İstanbul.................................................................................................................194 Zeytindağı Hakkında Çıkan Terkidlerden Bazıları....................................198 5 Yazar Hakkında Falih Rıfkı Atay, 1894’te İstanbul’da doğdu. Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi. 20 Mart 1971’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. 1911’de “Tecelli” dergisinde ilk şiirleri, Servet-i Fünun dergisinde ilk denemeleri yayınlandı. 1913’te Tanin gazetesinin başyazarı oldu. İstanbul mektupları, röportajlar, köşe yazıları yazdı. 1913-1914’te Bahriye ve Dâhiliye kalemlerinde çalıştı. 1’inci Dünya Savaşı’nda yedek subay olarak Suriye’de bulundu. 4’üncü Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın özel kaleminde görev yaptı. Cemal Paşa Bahriye Nazırı olunca bakanlıkta çalışmaya başladı. Heybeliada Çarkçı Mektebi’nde Türkçe öğretmenliği yaptı. 1918’de birkaç arkadaşıyla birlikte Akşam gazetesini kurdu. Gazetenin Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle Divan-ı Harpte yargılanıp tutuklandı. İkinci İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra serbest bırakıldı, Anadolu’ya geçti. 1922’den sonra Bolu ve Ankara milletvekili olarak Meclis’e girdi. Atatürk’e yakın kişiler arasında yer aldı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde, ardından Ulus’ta yayınlanan köşe yazılarında, Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçişin yarattığı sorunlar üzerinde durdu. Yapılan reformları ve Batılılaşma çalışmalarını savundu. Gezi yazılarıyla Cumhuriyet döneminin ilk örneklerini verdi. 1950’de Demokrat Parti iktidarından sonra 1952’de İstanbul’da “Dünya” gazetesini kurdu. Yaşamının sonuna kadar bu gazetede başyazılar ve röportajlar yazdı. Başlıca eserleri, Zeytindağı (1932), Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955), Babanız Atatürk (1955), Çankaya (1961), Kurtuluş (1966), Atatürkçülük Nedir? (1966), Atatürk Ne İdi? (1968), Bayrak (1970). 6 Kitap Hakkında Genel Bilgi Falih Rıfkı Atay Osmanlı’nın çöküşüne İmparatorluğun liderlerinden biri olan Cemal Paşa’nın emir subayı olarak bizzat şahitlik etmiş bir aydındır. Cemal Paşa, Enver Paşa’nın sohbetlerinde bulunmuş olması Falih Rıfkı Atay’a muazzam bir ayrıcalık tanımış, içinde bulunulan durumu çok daha iyi anlamasını sağlamıştır. Yazar, Cemal Paşa’nın emir subayı olarak görev yaptığı dönemdeki hatıralarını, Osmanlı’nın dağılmasının müsebbibi hadiseleri “Zeytindağı” adlı eserinde kaleme almıştır. Zeytindağı, Falih Rıfkı Atay’ın I. Dünya Savaşı’na dair anı ve değerlendirmeleri hakkında bilgi edinebileceğimiz önemli bir hatırasıdır. Kanal harekâtına yönelik tenkitler, Anadolu vurgusu ve İttihatçılara dair tenkitler hatıralarının önemli bir yanını teşkil eder. Zeytindağı’nda bu vurgular çok kuvvetli, tenkitler de çok serttir. Bu durum aslında Zeytindağı’nın yazılmış olduğu dönem ile ilgilidir. Zeytindağı ilk defa 1932’de yayınlamıştır. Ancak anlatılan olaylar 1918’e aittir. Bu bakımdan Zeytindağı’nda yaşanmış bitmiş bir hadise olarak I. Dünya Savaş’ı anlatımı vardır. Bu bağlamda değerlendirildiğinde Zeytindağı, 1930’lardan bir yorumla yani millî devlet üzerinden I. Dünya Savaşını yeniden anlatmaktadır. Bu bakımdan da Zeytindağı 1930’lu yılların ulus inşa süreci içinde aktif olarak rol almış olan Atay’ın döneme dair hassasiyetlerini de yansıtmaktadır. Atay’ın bizzat önsözde belirttiği gibi Zeytindağı, Cumhuriyetin genç kuşağı için bir inşa aracı olarak kullanılmak istenir. Yazarın, I. Dünya Savaşı hatıralarına kitapta, tarih yazımı bakımından bu önemli farkı bünyesinde barındırır ve bu fark dikkate alınarak incelenmesi gerekir. Şüphesiz ki bir imparatorluğun tarih sahnesinden inmesinin Atay ve kuşağı üzerinde bıraktığı acı, travmatik gerilim ve imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinin sancılarını yansıtmaktadır. Yazar, Zeytindağı’nda İttihatçılara sert bir üslup kullanır. Hatta Cemal Paşa’yı hem şahsiyet hem idarecilik yönünden eleştirir. Ancak Atay, bu eleştirilerin yer aldığı 1932’deki baskının önsözünü, 1957’deki 7 baskıdan çıkarır.. “Zeytindağı’nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşa’nın hakkını Cemal Paşa’ya” verdiğini söyleyen Atay, Paşa’nın olumlu yanlarına da değindiğini söyleyerek durumu açıklamaya çalışır. Atay, Zeytindağı’nı öncelikle birkaç bölüm halinde Hâkimiyeti Milliye gazetesinde tefrika etti. 1932’de ise kitap olarak yayınladı. Zeytindağ’ının bir özelliği de Atay’ın Araplara dair sert eleştiri ve değerlendirmelerinin yer almasıdır. Arap milliyetçiliğinin temelinde “Türk düşmanlığı hissinin” yattığını düşünen yazarın Araplara dair yaklaşımı oryantalist unsurlarla örülmüştür. Ona göre Araplar, hayatın her alanında doyulmaz bir iştaha sahiptir ve bu iştah nedeniyle de imparatorluğa ihanet etmiş bir topluluktur. Atay’ın bu ağır yorumları üzerinde ihanet duygusu etkilidir. Zira I. Dünya Savaşı’nın sonuçlarını görüp bizzat bu ortamda şekillenen bir neslin temsilcisi olarak yazar, Araplara pek de gönülden bakmaz. Atay, Suriye’de bir İmparatorluğun nasıl tarih sahnesinden inmeye başladığına tanık olmuştur. Ermeni tehciri, Arap milliyetçiliği gibi pek çok gelişmeyi gözlemleyen, bu olaylarla ilgili gizli yazışmaları takip eden yazar için bölgede yaşadıkları oldukça sarsıcı ve gerilimli bir süreç oldu. Cemal Paşa’nın tüm “Osmanlılaştırmak” çabasına rağmen Arapların İmparatorluktan ayrılmasına tanık olan yazar, aslında bölgenin çoktan İmparatorluktan ayrıldığını, İmparatorluk yönetiminin bölgedeki eksikliğini anlamıştır. 8 Kitabın Özeti Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Falih Rıfkı ATAY yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde akıcı bir dille anlatmıştır. Kitaptaki şahıslar Cumhuriyet ve Osmanlının son dönemlerinde yaşamış olan önemli şahsiyetlerdir. Bunlardan Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’ın karargâhına yani Zeytindağı’na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır. Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde Falih Rıfkı yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa’nın karargâhına tayin olur. Cemal Paşa ile ilişkileri de burada gelişir. Kitabın ilk bölümünde sayfa 15 ile sayfa 18 arasında Falih Rıfkı’nın Cemal Paşa ile tanışma faslı vardır. Biz bu tanışma faslında Cemal Paşa’yı heybetli, güçlü ve sözünü dinleten birisi olarak görüyoruz. Mesela bu ilk fasılda “Zaman geçtikçe Nabluslu’ların yüzlerinin daha sarardığını seziyordum. Cemal Paşa’nın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiriyordu.” (s.17) Kitabın ilk kısımlarında İttihat ve Terakki’den söz edilmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Cemal Paşa yenilikçiliği ile tanınmaktadır. Enver ve Talat Paşa’lar ise muhafazakâr bir kişilik sergilemektedir. Enver Paşa’nın Turancılık fikirleri güçlüdür. Falih Rıfkı, Enver Paşa’nın bu fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa’yı diktatör olarak nitelemektedir. Kitabın sayfa 34’teki “Diktatör” alt başlığında ise Falih Rıfkı’nın diktatör olarak tanımladığı Enver Paşa’yla tanışması anlatılır: “Enver’i binbaşı 9 iken, Edirne’de bir arkadaşının, Selahaddin Adil’in tavsiyesi ile tanımıştım. Edirne’yi henüz almamıştık. Ben karargâha gittiğim vakit, sınırdan dönmüştü.” (s.34). Falih Rıfkı, 1914 yılının İstanbul’unu şöyle tanımlıyor: “1914’de İstanbul havası, Enver’le kaplı, onunla aydınlık, onunla kapanıktı. Mukaddes Cihad, askerlik zorunu, bir de taassup baskısı ile artırıyordu. Bıyığını kesen bir zabitin merkez kumandanlığında dövüldüğünü işitiyorduk. Hususi kaleminde çalıştığım ve bana o kadar kudretli gelen Talat Bey’in bile onun gölgesinde kaldığını seziyordum. Esasen ona fikirci bir adam olarak değer vermemiştim. Bana göre bizim gençliğin aradığı hürriyetleri, kadın, tefekkür ve hayat hürriyetini ancak Cemal Paşa’dan ve eğer varsa, onun kafasında olanlardan beklemek gerekti. Enver’le Müslüman ortaçağı, bütün yeşilliği ile devam edecekti” (s. 37). Falih Rıfkı’ya göre Türkiye’yi kurtarmak için Alman zaferi yetmezdi. Aynı zamanda Enver Paşa’dan ve Almanlardan kurtulmak da lazımdı. Fakat bunu kim yapacaktı? İşte Falih Rıfkı, 20 yaşından 24 yaşına kadar bütün harpte, bu soru üzerine düşünmüştür. Falih Rıfkı, Enver Bey’i hayalperest ve bir çılgın olarak görür. Zira bir olay anlatır: Atatürk’ün umumi katibi, Hasan Rıza Soyak’ın babası Necip Bey, Birinci Dünya Savaşı sonrası Rusya’da yıkılmışken tekli barış araması için Enver Bey’le konuşmaya gider. Fakat Enver Bey, ona “Ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu!” diye cevap verir. Necip Bey ise eve döndüğü vakit, “Eğer bu adam Harbiye nazırı, Başkumandan vekili ve Yaver-i hazret-i şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir” der. Türkiye’nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. İttihat ve Terakki kendi içerisinde bölünmüş bir yapı sergilemektedir. Bir birlik ve beraberlik söz konusu değildir. Her liderin bir grubu vardır. Falih Rıfkı da Cemal Paşanın adamı damgasını taşımaktadır. Falih Rıfkı, İttihat ve Terakkinin bu yönünü yani fikir birliğinin bulunmayışını eleştirmektedir. Çünkü yaşanılan buhrandan kurtuluş ancak birlik ve beraberlikle mümkündür. Buna rağmen bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşmalar İttihat ve Terakkiyi kendi kendisiyle uğraşan bir duruma düşürmüştür. 10 Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir. Falih Rıfkı Osmanlı’nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Kitabın 23. sayfasındaki “Hatıralar” bölümünün “Kukla” adlı alt başlığında Osmanlı Devleti’nin nasıl başka devletler tarafından yönlendirildiğine örnek verir. Bunun en açık örneğini ise Mahmut Şevket Paşa’nın katili Kavaklı Mustafa’nın boğulması olayıdır. Kavaklı Mustafa İttihat ve Terakki’nin yeni adamlarından Bağdatlı Mahmut Şevket Paşa’yı öldürmüş, sonra da kaçmayı başarmıştır. Ancak bu katil bir Rus vapuruna binmiş, Romanya’ya gitmek üzere İstanbul’dan geçecekti. Polis müdürü Azmi Bey, bu katili yakaladı ve hapsetti. Ancak Rus büyükelçisinin Kavaklı Mustafa’yı geri isteyeceğinden herkes emindi. Bunun için Babıâli’ye gelecekti. O nedenle Babıâlidekiler ona görünmemek için Bulgar Hariciye Nazırı ile görüşme bahanesiyle Edirne’ye gitti ve o gece Kavaklı Mustafa boğuldu. Ertesi gün ise Ruslar, Azmi Bey’in polis müdürlüğünden alınmasını talep etti. Hükümet onu Adana valisi yapacakken Ruslar bunu da kabul etmeyerek Azmi Bey’in bir daha devlet hayatında yer almamasını emretmişlerdir. O halde kitapta önemli hususlardan birisi de Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü sarsılma süreci ve Rus emperyalizmidir. Kitabın 28. sayfasındaki “Lider” alt başlığında ise dönemin gazeteci-siyasetçi ilişkisinden örnekler verir. Falih Rıfkı İttihatçıların “Tanin” gazetesinde çalışırken Babanzade İsmail Hakkı, Falih Rıfkı’ya başmakale verir fakat bunun yayımlanması hususunun Talat Bey’e danışılmasını emreder. Eğer bu makalenin yayınlanma zamanı değilse Talat Bey’den bir başmakale konusu isteyip onu yazmalarını söyler. Falih Rıfkı bunun üzerine Talat Bey’in Sultanahmet’teki evine gider. Böylece ihtilal partisinin liderini ilk defa yakından tanıyacaktı. Talat Bey, o makalenin öbür gün konulmasını söyleyerek yarın için “Ankara’dan ileri şark vilayetlerine doğru demiryolu yapılmasına artık müsaade edecektir” şeklinde bir makale yazılmasını emreder ve uğurlar olsun diyerek Falih Rıfkı’yı uğurlar. Bir zaman sonra Falih Rıfkı, Talat Bey’in hususi kaleminin kâtibi olur ve onu daha yakından tanır. İlk Avrupa 11 yolculuğuna onunla çıkar. Kendisine memur olurken de Talat Bey, onu sevimli ve külfetsiz bir şekilde karşılar. Talat Bey, “Ne kadar aylık alacaksın? ” diye sorar Falih Rıfkı’ya. Falih Rıfkı ise “On lira efendim”, der. Talat Paşa ise “Çok yahu… Biz senin yaşında iken iki altına takla atardık” der. (s.30). Falih Rıfkı sayfa 30’da Talat Bey’in hayat ve şahsiyetine dair tahlillerde bulunmayacağını söyler ve şunları ekler: “Kendisinin imlasını bizim düzeltebileceğimiz kadar Türkçemiz, işte aldatıcı, politikada sürekli etraf yapabilir, şark ahlakınca faziletinde şüphe edilmez bir şef olduğunu öğrenmiştim.” Kitabın sayfa 31’deki “Bir Tanışma” adlı alt başlığında ise Falih Rıfkı’nın Cemal Bey’le tanışması anlatılır. Falih Rıfkı, Cemal Bey’le bir akşam Zeki Bey’in kemanını ve bir Alman şarkıcı kadınını dinlemek için Tötonya Salonu’nda tanışmıştır. O dönemde Falih Rıfkı, her şeyi büyük ve yeni bir Osmanlı ordusundan ve bu orduyu da kendi gençliğinden beklediğini belirtir. Az süren Tanin gençliği vardı. Özellikle Hafız Hakkı’nın “Ordu ve Gençlik” yazıları, parti gazetesinin işte o politikacılık günlerinde çıkmıştı (s.31). Ve dönemini şöyle açıklar: “1913’de bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi, fantezi romanlarında bile yeri yoktu.” (s.34). Yazar, I. Dünya Savaşı’na girişimizi bir felaketin habercisi olarak görür ve bununla ilgili bir anısını anlatır. Kitabın 38. sayfasındaki “Savaş” alt başlığında, Falih Rıfkı, I. Dünya Savaşı’na girdiğimizi haber almasını anlatır. Bir anısını şöyle anlatır: “Almanlarla birlikte harbe girdik. Askerlik davetleri elimizde, son bir âlem yapmak üzere, Tepebaşı bahçesine gittiğimizde, Avrupa’dan yeni gelen, bizden yaşça büyük bir arkadaşımız: -Mahvolduk! dedi. -Nasıl? Nasıl? - Görürsünüz… Bu imansızın arkasından birbirimize nasıl baktıktı…” (s. 40). Bu büyük harp yıllarında Falih Rıfkı’nın en korktuğu şey, “birinin adamı damgasını” yemektir. Çünkü bu yıllarda üçe bölünen (Enver Paşa takımı, Talat Paşa takımı, Cemal Paşa takımı) İttihatçılar, sorumsuz adamlar tarafından 12 soysuzlaştırılmıştır. Ancak mütareke senelerinde “Cemal Paşa’nın adamı” damgasını yemiştir. Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Ancak Falih Rıfkı’nın belirttiği gibi “Osmanlılıktan ümidin kesilip Türkçülük ile Garpçılık arasında kalındığı yıllar” gelmiştir. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı: “Osmanlı saltanatı son bürokrat iken, bürokrasi bile tam Arap yahut yarı Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum” (s.47). “Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık.” Osmanlı Devletini emperyalistlikle suçlayanlara Falih Rıfkı şu satırla cevap vermektedir: “Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi.” Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. “ Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! “ Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü, Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükûneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı’ yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini vaadettikleri imtiyazlardan dolayı Osmanlı’ ya ihanet etmişlerdi. “Arap milliyetçiliği güdenler ise Şamlı Azimzadeler, Konya’dan 13 gelme Kemik Hüseyin’in torunları idi.” (s.47). Öyle ki bu Türk düşmanlığını Falih Rıfkı şöyle bir örnekle anlatmaktadır: “-Türk müsünüz? Sorusunun birçok defalar cevabı: -Estağfurullah! idi.” (s.47) Falih Rıfkı, “Arap Meselesi” ne sayfa 50’deki “Arap Saçı” adlı alt başlıkta şu satırlarla açıklık getirmektedir: “Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey aslında Türk düşmanlığı hissi idi.” Ona göre bu his kalkmadığı sürece Suriye ve Arabistan meselesi, Arap saçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkılmazdı. Osmanlının Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu. Cemal Paşanın bir amacı da Suriye’yi Osmanlılaştırmaktır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye’ de modern okullar açtırmıştır: “Suriye’yi Osmanlılaştırmak fikrine saplanan Cemal Paşa, Beyrut’taki Amerikan ve eski Fransız koleji ve liselerine benzer, modern Türk okulları açmak istiyordu.” (s.85). Bunun yanında bir de hicret eden Ermenileri, Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Araplılığa karşı bir teminat olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir. Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiştir. Falih Rıfkı’ ya göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. “Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur”. Falih Rıfkı, sayfa 68’deki “Muhammed’in Mezarı” alt başlığında Medinelilerin dini bir ekonomik araç kullandığını ifade eder: “Her Medineli uzaklardan gelen saf halka, bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar.” Falih Rıfkı, Enver Paşa ve Cemal 14 Paşa ile Peygamber Efendimiz’in ve Sahabe-i Kiram’ın mezar-ı şeriflerini ziyaret etmiştir. Bu ziyarette kesitleri de şöyle anlatmaktadır: “Mum tutan kılavuzların arkasından içeri girdik. Kubbenin yere kadar üç kabri örten atlas bir örtünün altına Muhammed, Ebû Bekir ve Ömer yatıyor. Anber kokusu içinde, Enver Paşa’yı bir pencerenin, Cemal Paşa’yı ötekinin içine soktular ve ellerine birer maden çanak verdiler. En büyük sevap bu pencerelerde durup tavandan indirilen kandilleri yakmak imiş. Burası Muhammed’in evi ve mezarıdır. Birçok hatıra ve hayaller zihni basıyor. Herkes dalgın ve düşünceli.” (s.72) Araplar çok fakirdir. Kendi ülkelerinde; ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Falih Rıfkı, “İsa’nın Mezarı” ve “Musa Oğulları” adlı alt başlıklarda ise Filistin ve Kudüs ziyaretlerini anlatır. Yazar, ağlama duvarı hakkında şöyle bir yorumda bulunur: “Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.” (s.81). Ona göre Arap nüfusunu topraklarından süren bir siyonist sömürgecilik vardır. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin Arapların yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Eski Filistin, Arap köyü bir toprak yığınıdır. Yeni Filistin ise Almanca, İngilizce, Fransızca bütün dillerin konuşulduğu bir yerdir. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedir. Falih Rıfkı, sayfa 84’teki “Portreler” bölümünde ise Ziya Gökalp ve Halide Edip Adıvar’dan bahseder. Ona göre Gökalp, Cemal Paşa’yı fertçi olarak görürken Talat Paşa ve Enver Paşa’yı da putlaştırmıştı. Halide Edip ise Suriye’ye muhtariyet verilmesi fikrindeydi. Osmanlı Devletinin Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki yöneticilerinden Enver Paşa’nın Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu. Birinci Dünya harbi sonucunda Tuna yukarısındaki iki İmparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir İmparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi. 15 Yazar, sayfa 91’de “Çadır” alt başlığına şu satırlarla başlar: “Artık Gazze’de, Filistin cephesinde savaşıyoruz. Çöl, İngilizlerin elindedir. Kuyular, kanallar, portatif yollar, Birûssebi, Hafir, kum üstündeki bahçeler, hepsi kim bilir kaç ton altın ve gümüş, serap gibi söndü, gitti. Askerimiz o kadar az ki, yan yana siperlerde oturan iki tümenin arasında Urban gelen geçeni soyuyor. İki tarafında öldürecek adam bulamayan İngiliz tankı, bir demir iskelet olmuş, Filistin güneşi altında yanıyor. Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz ordusu ise, siperinde musluktan Nil suyu içiyor. İyi asker olmayan Cemal Paşa, mükemmel levazımcılık yapıyor.” (s.91). Yazar, sayfa 114’te “Çadır Devleti” alt başlığı altında Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirliklerin, durumunu anlatır. “Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir” der Falih Rıfkı, bu çadır devletlerini tanımlamak için. Artık yalnız Anadolu ve İstanbul düşünülür. Şunları da ekler: “Hicaz isyanı oluncaya kadar biz bu Emire ve adamlarına uslu dursunlar, diye para veriyorduk. İsyan olduktan sonra Hicaz hattına gelsinler, hattı tutsunlar ve Şerif kuvvetlerini sıksınlar diye altın yolladık. Bütün altınlarımızı birkaç kişi aralarında paylaşıp aylar ayı yola çıkmadılar”. Suriye ve Filistin’ de Almanların durduramadığı İngiliz seli yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal’ in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak’taki Türkiye sınırıdır. Cemal Paşa’nın yerine, Suriye’ de silahlı kuvvetlerin başına geçen Alman Fon Falkenhayn bozgunu durduramadı ve Kudüs İngilizlerin eline geçti. Falih Rıfkı bu bozgunun sonucunu şu satırlarla anlatmaktadır: “Falkenhayn bilâkis altın getirmişse de, Cemal Paşa’nın topunu, tüfeğini ve kumandanlığını aldı. Cemal Paşa’nın ilk kederinin haklı olmadığını sanırım. Çünkü Suriye’nin eski Alman Orduları Başkumandanına hazırladığı hediye kimsenin heves edeceği bir şey değildi: Bozgun!” (s.114). Yazar, sayfa 127’de, “Çatlak” alt başlığı altında Alman kuvvetlerinin Osmanlı kuvvetlerinin önüne geçtiğini, “çatlağın” burada başladığını kaydeder: “Bir gün Falkenhein’in bir küçük subayının Şam’da gözüne kestiği 16 binayı keyfinin istediği gibi zapt ettiğini haber aldık. Patrikleri, emirleri, şeyhleri sıra sıra karşısına dizen ayan ve mebus asan, sonsuz nüfuz sahibi Cemal Paşa, bu küçük subaya dert anlatmak için yenilmez güçlükler karşısında kalmıştır. Aşınmaz mermerden zannettiğimiz o büyük kudret ve gurur, bir küçük Alman subayının fiskesi ile, bir alçı gibi çatladı. Bir düşünün acı yasını ilk defa işte bu çatlaktan gördüm. İktidar fiilinin hortumu başarı yemi ile gevelemediği zaman, tersine kıvrılır ve üstündekini yutar (…) Cemal Paşa değil, Suriye düşüyordu. Yalnıt rütbeye, nişana ve sırmaya fazla itibar eden bir memleket olduğu için Anadolu köyleri gibi sessiz ve kimsesiz değil, başkumandan, mareşal ve nazır üniformalarına sarınarak, daha gösterişli ve debdebeli düştü.” (s.127). Falih Rıfkı’nın ifadesiyle “Bir yığın Anadolu çocuğunu, yurdundan kopmuş, uzak Medine içinde, iskorpite ve çöle yediriyorduk.” Kudüs düştü! Yazarın ifadesiyle, yalnızca Anadolu’yu ve Kudüs’ü düşünmüyorlar, imparatorluğa ve onun bütün rüyalarına “Allahaısmarladık! “ demişlerdir. Artık Şam’dan ayrılmak zamanı gelmiştir. Cemal Paşa İstanbul’ da istifa edecektir. Falih Rıfkı bu bölgeden ayrılışlarını şöyle anlatır: “Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.” (s. 129). Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe - “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik” diye düşünmektedir. Cemal Paşaya sorulan : - Paşam bu harbe niçin girdik? sorusuna cevap ilginçtir. 17 - Aylık vermek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik. Sayfa 131’deki “Son” alt başlığı ise bundan sonrasının özeti mahiyetindedir. Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir ve mütareke yakındır. Sakarya’ya yaklaştığımız o yıllarda, bir millet olarak kalmak için harp ederken ilim, ihtisas ve tecrübe, Mustafa Kemal’e “Hazinede para kalmamıştır, bulmak ihtimali de yoktur” demiştir. Mustafa Kemal ise “Türk milleti istiklalini ödeyemez” kararındadır. Ve en iyi kanunu arayıp bulmuştur Falih Rıfkı’nın deyişiyle: “”Milletin nesi var, nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için verecektir.” Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsi böyle ödenmiştir. Mustafa Kemal büyük harbe girmek karşıtı idi: çünkü O kafa ve sanat adamı idi. Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: çünkü O vatan adamı idi. Falih Rıfkı kitabın özetini şöyle sunuyor: “İşte size bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz. Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.” (s.132). Kitabın sonundaki “ÇÖL DESTANI” ve “ATEŞ VE GÜNEŞ”i de özetleyeceğim: “Çöl Destanı”, 2 alt bölümden oluşmaktadır. Birinci alt bölümde sahra hayatı ve bedevîler hakkında çeşitli bilgiler vermektedir. Mesela Bedevî kimdir? sorusuna şöyle cevap verir yazarımız: “Bedevî; esmer, zayıf, uzun ve seyrek sakallı, açık alın, sivri başlı, oynak başlı bir adamdır” (s.135). Bunun dışında çöl bedevilerinin eşyalarına, yönetimlerine, hukuklarına, düğünleriyle… ilgili çeşitli bilgiler vermektedir. Örnekleri çoğaltabiliriz, çöl bedevilerinin ancak kibar olanlarının giydiği başparmaklara bağlı köseleden, asil, cesur ve cömertlik özelliklerine sahip şeyhlere, çöl düğünü geleneklerinden zengin bedevilerin yiyeceği olan pirince kadar çöl bedevilerinin cemiyet hayatından izler bulabiliyoruz. Çöl destanının ikinci alt bölümünde ise Türk askerlerinin zorlu şartlarda (sıcak, susuzluk, çöl) Kanal’a gidiş macerasını anlatır. Bu bölümde, şu satırlar kitabın en can alıcı sözlerindendir: “Çöle gömülen bir senelik Türk enerjisi, herhangi bir planın içine toplanır ve teksif 18 olunursa, dört beş senede bir memleket yapmaya kâfidir. Türk enerjisi, ancak planlanmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur. Hiçbir tarafı yapılmamış olan bir vatanın bayrağı Kahire’ye dikilmek için havaya giden bu enerji, boş Anadolu’yu zengin ve ümranlı bir vatan yapmak için hiçbir vakit kullanılmadı. Türk, harbde kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhte ise bırakılmıştır (…) Şöyle bağıranlar: - Altın değer ormanlarımız işlemiyor. - Paha biçilmez madenlerimiz toprak altında yatıyor. - Dünya değer mahsullerimiz tekniksizlikten ölüyor. Haksızsınız: Biz ormanlarımızı, madenlerimizi, mahsullerimizi ve sanayimizi değil, biz Türk’ümüzü işletemiyoruz.” (s.151). “Ateş ve Güneş”, adlı bölüm ise “Birinci Defter”, “Bozgun”, “İkinci Defter”, “İstanbul” olmak üzere 4 alt başlıktan oluşur. Yazar, “Ateş ve Güneş”in önsözünde eseri yazma sebebini şu şekilde açıklar: “Ateş ve Güneş”in baş tarafını hiç sevmem. Çöl için yazdığım yazılar, “Zeytindağı”nda olanlardan farklı değildir. Bir kısmını da muhtelif bahislere karıştırdım. Fakat, çölde harb eden arkadaşları dinleyerek, bazı subayların aldığı notları okuyarak, biraz da raporlardan muharebe hikâyeleri yazmıştım. Bu hikâyeleri tekrar gözden geçirerek kitabıma ekliyorum. Bunlar, cephenin içinde kaybolan bölük ve müfrezelerin hikâyeleridir; genç subayın ve köylünün destanıdır. Birinci defterde ilk Kanal seferini ve çöl içindeki harbleri ve ikinci defterde Gazze taarruzlarını okuyacaksınız. Yazdıklarımı, yazılanların en iyileri değildir, yegâne yazılmış olanlarıdır. Onun için neşrediyorum.” (s.156). Yazar, “Birinci Defter”deki anlatılanları, 1330 senesinde (hicri) ilk keşif seferine giden bir subayın notlarından alarak yazmıştır. Yoldaki susuzluk öyle bir hal almıştır ki, “su içmek değil, yapışık çamur yutuyoruz” diyen yazar, çizgisiz ve şekilsiz bir çölde, “Kanal’a gidip boğulsak” özlemini taşıyordu. Ancak subay, Kanal’a vardığında bir avuç su ile ağzını yıkamaya gittiğinde Kanal’ın suları içinde ölmüş insanlarla karşılaştılar. “İngiliz ateşi, Kanal’ın ortasını bir düz çizgi gibi yalıyordu. Şehitlerimizin çoğunu orada verdik. Kanal hücumundan son hâtıra, onların sular üstündeki solgun kan izleri kaldı…” (s.159). Kanal 19 harekâtı, Türk ordusu için tamamen talihsizlik olmuştur. Ağır yaralılar verilmiş, develeri kaybedilmiş ve zorlu bir keşif yolculuğu onları beklemektedir. İlk Kanal keşfinde ordu, birçok Arişli bedevileri kullanmıştır. Ordu, “Çöldeki kum tanelerinin yüzlerini yıpratarak” Kanal’a kadar geldi. Komutan, İngilizlerle savaşında şeyhi, arkadaşını ve bacağını kaybetmiştir. Komutan bu seferden sonra bir rütbe ve bir nişan kazanmıştır. Bir de İngilizlerden alınmış bir hayvan kazanmıştır. Bu hayvana Esir ismini vermiştir. Bu gebe bir ceylandır. Şeyh Utvan ile birlikte bir keşfe çıkar. Komutan mart’ın altısında Birülabid’e gelip oradaki kişileri efradı muayene etmiştir. Sabah çayından sonra Cedide’ki pazara gitmişler, ancak bir tayyarenin bomba saldırısıyla komutan yaralanmıştır. Şeyh Utvan, abasını çıkarıp komutana suni bir sedye yapmış, üç bedevî ile çadıra taşımışlardır. Bir hafta sonra gözlerini açtığında Alman hemşirelerinin itinası altında Sebi hastanesindedir. Bu saldırı sonucunda komutanın ayağa kopmuştur ve “çöl gözüme meş’um görünmüştür.” diyerek çölü uğursuz, bedbaht olarak tanımlamıştır. “Bozgun” alt başlığında ise yazar, son muharebelerin notlarını bir başka arkadaşının defterinden almıştır. “Çöl nankör bir şeydir, muharebe kumun bazı yerlerini kanla çamur etmekten başka iz bırakmıyor.” sözü çölde harb eden Anadolu evladının çöle bakışını özetler. Rumani harbinde adım adım bir yenilgi gelmiştir. Özellikle temmuz ayında sıcak ve susuzluğu “İnsanların niçin sabırdan bir peygamber yarattıklarını bu çölde anlıyorum” sözü ile anlatmıştır. Bir bardak su içebilen er, “Canına değsin burası Kerbela..” diyerek çöldeki susuzluğa dikkat çeker. Bu notları yazan asker, Anadolu evladının çöllerde nasıl değiştiğini şu cümlelerle anlatır: “Burada İstanbul’lu çocukları görmelisin. Hepsi çölün bütün zahmetlerine ne kadar çabuk alıştılar. O bizim genç arkadaşların, bir sene sonra Sina’da kahramanlar gibi dolaşacağını düşünebilir miydik? Her şeyi kolay düşünüp ferahlamakla beraber, gene her bıraktığımız ölü için ümitsiz bir keder duyuyorum. İnsan kum üstünde şehit bırakmaya dayanamıyor, çünkü ne mezarı, ne izi kalıyor. Bir denizde bile insan bu kadar kaybolabilir.” (s.181). “İkinci Defter” alt başlığında Gazze harekâtıyla karşılaşırız. Komutan trenle Kudüs’e giderken yanında bir Yahudi genci ile gitmiş, Yahudi’nin “Siz siyonizme karşı mücadele etmekle aldanıyorsunuz, bu 20 toprakları bizim kadar kimse imar edemez. Çünkü bizim kadar kimse sevemez!” sözünden nefret etmiştir. O zaman Sina cephesi yeni açılmış, Anadolu evladı burada on defadan fazla harple yıkılmış Gazze’yi korumak için vardı. İngilizlerin saldırıları o kadar ağırdır ki, yazar, arkadaşı komutanın notlarından şunları aktarıyor: “İkinci Gazze taarruzunda İngilizler karadan ve denizden en ağır toplarıyla üç gün Şeyh Ali Mantar’ın tepesini dövdüler. Korkunç bir gürültü ile toprağı karıştıran mermiler altında ufak tepenin irtifaı birkaç metre azalmış, ateş altında bir yanardağa benzeyen tepe; toz, toprak, sarı ve siyah dumanlar içinde boğulmuş idi. Kaç defa türbe, mezar, ağaç ve ateş parçaları ve senelerden beri ılık mezarlarının içinde uyuyan ölülerin kemikleri bize kadar geldi.” (s.186). Mantartepe savunması, İngilizlere büyük bir şüphe vermiştir ki, ordularımız orayı terk ettikten sonra bile İngilizler bir taşın hareketine karşı yüzlerce mermi attılar. Bu bölümde Türk askerinin fedakârlıklarını, kahramanlıklarını ve cesaretini de görüyoruz. Mesela bir Türk askeri kumandanının emriyle ateş altındaki siperden çıkıp düşman mermisini ölçmek için gelen komutan için toprağın altından mermiyi çıkardı ve muhakemesiz hayatını feda etti. “İstanbul” alt başlığı kitabın son bölümüdür. Yazarın ifadesiyle Irak, Çanakkale, Kafkasya, Galiçya, Romanya… birçok cephede her mevsime, her düşmana ve her iklime karşı harp eden cesur askerlerimiz, Herkül’ün on iki imtihanını vermiştir. Bu cesur askerler, iki sene Medinelilerin bile su kaplarıyla durduğu o sıcak altında Hz. Peygamber için dövüşmüşler, “kalbini dökmek için dili olmayan saf ve bütün kahramanlar gibi sessiz Anadolu, kanını dökerek Peygambere aşkını anlatıyor.” Kitap, şu satırlar ile bitmektedir: “Her tarafta bir neslin kahramanları var, kahramanlar için iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir.” (s.197). 21