önsöz - TC DİB. Trabzon Dini Yüksek İhtisas Merkezi Müdürlüğü

advertisement
T.C.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
TRABZON-AKÇAABAT-DARICA
EĞİTİM MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ
KUR’AN VE HADİS’İN ŞİİRE BAKIŞI
(III. DÖNEM BİTİRME TEZİ)
AHMET TAŞ
Danışman
ŞENOL TİRYAKİ
TRABZON-2006
ÖNSÖZ
Çocukluğumdan beri şiire ilgi duydum hep. Bu yaratılıştan var olan bir
hassasiyet. Güzel şiirlere ve şairlere gıpta ile bakmışımdır. Hayat, önümde, ıssız
korulardan geçen dolambaçlı bir yoldu. Nelerle karşılaşacağım bana meçhuldü.
Birçok meşhur şairi tanıdım, onlarla konuştum. Şurası muhakkak ki onlar bir
yönleriyle hâla çocuk. Çocukların, şairlerin ve delilerin aynı sınıftan olduğu çok
öncelerden söylenmişti. Belki de bütün insanlar bir yönleriyle çocuktur, bilemem. Ve
şiir basit bir şeymiş gibi görüldü çoğu zaman. Bu yüzden hassasiyet sahibi şairler, şiir
yazarken, yaramazlık yapan bir çocuğun ezikliğini hissettiler hep. Mahallede top
oynarken, komşunun camını kıran haylaz çocuklar onlardı sanki. Peygamber’in
huzurunda şiir okuyan şairlere nispetle, bugünün şairleri, yazdıklarını birilerine
göstermekten utanır olmuşlardı.
Her mesleğin yüzkarası vardır elbette. Burada da, şiiri ayağa düşürenlerin payı
çok büyüktü şüphesiz. Bir kısım müteşairler, yerden biten ot misali ortalığı kaplayınca,
iş artık tat vermez oldu. Esasında ortalıkta ne şair vardı, ne de yazılanlar şiirdi. Fakat
bunu kim, kime anlatacaktı. Bulanık suda balık avlamak isteyen korsanlar çoktan
tezgâhlarını kurmuştu. Kurtlar dumanlı havayı severdi ama, bu sefer çakallar sahne
almıştı. Has şiir, gerçek şiir, bu yüzden utancından kıpkırmızı kesildi. Anarşi
berkemaldi.
Bunda, şiiri anlayamayan, onun, insanın ruh iklimini besleyen, gönül
dünyasına ufuk açan bir mefhum olduğunu kavrayamayan eksik anlayış sahiplerinin de
payı vardı elbette.
15 yıldan beri şiire kafa yoran bir insan olarak, bizim de bu konuda söyleyecek
sözümüz olabilirdi.
Bu düşünceler ışığında, şiir hususunda, böyle bir tezi çalışmam, çok isabetli
olur diye düşündüm.
Gül büyütenlere mahsus bir hevesle, son derece haz duyarak ve iştiyakla bu
konuya eğildim.
IV
Böyle bir konu üzerinde çalışma fırsatı bulduğum için, bize bu imkânı sunan,
Darıca Eğitim Merkezi’nin kıymetli müdürü, Sayın Zeki YAVUZYILMAZ Hocam’a,
çalışmam süresince engin hoşgörüsüyle karşılaştığım ve bu eserin oluşmasında bana
rehberlik eden tez danışmanım Sayın Şenol TİRYAKİ Hocam’a teşekkür ederim.
Ahmet TAŞ
TRABZON - 2006
V
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .......................................................................................................................... IV
İÇİNDEKİLER ............................................................................................................. VI
KISALTMALAR .......................................................................................................VIII
GİRİŞ ............................................................................................................................... 1
ŞİİRE GENEL BİR YAKLAŞIM ................................................................................. 1
BİRİNCİ BÖLÜM .......................................................................................................... 4
I. ŞİİRİN ANLAMI ..................................................................................................... 4
I.I. Lügat Açısından ................................................................................................ 5
I.II. Istılahi Açıdan.................................................................................................. 6
I.II.I. Şiirin Usulünde Telkin Vardır................................................................. 8
I.II.II. Şiir ve Müzik............................................................................................ 9
I.II.III. Şiir ve Lirizm ....................................................................................... 10
I.II.IV. Şiir ve Mantık ....................................................................................... 11
II. ŞİİRİN TARİHİ SEYRİ ...................................................................................... 14
II.I. Destan Devri .................................................................................................. 14
II.II. Şifahi Edebiyat Geleneği ............................................................................. 15
II.III. Sazla Söylenen Şiir ..................................................................................... 16
II.IV. İlk Şiirin Kaynağı ....................................................................................... 17
İKİNCİ BÖLÜM ........................................................................................................... 20
I. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİR .......................................................................... 20
II. CAHİLİYE DEVRİ.............................................................................................. 22
II.I. Cahiliye Şiirinde Eğlence .............................................................................. 24
III. CAHİLİYE DEVRİ ŞİİRİ.................................................................................. 25
IV. CAHİLİYE DEVRİ ŞAİRLERİ ........................................................................ 30
IV.I . Çöl Şairleri................................................................................................... 30
IV.I.I. Şenfera .................................................................................................... 30
IV.I.II. Teabbata Şerren................................................................................... 31
IV.I.III. Mühelhil .............................................................................................. 31
IV.II. Şehirde Yetişen Şairler .............................................................................. 32
IV.II.I Âdi b. Zeyd ............................................................................................ 32
IV.III. Muallaka Şairleri ...................................................................................... 32
IV.III.I. İmriülkays ........................................................................................... 35
IV.III.II. Tarafe ................................................................................................. 37
IV.III.III. Zuheyr b. Ebi Sulma ....................................................................... 39
IV.III.IV. Lebid b. Rebi’a ................................................................................ 40
IV.III.V. Amr b. Kulsüm .................................................................................. 42
IV.III.VI. Antere ............................................................................................... 42
IV.III.VII. El-haris b. Hilliza ........................................................................... 43
IV.III.VIII. En Nabiğa Ez-Zubyani ................................................................ 44
IV.III.IX. El-A'şa Meymun
V. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİRİN FONKSİYONU ........................................ 46
VI
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ....................................................................................................... 51
I. KUR’AN “ŞİİR” HAKKINDA NE DİYOR ........................................................ 51
II. KUR’AN DA ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ AYETLER ........................................ 52
II.I. “Biz Ona Şiir Öğretmedik” .......................................................................... 53
II.II. Kehanet Ve Sihir İsnadının Anlamı ........................................................... 53
II.III. Kur’an’ın Şiirden Farkı ............................................................................ 54
II.IV. Şiir Duygusal Bir Tepkidir ........................................................................ 56
II.V. Şair İlhamdan Güç Alır ............................................................................... 57
III. ŞİİRLE İLGİLİ AYETLER .............................................................................. 58
IV. AYETLERİN IŞIĞINDA ŞİİRİN HÜKMÜ ..................................................... 64
IV.I. Şiirin Hükmü Mahiyetine Göredir ............................................................. 64
IV.II. Söylenmesi Uygun Görülmeyen Şiir ......................................................... 68
IV.III. Olumsuz Şiire Karşı Tavır ....................................................................... 70
IV.IV. Şiirin Hükmü Muhtevası İle İlgilidir ...................................................... 71
IV.V. Şairlerin İzleyicileri ................................................................................... 72
IV.VI. Şiiriyle Öc Alanlar .................................................................................... 72
IV.VI.I. Yapmadıklarını Söyleyen Şairler ...................................................... 74
IV.VI.II. Makbul Şairler .................................................................................. 75
V. ŞİİR HAKKINDA PEYGAMBER (S.A.V)’İN HADİSLERİ ........................... 75
V.I. “Cebrail Seninle Beraberdir”....................................................................... 78
V.II. Şairin Söylediği En Doğru Söz .................................................................... 80
VI. ŞİİR HUSUSUNDA ULEMA İKİYE AYRILIR .............................................. 81
VII. HUZUR-U SAADETTE BİR ŞAİR ................................................................. 83
VII.I. Banet Suad .................................................................................................. 86
VII.II. Mümin Dili İle De Savaşır ........................................................................ 87
VII.III. Şiir, Dili Tatlılaştırır ............................................................................... 88
VII.IV. Hz. Ömer ve Şiir ...................................................................................... 88
SONUÇ .......................................................................................................................... 90
KAYNAKÇA ................................................................................................................. 92
VII
KISALTMALAR
: adı geçen eser
a.g.e.
a.ş.
: anonim şirketi
b.
: bin, ibn
bas.
: basım
bask.
: baskı
c.c.
: celle celaluhu
c.
: cilt
Çev.
: çeviren
D.İ.B.
: Diyanet İşleri Başkanlığı
ed.
: edebiyat
Hz.
: Hazreti
M.Ü.İ.F. : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
nşr.
: Neşreden
ö.
: Ölümü
r.a.
: Radiyallahu anh
s.
: sayfa
s.a.v.
: Sallallahu Aleyhi ve Sellem
şerh.
: şerheden
terc.
: tercüme
ts.
: Tarihsiz
vb.
: ve benzeri
vd.
: ve diğerleri
yay.
:yayınları,yayınevi
VIII
GİRİŞ
ŞİİRE GENEL BİR YAKLAŞIM
Şiir hakkında yazılan tarifleri bir araya getirsek, ciltlerle eser meydana gelir.
Birçok şair, düşünür, şiiri tarif etmek için emek sarfetmişlerdir. Ne var ki, şiirin
ufuklarını kaplayan sis tabakası henüz aralanamadı. Şiirin ufukları hâla duman duman.
Mücerred mefhumlar tarife sığmıyor. Fakat, efradını cami ağyarını mani tarifler
meseleye az da olsa ışık tutuyor. Ve biz, bu efsunlu kapıdan sokuluyoruz şiirin sır yüklü
ufuklarına.
Şiirin tarihi insanlığın tarihi kadar eski. Şiir, bir nevi ilham olduğuna göre
Doğu’ya daha yakın durmaktadır. Cemil Meriç, “Peygamberler Asya’nın çocukları
(diyor), yorumcular Avrupa’nın. “Batı daha çok felsefe, doğu fazlasıyla ilham. Vahiy,
Doğu’yu daha şefkatli, daha merhametli yaptı. Batı, ekseriya madde peşinde koştu.
Bunda belki muvaffak oldu ama, gönül iklimlerini hiçbir zaman keşfedemedi. Batı
adına birkaç istisnadan bahsedilebilir ancak, Doğu bir çınarlar ormanı veya gülistan!
Doğu, vahyi koydu merkeze, onun etrafında aydınlandı. Batı bu eşsiz kaynağın yerine
koyacak bir şey bulamadı. Sonunda hristiyanlığı transfer etti, ama kuşa çevirerek!
Bozulan bir hristiyanlık pragmatist Avrupa’ya insanlık adına ne kazandıracaktı?
Doğu öyle değildi. Bütün hazineler önüne serilmişti. Ama talihsizliğe bakın ki,
Şark bu kıymetlerini değerlendirecek yerde, hazinenin üstüne oturdu. Sermayesini
yanlış yollarda harcadı veya değerlendiremedi. Yıllar birbirini kovaladı. Batı maddede
zirveye ulaşırken, Doğu yerinde saydı. Bazı modernistler bu gerilemenin faturasını
İslam’a kestiler. Onlara göre din terakkiye mani idi. Yanlış düşüncelerini sorgulayacak
yerde İslamiyet’i sorgulamaya başladılar.
İlimde ve edebiyatta kendini tanımayan,
şuursuz bir nesil meydana geldi.
Bu bahsin “şiirle ne ilgisi olabilir” diye düşünenlere şunu hatırlatmak isteriz ki,
dinin altından sandalyeyi çekmeye çalışan mantıkla, şiiri ağaya düşüren mantık aynıdır.
Dinde istediği gibi hürriyet isteyen adam, şiiri kör satırla doğrar.
Şiir, elbette ki Doğu’nun malı. Doğu şairanedir. Peki ama şiirin kaynağı nedir?
Şiir iyi bir şey midir, yoksa merdut mudur? Peşinen şunu söyleyelim ki, şiiri ıslıklayan,
pek az bir gruba nisbetle, ezici bir çoğunluk şiirin lehine tezahürat yapmakta. Peki ama,
bu kadar yekûn bir çoğunluğun şiirin yanında yer alması onu haklı mı çıkaracaktı?
Veya, doğruyu söyleyen bir kişi çıksa, dokuz köyden kovulacak mıydı? Adil bir karar
verebilmek için her iki taraf da konuşmalıydı.
Şiir hakkında bizi selamete çıkaracak iki ana kaynağımız vardı: Kur’an ve
Hadis. Bizim için en muteber kaynak onlardı şüphesiz.
Peygamber
Efendimizden,
şiirin
aleyhinde
bulunan
bazı
rivayetlerin
nakledilmesi, bazı alimleri şiire mesafeli durmaya sürüklemiştir…
Şiirin aleyhinde olduğu zannedilen ve aslında belli bir kısmı ile ilgili bulunan
bu gibi hadisler, şiir söylemenin caiz olup olmadığını münakaşa eden bir zihniyetin de
meydana gelmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer’in şair Hassan’ın mescitte şiir okumasını
hoş görmemesi, ihtiyatlı ve muhafazakâr tabiatlı kimselerin şiir okumayı endişe ile
2
karşıladıklarının bir tezahürü olarak görünmektedir. Buna birkaç misal daha ilave
edilebilir.
Fakat öbür tarafta, Hz.Peygamberin şiir okuduğuna, okuttuğuna dair birçok
rivayet de vardı.
Şiirin yanında yer alan onlarca hadis ne anlama gelmekteydi? En önemlisi,
Kur’an bu konuda ne buyuruyordu? Şiir ya hiçbir şeydi, ya da çok şeydi. Acaba kim
haklıydı? Şiire geçit vermeyenler mi, yoksa şiirin efsunlu iklimine gönlünü kaptıranlar
mı? Yoksa Nasreddin hocanın ifade buyurduğu gibi “herkes haklı” mıydı?
Bu sorulara cevap bulabilmek için, gerek Kur’an’dan, gerek hadisten şiirle ve
şairle ilgili bölümlere başvurduk; onları anlamaya ve tahlil etmeye çalıştık.
Peygamberin ashabının görüşleri de bizim için önemliydi.
Birinci bölümde, şiirin lügat ve ıstılahi manalarının üzerinde durduk. Diğer
taraftan şifahi edebiyat geleneğindeki şiirden ve şiirin kaynağının ne olduğundan
bahsettik. Özellikle yazının icadından önceki devirlere ait şiir hakkındaki bilgilerin
kısıtlı oluşu, bu alanda bize rahat hareket etme imkânı vermemektedir. Şiir hakkında
yazıldığı bilinen ilk eser Aristo’ya ait. Daha öncesi sislerle kaplı. Halbuki şiir, insanlığın
tarihiyle yaşıt.
İkinci bölümde, Cahiliye dönemindeki şiirden ve şairlerden söz etmeye
çalıştık. Cahiliye dönemindeki şiir anlayışını ve topluma olan etkisini ortaya koymaya
çalıştık.
Üçüncü bölümde ise, şiirle ilgili ayet ve hadisleri naklettikten sonra onları
tahlil etmeye, delalet ettikleri manaları tespit etmeye çalıştık.
Sonuç bölümünde ise ayet ve hadislerden, sahabenin uygulamalarından
çıkarılabilecek hükümleri özetle belirtmeye çalıştık.
3
BİRİNCİ BÖLÜM
I. ŞİİRİN ANLAMI
Mefhumları tarif etmeden girişilecek her tartışma eksik kalmaya mahkûm.
İnsan, aradığı şeyin ne olduğunu ve onun hudutlarını bilmeli. Bilen insan emin konuşur.
Bilgi, güçlü kılar insanı. Mefhumlara hakim insanlar hedefine emin adımlarla ilerler.
Kelimeleri menşeine giderek araştıran, delalet ettiği manaları iyi bilen ve bunları
idrakinde bir yere oturtan temelini sağlam atmıştır. Bütün bunlardan bihaber olanlar ise,
elinde adresi olmayan postacıdan farksızdır. Çünkü, hangi kapıyı çalması gerektiğini
bilemez. Aradığının ne olduğunu bilmediği için, her yolun kendisini hedefe
götüreceğini zanneder.
4
Bu sebeple biz, Kur’an ve hadisin şiire ve şaire bakışını tesbit edebilmek için,
evvela şiir ve şair kelimelerinin kaynağına inecek, delalet ettikleri manaları ortaya
koymaya çalışacağız.
I.I. Lügat Açısından
Şiir, Arapça menşeli bir kelime olup; şin, ayn, lam harflerinden müteşekkil,
şa’ara kökünden mastar (isim) bir kelimedir. Şa’ara Arapçada bilmek, 1 hissetmek,2
farkında, idrakinde olmak,3 gibi manalara gelir. Şiir de, sözün düzenli, nazım şeklinde
tertiplenmesi, vezin ve kafiyenin söze hakim olması, şeri ilimlere karşı sözde idrakin,
anlayış ve hissedişin ağırlık kazanması, alametleri, işaretleri, sınırları dışına
çıkılamayan4 bir mefhumdur. Kafiyeyi murad ederek sözün vezinli olması5 dır. Bir
başka ifadeyle şiir; lügat bakımından, ilim, yani bilmektir. Istılahta; kasıtlı olarak
vezinlenmiş kafiyeli sözdür. “Kasıtlı olarak” kaydı, yüce Allah’ın şu sözü gibi olanları
şiir sayılmaktan çıkarır: “Ellezî enkaza zahrak, ve rafe’nâ leke zikrak.” (Manası) “Ki o
(yük) bükmüştü belini senin. Ve biz yükseltmedik mi şanını senin (İnşirah: 3-4). Bu
kavl-i şerif, vezinli ve kafiyeli bir sözdür. Lakin şiir değildir. Çünkü bunun vezinli
olarak söylenmesi kasıtlı değildir.
Şiir mantıkçıların ıstılahında, hayal edilmiş şeylerden derlenmiş bir kıyastır.
Bundan maksat, isteklendirme ve nefret ettirmekle ruhu etkilemektir.
Onların şu sözleri gibi: Şarap, sıvı bir yakuttur. Bal ise, kusulmuş acı bir
şeydir.6
Şaire gelince; şiir söyleyendir. Sezgi, duygu ve hissetmesindeki incelikten,
bilgisindeki dikkatten ve ileri derecedeki zekasından ötürü bu şekilde isimlendirildi.7
Çünkü, o, başkalarının hissetmediğini hisseden, farkına varan kişidir.8
İbni Manzur, Lisanü’l Arab, Kahire, Daru’l Mearif, 1119, c.4, s.2273
Mu’cemu’l Vesîd, (komisyon), İstanbul, Çağrı Yayınları, 1996, c.1, s.486
3
Serdar MUTÇALI, Mu’cem’ul Arabiyyi’l Hadiys, İstanbul, Dağarcık Yayınları, 1995, s.446
4
İbni Manzur, a.g.e., c.4, s.2274
5
Mu’cemu’l Vesîd, a.g.e., c.1 s.487
6
Seyyid Şerif Ali b. Muhammed el Cürcani, Kitabu’t Tarifat, 3. bask., Beyrut, Daru’l Kütübu’l-İlmiyye,
1988, s. 127
7
Mu’cemu’l Vesîd, a.g.e., c.1, s.486
1
2
5
Bu ifadelerden sonra şunu söylemek mümkün olacaktır. Şair, düşünme,
hissetme, idrak etme ve farkına varmada diğer insanlara göre daha hassas, daha dikkatli
olandır. Kalbi yoğunluk şairde ileri derecededir. Şiir kelimesinin hissetmek, bilmek gibi
anlamlara geldiğini kaynaklardan hareketle söyleyebiliyoruz. O halde şiirde iki ana
unsurun olduğu ortaya çıkmış bulunuyor: Biri his, diğeri fikir.
Kamûs-î Türkî’ye bir göz atalım. Şiir, 1- anlama, fehm, idrak. 2- Vezinli,
kafiyeli olup mâna olarak güzel hayalleri ve tasavvurları toplayan söz: Kur’anı Kerim
şiir değildir, lakin, en büyük şairleri taklit ve temsilden aciz bırakmıştır. Şiir söylemek
cehd ve tahsil ile olmaz, isti’dâd-ı tabii ile olur.9 Yani şair, şiir söyleyebilmesi için, onda
doğuştan şiir kumaşı bulunmalıdır. Şiirin bir yönünü de ilim oluşturur. Lügat manalarını
verirken, bilmek manasını da zikretmiştik. Fuzûlî’nin de belirttiği gibi, ilimsiz şiir,
temelsiz duvara benzer. Şair ilim kesbettikçe, daha önce heyecanla söylemiş olduğu
gençlik dönemindeki sözlerinden rahatsız olur. Şiirin sağlam bir zemine oturtulabilmesi
için, şiiri söyleyenin bilgi sahibi olması gerekmektedir.
Başka bir lügate daha göz atalım. Şiir: farkında, bilincinde, idrakinde olmak;
hissetmek, algılamak, idrak etmek. Şair ise; hisseden, içinde duyan, idrak eden. Çoğulu
şuara’ dır. “Şuara” isminde Kur’an’da bir sure de yer almaktadır.10
Bir başka lügatte şiir:
Bilme, tanıma, kavrama. Vezinli veya vezin tesiri
uyandıran ahenge sahip, kafiyeli veya kafiye tesiri uyandıran ses uyumu olan edebi eser.
Şair ise; şiir yazan veya söyleyen kimse, nazım. Aşık, (es.) ozan.11
I.II. Istılahi Açıdan
Lügat manalarının dışında terim olarak da şiire birçok tanım yapılmıştır. Fakat
mücerred mefhumları belli bir tanıma hasretmek mümkün değil. Efradını cami ağyarını
mani tariflerin de birkaç tanesini burada serdetmek istiyoruz.
İbni Manzur, a.g.e., c.4, s.2274
Şemsettin Sami, Kamus-i Türkî, 7. bask., İstanbul, Çağrı Yayınları, s.778
10
Serdar Mutçalı, a.g.e., s.446-447
11
Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, 11. bask., İstanbul, Bahar Yayınları, 1996, s.1014-1026
8
9
6
İlk poetika yazarı olarak bildiğimiz Aristo’ya göre şiir, taklittir, mimesis. Şiir
sanatı genel olarak varlığını, insan doğasında temellenen iki temel nedene borçlu gibi
görünüyor. Bunlardan birisi taklit içtepi’si olup, insanlarda doğuştan vardır; insanlar,
bütün öteki yaratıklardan özellikle taklit etmeye olağanüstü yetili olmalarıyla ayrılır ve
ilk bilgilerini de taklit yoluyla elde ederler. İkincisi, bütün taklit ürünleri karşısında
duyulan hoşlanmadır ki, bu, insan için karakteristiktir. Sanat yapıtları karşısındaki
yaşantılarımız bunu kanıtlar… O halde taklit içtepisi, insanlarda doğuştan var olduğuna
ve aynı şeyi harmoni ile ritm’in-çünkü şiirdeki ölçünün, ritmin bir türü olduğu açıktıruyandırdığı duygular için de doğru olduğuna göre, oldum olası bunlar için yetili olan ve
bu
yetiyi
yavaş
yavaş
geliştiren
insanlar,
ilkin
uzun
uzun
düşünmeden
yapılan(doğuştan) denemelerden hareket ederek şiir sanatını oluşturmuşlardır.
Şiir sanatı, ozanların karakterlerine uygun olarak iki yön alır; zira, ağır başlı ve
soylu, karakterli ozanlar, ahlakça iyi ve soylu kişilerin, iyi ve soylu eylemlerini taklit
ederler; hafif meşrep karakterli ozanlar ise, bayağı yaratılıştaki insanların eylemlerini
taklit ederler. Birinciler bunu ilkin hymnos’lar ve övgü şiirleriyle yaptıkları halde,
ikinciler, alaylı şiirler yazmakla yapmışlardır. Homeros öncesi zamanlarına ait böyle
alaylı şiirler yazmış hiçbir ozan adı söyleyemeyiz; bununla birlikte, o dönemlerde de
böyle birçok ozanın yaşamış olduğunu tahmin ediyoruz. Ancak, Homeros’dan beri bu
çeşit yapıtları gösterebiliriz, misal olarak Homeros’un “margites”i ve buna benzer
şeyleri.
Bu şiir türünde sonraları ona uygun bir mısra ölçüsü de oluşur: Jambik ölçü.
Bu ölçünün bugün bile yaşayan adı, onun kökünün iambizon sözcüğü olduğunu söyler;
bu da karşılıklı alay etmek anlamına gelir. Buna göre, eski ozanların bir kısmı jambik,
bir kısmı ise epik ozanlardı.12
Farklı bir lügate daha göz atalım: Şiir, (Arb.edeb.) seslerin, ritimlerin,
uyumların kaynaşmasıyla, mecazlardan yararlanarak, az bir sözcük dizisiyle coşkuları,
12
Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı, 7. bask., İstanbul, Remzi Kitabevi, 1998, s.11,16-18
7
duyguları, izlenimleri en etkili bir yolda anlatan söz yada yazı (eşan.nazım,
manzume).13
I.II.I. Şiirin Usulünde Telkin Vardır
Şiiri tanımlamaya çalışanlardan biri de ülkemizde ilk poetika yazarı kabul
edilen Necip Fazıl KISAKÜREK’tir. Bu konuda şunları söylemektedir: İlk poetika
fikircisi(Aristo) ya göre şiir, eşya ve hadiseleri taklitten ibarettir. Sonunculara göre ise
(Valeri vesaire) Kaba bir his aleti olmak yerine girift bir idrak cihazı… Baştakilere göre
şiir, en basit ve umumi temayül içinde zapt edilmek istenirken sonunculara göre, hususi
kalıplar içinde fikrin tahassüs edasına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. Bu
tariflerin başında ve sonunda, şiiri merkezleştiren haysiyetli bir muhit ile, şiir muhitini
kuran ulvi merkezden bir eser yoktur. Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve
hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en
hassas nahiyesini tutarak ve nisbetlerini bularak mutlak hakikatı arama işi…14
İlmin usulünde tebliğ, şiirin usulünde de telkin vardır.15 Şiir bir dildir, dilin
özü… Fikrin his süzgecinden süzülmesi, hissin fikrin ışığında estetik hüviyet
kazanması.
Şiir mutlaka konuşmaktan sonra başlar. Bir duyguyu nesirle, her ne kadar güzel
ve arı bir şekilde ifade edebilsek de nesir, hâla şiir düzeyine gelememiştir. İfade,
duyguyu açıklamakta zayıf kaldığı vakit şiir ortaya çıkar.
Herkes şiir ve müziğin farklılığından söz eder. Ben hayret ediyorum, neden
şiiri anlamıyorlar. Müzik, şiir, dans, resim, heykeltraşlık, vs. hepsi şiirdir. Bazen
kelimelerle şiir söyleriz, bazen seslerle, bazen renklerle, bazen hareketlerle…
Müzik, resim, dans ve heykeltraşlık vs. şiirin karşısında nasıl bir yerde durur?
“Şiirin sona erdiği yerde müzik başlar” sözü, boş bir sözdür! (Tabii şiirden kastım
manzum söz olduğu zaman doğrudur.) Bunlar da şiirdir. Şiirin diğer türleri. Kelimelerin
şiiri, seslerin şiiri, renklerin şiiri, şekillerin şiiri, hareketlerin şiiri…
Kemal Demiray, Temel Türkçe Sözlük, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1990, s.770
Necip Fazıl Kısakürek, Çile, 37. bask., İstanbul, B.D. Yayınları, 1998, s.473
15
Kısakürek, a.g.e., s.475
13
14
8
Aynı şekilde, bir eylem de şiir olabilir: Eylemsel epik (hamasi) şiir, bu birkaç
Japon hava subayının güneşe doğru uçuşu; eylemsel gazel şiiri, ırmak suyundaki
lekenin ayın üzerine uçması gibi…
Bazen bir hareket, şiir olur. Nitekim Sartre der ki, bütün eylem ve
hareketlerimiz, hedef ve amaç vesilesiyle alinedir; fakat asıl hareket şiirdir. Cilveli bir
kız su bardağını almak için elini güzel bir işveyle hareket ettirir, bardağa götürür: bu
hareket değildir, bir iş de değildir, bir şiirdir.16
Şiir, ne bir eğlence ne de bilimsel bir derstir. Bilakis o, toplumun gelecek
kuşaklara bırakacağı nefesi, yani varlığını sürdürmesinin tek gerçek şansıdır.17
Söylediklerimizi
farklı
kaynaklardan
da
delillendirebiliriz.
Meydan
Larousse’nin şiir maddesine göz atalım. Şiir: (Ed.) Düzyazıya karşıt olarak mısralar
sanatı; seslerin, ritimlerin, uyumların kaynaşmasıyla en güçlü duyguları, izlenimleri,
heyecanları canlandırma ve telkin etme sanatı. (Mec.) Hayale, kalbe seslenen hatıra,
duygu, heyecan uyandıran, dokunaklı, büyüleyici yön.
Şiiri açık seçik, sınırları belirli bir kavrama bağlamanın ne kadar zor olduğunu
anlamak için yüzyıllar boyunca çeşitli yazarların bu konuda ileri sürdükleri görüşlere bir
göz gezdirmek yeter. Bu görüşler karşılaştırılınca, şiir kavramının tek bir tanıma
sığmadığı, çoğu birbiriyle çelişen yüzlerce tanım verilebileceği ortaya çıkar.
I.II.II. Şiir ve Müzik
Eski çağlarda şiir kavramı nazım sanatından, tecvitten prozodiden pek
ayrılmazdı; bu da, şiirin müzikle aynı kaynaktan geldiğini gösteren kanıtlardan biridir.
Meseleyi yalnız biçim açısından incelersek, şiirin, nesre karşıt olarak seslerin
uyuşmasına ve kulağa hoş gelecek biçimde akışmasına dayandığını, şarkıya benzediğini
ve hayallerle örüldüğünü söyleyebiliriz; bu bakımdan şiir, gerçek nesneleri adlarıyla
belirten aralarındaki görünür bağıntıları belirten, eylemin amaç ve araçlarını gösteren
mantık ve kullanım dilinden ayrılır. Dolayısıyla her şiirin ne kadar türküleşirse
Ali Şeriati, Sanat, çev. Ejder Okumuş, Şamil Öcal, Said Okumuş, İstanbul, Şura Yayınları, 1997, s.267268
17
Adonis, Arap Poetikası, çev. Emrullah İşler, İstanbul, Y.K.Y., 2004, s.9
16
9
türküleşsin, dil olarak, yani anlaşma aracı olarak nesre doğru bir kayması, kendisi de şiir
gibi ritim ve benzetmelere başvurabilen nesrin de her zaman, şiir düzeyine yükselmesi
imkanı vardır….
I.II.III. Şiir ve Lirizm
Meseleyi tekrar biçim açısından ele alırsak, şiiri kolaylıkla birtakım türlere
ayırabiliriz: Konusunu tarih ve efsanelerden alan epik şiir veya destan; bir anlatıyı
perdeler halinde sahnede canlandıran dramatik şiir; bir öğretiyi açıklayan öğretici şiir;
duyguları dolaysız olarak yansıtan lirik şiir. Ne var ki ilk üç şiir biçiminin katıksız
olmadıkları ve sonuncusuna göre nesre daha kolaylıkla yönelebilecekleri ortadadır. Bir
hikayeyi anlatmak, bir olayı sahneye aktarmak, bir öğretiyi açıklamak şairden çok
nesirciye uygun düşen bir mantığı ve nesnelliği gerektirir. İster epik, ister dramatik, ister
öğretici olsun, şiirin düzyazıdan kurtulması sembollere ve müziğe yatkın anlatım
yollarına başvurması ve duyguların yoğunluğuyla yani lirizm ile gerçekleşebilir. Bu
bakımdan Leopardi’nin de belirttiği gibi şiirin özü olarak lirizmi gösterebiliriz.
Vergilius’un Aeneas’ı, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Sophokles’in Antigone’si,
Lucretius’un De Natura Rerum’u veya pope’un felsefi manzumeleri, anlatının, eylemin
türküye dönüştüğü, bir ahenge vardığı oranda şiir kapsamına girer. Demek ki, ne kadar
dönüp dolaşsak gene aynı soru burada da karşımıza çıkıyor: Şiir türküsü, şiir ahengi
veya uyumu diye karşılamaya çalıştığımız gerçek nedir? Buna kısaca şu karşılığı
verebiliriz: Nesir alanına giren tasvir veya akıl yürütmeye değil de, destanları saz
eşliğinde okuyan eski halk şairlerinin müziğine dönük bir söz uyumu, telkin edici ve
örneksemeli bir anlatım yolu. Rimbaud şairi “tasvirci ve öğretici yetilerin yokluğu”
diye tanımlarken, temel bir noktaya dokunuyor, ama yine de biçim çerçevesinde
kalıyordu: şair için önemli olan, şiirin doğmasına elverişli bir duruma, başka bir
deyimle “şiir havası”na girmektir. Bu “şiir havası” Eflatun’a göre bir “coşkunluk” ilahi
bir vecd’dir: “Şair kanatlı ve kutsal bir yaratıktır, ilham gelmeden, kendinden geçmeden
ve aklının sesini kısmadan yaratamaz.” Şiir bir kehanet gibidir. Dinlerin çoğunda şair,
bir peygamber olarak görünür, bir yüce varlığın sözcülüğünü eder. Hint filozoflarına
göre, en yüce biçimiyle şiir, ermişlerin iç alemidir: Şair, tanrıça Sarasvati’nin inayetiyle
10
kelam-ı anlayabilen kişidir. Mevlana ile Yunus Emre de şiirlerini, Allah’tan aldıkları
ilhamla söylediklerine inanıyorlardı. Bu görüş, yüzyıllar boyunca, şiir alemiyle tasavvuf
alemini, şiir ile dini yaklaştırmaya yönelen bütün öğretilerin ve eserlerin noktasıdır:
şairin coşkunluğunu “bize içimizde Tanrı’nın varlığını duyuran dini duygu” ya benzeten
Mme de Stael, “gerçek şair bir din adamıdır” diyen Novalis, şiiri duanın bir biçimi
sayan Shelley, şairin tabiat üstü kuvvetlerden ilham aldığını söyleyen Ahmet Haşim,
dolaylı da olsa, hep bu görüşü sürdüren düşünürlerdir. Aristoteles ise, şiiri öyle pek
yüce bir iş olarak görmez. Konusu ve türü ne olursa olsun şiir taklit sanatlarının bir
dalıdır.18 Şair ise, akla yakınlık sınırları içinde gerçeği taklit ederek olabilecek şeylerden
söz eder; tarihe uygunluk, gerçeğe bağlı kalmak gibi basit kaygılardan sıyrılmış, daha
felsefi ve daha genel bir gerçeğin ardına düşmüştür. Bu bakımdan mesela masal, tarihin
manidar bir taklididir; her şiir de hayallerinin kaynağını tabiatta bulur, tabiatı akla yakın
hayallerle yorumlamaya yönelir.
I.II.IV. Şiir ve Mantık
Genel olarak, işin ayrıntılarına girmezsek denilebilir ki Aristoteles’in öğretisi,
şiirin güzelliğini doğrunun, gerçeğin bir süsü ve genellenmesi diye tanımlamakla bütün
klasik sanatların estetiğini etkilemiştir: klasik estetik, seçkin ve ortalama bir tabiatın,
aşırılığı hesaba katmadığını belirtmek için “tabii” diye nitelediği duyguların anlatımını
şiirin alanı olarak ele alır. Nitekim Horatius şiir ile resim arasında yakınlık kurar ve
sanat perilerinin ülkesine aklının tutsağı olan insanoğlunun varamayacağını söyleyen
Demokritos ile alay eder. Horatius’un yolundan şaşmayan Boileau da “Her şeyden önce
aklı sevin!” diyerek şiire akıl yoluyla varılabileceğini, mantığın dışında şiir
olamayacağını savunur.
Buna
karşılık,
ilhamını
tanrılardan
alan,
kutsal
meşe
yapraklarının
titreşiminden, kahin ocaklarının dumanından ahkam çıkartan Eflatun’un şairi, düzenli
ve akla yakın güzelliklere inat kahredici tutkularla, ölçüsüz ve vahşi tabiat
görüntüleriyle beslenen romantizme dönüktür. Ne var ki, açıklık ve kesinlik bakımından
edebiyat öğrencilerinin de, öğretmenlerinin de işine gelen bu ayırım, gerçeğe pek uygun
düşüyor sayılamaz. Hemen hemen bütün klasik yazarlar ilhamın, ilhamlanmanın
18
Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Sabah, 1992, c.18, s.525
11
önemini ve gerekliliğini, akıl zoruyla kıstırılamayacak bir şeyin, bir “bilmem ne”nin
şiirde bulunduğunu, şiiri şiir yapanın bu olduğunu teslim etmişler, romantikler de, insan
yüreğinin en kuytu köşelerini kurcalar, karanlıkların esrarında dolaşırken, tasvirci,
renkli, dışa dönük ve resme yakın bir şiire de büsbütün sırt çevirmemiş, çoğu zaman
fırtınalı doruklardan kaçmış, hepimizin bölüşebileceği duyguları, içini döken bir insanın
saflığıyla anlatmışlardır. Klasik şiir ile romantik şiir arasındaki ayrılığı bir söyleyiş veya
konu farkında değil, yaratıcının şiir karşısındaki tutumunda aramak daha doğru olur;
klasik şair, şiir dilini apayrı bir dil diye ele alır, şiire metot ve çaba ile, ilhamı güderek,
belirli bir yöne sürerek varılacağına ve şiirin, bu metotla yazılacak manzumeden
doğacağına inanır; buna karşılık romantikler
ve onların bu noktadaki görüşlerini
benimseyen bazı sembolistler ile gerçek üstücüler şiiri duygunun ve bilinçaltının bir
verisi sayar ve şiirin oluşmasında şaire pasif kalmaktan başka bir iş düşmeyeceğini bir
yaratıcı olarak görürler. İkinciler, yani romantikler ise Keats’ın şu sözlerini
benimsemişlerdir: “Şiir bir ağacın yapraklanması gibi kendiliğinden gelmiyorsa, hiç
gelmesin daha iyidir.”19
Şiir hakkında yapılan tanımların sonu gelmiyor. Valery, şiirle düzyazı
arasındaki farklılığı, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benzetir. Yürüme
eyleminde insanın ayakları ve gövdesi, kendi dışındaki bir amaca hizmet eder; bir
yerden bir başka yere gitmenin aracı durumundadır. Oysa dansta yapılan hareketlerin
kendi dışında bir amacı yoktur. Amacı kendisidir. Düzyazıda da dil bir mesajı iletmenin
aracıdır; mesaj verildikten sonra sözcüklerin önemi kalmaz. Oysa şiirde dikkat,
sözcüklerin işaret ettiği mesaj üzerinde değil, sözcüklerin kendisi üzerinde yoğunlaşır.
Şiirde mesaj dilin kendisinden ayrılmaz. Valery’nin izinden giderek, düzyazı dilinin
“saydam geçirgen,” şiir dilinin ise “mat, ışık geçirmez” olduğunu, yani kendi dışını
gösterme amacı taşımadığını belirtir. Bir başka deyişle, şiirde “neyin” söylendiğinden
çok “nasıl” söylendiği önemlidir.
Ne var ki, bu düşünceler şiirle manzume arasındaki farkı yeterince
aydınlatmaz...
19
Meydan Larousse, a.g.e., c.18, s.525-526
12
ABD’li şair Robert Frost, şiiri her türlü düzyazı anlatıdan ayırmak için şöyle
bir formül öne sürmüştür: Bir şiiri bir dilden bir başka dile çevirmeyi deneyin;
çevrilemeyen, çevrilemeden kalan şey neyse, o şiirdir.20
Son olarak verdiğimiz şiir tanımları batı menşeli. Cemil Meriç, batı aklı hiçbir
zaman şiiri fethedememiştir diyor. Meriç’in bu görüşüne katılmakla birlikte, bu
tanımların çoğunu, şiir hakkında böyle söyleyenler de var diyerek aktarmış oluyoruz.
Şair olmamasına rağmen, şiir sahasında kendisine söz hakkı düştüğüne inandığımız bir
büyük düşünürümüze sözü veriyoruz: Aruz bilginleri şiiri, vezinli ve kafiyeli bir söz,
diye tarif ederler. Bu ise bizim burada incelemekte olduğumuz şiirin haddi tarif ve
tasviri de değildir. Aruz bilginleri şiiri ancak irap ve beyan kaideleri, vezin kalıpları
bakımıngdan incelerler. Biz şiiri şöyle tarif ediyoruz: “Şiir istiare ve belli vasıfları
temeline dayanan, vezin ve kafiye bakımından birbirine eşit olan parçalara bölünmüş
her parçası kendi başına önündeki ve sonundaki parçalara muhtaç olmadan maksadı
anlatan ve kendine mahsus arap üslûbu üzere terkip edilen, belagatli sözdür.” Üstadımız
bu kapsamlı tanımı da açıklama gereği duyar: “Tarifimizdeki belagatli söz bir cins olup,
her belagatli sözü içine alır. İstiare ve ayrı vasıflar temeline dayanır kaydı, bu kayıt ve
bu vasıflar bulunmayan sözleri şiir çerçevesi dışında bırakmak içindir. Vezinleri ve
kafiyeleri bakımından birbirine eşit olan parçalarla birbirinden ayrılmış kaydı ile bütün
bilginler nazarında şiir sayılamayan nesirler çıkartılmıştır. Maksadı anlatmak
bakımından her parça müstakildir, kaydı ile şiirin gerçeği anlatılmıştır. Çünkü nazım
ancak beyitlerinde bu vasıflar bulunduğu takdirde şiir sayılır. Tarifte kendine mahsus
olan üslûplarına uygun olmayan nazımların şiirden sayılmayacağı bildirilmektedir.
Çünkü şiirin nazımlarda bulunmayan kendisine has bir üslûbu olduğu gibi nesrin de
şiirde bulunmayan kendisine mahsus üslûpları vardır.”21
Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi (Encyclopaedia Britannica Chicago), İstanbul, Hürriyet Ana
Yayıncılık A.Ş., 1994, c.29, s.107
21
İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadirî Ugan, İstanbul, M.E. Bas., 1988, c.3, s.235-236
20
13
II. ŞİİRİN TARİHİ SEYRİ
Geçmişi çok eskilere uzanan, her ulusun kültürü içinde önemli bir yer tutan
şiir, pek çok dilin eski dönemlerine, ilk yazılı ürünlerine kadar uzanmakta, dilden dile
aktarılan örnekleriyle, destanlarla sözlü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Toplumlara ulus bilinci veren, onları belli amaçlara yöneltip yönlendiren,
çeşitli kuşakları etkileyen şiirler vardır. İnsanoğlunun mutlu-mutsuz günlerinde
sevgisini, duygulanışını dile getirmeyi istediği anlarda, beşik başında, savaşa giderken,
ölenin arkasından söylediği, dinlediği, en azından, bestelenmiş biçimiyle duyduğu şiir,
her insanın hayatında çok değişik oranlarda da olsa belli bir yer tutar. Ünlü İngiliz
eleştirmen ve şairi T.S.Eliot’a göre şiir, en ulusal sanat dalıdır; çünkü bir ulusu başka
uluslar gibi düşündürmek kolay olduğu halde, ona başka uluslar gibi hissetmeyi
öğretmek mümkün değildir.22
II.I. Destan Devri
Destanlar, milletlerin din, fazilet ve milli kahramanlık maceralarının manzum
hikâyeleridir.
Bu maceralar, milletlerin tarihten önceki devirlerinde veya tarihlerinin
kuruluşu asırlarında başlar; bazen tarih boyunca devam eder…
Bu destanlar; ilk bakışta, ilk insanların hayal alemini tanıtan masallar gibi
görünür. Ancak, derin görenler, bu masalların yapılarında, milletleri, faziletleri, fikir ve
sanatları meydana getiren büyük medeniyet mimarisinin temel taşlarını bulurlar;
insanlık tarihinin nasıl başlayıp nasıl geliştiğini bir masal atmosferi içinde öğrenirler.
22
Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, İstanbul, 1993, s.99
14
Eski milletlerin destan devirlerinde mitos’larla destanlar yan yana, yahut ard
arda doğar. Destanların teşekkülünde efsanelerin ve efsane devirlerinin büyük tesiri
olur. Destanlar içinde zengin mitoloji unsurları bulunur.
Destan kelimesinin aslı Farsça dâstan’dır. Türk söyleyişi bu kelimeyi destan
sesiyle Türkçeleştirmiş ve çeşitli manalarda kullanmıştır.23
Destan, kökü tarihe dayanan, ilhamını tarihten alan bir halk edebiyatı
verimidir. Destanlar, halk şairleri, saz şairleri tarafından, sazlarla birlikte söylenir bir
edebiyat verimidir ki, umumiyetle aydınlar tarafından yazılan tarihler yanında ve tarihi
olaylar karşısında, halk kütlelerinin duygu ve düşüncelerini aksettirirler. Bir başka
söyleyişle destanlar, halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde
masallaştırılan tarihlerdir.24
Bu ifadelerden, destanların, fikir ve sanat hayatına kaynaklık ettiğini
anlayabiliyoruz. Destan şairleri, milletlerinin efsane çağlarında, destan devirlerinde, bu
devirlerin zafer ve şeref sahifelerinde yaşayan şairlerdir: Kendileri, daha ileri, daha yeni
çağlarda yaşadıkları halde, ruhları, geçmiş zamanda dolaşır; insanlığın destan devirlerini
o günlerde yaşamış gibi duyar yahut hatırlarlar.25
II.II. Şifahi Edebiyat Geleneği
Destan devri edebiyatında şiir sazla söylenir. Henüz yazı yokken, yüz yıllarca,
sazla ve sözle söylenen bu şiir, Türk tarihinde bir şifahi edebiyat geleneği kurmuştur.
Şifahi edebiyat geleneği o kadar köklüdür ki asırlarca taşlara kazılan yazılar;
İslamiyet’ten sonra aydınların yazdığı, kütüphaneler dolusu yazmalar; şiir divanları;
halk şiirinin geçirildiği cönk’ler; nihayet Türk topraklarında matbaanın gelişmesi,
bilhassa halk arasında sazlarla terennüm edilen bu şifahi söyleyişi durduramamıştır.
Bugün hâla halk içinde yazıya geçmeden önce, sazla söylenen şiir, bu kadar
eski ve bu kadar köklü bir an’aneye bağlıdır.
Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, M.E.Basımevi,1983, c.1, s.1
Banarlı, a.g.e., c.1, s.2
25
Banarlı,a.g.e., c.1, s.8
23
24
15
O kadar ki, millet mizacını öğrenmek isteyenler için, an’aneye bu ölçüde
bağlılık dikkat etmeğe değer çizgilerdendir.
II.III. Sazla Söylenen Şiir
Bununla beraber, şiiri sazla söylemek bütün eski milletlerin tarihinde görülen
hadisedir.
Bunun sebebi, söze ses katmak, ilk devirlerin ses bakımından gelişmiş
dilleriyle söylenemeyen duyurucu şiiri, sazlardan yükselen seslerle birleştirip
söylemektir. Hemen bütün milletlerin ilk ve eski şairlerinin başvurdukları (hem şiir hem
mûsıki ihtiyacını karşılayan) bu çare, her bakımdan dikkate değer bir sanat hadisesidir.
Eski Yunanlılar şiiri Lyra yahut Lura adlı bir sazla söylüyorlardı. Sonradan,
duyurucu şiire lirik şiir denilmesi; opera gibi mûsıkili tiyatro eserlerine lirik tiyatro
denmesi hep bu başlangıçtan doğmuştur.
Yunanlılar, şiirde mûsıkinin payını iyi kavramışlardı. Şiirde aruz veznine
benzer, ses ölçülerine dayanan vezinler kullanmaları bundandı. Hatta bir Yunan
efsanesi, şiirde ses unsurunu şu dikkate değer inanışla düşünüyordu:
“Tanrılar henüz toprakta iken, güzel sanat ilaheleri Musa’lar,Yunan
topraklarında koro halinde ilâhiler söylüyorlardı. Yerdeki vazifeleri bitip göğe
çekildikleri zaman da şairler şiirlerini seslendirsinler diye şarkılarının sesini
Yunanistan’ın akar sularıyla eser rüzgarlarına bıraktılar.”
Eski İranlılar’ın şiirde barbat, rûd, çenk, rebâb ve mûsîkâr gibi sazlar
kullandıkları söylenir. Bu sazların bir kısmı eski Yunan sazlarıyla benzerlik halindedir.
İlk büyük İran şairi Rûdeki’nin, (bu şairin adı Rûdek nahiyesinde doğduğu için
Rûdekî’dir. Buna rağmen adının rûd’la açıklanması aslından daha mühim bir noktayı
belirtir.) şiiri, rûd adlı sazla söylediği; esasen doğuştan kör olan bu şairin gerek sazı
gerek şiir tegannisiyle, dinleyenler arasında derin tesir bıraktığı rivayet edilir. Doğruluk
16
derecesi ne olursa olsun, bunlardan çıkan mana, şiirin mûsıkiyle veya mûsıki aletleriyle
seslendirilmesidir. Esasen İslami İran şiirinde ve bu şiirden örnek alan klasik Türk
şiirinde çenk gibi, rebâb, rûd, mûsıkar ve ney gibi sazların adı çok geçecek; şiirle bu
sazlardan yükselen ses arasındaki yakınlığı belirten mısralar söylenecektir.
Eski İbrani şairleri, şiir söylenirken mizmar adlı bir saz kullanırlardı. Kamıştan
yapılan ve neye pek benzeyen bu saz, rivayete göre, Davut Peygamber’in “mezamir”
adlı ilahilerini seslendirmiştir.
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Şiirin sazla söylenişi tarihi daha birçok
vaka ve hatırayla zengindir. Mesela Eflatun, ne musıkiden ayrı bir şiir, ne de sözden
ayrı bir musıki düşünürdü. Bir şarkı üç unsurdan meydana gelir, derdi: Söz, makam ve
rythme.26
Diğer taraftan yeni Avrupa dillerinin gelişmeye başladığı XI.- XIV. asırlarda,
mesela Fransa’da destani şiirler söyleyen troubadour ünvanlı şairler de şiiri, yüzyıllarca
sazlarla birlikte söylemişlerdi.
Ancak bütün bunlardan maksat, şiirin başlangıçta sazla birlikte oluşunu ve
bundaki ehemmiyeti belirtmektir. Çünkü Türk şairleri böyle bir şiir hayatına daha ilk
anlarda başlamışlardır. Bu köklü bir başlangıç olmuş ve Türk edebiyatında sazla şiir
söyleyiş, zaman ilerledikçe vazgeçilmez bir gelenek mahiyeti almıştır.
Bu gelenek Türk halkı arasında, halk kültürü dediğimiz, görgü, bilgi, tecrübe
ve hafıza temellerine dayanan, yaygın kültürü hazırlamış; bu kültürle, İslamiyet’ten
sonra Türkler arasında zengin bir halk edebiyatı meydana getirmiştir. Aynı kültür ve
gelenek, halk içinde asırlarca canlı ve faydalı bir hayat ve sanat mektebi vazifesi
görmüştür.27
II.IV. İlk Şiirin Kaynağı
Türkler arasında şiirin ve diğer güzel sanatların kaynağı, bütün eski milletlerde
görülen aynı din kaynağıdır. İnsanlık hayatının daha ilk çağlarında, gönülleri, duygusu
26
27
Eflatun, Devlet, III, ME.V. Yayını, İstanbul, 1944, s.31
Banarlı, a.g.e., c.1, s.40-41
17
ve korkusuyla dolduran Tanrı fikri; diğer din duygu ve düşünceleri; topluluk hayatının
ilk adetlerini hatta kanunlarını doğurmuş; ilk ahlakı kurmuştu. Topluluk içinde iyi ile
kötüyü ayırt etmeye başlayan insanlar belirmişti. Bunlar, daha ilk çağların, devirlerine
göre üstün insanlarıydı. Bilinmez hangi kaynaktan fikir ve ilham alarak; bundan
heyecan duyarak; çevrelerine iyilik ve kötülük kavramlarıyla bunlara sebep olan insan
davranışlarını anlatmaya çalışıyorlardı. İyiliklere mükafat, kötülüklere ceza veren
Allah’ı kendilerinden geçerek anlatıyor ve ilk insanların kainatı, onların anlattığı
Allah’la doluyordu.
Milletlerin hayal edişlerine ve yaşadıkları iklim özelliklerine göre, tanrıların
sayısı azalıp artıyordu. Tek Allah fikri veya en az iyilik ve kötülük Tanrıları şeklinde,
iki Tanrı inanışı yanında hemen hemen her kavramın, her hadisenin bir Tanrısı
olduğuna inanışlarla, ilk insanların kainatı bin bir ilah düşüncelerine kadar uzanıyordu.
Her ne olursa olsun tanrılara inanış tam ve mutlaktı. Bu yüzden insanların
maddi hayatı ehemmiyetsiz, fakat manevi hayatı ve hayalleri alabildiğine engindi.
Böyle bir hayatın müterennimi olan dindarlar, aynı zamanda ilk şairlerdi.
Dindar şairler çevrelerine toplanan insanlara, duyup düşündüklerini anlatmak için,
devirlerinin iptidai konuşma lisanını, dilleri döndüğü ölçüde bir heyecan ve telkin lisanı
haline koymaya çalışıyorlardı. Veznin sesi bilinmeyen, kafiyenin lezzeti henüz
duyulmamış bu çağlarda, iman şiiri söylemek kolay değildi.
Dillerde kelimelerin bile tok, monoton, yontulmamış bir sesi vardı. Buna
rağmen şairler söyledikleri sözlere mümkün olduğu kadar, kulakta aynı sesi bırakan harf
ve heceleri tekrarlamakla başlıyor; bir nevi iptidai mısra diyebileceğimiz bu söz
parçalarını baş taraflarında yine bir nevi iptidai kafiye diyebileceğimiz bir ses benzerliği
bulundurmaya çalışıyorlardı.
Söze aynı harflerle yani aynı seslerle başlamak şeklindeki bu ilk kafiyeler bile
söyleyişe bir ahenk işlemiş olmalıydı ki, şiirde kafiye sanatı, nice asırlar içinde bu
aliterasyon’ların gelişmesiyle doğdu.
18
Böylelikle ilk dini-edebi terennümler, nesirden çok nazma başlangıç olan,
ahenkli bir lisanla söylendi. Fakat dini şiirin bu ilk devirlerinde lisan, hatta vezinli,
kafiyeli olma istidadı gösterdiği daha ileri zamanlarında bile söylenmek istenen
heyecanı terennüme elverişli değildi.
Bu sebeple ilk şairler, tesadüf ve tecrübelerin de yardımıyla, şiir sanatına
mûsıki sanatıyla birlikte başlamışlar; mısralarının duyurucu kudretini sağlamak veya
artırmak için, sazla sözü bir araya getirmişlerdir.28
Hatta bir görüşe göre dini- bedii heyecanı dile getiren sanat, bu ikisi değildir.
Heyecanların ilk ifadesi, ne sözle ne sazla olmuştur. Dini veya din dışı ilk insan
heyecanları, insan vücudunun en tabii ifade vasıtasıyla yani raksla hareket sanatıyla
söylenmiştir.
Sevinen veya coşan insanın bu neşeyi dile getiren vücut oyunlarına kalkması
bugün hâla görülür. İptidailiklerini muhafaza eden bazı kavimlerin, son çağlara kadar,
bir ateş yığını veya bir tanrı heykeli çevresinde halkalanıp sıçrayarak sazlar çalıp
oynayarak bir takım dini, şifahi şiirler söyleyerek tören yaptıkları malumdur.
İşte dini heyecanın ilk törenlerinde bu üç sanat birbirini bütünledi. Dindar
şairler, kendilerini çevreleyen coşkun ve hayran halk topluluğu ortasında şiiri, raks ve
mûsıkiyle birlikte söylediler.
Hem saz çalan hem raks eden hem de şiir söyleyen dindarlar, bu üç sanatla
öyle coşarlardı ki, halk onların heybetli manzarasında bütün vicdan duygularının dile
geldiğini duyarlardı.29
Bu başlayış derin bir temel oldu. Şiir, bu büyük sanatın bütün tekamül tarihinde mûsıkîden ayrılmadı.
Ya Türk halk şiirinde olduğu gibi, hep sazlarla birlikte söylendi. Yahut aydınların dilinde, sazlardan çıkan
sesi, mısraların mimarisine işleyerek şiiri mûsıkî halinde söylemenin sırlarını aradı. Dillerin ses
bakımından çok ilerlediği çağlarda bu sırrı bulmaya muvaffak oldu. Bir başka ifadeyle, şiiri, bu sırlara
erdiği zamanlarda söyledi.
29
Banarlı, a.g.e., c.1, s.41
28
19
İKİNCİ BÖLÜM
I. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİR
Cahiliye dönemi denilen İslam öncesinde, Arap toplumu için en etkili sanat
şiirdi. Cahiliye şiiri toplumsal hayatın en asli görünümlerinden biriydi. Şairin eserinin
kaynağı kendi duyguları ile çevresinin duygularının çakıştığı noktalardı. Şair ister bir
kabile reisi, ister bir prens, isterse yoksul ve yağmacı bir haydut olsun, daima mensup
olduğu toplumun üzerinde hassasiyetle durduğu kimi erdemleri temsil eder, dile
getirirdi. Siyasi görüşmelere katılan heyetlerde mutlaka şairler de bulunur; kabile ya da
kabileler birliğinin sözcüsü olarak kendisini yetiştiren toplumu temsil ederdi.
Kabile,
hayatının
duygularının,
geçmişteki
övünç
kaynağı
olayların,
zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kinin, onları aşağılayan hicivlerin, çevresini
20
saran doğanın en güzel anlatımını şairin büyülü sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan
beklerdi. Bu nedenle de şairin şiirlerinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı.
Bir reisin şair olması, kabilesi için büyük bir mutluluktu. Kabileler için başlıca
gurur ve şeref kaynağı, büyük şairler yetiştirmiş olmaktı; buna karşılık şairden mahrum
olmak yalnız mutsuzluk değil, aynı zamanda utanç ve ayıplanma nedeniydi. Kabilenin
şaire olan ihtiyacı, düşman kabile şairinin açtığı yaranın ancak ona aynı tarzda karşılık
vermekle kapanabileceğine olan inanış öylesine güçlüydü ki, bu yüzden ortaklaşa şiir
yazmak zorunluluğunu duyan kabileler oluyordu.
Şiir, Arap kabilelerinin şan ve şereflerini koruyan, mazide başardıkları büyük
işleri unutulmaktan kurtaran, hatıralarını canlı tutan ve yayan tek bilgi kaynağıydı. Bu
nedenle kimi bilginler şiiri, Arapların en büyük ilimleri olarak nitelemekten kendilerini
alamamışlardı. Kimi eski yazarlar da, şiirin Arap toplumu içindeki yer ve önemine
değinirken, onun arapların bütün bilgilerini içine alan, bunların korunmasını sağlayan,
daima başvurdukları, yararlandıkları eserleri (divan ilminin ya da divan el-Arap)
olduğunu söylemişlerdir. Şiirin Arap toplumu için yerine getirdiği tarihsel ve toplumsal
işlev göz önüne alınınca bu değerlendirmelerin abartılı olmadığı görülür.
Şairlerin gücü, yalnız söz sanatındaki ustalıklarından değil, aynı zamanda
kahinlik niteliğini taşımalarından geliyordu. Arap toplumunda çok eskilerden beri
şairlerin kendileriyle ilişki kurduğu, bilgi ve ilham aldığı bir cine sahip olduğuna
inanılıyordu. Şairler de bu inancı canlı tutmaya özen gösteriyorlardı. Örneğin el-Hatay,
cinlerden bir arkadaşı bulunduğunu; el Ferazdak, gerektiği zaman cini ile görüştüğünü,
Kusayyir, şiire bir cinin yardımı ile başladığını söylüyordu. Bu inanç hem ilham
kaynağını insan üstü sihirli bir aleme bağlayarak şairde doğa üstü güçler bulunduğu
zannını güçlendiriyor, hem de bunun sonucu olarak şiirlerinin etki gücünü artırıyor, ona
kahinlik niteliği kazandırıyordu.
Şiirin ve şairlerin böylesine önem kazandığı Cahiliye toplumunda onun
gelişmesini sağlayan, onu besleyen kimi etkenler, gelenekler oluşmuştu. Belli günlerde
kurulan panayırlarda yapılan şiir yarışmaları, bu geleneklerin en önemlisiydi. Ukaz,
Zu’l Mecaz, Mecannatu’s-Sarh, Duvmetu’l-Cendel, Hacar Suhar gibi panayırlarda
21
yapılan bu yarışmalarda zamanın en büyük şairi hakemlik eder, şairler en güzel
elbiselerini giyerek donatılmış binek hayvanları üzerinde çevrelerini saran halka
şiirlerini okurlar, yarışma sonunda birinci gelen şair ilan edilirdi.
Kimi şairler de kabilelerinden ayrılarak kendilerine zengin birer korucu
bulurlardı. Bu şairler nüfuz sahibi hamilerinin yanında kabilelerinin çıkarlarını
korurlardı. Lahmi ve Gassani melikleri böyle birçok şaire koruyuculuk yaparlardı. Hira
ve Lahmi sarayları da şiirin gelişmesinde çok etkili olmuşlardı.30
II. CAHİLİYE DEVRİ
Arap edebiyatında İslam’dan
önceki devre Cahiliye devri denmektedir.
Cahiliye kelimesi lügatta; bilgi yokluğu, akıl, idrak eksikliği, düşüncesiz ve akılsız
davranış gibi manalara gelir. Ancak bu kelime bir ıstılah olarak Arapların, İslam’dan
önceki durumlarını belirtmek üzere kullanılır. Davranışlarda düşüncesizlik, putlara
tapınma, zina, içki, kabileler arasındaki sürekli ihtilaflar bu devrin başlıca
hususiyetleridir.
O günün toplum hayatına bakıldığında Arapları hazari (yerleşik) ve bedevi
(göçebe) olmak üzere iki grupta toplamak mümkündür.
Hayata hakim olan fakirlik birçok şairin şiirine konu olmuştu. Bu bir taraftan
da toplumda yağmacılık ve talanın yerleşmesine zemin hazırlamıştı. Hatta bunu bir
sanat haline getiren ve cimri zenginlerin mallarını yağmalamayı marifet sayan şairler
bile yetişmiştir.
Hediye almayı hor gören bu şairler, zekaları, süratli hareketleri ve arzu
ettiklerini silah kuvvetiyle alışlarıyla iftihar ederler.
Kabile, Cahiliye devri insanının bütün hayatı demekti.Öç almak Arap
toplumunda geçerli bir davranıştı. Kabile, erkek çocuklarıyla övünür, onları cesur ve
savaşçı yetiştirmeye çalışırdı. Ama aynı kabile, kız çocuklarını utanarak veya fakirlikten
korkarak diri diri toprağa gömebiliyordu. Bu devirde şarabın pek yaygın olduğu da
30
Ahmet Özalp, “şiir-şair”, Şamil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Şamil Yayınevi, 1994, c.6, s.45-46
22
unutulmamalıdır. Onu methetmek için şiirler yazan Araplar, buna düşkünlükleri ile de
övünürlerdi. Ancak aralarında Safvan b. Umeyye gibi şarabı kendisine haram kılmış
olanlar da vardı. Bu devir Araplarının, hanımlarından harplerde faydalandıkları da
biliniyor. Hanımların savaşanlara su verdikleri, yaralarını sardıkları ve onları harbe
teşvik ettikleri öğrendiğimiz bilgiler arasındadır. 150 yaşına kadar yaşadığı rivayet
edilen muallaka sahibi meşhur Amr b. Kulsum bir şiirinde şöyle diyor:
“Arkamızda beyaz hanımlarımız var. Onların(harpte) paylaşılmasından ve
hakaret görmelerinden çekiniriz.
Onlar, atlarımıza yem verirler ve “şayet bize yapılacak kötülüklere mani
olmazsanız erkeklerimiz değilsiniz.” derler.
Cahiliye devri arabının cömertlikle iftihar edişi de hatırlatılmalıdır. Bazı
eserlerde bunun, Cahiliye devri arabının en bariz vasfı olduğu da iddia edilmiştir.
Bu yönüyle tanınmış Hatim-et Tai (m.578):
“Bana ‘Malını mülkünü bitirdin, iktisat yap!’diyorlar.(Gerçekten de) onların
dediği olsaydı, seyyid olamazdım” diyor.
Onlar bu cömertliklerini, misafirlerine her türlü ikramda bulunuşları ve onlara
adeta köle oluşları ile de gösterirlerdi. Nitekim Kays b.Asım (20/640) bir şiirinde:
Ben konakladığı sürece misafirin kölesiyim. Bende olan sadece bu köle
tabiatıdır, der.
Bu devrin dini hayatına bakıldığı zaman farklı gruplar görülür. Bunlar arasında
İyad Kabilesi’nden Kuss b. Sa’ide, Abldulkays Kabilesi’nden Buhayra gibi tek bir
yaratıcı Allah’a inanan, O’nun kendisine itaat edene sevap, karşı gelene ceza vereceğini
söyleyenler vardı. Diğer yanda bir yaratıcıya, insanların ölümden sonra tekrar
dirileceklerine inanan, fakat peygamberleri inkar ederek putlara tapanlar vardı. Bunlar
putları ziyaret ederler ve onlar için hayvanlar keserlerdi. Yine bunlar arasında bir
yaratıcıyı itiraf eden, ama peygamberleri, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenler de
bulunuyordu. Lat, Uzza ve Menat onların taptıkları putlardan birkaçıydı. Bunun için
23
Abdullat, Abduluzza ve Abdülmenat diye isimler korlardı. Lat için Taifte, Uzza için
Nahle’de , Menat için Kudeyd’te birer tapınma yeri vardı.
Bu grupların yanında yahudiliğe ve hristiyanlığa meyletmiş olanlar da vardı.
Bütün bunların yanı sıra, yukarıda temas edildiği gibi putlara inanmayanlar da
vardı. Şair Zeyd b. Amr b.Nufeyl (m.606) onların artık bir anlam ifade etmediklerini:
“Hübel putunu ziyaret etmeyeceğim. O, bizim bir zamanlar, ben henüz buluğa
varmamışken rabbimizdi” diyerek belirtiyordu.
Nitekim Kinane kabilesinin Sa’d adlı bir putu Cidde sahilinde bulunuyordu.
Kinaneli biri, develeri ile gelip, önünde dua etmek istemiş; derken üzerinde bir kan
lekesi fark etmiş, yaklaşınca develeri ürkerek dağılmıştı. Buna öfkelenen adam bir taş
alarak ona fırlattı ve: “Allah seni ilah olarak uğursuz kılsın! develerimi ürküttün”dedi.
Arkasından da:
“Sa’d’a, bizi bir araya getirsin diye geldik. Oysa Sa’d bizi ayırdı; biz artık onun
grubundan değiliz.
Sa’d umut beslenen kuvvetlere sahip olamayan bir taştır. Ne dalalet ne de
hidayet için kendisine dua edilemez.” anlamındaki beyitleri söyledi.31
II.I. Cahiliye Şiirinde Eğlence
Cahiliye şiirinin özellikle istişhad açısından büyük önemi bilinir. Bu bakımdan
ilk dönemlerde mescitlerdeki ders halka veya meclislerinin konularından biri de
Cahiliye şiiridir. Şifahi olarak gelip sonradan derlenen bu şiirler o dönem Arap
kültürünün aynasıdırlar. Cahiliye çağının eğlenceleri konusunda da bu şiirlerde bir
takım bilgiler bulmak mümkündür. İslamın hemen öncesinde yer alması bakımından
Asr-ı Saadet’teki bir takım olayların yorumunda büyük bir öneme haizdir.32
31
32
Ahmet Subhi Furat, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Ed.Fak.Bas.,1996, s.57-60
Nebi Bozkurt, Hadis’te Folklor Eğlence, 1. bask., İstanbul, M.Ü.İ.F.Yay., 1997, s.37
24
III. CAHİLİYE DEVRİ ŞİİRİ
Şiir, Cahiliye devrinde en hakim edebi nevidir. Bu devir insanının bulunduğu
ortam, şiirin her sahada yaşamasına ve sosyal hayata hakim olmasına zemin
hazırlamıştır. Bu yüzden de erkek, kadın, genç, ihtiyar, efendi hatta köle şiir söylemiş,
duygu ve düşüncelerini bu yolla nakletmiştir. Şiire karşı bu düşkünlüğün temelinde
yaratılışın da büyük payı olmalıdır. Ama bunun yanı sıra hayatın geçirildiği ortamın
tesiri de inkar edilemez. Masmavi gök kubbesi, altında gözü yoran çapta çöl,
barındırdığı insana ilham kaynağı olmuştur.
Diğer taraftan uçsuz bucaksız bu sahada hayatın sürdürülmesi için katlanılan
meşakkatler de unutulmamalıdır. Bedevi Arap bir yerden diğerine göçerken devesine
şiirle hız katmış, düşmanına karşı sağladığı üstünlüğünü, kahramanlığını şiirle
perçinlemek istemiş, bütün bu teşebbüslerinde dilinin büyülü ahenginden ve kelime
zenginliğinden rahatlıkla faydalanmıştır.
Böylece gelişmesi için müsait bir ortam bulmuş olan şiir, kendisini besleyen,
teşvik eden ve toplumun belli başlı müşterek sesi ve dili haline gelmesini sağlayan
muhitler de buldu. Ukaz, Micennet eş- Şahr, Dümet el-cendel ve Suhar’da yılın belli
zamanlarında panayırlarda düzenlenen müsabakalarda şairler, devirlerinin büyük şairleri
önünde yarıştılar.
Şiirin arz ettiği bu ehemmiyet, sahibine de büyük imtiyazlar sağlamıştı. Şair,
kabilesinin
üzerinde hassasiyet ve ihtimamla eğildiği hasletlerin mümessiliydi.
Kabileler arasındaki ihtilafların halli için teşkil edilen heyette seyyid ve hatip gibi onun
da müstesna bir yeri vardı. O bazen kabilenin mazideki kahramanlıklarını dile getiriyor,
bazen de düşmanlarına karşı hıncını alıyordu.
Böylece şair, kabilenin mazideki başarılarını unutulmaktan kurtararak güzel
hatıralarını yaymakta, dolayısıyla şan ve şerefini korumaktaydı. Bu vesilelerle şiirde
kabilenin nesebi, atasözleri, kaynakları, atları hatta bölgesinde esen rüzgarlarla bunların
25
getirdiği bulut ve yağmurlar hakkında rastlanan bilgiler onun tarih, coğrafya ve
kültürünü temsil ediyordu. Edebiyat ve kültür tarihçilerinin “Şiir, Arapların divanıdır”
derken kastettikleri buydu.
Şairin kendisine refakat eden, şiirlerini ezberleyen ve gerektiğinde inşad eden
bir ravisi, bazen de ravileri vardı. Şairin şiirlerini hafızalarında toplamış olan raviler,
bunların başkaları tarafından ezberlenmesini de teşvik ederlerdi. Burada zamanla sadece
bir şairin değil, bir kabilenin bütün şairlerinin şiirlerini ezberleyen ravilerin yetiştiğini
de hatırlatalım. Haklarında menkıbevi rivayetler bulunan Hammad er- Raviye
(156/772), el- Mufazzal (168/785) Halef el-Ahmer (175/791) bunların belli başlılarıdır.
Bunların gerçekleştirdikleri faaliyet, bazı kabilelere mensup şairlerin divanları ile şiir
mecmualarının teşkiline de zemin hazırladı. El –Mu’allakat, el Mufazzaliyat, elEsma’iyat adlarıyla elimizde bulunan şiir mecmuaları, Arap şiirinin günümüze kadar
gelişini de sağladı.
Söz konusu bu divan ve mecmualarda yer alan şiirlerin, gerçekten Cahiliye
devrine ait olup olmadıkları üzerinde de durulmuştur. Bunların dil ve lehçelerinin
hususiyetlerini taşımadıkları, kabileler arasında ortaya çıkan siyasi ve dini sebeplerle
asıl sahipleri dışında başkalarına isnat edildikleri, hatta uyduruldukları ileri sürülmüştür.
Başkalarına isnat edilmelerine ve uydurulmalarına dair endişelerin, bütün şiirler için söz
konusu olamayacağı ortadadır. Dil ve lehçelerine ait hususiyetler taşımadıkları iddiası
da tamamıyla doğru değildir. Nitekim bazı şiirlerde, bilhassa kısa seslilerdeki farklarda
lehçe hususiyetlerine rastlanmaktadır. Ancak şairlerin bu şiirleri, lehçeler üstü bir edebi
dille söylemeleri, dil ve lehçe hususiyetlerini büyük ölçüde silmiştir.
Eski Arap şiirinin en güzellerinden yedisini, bazen dokuzunu, bazen de onunu
ihtiva eden el-Muallakat, söylediğimiz gibi esasında bir şiir mecmuasıdır. Buraya alınan
şiirler fevkalade beğenilmiş olup, zayıf bir rivayete göre Kabe’ye
asılmışlardı.
Muallakat’ta şiirleri bulunan şairler, İmru’lkays, Zuheyr, Lebid, en-Nabiga ez- Zubyani,
Amr b. Kulsum ve Antere idi. Sayıları on kabul edildiğinde bunlara el- Haris b. Hilliza,
26
el-A’şa ile Abid ekleniyordu. Bugün elimizde bir çok yazması bulunan ve bir çok
defalar basılan Muallakat, h. III. (IX.) asırdan itibaren şerhedilmiştir.33
Cahiliye şiirinin yalnızca “ezgi” deposu değil, aynı zamanda “hakikat” ve bilgi
deposu olduğu varsayılır. Bu cahiliye şairinin sadece şiir “okumakla” yetinmeyip, aynı
zamanda “düşündüğü” anlamına gelir. Öte yandan Cahiliye kasidesi yalnızca bir coşku
kaynağı değil, bilgi kaynağıydı da. Başka bir deyişle Cahiliye şiiri tek değil, çeşitliydi.34
Cahiliye şiiri şarkı olarak doğmuştur. Yani okunmamış, işitilmiş; yazılmamış,
söylenmiştir. Bu şiirde ses, canlı bir esinti ve bedensel bir müzik konumundadır. Şiir,
söz ve ondan da öte bir şeydi. O, sözü, ayrıca sözün, özellikle de yazının aktaramadığı
şeyleri naklederdi. Bu durum ses ile konuşma, şair ile sesi arasındaki ilişkinin derinliği,
zenginliği ve karmaşıklığının bir göstergesidir. Bu, şairin keşfedilmesi zor kişisel
derinliği ile belirlenmesi imkansız olan sesin oluşumu arasında bir ilişkidir.35
Çöl arabı cesurdur. Bitmeyen savaşlar onu yaşamak için cesur ve atılgan
olmaya zorlamıştır. Ezeli bir gezgin olan bedevi, bir yere göçerek sürülerine, biricik
bineği olan devesine otlak bulmak için su kaynakları arayacaktır. Uzun süre deveden
başka binek tanımadı.
Ünlü Saba kralı Kahtan’ın sülalesi Kahtaniler ile İsmail’den inen Adnaniler
arasındaki süreli savaşlar Arap şiirinde büyük önem kazanmışlardır. Bu bitmeyen
savaşlarda
insanlar,
dağlar,
kum
çölleri
arasında
gidiş
gelişlerde
gündüz-
bulabilmişlerse-vahalara sığınmalar, geceleri, serinde yol almalar, Arapların şiir
kabiliyetleri üzerinde büyük etkiler yapmıştır.
Bir biçimdeki çöllerin ortasında, uzun süren kervan yolculuğu alışkın
olmayanları deniz tutmasına benzer bir şekilde, hiç durmadan sallamalarıyla başını
döndüren deve yürüyüşü Arap’larda, pek erkenden, şiir söyleme yeteneğini kamçıladı.
Yuları başına bırakılıvermiş devesinin üstünde türkü söyleyen Arap, türkünün ahenk ve
ölçüsüne göre devenin adımlarında bir hızlanma, yada yavaşlama olduğunu hissetti.
33
Furat, a.g.e., s.64-65-66
Adonis, a.g.e., s.53
35
Adonis, a.g.e., s.13
34
27
Eğer ritimdeki ara kısa ise deve oldukça hızlı gidiyor, yok, aralar uzuyorsa deve ağır
ağır yol alıyordu. Demek oluyordu ki bu hayvan bir dereceye kadar müzikten anlıyordu.
Devenin ağır ağır attığı dört adımdan ölçüyü buldular. Konuşulan dildeki uzun
“memdud” kısa “maksur” hecelerin ardıl olması ölçüyü meydana getirdi. Bu da kervanı
yöneten devecinin türküsü hida oldu. Biteviye varlığını hayatın gereksinimleri içinde
geçiren bedevinin doğal dehası böylece nazmı buldu. Daha sonra, nazariyeciler de
bunun kurallarını ortaya koydular. Halil bin Ahmed çarşıda düzenli vuruşlarla demir
döven demircilerin çekiç seslerini dinleyerek aruzu bulmadan önce bedevi doğuştan
getirdiği duyularla, ölçülü şiirleri bulmuştu.
İşte, böylece, Arap uzun yolculuklarda sevgilisinin hayali, uzaklaşılmış obadan
kalma izler, savaş alanında çarpışmalar gibi sınırlı konuları türkü halinde söyleyerek yol
alırdı. Gittikçe gelişen nazma kervanları yağma, bir pınarı ele geçirmek için yapılan,
develeri ve sürüleri kaldırmak için girişilen vuruşmalar da girerek belirli konular
işlendi. (Böylece cahiliye döneminin belli başlı çeşitleri şunlar oldu: hiciv, hamaset,
fahr, medh, rica, nesib, zühd, hikem, itab, ve gazel.)36
Arap şiirinin, zaten çölde doğması gerekirdi, çünkü kentlerde ticaret işlerine o
kadar dalınmıştı ki, bir edebiyatın gelişmesine imkan yoktu.37
Arap şiirinin en eski anıtları, bize kadar gelmiş olan, hica ile ilgili, satır türünde
parçalardır. Bunlar da gereksiz inanışlara bağlı ve büyünün etkisi altındadır. Bilgin de
olan şair bir kahin (olayları önceden haber veren) idi. Yergiler düzmesi için kendisine
baş vurulur, yergileri aynı boydan olan kişiler arasında ağızdan ağza dolaşarak düşman
boya kadar ulaşır, bu yergilere düşman boyun şairinin kafasından çıkma yergilerle
hemen cevap verilirdi.
Vaktiyle Bizans’ın valiliğini yapmış, sonra keşiş olmuş, Saint Nil, Sınai
Araplarının bir yolculuktan sonra bir pınara rastladıkları zaman o pınara şiir
söylediklerini ve bu şiirlerini seslendirdiklerini anlatmaktadır. Beşinci yüzyılda, 372
yılına kadar gelen bir kilise tarihi yazmış olan Grek yazarı Sozomene, Mania, ya da
Mavia adındaki Arap kraliçesinin Filistin ve Fenike’deki Romen ordularıyla
36
37
Clement Huart, Arab ve İslam Edebiyatı Tarihi, Çev.Cemal Sezgin, Ankara, ts., s.8-12
Huart, a.g.e., s.13
28
vuruştuğunu, bu zaferlerle ilgili halk türkülerinin uzun zaman halkın ağzında dolaştığını
yazar. İnsan hafızası taş, tuğla, ve kağıt kadar zamana direnemediğinden, ne yazık ki,
bugün o şiirler elimizde bulunmamaktadır. Araplar, erkenden yazıyı bulmuş, ya da,
bulanlardan almış, bir yazıya sahip olmuş bir ulus değildir. İlk Arap şiirleri, ancak
altıncı yüzyıldan sonra varlığını duyurmaya başlamıştır. Bu sıralarda Suriye’den gelen
Nabatlı tüccarlar estranghelo alfabesini Arap’lara öğretmişler ve bu alfabeyi Arap
diline uygulamışlardır. Bu biçimde, iki dil ile yazılmış yazıtlar, Şam’ın güneyindeki
Harran’da bulunmuştur.
Issız yerlerin halkı olan, perilerden çok kötü ruhları belirten cinler, eski şairlere
ilham verirlerdi. Cin, şaire, düşman kabileyi alaya almak için yardım eder, yergi (hiciv)
unsuru pek kuvvetli olan bu şiirlerle öteki obalara kötülükler yapılabilirdi. İhtiyar şair
Zuheyr bir Canab’ın buyurmasıyla oba değiştirilir, ya da kalınırdı. Savaş onun
düşüncelerine göre yönetilir, düşmandan alınan şeylerin bölüşülmesinde, en yiğitçe
savaşanların payı kadar pay alırdı. Silahlı olan yergisi, çelik silahlardan daha çok
yaralar açar, kızdırır, boyları birbiri üstüne saldırtır; büyü ile çölün kötülük tanrılarını
düşmanların üstüne saldırtarak onlara fenalıklar yaptırır, gaipten haber verir, fetiş
kelimeleri söyleyerek zararlarını artırır; zaten bu türlü sözleri de yalnızca bilgin ve şair
bilebilirdi. Ne yazık ki bu yergilerden geriye pek bir şey kalmamıştır. Yalnız Balâam’ın
ünlü lanetlemesini göz önünde bulunduracak olursak, nasıl şeyler olduğunu
düşünebiliriz.
Önce, kafiyeli nesir dediğimiz seci doğdu; bundan da iki uzun bir kısa ve bir
uzun hecelerden meydana gelen recez ölçüsü gelişti. Recez, Arap nazmının ilk ölçüsü
ve Arap’ların kendi ölçüleri olmakla beraber, gerçek bir ölçü olarak devam etmedi; bu
ilkel ölçüden çıkan öteki ölçülerde, az da olsa, etkisinin olduğunu çölde dinlediğim
şairlerin şiirlerinden anlaşılıyordu. Daha sonra şehir hayatı, dans ve müziğin etkisi yeni
kalıpların oluşmasına sebep oldu.38
38
Huart, a.g.e., s.14-16
29
IV. CAHİLİYE DEVRİ ŞAİRLERİ
Cahiliye devri şairlerinin belli başlılarını gruplar içinde ele alalım.
IV.I . Çöl Şairleri
IV.I.I. Şenfera
Asıl adının sabit b. Evs olduğu rivayet edilir. Bugün Şenfera’nın bazı şiirleri
edebiyata dair eserlerde günümüze kadar gelmiştir. Daha II. ve III. asırlarda ilgi ile
okunmuştur. Nitekim el-Esmai bunları İmam Şafi’den (204/820) Mekke’de okumuştu.
Şiirleri arasında en meşhuru tavil bahrinde 68 beyitlik Lamiyet el-Arab adıyla tanınan
kasidesidir. Bu şiirinde ihanete uğradığını ileri süren şair, ailesini terk etmek zorunda
kalır ve çölün vahşi hayvanlarıyla yaşamaya başlar. Çöllerdeki münferit hayatı ve
hayvanlarla dostluğu ile övünür. Bunda arkadaşları olan korkusuz yüreği, keskin kılıcı
ve büyük geniş yayı ile mücadele azmi ve düşmanlarına karşı kahramanca tavrının payı
büyüktür. Nitekim aynı şiirinde:
- “Cömert ve asil kişi için, yeryüzünde eziyet ve cefadan uzak kalınacak;
buğz ve kinden korkan için de ayrı durulacak yer vardır.
- Size karşı benim kuvvetli arslan, parlak tüylü panter, yeleli at ve sırtlan gibi
dostlarım var.
- Ayrıca üç arkadaşa sahibim: Cesur bir kalp, keskin bir kılıç ve büyük bir yay”
demektedir.”
30
IV.I.II. Teabbata Şerren
Asıl adı sabit b. Cabir sufyan olan şair Doğu Arabistan’da yaşayan Kays Aylan
Kabilesine bağlı Fehm oymağındandı.
Şair hayatını fakir ve yağmacılar anlamında Sa’alik grubuna mensup
arkadaşlarıyla Becile ve Huzeyl kabilelerine yaptığı baskın ve yağmalarla geçiriyordu.
Arkadaşı Şenfera ile birlikte Becile kabilesine düzenledikleri bir baskında, onun ölümü
üzerine:
- “ Şenfera’nın mezarını, gece gelen, altı dolu olan ve akşam giden su bulutu
sulasın!”
- “Sana (buluttan), Ceba gününde keskin kılıçların akıttığı kan kadar mükafat
var” diyor ve kişinin ölecekse- ki bu muhakkak gerçekleşecektir- en güzel ölümünün
göğüs gererek, mücadele eder haldeki ölümü olduğunu hatırlatıyordu.
IV.I.III. Mühelhil
Adî b. Rebi’a b. el-Haris, Muhelhil lakabıyla anılır. Kaside türünü, şekil
bakımından geliştiren şair olduğu söylenir. Miladi 525 yıllarında öldüğü sanılan şairin ,
şiirlerinde tabii ve samimi bir üslup görülür:
“Ey Kuleyb sen dünyayı üzerindekilerle birlikte terk edersen bu dünyada ve
üzerindekilerde bir hayır kalmaz.
-Ey Kuleyb sana seslendim, fakat cevap vermedin. Zaten senin içinde
bulunmadığın çöl belde nasıl cevap verebilir?”39
39
Furat, a.g.e.,s.66-70
31
IV.II. Şehirde Yetişen Şairler
IV.II.I Âdi b. Zeyd
Cahiliye devrinin en meşhur şairlerinden biri de Adi b.Zeyd b. Hammad’tır.
Hire’de yerleşmiş hristiyan Temim Kabilesinin İbad kolundan soylu bir aileye mensup
olan şair “Hire’nin şairi” diye tanınmıştır.
Güzel yüzlü olduğu da rivayet edilen Adi’nin şiirleri, şaraba dair şiirler, hayat
ve ölüm karşısındaki duygu ve düşüncelerini gösteren şiirler olmak üzere iki kısma
ayrılır. Bu şiirlerden birkaç mısra:
“Dehrin hadiseleri ile bunun getirdikleri, hatta kayalı dağlar bile baki değil.
-Dehr, hayatı an an yaşayan gence de aynı şekilde davranır.
-Ey dehri ayıplayan ve onda kusur bulan! Sen mi mükemmel ve günahsızsın?
-Yoksa günlerle senin sağlam bir akdin mi var? Hayır tam aksine, sen sadece
gururlu bir cahilsin.
-Sen ölümün baki kıldığı bir kimseyi gördün mü? Kimin etrafında haksızlık
yapılmasın diye bir koruyucu var?
- Başarı, hükümdarlık ve hakimiyetten sonra onları orada kabirler örttü.
-Sonra giden ve gelen rüzgarın helak ettiği bir yaprak oldular.”40
IV.III. Muallaka Şairleri
İslamdan önceki en eski şiirler Yedi Muallakka’yı meydana getirirler ki tam
Türkçesi yedi askı’dır. Bu şiirlere bu ad, Hammed er- Raviye tarafından çok sonra
verilmiştir. Bu yüzden de bir çok temelsiz hikayeler ortalığa yayılmıştır. Bu şiirler, altın
mürekkeple yazılmış ve Mekke’nin ünlü tapınağı Kabe’nin duvarlarına asılmıştır.
Onlara, bir de, yalnızca İnci Gerdanlığı (es-Samut) adı da verilir ki, bu adla, Arap
40
Furat, a.g.e., s.71-73
32
parnası’nın üzerine, sanki boyna takılmış bir gerdanlık gibi, bir salonun ortasına asılmış
yaldızlı bir şeref levhasını andırmalarındandır. Yedi Askı’da şiirleri bulunan şairler,
eserlerinin eriştiği üne göre şöyle sıralanmışlardır: İMRU’LKAYS, TARAFE,
ZUHEYR, LEBİD, AMR BİR KULSUM, ANTERE, EL-HARİS BİN HİLLİZA
(kimilerine göre son ikisi NABİGA ile A’ŞA).41
Müslümanlıktan önceki Arap şiirleri kır çiçekleri gibi sade ve güzeldirler.
Bunlar, renklere boğulmuş ve katmer katmer olmuş eserler gibi fikri oyalayıcı ve
avutucu olmayıp açıklıklarıyla ilk okunuşlarında insanı mana ile karşılaştıran ve ne
demek istediğini hemen göz önüne getiren ve tabiliğe hiçbir şey eklemeyen sade
tablolardır.
Çevresinde olan bitenleri iyi gören çöl Arapları, bunları iyi göstermeyi de bilir
ve iki nesneyi birbirine benzetirken de bunların mübalağa edilmeksizin bir sayılacak
kadar benzeyenlerini bulurlar: Bir yırtıcı kuşun yuvası yanında kalan; paraladığı
kuşların taze ve pörsümüş yüreklerini İmriülkays’ın hünnap veya kurumuş hurmaya
benzetmesi ve Lebid’in kızıl devesinin koşmasını kırmızı bir bulutun kolaylıkla
kaymasına benzer göstermesi bu kabil açık benzetilişlerdendir.
Eskiden Yunanlılarda ruhi bir ihtiyaçtan dolayı heykeltraşlık ilerlemiş olduğu
gibi Araplarda da yine ruhi ve içtimai sebepler saikasıyla şiir ileri götürülmüştü. O
kadar ki eski Arap şairlerinden yedi kimsenin yedi kasidesi müzelerde temaşa edilen
eski sanat abideleri gibi bugün bile sevile sevile okunabilirler. Bu kasidelerde kelimeler
ağırdır, fakat bu ağırlık altın ağırlığı gibi hoşa giden bir ağırlıktır. Bunların bütün
güzellikleri her yüzden saflık ve tabiiliklerindendir.
Bu kasidelerden başka mersiyeler ve vecize olmaya değer sözler ve saire de
Arapların oldukça yükselmiş bulunduklarını göstermektedir. Bunların yanında pek
çirkin hicviyeler gibi eski Arap hayatının gölge ve leke tarafları da vardı.
İslam’dan önceki, cahiliyet denilen devre ait olan bu yedi kasidenin şöyle bir
menkıbesi vardır:
41
Huart, a.g.e., s.17
33
Araplar; Eşhürü hurüm diye anılan dört ayda – Zilkade, Zilhicce, Muharrem,
Recep, çarpışmalara son verdikleri için bundan istifade ederek muhtelif yerlerde
panayırlar kurarlardı ki bunların en meşhuru Taif civarındaki Suku Ukaz denilen
panayırdı. Burada alışveriş yapılır ve şiirler okunurdu. Takdire mazhar olan şiirler Mısır
ketenlerine yazılarak Kabe’ye asılırdı ki bu yedi kaside de böyle beğenilmiş ve Kabe’ye
asılmış olduğundan el-Muallakatü’s-Seb’a: Yedi Askı adını almıştır.
Bu menkıbenin aslı olmadığını İbn el-Enbari (Ölümü 577=1181) Tabakatü’l
Üdeba’sında (s.43) belirtmektedir. Bu yedi muallakayı ilk toplayan kimse, gene bu
kitapta görüldüğü üzere Hammad er-Raviye’dir. Bağdatlı Abdülkadir’in Hizanetü’l
Edeb’inde (c.1, s.61,) bunları Emeviler’den bir Emir’in toplamış olduğu hakkında bir
rivayet daha görülür.42.
Bu dönem şiirlerinde, sonradan ortaya çıkan tevriye, istihdam gibi zarafet
satmalar yoktur.
Bu şiirleri söyleyenler de medeni ve suni güzellikleri değil, doğruluk, onur
gözetmek, sözünü yerine getirmek, hiçbir şeyden yılmamak, misafir ağırlamak gibi
bedeviliğin tabii yükseklik vasıflarını taşırlardı. Bunların hayatları kadın sevmek, şarap
içmek, kumar oynamak, onur gözetmek, her şeyde üstün çıkmaya çalışmak ,ata ve
deveye binip çölde dolaşmakla geçerdi. Bedevilik; ot, su gibi mübrem ihtiyaçlar
yüzünden şurada burada dolaşmak, şuraya buraya konup göçmek demek olduğundan
haftalardan beri oturulmakta olan bir yer birden bire bırakılır, otlak ve sulu bir yere
gidilirdi; arkada sadece ocak yerleri, kül yığınları, kömür parçaları, çadır çevresindeki
arklar, çadır kazıklarının kakıldığı çukurlar gibi sönük izler kalırdı. Üzerinden yıllar
geçince bu izler de silinerek seçilemez olurlardı.
Bir vakitler sevgililerin oturmuş oldukları bu yurtlar ve bunlardaki belirsiz izler
aşık şairler için birer ilham kaynağı idi. Böyle, bırakılmış ve kimsesiz kalmış bir yurdu
Muallakatü’s-Seb’a, Hammadürraviye, çev. Şerafeddin Yaltkaya, İstanbul, M.E.Bas.,1985, s.1,6 (İbn el
Enbari ‘ölümü 577=1181’ Tabakatü’l Üdeba’sında bu yedi muallakayı ilk toplayan kimsenin, Hammad er
Raviye olduğunu söylemektedir. Hammad er-Raviye Arap şiirlerini rivayetle şöhret kazanmıştır. 167=783
de ölmüştür.)
42
34
ziyaretle sevgilisini hatırlayarak ağlayan ve yanındakileri de ağlamaya çağıran
İmru’lkays olmuş ve sonra bütün cahiliyet şairleri bu yolda ona uymuşlardır.43
IV.III.I. İmru’lkays
Edebiyat tarihçilerinin müştereken muallaka şairleri grubunun ilk sırasına
oturttukları şairdir. Asıl adı Adi veya Muleyka olduğu rivayet edilen şaire, Zul-kuruh
“yaralı” ve el-Melik ez-zillil “avare milek” lakabları da verilir. Şairin İmru’lkays
“Kays’ın adamı”şeklindeki meşhur adının, dedesi sanılan Kays’la ilgili olup olmadığı
ihtilaflıdır. 44
Gezgin kral (Hondoc) adı verilen İmrulkays, bir güney ırkı olan Kinde adındaki
bir kabiledendi; ataları Necit’te bir prenslik kurmuşlardı. Babası Hucr sert bir adamdı,
oğlunun aşka karşı olan eğilimini cezalandırmak için çoban olarak koyun sürülerinin
başına yolladı. Beni –Esed’lerin başkaldırması sırasında Hucr ölünce şair, bir daha ele
geçiremeyeceği baba tahtını elde etme yolları aramak için, taçsız bir kral olarak
serüvenli hayatına başladı.45 Hucr’ün en küçük oğlu olan İmru’lkays, dayısı Mühelhil’in
teşvikiyle şiir söylemeye başladığı için babası onu yanından uzaklaştırmıştı; çünkü
hükümdarlar şiir söylemeyi kendi şanlarına layık görmüyorlardı.46
İmru’lkays, genç yaşta şiire, bilhassa aşk şiirine karşı ilgi duydu. Maceracı
mizacı, bir müddet sonra evi terk etmesine sebep oldu. Avare bir şekilde av, içki ve
eğlence hayatına dalan İmru’l kays, babasının ölüm haberini de yine böyle bir eğlence
sırasında öğrendi. Esedoğulları, meliklerine karşı ayaklanmışlar ve onu öldürmüşlerdi.
Bunun üzerine Bekr ve Taglib kabilelerinden sağladığı kuvvetle, babasını öldürenlerden
öç almaya kalktı.(…) Bir takım mücadelelerden sonra Kostantiniye’ye gitti. Rivayete
göre Justinian, onu iyi karşılamış ve kendisine, varisi bulunduğu melikliği iade edip
babasının intikamını alacak bir yardım kuvveti vermeye razı olmuştu. Ancak daha
sonraki hadiselerin umduğu gibi gelişmediği görülüyor. Nitekim müracaatından
memnun bir halde dönen şaire, Ankara’ya geldiğinde, imparatordan hediye olarak
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.2-3
Furat, a.g.e., s.74
45
Huart,a.g.e., s.20
46
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.12-13
43
44
35
gömlek getiren bir elçi gelir. Şair getirilen gömleği giyer, fakat vücudunda yaralar çıkar
ve ölür. Şairin Zul-kurüh lakabını almasına sebep olan bu hadisenin, İmru’lkays’ın
sarayda bulunduğu sırada yaşadığı bir aşk olayı üzerine gerçekleştiği söylenir. Buna
göre şair eski alışkanlığını burada da göstermişti. İmparatorun kızı ile olan bu
münasebeti Esedoğulları’ndan
et Tammah’ın dikkatini çekmiş ve babasının Hucr
tarafından öldürülmesinin intikamını almak için şairi imparatora şikayet etmişti. Bunun
üzerine İmru’lkays, süratle dönüş yolculuğuna çıkmış, ama Ankara’ya bir günlük
mesafede iken imparatorun gönderdiği elçi kendisine kavuşmuştu. İmru’lkays büyük bir
şöhrete sahipti. Bu da herhalde onun hakkında Hz. Peygamber’in ve bazı Basralı büyük
dilcilerin takdirlerinden ileri gelmektedir. Nitekim Peygamberimiz onun için
“Cehenneme giden şairlerin bayraktarıdır” buyurmuştu.
İmru’lkays’ın şiirde tavsif ettiği yerler, Esedoğulları’nın topraklarıydı. Ebu
Abdullah el-Cumahi onu, şiirinde zina ve fuhşu dile getiren şairler arasında sayar. İbn
Kuteybe, şairin tenkit edilen yönleri arasında onun bu tarz gayri meşru hareketleri
açıkça dile getirmesini kaydeder. Şairin hiç erkek oğlu olmamıştı; doğan kız çocuklarını
da diri diri gömmüştü. Nikahladığı hanımlarını güler yüzlü çehresi ile tatmin etmemiş
görülüyor. Nitekim onlardan biri “Terlediğin zaman köpek gibi kokuyorsun” deyince,
doğrulamış ve “Ailem bana dişi bir köpeğin sütünü içirmişti” diye açıklamada
bulunmuştu.
Onun şiire beğenilen birçok yenilikler getirdiği kabul edilir. Arkadaşlarını,
hatıraların bulunduğu yerde durmaya ve ağlamaya davet edişi, nesipte ince duygu ve
ifadelere yer verişi gibi farklı tatbikatı, daha sonraki şairler tarafından da uygulanmıştır.
Bir yolculuktan dönen Emevi devri şairi Zur-Rumme, kendisine sunulan,
yağmuru tavsif eden, birçok beyit arasında İmru’lkays’ınkini seçmişti. Halife
Abdülmelik’in huzurunda toplanan devlet ricali ve şairler, onun “Arapların söylediği en
ince duygu ve ifadeler ihtiva eden (rakik) beyit hangisidir?” sorusuna, hep birlikte
şairin:
36
“Gözlerin, mahzun kalbimi bakışlarınla yaralamak için yaş akıttı.” Beytiyle
cevap vereceklerdir.47
Aşk ve sevda hatıralarını anmakla başlayan İmru’lkays kasidesi, kaygılı bir
gece, at ve av, bulut, yağmur ve sel tasvirleriyle sona erer. Bu kasideden birkaç beyit:
“(Yüzünün parlaklığı) kendini ibadete vermiş papazın parlak parlak yanan
çerağı gibi geceleyin karanlıkları aydınlatır.”
“Sen ne gecesin ya!.. Sanki yıldızların sıkı bükülmüş urganlarla Yezbül
Dağı’na bağlanmıştır (gece geçmiyor)”.
“Sabahleyin erkenden vadide çoban aldangıcı kuşları; içine biber konulmuş
şaraptan içmişler gibi, sevinç içinde durmadan ötüyorlardı.”
“Ülker (top yıldız) olduğu yerden ileri gitmemek için sanki ketenden halatlarla
katı kayalara çakılmıştır.”48
IV.III.II. Tarafe
Öz adı Amr bin el- Abd olan Tarafe de bir saray şairiydi. Hire kralı Hind’in
oğlu Amr’ın sarayında yaşadı. Takma adı Mutelemmis olan, Abd ül –Mesihin (İbn
Kuteybe’ye göre Abdul Uzza) dayısıydı, o da şairdi. Nankör ve geveze olan Tarafe bir
şiirinde, saygı dışı bir dille amcasıyla alay etmişti, bunun üzerine amcası: “ dilini tut
yoksa bu dil seni mahvedecek” demişti. Yergilerini krala bile yöneltmekten
çekinmiyordu. Kral ondan kurtulmak için dayısı Mutelemmis ile birlikte bir görev
vererek onu Bahreyn valisine gönderme yolunu seçti. Ellerine verilen mektubu amcası
açınca, kralın kendisini öldürmek için verdiği emri gördü. Yeğeninin elinde bulunan
mektupta da aynı şeylerin yazılı olduğunu düşünerek açmasını söyledi; fakat Tarafe
kralın gizli emrinin açığa vurulmasını istemedi. Dayısı korktu, Suriye’ye kaçtı; Tarafe
yoluna devam etti. Bahreyn’e varınca diri diri mezara gömüldü. Şiirlerinde, hayatında
47
48
Furat, a.g.e., s.74-77
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.18,24,25,30
37
kendisinin izlemiş olduğu yolun en doğru yol olduğunu söylemeye meraklıdır; eski
şairlerde bulunan atasözleri haline gelmiş beyitler pek bulunmaz, ama öteki şairlerden
daha tabii ve daha coşkun bir yaşama sevinci vardır, yalnız biraz çocuksudur.49
Tarafe, şairler yetiştirmiş bir aileden gelmekteydi. Şair’in 26 yaşlarında
öldürüldüğünü kabul edersek 544 yıllarında doğmuş olması gerekiyor. Tarafe, pek
küçük bir yaşta şiire başlamıştır. Çocukluğundan beri sahip olduğu müthiş zekasını
gösteren sözleriyle dikkati çekmiştir. Bir zaman kendisini şarap ve aşka verir; elindeki
bütün imkanlarını harcar. Kabilesi durumundan hoşnut olmaz, kendisini kovar. Daha
sonraları kendisini affettirir. Kabilesinin toplantılarına iştirak eder.
Melik ve kardeşi hakkında söylediği hicivlerinde onların yanında vazife
görmektense evi etrafında meleyen ve süt veren bir koyun olmayı tercih edeceğini ifade
eder.
Şiirlerinin en ehemmiyetlisi şüphesiz ki Muallakası’dır. Bu kaside 120 beyit
kadar tutmakta ve mevcut muallakalar arasında en uzunu olmaktadır.50
Muallakasından iki beyit:
“Ölümü, durmadan akan bir ruhlar ırmağı(şeklinde) görüyorum ve yarını uzak
bulmuyorum. Bugün yarına ne kadar da yakındır ya?..”
“Günler, yakında sana, bilmediklerini gösterir ve kendisine yol azığı vermiş
olmadığın kimse sana haberler getirir.”51
Peygamberimiz, bir haber gecikecek olursa Tarafe’nin bu mısrasını irat
buyururlardı. 52
49
Huart, a.g.e., s.23-24
Furat, a.g.e., s.84-89
51
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.50
52
Ahmed İbni Hanbel, Müsned, c.6, s.146-138-31; Tirmizi, Sünen, c.10, s.291
50
38
IV.III.III. Zuheyr b. Ebi Sulma
Arapların Müzeyne oymağından olan bu şair, Ebu Sülma adında birinin oğlu
idi. Anası, Mürre Oğulları Oymağındandır. Evs adlı bir erkek, Sülma ve Hansa adlı iki
kızkardeşi vardı. Kendisi şair olduğu gibi babası, dayısı, oğlan ve kız kardeşleriyle
oğulları Ka’b, Büceyr ve torunu, Ka’b’ın oğlu Mudarrap da şair idiler.
İkinci halife Hz. Ömer, bu şair hakkında: “Sözlerinde insicam vardır.
Alışılmamış kelimeler kullanmaz ve hiçbir kimseyi kendisinde olmayan vasıflarla
methetmez” demektedir. Bu halife gene bu şair için: “Şairlerin şairi” de demiştir.53
İmru’lkays ve Lebid ile birlikte Cahiliye devrinin üç büyük şairinden biridir.
Zuheyr, babasını küçükken kaybetti. İçinde birçok şairin bulunduğu bir aileye
mensuptu.
Uzun
bir
ömür
yaşayan
Zuheyr,
muallakasını
yazdığı
zaman
80
yaşlarındaydı.54
Hicretten on dört yıl önce ölmüştür.(608)
İmru’lkays ve Tarafe’de olduğu gibi şair Zuheyr dahi muallakasına,
sevgilisinin ıssız yurdunu ve onun buradan göç edişini anmakla başlayarak Mürre
oğullarından Herim ve Haris’in barış için gösterdikleri gayret ve fedakarlıkları alkışlar,
sonra barışı bozan bazı oymaklara çatar ve onları Allah’tan korkmaya, savaşın zarar ve
fenalıklarından çekinmeye davet eder. Daha sonra, yaşamaktan usandığını, ölümün
pençesinden kimsenin kurtulamadığını ve kurtulamayacağını, daima iyilik ve fedakarlık
yapmanın şerefli bir vazife olduğunu, zillet ve meskenetin fenalığını… tasvir ve gene
Herim ve Haris’in cömertliklerini methederek muallakasına son verir.55
Şairin lüzumsuz unsurlardan ayıklanmış sağlam ve kusursuz bir dili vardır,
üslubu vecizdir. Kişileri methederken, onları zatı hususiyetleri ile methetmekle asla
mübalağaya kaçmamaktadır. Hicivlerinde de taşkınlığa ve bayağılığa düşmez. Bilhassa
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.51
Furat, a.g.e., s.77-78
55
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.52-53
53
54
39
hikemi şiirlerinde haksızlıktan ve zulümden kaçınmayı tavsiye eder, onlara ağır başlı,
ölçülü ve iyi ahlaklı olmayı öğütler. Bu nevi şiirlerinin bir çoğu darbı mesel haline
gelmiştir.
Sanatının en belirgin hususiyeti, şiirlerinin şekil ve üslup bakımından
mükemmelliğidir. Şiirleri üzerine uzun müddet titizlikle çalıştığı bilinen şair, bu
davranışını, şiirlerini rivayet ettiği Tufeyl el-Ganevi’nin tesiriyle kazanmış olmalıdır.56
“Ahdinde duran kınanmaz ve gönlünün yatacağı tam bir iyiliğe (barışa) yol
bulan kimse bunda ikiliğe düşmez.”57
Şair Zuheyr, insanlara ölümsüzlük vermeyen öğütlere önem vermezdi.
Özellikle yalan yere öğütler vermekten kaçınırdı. Başka şairlerden aşırarak kendi şiirleri
arasına, kendisininmiş gibi mısralar sokmaktan, anlamları güç kavranır kelimeler
kullanmaktan çekinirdi.
Koruyucusu Harim, kendisine övgü yazdığı zaman, ondan herhangi bir şey
istediği zaman, hatta selam verdiği zaman şaire bir şey vermeye and içmişti. Kendisine
verilen at ve kölelerden utanan Zuheyr, bir topluluk içinde gördüğü zaman, toplulukta
bulunan herkese selam verir, yalnız Harim’e selam vermezdi. Sonra Harim’in çocukları:
“Senin övgülerin gerçekten güzeldi, ama, bizim hediyelerimiz de onlardan aşağı
kalmazdı.” dedikleri zaman şair onlara şöyle cevap verdi: “Sizin hediyeleriniz artık yok,
ama benim övgülerim yaşantısını sürdürüyor, bunlar öyle şeref elbiseleridir ki onları
zaman eskitemez.”58
IV.III.IV. Lebid b. Rebi’a
Muallaka sahibi olarak adı İmru’lkays
ve Zuheyr ile birlikte bütün
kaynaklarda geçen üçüncü şairdir. Amir oğullarının kollarından Kilablılara bağlı Cafer
56
Furat, a.g.e., s.78-79
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.61
58
Huart, a.g.e., s.24-25
57
40
oğullarından olan şairin VI. asrın ikinci yarısı içinde 560 yılları civarında doğduğu
tahmin edilmekte. Künyesi Ebü Akîl’dir. 59
Araplar arasında elinin açıklığı ile meşhur Rebia adlı bir kimsenin oğludur.
Babası gibi, Lebid’in de eli açıktı. Bundan başka cesaret ve binicilikte meşhurdu.
Lebid, muallaka sahipleri içinde biricik müslüman olan şairdir.60
Resulullah’ın peygamberliğini ilan etmesi, Lebid’de büyük bir heyecan ve ilgi
uyandırmıştı. Hicretin 9. yılında kabilesinin Medine’ye gönderdiği heyet içinde şair de
yer aldı. Ve İslamiyeti kabul etti. Bu hadiseden sonra 30 yıl kadar yaşayan Lebid, Hz.
Ömer’in hilafeti sırasında Kufe’ye gidip yerleşmişti.
Lebid’in şiirleri pek beğenilmiştir. Onun müslüman olmadan önce söylediği
şiirlerinde bile tabiat ve hayvan tasvirlerinin yanı sıra hanif dininin bazı değerlerine
rastlanılır. Bu nevi dini ve ahlaki duygular, Kur’an’dan mülhem olarak söylenmiş olan
daha sonraki şiirlerinde daha da yaygındır. Bu devrede söylediği bir şiirinde:
- “Hür bir insanı, kendisi kadar kimse tenkit edemez” diyordu.61 Lebid, ikinci
halife Ömer devrinde Kufe’de yerleşmişti. Hz. Ömer, valisi Şube oğlu Mugiyre
vasıtasıyla Lebid’e müslüman olduktan sonra söylemiş olduğu şiirlerini sormuş; Lebid
de Kur’an’ın ikinci suresini yazıp valiye getirmiş ve:
-“Allah, bana şiire mukabil bunu verdi…” demişti. Bunun üzerine Hz. Ömer,
Lebid’in maaşını dörtte bir nispetinde artırdı. Hakikaten Lebid, müslüman olduktan
sonra şiiri bırakmıştı. Bazıları kendisinin yalnız bir beyit söylemiş olduğunu rivayet
etmektedir. Eli açık olan bu şair, saba rüzgarının her esişinde umumi ziyafet çekmek
itiyadında idi. Kufe valisi Şube oğlu Mugiyre de ona bu hususta yardımda bulunurdu.
Kendisi hicretin 41. yılında (miladi 661) Kufe’de ölmüştür. Peygamber Efendimiz,
Lebid’in “Bil ki Allah’tan hali olan her şey batıldır” manasında olan bir mısrasını bir
gün minberde tekrar buyurmuş idiler. Kendisi, müslüman olmadan önce Allah’ın
varlığına, birliğine, ahirete, hisap ve kitaba inananlardandı.
59
Furat, a.g.e., s.80
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.64
61
Furat, a.g.e., s.80
60
41
Lebid’in muallakası da Arapça’da nesip denilen aşk ve sevda hatıralarıyla
başlar, sonra kendisinin cömertliğini ve misafir ağırladığını söyler ve muallakasını
kendi oymağından yüksek adamların methiyle bitirir. “Allah bize, göğe doğru
yükselmiş bir şeref evi kurdu ve hemen bizim yaşlılarımız ve gençlerimiz o şerefe doğru
yükseldiler.” 62
IV.III.V. Amr b. Kulsüm
Amr, Irak’ta bulunan Taglip oymağından Külsüm adlı meşhur bir binicinin
oğludur. Anası Leyla; İmru’lkaysın dayısı olan Mühelhil’in kızı olduğundan Amr’ın
İmru’lkays ile, ana cihetinden bir akrabalığı vardır. Tarafe’yi öldürtmüş olan Hiyre
hükümdarı Hind oğlu Amr’ı, şahsi bir infial neticesi olarak kendi kılıcıyla öldürmüştü.
Amr, kendileriyle savaşan düşmanlarının dahi kendileri gibi kahramanlık
gösterdiklerini itiraf ve taktir etmiş olduğu için onun bu kasidesine Munsife- İnsaf edici
dahi denilir. Şair muallakasına şarap ile başlayıp sevgilisini ve onun göç edişini tasvir
ettikten sonra 26. beyitten itibaren kendisinin ve bağlı bulunduğu kavmin ululuğunu,
savaşlarda gösterdikleri büyük kahramanlıkları, savaş atlarını, kadınlarının onur ve
iyiliklerini över ve kavmin hiçbir zaman zillete ve mağlubiyete uğramadıklarını ve
yenilmenin kavmi için bilinmeyen bir şey olduğunu söyleyerek muallakasını bitirir.
“Kimseye baş eğmeyenler; bizim emzikteki çocuğumuz sütten kesilecek çağa
gelince, onun önünde eğilirler.”
“Eğer (düşmanları) mağlup edersek bu bizim için yeni bir şey değildir.
Yenilirsek işte yeni olan bu yeniliş olur.” 63
IV.III.VI. Antere
Habeşli bir cariyenin oğlu olduğu için eski Arap’lara göre köle durumundaydı.
Gençliğinde çobanlık yaptı, kabilesinin mücadelelerinde gösterdiği yiğitlik sayesinde
azat edilerek hürriyetini kazandı. Antere amcasının kızı Able’yi sevmiş, onunla
evlenmek istemişti; bu isteğine Able’nin ve ailesinin sıcak bakmaması üzerine iffet dolu
62
63
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.64-66,79
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.81,84-85,98
42
bu aşkını ölümüne kadar yaşamıştı.64 Antere’nin şiirlerinin çoğu harp ve darp
üzerinedir. Geleneğe göre Antere, ilk kasidesi olan muallakasını, kendi oymaklarından
bir kimsenin kendisiyle anası ve kardeşlerini siyahlıkla kınaması üzerine söylemiştir.
Araplar, bu kasideye güzelliğinden ötürü Müzehhebe derlerdi.
Antere’nin şu: ”Karnım belime yapışmış da olsa minnetten azade bir yiyecek
buluncaya kadar aç yatar, aç kalkarım…” beytini duyan Peygamberimizin: “Bana vasıf
olunan arabilerden yalnız Antere’yi görmek isterdim…” buyurmuş oldukları Agani (c.8,
s.245, 1935, Mısır Kahire basması) da görülmektedir. Antere hicretten yirmi iki yıl önce
(600) Nebhan oğullarından İbni Selma adlı biri tarafından okla vurulup öldürülmüştür.
Antere de Amr hariç diğer muallaka sahipleri gibi kasidesine aşk ve sevda
hatıralarıyla başlamış, sevgilisini ve devesini tasvir ettikten sonra gösterdikleri
kahramanlıkları uzun uzun anlatarak muallakasına son vermiştir.
“Şairler, söylemedik bir söz bıraktılar mı ki?
Yoksa sen, biraz durakladıktan sonra (sevgilinin) evini (evinin izlerini)
seçebildin mi?”65
IV.III.VII. El-Haris b. Hilliza
Haris’in uzun bir ömrü müteakip 570 yılında öldüğü rivayeti vardır.66 Hillize
adlı bir kimsenin oğludur. Geleneğe göre Haris’de abraşlık illeti bulunduğu rivayet
edilir. Haris dahi diğer muallaka sahipleri gibi kasidesine aşk ve sevda hatıralarıyla
başlayıp devesini övdükten sonra hükümdar Hind oğlu Amr’ın huzurunda şair Külsum
oğlu Amr’a karşı, oymağının kahramanlıklarını, hükümdara yaptıkları hizmet ve
iyilikleri birer birer anlatarak muallakasına son verir.
“Onlara yaptıklarımızı bir Allah bilir. Hainlerin dökülen kanlarını kimse
aramaz.”67
64
Furat, a.g.e., s.92
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.100-101
66
Furat, a.g.e., s.93
67
Muallakatü’s-Seb’a, a.g.e., s.114,123
65
43
IV.III.VIII. En Nabiğa Ez-Zubyani
Hicazlı alimlerin İmru’kays’a tercih ettikleri En-Nabiğa da muallaka
şairlerindendir. Zubyan kabilesindendi. Asıl adı Ziyad b. Muaviye olup künyesi Ebu
Umame veya Ebu Sumame’dir. En-Nabiğa lakabını neden dolayı aldığı ihtilaflıdır.
Bunu bazen, bir şiirinde kullandığı “nebega”(ortaya çıktı) kelimesini kullanmasına
bağlarlar. Bazıları ise yaşlı iken şiir söylediği için kendisine “en- Nabiğa” denilmiştir,
şeklinde görüş belirtirler. Bazıları da nebeğa kelimesinin lügat anlamını dikkate alarak,
şiirinin berrak ve temiz bir kaynak suyuna benzeyişinden bu lakabı aldığını ileri
sürmüşlerdir ki en makul görünen de herhalde bu olmalıdır.
En-Nabiğa, 583 yılından sonra hayatını III. Numan’ın nedimi olarak Hire
sarayında sürdürmeye başladı. Muallaka şairlerinden Lebid’i çok genç yaşta burada
görmüş ve onun büyük bir şair olacağını müjdelemişti.
Divanı en geniş rivayetle 76 parça ihtiva etmektedir. El- İ’tizariyat denilen
meşhur kasidelerinde, eski bir dostun gözünde hain sayılmaktan duyduğu acıları, eşine
pek az rastlanılır bir tarzda ifade etmiştir.
En-Nabiğa şiirinde başarılı tasvirler yapmıştır; kasidelerinin başında yer alan
aşıkane kısımlar, sırf şekli tamamlamak için söylenilmiş intibaını uyandırmaktadır.
Onun ayrıca hicviyeleri de vardır. O bu hicviyelerinde adi ve müstehcen kelimelere asla
yer vermez. Esasen o, şiirlerinde gösterdiği iffetli, alicenap tutumu dolayısıyla halife
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük zevatın da takdirini kazanmıştır.
Hz. Ebu Bekir en-Nabiğa’yı şairler arasında üstün görür ve onu “Şairlerin en
güzel şiir söyleyeni, en tatlı bahirleri seçeni ve en derin düşünceye sahip olanı” diye
anardı. Şairin şiirleri, teşbihlerinin güzelliği ve ihtiva ettiği dil hususiyetleri dolayısıyla
gramere ve edebi sanatlara dair eserlerde misal olarak zikredilir. Bu şiirlerin dili
sağlamdır, kullanılan kelimeler nadirdir; bu yüzden büyük lügat kitaplarında şahit
olarak getirilir.
Hassan b. Sabit, gençlik yıllarında büyük kabul gördüğü en-Numan’ın
sarayında kendisiyle karşılaştığı en-Nabiğa için “Ona bol caizeler verildi, kendisinden
44
güzel şiirler dinlediğim zaman duyduğum kıskançlığı hiç kimseye karşı duymadım”
demektedir.68
IV.III.IX. El- A’şâ Meymun
Yemame’de Menfuha vahasında Durna’da 565 yılında doğdu. Muzar grubu
içindeki büyük Kays Kabilesinin Zurk kolundan olan Ebu Başir Meymun b.Kays b.
Cendel, “A’şa Kays” “A’şa Bekr” ve “el- A’şa el- Ekber” gibi farklı lakapları vardır.
Şarap meclislerinde eğlence ve israf içinde geçirdiği hayat servetini yok
edince, bunlara yeniden sahip olmak için seyahatler yaptı. Kendisine ihsanda bulunan
herkesi methetti. Hayatının sonlarında ama olduğu rivayet edilir.
A’şa’nın son yıllarında müslüman olmak için Hz. Peygamber’i ziyaret etmek
istediği de rivayet edilir. K. el- Egani’deki bir rivayete göre o, Resulullah’ı metheden
bir şiir de nazmetmişti. Kureyşliler onun, methettiği her kişiyi yücelttiğine inanıyorlar
ve bu şiiriyle bütün Arapların öfkesini çekeceklerini düşündüklerinden ziyaretini
engellemek istiyorlardı. Neticede muvaffak da oldular. Kendisine 100 deve
vereceklerini vaat ederek onu döndürmeyi başardılar. Şairin, doğduğu Menfuha’da bu
develerden birinden düşerek öldüğü rivayet edilir. K. el- Egani’de yer alan diğer bir
rivayete göre gençler, onun mezarının başında içki içerler ve kadehlerinde kalan
şarapları oraya dökerlermiş.69
A’şa tek Tanrıyı kabul eden şairlerdendi. Ölümden sonra dirilmeye ve öteki
dünyaya inanıyordu. Bu inanışları, belki, tanıştığı hristiyanlardan almıştı. Çünkü onun
yaşadığı zamanlarda, İbad’lar, çölün her yanına şarap satmak için gidiyorlardı. Özellikle
A’şa Necran papazıyla da dost olmuştu. Araplar, İslam’dan önceki şairler arasında,
İmru’lkays, Nabiga ve Zuheyr ile aynı büyüklükte olduğunu kabul ederler.70
68
Furat, a.g.e., s.81-84
Furat, a.g.e., s.94
70
Huart, a.g.e., s.34-35
69
45
V. CAHİLİYE DÖNEMİNDE ŞİİRİN FONKSİYONU
Bu dönemde, şairlerin bilgilerini, ilhamlarını cinlerden, şeytanlardan ve
tanrılardan aldıklarına inanırlardı. Diğer taraftan kabadayılığın, şahsiyet ve asalet
duygularının bir gurur rüzgarıyla estiği bu çöllerde, herhangi bir şöhrete sözle hücum
eden bir şiir, yani hiciv (satire) çok tesirli olurdu. Kılıçtan daha keskin sözlerle, bir
çoklarını utançtan yaşayamaz hale koyan ve gözden düşüren hiciv, şairlerin itibarını
artırıyordu.
Ateşli Arap çöllerinde iman’ın ahlaki bir disiplin kurmaktan çözüldüğü
çağlarda Araplar arasında kadın, içki, kumar yasağı yoktu. Bu başıboş muhitte şairler
her türlü duygu, düşünce ve hatıraları uluorta söylemekten çekinmiyorlardı. Bilhassa
aşk ve kadın bahislerinde dilleri döndüğü kadar açık konuşuyorlardı. 71
Arap dünyasında söz, dini, sihirli bir kudret değerindeydi. Şiir, cahiliye
Araplarının çok önemli bir silahıydı.
Yine bu dönemde cin ile herkes konuşamazdı. Her cin kendisine mahsus bir
adam seçer, onunla konuşurdu. Bir adamı sevgisine layık görürse o erkek veya dişi olan
cin, o kimsenin üzerine atılır, onu yere atar, göğsüne çıkar ve onu, bu dünyada
kendisinin sözcüsü olmaya mecbur ederdi. Bu şiir seremonisinin başlangıcı idi. O andan
itibaren o adama kelimenin tam anlamı ile “şair” denirdi. Şairle cin arasında çok içten
bir ilişki kurulmuştu. Her şairin zaman zaman gelip kendisine ilham veren özel bir cini
vardı. Şair, genellikle kendi cinine “Halil; samimi arkadaş” derdi. Mesela İslam’dan
önceki en büyük şairlerden olan El-A’şa el- Ekber’in cini Mishal adını taşırdı.
Şair bu cinin ilhamını daima yukarıda mesela gökten aşağı gelen bir şey (ses)
şeklinde hissettirirdi. Şiir ilhamının bu özelliğini anlatmak için genellikle aşağı inme
manasına gelen nüzul kelimesi kullanırdı. Müşrik Arapların bildiği tek ilham şekli bu
idi. Şair de esas itibarı ile böyle bir adamdı.
İslam zuhur ettiği zaman şiir düzeyi çok yükselmiş, hemen hemen bugünkü bir
sanat haline gelmişti. İslam’dan önceki İmru’lkays, Tarafe ve diğerleri gibi şairler artık
71
Banarlı, a.g.e., c.1, s.128
46
şaman değil sanatkar idiler. Yani cahiliye Araplarının son şiirlerinde tek tük ilkel büyü
düşüncesi üzerine kurulmuş olduğu belli bir çeşit şiir dalı da mevcut olmasına rağmen
yine de bu şairler modern anlamda şairdiler.
Eski
Arabistan’da şair ve şuara normal insanların bilemeyeceği bir şeyin
farkında olmak demekti. Görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olan kimse
şair idi. Bu bilgisini kendi şahsi görüşüyle değil, cin denen üstün varlıklardan içsel
münasebetler kurarak alırdı. Onun için bu çağlarda şiir pek sanat değil, çevresindeki
havada uçuştuklarına inanılan görülmez ruhlarla direkt temas kurmaktan gelen bir bilgi
idi. Bundan dolayı mesela Hassan İbn Sabit, kendi şiir tecrübesini şöyle açıklıyor:
“Sakin bir gecede bir kafiye seslendi göğün boşluğundan onun inişini aldım.”
Arabistan’ın eski dinsizlik günlerinde şairin mevkii çok yüksekti. Hakiki bir
şair, harpte olduğu gibi sulhte de kabile içinde büyük itibar görür aktif rol oynardı. Sulh
zamanında o, cininden aldığı üstün bilgisinden dolayı kabilenin lideri idi. O kabilenin
çölde konup göçmesi, şaman (şairin) emirlerine göre düzenlenirdi.
Bu anlamda “şair”in yetkisi kabile lideri ile aynı idi. Harp zamanında da şair,
bir savaşçıdan daha kuvvetli sayılmıştır, çünkü o şiir şeklindeki büyülü sözlerle
düşmanı daha savaş başlamadan saf dışı etmek gücüne sahipti. Onun okuduğu bu
şiirlerin, oklardan ve mızraklardan daha etkili olduğuna inanılırdı. Yani şair hem
kılıcıyla hem diliyle savaşırdı.
İslam’dan hemen önceki son Cahiliye devrinde şairin sosyal mevkii bu derece
yüksek değildi.
Bu durum bize Hz. Muhammed (s.a.v.)’e çağdaşlarının “cinlenmiş şair (şairun
mecnun)” dediklerini anlatır. Müşrik Araplar Hz. Muhammed (s.a.v.)’de onu başka cin
çarpmış şairlerden ayıracak
bir özellik görmeyi inatla reddetmişlerdi. Onların
gözlerinde görülmez alemin bilgisine sahip olduğunu söyleyen bir insan vardı. Bu
bilginin tabiat üstü bir varlık tarafından gökten indirildiğini söylüyorlardı. Bu tabiat üstü
varlık, Allah olsun, melek olsun ya da şeytan olsun onlara göre neticede pek farkı yoktu
hepsi cindi.
47
Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisine vahiy geldiği sıralarda şiddetli ruhsal ve
fiziksel ızdırap göstermişti. Bundan dolayı onlar, onu da cinin yönettiği bir şair diye
düşündüler. Vardıkları peşin ve doğal sonuç bu idi.
Müşrik Araplar arasında bu hükmün yaygın olduğu hakkında Kur’an ayetleri
bilgi verir. Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in cin çarpmakla bir ilgisi bulunmadığını,
cinin ona asla sahip olmadığını ısrarla söyler. Kur’an’ın konu üzerindeki bu ısrarı,
Mekke’deki durumun böyle olduğu, Arapların böyle düşündükleri hakkında kuvvetli bir
delildir.
Şimdi konu hakkında Kur’an’ın görüşüne dönersek görürüz ki Hz. Muhammed
(s.a.v.)’e şair diyen müşrik Araplar Kur’an açısından çift günah işliyorlar, önce Allah’ı
aşağı bir yaratık olan cinle karıştırmak, sonra da peygamberi cinin çarptığı bir şairle
karıştırmak suretiyle iki günah işlemiş oluyorlar.
Kur’an’a göre peygamber (s.a.v.)’e gelen vahyin kaynağı cin değil Allah’tır.
Bu ikisi arasında kesin bir ayrılık vardır. Zira Allah bütün kainatın yaratıcısıdır, oysa
cinler yaratılmış varlıklardır.
Peygamber’le şair arasında da büyük fark vardır. Şair, tabiatıyla bir affaktır.
Onun söylediği halis ifktir, ifk mutlaka “yalan” demek değil fakat gerçek bir temeli
olmayan hak üzerine kurulmayan şey demektir. Affak söylediklerinin doğru olup
olmadığını düşünmeyen, sorumsuzca ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir.
Halbuki Peygamber (s.a.v.)’in söylediği tam doğrudur, kesin ve haktır, başka bir şey
olamaz. 72
O çağın Arapları arasında mecnun (cin tarafından sahip olunmuş kelimesi
başka bir çeşit insana da söylenirdi ki bu kahin idi. Kahin (geleceği söyleyen) de cin
tarafından yönetilen ve cinin verdiği ilhamın etkisiyle olağanüstü sözler söyleyen kimse
idi. Kahin ile şairin ortak yanı çoktu. Dil bakımından kahini şairden ayıran en önemli
nokta, kullandığı üslup idi. Kahin daima sözlerini seci denen uyumlu bir form içinde
söylerdi. Sec günlük konuşma ile şiir arasında bulunan bir anlatım şeklidir. Hz.
72
Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara,1963, s.166
48
Muhammed (s.a.v.)’in çağdaşı olan müşrik Araplar dış üsluba bakıp ona kahin
demişlerdi. Kur’an onların bu iddiasını şiddetle reddetmiştir.
“Rabbinin nimeti hakkı için sen ne kahinsin, ne de mecnunsun.”73
Kur’anda olağanüstü bir hadise olan vahiy,
yapı itibarıyla insanı,
konuşmasından ayırdığı gibi kaynağı cin olan bütün ilhamlardan da ayırır. 74
Bu husus Hakka süresinde Cenab-ı Hak tarafından şöyle dile getirilmiştir:
“Hiç şüphesiz o (kur’an )” çok şerefli bir elçinin sözüdür. Ve o bir şair sözü
değildir. Ne de az iman ediyorsunuz. Ve bir kahin sözü de değildir(O). Ne de az
düşünüyorsunuz.
O alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer (Peygamber) bize atfen bazı
sözler uydurmuş olsaydı elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını
koparırdık (Onu yaşatmazdık). Hiç biriniz buna mani de olamazdınız. Doğrusu o Kur’an
takva sahipleri için bir öğüttür.”75
Arap alemi cahiliye çağının sufli karanlığını yaşarken edebiyat ve belağatta
zirvedeydi. Ancak Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ve Kur’an’ı –Kerim’in eşsiz
icazı karşısında şaşkınlığa düştüler.
Son Peygamber iman bayrağını kılıfından çıkarmış kainatın merkezine
dikmişti. Şimdi bütün dünyayı şahdamarından ürperten bu haber ülkeden ülkeye,
kulaktan kulağa çarparak yankı yapıyordu. Mekke’de bir peygamberin zuhuru özellikle
Mekke eşrafını zıvanadan çıkarmıştı.
“Allah’tan başka ilah yok, Muhammed O’nun Rasulüdür.” Araplar bu ilahi
çağrı karşısında, ellerindeki en büyük silah olarak şiiri görüyorlardı. Rasulullah’ı bir elçi
olarak değil, güçlü bir şair olarak veya sahir olarak görüyorlardı. Amaçları, güçlü
şairleri bir araya getirerek, Abdullah’ın oğlu Muhammed’e, Kur’an ayetlerine karşı güç
birliği yaparak Peygamberliğini yalanlamaktı.
73
Tûr 52/29
Izutsu, a.g.e., s.165
75
Hakka 69/40-48
74
49
Hz. Nuh devrinde zeneat, Hz, Musa devrinde tebabet, Hz. İsa devrinde sihir,
Hz. Muhammed devrinde ise edebiyat, özellikle şiir zirvedeydi.
Kur’anı Kerim hem lafzı hem manası hem de muhtevası itibarıyla tam bir
mucizedir. Gerek yapısındaki tasannu ve gerekse manasındaki hikmet ve ilim, onun icaz
vechilerini (yönlerini)
ortaya koymaktadır. İnsanlığın, ilanihaye bütün ihtiyaçlarını
karşılayabilecek bir kapasiteye sahip olan Kur’anı Kerim, her yönüyle ilahi bir
mucizedir. Kur’an’ı Kerim fesahat ve belagat yönünden bir mucize olduğu gibi ilim,
fen, teknik, astronomi, kozmografya, ruhiyat, içtimaiyat bakımından da ebedi bir
mucizedir. 76
Kur’an-ı kerim nesir değildir. Nazım da değildir. O kur’an dır. O’na bu
isimden başkası verilemez. Şiirin vezin ve kafiye gibi kaideleri ile mukayyet değildir.
Çünkü o başka nesirlerde bulunmayan kaidelerle mukayyettir. Mesela ayetlerin
sonundaki duraklar ve ona mahsus musıki ahengi….
Ağıtı ile mersiyesiyle, hicviyesi ile şiiri güçlü Arap şairlerinin dilinde tam bir
silah; bir ok, bir mızrak, bir kılıç, Bedir hezimetinin üzerinden bir ay geçince bu silahlar
mü’minlerin üzerine çevrildi. Kureyş ve yahudi şairleri amansız bir sanat taarruzuna
başladılar. Söyledikleri etkileyici şiirlerle toplumu sarsıyor; insanların iman etmelerine
mani oluyor, hatta kalplere şüphe tohumları ekiyorlardı. Münkir şairleri, yazdıkları
şiirlerle azgın islam düşmanı Ebu Cehil ve Bedir’de ölen diğer büyüklerini övüyor, buna
mukabil başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) olmak üzere müslümanları kötülüyorlardı.
O kadar ileri gidildi ki Kur’an-ı Kerim’e nazire yazmak güya onu gölgede bırakmak için
çalışmalara başlandı.
Kur’an-ı Kerim’ i dinleyenleri büyüleyen, müşriklere ve kafirlere galip gelen
ayetler karşısında Mekke’nin şairleri aciz kalıyor: “Bu ancak yenilmez bir sihirdir”
diyorlardı. Onlar için tek çare Kur’an-ı Kerimi dinlememek ve dinletmemekti. 77
76
77
Necati Kanter, Vahiy Risalet ve Şiir, Elazığ, F.Ü.İ. F.Der.,1999, 4. sayı, s.240
Kanter, a.g.e., s.239
50
Müşriklerin en büyük silahı Peygambere ve tebliğ ettiği esaslara (Kur’an’a )
karşı güvendikleri güçlü şairlerdi. Ancak Kur’an’ın belağatı karşısında dize gelen ve
İslamı en erken kabul eden de yine şairlerdi.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
I. KUR’AN “ŞİİR” HAKKINDA NE DİYOR
Kur’an’da geçen şiir ile ilgili ayetler genellikle şu iki konuyu içerir:
a) Cahiliye şairlerinin içinde bulundukları olumsuz durum. Kur’an’ı şiirle alt
edeceklerine inanmaları.
b) Peygamberimize yöneltilen şairlik ithamları.
Kur’an şiir sanatının zirveye ulaştığı bir dönemde nazil olmaya başladı. İlahi
kelamın büyüleyici güzelliği karşısında şaşkınlığa uğrayan müşrikler, hemen Hz.
Peygamber’i cinlerle ilişkili bir şair olarak değerlendirme yoluna gittiler. Daha sonra da
51
müşrik şairlerin Hz. Muhammed (s.a.v.)‘e yönelik saldırıları başladı. Bu iki önemli
nedenle şiir ve şairler Kur’an’ın konuları arasına girdi.
Kur’anda şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak)
geçer.78
II. KUR’AN DA ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ AYETLER
Kur’an-ı Kerim’de şiir 36/69, şair 21/5, 37/36, 52/30, 69/41, şuara 26/224
79
yer almaktadır.
“Biz ona (Muhammed’e ) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O’nun
getirdiği sade bir zikir ve parlak bir Kur’an’dır.”80
“Onlar, “Hayır! Bu sözler, karışık rüyalardır. Yok onu kendisi uyduruyor; yok
o bir şairdir. (Bunlar) yoksa bize evvelki (peygamber)lere gönderildiği gibi bir mucize
getirsin..!” dediler.”81
“Ve , “Biz, bir mecnun şair için, ilahlarımızı bırakır mıyız?” derlerdi.”82
“Yoksa, “O bir şairdir, biz onun felaketini gözetliyoruz” mu? diyorlar?83
“O, bir şair sözü değildir. Siz pek az inanıyorsunuz.”84
“Şairlere ise, sapıklar tabi olur.”85
Kur’an-ı Kerim’de şiir ve şair kelimeleri bu ayetlerde geçmektedir. Şiir ve şair
kelimelerinin doğrudan geçmeyip, şiire ve şairlere değinen, konuya ışık tutan ayetler de
vardır. Şimdi bu zikredilen ayetlerde şiiri ve onu inşa eden şairin konumunu irdelemeye
çalışalım.
78
Özalp, a.g.e., c.6, s.46
Mu’cemü’l Müfehres, Yayına Hazırlayan Mahmut Çanga, İstanbul,Timaş Yayınları, 2004, s.265
80
Yasin 36/69
81
Enbiya 21/5
82
Saffat 37/36
83
Tur 52/30
84
Hakka 69/41
85
Şuara 26/224
79
52
II.I. “Biz Ona Şiir Öğretmedik”
“Biz ona (Muhammed’e) şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. Onun getirdiği
sade bir zikir ve parlak bir Kur’andır.”86
“Biz ona şiir öğretmedik” cümlesi Hz. Muhammed (s.a.v.)‘in Allah tarafından
öğretildiğine, dolayısıyla da, Allah’ın dilediği şeyleri öğrendiğine, dilemediklerini de
öğrenmediğine bir işarettir.
II.II. Kehanet Ve Sihir İsnadının Anlamı
Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, içlerinde sihir ve kehanetin de bulunduğu
pek çok şeyi isnad etmiş oldukları halde, Allah, “Biz ona sihri…” ; ”Biz ona, kehaneti
öğretmedik” dememiş, özellikle “Biz ona şiir öğretmedik” buyurmuştur.
Kehanete gelince, onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, Hz.Peygamber
(s.a.v.)’in gaybtan haber verip, haber verdiği şeyler de söylediği gibi çıktığı için isnat
ediyorlardı. Sihri ise, mesela ayın yarılması, çakıl taşlarının ve hurma kütüğünün
konuşması vb. şeyler gibi, başkasının yapamadığı şeyleri yaptığı için isnat ediyorlardı.
Şiiri de, Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara Kur’an okuduğunda ona nisbet ediyorlardı.
Ancak ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an ile tehaddi etmiş, meydan okumuştu.
Nitekim Cenab-ı Hak, bu hususu, “Kulumuza indirdiğimizden bir şüphe içinde iseniz,
onun suresi gibi olan bir sure getirin bakalım…”87 buyurarak beyan etmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) “Eğer benim peygamber oluşum hususunda şüphe ediyor iseniz, o
kütüğü konuşturun; yahut, büyük bir kalabalığı doyurun” ve “Gaybdan haber verin”
dememiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in meydan okuyuşu sözle olup ve onlar da Hz.
Peygamber (s.a.v.) konuşurken “şiir söyledi” diye itham edince, Cenab-ı Hak, şiir
öğretmediğini özellikle belirtmiştir.
86
87
Yasin 36/69
Bakara 2/23
53
II.III. Kur’an’ın Şiirden Farkı
“Ve ma yembeğî leh” ne demektir?
Bir takım kimseler, “ Bu, onun için mümkün değildir!” manasındadır” derken,
diğer bazılarına göre, “Bu onun için kolay değildir” anlamındadır. Hatta Şöyle ki: “ O,
bir şiir beyti söylemeye kalkışsa, ondan, kafiyesi tutarsız şeyler duyulur” manasındadır”
demişlerdir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) “ Ve ye’tiyke men lem
tüzevvid bilehbari” şeklinde okumuştur. Bu hususta, bundan daha güzel bir izah da, bu
ifadenin, zahiri manasına göre manalandırılmasıdır ki, zahiri manası da, “şiir ona
yakışmaz ve ona uygun değildir” şeklindedir. Bu böyledir, çünkü şiir, lafız ve vezne
riayet için, mânayı değiştirmeye sevk eder; bunu gerektirir. Binaenaleyh Şari-i Hakim’e
göre, lafız manaya tabidir. Şaire göre ise, mana lafza tabidir. Çünkü şair, şiirin vezninin
veya kafiyesinin, sıhhate kavuşacağı lafızları seçer. Böylece de işte bu lafızlardan ötürü,
manalar hayal etmeye ihtiyaç hisseder. Bu izaha göre diyoruz ki: Şiir, öncelikle, vezni
göz önünde bulundurularak yazılan vezinli (ölçülü) sözdür. Ama manayı ön plana alan
kimseden de, bazen ölçülü ve kafiyeli sözler çıkar. Dolayısıyla bu kimse, böylece şair
olmuş olamaz. “Len tenalu’l birra hatta tunfikû mimmâ tuhibbûn”
88
ayeti, (ahenkli ve
ölçülü olduğu halde), bir şiir değildir. Şairden, “Failatün failatün” vezninde, ayetteki
kadar hareke ve sükunu (açık ve kapalı hecesi olan) bir söz sadır olduğunda, bu şiir olur.
Çünkü şair, hareke ve sükun bakımından harflerin lafızlarını bu şekilde getirmeyi ön
plana almış, manayı ise ikinci derecede almıştır. Hakim ise, manayı ön plana alır.
Böylece de manayı o lafızlarla ifade eder. İşte bu izahla “Hz. Peygamber (s.a.v.) de, bir
iki beyit şiir söylemiştir” diyenlerin sözleri cevaplanmış olur. Bu şiirde, Hz. Peygamber
(s.a.v.) in “Ene ennebiyyu la kezib/ ene ibnu abdi’l muttalib”: “Ben peygamberim,
bunda hiç yalan yok. Ben Abdulmuttalib’in oğlu (torunuyum)”89 şeklindeki şiiridir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) bunları söylerken vezni ve kafiyeyi ön plana almadığı için, bu bir şiir
değildir. Buna göre eğer, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den kafiyeli ve ölçülü uzun bir söz
sadır olsa bile, bu, Hz. Peygamber (s.a.v.), o sözlerin lafızlarını ön plana almadığı ve
esas maksat edinmediği için bir şiir olmaz. Bahsettiğimiz bu hususu, şu da te’yid eder.
Sen, insanların çarşı-pazarda konuştukları sözleri incelediğinde, bunlar içinde de, şiir
88
89
Âl-i İmran 3/92
Buhari, Cihad, 61
54
bahislerine benzer, ölçülü tekerlemeler bulabilirsin. Fakat ne o sözü söyleyen şairdir, ne
de bu söz, o kimse lafzı ön plana almadığı için, bir şiirdir. Hem sonra Hak Teala’nın,
“O, bir öğütten ve açıklayan bir Kur’an’dan başkası değildir” İfadesi de, bu hususu
doğrulamaktadır. Yani “Bu Kur an bir zikir (öğüt) tür ve manayı esas almış bir va’zu
nasihattir.”
Şiir ise, kafiye ve vezinle süslenmiş bir sözdür. Burada şöyle bir incelik vardır:
Hz. Peygamber “Şiirde, hikmet de vardır”90 buyurmuştur. Bu, “şair, lafzı esas alır, lafza
göre hikmetli bir mana uygun düşebilir” demek olup, tıpkı hikmetli kimsenin manayı
hedef alıp, bir şiir veznine uygun düşürmesi gibi. Fakat hakim, bu vezin sebebiyle şair
olmaz, şair de bahsedilen bu şeyden ötürü hakim olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.),
onun şiirini hikmet diye adlandırdı. Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şair
olmadığını bildirmiştir. Çünkü lafız, mananın kalıbıdır. Mana ise, lafzın kalbi ve
ruhudur. Binaenaleyh kalp varken, kalıba bakılmaz. Böylece de sözü, ölçülü, kafiyeli
olan hakim yine hakim olur. Sözünün ölçülü olması, onu hakim olmaktan çıkarmaz.
Sözünden öğüt alınan şair de hakim olmuş olur.91
Şiirde anlam, dilin müzikalitesi ve ritmi karşısında genelde ikinci derecede
kalırken, Kur’an’da tam tersi geçerlidir. Çünkü Kur’an’da, kelimelerin seçimi, sesleri ve
cümle içindeki konumları ve dolayısıyla melodisi ve ritmi daima kastedilen anlamın
destekleyicisi niteliğindedir.92
Yani; Biz Azîmüşşan Muhammed (s.a.v.)’e şiir ta’lim etmedik. Zira şiir;
külfetle söylenir, kafiye ve vezinle örülmüş muzahref uydurma bir söz olduğu gibi
evham-ü hayalat üzere bina kılınmış bir takım mevhumattan ibarettir. Binaenaleyh;
Kur’an’la şiir beytinde asla müşabehet yoktur, böyle mevhumat ve hayalatla uğraşmak
Muhammed (s.a.v.)’e layık olmaz, yakışmaz ve Muhammed (s.a.v.)’in söylediği Kur’an
90
Buhari, Edeb, 90
Fahruddin Er-Razi, Mefatihu’l- Gayb, Terc.( komisyon), Ankara, Akçağ Bas.Yay.,1994, c.18, s.547549
92
Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, 5.Bas.İstanbul, İşaret Yay.,1999,
c.2, s.905
91
55
ise bir takım makul fenler ve hükümlerle dolu, saadet-i dareyne isal edecek ahkamla
müzeyyen, şiirde mevcut olan mevhumattan münezzehtir.93
Kureyşli müşriklerin bir kısmının peygamberi şair ve getirmiş olduğu Kur’an’ı
“şiir” diye nitelemelerine karşılık vermektedir. Oysa Kureyş’in büyükleri için, durumun
hiç de öyle olmadığı ve Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği mesajın onların dillerinde alışık
olduklarından başka bir şey olduğu aşikardı. Oysa Kur’an ile şiiri birbirinden ayırt
edemeyecek kadar gafil değillerdi. Ancak bu yaptıkları bu yeni dine ve onu getirene
karşı halkın arasında açmış oldukları propaganda savaşından başka bir şey değildi.
Onlar, bu mücadelelerindeki propagandası belki halk Kur’an’ı şiirle birbirine
karıştırabilirler diye Kur’anın etkileyici, edebi üslûbuna dayanmakta idi.
Yüce Allah burada, Rasulullah’a şiir öğrettiği iddialarını reddetmektedir. O
öğretmediğine göre, kim öğretebilir şiiri ona? Hiç kimse Allah’ın kendisine
öğrettiğinden başka bir şey bilemez.
Sonra da Yüce Allah, “zaten ona gerekmezdi” diyerek ona şiirin yakışmadığını
ifade buyuruyor.
II.IV. Şiir Duygusal Bir Tepkidir
Şiirin kendine özgü, peygamberlikten ayrı bir yolu vardır. Şiir duygusal bir
tepkidir. Ve bu tepkiyi ifade etmektir. Tepki ise şekil değiştirir, durumdan duruma
değişebilir. Peygamberlik ise sabit, değişmez bir yol, sırat-ı müstakim üzere bir çizgidir.
Peygamberlik, yüce Allah’ın şu varlık alemine hakim olan değişmez kanunlarına uyar.
Bu yol, şiirin bir hal üzere kalmayan yenilenip duran iç tepkilerine göre
değişmesi gibi gelip geçici duygulara göre değişmez.
Peygamberlik, sürekli yüce Allah ile irtibat, onun vahyini direkt olarak almak
ve hayatı Allah’a yöneltmek için sürekli bir gayrettir. Oysa şiirin en yüksek
mertebesinde, bilen insanın anlayışı, yetenekleri ile sınırlı olan düşünceleri ve insan
olması sebebi ile nisbi güzellik ve olgunluğa yönelik özlemleridir. Şiir bu, en yüksek
93
Mehmed Vehbi, Hülasat’ül Beyan, 4.Bas.İstanbul, Üç Dal Neş.,1969, c.12, s.4674
56
mertebesinden daha aşağı basamaklara düşünce artık duygusal tepkiler ve iç güdülerden
öteye gidemez.
Şiir
en
yüksek
mertebesinde
yeryüzünden
yükselen
özlemler
iken
peygamberlik özünde gökten inen bir hidayettir.94
Kur’an’ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kafiyesi yoktur. Mana bakımından
ise şiir, gerçek olup olmadığı aranmaksızın hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak
veya küstürmek gibi hisleri gıcıklayan hayali kuruntulara, zanna dayanan kıyaslara,
duygu oyunlarına aittir. Kur’an ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve
hükümler ile irfan nuru, kesin iman rehberi ve ilahi yadigardır.95
Rasulullah’a şiir öğretilmediği zaten ona yaraşmayacağı ifadesi ilk bakışta şiiri
kötüleme izlenimi vermektedir. Halbuki o dönemde şair kelimesi sadece şiir sanatında
becerisi olanlar için değil, aynı zamanda görünmeyen alemle irtibatları bulunan kişiler
hakkında da kullanılıyordu. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul etmek
istemeyen ve hakkında türlü sıfatlar uyduran müşriklerin onu şair olarak nitelemeleri de
bu sebebe dayanıyordu. Zaten Kur’an’ın şiir olmadığı açıkça görüldüğü için, Hz.
Peygamber hakkında bugün bilinen anlamıyla şair demeleri, ileri sürdükleri iddiaya güç
katamaz ve böyle bir gerekçeyle kamuoyunu etkileyemezlerdi. Nitekim müşriklerin
Resulullah hakkında ithamlar içeren ifadelerinde Kur’an için “şiir” nitelemesi yer
almamakta, sadece Hz. Peygamber şair olarak nitelenmekteydi. (Bk. Enbiya 21/5; Saffat
37/36; Tur 52/30; Hakka 69/41). Kur’an’da şiir kelimesi sadece bu ayette (Yasin Sür. 69
da) geçmektedir.
II.V. Şair İlhamdan Güç Alır
Bilinen anlamıyla şair de kendisine doğan ilhamdan güç alır; fakat İslam öncesi
Araplar’da şair, tabiat üstü bir varlık tarafından sahip olunmuş (kuşatılmış, onun hükmü
altına girmiş) kişi demekti. Onlara göre bu varlık (bir cin) vecd halindeki bir kişiye
(şair) geçici olarak sahip olur, onun ağzından çoğunlukla beyitler şeklinde, normal
Seyyid Kutub, Fî Zılal-il Kur’an, çev. Salih Uçan ,Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İstanbul, Dünya
Yay.,1991, c.8, s. 481-482
95
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Azim Dağ., 1992, c.6, s.425
94
57
haldeki insanın söyleyemeyeceği heyecan veren kelimeler söyler. Cinin insana sahip
olması (tecnin) olayı, yalnız Araplar’a veya Samiler’e özgü olmayıp eskiden beri
bilinen ve modern zamanlarda Şamanizm olarak adlandırılan yaygın bir inanç ve
anlayıştır. Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, bize kadar gelen İslam öncesi şiirlerin
çoğunluğu, son Cahiliyye devrine yani Arap şiirinin ilkel Şamanizm devrinden çok
sonraya aittir; İslam zuhur ettiği zaman şiir düzeyi çok yükselmiş, hemen hemen
bugünkü manada bir sanat dalı haline gelmişti. Dolayısıyla Kur’an’ın geldiği sıralarda
şairlerin hep bir cin tarafından sahip olunmuş kişiler olarak telakki edildikleri de ileri
sürülemez; fakat hakim kültürün etkisiyle şair kelimesinin ilk çağrıştırdığı mananın bu
olması önemlidir. Yine İslam’dan önceki son Cahiliye döneminde şairin sosyal
mevkiinin Arabistan’ın eski devirlerindeki gibi yüksek olmadığı da gözardı
edilmemelidir.
Bu açıklamalar ışığında ayetin hedefi daha iyi anlaşılmaktadır ki bu da surenin
başında kendisi üzerine yemin edilen Kur’an’ın ve hak peygamber olduğu vurgulanan
Hz. Muhammed’e (s.a.v.) verilen görevin mahiyetini aydınlığa kavuşturmaktadır.
Açıktır ki, onun getirdiği vahiy sırf bir öğüt niteliğindedir. Yani kendisi için bir menfaat
sağlama aracı olmayıp sadece insanlığın hayrına ve kurtuluşuna vesile olacak
açıklamalar içermektedir. O, insanların beyinlerini uyuşturacak esrarengiz bilgiler ve
bilmece gibi ifadeler taşıyan bir kelam değildir; aksine muhteva ve üslubuyla insanı
düşünmeye sevk eden apaçık bir Kur’an’dır. Yine o, bazı ibadetlerde okunan ve okunup
gereğince amel edilmesi karşılığında ecir alınan ilahi bir kitaptır. (Zemahşeri, III,
292).96
III. ŞİİRLE İLGİLİ AYETLER
“Onlar, “Hayır! Bu sözler, karışık rüyalardır. Yok onu kendisi uyduruyor; yok
o bir şairdir. (Bunlar )yoksa bize evvelki (peygamber)lere gönderildiği gibi bir mucize
getirsin!..” dediler.97
Kafirler Kur’an’a ta’n etmekte üç kısma ayrıldılar:
96
97
Kur’an Yolu, yaz.(Komisyon), Ankara, D.İ.B.Yay., 2004, c.4, s.450-452
Enbiya 21/5
58
Birinci kısım: Muhammed (s.a.v.)’in Kur’an namıyla getirdiği şey rüyada
görülmüş kuvve-i muhayyelenin hayallerinden ibarettir. Binaenaleyh; gece rüyada
gördüğünü gündüz Kur’an’dır diyerek halka anlatmaktan ibarettir dediler.
İkinci kısım: Muhammed (s.a.v.) kendi icat ettiği şeyleri tervic için Allah’u
Teala’nın kelamı demekle iftira ediyor dediler.
Üçüncü Kısım: Muhammed (s.a.v.) şairdir ve getirdiği Kur’an şiirdir dediler,
“Kur’an rüyada görülen hayalat veya iftira veya şiir olunca nübüvveti ispata kafi mucize
olamaz, binaenaleyh; eğer sözünde sadıksa evvel geçen milletlere gönderilen Rasuller
gibi risaletini ispata kafi bir mucize ve nübüvvetine delalet eden bize bir alamet getirsin
ki, biz de iman edelim” demekle Kur’an nübüvveti ispata kafi mucize olmadığını iddia
ettiler.
Halbuki düşünmediler ki, Kur’an’ ın mu’ciz olmasıyla beraber kendi
menfaatlerini beyan ettiği, Saadet-i dünya ve saadet-i ahireti temine kafi bir çok hakayık
ve dekayıkı cami olduğu ve mugayyebattan haber verdiği cihetle şiirle münasebeti
olmadığı gibi elfazında fesahat ve belağatın evc-i alasında bulunduğu ve rüyada görülen
hayalata müşabeheti olmayıp beşerin kudreti haricinde olduğu cihetle iftira ile alakası
yoktur.
Beyzavi’nin beyanı vechile bu ayette (bel) kelimesi ednadan a’laya terakki
içindir. Çünkü “sihir demek bir nevi harika olmak itibariyle “edğaasi ahlam” demekten
ehvendir. Zira; Kur’an’a edğaasi ahlam demek; sihirden eşna’dır; iftira demekse, daha
ziyade şeni’dir. Kırk küsur sene Rasulullah’ı tecrübe edip asla yalan şaibesi
görmedikleri ve şiir emmaresi bilmedikleri halde “şairdir” demek daha ziyade şeni’dir.
Çünkü; rüya olsa kendilerinin de görmeleri ve şiir olsa onların da söylemeleri lazım
gelirdi. Halbuki böyle rüya göremedikleri gibi böyle şiir söyleyemedikleri dahi
meydanda olduğu halde bu gibi sözlere cüret, iftiradan başka bir şey değildir. 98
“Ve,” Biz, bir mecnun şair için, ilahlarımızı bırakır mıyız?” derlerdi.”99
98
99
Mehmed Vehbi, a.g.e., c.9, s.3392
Saffat 37/36
59
(Fetih 48/26) “Hamiyyetü’l Cahiliyye” (Cahiliye dönemine özgü büyüklenme
kompleksi) denilen duygu onların benliklerini sarıyor ve makul gerekçelerle davasını
çürütemedikleri Rasulullah hakkında delilik, şairlik, kahinlik gibi saçma ithamlarda
bulunup, bu tür içi boş iddialarla onu insanların gözünden düşürüp başarısız
kılacaklarını zannediyorlardı. 100
Onlar, Muhammed (s.a.v.)’e haşa cinnet isnad ederler ve şiire nispet ederek
derler ki “Biz bir şair-i mecnunun davetine icabet eder de mabutlarımızı terk eder
miyiz? Elbette terk etmeyiz.” İşte müşrikler böyle demekle küfürde inatlarını izhar
ederler ve putlara ibadet etmek adetleri olup terk edemeyeceklerine ve terketmek
kendileri için ayıp ve emr-i münker olduğuna işaret zımmında kelamlarını istiflam-ı
inkariye delalet eden hemzeyle irad ettiler. Binaenaleyh; Fahr-i Kainat’ın akıl ve
dehasını ve ilham-ı İlahiyeyle hikmete muvafık sözünü ve işini idrakten aciz
olduklarından cinnete ve şiire nispet etmekle kemal-i hamakat ve beladetlerini izhar
eylediler. Çünkü; kendilerinde fazilet ve meziyet yok ki faziletin kadrini takdir
etsinler.101
“Yoksa, “O bir şairdir, biz onun felaketini gözetliyoruz” mu diyorlar.”
102
Bu
ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir ve İbni İshak’ın İbni Abbas’tan rivayet
ettiklerine göre Kureyş, Dâr-ı Nedve’de Resulullah’ın durumunu görüşmek üzere
toplandıklarında içlerinden biri şöyle dedi: “Onu kelepçeleyip hapsedin, daha önce
geçen Zuheyr, Nabiğa ve A’şa gibi şairlerin helak olup gittiği gibi ölmesini bekleyin.
Çünkü bu da onlar gibi bir şair.” Bunun üzerine “Yoksa (o)” bir şairdir biz ona zamanın
felaketlerini bekliyoruz mu diyorlar?” ayeti indi.
Onların “Kahindir veya mecnundur” sözleri seni bundan alıkoymasın. Sen
Kureyş kafirlerinin cahillerinin dediği gibi ne bir kahin, ne de bir mecnun değilsin.
Kahin; vahiy olmadan gaybı bildiği ve geçmişten gizli kalmış haberler aktardığı
vehmini veren kişidir. Ama senin söylediklerin kehanet değildir. Sen sadece Allah’ın
tebliğini emrettiği vahyi konuşursun. Mecnun ise, Arap örfünde şeytan çarpmış kişiye
denir.
Kur’an Yolu, a.g.e., c.4, s.469
Mehmed Vehbi, a.g.e., c.12, s.4705
102
Tur 52/30
100
101
60
Ey peygamber sen bu sözlere aldırma, bunlar çelişkili boş sözlerdir. Çünkü
kahinin, kehanet yapması için zeki ve akıllı olması lazım gelir. Mecnun aklı kapalı
insandır. Bu yüzden bir insana hem mecnun, hem kahin demek çelişkidir.
Sonra Allah onların Rasulullah (s.a.v.) hakkında söyledikleri bir başka sözü
daha reddederek şöyle buyurdu :
“Yoksa (o) bir şairdir, biz ona zamanın felaketlerini bekliyoruz mu diyorlar?”
Yani yoksa onlar “O bir şairdir, daha önce de benzeri bazı şairlerde görüldüğü gibi
başına bir felaket gelir, helak olur gider, biz de böylece onun bu işinden kurtuluruz,
getirdiği din de silinir gider” diyerek senin helakini mi bekliyorlar. 103
“Yoksa Onlar: O bir şairdir… mu diyorlar?” Yani onlar Muhammed (s.a.v.) bir
şairdir diyorlar. Sibeveyh dedi ki : Allah’ın kullarına bu buyruklar ile, kendi
ifadelerinde kullanılan üslup ile hitap edilmiştir. Ebu Cafer en Nehhas da şöyle demiştir:
Bu güzel bir açıklamadır. Şu kadar var ki, bunun gerekli şekilde açıklaması
yapılmamıştır. Sibeveyh şunu anlatmak istiyor: “(em):Yoksa” lafzı Arapça’da bir
konudan başka bir konuya geçiş için kullanılır. Şairin şu ifadesinde olduğu gibi:
“Sen güzelliğinden süslenme ihtiyacı olmayan birisinden uzak mı kalırsın,
yoksa onu kınar mısın?”
İşte Yüce Allah’ın Kitabında bu türden varid olmuş olan buyrukların anlamı
takrir (doğruyu söyletmek)
azarlamak ve bir konudan, başka bir konuya geçiş
kabilindedir.
“Biz onun, zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını bekliyoruz.” Katade
dedi ki: Kafirlerden bir topluluk: Siz Muhammed’in ölümünü bekleyiniz. Filan
oğullarının şairinin işini ölüm hallettiği gibi, sizi de ölüm Muhammed’den kurtaracaktır,
demişlerdi.
Ed_Dahhak dedi ki: Bu sözleri söyleyenler Abdu’d-dar oğullarıdır. Onlar bu
sözleriyle onun şair olduğunu söylemiş oluyorlardı. Yani bundan önce şairler nasıl
103
Vehbe Zuhayli, Tefsirü’l-Münir, Dımeşk, Daru’l Fikr, 1998, c.27, s.73-75
61
öldüyse, o da pek yakında ölecektir. Üstelik babası da genç yaşta ölmüştü. Belki o da
babası gibi genç yaşta ölür. El-Ahfeş dedi ki: Bu ifade: “Biz onu zamanın ızdırab veren
musibetine uğrayıncaya kadar bekliyoruz” anlamındadır.
“Izdırap veren musibet”: İbn Abbas’ın açıklamasına göre ölümdür. Es-Süddi,
Ebu Malik’ten, o İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Rayb” Kur’an’ı
Kerim’de şüphe ve tereddüt anlamındadır. Yalnız et-Tur Sure’sindeki bir yer
müstesnadır. “Raybe’l Menun” zamanın olayları ve musibetleri demektir. Şair de şöyle
demiştir:
“Başına gelecek zamanın musibetlerini bekle, olur ki Bir gün boşanır yahutta
onun helali (kocası) ölür.” Mücahid de şöyle demiştir: “Zamanın musibeti” zamanın
olayları anlamındadır. “el-Menun” zaman ile aynı şeydir.
El-Esmai dedi ki: “el-Menun” gece ve gündüz demektir. Onlara bu ismin
veriliş sebebi ömrü eksiltmeleri ve ecelleri sona erdirmeleridir. Yine ondan
nakledildiğine göre zamana “menun” deniliş sebebi, hayatın gücünü alıp götürmesinden
dolayıdır.
“el-Menun” müzekker ve müennes olarak gelir. Bunu müzekker olarak kabul
eden “zaman” anlamında ya da ölüm anlamında kabul ederken, müennes olarak kabul
edenler ise, sanki bununla “ölüm” lafzını kastetmiş gibi olurlar.104
“Yahut bunu onlara akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir kavim
midir?”105 Yani onlara bir şeyler mi iniyor, yoksa onlara bu çelişkili sözleri akılları mı
emrediyor? Ki bu sözler, Kur’an’ın bir sihir veya kehanet veya bir şiir olduğu iddiaları
ile Rasulullah (s.a.v.) hakkında “mecnun” ve “o bir şairdir ve kahindir” gibi sözleridir.
Çünkü şair, kahin, mecnun ayrı ayrı şeylerdir. Şair hikmetli konuşur, kahin hurafelerden
bahseder, mecnun ise aklını yitiren kişidir. Halbuki Kureyş büyüklerinin akıllı, zeki ve
fatin insanlar oldukları söylenir. Bu ayetle Allah onların hakkı batıldan ayıramayan
akıllarıyla alay etti. Eğer akıllı olmuş olsalardı, hakla batılı, mucize ile mucize olmayanı
Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el Ensari el Kurtubi, El-Camiu Li Ahkami’l –Kur’an, Beyrut,
Daru’l Kutubu’l İlmiyye,1993, c.17, s.48-49
105
Tur 52/32
104
62
ayırabilirlerdi, Resulullah (s.a.v.) için bazen mecnun, bazen şair, bazen de kahin demek
suretiyle tenakuza düşmezlerdi. Zira kehanet ve şairlik maharet ister, zeka, sanat ve
hayal gücü ister.106
“O bir şair sözü değildir. Siz ne az inanıyorsunuz! O, bir kahin sözü de
değildir. Siz ne az düşünüyorsunuz!”107 buyrulmaktadır.
Mukatil şöyle der: “Cenab-ı Hak buradaki “kalil” (az) sözü ile, onların,
Kur’an’ın Allah’tan olduğuna hiç inanmadıklarını kasdetmiştir. Buna göre mana, “onlar
hiç iman etmezler” şeklinde olur. Nitekim Araplar, “Bize hiç gelmiyor” manasında
“Kalle ma ye’tina (Bize ne de az gelir)” derler.
O kafirler, kalben buna inanıyorlardı. Ama bundan hemen dönüyor, bu konuda
yaptıkları istidlalleri tamamlamıyorlardı. Hak Teala, “O (kafir) düşündü, ölçüp biçti.
Sonra da, “bu ancak seçkin bir büyüdür” dedi” (Müddesir, 18-24) buyurmuştu.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şair olmayışını bildirirken, “ne az iman ediyorsunuz”
un ifadesini; kahin olmadığını bildirirken ise, “ne az tezekkür edersiniz” ifadesini
getirmiştir. Bunun sebebi şudur: Hak Teala sanki, “Bu Kur’an bir şairin sözü değildir.
Çünkü bunun özellikleri, bütün şiir çeşitlerinden farklı. Fakat siz iman etmiyorsunuz,
yani imana yönelmiyorsunuz. İşte bundan dolayı da düşünmekten yüz çeviriyorsunuz.
Eğer imana niyetlenmiş olsaydınız, “O bir şair” şeklindeki sözünüzün yalan olduğunu
bilirdiniz. Çünkü Kur’an’ın terkibi-üslubu –özelliği, bütün şiir çeşitlerinden farklıdır.
Yine bu Kur’an, bir kahin sözü de değildir. Çünkü kahinlerin sözü, şeytanlar ve
şeytanların inkarından kaynaklanır. Binaenaleyh bunun, şeytanların öğretmesiyle olması
mümkün değil. Fakat sizler, Kur’an’ın nazmının nasıllığını ve şeytanları kınadığını
hesaba
katmıyorsunuz.
Dolayısıyla
da
bunun
kehanet
nev’inden
olduğunu
söylüyorsunuz” demektedir.108
Şuara suresi’nin 224. ayetinde: “Şairler (e gelince), onlara da sapıklar uyar.”109
106
Zuhayli, a.g.e., c.14, s.68-69
Hakka 69/41,42
108
Razi, a.g.e., c.22, s.110
109
Şuara 26/224
107
63
Hak ve gerçek peşinde değil, sade bir istek, arzu ve hevesleri peşinde giden,
hep zevk ve eğlence arayan şaşkınlar ve azgınlar onların ardına düşerler. 110
“Şeytanların, kehaneti kahinlere; şiiri de şairlere ilham edip, vermeleri gibi;
Kur’an’ı da Hz. Muhammed (s.a.v)’e getirdiğini söylemek niçin mümkün olmasın?”
deyip, Cenab-ı Hak da, Hz. Muhammed (s.a.v.)’le kahinler arasındaki farkı ortaya
koyunca, bu ayetlerde de, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile, şairler arasındaki farkı gösteren
şeyleri bildirmiştir. Bu fark da, şairlere, genelde azıp-sapanların tabi olmuş olmalarıdır.
111
IV. AYETLERİN IŞIĞINDA ŞİİRİN HÜKMÜ
Yüce Allah’ın : “Şairlere de azgınlar uyar” buyruğu ile ilgili açıklamaları altı
başlık halinde sunabiliriz.
IV.I. Şiirin Hükmü Mahiyetine Göredir
İbn Abbas dedi ki: burada kasdedilen kafirlerdir, onlara cin ve insanlar
arasından sapık olanlar “uyar”. “Azgınlar (el-Gâvûn)”ın haktan uzaklaşmış olanlar
anlamında olduğu söylenmiştir. Böylelikle şairlerin de aynı şekilde azgın kimseler
olduklarını göstermektedir. Çünkü şairler azgın kimseler olmasalardı, kendilerine
uyanlar da onlar gibi olmazlardı.112
Müslim’in rivayetine göre Amr b. Eş-Şerrid babasından şöyle dediğini
nakletmiştir: Bir gün Rasulullah (s.a.v.)’ın terkisine binmiştim. “Umeyye b. Ebi’sSalt’ın şiirlerinden bir şey biliyor musun?” diye sordu. Ben: Evet dedim, O: “Oku”
dedi. Ben de ona bir beyit okudum. Bir daha: “Oku” dedi, yine ona bir beyit daha
okudum, tekrar: “Oku” dedi ve bu ona yüz beyit okuyuncaya kadar böylece devam
etti.113
Bu hadiste, eğer bir takım hikmetler şer’an ve tabiat itibarıyla güzel görülen bir
takım manalar ihtiva ediyor ise, şiir ezberleyip, onlara itina gösterilebileceğine delil
Elmalı, a.g.e., c.6, s.120
Razi, a.g.e., c.17, s.390
112
Kurtubi, a.g.e., c.13, s.145-148
113
Müslim, IV, 1767; Müsned, IV,390
110
111
64
vardır. Peygamber (s.a.v.) Ümeyye şiirinden kendisine daha çok okunmasını istemiştir.
Çünkü Ümeyye hakim birisi idi. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ümeyye b. Ebi’s-Salt az kalsın müslüman oluyordu.” 114
Yüce Allah’ı zikretmeyi, O’na hamd u senada bulunmayı ihtiva eden şiirlere
gelince, bu şiirler de mendub şiirlerdir.
el-Abbas’ın şu beyitlerinde olduğu gibi Allah Rasulu’nden söz eden yahut onu
öven şiirler de böyledir.
“Önceden sen tertemizdin gölgelerde de,
Sonra dünyaya indin, bir beşer değildin (henüz)
Ne bir çiğnemelik et, ne de bir kan pıhtısı,
Aksine gemiye binen bir nutfe idin, o vakit Nesrin( putunun) ve ona
tapınanların,
Seller ağızlarını gemlemişti,
Bir alem geçip gitti mi, yeni bir nesil baş gösterirdi.”
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona: “Allah ağzına sağlık versin”diye
buyurdu.115
Zeyd b. Eslem’in rivayet ettiği gibi peygambere salat ve selam ihtiva eden
şiirler de böyledir: Ömer bir gece bekçilik yapmak üzere dışarıya çıkmıştı. Bir evde bir
kandilin yanmakta olduğunu gördü. Bir yaşlı kadının yün atarken şunları söylediğini
duydu:
“İyilerin salatı Muhammed’e olsun,
En iyiler, en hayırlılar ona salat eylesin.
114
115
Müslim, IV, 1767; İbn Mâce, II, 1236; Müsned, IV, 388-389
el-Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, VIII, 217
65
Sen seher vakitlerinde çokça namaz kılan ve ağlayandın,
Ah keşke bilebilsem- ölümler çeşit çeşittir.
Acaba sevgilimle aynı yurtta bir arada olabilecek miyim?”
Bununla Peygamber (s.a.v.)’i kasdediyordu. Bunu duyan Ömer (r.a.) oturup,
ağladı. Peygamber (s.a.v.)’ın ashabını anmak ve onları övmek de bu şekildedir.
Muhammed b. Sabık’ın şu beyitleri ne kadar güzeldir:
“Hidayetin bayrağı olarak Ali’yi seçtim ben,
Aynı şekilde mağara arkadaşı Atik’i (Ebu Bekir’i) seçtiğim gibi,
Ben Ebu Hafs’tan (Ömer’den) ve onun taraftarlarından da razıyım,
O yaşlı (halife Osman)’ın evinde öldürülmesine ise razı değilim.
Bana göre bütün sahabiler uyulacak önderlerdir,
Bu sözümden dolayı acaba benim için bir ar olur mu?
Benim onları yalnız senin için sevdiğimi,
Biliyorsan eğer, Sen de beni cehennem ateşinden azad et.”
Ka’b b. Züheyr, Peygamber (s.a.v.)’e şu beyitler (ile başlayan meşhur
kasidesi)ni okumuştur:
“Suad ayrıldı bugün, kalbim hastadır bu yüzden,
Bir köledir ardında azad edilemeyen ve zincirlere vurulmuş.
Yola koyulduklarında ayrılık sabahında Suad’ın,
Tatlı bir name vardı sesinde sürmeli bakışlarıyla da bakıyordu önüne,
Islak, parlak dişleri görülürdü ağzında gülümsediğinde,
66
Andırıyor tükrüğü ardı arkasına şarap içirilmiş, susamış bir ağzı.”
Ka’b bu kasidesinde harikulade istiare ve benzetmelerde bulunmuş, Peygamber
(s.a.v.) bunları dinlemiş, Suad’ın ağzındaki tükrüğü şaraba benzetmesine de karşı
çıkmamıştı. Hz. Ebu Bekir (r.a.)’de şu beyitleri söylemiştir:
“Sen bizi bırakıp gitmekle biz de vahyi yitirdik.
Artık Allah’ın kelamı bize elveda dedi.
Değerli kağıtların miras aldıkları,
Ve bize bıraktıkların dışında…
Sen bize bir doğruluk mirası bıraktın
Bundan ötürü selam ve salat sana.”
Rasulullah (s.a.v.) şiiri dinlediğine, Ebubekir (r.a.) şiir söylediğine göre artık
bundan daha ileri derecede taklit edilecek ve uyulacak kimseler olabilir mi?
Ebu Ömer (b. Abdi’l Berr) dedi ki: İlim ehlinden ve akıl sahiplerinden hiçbir
kimse, güzel olan şiire karşı çıkmaz. Ashabın büyüklerinden, ilim ehlinden ve kendisine
uyulacak konumda olanlardan şiir söylememiş, yahut mübah kabilden olup da
muhtevasında hayasızlık, düşüklük, müslüman’a da herhangi bir eziyet ihtiva etmeyen
bir şiiri dinleyip de beğenmemiş hiçbir kimse yoktur. Şayet şiirde ahlaksızca ifadeler,
kötü sözler ve müslüman’a eziyet eden ifadeler bulunursa, şiir ile nesir arasında hiçbir
fark yoktur. Onun dinlenmesi de, söylenmesi de helal değildir.116
Ebu Hureyre rivayetle dedi ki: Ben Rasulullah (s.a.v.)’ı minber üzerinde iken
şöyle buyururken dinledim: “ Arapların söylemiş olduğu en doğru- ya da en şairane- söz
Lebid’in söylediği:
116
Kurtubi, a.g.e., c.13, s.148-151
67
“Şunu bil ki: Allah’ın dışındaki her şey batıldır.”117 Bu hadisi Müslim rivayet
etmiş ve ayrıca şunu eklemiştir : “Ümeyye b. Ebi’s-Salt da az kalsın müslüman
olacaktı.”118
“İbn Sirin’in rivayet ettiğine göre o bir sefer bir şiir okumuş, meclisinde
bulunanlardan birisi ona : Ey Ebu Bekir senin gibi birisi şiir mi okurmuş? deyince şu
cevabı vermiş: Be hey adam, şiir diğer sözlerden kafiyeleri dışında herhangi bir farkı
bulunan bir söz müdür? Onun güzeli güzel, çirkini de çirkindir. Dedi ki: Onlar şiirin
müzakeresini dahi yapıyorlardı.
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b.Mes’ud- Medine’deki on fakihten birisidirondan sonra Medine’nin yedi fukahasından birisidir. Oldukça üstün bir şair ve şiirde
ileri seviyeye ulaşmış birisiydi. Kadı ez- Zübeyr Bekkar’ın da bir şiir kitabı vardır.
Asme adında güzel de bir hanımı vardı. Bir gün bir işten dolayı ona kızdı ve onu boşadı.
Onun hakkında söylediği pek çok şiirleri vardır. Bunlardan birisi de şöyledir :
“Onunla birlikte olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse,
Uçacağım: eğer insan için uçmak mukadderse.”
İbn Şihab dedi ki: Ben ona bu kadar ibadet eden, bu kadar faziletli bir kimse
olmana rağmen şiir söylüyorsun (öyle mi?) dedim. O şöyle dedi: Göğsünden
(kalbinden) rahatsız olan bir kimse derin nefes alabildi mi iyileşir.”119
IV.II. Söylenmesi Uygun Görülmeyen Şiir
Dinlenmesi helal olmayan, söyleyeni de yerilen, zemmedilmiş şiire gelince, bu
batıl sözlerin bulunduğu şiirdir. Öyle ki insanların en korkağını Antere’ye, en
cimrilerini Hatim’e üstün gibi gösterirler. Suçsuz, günahsız kimseye iftira ederler.
Takva sahibi kimsenin fasık olduğunu ileri sürerler. Kişinin yapmadığı şeyleri yapmış
gibi söyleyecek kadar aşırı giderler. Bunu da can sıkıntısını gidermek ve sözleri
güzelleştirmek için yaparlar.
117
Müslim, IV, 1768; Müsned, II, 444,480
Müslim, IV,1768
119
Kurtubi, a.g.e., c.13, s. 148-150
118
68
Rivayete göre en-Numan b. Adi b. Nadla, Ömer b. el- Hattab (r.a)’ın tayin
ettiği bir görevli idi. O şöyle demişti:
“Kim o güzel kadına şu haberi götürebilir ki; Onun kocasına
Meysan’da cam (kâselerle) ve testilerle (şarap) içiriliyor.
İstersem bir köyün dihkanlarını (sahiplerini,otoriteleri) bana şarkı söyler,
Ve bir rakkase her bir parmak ucu üzerinde yükselir.
Şayet sen bana içki sunan kimse isen, o büyük kase ile sun bana
Küçük ve ağzı pürüzlü olanla sunma sakın.
Belki Mü’minlerin Emiri’nin hoşuna gitmez.
Bizim o yıkık, eski köşkte içki sohbetimiz.”
Bu husus Hz. Ömer (r.a.)’e ulaşınca, yanına gelmek üzere ona haber gönderdi
ve : Evet, Allah’a yemin ederim ki, bu benim hoşuma gitmez, dedi. Bu sefer en-Numan
b.Adi: Ey Mü’minlerin Emiri, söylediklerimin hiçbirisini yapmış değilim. Sadece
Fuzuli birtakım sözlerden ibaretti onlar, zaten yüce Allah’da : “Şairlere de azgınlar
uyar, görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler ve gerçekten onlar yapmadıkları
şeyi söylerler” buyurmaktadır.
Bunun üzerine Ömer (r.a.) ona şöyle dedi: Evet, senin gösterdiğin bu mazeret
sana uygulanacak haddin önünü almıştır. Fakat sen bu sözleri söyledikten sonra
ebediyen benim emrimde çalışmayacaksın.
İşte yerilen şiirler ile bu şiirlerin şairlerinin hükmü budur. Böyle bir şiiri
dinlemek mescid veya bir başka yerde okumak helal olmaz. Tıpkı çirkin nesir sözler ve
benzerinde olduğu gibi.
İsmail b. Ayyaş, Abdullah b. Avn’dan, o Muhammed b. Sirin’den, o Ebu
Hureyre’den rivayetle dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “ Güzel şiir, güzel
söz gibidir. Çirkini de çirkin söz gibidir.” Bunu İsmail b. Abdullah eş- Şami rivayet
69
etmiştir. Onun Şam ahalisinden yaptığı rivayetler Yahya b. Main ve başkalarının
söylediklerine göre sahihtir.
Abdullah b. Amr b. el-Âs rivayetle dedi ki : Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: “Şiir de söz ayarındadır. Onun güzeli güzel söz gibidir, çirkini de çirkin
söz gibidir.”120
IV.III. Olumsuz Şiire Karşı Tavır
Müslim’in rivayetine göre Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: “Sizden herhangi birinizin içinin irinle dolması, şiir ile dolmasından daha
hayırlıdır.”121
Yine Sahih’de Ebu Said el- Hudrî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a.v.)
ile birlikte yolda giderken şiir okuyan bir şair ile karşılaştık.
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Şu şeytanı yakalayınız. Çünkü herhangi bir kimsenin
içinin irin ile dolması, şiir ile dolmasından onun için daha hayırlıdır.”122
İlim adamlarımız der ki: Peygamber (s.a.v.)’in bu şaire böyle bir uygulama
yapması, onun halini bilmesinden sonradır. Bu şairin şiiri kazanç elde etmek için bir yol
edinmiş olduğunu ve kendisine mal verilecek olursa, övmekte aşırı gittiği, verilmeyecek
olursa hiciv ve yergide ileri giderek, insanlara mallarında ve namuslarında eziyet
verdiğini daha önceden öğrenmiş olabilir.
Böyle bir durumda olan bir şairin şiir sebebiyle elde ettiği her türlü kazancın
haram olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta söylediklerinin hepsi de onun için
haramdır, ona kulak asmak helal olmaz. Aksine ona gereken şekilde tepki göstermek
icap eder.
Bu hadisin yorumu ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklama şudur: Böyle bir
hüküm şiirin etkisi altında kalan ve onun dışında herhangi bir bilgi sahibi olmaksızın
hep onu öğrenip belleyen kimse hakkındadır. Bu kimse zikir namına hiçbir şey bilmez
Buhari, el- Edebu’l Müfred, I, 299; Darakutni, IV,156; el- Heysemi, Mecmau’z Zevaid, VIII, 122
Müslim, IV, 1769; Buhari, V, 2279; Tirmizi, V,140,141; Müsned, II, 39,288,478,480
122
Müslim, IV,1769; Müsned, III, 8,41
120
121
70
ve bu şiirlerle de hep batıla dalar gider, kendisi için öğünülmeyecek türden yollar izler.
Boş sözler, gelişi güzel konuşmalar, gıybet ve çirkin sözleri çokça söyleyen gibi. Bu
şekilde şiirin etkisi altında kalmış bir kimseden bu aşağılık ve yerilmiş vasıflar ondan
ayrılmaz.
İşte Buhari’nin Sahih’inde bu hadisin başında açmış olduğu babta (başlıkta)
zikrettiği ifadeler bu hususa işaret etmektedir. “İnsanın şiirin etkisi altında kalmasının
mekruh oluşu (ile ilgili varid olmuş rivayetler.)”123
IV.IV. Şiirin Hükmü Muhtevası İle İlgilidir
Şafi dedi ki: Şiir bir çeşit sözdür. Onun güzeli güzel çirkini de çirkin söz
gibidir. Yani şiir bizatihi hoşlanılmayan bir şey değildir. O muhtevaları dolayısıyla
mekruh görülür. Arapların nezdinde şiirin pek büyük bir etkisi vardı. O bakımdan
onlardan birisi çok önceleri şöyle demiştir:
“Ve dilin yarası elin açtığı yara gibidir.”
Peygamber (s.a.v.)’de Hassan’ın müşriklere cevap vermiş olduğu şiir hakkında
şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki
bu onlarda ok atmaktan daha güçlü bir etki
bırakır.”124
Tirmizi de sahih olduğunu belirterek kaydettiği rivayete göre İbn Abbas’tan
şöyle nakledilmiştir: Peygamber (s.a.v.) kaza umresi esnasında Abdullah b. Revaha
önünde yürüdüğü halde Mekke’ye girdi. Bu sırada Abdullah b. Revaha şöyle diyordu:
“Ey kafir oğulları! Açılın yolumdan,
Bugün sizinle onun (Kur’an’ın) indirilmesi dolayısıyla çarpışırız,
Öyle darbeler indiririz ki, kelleleri boyunlarından ayırır,
Ve dosta dostunu hatırlatmaz olur.”
123
124
Buhari, V, 2279
Müslim, IV, 1935
71
Ömer: Ey İbn Revaha! Allah’ın hareminde ve Rasûlullah (s.a.v.)’ın huzurun da
mı (böyle diyorsun)? Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bırak onu ey Ömer! Andolsun
bu onlara atılan oklardan daha hızlı etki eder.”125
IV.V. Şairlerin İzleyicileri
ed-Dahhak dedi ki: Biri ensardan diğeri muhacirlerden iki kişi Rasûlullah
(s.a.v.)’in döneminde karşılıklı olarak hicivleştiler. Bunların her birisinin yanında da
kavminin azgın olanları- demek olan beyinsizleri- vardı. Bunun üzerine bu ayeti kerime
(“Şairlere de azgınlar uyar”) nazil oldu. İbn Abbas da böyle demiştir. Yine ondan gelen
rivayete göre bunlardan kasıt şiirleri rivayet edenlerdir.
Yine Ali b. Ebi Talha’nın ondan rivayetine göre bunlardan kasıt kafirlerdir.
Onlara cin ve insanların sapıkları uyar.
Ğudayf’in rivayetine göre de peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kim
İslam dininde hicvetme çığrını aşarsa onun dilini kesiniz.”126
İbn Abbas’tan rivayete göre de peygamber (s.a.v.) Mekke’yi fethedince İblis
kederle öyle bir bağırdı ve etrafında zürriyetini topladı ve dedi ki: Artık Muhammed
(s.a.v.)’in ümmetini bu günden sonra tekrar şirke döndüreceğinizden yana ümidinizi
kesiniz. Fakat bu iki yerde –Mekke ve Medine’de – şiiri yaygınlaştırınız.
IV.VI. Şiiriyle Öc Alanlar
Yüce Allah’ın: “Görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler.”127 buyruğu
şu demektir: Onlar her boş işe dalarlar. Hak yola uymazlar. Çünkü hak yola uyup
söylediği sözlerin aleyhine yazılacağını bilen bir kimse söyleyeceği sözleri tartar ve
öyle söyler. Bu kimse burnunun doğrultusunda, ne söylediğine aldırmadan serserice söz
söylemez. Bu ayeti kerime Abdullah b. Ez-Ziba’ri, Müsafi b. Abd Menaf ve Umeyye b.
Ebi’s- Salt hakkında inmiştir.
125
Ebu Abdullah Muhammed b. Abdilvâhid el- Makdisi, el- Ehadisû’l- Muhtara, IV, 416,417
el- Heysemi, Mecmau’z- Zevaid, VIII, 123
127
Şuara 26/225
126
72
“Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.” 128
Yani onların çoğu yalan söylerler. Sözlerinde cömertlikten ve iyi şeylerden söz
ederler, ama onlar bu işi yapmazlar. Bu ayeti kerimenin Ebu Azze el- Cumahî ‘nin şu
beyitleri söylemesi üzerine onun hakkında nazil olduğu da söylenmiştir:
“Dikkat edin! Benden peygamber Muhammed’e şu haberi götürün: Muhakkak
ki sen hak (peygamber) sın mutlak malik olan Allah her hamde layıktır.”
“Fakat bana Bedir ve Bedir’dekiler hatırlatıldı mı,
Kemiklerim de, derilerim de ah çekip inler.”
Daha sonra Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revaha , Ka’b b. Malik, Ka’b b.
Züheyr ve hak sözü söylemek bakımından onların izinden giden mü’min şairlerin
şiirlerini istisna ederek şöyle buyurmaktadır: “Ancak iman edip, Salih amel işleyen,
Allah’ı (sözlerinde) çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öclerini alanlar
müstesna…”129 Öc almak ancak hak ile ve yüce Allah’ın çizdiği sınırlar çerçevesinde
olur. Eğer bu sınırları aşacak olursa, bu sefer batıl yol ile intikam alınmış olur.
Ebu’l Hasen el-Müberred dedi ki : “Şairlere de ” buyruğu nazil olunca, Hassan,
Ka’b b.Malik ve İbn Revâha ağlayarak Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna geldiler ve :
“Ey Allah’ın peygamberi dediler. Allah bizim şair olduğumuzu bildiği halde bu ayeti
kerimeyi indirmiş bulunuyor. Peygamber (s.a.v.) bu sefer onlara ondan sonraki
buyrukları okuyun dedi: “Ancak iman edip salih amel işleyen” kimseler sizlersiniz.
“Allah’ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna!”
İşte bunlar da sizlersiniz. Öç almak ise müşriklere cevap vermekle olur. Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Haydi siz de öcünüzü alınız, fakat haktan başka bir şey
söylemeyiniz. Babalardan, annelerden de söz etmeyiniz.”
Ka’b da : Ey Allah’ın Rasulu dedi. Şüphesiz ki Allah şiir hakkında senin
bildirdiğin buyrukları indirmiş bulunuyor. Bu hususta ne dersin? Peygamber (s.a.v.)
128
129
Şuara 26/226
Şuara 26/227
73
şöyle buyurdu: “Muhakkak ki mü’min canıyla, kılıcıyla ve diliyle cihad eder. Nefsim
elinde olana yemin ederim ki sizlerin onlara attıklarınız tıpkı oklar gibidir.”130
Ka’b dedi ki : “Suhayna (çorbacılar, Kureyş’i kastediyor) geldi ki Rabbi ile
yarışsın da mağlup etsin diye, herkesi yenik düşüren kimse ile yarışa kalkan, elbette
yenik düşecektir.”131
ed-Dahhak’ın İbn Abbad’ın rivayetine göre o yüce Allah’ın : “Şairlere de
azgınlar uyar” buyruğu daha sonra gelen “ancak iman edip, salih amel işleyen…ler
müstesna” buyruğu ile neshedilmiştir.
el- Mehdevi dedi ki: Sahih’te İbn Abbas’tan gelen rivayete göre bu bir (nesih
değil istisnadır.)” 132 Bize göre de doğrusu budur.
IV.VI.I. Yapmadıklarını Söyleyen Şairler
“Onlar,
hep,
yapamayacakları
şeyleri
söylüyorlar.”
Bu
da
dalalet
işaretlerindendir. Çünkü onlar, bazen cömertliğe teşvik ediyor, bazen cömertlikten yüz
çevirtiyor; bazen cimriliğe teşvik ediyor, bazen ise, ondan nefret ettiriyor; bazen
insanları, atalarından çıkmış ufacık bir kusur ile tenkit ediyor, ama kendileri daha
büyüğünü yapıyorlar. Bu da onların azıp sapmalarına delalet ediyor. Hz. Muhammed
(s.a.v.)’e gelince, O, işe önce kendisinden başlamıştır. Çünkü Cenab-ı Hak ona, “Sakın
Allah ile beraber diğer bir tanrı daha çağırma. (sonra) azaplandırılanlardan olursun”133
buyurmuştur. Daha sonra da oymak oymak akrabalarına dini tebliğ etmiştir. Çünkü
Cenab-ı Hak O’na “Sen (önce) aşiretini uyar”134 diye emretmiştir ki bütün bunlar, o
şairlerin yollarına benzemez. Bu anlattıklarımız ile, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
durumunun, o şairlerinkine benzemediği ortaya çıkar.
130
Müsned, VI, 387
Sıddik b. Hasen el-Kannûci, Edebu’l Ulûm, I, 330
132
Kurtubî, a.g.e., c.13, s.151-154
133
Şuara 26/213
134
Şuara 26/214
131
74
IV.VI.II. Makbul Şairler
Cenab-ı Hak daha sonra, işte
Hz. Peygamber ile şairler arasındaki farkı
anlatmak için, şairlerin bu kötü özelliklerini sayınca şu dört vasfı taşıyan şairleri,
bunlardan istisna etmiştir:
1- “İman, bu “iman edenler müstesna” cümlesi ile anlatılmıştır.”
2- Ameli salih. Bu da ayette “Salih amelde bulunanlar” cümlesi ile
anlatılmıştır.
3- Bunların şiirlerinin, tevhid, nübüvvet ve insanları hakka davet hususlarında
olması… Bu da, “Allah’ı çok zikrederler” cümlesi ile anlatılmıştır.
4- Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri durumu dışında, hiç kimseyi
hicvetmemeleri… Bu da, “Zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar böyle değildir”
cümlesi ile anlatılmıştır. Çünkü Cenab-ı hak, “Allah, çirkin sözün alenen söylenmesini
sevmez, zulme uğrayanlardan olursa bu müstesna...”135 buyurmuştur. Hem sonra bu
hususta şart olan, haddi aşmayı bırakmaktır. Çünkü Cenab-ı Allah, “Kim size karşı
haddi aşarsa , siz de tıpkı onların haddi aşmaları kadar ona karşı koyun (haddi aşın)”136
buyurmuştur. Ayette ki, bu istisna ile, Abdullah b. Revaha, Hassan b. Sabit, Ka’b b.
Malik, Ka’b b. Züheyr gibi şairlerin kasdedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü bunlar
şiirleriyle Kureyş kafirlerini hicvediyorlardı. Ka’b b. Malik, (r.a.)’in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.) bana, “Kureyş’i hicvedin. Canım, elinde olan Allah’a
yemin ederim ki, sizin onlara bu hicviniz, ok yağdırmadan daha çetindir.” Yine Hz.
Peygamber (s.a.v.), Hassan b. Sabit (r.a.)’e hep, “Söyle, Ruhûl Kudüs de seninledir”
derdi.”137
V. ŞİİR HAKKINDA PEYGAMBER (S.A.V)’İN HADİSLERİ
Şiir
hakkında
Peygamber
Efendimizin
birçok
hadisi
edebildiğimiz kadarıyla, bu hadislerin hepsini, nakletmeye çalışalım.
135
Nisa 4/148
Bakara 2/194
137
Razî, a.g.e., c.17, s.391
136
75
vardır.
Tespit
Ubey İbnu Ka’b (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki : “Şiirde
hikmet vardır.”138
Ebu Davud’da İbnu Abbas (r.a.)’dan yapılan bir rivayet şöyledir : “Rasulullah
(s.a.v.)’a bir bedevi geldi. (Dikkat çekici bir üslupla) konuşmaya başladı. Efendimiz:
“Şurası muhakkak ki beyanda sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de
hikmetler vardır” buyurdu.”139
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “ Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Sizden
birinin içine onu bozacak irin dolması, şiir dolmasından hayırlıdır.” 140
el-Hudri’den Müslim’in kaydettiği bir diğer rivayette şöyle denmiştir:
“Rasulullah(s.a.v.) yürümekte iken karşısına şiir inşad eden bir şair çıktı. Efendimiz:
“Şeytanı tutun” veya “Şeytanı yakalayın”diye emretti.
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) şair Hassan İbnu Sâbit (r.a.)için
mescide hususi bir minber koymuştu. Hassan, orada kurulup mufâhara yapar veya
Rasulullah (s.a.v.)’ı hasımlarına karşı müdafaa ederdi. Peygamberimiz “Allah (c.c.)
Hassan’ı, Rasulullah’ı müdafaa ettiği veya onun adına mufâhara yaptığı müddetçe
Ruhu’l –kudüs’le takviye etmektedir” derdi .”141
Amr İbnu’ş- Şerrid, babasından (Şerrid’den naklen radıyallahu anh) anlatıyor:
“Bir gün ben Rasulullah’ın bineğinin arkasına binmiştim. Bir ara bana :
“Hafızanda Ümeyye İbnu Ebi’s-Salt’ın şiirinden bir şeyler var mı?” diye sordu.
Ben: “Evet!”deyince :
“Söyle!” dedi. Ben kendisine bir beyit okudum. O yine:
“devam et!”dedi. Ben bir beyit daha okudum. O yine,
Buhâri, Edeb 90; Ebû Dâvud, Edeb, 95; Tirmizi, Edeb, 69; İbnu Mace, Edeb, 41
Ebu Davud, Edeb, 95, Tirmizi, Edeb, 63
140
Buhari, Edeb, 92; Müslim, şiir 7; Ebu Davud, Edeb 95; Tirmizi, Edeb, 71
141
Buhari, Edeb, 91; Ebu Davud, Edeb, 95; Tirmizi, Edeb, 70
138
139
76
“Söyle!”emretti. Böylece kendisine yüz beyit okudum.” 142
Câbir İbnu Semure (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasulullah (s.a.v.)’la yüz defadan
fazla birlikte oturdum. Ashabı ona şiirler okuyor, cahiliye devriyle ilgili hadiseleri
zikrediyorlardı. Rasulullah (s.a.v.) da sâkitane onları dinlerdi. Bazen (anlatılanlara)
onlarla birlikte tebessüm buyurduğu olurdu.”143
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “ Rasulullah (s.a.v.) Umretu’l-kaza sırasında
Mekke’ye girdiği zaman şairi Abdullah İbnu Ravâha, önünde yürüyor ve şu şiiri
okuyordu:
“Ey kafir çocukları (Rasulullah’a) yol açın!
Bu gün ona gelen vahiy adına, size, öyle bir vururuz ki, tepenizi yerinden
uçurur, ve dostu dostuna unutturur.”
Bunu gören Hz. Ömer: “Ey İbnu Ravâha! Sen Rasulullah (s.a.v.)’ın önünde ve
Allah’ın Harem bölgesinde şiir mi okuyorsun?” dedi. Ancak Rasulullah:
“Ey Ömer bırak onu. Onun şiirleri, Mekkeli kafirlere oktan daha çabuk tesir
eder!” diyerek müdahale etti.”
Yine Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.)’ın (kafilenin yürüyüş
temposunu ezgileriyle) canlı tutan bir kölesi vardı, adı Enceşe idi. Bu zat güzel sesli
birisiydi. Rasulullah (s.a.v.) ona:
“Ey Enceşe ağır ol! Şişeleri kırma- veya şişeleri sevkederken ağır ol- dedi. Şişe
ile zayıf kadınları kastediyordu.” 144
Heysem İbnu Ebi Sinan’ın anlattığına göre, bu zat, Ebu Hureyre (r.a.)
Rasulullah (s.a.v.)’ı zikrettiği kıssalarında dinlemiştir. (Bu kıssaların birinde) Ebu
Hureyre, Efendimizin şu sözünü nakletmiştir:
Müslim, şiir 1
Tirmizi, Edeb 70
144
Buhari, Edeb 90; Müslim, Fezail 70
142
143
77
“O sizin bir kardeşinizdir, uygunsuz bir söz söylemez.”
(Ravilerden Zuhri der ki:) “Rasulullah, burada İbnu Ravâha’yı kastetmiştir.”
(Abdullah İbnu Ravâha, Efendimiz hakkında methiyede bulunmuştur:)
“Tanyeri ağarıp Fecr-i sâdık yükseldiği sırada Rasullullah, bize kitabını
okuyarak geldi. O bize körlükten (dalaletten) sonra hidayeti gösterdi. Kalplerimiz onun
söylediklerinin hak olduğuna inanmıştır. Kafirlere yatakları ağırlık verirken, Rasulumuz
geceyi uyanık geçirir.” 145
V.I. “Cebrail Seninle Beraberdir”
Hz. Berâ (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.), Kureyza günü, (şairi) Hassan
İbnu Sabit’e:
“Müşrikleri hicvet, zira Cebrail seninle beraberdir!” dedi.” 146
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Hassan İbnu Sabit, (Mekkeli)müşrikleri hicvetmek
için Hz. Peygamber (s.a.v.)’den izin istedi. Hz. Peygamber :
“Benim nesebimi nasıl hariç tutacaksın?” dedi. Hassan (r.a.): “Senin (nesebini)
sade yağdan kıl çeker gibi, onlardan çekip çıkaracağım!” cevabını verdi.” 147
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.)’ın şöyle söylediğini işittim:
“Hassân onları –yani müşrikleri hicvetti, hem şifa verdi, hem de şifa buldu.”
Hassân (r.a.) buyurdu ki: “Sen Muhammed’i hicvettin, ben de onun adına cevap
veriyorum. Bu işimde Allah katında mükafat vardır.”
Sen Muhammed’i nezih, muttaki, Rasulullah vefakâr, ahlaklı olduğu halde hicvettin.
Sen O’na denk olmadığın halde O’nu hiciv mi ediyorsun?
İkinizden hangisi kötü ise iyi olana feda olsun.
145
Buhari, Edeb 91, Teheccüd 21
Buhari, Edeb 91, Bed’u’l- Halk 6, Megâzi 30; Müslim, Fezâilu’s-Sahabe 153
147
Buhari , Edeb 91, Menakıb 16, Megâzi 33; Müslim, Fedâilu’s-Sahabe 156-157
146
78
Muhakkak ki, babam, babası ve ırzım,
Muhammed’in ırzını sizden korumak için muhâfızdır.
Kızcağızımı kaybedeyim, şayet siz atlarımızı
Kedâ’nın etrafını toz duman etmiş göremezsiniz.
O atlar, üzerinize gemlerini çekerek gelirken,
Sırtlarında ince mızraklar vardır.
Atlarımız pek hızlı koşarlarken,
Kadınlar başörtüleriyle tozlarını alırlar.
Şayet bizden yüz çevirirseniz umre yaparız,
Fetih geldi mi; perde kalkar.
Aksi takdirde öyle bir günün kavgasını bekleyin ki,
O günde Allah dilediğini aziz kılacaktır.
Allah der ki: “Ben bir kul gönderdim,
O hakkı söyler, kendisinden hiçbir gizlilik yoktur.”
Allah der ki: “Ben bir ordu hazırladım,
Bu ordum emeli cihad olan ensardır.”
Biz (Ensarîler)e her gün Kureyş’ten
Ya sövmek, ya kavga, ya da hiciv vardır.
Öyle ise, sizden kim Rasulullah’ı hicveder,
Veya över veya yardım ederse bizce birdir.
79
Allah’ın Rasulu Cibril aramızdadır.
Ruhûl Kudüs’ün bir dengi yoktur.”148
V.II. Şairin Söylediği En Doğru Söz
Ebu Hureyre anlatıyor: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Bir şairin söylediği
en doğru söz Lebid’in söylediği şu sözdür: “ Haberiniz olsun, Allah’tan başka her şey
batıldır. Umeyye İbnu Ebi’s-Salt müslüman olayazdı.” 149
Hz. Aişe (r.a.) nin anlattığına göre, kendisinden, Rasulullah (s.a.v.)’in şiirden
bir şeyler terennüm edip etmediği sorulmuştur da şu cevabı vermiştir: “Evet, İbnu
Ravâha’nın şiirini terennüm eder ve şu mısra’ı okurdu:
“Kendisine azık vermediğin kimseler sana haber getirecek.”150 Cündeb İbnu
Abdillah
(r.a.) anlatıyor: “Biz Rasulullah (s.a.v.) ile beraber olduğumuz bir anda
kendilerine bir taş isabet etti, kaydı ve parmağı kanadı. Bunun üzerine:
“(Parmağım ne sızlarsın?) sen ancak kanayan bir parmak değil misin? (Bu
kazaya da, boşa değil) Allah yolunda uğradın” buyurdu.”151
Aişe (r.a.) : “Peygamber (s.a.v.) Hassan için mescidde hususi bir mihrap
yerleştirdi. Üzerine çıkıp oturur ve Peygamber (s.a.v.)’i savunacak şiirler söylerdi.
Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle derdi: “Allah; Hassan’ı, Allah Rasulü’nü savunduğu
sürece, Rûhu’l- Kudüs’le teyid eder.”152.
Ebû Hureyre (r.a.)’den : “Hassan mescidde şiir söylerken Ömer geldi. Ona yan
yan bakınca, Hassan şöyle dedi: “Ben burada senden daha hayırlı kimse varken şiir
söylerdim.”
Müslim, Fezailu’s- Sahabe 157
Buhari, Edeb 90; Menakıbu’l- Ensar 20, Rikak 29; Müslim, Şiir 3; Tirmizi, Edeb 70
150
Tirmizi, Edeb 70
151
Buhari, Edeb 90, Cihad 9; Müslim, Cihad 112
152
Buhari, Edeb 91/1,VII, 108
148
149
80
Bunun üzerine Ömer, Ebu Hureyre’ye dönüp şöyle dedi: “Allah aşkına söyle
Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediğini duydun mu?
‘Allah’ım! Benden kabul et!
Allah’ım onu Rûhül-Kudüs’le teyid et!’
Ebu Hureyre ‘Evet’ diye cevap verdi.” 153
“Hadislerde geçen “Kişinin içinin şiirle dolması” ifadesinden kasdedilen mana
hakkında Nevevi şöyle der:
Yani adam şiirlere öyle ağırlık verir ki, şiir onu Kur’an-ı Kerim ve dini
ilimlerle meşgul olmaktan alıkor. Böylece şiire dalmak mezmumdur, yani yerilmeye
mahkumdur. Şayet Kur’an’ı Kerim, hadisler ve diğer dini bilgilerle iştiğalı ve bilgisi
daha çok olup bunun yanında biraz şiir de bellerse bunda bir sakınca olmaz. Çünkü
böyle bir kimsenin içi şiirle dolu sayılmaz.”154
Sindi, “Şüphesiz ki bazı şiirler hikmettir” hadisinin izahı bölümünde şunları
söylüyor:
Şiirin dinen güzel veya çirkin sayılması hususunda onu meydana getiren
kelimelerin ve cümlelerin bir fonksiyonu yoktur. Bir şiirin dinen iyi veya kötü sayılması
içerdiği mana bakımındandır. Durum bu olunca ifade tarzının nesir veya nazım olması
da neticeyi değiştirmez. Eğer mana gerçeğe uygun, doğru bir şey ise, başka bir deyimle
ibret verici öğüt ise din bakımından güzel ve iyi sayılır. Şayet bunun tersine; yalan
mübalağalı veya haksız bir kötüleme gibi, çirkin bir şey ise kötü ve fena sayılır. Şiirin
iyiliği veya kötülüğü buna göredir.155
VI. ŞİİR HUSUSUNDA ULEMA İKİYE AYRILIR
Şiir söylemenin caiz olup olmadığı hususunda müctehidler ikiye ayrılmıştır.
Bir kısmı şiir söylemenin caiz olduğunu belirtmişlerdir ki, Şa’bi, Amir b. Sa’d elBeceli, Muhammed b. Sirin, Said b. el-Müseyyeb, Kasım, Servi, Evzai, Ebu Hanife,
Malik, Şafi, Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf, Muhammed, İshak, Ebu sevr, Ebu Ubeyd
Buhari, Salat 68, I, 116; edeb 91/3, VII, 109- Müslim, Fedailu’s Sahabe 151
Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve Şerhi, Ter.ve Şerh. Haydar Hatipoğlu, İstanbul, Kahraman
Neşriyat, c.9, s.554
155
Sünen-i İbni Mace Tercemesi ve şerhi, a.g.e., c.9, s.549
153
154
81
hep hicveden, fuhuştan, müslümanlardan birinin şeref ve haysiyetine taarruzdan hali
olan şiirin söylenmesinde bir sakınca görmemişlerdir.
Delilleri, Şair Hassan b. Sabit’ten rivayet edilen, Peygamber Efendimizin “Ey
Hassan, Kuffar-ı Kureyş’e cevap ver. İlahi onu Ruhü’l-Kudüs’le (Cibril’le) te’yid et”
hadisi ile, Ümmü’l Mü’minin Aişe (r.a.)’dan rivayet olunan; “Rasullah (s.a.v.) Hassan
(r.a.) için mescidde bir minber kurdurur, Hassan da o minberin üstüne çıkıp Küffarı
hicvedermiş.” vb. hadislerdir.
Mesruk, İbrahim en-Nehai, Salim b. Abdullah, Hasan el-Basri, Amr b. Şu’ayb
ise şiirin rivayetini de okunmasını da mekruh görmüşlerdir.Dellilleri, “Şairler(e gelince)
görmüyor musun onları (nasıl her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar? Ve onlar
yapmadıkları şeyleri söylerler)”156 ayeti kerimesi ile, “Birinizin içinin irin ile dolup
harap olması onun hakkında, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır.”157 hadisi şerifidir.
Ötekiler ise, bu nehyi her türlü şiire şamil addetmeyip “küfür ve fuhş-i kelam
ile dolu şiir hakkındadır” derler. Nitekim Rasul-i Ekrem’in çok kere şiir dinlemiş
olmaları, vezne uymayarak bile olsa, başkalarının şiirlerinden parçalar okuması,
özellikle Hz. Hassan’a bunca teşvik edici sözler söylemesi hep evvelce saydığımız
ulema topluluğunun ictihadlarını doğrulamaktadır.”158
“İbni Kayyım ise, musıkiyi
şeytanın ezanı, şiiri şeytanın Kur’anı’dır diye bir hadis naklettikten sonra, şiire mesafeli
durmaktadır.
İbn Ebi Dünyanın rivayet ettiği bir hadiste musikiye şeytanın Kur’anı ve ezanı
adı verilmişti. Şeytan Allah’ın huzurundan kovulunca ev, meclis, yemek, içki, müezzin,
Kur’an kitap, söz, elçi ve tuzak istemiş, Allah Teala da hamam evin, Pazar meclisin,
besmele çekilmeyen şeyler yemeğin, sarhoşluk veren şeyler içeceğin, çalgı aletleri
müezzinin, şiir Kur’anın, insan vücuduna yapılan nakışlar kitabın, yalan sözün, kahinler
elçilerin ve kadınlar tuzağın olsun demişti. İğasetü’l lehfân, c.I, s. 270. İbn Ebi
Dünyanın Ebu Ümame vasıtasıyla Hz. Peygamberden rivayet ettiği bu hadisin sahih bir
Şuara 26/225-226
Buhari, Edeb 92; Müslim, şiir 7-9; İbn Mace, Edeb 42; Tirmizi, Edeb,71
158
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, hazır.Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Necat Akdeniz,
İstanbul, Şamil Yayınevi, c.3, 1989, s.176
156
157
82
hadis olmadığının İbn Kayyım da farkındadır. Onun için: “Bunu teyid eden daha bir çok
rivayetler mevcuttur. Zaten iyi ve güzel sözün kitap ve sünnetten bir şahidi vardır.”
demektedir. aynı eser aynı yer. Yani İbn Kayyıma göre şiire şeytanın Kur’anı, çalgı
aletlerine şeytanın müezzini demek güzel bir şeydir. Ve güzel olduğu için de Kur’an ve
sünnette bu manayı teyid eden işaretler mevcuttur. Şiir ve musıki gibi güzel sanatlara
değil de bu sanatları yermek için söylenen sözlere güzel demek zihinde güzellik
kavramının teşekkül etmediğinin bariz bir delilidir.”159
VII. HUZUR-U SAADETTE BİR ŞAİR
Ka’b ve Büceyr… O devirde edebiyatta çok ilerlemiş bulunan Arabistan’ın
yedi meşhur şairinden Züheyr’in oğulları. Kız kardeşleri Hansâ da onlar gibi şairdi,
kendi çocukları da.
Züheyr karakterli bir insandı. Şiirle hikmeti birleştiren, lüzumsuz laflara
tenezzül etmeyen güçlü bir şairdi. Yahudi ve hristiyan ilim adamlarıyla sohbetleri
sırasında son peygamberin yakında geleceğini öğrenmişti. Bir gece, rüyasında gökten ip
gibi, urgan gibi bir nur demetinin sarktığını görmüş, elini uzatmış, fakat tutamamış. Bu
rüyayı
ahir
zaman
peygamberinin
yakında
geleceği,
fakat
kendisinin
ona
yetişemeyeceği tarzında yorumlamış; bu peygambere yetiştikleri takdirde ona iman
etmelerini oğullarına tavsiye etmiş… Züheyr, Hz. Peygamberin zuhurundan bir yıl önce
vefat etmişti.
Ka’b ve Büceyr, Mekke’nin fethinden sonra İslam dini mevzuunda tereddüte
düşenlerdendi: Zafer üstüne zafer kazanan Muhammed el-Emin haklı olabilirdi. Bu işin
aslını öğrenmek maksadıyla iki kardeş yola koyuldular. Medine’ye birkaç konaklık
mesafe kalmıştı ki Ka’b gitmemek, kalıp dinlenmek istedi. Büceyr kardeşinden
ayrılarak, Rasulullah’ın huzuruna varıp müslüman oldu. Ka’b ise, çoğu islam
düşmanlarının kaçıp sığındığı Taif’e gitti.
Ka’b, kardeşi Büceyr’in müslüman olmasını tasvip etmiyordu. Kendisine
manzum bir mektup yazmıştı. Şöyle diyordu:
159
Süleyman Uludağ, İslam Açısından Musıkî ve Sema, İstanbul, İrfan Yayınevi,1976, s.151-152
83
İletin mesajımı Büceyr’e aziz dostlar:
Dinler misin sözümü, vah sana dinler misin?
Dinlemiyorsan eğer, söyle bakalım bize,
Hangi dine sokmuşlar seni, hiç söyler misin?
Bir dine ki ne annen benimsemiş ne baban
Ne de bir dost benimser… başını eğer misin?
Bir kadeh sundu sana Ebu Bekr ve kandırdı,
Peşinden me’mur sundu üstüste, içer misin?
Şair ka’b, bu sözleriyle, kardeşi Büceyr’i müslümanlıktan vazgeçmeye
çağırıyordu. Şiirin son beytinde Peygamber Efendimizden “me’mur” diye bahsetmek
suretiyle ona dil uzatıyordu. Ka’b ayrıca peygamber ailesinden bazı hanımları aşk
şiirlerine konu ediniyor ve Taif’teki islam aleyhtarı komitelerle işbirliği halinde
bulunuyordu. Bütün bu sebepler yüzünden Rasul’i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, Ka’b’ın
can emniyetini kaldırmıştı, onunla karşılaşan herhangi bir müslüman onu öldürebilirdi.
Zaman Ka’b’ın ve diğer İslam düşmanlarının aleyhine işliyordu. Azılıların bir
kısmı yakalanıp öldürülmüş, diğerleri de kaçmıştı. Taif cuntasının da ömrü pek uzun
görünmüyordu.
Taif muhasarasından sonra (Miladi, 630) Züheyr oğlu Büceyr, kardeşi Ka’b ın
durumuna acır, ona bir mektup yazar:
“…Eğer arzu ediyorsan koş, Rasulullah’a gel; çünkü o, tövbekar olup gelen
hiçbir kimseyi öldürmez. Aksi takdirde kaçıp kurtulacak bir yer bulmaya bak!”
Büceyr mektubunda şunları da yazıyordu:
Sözümü kardeşime ileten biri var mı:
84
İslam’a karşı çıkman, diretmen doğru değil!
Uzza’yı, Lât’ı bırak, Allah’a, yalnız ona
Gönlünü çevir de gel, hak yol bu, gayrı değil.
Gönlü pak müslüman’dan başkası, Büyük Günde,
Kurtuluşa eremez, dost sözü, eğri değil.
Babam Züheyr’in dini, dedem Ebu Sülma’nın
İnancı haram bana, put onlar Tanrı değil!
Ka’b kardeşinin mektubunu alınca telaşa kapılır, dostlarına danışır, düşünür…
Müslüman olmaya karar verir. Gizlice Medine’ye girer, önceden dostluğu bulunan bir
sahabenin evine gider. Ertesi gün, onunla birlikte, erkence sabah namazına gider.
Namazdan sonra Hz. Peygamberin yanına varır, oturur, elini elinin üzerine kor ve :
-Ya Rasullallah, der. Züheyr oğlu Ka’b, tövbekar ve müslüman olarak geldi,
senden can güvenliği ister. Onu huzuruna getirirsem kabul eder misin?
- Evet, kabul ederim.
-Ben Züheyr oğlu Ka’b’ım ya Rasulallah !
-Ya, sen misin? Sen benim için… Nasıl demişti, Ebu Bekir?
-“Bir kadeh sundu sana Ebu Bekr ve kandırdı,
Peşinden me’mur sundu üstüste, içer misin?”
-Evet, böyle diyen değil misin, sen?
- Hayır, ya Rasulallah, me’mur demedim ben, me’mun (emin) dedim.
Bu konuşmaları duyan Medine’li bir sahabe Ka’b’ın üzerine atılır, onu
öldürmek için Peygamberden izin ister. Hz. Peygamber :
85
- Dokunma ona; o, tevbe etmiş, eski halinden vazgeçmiştir. Ka’b, oracıkta,
peygamber Mescidinde, Rasulullah’ın karşısında meşhur kasidesini baştan sona kadar
okur. 60 beytten ibaret olan bu kasidenin baştan itibaren yarısından fazlası arap
ediplerinin ananesine bağlı olarak, aşktan ve sevgiliden bahseder. Sonraki beyitler de ise
katlinin mübah kılındığı günlere ait ıstırabını dile getirir, Rasulullah’tan af diler ve onu
över.
VII.I. Banet Suad
Meşhur şair, Züheyr oğlu Ka’b’ın Mescid-i saadette, Rasulullah’ın huzurunda
okuduğu kaside, edebiyat tarihinde “Bânet Suad (Suad’dan ayrı düştüm)” kasidesi diye
tanınır. Rivayete göre Hz. Peygamber, Suad’ın kim olduğunu sormuş, şair de
“Amcamın kızı ve eşim” cevabını vermiş. Kasidenin birkaç beyti şöyledir:
Sevdiğim bunca insan ve ümit bağladığım
“Sana faydam dokunmaz…” deyince dedim ki ben:
Çekilin be, yolumdan, hey gidi nesebsizler!
Tanrı’nın her yazdığı elbetteki olacak.
Her ananın evladı ne kadar esen kalsa,
Bir gün eğri bir sala konulup taşınacak…
Duydum ki Rasulullah hakkımda emir vermiş,
Bağışlanmak daima ondan beklenen bir iş,
Affet beni ya Rasul! İhsan eylesin sana,
Kur’an mucizesini gökten indiren Huda…
Koğucunun sözüyle tutma beni sorumlu,
Bunca ithama rağmen suçsuzum ben, ey ulu!
86
O Rasul-i Kibriya bir nurdur, ışık saçan,
Keskin ve yalın kılıç, ilahi kılınçlardan…
Şair Ka’b bu beyti söyleyince Peygamber Efendimiz Mescidi saadette bulunan
ashaba dönerek beğendiğini ifade buyurmuş ve sırtındaki hırkayı çıkararak Ka’b ın
omzuna koymuştur.160
VII.II. “Mü’min Dili İle De Savaşır”
“-Bu iki zatı tanıyor musun Abbas?”
- Evet, ya Rasulallah, şu, aşiretinin reisi Ma’rur oğlu Berâ, bu da Malik oğlu
Ka’b.
- Malik oğlu Ka’b, yani şair?
- Evet, ya Rasulallah…
Medine’li ünlü şair Malik oğlu Ka’b “Rasulallah’ın benim için “şair” demesini
hayatım boyunca unutmadım” diyordu.161
Malik oğlu Ka’b, şiirlerinde daha çok savaş konusunu işliyor, İslam
düşmanlarını bununla korkutuyordu. Bunun yanında İslam mücahitlerinin verdikleri
şehitler için en güzel ağıtları söylüyordu. Kendisi:
-Şiir hakkında ne buyurursunuz, ya Rasulallah? diye sorunca şu cevabı almıştı:
-Mümin, kılıcı ile de dili ile de savaşır.
Yine Rasul-i Ekrem (s.a.v.) onu şöyle müjdelemişti:
160
161
Bekir Topaloğlu, İslam Tarihinden Yapraklar, İstanbul, Nesil Yayınları,1982, s.144-149
Topaloğlu, a.g.e., s.158
87
- Biliyor musun, Ka’b, Allah sana şu beytinden dolayı teşekkür ediyor.
- “Bulamaç kavmi gelmiş, Rab’lerini yenmeye,
Allah’a kafa tutan mahkumdur yenilmeye.”162
VII.III. Şiir, Dili Tatlılaştırır
Hz. Aişe, “Evlatlarınıza şiir öğretiniz, dillerini tatlılaştırır”163 sözüyle şiirin dil
boyutuna göndermede bulunmuştur. Kur’an-ın anlaşılması yönünde cahiyile şiirinden
yararlanılmasına
önemli
sahabiler
başvurmuştur.
Mufaddal
ed-
Dabbi,
Hz.
Peygamber’in sahabilerinden şiir okumayan, şiiri örneklemede kullanmayan kimsenin
olmadığını164 rivayet etmiştir. İbn Abbas’ın Kur’an’ın iyi anlaşılması için Arap şiirini
bilmenin gereğine işaret ettiği bilinmektedir.165
VII.IV. Hz. Ömer ve Şiir
Hz. Ömer de büyüdüğü kültürel ortam içinde, özellikle Mekke gibi önemli
merkezde yaşaması sebebiyle şiir kültürüne ve bilgisine vakıf olmuş; onun Araplar için
ifade ettiği anlamın ve bu topluma kazandırdığı değerlerin bilincinde olmuştur. “Araba
verilen şeyin en iyisi beyitlerdir. İnsan ona ihtiyaç duyunca onu sunar, saygıdeğer
insanın teveccühünü kazanır, kötü insanı da kötülüğünden vazgeçirir”166 demiştir. Hz.
Ömer oğluna, “Ey oğlum, güzel şiirleri ezberle, edebin artar, edebi bilmeyen hakkını ifa
etmiş olmaz. Şiirin güzeli güzel ahlaka götürür, kötülüklerden alıkoyar” 167 sözüyle
nasihat etmiştir. Çevresindeki insanlara “Şiir yüce ahlaka, doğru görüşe ve neseb
bilgisine ulaştırır”168 diyerek eski şiiri öğrenmelerini tavsiye etmiştir.
Hz. Ömer şiiri sever, yalnız başına olduğunda okur, yanına gelenlere de
okuturdu. Kendisine sorulan sorulara şiirle cevap verir, örneklemede kullanırdı. Önemli
Topaloğlu, a.g.e., s.159-160
İbn Abdi Rabbih, el-İkdu’l-Ferid, Neşr. Ömer Tedmuri,Beyrut, Dar’ul-Kitab el –Arabi,1990, c.5, s.258
164
Ebu Zeyd el- Kureşi, Cemheretu Eş’ari’l-Arab, Neşr. Muhammed Ali el-Haşimi,Dımaşk, Daru
Kalem,1986, I, 162
165
Ebu Zeyd el- Kureşi, a.g.e., I, 146
166
el- Muberrid, Ebu’l- Abbas Muhammed b. Yezid, el-Kamil, Beyrut, Muessese Risale,1993, c.1, s.103
167
el-Kureşi, a.g.e., I, 158; el- Muberrid, a.g.e. I, 344
168
el-Kureşi, a.g.e., I,159
162
163
88
kaynaklarda, ona ait olduğu söylenen birkaç şiiri dışında şiirleri zikredilmemektedir;
şiiri olarak aktarılanları da şiirden çok nasihat içerikli sözleridir. Bir gün yeni bir elbise
giymiş gezerken insanların elbisesine baktıklarını görünce, onlara şu şiirini okumuştur:
(Gördüğün hiçbir şeyin güleryüzü kalmaz Allah kalır, mal ve çocuk fani olur.
Bir gün Hürmüz’e hazineleri fayda vermez Ad ebedi olmaya çalıştı, olamadı.)169
Hz. Ömer Kur’an ın ölçülerine uygun görmediği şiir faaliyetlerine, hiciv, kadın
ve içkiden bahsedilen şiirlere ve şairlerine yasaklar getirmiştir. Bu tür faaliyetleri,
cahiliye döneminin kötü geleneklerinin tekrar diriltilmesi gayreti olarak görmüştür.170
Ancak bu faaliyetleri değerlendirirken, kendi bildiğini uygulayan bir halife olarak değil,
sanata duyarlı, sanata ve sanatçıya hakkını veren bir anlayışı ön plana çıkarmıştır.
Hz. Ömer şiirin kalıcı, ölümsüz bir sanat olduğunun farkında olmuş ve
kalıcılığını insanlara hatırlatmıştır. Gatefan’dan yanına gelen Herim b. Sinan Ebi Harise
el- Murri’nin oğluna, Zuheyr b. Ebî Sulma’nın kendileri hakkında söylediği şiirleri
okumasını istemiş, şiirleri kendisine okuyunca ona, “O sizin için şiir söyler, siz de ona
ihsanda bulunurdunuz. Ancak sizin ona verdikleriniz gitti, onun size verdikleri kaldı.”
171
demiştir.
İbn Reşik el- Kayrevani, el-Umde fi Mehasini’ş-Şi’r ve Adabihi, Neşr. Muhammed Karkazan,
Dımaşk,1994, I, 96
170
Yahya Cuburi, Şi’ru’l Muhadramin ve Eseru’l- İslam Fih, Beyrut, Muessese Risale,1981,
s.318
171
İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş- Şu’ara,Beyrut, Daru İhyai’l- Ulüm,1994, s.78
169
89
SONUÇ
Şiir, bir şeyi zeka ve fetanetle iyice anlatmak manasındadır ve bilmek anlamına
gelen ilimden daha özel bir manaya gelmektedir.
Istılahta ise kasten ve irade ile söylenen vezinli, kafiyeli sözdür.
Şiirin tarihi insanlığın tarihi kadar eski. Şairlik ise istidat ile mümkün.
Çalışarak şair olunmaz. Ancak bir insanın doğuştan şiire istidatı varsa, şiir kumaşı
mevcutsa, bu insan çalışarak daha büyük bir şair olabilir. Bu tıpkı sesi güzel olan bir
insanın sesini eğitmesine benzer. Bunları düşündüğümüz zaman Hz. Adem (a.s.)’le
başlayan insanlık tarihinde, günümüze kadar her zaman ve zeminde şairler gelmiştir.
Fakat peygamberler bu hükmün dışındadır. Şiir, biz gibi eksik insanların süsüdür.
Peygamberlik makamının ve peygamberlerin şiire ihtiyacı yoktur.
Şair, herkesin fark edemediğini fark eden, hissedemediğini hisseden insandır.
İlk devirlerden itibaren bu kabiliyette insanların var olduğu muhakkaktır. Onlar bu
farklı sezişlerini bir yolunu bularak insanlara aktarmışlardır. Bu daha sonra yatağını
bulan bir akarsu gibi mecrasına doğru akmıştır. Ve şiir şekilden şekle girmiştir. Ancak
ritim, ahenk, vezin ve ölçü bir duygu yağmuru altında şiirde hep varola gelmiştir.
Genel anlamda şiir kainatta da mevcuttur. Rüzgarların esmesi, dalgaların sahile
vuruşu, kuşların cıvıldaşması, bir şelalenin köpük, köpük akışı,… bunlar da şiir! Şiir
kainatın özünde var, insanın ruhunda…
Şiir hakkında verilecek hükme gelince: Şiir bizatihi kendisi iyi veya kötü diye
yaftalanamaz. İyisi de olur şiirin kötüsü de. Bu şiirin muhtevasına bağlıdır. İnsanlara
öğüt veren, ufuk açan, müsbet yönde etki eden şiirlerin okunması da yazılması da
güzeldir. Hatta Peygamber Efendimiz bu tür şiirleri övmüştür. Rasulullah’ın bir şaire
“Şu beytinden dolayı Allah sana teşekkür ediyor ” demesi mevzuyu aydınlatmaya yeter.
Yine Peygamberimizin “Ya Hassan onlara şiirle cevap ver” buyurması, muhtevası güzel
şiirlerin takriri sünnet olduğunu ortaya koyar.
Şiirin bir kısmı Kur’an ve hadislerde yerilmiştir. Bu tarz şiirler, insanların
şahsiyetleriyle alay eden, onları aşağılayan, dine çatan, kin, nefret ve haset tohumlarını
90
gönüllere eken, insanlara menfi yönde tesir eden şiirlerdir. Bu noktada şiir ile nesrin
arasında hiçbir fark yoktur. Yazılan nesirde ve şiirde önemli olan kasdedilen şeydir,
niyettir, ne anlatılmak istendiğidir. Ve bu anlatılan şey güzelse iyidir, kötüyse zararlıdır.
Hüküm buna göre verilir.
Muhakkak ki şiir insanları etkileyen yazılı sanatların en üstünüdür. Şiirle
insanın ruhu kanatlanır, sonsuz ufuklara yelken açar. Bu noktada şiirin ve dolayısıyla
şairin mesuliyeti ortaya çıkmaktadır. Kur’an’da yerilen şairler, İslam’a çatan,
peygamberin ve müslümanların ailesine dil uzatan, içkiden vs. bahseden müteşairlerdir.
Bu tür şairleri ve şiirlerini tasvip etmek mümkün değildir. Çünkü Kur’an ve hadis
bunların pespaye, adi şeyler olduklarını bize beyan buyurmaktadır. Bunlar haram
şeylerdir. Bizim özellikle üzerinde durmak istediğimiz yüce duyguların ürünü olan
şiirdir. Bu bir nevi ilham. Belki de içimizdeki meleğin sesi, nefesi. Bu neviden şiirler
insanlığın yararınadır. Kur’an’ın beyanına, Rasulullah’ın açıklamalarına uygundur.
Rasulullah şiir dinlediğine, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer… şiir söylediğine göre,
ayrıca iki cihan serveri, şairleri şiir söylemeleri hususunda teşvik ettiğine, onları
övdüğüne göre, başka söze ne hacet!
Ve şairlere ilk ve en büyük ödülü veren de yine Nebiler Nebisi.
Şiir Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama sanatı.
Şair, Sevgililer Sevgilisinin, Peygamber hırkasının üzerine atıldığı kelam
prensi. Gerisi kıylukâl!..
91
KAYNAKÇA
- ADONİS, Arap Poetikası, çev. Emrullah İşler, İstanbul, Y.K.Y., 2004
- AKSAN, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, İstanbul, 1993
-ANA BRİTANNİCA Genel Kültür Ansiklopedisi(Encyclopaedia Britannica
Chicago), İstanbul, Hürriyet Ana Yayıncılık A.Ş., 1994, I-XXXI
-BANARLI, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul,
M.E.Bas., 1983, I-II
-BOZKURT, Nebi, Hadis’te Folklor Eğlence, 1. bas., İstanbul, M.Ü.İ.F.Yay.,
1997
-BUHARİ, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, Sahih-i Buhari, Çağrı Yay.,
İstanbul, 1992, I-III
-CUBÛRİ, Yahya, Şi’ru’l Muhadramin ve Eseru’l- İslam Fih, Beyrut,
Muessese Risale, 1981
-CÜRCANİ, Seyyid Şerif Ali b. Muhammed, Kitabu’t Tarifat, 3. bask.,
Beyrut, Daru’l Kütübu’l İlmiyye, 1988
-DAREKUTNİ, Ali b. Ömer, es- Sünen, neşr. Abdullah Haşim Yemani,
Kahire, 1966, I-IV
-DEMİRAY, Kemal, Temel Türkçe Sözlük, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1990
-DOĞAN, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, 11. bask., İstanbul, Bahar
Yayınları, 1996
-EBU DAVUD, Süleyman b. el- Eş’as, Sünen, İstanbul, Çağrı yay., 1992, I-V
-EBU DAVUD, Süleyman b. el- Eş’as, Sünen, Terceme Ve Şerhi (haz.)
Necati Yeniel, Hüseyin Kayapınar, Necat Akdeniz, İstanbul, Şamil Yayınevi, 1989, IXVI
92
-EFLATUN, Devlet, ME.V. Yayını, İstanbul, 1944, I-III
-ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı, çev.Cahit Koytak, Ahmet Ertürk,
5.bask., İstanbul, İşaret Yay., 1999, I-III
-FURAT, Ahmet Subhi, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Ed.Fak.Bas., 1996
-HAMMADÜRRAVİYE, Muallakatü’s-Seb’a, çev. Şerafeddin Yaltkaya,
İstanbul, M.E.Bas., 1985
-HEYSEMİ, Mecmau’z- Zevaid, Beyrut, Daru’l Fikr, 1994, I-X
-HUART, Clement, Arab ve İslam Edebiyatı Tarihi, çev.Cemal Sezgin,
Ankara, tarihsiz
-IZUTSU, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş,
Ankara, 1963
-İBN ABDİ RABBİH, el-İkdu’l-Ferid, neşr. Ömer Tedmuri, Beyrut, Dar’ulKitab el –Arabi, 1990
-İBN HALDUN, Mukaddime, çev. Zakir Kadirî Ugan, İstanbul, M.E. Bas.,
1988, I-III
-İBN KUTEYBE, eş-Şi’r ve’ş- Şu’ara, Beyrut, Daru İhyai’l- Ulûm,1994
-İBN MACE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen, Çağrı Yay., 1992,
I-II
-İBN MACE, Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen, Tercemesi ve Şerhi,
Haydar Hatipoğlu İstanbul, Kahraman Neşr., ts., I-X
- İBN MANZUR, Ebu’l Fazl Cemalüddin Muhammed b. Mükerrem, Lisanü’l
Arab, Kahire, Daru’l Mearif, 1119, I-VI
- KANTER, Necati, “Vahiy Risalet Ve Şiir” Elazığ, F.Ü.İ. F.Der, 1999
93
- KAYREVANİ, İbn Reşik, el-Umde fi Mehasini’ş-Şi’r ve Adabihi, neşr.
Muhammed Karkazan, Dımaşk, 1994
- KISAKÜREK, Necip Fazıl, Çile, 37. bask., İstanbul, b.d. yayınları, 1998
-KUR’AN YOLU, (komisyon), Ankara, D.İ.B.Yay., 2004, I-V
-KUREŞİ, Ebu Zeyd, Cemheretu Eş’ari’l-Arab, neşr. Muhammed Ali elHaşimi, Dımaşk, Daru kalem, 1986
-KURTUBİ, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed el Ensari , El-Camiu Li
Ahkami’l –Kur’an, Beyrut, Daru’l Kutubu’l İlmiyye, 1993, I-XX
-KUTUB, Seyyid, Fî Zılal-il Kur’an, çev. Salih Uçan ,Vahdettin İnce,
Mehmet Yolcu, İstanbul, Dünya Yay., 1991, I-X
-MEYDAN LAROUSSE Büyük Lügat ve Ansiklopedi, Sabah, 1992, IXXIV
-MUBERRİD, Ebu’l- Abbas Muhammed b. Yezid, el-Kamil, Beyrut,
Muessese Risale,1993
-MU’CEMU’L
MÜFEHRES,yayına
hazırlayan:
Mahmut
Çanga,
İstanbul,Timaş Yayınları, 2004
-MU’CEMU’L VESİD, (komisyon), İstanbul, Çağrı Yayınları, 1996, I-II
-MUTÇALI, Serdar, Mu’cem’ul Arabiyyi’l Hadiys, İstanbul, Dağarcık
Yayınları, 1995
-MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin b. el Haccâc, Sahih-i Müslim, Çağrı Yay.,
İstanbul, 1992, I-III
-ÖZALP, Ahmet, “şiir-şair”, Şamil İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Şamil
Yayınevi, 1994, I-VI
94
-RAZİ, Fahruddin, Mefatihu’l- Gayb, terc.( komisyon), Ankara, Akçağ
Bas.Yay.,1994, I-XXIII
-SAMİ, Şemsettin, Kamus-i Türkî, 7. bask., İstanbul, Çağrı Yayınları
-ŞERİATİ, Ali, Sanat, çev. Ejder Okumuş, Şamil Öcal, Said Okumuş,
İstanbul, Şura Yayınları, 1997
-TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevra, Sünen, İstanbul, Çağrı Yay.,
1992, I-III
-TOPALOĞLU, Bekir, İslam Tarihinden Yapraklar, İstanbul, Nesil
Yayınları, 1982
-ULUDAĞ, Süleyman, İslam Açısından Mûsıkî ve Sema, İstanbul, İrfan
Yayınevi,1976
-VEHBİ, Mehmed, Hülasatü’l Beyan, 4.bask., İstanbul, Üç Dal Neşr.,1969, IXVI
-YAZIR, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Azim Dağt.,
1992, I-X
-ZUHAYLİ,Vehbe, Tefsirü’l-Münir, Dımeşk, Daru’l Fikr, 1998, I-XXXII
95
Download