1 İÇİNDEKİLER Önsöz ....................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................... 2 Kurullar .............................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................. 3 Bilimsel Program ............................................................................................................................................................................................................................................................................................................ 4 - 13 Konuşmacı Özetleri .......................................................................................................................................................................................................................................................................................... 14 - 50 Kongre Sözlü Bildirileri ........................................................................................................................................................................................................................................................................... 51 - 70 Kongre Poster Bildirileri ............................................................................................................................................................................................................................................................... 71 - 243 Diyabet Ekibi Kursu Sözlü Bildirileri ................................................................................................................................................................................................ 244 - 249 Diyabet Ekibi Kursu Poster Bildirileri ............................................................................................................................................................................................................ 250 - 256 1 Değerli Meslektaşlarım, Akdeniz Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalımız ve Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Derneği işbirliği ile düzenleyeceğimiz yirmibirinci UPEK hazırlıklarımızı sürdürüyoruz. İlk kez 2017 ilkbahar döneminde ve Antalya’da gerçekleşecek olan kongremizde bilimsel konuların ana başlıkları bilimsel kurul tarafından belirlendi. Kongre öncesinde başlayan Diyabet Ekibi Kursu ve Pediatrik Endokrinolojiye Giriş Kursu önceki yıllardakine benzer şekilde ortak diyabet oturumlarıyla sonlanacak. Sözel bildiriler ve poster sunumları ile ÇEDD-Net çalışmalarına yer ayırdığımız kongremizde konferans, panel ve interaktif oturumlar ile katılımınızı sağlamayı amaçlıyoruz. Kongrenin başarılı olmasında en önemli faktör sizin değerli katılımınız olacaktır. Görüşmek dileğiyle Prof. Dr. İffet Bircan 2 KONGRE DÜZENLEME KURULU KONGRE BAŞKANI Prof. Dr. İffet Bircan ÇOCUK ENDOKRİNOLOJİSİ VE DİYABET DERNEĞİ BAŞKANI Prof. Dr. Feyza Darendeliler KONGRE SEKRETERİ Prof. Dr. Sema Akçurin KONGRE SEKRETER YARDIMCISI Uzm. Dr. Mesut Parlak ÜYELER Prof. Dr. Murat Aydın Prof. Dr. Ali Kemal Topaloğlu Doç. Dr. Samim Özen Doç. Dr. Korcan Demir BİLİMSEL PROGRAM KURULU KONGRE BAŞKANI Prof. Dr. İffet Bircan ÇOCUK ENDOKRİNOLOJİSİ VE DİYABET DERNEĞİ BAŞKANI Prof. Dr. Feyza Darendeliler KONGRE SEKRETERİ Prof. Dr. Sema Akçurin KONGRE SEKRETER YARDIMCISI Uzm. Dr. Mesut Parlak ÜYELER Prof. Dr. Murat Aydın Prof. Dr. Ece Böber Prof. Dr. Zeynep Şıklar 3 Prof. Dr. Serap Turan III. PEDİATRİK ENDOKRİNOLOJİYE GİRİŞ KURSU – 1. GÜN 09:00 - 09:15 09:15 - 10:15 Prof. Dr. Ercan Mıhçı 09:15 - 09:45 09:45 - 10:15 10:15 - 10:30 Kahve Arası 10:30 - 12:00 Prof. Dr. Erdal Adal Prof. Dr. Ayhan Abacı 10:30 - 11:00 Prof. Dr. Ayhan Abacı 11:00 - 11:30 Prof. Dr. Erdal Adal 11:30 - 12:00 12:00 - 13:00 13:00 - 14:30 Prof. Dr. Gülay Karagüzel Prof. Dr. Pınar İşgüven 13:00 - 13:30 Prof. Dr. Gülay Karagüzel 13:30 - 14:00 Prof. Dr. Pınar İşgüven 14:00 - 14:30 14:30 - 14:45 Kahve Arası 14:45 - 16:45 Büyüme ve Puberte Doç. Dr. Zeynep Atay Doç. Dr. Gönül Çatlı 14:45 - 15:15 15:15 - 15:45 Büyüme Hormonu Başlama Kıstasları 15:45 - 16:15 Puberte Prekoks Doç. Dr. Zeynep Atay 16:15 - 16:45 20:30 - 22:30 4 XVI. DİYABET EKİBİ KURSU – 1. GÜN Açılış Konuşmaları Kongre Başkanı Prof. Dr. Şükrü Hatun 08.30 - 09.00 Prof. Dr. Hülya Günöz 09.00 - 11.15 A (Temel Düzey) / SALON A Başkanlar: İnsülinler ve Doz Ayarlamaları Hem. Ebru Ercanlı Ağdaş SALON D Başkanlar: Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu, Hem. Münevver Dündar Doz Ayarlamaları Başkanlar: / SALON E Doç. Dr. Tolga Ünüvar Yar. Doç. Dr. Mesut Parlak Dyt. Zeynep Subaşı 1. Aşama Doç. Dr. Dyt. Alev Keser Doç. Dr. Erdal Eren 11.15 - 11.30 Kahve Arası 11.30 - 12.00 Ortak Oturum 1 Başkanlar: Prof. Dr. Şükrü Hatun Araş. Gör. Uzm. Eda Aktaş 12.00 - 13.00 Öğle Yemeği 12.00 - 13.00 Poster Sunumu (DP-01 / DP6) Poster Salonu Başkanlar: 13.00 - 14.30 Prof. Dr. Zeynep Şıklar Hem. Ebru Ercanlı Ağdaş (Çoklu Doz ve Pompa) 14.30 - 15.00 Kahve Arası 5 XVI. DİYABET EKİBİ KURSU – 1. GÜN 15.00 - 16.00 Başkanlar: r DS-01 , Hakan Avan DS-02 DS-03 , Gülşen Aytar, İlknur Arslanoğlu DS-04 Şükran Darcan, Damla Gökşen DS-05 16.00 - 16.30 , Ela Durdu, Ayşehan Akıncı Ortak Oturum 3 Prof. Dr. Rüveyde Bundak Prof. Dr. Zehra Aycan 16.30 - 17.00 Başkan: Ortak Oturum 4 Doç. Dr. Gül Ünsal 17:00 - 17.30 Ortak Oturum 5 Prof. Dr. Şükrü Hatun 17.30 - 18.00 20:30 - 22:30 / Tiyatro 6 III. PEDİATRİK ENDOKRİNOLOJİYE GİRİŞ KURSU – 2. GÜN 08:30 - 10:00 Başkanlar: Prof. Dr. Şükrü Hatun Prof. Dr. Ayla Güven 08:30 - 09:00 Prof. Dr. Şükrü Hatun 09:00 - 09:30 Prof. Dr. Ayla Güven 09:30 - 10:00 10:00 - 10:30 Başkan: 10:30 - 11:00 10:30 - 11:00 11:00 - 11:30 Doç. Dr. İhsan Esen 11:30 - 12:30 Başkan: Doç. Dr. Mehmet Emre Taşçılar 11:30 - 12:00 Doç. Dr. Şenay Savaş Erdeve 12:00 - 12:30 Doç. Dr. Mehmet Emre Taşçılar 12:30 - 13:30 7 XVI. DİYABET EKİBİ KURSU - 2. GÜN 08:30 - 12:00 KURS 1 / SALON A Doç. Dr. Dyt. Alev Keser KURS 2 / SALON C - KURS 3 / SALON D Prof. Dr. Rüveyde Bundak KURS 4 / SALON E Pompa Kursu 12.30 - 13.30 Prof. Dr. Damla Gökşen Öğle Yemeği 8 BİLİMSEL PROGRAM 13:30 - 13:45 Kongre Açılışı UPEK 2017 Kongre Başkanı Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet Derneği Başkanı Başkanlar: 13:45 - 17:15 Prof. Dr. İlknur Arslanoğlu 13:45 - 14:15 14:15 - 15:00 14:15 - 14:35 Doç. Dr. Alev Yılmaz 14:35 - 14:55 14:55 - 15:00 Ortak Tartışma 15:00 - 15:30 15:30 - 16:15 Uydu Sempozyum (MEDTRONIC) Prof. Dr. Damla Gökşen Başkanlar: 16:15 - 17:15 Prof. Dr. Gülay Karagüzel S-01 S-02 S-03 Kashyap A. Patel Kerem Yıldız Gönül Çatlı S-04 İlknur Arslanoğlu S-05 S-06 , Tolga Ünüvar, Ahmet Anık, Işıl Sönmez Damla Gökşen Başkanlar: 17:15 - 17:45 Prof. Dr. Zehra Aycan Prof. Dr. Alev Özon 17:45 9 BİLİMSEL PROGRAM 08:00 - 10:00 08:45 - 09:30 Sınav / SALON B Çalışma Grupları Toplantısı 09:30 - 10:20 Büyüme Hormonu - IGF - 1 Eksen Bozuklukları Başkanlar: Prof. Dr. Abdullah Bereket Prof. Dr. Nazlı Gönç Doç. Dr. Şükran Poyrazoğlu 09:30 - 09:50 09:50 - 10:10 10:10 - 10:20 Ortak Tartışma 10:20-10:45 Kahve Arası 10:45 - 12:00 Konferans Başkanlar: 10:45 - 11:15 11:15 - 11:45 11:45 - 12:00 12:00 - 13:00 12:00 - 13:00 13:00 - 13:45 Ortak Tartışma Öğle Yemeği Poster Sunumu (P-001 / P098) Poster Salonu Uydu Sempozyumu (SANOFİ) Doç. Dr. Barış Akıncı Başkanlar: 13:45 - 14:55 Prof. Dr. Şükran Darcan Doç. Dr. Tülay Güran 13:45 - 14:10 14:10 - 14:40 Olgu Sunumları 14:40 - 14:50 Ortak Tartışma Doç. Dr. Şükran Poyrazoğlu Başkanlar: 14:50 - 15:50 S-07 Ayhan Abacı S-08 S-09 Aslı Derya Kardelen S-10 S-11 Ece Öge Enver S-12 15:50 - 16:10 Kahve Arası 10 BİLİMSEL PROGRAM Başkanlar: 16:10 - 17:00 Prof. Dr. Rüveyde Bundak Prof. Dr. Zeynep Şıklar Prof. Dr. Betül Ersoy 16:10 - 16:30 16:30 - 16:50 16:50 - 17:00 Ortak Tartışma 17:00 - 17:40 Prof. Dr. Serap Turan Prof. Dr. Hakan Döneray Olgu Sunumları 17:40 - 18:40 Prof. Dr. Alev Ozon Başkan: Prof. Dr. Ömer Tarım Yıllık Doç. Dr. Erdem Durmaz 17:40 18:00 18:20 20:00 Doç. Dr. Doğa Türkkahraman SALON A 11 BİLİMSEL PROGRAM 07:30 - 08:00 Akılcı İlaç Kullanımı Başkanlar: 08:00 - 09:00 Prof. Dr. Behzat Özkan 08:00 - 08:20 Prof. Dr. Ege Tavmergen 08:20 - 08:40 Prof. Dr. Barış Altay 08:40 - 09:00 Ortak Tartışma 09:00 - 09:30 Kahve Arası Başkanlar: Prof. Dr. Oya Ercan 09:30 - 10:30 S-13 S-14 İhsan Turan S-15 Prematür telarşlı infantta AMH düzeyi ve AMH’nın mini pubertedeki rolü Nursel Muratoğlu Şahin, Hatice Nursun Özcan, Elvan Bayramoğlu, Erdal Kurnaz, Melikşah Keskin, Şenay Savaş Erdeve, Semra Çetinkaya, Zehra Aycan S-16 Müge Atar S-17 S-18 İki Farklı GHRHR Geni Fonksiyon Kaybı Mutasyonuna Bağlı İzole Büyüme Hormonu Eksikliği Olan 3 Aileden 7 Olgunun Değerlendirilmesi Şenay Savaş Erdeve 10:30 - 12:00 Genel Kurul 12:00 - 13:00 Öğle Yemeği 13:00 - 13:45 Poster Sunumu (P-099 / P174) Poster Salonu Başkanlar: 13:45 - 14:35 Prof. Dr. Ayhan Abacı Prof. Dr. Gary Butler 13:45 - 14:05 14:05 - 14:25 14:25 - 14:35 Ortak Tartışma Başkan: Serkan Karaismailoğlu 14:35 - 15:05 15:05 - 15:20 Kahve Arası 12 BİLİMSEL PROGRAM 15:20 - 16:10 Başkanlar: Sorunlu Puberteler Prof. Dr. Zeynep Şıklar 15:20 - 15:40 15:40 - 16:00 16:00 - 16:10 Ortak Tartışma 16:10 - 16:40 Konferans Prof. Dr. Ayla Güven Prof. Dr. Damla Gökşen 16:40 Ödül Töreni ve Kapanış 13 KONUŞMACI ÖZETLERİ KONUŞMACI ÖZETLERİ 14 KONUŞMACI ÖZETLERİ Yeni İnsulin Analogları ve Ek Tedaviler İlknur Arslanoğlu Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Tip 1 diyabetin (T1D) tedavisi klasik olarak bir insülin replasman tedavisidir. Ancak şu ana kadar gelinen noktada insülin tedavi rejimleri ne ideal HbA1c düzeyini sağlamada, ne hipogliseminin önlenmesinde ne de glisemik dalgalanmaların azaltılmasında yeterince başarılı olamamaktadır. Bu nedenle T1D tedavi alanındaki çalışmalar biyomekanik yaklaşımlar ve hücresel tedavilerin yanısıra ilaç geliştirme çalışmaları olarak da devam etmektedir. İlaç çalışmalarını yeni insülinler ve insülin dışı ilaçlar olarak iki grupta toplamak mümkündür. Yeni insülinler 1920 lerden beri insülin preparatlarının özellikleri değişik yönlerden geliştirilmektedir. Önceleri mevcut canlı insülinlerine yapılan biyokimyasal girişimlerle başlayan bu gelişmeler rekombinan gen teknolojisiyle yepyeni bir dönemece girmiş, en azından “insülin arzı konusundaki sınırlar” ortadan kalkmıştır. Analog insülinler ise insülinlerin peptid yapısında çeşitli aminoasit değişiklikleri yapılarak insülinlerin “emilim ve etkinlik dinamiğindeki sınırları” ortadan kaldırmaya çabalamıştır. Şimdilerde ise bilim dünyasının ufku peptid-protein kavramlarını aşarak nano-düzeyde yapısı değiştirilmiş insülinlerin tasarımına kadar ulaşmıştır. Halihazırda “yeni” kabul etmediğimiz insülin analoglarını sayarak hangilerinin yeni olduğunu tanımlamak daha kolay olacaktır. Hızlı etkili analoglardan lispro, aspart ve glulisin, uzun etkili analoglardan detemir ve glargin in parenteral 100U/ml formları klasik insülin analog preparatları olarak kabul edilebilir. Bunun dışındaki piyasaya yeni sürülen veya klinik çalışmaları yayınlanmış insülin preparatları yeni olarak tanımlanacaktır. Yeni uzun etkili insülinler Glargin 300 formları Yüksek doz kullanımdaki konforu arttırmak amaçlı üretilmiştir. Degludec Bu yeni insülin analoğu insan insülininin B30 pozisyonundaki treoninin delesyonu ve B29 pozisyonuna 16 karbonlu yağ asidi tutturulmuş lizinin eklenmesiyle elde edilmiştir. Böylece insülin hekzamerinin parçalanması geciktirilerek etki süresi 48 saate kadar uzatılmıştır. Piyasadaki başlıca formları : Tresiba®Novo Nordisk Ryzodeg 70/30®Novo Nordisk (Degludec ve Aspart) Yeni hızlı etkili insülinler Daha hızlı Aspart insülin Aspart insüline L-arginine and niacinamide eklenerek etkinin iki katı hızlı başlaması sağlanmıştır. VIAject™ (Linjeta™) Alternatif yollardan kullanılan hızlı etkili insülinler Afrezza "ultra-ultra" hızlı nazal insülin PEG’ile oral insülin Bu sayılan preparatların yanında bir çok insülin etkisini hızlandıran mekanik, formülasyonla ilgili vd yöntemler çalışma aşamasındadır. İnsülin dışı ilaçlar Tip 1 diyabet tedavisinde insülinsiz bir yaklaşım an itibariyle düşünülememektedir. Bu nedenle diğer tüm ilaçlar “ek tedaviler” (add on therapies) olarak adlandırılmaktadır. Ek tedavilerin bir çok etki mekanizmalarının yanısıra üç ana prensibi mevcuttur : 1) T1D de suprafizyolojik glukagon üretimi olduğunu saptayarak bunu azaltmaya çalışanlar 15 KONUŞMACI ÖZETLERİ 2) T1D de de insülin eksikliğine bir çok olguda insülin direncinin eşlik ettiğini saptayarak hepatik veya periferik insülin direncini alt etmeye çalışanlar 3) Vücuttan glukozu uzaklaştırmaya çalışanlar Bu ilaçların hemen tümü öncelikle T2D tedavisi için geliştirilmiş olup T1D de kullanımı bir “endikasyon genişletme” olarak ele alınabilir. Glukagon üretimini azaltan ilaçlar: Pramlintide Enjeksiyonluk amilin (amiloid polipeptid) analoğudur. T1D in insülinle birlikte bir amilin eksikliği tablosu olduğu prensibinden hareketle geliştirilmiştir. Başlıca iki hedefi etkiler : SSS’nde area postrema ve pankreasta alfa hücreleri. Area postrema’ya etki açlığı bastırır, mide boşalmasını geciktirir ve glukagon salgısını azaltır. Alfa hücrelerine etki doğrudan glukagon salgısını azaltır. Klinik çalışmalarda HbA1c, insülin dozu ve vücut ağırlığı üzerine hafif-orta düzeyde olumlu etki göstermiştir. Ancak hipoglisemi ve bulantı-kusma yan etkileri nedeniyle tedaviyi terk edenler görülmektedir. GLP-1 etkinliğini arttıran ilaçlar GLP-1 reseptör agonistleri Bu gruptaki yayınlanmış çalışmalar genellikle exenatide veya liraglutide ile yapılanlardır. Etkileri insülin salgısının artması, glukagon salgısının azalması, mide boşalmasının gecikmesi, azalmış açlık hissi olarak özetlenebilir. HbA1c üzerine hafif, insülin dozu ve vücut ağırlığı orta-belirgin düzeyde olumlu etki göstermektedirler. Yan etkileri hipoglisemi eğiliminde hafif artma, kabızlık, geçici bulantı-kusma olarak özetlenebilir. Maliyetleri yüksektir. DPP-4 inhibitörleri Vildagliptin ve sitagliptinle çalışmalar mevcuttur. Endojen GLP-1 ve glukoz-bağımlı insulinotropik polipeptid (GIP) yarı ömrünü azaltmaktadır. Postprandiyal glukagon düzeylerini azaltırlar. HbA1c de mütevazı oranda düzelme görülmüştür. Hipoglisemi, glisemik dalgalanmalar, insülin dozu ve vücut ağırlığı üzerine etkisizdir. Tolerans iyidir. İnsülin direncini azaltan ilaçlar Metformin Belirgin etkisi karaciğerden Glukoz salınımını baskılama yönündedir. T2D de temel başlangıç tedavisidir. HbA1c ye etkisi istendiği düzeyde değildir, tartı kaybına hafif katkısı vardır. T1D de çalışmalar kullanımını destekler düzeyde sonuçlar vermemiştir. Tiazolidinedionlar PPAR gama ve kas-yağ dokusu (periferik insülin direnci) üzerine etkilidirler. Rosiglitazone ve piaglitazone la adolesanları da kapsayan çalışmalar mevcuttur. HbA1c üzerine zayıf olumlu etki gösterilmiş, insülin dozları veya vücut ağırlığı üzerine etkisiz veya vücut ağırlığına olumsuz etkili olduğu görülmüştür. Anemi, ödem gibi riskleri ve kemik, kalp-damar sağlığı üzerine olumsuz etki şüphesi mevcuttur. T1D de kullanılabilecek potansiyel tedavi olarak görülmemelidir. Vücuttan glukozu uzaklaştırmaya çalışanlar Sodyum-glukoz kotransporter inhibitörleri böbrekten Glukoz geri emilimini veya bağırsaktan Glukoz emilimini engelleyerek etki gösterirler. SGLT1 inhibisyonu aynı zamanda yemekten sonra GİS hormonları (polipeptid YY ve GLP-1) salgısını da arttırır. SGLT2 inhibitörleri Empagliflozin, dapagliflozin tip 2 diyabette FDA onayı almıştır. T1D te minör HbA1c düşüşü, insülin dozu, vücut ağırlığı ve hipoglisemide azalma gözlenmiştir. Yan etkileri susama, sık idrar, idrar yolu ve genital bölge enfeksiyonu ve başağrısıdır. Kullanan olgularda ketoasidoz da bildirilmiştir. Dual SGLT1-SGLT2 inhibitörü Sotagliflozin de genelde aynı olumlu ve yan etkileri göstermektedir ve yine kullanan grupta ketoasidoz bildirilmiştir. İnsülin dozunda azalma SGLT2 inhibitörlerinin aksine bazal insülinde gözlenmiştir. Yan etkilerinde ek olarak GİS etkileri de vardır. 16 KONUŞMACI ÖZETLERİ Kaynaklar: Berenson DF, Weiss AR, Wan ZL, Weiss MA. Insulin analogs for the treatment of diabetes mellitus: therapeutic applications of protein engineering. Ann N Y Acad Sci. 2011;1243:E40-E54. Frandsen CS, Dejgaard TF, Madsbad S. Non-insulin drugs to treat hyperglycaemia in type 1 diabetes mellitus. Lancet Diabetes Endocrinol. 2016;4:766-80.doi: 10.1016/S2213-8587(16)00039-5. Review. Heinemann L, Muchmore DB. Ultrafast-acting insulins: state of the art. J Diabetes Sci Technol. 2012 1;6:728-42. Review 17 KONUŞMACI ÖZETLERİ Mikrobiyota ve Endokrin Hastalıklar Prof. Dr. Z. Alev Özön Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı On yıl öncesine dek insan vücudunun anatomik ve işlevsel olarak oldukça ayrıntılı tanımlanmış organlardan oluştuğu kabul edilmekte idi. Bu model son 10 yıldır insan vücudunda konaklayan devasa mikroorganizma kitlesi ve bunun konakçıyla ilişkisinin hastalık-sağlık durumunda değiştiğinin ortaya konmasıyla büyük ölçüde sarsıldı. Mikrobiyota konakçıda bulunan tüm mikroorganizma topluluğunu tanımlamakta. Üstelik bazılarının ‘sanal organ’, bazılarının ise ‘sistem’ olarak baktığı bu ‘yeni organ’ın sadece bağırsaklardaki hücre sayısı yaklaşık 100 trilyon düzeyinde, başka bir deyişle insan vücudundaki hücre sayısının 10 katı kadar. Bu topluluğa neden yeni bir organ ya da sistem gözüyle bakmamız gerektiği ise bu topluluğun bünyesinde bulunan ve organizmaya kattığı genetik ve metabolik çeşitlilikte yatmakta. Mikrobiyotanın kodladığı genetik maddenin toplamı ‘mikrobiyom’ ya da ‘mikrobiyotanın metagenomu’ olarak adlandırılmakta. Yalnız bağırsak mikrobiyomunun gen repertuvarı insan genomunun 150 katı kadar. Üstelik epigenetik değişiklikler gözardı edildiğinde insan genomunun oldukça sabit yapısına karşın, insan bağırsak mikrobiyomu diyet, antibiyotik kullanımı ya da cerrahi gibi etkenlerle çok hızlı değişme özelliğine sahip. Son 10 yılda konakçı-mikrobiyota ilişkisini inceleyen çalışmalar genellikle hastalıklı birylerle sağlıklıların mikrobiyotaları arasındaki değişiklikleri kataloglamaya dayanan incelemeler. Buna karşın henüz belirli bir mikrobiyota profilinin belirli bir hastalıkla ilişkilendirilmesi konusunda genel bir uzlaşı ortaya çıkmış değil. Faklı çalışmalardan gelen sonuçların farklılık göstermesi yöntemsel farklılıklar dışında fekal örneklerde mikrobiyomu inceleyen çalışmalardan elde edilen geniş mikrobiyom veritabanını incelemek için kullanılan biyoenformatik yöntemlerin de henüz büyük ölçüde evrimleşmekte olmasından kaynaklanmakta. Bütün bunların yanısıra konakçı-mikrobiyota ilişkisini inceleyen çalışmaların hemen tamamına yakınında bakış açısı da tek yönlü: belirli bir mikrobiyota bileşiminin konakçıda ne gibi değişiklik ya da etkilere yol açtığı sorgulanmakta. Konakçının mikrobiyotayı nasıl etkilediği üstünde ise daha az durulmakta. Oysa konakçının diyet ya da antibiyotik kullanımı gibi basit uygulamalarla mikrobiyotayı etkilediği bilinen bir gerçek. Mikrobiyota-konakçı ilişkisini inceleyen önemli alanlardan birisi mikrobiyal endokrinoloji. Mikrobiyal endokrinolojinin temel ilgi alanı omurgalılardaki nörokimyasal ya da nörondokrin hormonları üreten mikroorganizmalarda bu hormonların yapımı, reseptörleri ve bu nörokimyasallar aracılığı ile ortaya çıkan konakçı-mikrobiyota ilişkisi. Bu alanın en önemli bulgularından birisi omurgalılarda ve insanda bulunan nörokimyasalların bakteriler tarafından yaygın olarak üretildiği ve sentetik yolun ökaryotik hücredekinden farklı olmadığına ilişkin. Bakterilerde bu nörokimyasalların reseptörleri de mevcut. O nedenle bu nörokimyasalların ve reseptörlerinin üretimi için gerekli genlerin aslında evrimsel olarak önce bakterilerde oluştuğu daha sonra lateral gen transferiyle ökaryotik hücrelere geçtiği ortaya çıkmış durumda. Günümüzde hem bakteriler hem de konakçı tarafından üretilebilen bu nörotransmitterlerin konakçı ve mikrobiyota arasında iki yönlü bir haberleşmeden sorumlu olduğu kabul edilmekte. Örneğin sinir uçlarından norepinefrin (NE) salınımına yol açan bir nörotoksin olan 6 hidroksi dopaminin (6OHDA) insan bağırsak florasında gram negatif organizmaların artmasına yol açtığı, 2 hafta içinde sinir uçlarının normale dönmesiyle bağırsak florasının yeniden başlangıçtaki mikrobiyota bileşimine geri döndüğü gösterilmiş. Aynı şekilde farelerde stresin normal mikrobiyal kompozisyonu patojen bakterilerin üremesini kolaylaştıracak şekilde değiştirdiği ortaya konmuş durumda. Ancak mikrobiyal endokrinolojinin alanına giren bu iki yönlü etkileşmenin mekanizması ve nasıl işlediği henüz tam anlamıyla açıklığa kavuşturulmuş değil. İnsan bağırsak mikrobiyotasına ilişkin çalışmaların önemli bölümü mikrobiyotanın bağırsak hastalıklarındaki rolüne (örn. irritabl kolon ya da inflamatuvar bağırsak hastalığı) ya da mikrobiyota ile obezite –metabolik sendrom-tip 2 diyabet arasındaki ilişkiyi incelemeye odaklanmış durumda. Obeziteye yol açan bir mikrobiyotadan söz edilip edilemeyeceği ilk kez Gordon ve Backhed’in çalışmalarıyla göndeme geldi. Gordon ve arkadaşları steril ortamda yetişen farelerin konvansiyonel bağırsak florasına sahip farelerle karşılaştırıldığında daha zayıf olduklarını ortaya koydu. Konvansiyenel flora steril farelere nakledildiğinde kilo alımının arttığı ve insülin direnci geliştirdikleri ortaya kondu. Backhed ve arkadaşları ise obezitenin bağırsak florasının bileşimi ile ilgili olduğunu, bağırsakta bulunan dört 18 KONUŞMACI ÖZETLERİ temel filumdan firmicute/bacteriodette oranının artmasıyla obezite ve insülin direnci ortaya çıktığını gösterdiler. Bunun nedenini incelediklerinde ise bağırsak mikrobiyotasındaki bu değişikliğin bağırsaktan ‘enerji hasadını’ artırdığını ortaya koydular. Obez bireylerde de bağırsak mikrobiyotasında firmicute/bacteriodette oranın arttığını doğrulayan çalışmalar mevcut. Ayrıca obez bireylerin karbonhidrat ya da yağdan kısıtlı diyetle zayıflamaları halinde firmicute/bacteriodette oranının normale döndüğü gösterilmiş durumda. Ancak aynı bulguları elde edemeyen çalışmalar da mevcut. Mikrobiyota ile konakçı obezitesi arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalarda bugüne dek öne sürülen mekanizmalar arasında insanoğlunun sindirilemediği bitki polisakkardilerini sindirip kısa zincirli yağ asidine dönüştürerek ‘enerji hasadında’ artış dışında, gram negatif bakterilerin lipopolisakkarid antijenleri ve gram pozitif bakterilerin peptidoglikan antijenleri ile bağırsak duvarında antijen sunan hücrelerde toll-like reseptör ya da NG-kappaB uyarısı sonucunda düşük seviyeli kronik inflamasyonun uyarılması, ayrıca bağırsak mikroorganizmaları aracılığıyla oluşan sekonder safra asitlerinin kendi G protein aracılı reseptörlerine bağlanarak çeşitli enteroendokrin hücrelerden peptid YY ya da glukagon benzeri peptid 1 vb hormonların salınımını etkilemesi, ürettikleri sinyal molekülleri ile bağırsak motilitesi ve permeabilitesinde değişikliğe yol açmaları sayılabilir. Hatta kimi siyal peptidleri ile yemek yeme isteğini yönetmeleri de söz klonusu olabilir. Hayvan modellerinde fekal mikrobiyota nakli obezitede düzelmeye yol açsa da insanda aynı etki ortaya konabilmiş değildir. Prebiyotik ve probiyotik tedavileri ile antibiyotik kullanarak bağırsak mikrobiyotasını değiştirmeyi amaçlayan çalışmaların sonuçları arasında da çelişkiler mevcuttur. 2007 yılında başlatılan insan mikrobiyom projesi, insan vücudunda bulunan mikrobiyotanın kompozisyonundan çok ‘genetik işlevselliğinin’ önemi olduğunu ve insanların büyük kısmında bir ‘çekirdek mikrobiyom’dan söz edilebileceğini ortaya koydu. Başka bir deyişle mikrobiyotayı oluşturan organizmalarda genetik bolluk, mikrobiyotanın bileşimi ne olursa olsun çekirdek genomun (çekirdek mikrobiyomun) sağlanmasıyla sonuçlanmakta. Bu teoriye göre konakçıda mikrobiyoma ilişkin bunun dışındaki varyasyon ise genellikle çevre, konakçının genotipi, fizyolojisi, bağışıklık sistemi, hastalıkları ile belirlenmekte. 2010’dan sonra yürütülen metagenom boyu ilişkilendirme çalışmaları ile çeşitli popülasyonlarda T2DM’a ilişkin metagenom belirteçleri ortaya konmaya çalışıldı. Metagenom boyu analize göre kimi belirteçlere sahip bireyler T2DM metabolizmasına sahip olarak nitelendirildi. Ancak farklı coğrafik bölgelerden nüfuslar karşılaştırıldığında elde edilen genetik belirteçlerin başka nüfuslarda öngörü yapmaya olanak vermediği anlaşıldı, metagenomik belirteçlerin coğrafik olarak farklılık gösterdiği ileri sürüldü. Oysa bu çalışmaların en önemli ve pek de üzerinde durulmayan sınırlılığı tek bir fekal örneğin mikroorganizma bileşimi ve metagenomu yansıtma olasılığının düşük olması idi. Son yıllarda sütçocukluğu dönemindeki çevresel etkilerin ileri yaşlarda obezite ve diyabet gelişme riskini belirlediğine ilişkin epidemiyolojik bulgulardan yola çıkan çalışmalar yürütülmekte. Bu çalışmaların hipotezi, erken süt çocukluğu döneminde antibiyotik ile mikrobiyotası değişikliğe uğratılmış hayvan modellerinde ileride obezite gelişiminin etkileneceği düşüncesi. Nitekim bu çalışmaların bir kısmında yaşamın kritik erken döneminde özgül antibiyotik tedavisi kullanılan diyabetik hayvan modellerinde ileride diyabet ve komplikasyonlarının hafiflediğine ilişkin veriler elde edildi. Bulgular seçilen antibiyotiğin etki gösterdiği mikroorganizmalara (örn. Gram negatif) göre değişiklik göstermekte. Ancak bu yaklaşımın insanda karşılığı henüz mevcut değil. Sonuç olarak mikrobiyota-konakçı ilişkisi ve bu ilişkinin hastalık-sağlık durumlarında konakçıya etkisi konusunda kat edilecek daha çok yol var. 19 KONUŞMACI ÖZETLERİ Büyüme hormonu ve IGF-1 Tedavisinde Yeni Uzlaşı Doç. Dr. Şükran Poyrazoğlu İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı “Guidelines for Growth Hormone and Insulin-Like Growth Factor-I Treatment in Children and Adolescents: Growth Hormone Deficiency, Idiopathic Short Stature, and Primary Insulin-Like Growth Factor-I Deficiency” Horm Res Paediatr 2016;86:361–397 Çok kısa boylu çocuklarda büyüme hormonu (BH) erişkin boyu normale getirmek için kullanılmalıdır. Ancak BH tedavisi öncesi rutin olarak kardiak değerlendirme, kemik mineral yoğunluğu ölçümü (DEXA) ve lipid profili değerlendirilmesi önerilmemektedir. BH eksikliği tanısında oksolojik olarak BH eksikliğine uyan, hipotalamo-pituiter bozukluğu olan [konjenital malformasyonlar (ektopik posterior pituiter, ve sap anomalisi ile beraber hipofiz hipoplazisi olması), tumor veya radyasyon hikayesi] ve BH eksikliğine ek olarak bir hormon eksikliği olan hastalarda BH uyarı testi yapılmasına gerek yoktur. Konjenital hipopituitarizmi olan yenidoğanlarda hipoglisemi sırasında BH düzeyi <5 µg/L ve en az pituiter hormonlardan biri eksik ise ve/veya klasik görüntüleme triadı varlığında (ektopik arka hipofiz, hipofiz hipoplazisi ve sap anomalileri) BH uyarı testi yapılmasına gerek yoktur. BH eksikliği tanısı için tek başına hipoglisemi sırasındaki BH düzeyinin düşük olması yeterli değildir. BH eksikliği tanısında spontan BH ölçümü önerilmemektedir. BH eksikliği tanısında tek kriter olarak BH uyarı testlerinde eksikliğin gösterilmesi önerilmemektedir. BH uyarı testlerinde çok düşük serum BH değerleri ağır BH eksikliğini göstermektedir ve bu hastalar BH tedavisine iyi cevap verirler ancak partial BH eksikliği ve normal çocukları birbirinden ayıran serum BH değerleri kesin değildir. Sağlıklı, normal büyüyen çocuklarda da BH uyarı testleri yetersiz yanıt verebilmektedir. İki BH uyarı testinin ardarda yapması ayrı günlerde yapılmasına göre farklı sonuç verebilir ancak bunu gösteren bir kanıt yoktur. Uyarı testlerine BH cevabı şişman ve fazla kilolu çocuklarda azalmıştır. Çocuklarda yetişkinlerden farklı olarak kiloya göre bir ayarlama yoktur. BH ölçümüde assaylerini standardize edebilmek için IRP IS 98/574 ile kalibrasyon ve 22k rhGH ölçen assaylerin kullanılması önerilmektedir. Konstitüsyonel büyüme gelişme geriliğine gereksiz BH tedavisi verilmemesi için cinsiyet steroidleri ile teste hazırlık yapılması önerilir. Prepubertal 11 yaşından büyük erkeklerde ve 10 yaşından büyük kızlarda cinsiyet steroidleri ile teste hazırlık yapılması önerilmektedir. Priming için her iki cinsiyettede testten önceki 2 akşam oral 2 mg β-estradiol önerilmektedir. Erkeklerde alternatif olarak intramusküler 50-100 mg testosteron 1 hafta öncesinde uygulanabilmektedir. BH eksikliğinde kiloya göre veya vücut yüz ölçümüne göre dozun ayarlanması önerilmektedir. IGF-1’e göre doz ayarlaması bu konuyla ilgili çalışma olmadığı için önerilmemektedir. Erişkin boy kazancı, olası riskler ve maliyet dengesini gösteren IGF-1 hedef değeri bilinmemektedir. Başlangıç BH dozu 0.16-0.24 mg/kg/hafta (22-35 µg/kg/gün) arasında hastaya göre kişiselleştirilmelidir. Pubertede rutin olarak dozun 0.7 mg/kg/haftaya yükseltilmesi önerilmemektedir. BH tedavisi alan tüm hastalar intrakraniyal hipertansiyon, femur başı epifiz kayması ve skolyoz gelişimi açısından takip edilmelidir. BH tedavisi başlandıktan sonrası çoğul hipofiz hormon eksikliği olma riski olan hastalar tekrar değerlendirilmelidir. Levotiroksin ve hidrokortizon alan hastalarında dozlarında artış yapılması gerekebilir. Tedavi sırasında insülin direncine bağlı diyabet riski artmış olan hastaların glukoz metabolizmalarının takibi önerilmektedir. Kanser hastalarının aileleri BH tedavisi başlanmadan önce mevcut bilgiler ile bilgilendirilmelidir ve onkologları tarafından uzun dönem takip edilmeleri konusunda teşvik edilmelidir. Primer tümör nedeniyle kazanılmış BH eksikliği 20 KONUŞMACI ÖZETLERİ olan hastalarda karar aşamasını aile, onkolog ve endokrinolog beraber almalıdır. Tedavi öncesi aileye ikincil kanser oluşumunun zamanınıda kapsayan en son bilgiler verilmelidir. Tumor tedavisi biten ve aktif tümörü olmayan hastalarda 12 ay bekleme zamanı primer lezyonun tedavisini değerlendirmek içn uygundur. Kraniyofaringioma gibi benign olan tumörlerinde tekrarlama potansiyeli mevcuttur. Bu hastalarda BH başlamadan önce geçen dönemin malign tümörlerden farklı olduğunu ve farklı tedavi edilmesini gösteren çalışma yoktur. Malignansi riskinin artmış olduğu durumlarda (Nörofibromatosis-1, Down sendromu, Bloom sendromu, Fankoni anemisi, Diamond-blakfan anemisi) BH’unun kanser üzerine olan etkisini gösteren bilgilerin yeterli olmadığı konusunda aile bilgilendirilmelidir. Riskli grupta olmayan çocuklarda BH tedavisi sonrası hala uzun dönem neoplazi gelişiminin araştırıldığı ve araştırmaların devam ettiği ve uzun dönem kanser gelişme riskinin bilinmediği aileye anlatılmalıdır. BH tedavisinin uzun dönem güvenliği konusunda bilgilerin kesin olmadığı konusunda bilgilendirimelidir. Etyoloji ne olursa olsun 3 veya daha fazla hipofizer hormon eksikliği olan, genetik mutasyonu gösterilen BH eksikliği olan hastalar veya ektopik arka hipofiz dışında pituiter/hipofiz yapısal bozukluğu olan hastalar kalıcı BH eksikliği olarak kabul edilir.Kalıcı BH eksikliği olan ve sadece ek olarak bir hipofiz hormon eksikliği olan, ve hipoplazik hipofiz/ektopik arka hipofizi olsun veya olmasın idiopatik izole BHE olan,veya radyasyon almış olan hastalara BH aksı geçiş döneminde yeniden değerlendirilmelidir. Değerlendirme BH kesildikten en az 1 ay sonra yapılmalıdır. Klinik olarak BH aksının tekrar değerlendirilmesi düşünülüyorsa önce IGF-1 düzeyine bakılmalıdır. Serum IGF-1 düzeyi düşük ise geçiş döneminde BH uyarı testi yapılmalıdır. BH tedavisi geçiş döneminde kalıcı BHE olan hastalarda önerilmelidir. Yararını gösteren deliller olmakla birlikte yarar gören hasta grubu, tedaviye yeniden başlamak için optimal zaman ve optimal doz kesin değildir. Geçiş dönemi geç puberte ve yetişkin tipi kas kemik yapısı ve erişkin boya ulaşıldığı zaman aralığıdır. İdiopatik boy kısalığı olan (boy ≤-2.25 SDS) hastalara BH tedavisi rutin olarak önerilmemektedir. Hastalar bireysel olarak değerlendirilmeli, fiziksel ve psikolojik değerlendirme sonuçları göz önüne alınarak karar verilmelidir. Çalışmalar göstermiştirki hastalar arasında BH tedavisine cevapta farklılıklar bulunmaktadır ve bazı hastalar BH tedavisine cevap vermemektedir. BH başlandıktan sonraki 12 aylık dönemde hastaların boy kazancı ve psikolojik durumları değerlendirilmeli ve tedavi devamına buna göre karar verilmelidir. İdiopatik boy kısalığı olan hatalarda başlangıç BH dozu 0.24 mg/kg/hafta önerilmekle birlikte bazı hastaların 0.47 mg/kg/hafta dozuna ihtiyacı olmaktadır. Primer IGF eksikliği olan hastalarda boyu artırmak için IGF-1 tedavisi kullanımı önerilmektedir. Primer IGF eksikliği/BH duyarsızlığı aşağıdaki 4 aşamalı tanı basamaklarının tamamlanması ile konulmalıdır. 1. 2. 3. 4. Uygun oksolojik parametreler ve düşük IGF-1 konsantrasyonu olmalıdır Sekonder sebeplere bağlı IGF eksikliğinin ekarte edilmelidir Düşük veya saptanamayan BH-bağlayıcı protein Laron sendromunu düşündürüken normal seviyeleri bilgi verici değildir. IGF-jenerasyon testi ve mutasyon analizi tanı koymada yardımcıdır ancak bazı kısıtlamalar mevcuttur. Açıklanamayan IGF-1 eksikliğinde IGF-1 tedavisi başlamadan önce BH tedavisi denenmesi önerilmektedir. Hormon sinyalizasyon bozukluğu olan hastalar BH tedavisine cevapsızdır ve bu hastalara IGF-1 tedavisi başlanmalıdır. Çok düşük veya saptanamayan düzeyde BH bağlayıcı protein düzeyi olanlar ve/veya BH reseptör mutasyonu gösterilen ve BH nötralizan antikor saptanan, STAT5b gen mutasyonu ve IGF-1 gen delesyon veya mutasyonu olan hastalar bu gruptadır. IGF-1 tedavisi 80-120 μg/kg, 2 doz olarak önerilir. Tek doz kullanımının çift doza üstünlüğünü gösteren çalışma yoktur. IGF-1’in karbonhidrat içeren yemekten 20 dakika sonra uygulanması ve aileye hipoglisemi semptomlarının ve risklerinin öğretilmesi gereklidir. 21 KONUŞMACI ÖZETLERİ Evrimsel Tıp ve Endokrin Fenotipler: Erken Juveniliteye Evrimsel Bakış Merih Berberoğlu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı Evrimsel açıdan yaşam öyküsü teorisi; büyüme, idame, üreme, çocuk yetiştirme, ölümden kaçış için stratejik enerji paylaşımı öyküsüdür. Değişik çevresel koşullarda genotipin değişik fenotipler üretebilmesi sonucu adaptasyon yanıtı bazen kısalık bazen de kilolu oluş ve hastalık riskleridir. Modern çevre riskleri, eski çağlardan farklı olduğundan yaşam öyküsü evrimi, pahalıya mal olan uzlaşı bedellerine yol açar. İnsan yaşam öyküsü ve endokrin fenotiplerle ilişkisi ve erken juvenilite evrimsel tıp açısından ele alındığında, insan sağlığındaki anlaşılamamış konulara açıklık getirmektedir. Juvenilite diğer primatlarda olmayan hominidlerin evrimi sırasında yeni eklenen yeni yaşam evreleri olan çocukluk ve adolesan evreleri arasındadır. Çocukluktan juveniliteye geçiş yaş aralığı 6.2-4.1 yaşları arasında değişir. Ortalama yaş 5.8 yaştır. Juvenilite döneminin özelliği ebeveynlere daha az bağımlı olunmasıdır. Yaşıt ve erişkinler ile ilişkiye girebilirler. Kendilerine besin bulabilir ve bakabilirler. Kızlarda erkeklerden, şişmanlarda zayıflardan önce başlar. Bu evrede beyinde gri cevher azalır. Sinaptogenezis başlar. Böbreküstü bezinin ergenlik hormonu olan adrenarşın göstergesi DHEA-SO4 düzeyi artar. Juvenilite göstergeleri: Adrenarş,1. molar dişin düşmesi, büyümede hafif hızlanma ivmesi, yağlanmada tekrar artıştır(adiposity rebound) .Vücut kompozisyonunda değişim söz konusudur. Bu değişimde endokrin sistem ana rol oynar. Adrenal puberte; biyokimyasal olarak 5-6 yaşlarında her iki cinste de görülen, DHEA-SO4 artışı ile karakterize adrenarş olarak adlandırılan durumdur. Bu hormonun artışı ile hipokampusta hafıza, kognitif kapasite artışı ve aktivitede olgunlaşma ile sonuçlanan değişimler gerçekleşir. Amigdalaya etkisi ile korku azalır. Daha fazla etraf ile iletişim ve etkileşim başlar. İki yaştan sonra azalmaya başlayan vücut yağ kitlesi bu dönemde artmaya başlar. Juvenilitedeki abdominal geçici yağ depolanması, büyümede hızlanmaya enerji depolanması olarak hazırlıktır. Adrenarş sırasında biyokimyasal olarak artan, zayıf bir androjen olan DHEA-SO4 aracılığı ile oluşan genital ya da aksiller kıllanma pubarş olarak adlandırılır. Normal koşullarda 8-9 yaşından önce görülmez. Görülmesi ise bazı hastalıkların öncül bulgusu olabildiği gibi, daha da çok erkene kaymış juvenilite göstergesidir. Erken pubarş, metabolik adaptasyon ve vücut kompozisyon değişiminin gözlenebilir sonucudur. Adrenarş juvenilite göz önüne alındığında insan evrimindeki en önemli noktadır. Juvenilite yaşı 200.000 bin yıldır aynıdır. Beyin ağırlığı ile birinci molar dişin düşmesi ilişkilidir. Beyin iştah ve ağırlık kontrolü için birincil rol oynar. Yaşamın sürdürülmesi, açlıkta metabolik gereksinimleri karşılama yetisine sahip enerji üretimi ve enerji fazlasının yağda depolanması kapasitesine bağlıdır. İki yaşından sonra azalan vücut kitle indeksi (VKI) 5-6 yaştan sonra tekrar artışa geçer. Beslenme durumu değişikliğinin yansıması olarak fizyolojik adrenarş regülatör görev yapar. Erken yağlanma artışı”adiposity rebound” juvenilitede obezite nedenidir. Erken ergenliğe risk faktörü oluşturur. Kemik yaşı ileriliği ile de birliktedir. Yeni hastalık epidemileri genler ile çevre arasındaki uyumsuzluğa bağlıdır. Evrimsel tıp insan sağlığındaki anlaşılamamış konulara açıklık getirmektedir. Ayrıca hastalıkların tedavisi ve korunmaya gelecekte ışık tutacaktır. 22 KONUŞMACI ÖZETLERİ Kaynaklar 1) 2) 3) 4) 5) 6) 7) 8) 9) 10) 11) Bogin B (2002) The evolution of human growth. In: Cameron N (ed) Human Growthand Development. Academic Press, Amsterdam, pp 295–320 Brune,M and hochberg Ze’ve (2013). Secular trends in new childhood epidemics:insights from evolutionary medicine.BMC Medicine 11; 226 Conley AJ, bernstein RM,and Nguyen AD(2012). Adrenarche in nonhuman primates: the evidence for it and the need to redefine it. Journal of endocrinology 214;121-131 Hochberg Ze’ve,and Wikland KA (2008). Evo-devo of ınfantile and Childhood Growth. Pediatric Reaserch 64; 2-7 Hochberg Ze’ev (2009). Evo-devo of child growthII: human life history and transition between its phases. European Journal of endocrinology 160;135-141 Hochberg Ze’ve (2010). Evo-devo of child growthIII: premature juvenility as an Evolutionary trade –off. Horm res paediatr 3;430-7 Kabir ER, Rahman MS, Rahman I (2015) A review on endocrine disruptors and their possible impacts on human health.Environ Toxicol Pharmacol. 40(1);241-58. Nader S (2007). Adrenarche and polycystic ovary Syndrome: A tale of two hypotheses. J pediatr adolesc gynocol 20;353-60 Smith BH(1992). Life history and the evolution of human maturation. Evol Anthropol 1;134–42. Smith BH, Tompkins RL (1995). Toward a life history of the hominidae. Annu Rev Anthropol 24; 257-79 Straub RH (2014). Insulin resistance,selfish brain,and selfish immunesystem: an evolutionaryily positively selected program used in chronic inflammatory diseases. Arthritis &therapy 16; 54 23 KONUŞMACI ÖZETLERİ Fiziksel ve Mental Engelli Olgularda Büyümenin Yönetimi Prof. Dr. Zeynep Şıklar Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı Engellilik durumu bireyin uzun süreli “fiziksel, mental, entellektüel veya duysal” yetersizliğe sahip olup; toplumda diğer bireylerin tam ve etkin katılım sağladığı haklara ulaşamaması olarak tanımlanabilir. Dünya Sağlık Örgütü’ nün (WHO) belirlemesine göre günümüzde dünya nüfusunun yaklaşık % 10’ u engellidir ve yaşama katılma mücadelesi vermektedir.Çocukluk yaş grubunda ise 200 milyonmental yetersiz çocuk bulunmakta olup, 0-14 yaş arası çocukların %2.5’u ağır fiziksel ve/veya mental engellidir. Engellilik fiziksel ve/veya mental gerilik şeklinde olabilir. Genellikle hem fiziksel, hem de mental gerilik çeşitli dercelerde birlikte bulunur.Fiziksel engellilik durumu olan çocuklarda GMFCS (Gross Motor FunctionClassificationSystem) sınıflaması kullanılabilir. Bu sınıflamaya göre 5 düzey belirlenmiştir. Düzey 1’de çocuktoplum içinde, evde, okulda, dış mekanlarda yürüyebilme, merdivenleri parmaklıklara tutunmadan çıkabilme, koşma, sıçrama gibi hareketleri yapabilmekte, ancak hız, denge ve koordinasyonda sınırlılığı vardır. Düzey 5’deki bir çocuk ise tekerlekli sandalyeye bağımlıdır. Yerçekimine karşı başını tutmasını, gövde postürünü sürdürmesini minimal yapabilir.Serebralpalsi çocukluk çağındaki fiziksel engelliliğin en sık nedenidir. Sıklığı 1000’de 2’dir. Zihinsel engellilik için ise zeka kapasitesini kullanma derecesine göre; hafif gerilik (%70), orta derecede gerilik (%50), ağır gerilik (% 40) ve ileri derece gerilik (%20) olarak da sınıflandırılır. Fiziksel ve mental engelli çocuklar çok çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Tıbbi sorunları arasında skolyoz, kalça çıkığı gibi ortopedik sorunlar, disfaji, motilitegibigastrointestinal sorunlar, konvulziyon, atetozgibi nörolojik sorunlar, pubertal, osteoporoz, büyüme geriliği gibi endokrinolojik sorunlar ve solunum sistemi, kardiyak, renal, hematolojik, dermatolojik farklı sorunlar ile mücadele etmeleri gerekir. Endokrinolojik olarak büyüme geriliği ise önemli bir sorundur. Olgulardaki büyüme geriliğinden beslenme yetersizliği, ihmal, çevre şartları, ek sorunların sık olması ve endokrin sistem ile ilgili bozukluklar sorumlu olabilir. Santral sinir sistemini olumsuz etkileyen nörolojik hasar sonucu hiotalamo-hipofizer sistem etkilenebilir. Ayrıca holoporensefali gibi hipofizi de etkileyen gelişimsel bozukluklar fiziksel ve mental engellilik durumuna yol açabilir. Bu nedenle fiziksel engelli olgularda büyümenin değerlendirilmesi ve gerekirse hipotalamo-hipofizer sistem fonksiyonlarının ortaya konulması gerekmektedir.Özellikle serebralpalsili olgularda hipotalamo-hipofizer sistemin etkilemiş olması azımsanmayacak orandadır. Son zamanlarda fiziksel ve mental engelli çocuklarda büyümeyi sağlamanın ötesinde büyümeyi kısıtlayıcı girişimler de dikkati çekmektedir. Büyümeyi kısıtlayıcı girişim (growthattenuationtherapy) özellikle ailelerin talepleri sonrası çocuk endokrinoloji uzmanlarının karşı karşıya kaldıkları bir sorundur. Etik ve hukuksal açıdan tartışmaya açıktır. Günümüzde fiziksel ve mental engelli olgularda büyümeyi engelleyen en önemli sorunun beslenme yetersizliği olduğu unutulmamalıdır. Kaynaklar: 1. 2. 3. 4. 5. 6. UNICEF, PromotingtheRights of ChildrenwithDisabilities, Innocenti Digest No. 13, 2007 Allen DB. GrowthPromotionEthicsandthe Challenge toResistCosmeticEndocrinology . HormResPaediatr. 2017 Mar 2. doi: 10.1159/000458526. Uday S, Shaw N, Krone R, Kirk J. Hypopituitarism in childrenwithcerebralpalsy. ArchDis Child. 2016 Oct 27. doi: 10.1136/archdischild-2016-311012. Head LS, Abbeduto L. Recognizingthe role of parents in developmentaloutcomes: a systemsapproachtoevaluatingthechildwithdevelopmentaldisabilities. MentRetard Dev DisabilResRev. 2007;13(4):293-301 Oftedal S, Davies PS, Boyd RN, Stevenson RD, Ware RS, Keawutan P, Benfer KA, Bell KL. LongitudinalGrowth, Diet, andPhysical Activity in YoungChildrenWithCerebralPalsy. Pediatrics. 2016; 138(4). Gunther DF, Diekema DS. Attenuatinggrowth in childrenwithprofounddevelopmentaldisability: a newapproachto an old dilemma. Arch Pediatr AdolescMed. 2006;160(10):1013-7. 24 KONUŞMACI ÖZETLERİ Zihinsel ve Fiziksel Engelli Çocuklarda Puberte Yönetimi Prof. Dr. Betül Ersoy Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı Adolesan çocuğun erişkin olmaya başladığı zamandır. Puberte başladığı zaman çocukta oluşan birçok değişiklikler adolesan döneme geçişi sağlar. Vücudu değişir, duyguları değişir ve ruh halleri değişir. Mental ve fiziksel engelli çocuklarda puberte sırasında aynı değişiklikleri hissederler. Ayrıca bu çocuklar diğerlerinin sahip olmadığı bazı zorluklara da sahiptir. Zihinsel ve fiziksel engelli çocukların puberte gelişiminde en önemli sorunlardan biri kızlarda menstruasyon başlamasıdır. Bu çocuklarda menarş, diğer kızlarda olduğu gibi 12-13 yaşında başlar. Menstruasyon oluşumu ile ilgili sorunlar ve endişeler ortaya çıkar. Sorunlar arasında hareket veya anlayış azlığına bağlı hijyen yetersizliği, ağrı ve yoğun kanamanın sıkıntısını kaldıramama, düzensiz kanama ve ruh hali değişiklikleridir. Ayrıca epileptik çocuklarda bu dalgalanmalar sırasında nöbetlerde de dalgalanmalar ortaya çıkar. Endişeler gebelik oluşması, çevreyi rahatsız edebilecek cinsel davranışlar ve cinsel istismara karşı savunmasızlıktır. Öncelikle çocuğun gerçekten pubertenin baskılanmasına ihtiyacı olup olmadığını belirlemek gerekir. Nörolojik hastalığı olan kızların bir kısmında erken puberte görülür. Ancak büyük bir kısmında menarş yaşı sağlıklı çocuklara benzer. Genellikle ilk yıllar içinde düzensiz kanamalar sağlıklı kızlarda olduğu gibi ortaya çıkar. Ancak bu çocuklarda kullandıkları ilaçlar ve beslenme durumu gibi siklusu etkileyen çok sayıda faktör vardır. Aileye ve bakıcıya hijyen koşulları ve davranış modelleri hakkında bilgi verilmelidir. Eğer henüz menarş oluşmamışsa hastanın puberteye girmesine izin verilmeli ve herhangi bir medikal tedavi yaklaşımı yapılmamalıdır. Aileye kalp ve kemik sağlığı için östrojenin ne kadar önemli olduğu anlatılmalıdır. Menstruasyonun oluşmaması isteniyorsa medikal veya cerrahi tedavi seçenekleri kullanılabilir. Medikal tedavi seçenekleri arasında depo medroksiprogesteron asetat enjeksiyonları, sürekli kombine oral kontraseptifler, gonadotropin salgılayan (releasing) hormon (GnRH) analogları ve oral progesteron bulunmaktadır. Cerrahi seçenekler intrauterin levoprogesterel salgılayan araçlar, endometriyal ablasyon ve nadiren histerektomidir. Depo medroksiprogesteron asetat menstruasyonu baskılamanın ve kontrasepsiyonu sağlamanın basit ve etkili yoludur. Amenore genellikle oluşur ama lekelenme şeklinde veya ani kanamalar ortaya çıkabilir. Kemik mineralizasyonunu azaltması önemli bir yan etkisidir. Diğer önemli yan etkisi de kilo artışına neden olmasıdır. Oral progestogenler enjeksiyon yoluyla uygulanan ajanlara göre daha rahat kullanılır. Ani kanamalara neden olur. Karbamazepin gibi enzim indükleyici ilaçlarla birlikte etkisi azalır. Kombine oral kontraseptifler menstrüel siklusların sayısını azaltmak için kullanılabilir. Antikonvülzan ilaçlarla birlikte kullanıldığında etkinliği azalarak ara kanamalara neden olabilir. İki yıldan uzun süreli kullanıldığında osteopeni riski taşır. GnRH analogları hipogonadotropik bir durum oluşturarak menstruasyonu baskılar. Dört haftada bir kas içi uygulanması nedeniyle kullanımı basittir. Dozlar arasında ani kanamalar ortaya çıkabilir. Diğer tedavi yöntemleri ile karşılaştırıldığında pahalı bir yöntemdir. Ayrıca östrojen eksikliğine yol açan bir durum yarattığı için kemik mineral dansitesi kaybına neden olur. Bunları önlemek amacıyla östrojen progesteron kombinasyonu içeren ilaçlar birlikte kullanılabilir. Bu tedavi şeklinin diğer yan etkileri steril abse oluşumu, kilo alımı, polikistik over sendromu riskinin artmasıdır. 25 KONUŞMACI ÖZETLERİ Levonorgestel intrauterin sistem, T şeklinde bir araç olup 5 yılın üzerinde levonorgestel progesteron salınımına neden olur. Bu araçlar lokal östrojen duyarsızlığı oluşturarak endometrial proliferasyonu inhibe eder. Bu tedavi ile ilgili önemli sorunlar ani kanamalar, kilo artışı, over kisti oluşumu, şişkinlik ve ani kızarmalardır. Cerrahi tedavi yöntemleri olan endometriyal ablasyon ve histerektomi kalıcı steriliteye neden olduğu için çok ağır baskılayıcı durumlarda uygulanır. İnsan haklarına aykırı ve etik olmayan bir işlem olarak da düşünülebilir. Eğer kişi bu durumu algılayabiliyorsa onayının alınması gerekir. Ebeveynden alınan onay yeterli değildir. Menstruasyonu baskılamak için ideal bir seçenek yoktur. Bu konudaki deneyimler ve çalışmalarda son derece yetersizdir. 26 KONUŞMACI ÖZETLERİ Ağır Hiperkalsemi ve Yüksek D Vitamini Birlikteliği Prof. Dr. Zerrin Orbak Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hiperkalsemi farklı nedenlere bağlı gelişebilir. İnfant ve çocuklarda D vitamini hipervitaminozu da hiperkalsemiye yol açabilmektedir. D vitamini hipervitaminozu tanısı ile 4 aylık erkek infant, 2 gün hiperkalsemi için tedavi almış, yanıt alınmayınca sevk edilmişti. Hikayesinde 600 000 ünite oral D vitamini alan hastada huzursuzluk ve iyi beslenememe söz konusu idi. Hipotonik olan hasta, kliniğe kabul edildiğinde serum Ca: 23 mg/dl, 25(OH) vitamin D: 250 ng/ml, paratiroid hormonu: 1.7 pg/ml idi. Almakta olduğu diüretik ile rehidratasyon tedavisine glukokortikoid eklenmesine rağmen serum Ca düzeyi etkili düşmedi. Tedaviye parenteral pamidronat eklendikten sonra hastanın Ca düzeyi normale döndü. Hiperkalsiürisi olan hastanın yapılan renal ultrasonografisinde nefrokalsinozis saptandı. D vitamini kesilen hasta düşük kalsiyum içeren formula ile eksterne edildi. Hasta D vitamini hipervitaminozu olarak sevk edilmiş olmasına rağmen hastada bu tabloya neden olacak ek nedenler araştırıldığında CYP 24A1 geninde mutasyon saptandı. Hiperkalsemi, hiperkalsiüri ve nefrokalsinozisi olan hastalarda D vitamini hipervitaminozu tanısından önce D vitamini metabolizmasının da araştırılması gerekmektedir. Diğer taraftan bu mutasyonun varlığı D vitamini düzeyinin yükselmesine de neden olabilmektedir. 27 KONUŞMACI ÖZETLERİ Obezite Doç. Dr. Erdem Durmaz Çocuk Endokrinoloji Uzmanı 2016 yılında obezite başlığı ile yayınlanmış 1150 makale saptandı. Bunlardan klinik uygulamamıza faydası olabilecek ikisi aşağıda sunulmuştur Bariatrik cerrahinden üç yıl sonra adölesanların kilo kaybı ve sağlık durumlarının değerlendirilmesi Son yıllarda ciddi obezitesi olan adölesanlarda bariatrik cerrahi bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaktadır. Ancak özellikle adölesanlara yönelik etkinliğin ve kilo kaybına bağlı gelişebilecek komplikasyonların incelendiği prospektif sadece birkaç çalışma vardır. Bu çalışmada A.B.D de 5 merkezde kilo verdirici cerrahi uygulanan toplam 242 adölesan. (Roux-en- Y gastrik bypass olan 161 adölesan ile 67 sleeve gastrectomy) 3 yıl boyunca prospektif takibe alınmış. Ortalama yaşları 17±1.6 yıl, vücut kitle indeksleri ortalaması 53, 75% katılımcı kız cinsiyetmiş. 3. Yılın sonunda ortalama %27 kilo kaybı olmuş. Ameliyat teknikleri arasında kilo verme yüzdesi açısından anlamlı fark olmamış. Operasyon öncesi tip 2 diyabet tanısı olan hastaların 95% inde , anormal böbrek fonksiyonları görülenlerin 86% sında , hipertansiyon saptananların 74%ünde ve dislipidemi saptananların 66% sında bulgularında tam düzelme olmuş. Ameliyat sonrası %57 hipoferritinemi görülmüş. %13 hasta tekrardan intraabdominal cerrahi geçirmiş. Bu çalışma ile bariatrik cerrahi sonrası 3 yıllık takipte kilo vermede, kardiyometabolik denge ve kilo ile ilişkili yasam kalitesinde önemli olumlu değişiklikler olduğu saptanmıştır. Ancak cerrrahi sonrası risk olarak mikronütrient eksiklikler ve tekrarlayan cerrahi düzeltici operasyonlar riskleri olabileceğide akılda tutulmalıdır. Inge TH, Courcoulas AP, Jenkins TM, Michalsky MP, Helmrath MA, Brandt ML, Harmon CM, Zeller MH, Chen MK, Xanthakos SA, Horlick M, Buncher CR; Teen-LABS Consortium. Weight Loss and Health Status 3 Years after Bariatric Surgery in Adolescents. N Engl J Med. 2016 Jan 14;374(2):113-23. doi: 10.1056/NEJMoa1506699 Obez çocuklarda Bisfenol A ile insülin rezistansı ve adiponectin ve resistin gen ekspresyon etkileşimi. Bisfenol A (BPA) çoğunlukla plastik ürünlerin yapısında kullanılan endokrin bozucu bir maddedir. Erkeklerde kısırlık ve kızlarda erken ergenlik, artmış kardiyovasküler hastalık riski mevcuttur. Son yıllarda erişkinlerde obezite ve insülin dirençinde de rolü olabileceğini gösteren çalışmalar yayınlanmıştır. Çalışmaya 141 obez çocuk dahil edilmiştir. İdrarda BPA seviyeleri ile insülin rezistansı ve adiponektin ve resistin serum konsantrasyonları incelenmiştir. Aynı zamanda prepubertal sağlıklı nonobez 8 çocuktan elde edilen yağ dokusunda BPA’ya karşı adiponektin ve resistin gen ekspresyonu RT-PCR ile değerlendirilmiştir. BPA ile serum insülin direnci arasında kuvvetli ilişki bulunmuş, kan adiponektin seviyesi ilede arasında kuvvetli ters ilişki bulunmuş. (r =_0.48; p<0.0001). Serum Resitin seviyesi arasında ilişiki bulunmamış. Yağ dokusu hücre kültürlerinde dışardan BPA verilerek resitin gen ekspresyonu olduğu gösterilmiş. Adiponektin ekspresyonunda da azalma olduğu görülmüş. Sonuç olarak BPA vücut kitle indeksinden bağımsız şekilde direkt insülin rezistansı yapıcı etkisi ile çocukluk çağı obezitesi gelişiminde rolü olabilir. Bu etkinin mekanizması kısmi olarak yağ dokusunda BPA’nın resistin ve adiponektin üretimine etki ederek oluyor olabilir. Menale C, Grandone A, Nicolucci C, Cirillo G, Crispi S, Di Sessa A, Marzuillo P, Rossi S, Mita DG, Perrone L, Diano N, Miraglia Del Giudice E. Bisphenol A is associated with insulin resistance and modulates adiponectin and resistin gene expression in obese children. Pediatr Obes. 2016 May 17. doi: 10.1111/ijpo.12154 Puberte 2016 yılında puberte başlığı ile yayınlanmış 1283 makale saptandı. Bunlardan klinik uygulamamıza faydası olabilecek ikisi aşağıda sunulmuştur 28 KONUŞMACI ÖZETLERİ McCune –Albright sendromu tanılı kızlarda puberte prekoz tedavisinde uzun dönem letrozol tedavisinin sonuçları McCune –Albright sendromu sık tekrarlayan östrojen salgılayan overyal kistler nedeniyle görülen puberte prekoz dan displasik kemik bozukluklarına kadar giden geniş spekturumlu nadir görülen bir hastalıktır. Özellikle yüksek östrojen seviyesi nedeniyle hızlı kemik maturasyonu olup kalıcı boy kaybı olmaktadır. Bu duruma aromataz inhibitörlerinden birinci ve ikinci kuşak ilaçların olumlu etkisi olmamıştır. Üçüncü kuşak aromataz inhibitörü olan letrozolun olumlu etkisi olabileceğini gösteren küçük pilot bir çalışma vardır. Letrozol tedavisi almış 28 McCune –Albright sendromu tanılı hasta tüm dosya bilgileri ile geriye dönük incelenmiş. Ortalama izlem süresi 6±3.3 yıl, Letrozol tedavisi ortalama 4.1±2.6 yıl verilmiş. Letrozol tedavisi iskelet maturasyon hızını düşürmede oldukça etkili olmuş. Kemik yaşındaki değişikliğin (ΔKY) takvim yaşındaki (ΔTY) değişikliğe oranında anlamlı azalma olmuş (ΔKY/ΔTY) (1.7 den 0.5 (P < 0.0001)), ve büyüme hızı z skoru ciddi azalmış (2.2 ± 2.3 den −0.6 ± 1.6 (P = 0.0004)). Öngörülen yetişkin boyu z skoru ciddi artmıştır (−2.9 ± 3.2 den −0.8 ± 1.5 ) (P = 0.004). Uterus ve over boyutlarında tedavi öncesine göre anlamlı bir değişiklik olmamıştır. Özetle bu çalışma letrozol tedavisinin iskelet maturasyonu, büyüme hızı ve öngörülen erişkin boyuna olumlu etkisi olduğunu gösteren yapılmış en uzun süreli çalışmadır. İzlem süresince hiç yan etki gözlemlenmemiş olması da dikkate alınmalıdır. Estrada A, Boyce AM, Brillante BA, Guthrie LC, Gafni RI, Collins MT. Long-term outcomes of letrozole treatment for precocious puberty in girls with McCune-Albright syndrome. Eur J Endocrinol. 2016 Nov;175(5):477-483. Puberte öncesi hipotalamik GnRH üretimindeki artısı mikro RNA anahtarı ayarlar Gonadotropin salgılatıcı hormon (Gn-RH) salgılayan nöronlar gonadotropin sekresyonu ve postnatal gonadın büyümesi ve fonksiyonunda ana görevi üstlenir. GnRH salınımının önemli rol üstlendiği ‘mini puberte dönemi’ süt çocukluğunda tam olarak mekanizması açıklanamayan bir dönemdir. MikroRNA (miRNA) yaklaşık 21-23 nükleotit uzunluğunda tek iplikli RNA molekülü türüdür, gen ifadesinin düzenlenmesinde rol oynar. miRNA'lar kodlamayan RNA'lardandır, yani DNA'dan transkripsiyonu yapılan ama proteine çevirisi yapılmayan genler tarafından kodlanırlar. Olgun miRNA ların somatik büyüme ve üreme organları (periferik) üzerinde etkileri olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada fare modelleri kullanılarak GnRH ekspresyonunun kritik bir rol aldığı minipuberte döneminde miRNA ların görev alıp almadığı incelenmek istenmiştir. Bu nedenle hipofiz spesifik GnRH nöronlarında Dicer (RNA az –III endonukleaz) seçici olarak inaktive edilmiş fareler kullanılmış. Mutant tüm erkek ve dişi farelerde ciddi hipogonadism ve kısırlık gözlemlenmiş. Serum lh, fsh seviyeleri her iki cinsiyette de belirgin düşükmüş. GnRH enjeksiyonu sonrası LH seviyesinde belirgin yükselme olması ile pitiuter fonksiyonların korunduğunu göstermişler. İki miRNA nın GnRH expresyonunu direkt ve indirek yollarla engelliyor olabileceği saptanmış (miR-200 ve mi-155) .Bu durumu özellikle GnRH transkripsiyon aktivatörünlerinin supresörü olan Zeb 1 geni regülasyonu, GnRH nöronlarına direkt etki ve/veya nitrik oksit dolaylı GnRH baskılayıcı olan Cebpb i etkileyerek yaptıkları saptanmıştır. Bu çalışma ilk defa fizyolojik ve nöroanatomik olarak miRNA ların farelerde infantil dönemde GnRH salınımına etki ederek sonuçta puberte ve doğurganlık konusunda etkili olduğunu göstermiştir. Messina A, Langlet F, Chachlaki K, Roa J, Rasika S, Jouy N, Gallet S, Gaytan F, Parkash J, Tena-Sempere M, Giacobini P, Prevot V. A microRNA switch regulates the rise in hypothalamic GnRH production before puberty. Nat Neurosci. 2016 Jun;19(6):835-44. doi: 10.1038/nn.4298. 29 KONUŞMACI ÖZETLERİ 2016-2017 Yıllık: Adrenal-Kemik-Büyüme Prof.Dr.Özgür Pirgon Süleyman Demirel Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji Bilimdalı A Phase 2 Study of Continuous Subcutaneous Hydrocortisone Infusion in Adults With Congenital Adrenal Hyperplasia. J Clin Endocrinol Metab 101: 4690–4698, 2016 Konjenital adrenal hiperplazi tanılı yetişkinlere ciltaltı sürekli hidrokortizon infüzyonu: Faz 2 Çalışması Faz 2 çalışmasında amaç; tedaviye yanıtı yetersiz olan KAH’lı yetişkinlerde ciltaltı sürekli hidrokortizon infüzyonu ile klasik oral glukokortikoid tedavisini karşılaştırmaktır. Bu çalışma ile fizyolojik kortizol yanıtı sağlanması ile KAH kontrolünün geliştirilmesi ve ilişkili komorbiditelerin düzeltilmesi hedeflenmiştir. 21-hidroksilaz enzim eksikliği tanısı ile izlenen, yaşları 19-42 arasında değişen, 5 kadın ve 3 erkek, kötü kontrollü hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Kötü kontrol kriterleri olarak 17OHP>1200 ng/dl ve/veya sabah glukokortikoid dozu alınmadan bakılan androstenedion seviyesinin normalden yüksek olması ve en az bir tane glukokortikoid tedavisine bağlı komorbiditenin (BMI>30kg/m2, AST/ALT<1, HOMA-IR>2.6, osteopeni veya osteoporoz, gastrointestinal yakınmalar) olması kabul edilmiştir. Uygun hastaların seçimi sonrası çalışmaya başlanmadan 2-3 ay öncesinde hastaların tüm açlık kan örnekleri ve adrenal öncülleri değerlendirilmiştir. Hidrokortizon klerens çalışması tüm hastalara yapılmıştır (iv 100 mg hidrokortizon verildikten sonra 150 dakika boyunca her 10 dakikada bir kortizol ölçümü). Sonrasında CSHI (continuous subcutaneous hydrocortisone infusion) başlanmıştır. Günlük hidrokortizon ihtiyacı, kortizol klerensi ile hesaplanmış ve bu esnada tüm hastalar fludrokortizon tedavisi almaya devam etmiştir. Hastalara Paradigm REAL-time (MMT-722) insülin pompası ile 50 mg/ml oranında hidrokortizon sodyum süksinat (100mg/2mL Solu-Cortef ACT-O-VIAL) infüzyonu yapılmıştır. Her 2 ayda bir değerlendirilen hastalara 6. ayın sonunda CSHI ile devam etme seçeneği sunulmuştur. Sonuç olarak hastaların sabah 07.00 deki 17OHP, ACTH, androstenedion ve progesteron düzeylerinde anlamlı azalma, kas kitlesinde artış, testiküler adrenal rest tümörü olan hastalardan (3 erkek) daha genç olan 27 yaşındaki hastada tümör kitlesinde %40 küçülme, diğer ikisinde ise sabit kalma (fibrotik), sekonder amenoresi olan 3 kadından birinde düzenli mensturasyon, diğer ikisinde saptanan polikistik over bulgularında sabit kalma, adrenal yetmezlik ve glukokortikoid fazla kullanımına bağlı semptomlarda azalma görülmüştür. Hastalarda yanetki olarak ağırlık artışı görülmüş ancak HOMA-IR ve BMD de anlamlı değişiklik saptanmamıştır. CSHI ile klasik tedavinin karşılaştırıldığı bu ilk çalışmada CSHI’nın güvenli ve kolay olarak fizyolojik kortizol yanıtını taklit ettiği gösterilmiştir. Achieving a physiological cortisol profile with once-daily dual-release hydrocortisone: a pharmacokinetic study. European Journal of Endocrinology 175, 85–93, 2016 İki faz salınımlı hidrokortizon tablet alımı ile fizyolojik kortizol profilini yakalamak : Bir farmakokinetik çalışma Adrenal yetmezlik tedavisinde kullanılan klasik hidrokortizon rejiminin hastalık üzerindeki olumlu etkileri olmasına karşın uzun dönem olumsuz etkileri (artmış erken ölüm riski ve yaşam kalitesinde azalma) görülmesi nedeniyle tartışmalıdır. Öğleden sonra alınan dozların fizyolojik kortizol düzeyine göre fazla olmasına bağlı olduğu düşünülen metabolik bozukluklar, kalitesiz uyku, hızlı kilo alımı ve enfeksiyon sıklığında artış görülmektedir. Bu çalışmada çoklu ilaç kullanım zorluğu, fizyolojik kortizol yanıtını taklit etmede başarısızlık ve gün içerisinde farklı kortizol seviyelerine ihtiyaç duyulması nedeniyle iki fazlı salınımı (dual release) olan hidrokortizon (DR-HC) tabletlerin sağlıklı gönüllülerde 5-20 mg dozları arasındaki farmakokinetiğini ve değişkenliğini ortaya koymak amaçlanmıştır. Çalışmada 20-55 yaşları arasındaki BMI 18-30 kg/m2 olan sağlıklı erkek ve kadınlar çalışmaya alınmıştır. Randomize, open label, olan çalışmada tek doz oral DR-HC tabletler kullanılmış olup her hasta için ilk tedavi öncesindeki 21 gün içerisinde 24 saaatlik endojen kortizol sekresyonu hesaplanmıştır. Uygun hastalara sabah aç olarak DR-HC tabletler 3 gün boyunca verildikten sonra en az 72 saat süren klirens dönemine alınmışlardır. Plazma kortizol seviyeleri LC-MS/MS ile ölçülmüştür. Sonuç olarak günde bir kere alınan DR-HC tabletlerin alındıktan sonraki ilk dört saatte en yüksek etkiye ulaştığı, gün içinde azalarak gece sıfır düzeyine indiği gösterilmiştir. Böylece fizyolojik kortizol düzeyi ile benzerlik gösterdiği sadece sabah çok erken saatlerde uyku esnasındaki kortizol artışının sağlanamadığı saptanmıştır. Emilimine bağlı olduğu düşünülen günden güne değişen farmakokinetik değişiminin DR-HC tabletlerde olmadığı gösterilmiştir. 30 KONUŞMACI ÖZETLERİ Scalp hair 17-hydroxyprogesterone and androstenedione as a long-term therapy monitoring tool in congenital adrenal hyperplasia. Clinical Endocrinology 85, 522–527, 2016 Konjenital adrenal hiperplazi tedavisinin uzun süreli takibinde saç telinde 17 hidroksiprogesteron ve androstenedion ölçümü KAH tanısı ile izlenen hastaların izlemindeki anahtar basamak hem glukokortikoid hem de steroid hormonların fazla sentezinin engellenmesidir. Yüksek dozla tedavi sonucunda, Cushing sendromu bulguları (büyüme duraklaması, obezite ve anormal yağ dağılımı) olurken düşük doz verilmesinde ise steroid hormonların aşırı salınımına ait bulgular (hirsuitizm, akne ve virilizasyon) ortaya çıkmaktadır. Bu bulguların ortaya çıkması için uzun süre geçmesi gerektiğinden hastalar fazla ya da yetersiz tedavi alabilmektedir. Uygun tedavinin göstergesi olarak kanda ve tükrükte steroid hormon prekürsörlerinin hafif artmış düzeyleri hedeflenmektedir. Ancak farklı ilaç alımı zamanı, değişken zamanda kan ölçümü, akut stres durumları gibi sorunlarda bu belirteçlerin ölçüm sonuçları kısa süre ile etkilenmektedir. Saç telinde 17OHP ölçüm yöntemi göreceli olarak yeni bir ölçüm yöntemi olup, uzun süreli steroid etkisini invaziv olmayan bir yöntem ile göstermektedir. Örneğin alındığı zaman ile düzeyi de değişmemektedir. Bu çalışma ile KAH izleminde kullanılan adrenal prekürsörlerin (17OHP ve androstenedion) kan ve tükrük düzeyleri ile saç teli 17OHP düzeyleri arasındaki ilişkinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışmaya KAH tanısıyla izlenen 26, adrenal yetmezlik tanısıyla izlenen 12 hasta dahil edilmiş olup 293 hasta ise kontrol grubunu oluşturmuştur. Sonuç olarak saç telinde bakılan 17OHP ve androstenedion seviyelerinin kan ve tükrük düzeyleri ile kuvvetli ilişkili olduğu görülmüştür. Saçteli ölçümü gibi basit bir yöntemle son 3 aydaki kortizol ve steroid hormon maruziyeti saptanabilir. Bu nedenle uzun süreli tedavi dozunu belirlemede saç telinde 17OHP ve androstenedion daha güvenilirdir. The diagnosis of nonclassic congenital adrenal hyperplasia due to 21-hydroxylase deficiency, based on serum basal or post-ACTH stimulation 17-hydroxyprogesterone, can lead to false-positive diagnosis. Clinical Endocrinology 84, 23–29, 2016 21 hidroksilaz eksikliğine bağlı non-klasik KAH tanısında bazal ve ACTH testi ile 17OHP ölçümünün hatalı pozitif olarak sonuçlanması Üreme çağındaki kadınların %5-10’unda hiperandrojenizm görülebilmektedir. Virilizan ovaryan ve adrenal tümörler ekarte edildikten sonra, ayırıcı tanıda Polikistik over sendromu (PCOS), idiyopatik hiperandrojenizm (IHA) ve 21OH eksikliğine bağlı non-klasik konjenital adrenal hiperplazi (NKKAH) akla gelmelidir. NKKAH tanısı için önerilen, sabah saatlerinde gerekirse ACTH uyarı testi ile uyarılmış 17OHP düzeyidir ancak cut-off değeri halen tartışmalıdır. 17OHP cut-off değeri çalışılan kite bağlı olarak değişmekle birlikte 5.1-12 nmol/l, ACTH testi ile uyarılmış 17OHP ise 30 nmol/l olarak kabul edilmektedir. 17OHP düzeyleri ile tanı konulamayan hastalarda genetik testler ve 24 saat idrar steroid profili yararlı olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı hiperandrojenizm tespit edilen kadınların (test sonrası uyarılmış 17OHP düzeyi >30 nmol/l sonucu ile NKKAH tanısı doğrulanmış kadınlarda) uyarılmış 17OHP cut-off değerinin doğruluğunun saptanmasıdır. Ayrıca 17OHP düzeyi <30 nmol/l ve >30nmol/l olan NKKAH tanısı almış ya da almamış hastaların klinikleri ve androjen düzeylerinin incelenmesi de amaçlanmıştır. Biyokimyasal ya da klinik hiperandrojenizmi olup bazal 17 OHP >5.1 nmol/l olan 40 kadın çalışmaya dahil edilmiş. Bazal ya da uyarılmış 17 OHP düzeyi >30nmol/l olan tüm kadınlara (n=21) 24 saat idrar steroid profili yapılmış, bunların sadece %24’ünde pozitif idrar steroid profili saptanmıştır. Bu pozitif idrar steroid profili olan hastalara yapılan CYP21A2 analizleri sonucunda %100 genetik mutasyon görülürken, negatif idrar steroid profili olan hastalara yapılan genetik testler sonucunda ise hiçbirinde mutasyona rastlanmamıştır. Pozitif idrar steroid profili ve genetik ile NKKAH tanısı alan tüm hastaların bazal 17OHP değerinin >30nmol/l olduğu bu nedenle ACTH testi yapılmadan NKKAH tanısı aldığı görülmüştür. Bu sonuçlarla ACTH uyarı testi ile NKKAH tanısı alan hastaların %75 oranla yanlış pozitif tanı alabileceği gösterilmiştir. Effects of Genetic and Nongenetic Factors on Total and Bioavailable 25(OH)D Responses to Vitamin D Supplementation. J Clin EndocrinolMetab 102: 100–110, 2017 Vitamin D desteği sonrasındaki total ve bioavailable 25(OH)D düzeylerine Genetik ve Genetik olmayan faktörlerin etkisi 31 KONUŞMACI ÖZETLERİ D vitamini eksikliği tüm dünyada en sık görülen beslenme bozukluklarından biri olup çok farklı sağlık sorunlarına sebep olabilmektedir. Giderek yaygın bir şekilde laboratuar tetkiklerinde istenmekte ve D vitamini reçete edilmektedir. Daha önce yapılan çalışmalar beyazlarda yapılmıştır ancak ırka göre günlük D vitamini ihtiyacı farklılıklar gösterdiğinden beyaz olmayan ırkın da farklı günlük D vitamini gereksinimi olmaktadır. Beyazların günlük 800 U, siyahların 1640 U, Çinlilerin 2000 U D vitamin ihtiyacı olduğu daha önceki çalışmalarda gösterilmiştir. GC geninde kodlanan VDBP (Vitamin D binding protein) 25(OH)D’nin %85 -90’ına bağlanarak biyoyararlanımını değiştirmektedir. GC genindeki polimorfizmlerin (Gc1F, Gc1S, Gc2) 25(OH)D düzeyi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada 448 Çinliye randomize çift kör, plasebo kontrollü olarak 20 hafta boyunca 2000 IU/gün D vitamini verilerek genetik ve genetik olmayan faktörlerin D vitamini yanıtına olan etkileri araştırılmıştır. Sonuç olarak katılımcıların %25’inde D vitamini desteğine rağmen düzelmeyen D vitamin eksikliği olduğu, Çinlilerde düşük-orta bağlanma affinitesi olan Gc2/2 ve Gc1S/1S izoformlarının yüksek oranda olduğu ve zencilerde daha fazla bulunan ve affinitesi daha fazla olan Gc1F izoformunun Çinlilerde beyazlara oranla daha fazla olduğu görülmüştür. Verilen vitamin D desteğine olan yanıtta ise GC-rs4588 CC taşıyıcılarda en yüksek yanıtın olduğu saptanmıştır. Prepubertal Impact of Protein Intake and Physical Activity on Weight-Bearing Peak Bone Mass and Strength in Males. J Clin Endocrinol Metab 102: 157–166, 2017 Erkeklerde prepubertal dönemde protein alımı ve fiziksel aktivitenin ağırlık taşıyan kemik kitlesine ve gücü üzerine etkisi PBM (peak bone mass) 30’lu yaşların başına kadar sağlanabilen kemik yapısı ve gücündeki kazanım olarak tanımlanmakta olup %60-80 ‘inin genetik faktörlerle %20-40’ının ise çevresel faktörlerle (özellikle beslenme ve fiziksel aktivite) ilişkili olduğu bilinmektedir. En çok merak edilen konulardan biri ise çevresel faktörlerin kemik üzerine olan etkilerinin hangi yaşta etkili olduğudur. Bu çalışmada puberte öncesi dönem ile genç erişkin dönem arasındaki protein alımının ve fiziksel aktivitenin kemik yapısı ve gücü üzerindeki etkileri 15 yıllık bir süreç içerisinde incelenmiştir. Bu çalışmada hastalar 7.4 yaşından itibaren 22.6 yaşa kadar takip edilmiş olup protein ve kalsiyum alımı ile fiziksel aktiviteleri yapılan anketler hesaplanmış ve kemik değerlendirmeleri dual energy X-ray ile yapılmıştır. 7.4 yaşında iken katılımcılar fiziksel aktivite ve protein alımlarına göre 4 gruba ayrılmışlar. Fiziksel aktivite ve protein alımı ortalamanın altında olanlardaki BMC (bone mineral content) en düşükken, her ikisi de ortalamanın üzerinde olanlarda en yüksek olduğu görülmüştür. Ayrıca protein alımı ortalamanın üzerinde olup, fiziksel aktivitesi ortalamanın altında olanların BMC’si, fiziksel aktivitesi ortalamanın üzerinde olup protein alımı ortalamanın altında olanlara göre daha yüksek olarak saptanmıştır, bu da protein alımının kemik kazanımına olan etkisinin fiziksel aktiviteden daha önemli bir yere sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. 15.2 yaşa kadar kazanılan BMC’nin 22.6 yaşındaki BMC’nin %96.1i olduğu görülmüştür. Tüm bu sonuçlar ile puberte öncesi kemik kazanımının önemi vurgulanmıştır. Randomized Trial of Aromatase Inhibitors, Growth Hormone, or Combination in Pubertal Boys with Idiopathic, Short Stature. J Clin Endocrinol Metab 101: 4984–4993, 2016 İdiyopatik boy kısalığı olan pubertal erkek çocuklarında Aromataz inhibitörü, büyüme hormonu ve birlikte kullanımı üzerine randomize bir çalışma Östrojen dinlenme fazındaki kondrositleri ve öncül hücreleri azaltır ve epifiz füzyonunu hızlandırır. Bu nedenle erkeklerde östrojenin selektif olarak baskılanmasıyla lineer büyüme devam ederken seksüel maturasyonun devamı da sağlanabilir. Aromataz inhibitörleri (AI) androjenlerin östrojene dönüşmesini sağlayan aromataz enzimini inhibe eder. Bu çalışmada idiyopatik boy kısalığı (ISS) olan erkeklerde AI’lerinin etkisinin GH ve AI/GH ile karşılaştırılması hedeflenmiştir. 2 yıl süren bu çalışmaya; 12-18 yaşında, ISS tanısı ile izlenen, GH uyarı testlerine GH yanıtı >5 ng/ml olan ve IGF-1 ile IGFBP3 seviyeleri normal olan 76 erkek hasta dahil edilmiştir. Hastalar AI, GH ve AI/GH olarak benzer başlangıç boyları ile üç gruba ayrılmıştır ve büyüme hormonu (42 µ/kg/doz), Anastrazol 1 mg veya Letrozol 2.5 mg dozunda kullanılmıştır. GH ve GH/AI kullanan grupta IGF-1 düzeyinin daha yüksek olduğu, letrozolün anastrazole oranla daha düşük E daha yüksek T düzeyini sağladığı, AI/GH grubundaki bir hastada femoral epifiz kayması geliştiği görülmüştür. Sonuç olarak ISS’de GH tedavisine AIs (letrozol veya anastrazol) eklenmesi ve 24-36 ay kullanılması ile 32 KONUŞMACI ÖZETLERİ boy kazancının arttığı görülmüştür. AI kullanımının kemik üzerine olumsuz etkilerinin olmadığı, AI kullanımının 36 aya kadar güvenli olduğu gösterilmiştir. Evaluation of growth hormone stimulation testing in children. Clinical Endocrinology 84, 708–714, 2016 Çocuklarda büyüme hormonu uyarı testlerinin değerlendirilmesi SGA, Turner Sendromu, kronik böbrek yetmezliği, Prader-Willi Sendromu, SHOX gen mutasyonu dışındaki tüm boy kısalıklarında GH tedavisi vermek için GH uyarı testleri yapmak gereklidir. Prepubertal dönemdeki yanlış pozitif sonuçların önüne geçmek için priming önerilse de kesin bir uzlaşı mevcut değildir. Yine idiyopatik GH eksikliği olanlarda geçiş döneminde normal GH yanıtları olduğu gösterilmiş ancak ne zaman nasıl test yapılacağı açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu çalışmada İngiltere’den 48 çocuk ve 57 biyokimya bölümü olmak üzere 105 ayrı merkezden veriler toplanmıştır. Her departmanın yılda ortalama 29 GH uyarı testi ile 11 GH eksikliği tanısı tespit ettiği belirlenmiştir. İkinci basamak departmanlarda ortalama 8 test yapıldığı ve 2 GH eksikliği tanısı, üçüncü basamak departmanlarda ise 63 test yapıldığı ve 28 GH eksikliği tanısı tespit ettiği belirlenmiştir. Priming’in %75 merkezde uygulandığı ve merkezler arasında hem preparat (etinilestradiol ve stilboesterol) hem de doz açısından farklar olduğu belirlendi. İngiltere’de BH cut-off değeri, test süresi, priming açısından fikir birliği olmasa da; GH uyarı testlerinde cutoff değerin %83 merkezde 6-7 µ/L olduğu, departmanların %88’inde glukagon, %40’ında arjinin testi uygulandığı, departmanların %27’sinde IGFBP-3 ölçümünün yapıldığı görüldü. Erişkine geçiş esnasında (retesting) rehberlerde sadece IGF-1 ölçümü olarak belirtilse de departmanların %92’sinde GH uyarı testi yapılmakta olduğu belirtilmiştir. Automatic Determination of the Greulich-Pyle Bone Age as an Alternative Approach for Chinese Children with Discordant Bone Age. Horm Res Paediatr 86:83–89, 2016 Uyumsuz kemik yaşı olan Çinli çocuklarda Greulich-Pyle kemik yaşının otomatik değerlendirilmesinde alternatif bir yaklaşım Çocuk hastalarda özellikle erken puberte ve boy kısalıklarının değerlendirilmesinde kemik yaşı ölçümü önemli bir yer tutmaktadır. En sık kullanılan yöntem olan Greulich-Pyle atlasları ile yapılan ölçümler kısa sürede sonuç verse de kişiden kişiye değişmesi, zaman gerektirmesi nedeniyle otomatik ölçüm sistemleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu amaçla Avrupalı çocukların verileriyle geliştirilen BoneXpert isimli program Çin de dahil olmak üzere bir çok ülkede kullanılmaya başlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, çeşitli nedenlerle kemik yaşı ilerlemiş veya gecikmiş olan çocuklarda, uzmanların gözetiminde raporlar veren radyoloji asistanları için BoneXpert programının alternatif bir yöntem olarak kullanılıp kullanılamayacağının değerlendirilmesidir. 273 erkek ve 209 kız hastanın radyografları radyoloji asistanları tarafından incelenmiştir. Buna ek olarak aynı grafiler BoneXpert programı ile değerlendirilmiştir. Eğer iki yöntem arasındaki yıl farkı >1 ise aynı grafiler radyoloji uzmanları tarafından incelenmiştir. Sonuç olarak toplam 482 grafi incelenmiş, sadece 46 grafide BoneXpert ile asistan arasındaki ölçüm farkının >1 yaş sapma olduğu görülmüş ve yeniden uzmanlar tarafından değerlendirilmiştir. Programın bazı kemik sınırlarını yanlış algıladığı, radyoloji asistanlarının bazı hasta bilgilerini yanlış değerlendirdiği görülerek bu hatalar düzeltildiğinde aradaki farkın azaldığı tespit edilmiştir. BoneXpert programının %94.2 oranla asistanların değerlendirdiği kemik yaşları ile benzer sonuçlar verdiği görülmüş. Sadece 28 vakada her iki yöntem arasında >1 yaş olduğu, bu farkında >10 yaş hastalarda ortaya çıktığı saptanmıştır. Bu sonuçlarla özellikle küçük yaştaki hastalarda BoneXpert programının güvenle kullanılabileceği vurgulanmıştır. 33 KONUŞMACI ÖZETLERİ Pediatrik Endokrinolojide 2016 Yayınları; Diyabet ve Tiroid Doç.Dr. Doğa Türkkahraman SBÜ. Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji Kliniği Son bir yılda pediatrik yaş grubunda diyabet alanında yayınlanmış 1590, tiroid alanında yayınlamış 535 makale incelendi. Bu klinik çalışmalardan tıp literatürüne önemli katkılar sağlayan ve klinik uygulamamızı değiştirebilecek dört tanesi aşağıda sunulmuştur. DİYABET Mauriac Sendromu’nun Genetik/Metabolik Nedeninin Keşfi MacDonald MJ, Hasan NM, Ansari IH, Longacre MJ, Kendrick MA, Stoker SW. Discovery of a Genetic Metabolic Cause for Mauriac Syndrome in Type 1 Diabetes. Diabetes. 2016; 65 (7): 2051-9. Mauriac sendromu; kötü kontrollü tip1 diyabetli çocuklarda büyüme geriliği, gecikmiş puberte ve karaciğerde glikojen depolanmasına bağlı ciddi hepatomegali ile seyreden klinik bir sendromdur ve nedeni henüz kesin olarak aydınlatılamamıştır. Bu çalışmada karaciğer glikojen fosforilaz kinaz enziminin katalitik subunitinde Mauriac sendromuna yol açan genetik bir mutasyon ilk defa tanımlanmıştır. Hasta ve annesi bu mutasyon (PHKG2 G→A) için heterozigot, baba ise normaldir. Dominant olarak kalıtılan bu mutasyonun in vitro çalışmalarda glikojen fosforilaz kinaz enzimini tamamen bloke ettiği ve karaciğerde glikojen birikimine yol açtığı gösterilmiştir. Anne bu mutasyona sahip olmasına rağmen diyabet hastası olmadığı için tamamen sağlıklıdır. Baba ise kötü kontrollü tip1 diyabet hastası olmasına rağmen mutasyonu taşımadığı için hepatomegalisi yoktur. Sonuç olarak bu ilginç vaka serisinde Mauriac sendromunun gelişmesi için PHKG2 mutasyonu ve hiperglisemiye maruziyetin beraber olması gerektiği klinik ve deneysel olarak gösterilmiştir. Beta-hücre Otoimmünitesinin Dönüşümü Tip1 Diyabet Gelişim Riskini Değiştirir: TEDDY Çalışması Vehik K, Lynch KF, Schatz DA, Akolkar B, Hagopian W, Rewers M, She JX, Simell O, Toppari J, Ziegler AG, Lernmark Å, Bonifacio E, Krischer JP, TEDDY Study Group. Reversion of β-Cell Autoimmunity Changes Risk of Type 1 Diabetes: TEDDY Study. Diabetes Care. 2016; 39(9): 1535-42. β-hücre otoantikorları tip1 diyabetin gelişiminde önemli rol oynar. Klinikte ise diyabet risk skorlamasında kullanılmaktadırlar. TEDDY çalışma grubunun tip1 diyabetli çocuklarda yaptığı bu çalışmada, insulin ab, GAD ab ve insulinoma antijen-2 ab (IA-2A) her bir hasta için iki farklı laboratuarda ve en az iki farklı zamanda çalışılmıştır. Hastalarda kalıcı antikor pozitifliği olabildiği gibi, zaman içinde bazı hastalarda antikorlar negatifleşmiştir (antikor dönüşümü). Dönüşüm oranı insulin ab için %29, GAD ab için %19 olarak bulunmuştur. Fakat bu dönüşüm tek ab pozitifliğinde %24 iken çoklu ab pozitif vakalarda <%1 olarak bulunmuştur. Antikor dönüşümü HLA genotipi, yaş ve azalan titre ile ilişkili bulunmuştur. Bir antikor pozitifliği olan ve aynen devam eden vakalarda doğumdan itibaren tip1 diyabet gelişim riski yıllık 100 hastada 1,8 iken, bu oran tek antikor pozitifliği olan ve negatifleşen vakalarda yıllık 100 hastada 0,14, hiç antikor geliştirmeyen vakalarda ise yıllık 100 hastada 0,06’dır. Çoklu antikor pozitifliği olan hastalarda antikor dönüşümü olsa dahi tip1 diyabet riski halen yüksektir. Tek antikor pozitifliği olan ve antikoru negatifleşen hastalarda ise bu risk oldukça düşüktür. Sonuç olarak; tek antikor pozitifliği olan hastalar dönüşümden itibaren en az bir yıl diyabet risk sınıflaması için izlenmelidir. TİROİD Erken Gebelikte Maternal Tiroid Fonksiyonlarının Bebeklerin Çocukluk Dönemindeki IQ ve Beyin Morfolojisi ile İlişkisi: Popülasyon Tabanlı, Prospektif, Kohort Çalışması Korevaar TI, Muetzel R, Medici M, Chaker L, Jaddoe VW, de Rijke YB, Steegers EA, Visser TJ, White T, Tiemeier H, Peeters RP. Association of maternal thyroid function during early pregnancy with offspring IQ and brain morphology in childhood: a population-based prospective cohort study. Lancet Diabetes Endocrinol. 2016; 4(1): 35-43. Tiroid hormonu erken beyin gelişiminde önemli bir rol oynamaktadır. Fötal tiroid bezi gebeliğin 18-20. haftasına kadar fonksiyonel olmadığı için fötal beyin gelişimi büyük oranda anneden geçen tiroid hormonlarına bağlıdır. Hollanda’da yapılan bu çalışmada, gebeliği <18 hafta olan kadınlardan TSH, ST4 ve TPO ab için kan alınmıştır. Sorunsuz doğan ve 34 KONUŞMACI ÖZETLERİ büyüyen 3839 çocuğa ortalama 6 yaşında IQ değerlendirilmesi yapılmış ve 646 çocuğa ortalama 8 yaşında beyin MRI çekilmiştir. Sonuçlar oldukça ilgi çekicidir. Maternal ST4 düzeyleri; çocukların IQ’su, beyin gri cevher volümü ve kortex volümü ile anlamlı derecede ters U şeklinde ilişkili bulunmuştur. Düşük veya yüksek maternal ST4 düzeyleri, çocukların IQ düzeylerinde 1,4-3,8 puanlık bir azalmaya neden olmuştur. Maternal hCG ve TPO ab, çocuk TSH ve ST4 gibi birçok değişkenin göz önüne alınıp yapılan istatistiksel analizlerde de bu ilişki değişmemiştir. Maternal TSH düzeylerinin ise çocukların IQ veya beyin morfolojisiyle bir ilişkisi bulunamamıştır. Sonuç olarak; hem düşük hem de yüksek gebelik maternal ST4 düzeyleri çocukların IQ’sunda, beyin gri cevher ve kortex volümlerinde anlamlı derecede azalmaya neden olmuştur. Bu çalışmadan çıkarılacak en önemli sonuçlardan biri de, subklinik hipotiroidi ile izlenen gebelere LT4 tedavisinin çok dikkatli bir şekilde başlanması ve ST4 düzeylerinin normalin üst kısmında tutulmaması gerektiğidir. IGSF1 Eksikliği: Büyük Bir Vaka Serisinden Dersler ve Klinik Yönetim Önerileri Joustra SD, Heinen CA, Schoenmakers N, Bonomi M, Ballieux BE, Turgeon MO, Bernard DJ, Fliers E, van Trotsenburg AS, Losekoot M, Persani L, Wit JM, Biermasz NR, Pereira AM, Oostdijk W; IGSF1 Clinical Care Group. IGSF1 Deficiency: Lessons From an Extensive Case Series and Recommendations for Clinical Management. J Clin Endocrinol Metab. 2016; 101(4): 1627-36. Immunglobulin superfamily member 1 (IGSF1) gen mutasyonları; X-linked IGSF1 eksiklik sendromuna neden olmaktadır. Bu sendrom; santral hipotiroidi, gecikmiş pubertal testosteron artışı, erişkin dönemde makroorşidi, nadiren prolaktin ve parsiyel GH eksikliği ile karakterizedir. Bu çalışmaya 9 farklı ülkeden 38’i çocuk olmak üzere toplam 125 hasta dahil edilmiştir. Değerlendirme sırasında erkek çocukların %89’u, erişkin erkeklerin %44’ü, kadınların ise %5’i LT4 kullanmaktaydı. Erkek vakalarda ek olarak; hipoplazik tiroid bezi (%74), artmış doğum ağırlığı (%25) ve artmış baş çevresi (%20) mevcuttu. Pubertal testiküler büyüme zamanlaması normal olmasına karşın pubertal testosteron artışı gecikmişti. Prolaktin eksikliği olan hastalarda adrenarj gecikmiş ve erişkin DHEA düzeyleri %40 oranında azalmıştı. Bel çevreleri %40 oranında artmış olmasına rağmen kan lipid düzeyleri normaldi. Taşıyıcı kadınlarda ise düşük ST4 düzeyi %18 vakada gözlenirken, %60’ında ST4 düzeyi normalin alt sınırına yakın bulundu. %31 vakada adet gecikmişti. %22 vakada hafif düzeyde prolaktin eksikliği ve %57 vakada artmış bel çevresi mevcuttu. Sonuç olarak; IGSF1 eksikliği genetik santral hipotiroidinin en sık nedenlerinden birisidir. Santral hipotiroidi nedeniyle takip edilen vakalarda IGSF1 eksikliği mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. 35 KONUŞMACI ÖZETLERİ Fertilite Prezervasyonu Prof.Dr.Ege N Tavmergen Göker Ege Üniversitesi Rektörlüğü Aile Panlaması ve İnfertilite Araştırma-Uygulama Merkezi Direktörü Ege Üniversitesi Kadın Hatalıkları ve Doğum ABD Öğretim Üyesi İzmir Günümüzde giderek artan sıklıkta görünmeye başlayan kanser olguları için 2017 yılı için sadece Amerika’da 1.688.780 yeni tanı beklendiği rapor edilmiştir (1). Kadınlarda en sık meme, AC ve kolorektal kanserler görülmekte iken erkeklerde prostat, AC ve kolorektal kanserler ilk sırada yer almaktadır. Kanser olgularındaki bu artışa rağmen, erken tanı nedeni ile erken evrede tanısı konan olguların sayısının artması, yeni tedavi alternatiflerine bağlı olarak yaşam beklentisi artmıştır. Bu durumda tedavilerin yan etkileri nedeni ile yaşam kalitesinde azalmalar söz konusudur. Uygulanan kemoterapinin dozu, kullanılan ajan ve kullanım süresi hastanın yaşı ve over reservine de bağlı olmak üzere ileriki inferilite riski üzerine temel belirleyicidir. Günümüze kadar kemoterapötiklerin etkileri çoğu zaman adet döngüsü sorgulanarak yorumlanmaya çalışılmış ancak bunun fertilite potansyeli ile ilişkili olmadığı ortaya çıkmıştır. Kemoterapötikler içerisinde özellikle siklofosfamid gibi alkilleyici ajanların dinlenme fazındaki primordial hücreleri apoptozise uğrattıkları ve en toksik ajanlar oldukları bilinmektedir. Metotrexat, 5FU gibi hücre siklusuna spesifik ajanların gonadoksisiteleri sınırlıdır (2,3). Yaşam beklentisi yüksek olgularda fertilitelerinin korunması için uygulanan metodlar günümüzde Fertilite Preservasyonu adı altında yeni bir disiplin oluşturmaktadır. Fertilite preservasyonu sadece kemoterapi alacak olgular için değil over reservleri kısıtlı olan olgular içinde bir tedavi alternatifidir. Özellikle kök hücre transplantasyonu için uygulanan total vücut ışınlaması öncesinde de uygulanmaktadır (4). Gonadal bölgeye uygulanan <2 Gy dozun primordial folikül havuzunda %50 den fazla kayba (LD50) neden olabileceği bildirilmiştir (5,6). Günümüzde Fertilite Koruyucu Yöntemler Oosit dondurma:Günümüzde deneysel bir yöntem olmaktan çıkmış ve standart bir tedavi yöntemi halini almıştır. Embryo dondurmanın mümkün olmadığı bekar/partneri olmayan hastalarda , postpubertal kızlarda uygulanabilecek bir yöntemdir. Yapılan çalışmalarda kabaca çözülmüş oosit başına %4.5-12 arasında klinik gebelik oranları olduğu bildirilmiştir (7). Matür oositlerin dondurulması yanısıra immatür oositlerin in vitro matürasyon ile olgunlaştırılması sonrasındada dondurma işlemi gerçekleştirilebilmektedir. Over transpozisyonu: Overlerin radyoterapi alanından cerrahi olarak uzaklaştırılması işidir. Genelde üst sınırdan 3cm yukarıya alınması uygulanmaktadır. Ancak ışın saçılmasına bağlı etkilenme veya ovaryan dolaşım yetersizliğine bağlı komplikasyonlar görülebilmektedir. Embryo Dondurma: Gonadotoksik tedaviler öncesinde oosit eldesi ve partner/eşinin spermleri döllenmesi sonucu oluşan embryoların dondurulması yöntemidir. Yöntem ovulasyon indüksiyonu için 2-3 hafta zamana gerek duyulması ve partner ihtiyacı nedeni ile daha kısıtlı uygulama alanı bulabilir ancak gebelik oranları daha yüksektir. Hormona bağımlı tümörlerde estrojen yüksekliğide yöntemin çekinceleri arasındadır. Ancak bu olgularda östrojeni yükseltmeden yapılacak ovulasyon indüksiyonlarıda söz konusudur. Günümüzde aynı siklus içerisinde 2 kez ovulasyon indüksiyonu ile elde edilcek oosit/embryo sayısının artması için değişik indüksiyon alternatifleri geliştirilmiştir. Over dokusu dondurulması: Halen deneysel bir yöntem olarak kabul edilmektedir. Günümüzde dondurulan over dokusunun transplante edilmesi ile dünyaya gelmiş 70 üzerinde çocuk olduğu bildirilmiştir(8). Over dokusunun yerine transplantasyonu (Otolog) veya karın duvarı gibi başka bir bölgeye transplantasyonu (Heterotopik) mümkündür. Transplantasyon sonrası over fonksiyonları 4-5 ayda geri dönebilmektedir. Yöntemin cerrahi girişim olması desavantajına rağmen indüksiyon gerekmemesi nedeni ile prepubertal kızlarda kullanılacak bir yöntem olması önemlidir. Ancak özellikle lösemi gibi hematolojik kanserlerde overe malign hücre infiltrasyon riski olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Günümüzde tüm dokusunun transplantasyonu yerine in vitro follikül geliştirmek ile ilgili çalışmalarda mevcuttur. 36 KONUŞMACI ÖZETLERİ GnRHAnalogları ile supresyon: Kemoterapi sonrası gonadotoksisiteye bağlı etkilerden korunma ile ilgili analog kullanma ile ilgili çalışmalar çelişkilidir. Konu ile ilgili randomize kontrollü çalışmalara gereksinim vardır. Kanser olguları dışında Fertilite Preservasyonu : SLE gibi otoimmun hastalıklar, Turner sendromu, Prematür Ovaryan Yetmezlik (POF), Thalassemi majör, sickle cell anemi, BRCA mutasyon varlığı, X kromozom delesyonu gibi genetik problemlerdede fertilite preservasyonu opsiyonları tedavi alternatifleri arasındadır Kaynak: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Siegel RL, Miller KD, Jemal A. Cancer Statistics, 2017. CA Cancer J Clin. 2017 Jan;67(1):7-30 Sonmezer M, Oktay K. Fertility preservation in young women undergoing breast cancer therapy. Oncologist. 2006 May;11(5):422-34. Torino F, Barnabei A, De Vecchis L, Sini V, Schittulli F, Marchetti P, Corsello SM. Chemotherapy-induced ovarian toxicity in patients affected by endocrineresponsive early breast cancer. Crit Rev Oncol Hematol. 2014 Jan;89(1):27-42. Thibaud E, Rodriguez-Macias K, Trivin C, Espérou H, Michon J, Brauner R. Ovarian function after bone marrow transplantation during childhood. Bone Marrow Transplant.1998 Feb;21(3):287-90 Wallace WH, Thomson AB, Kelsey TW. The radiosensitivity of the human oocyte. Hum Reprod. 2003 Jan;18(1):117-21 Rodriguez-Wallberg KA, Oktay K. Fertility preservation during cancer treatment: clinical guidelines. Cancer Manag Res. 2014 Mar 4;6:105-17. Practice Committees of American Society for Reproductive Medicine; Society for Assisted Reproductive Technology. Mature oocyte cryopreservation: a guideline. Fertil Steril. 2013 Jan;99(1):37-43. Silber S. Ovarian tissue cryopreservation and transplantation: scientific implications. J Assist Reprod Genet. 2016 Dec;33(12):1595-1603. 37 KONUŞMACI ÖZETLERİ Erkek Çocukta Fertilitenin Korunması Prof. Dr. Barış Altay Ege Ü. Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Çocukluk çağında görülen kanserlerde uygulanan kemoterapotik ilaçlar ve radyoterapiye bağlı başarılarla beraber yaşam oranları artarken, yan etkileri açısından da gonadlarda oluşan ciddi sorunlar ön plana çıkmaktadır. Özellikle uygulanan tedaviler hızlı prolifere olan germ hücreleri, ki prepubertal dönemde spermatogoniyal kök hücrelerdir, yoğun olarak etkilenmektedir. Testosteron üretiminde rol oynayan Leydig hücreler ise germ hücrelere göre bu açıdan daha dirençlidir. Çocukluk çağında en çok karşımıza çıkan; testiküler tümör, Hodgkin/non-Hodgkin lenfoma, lösemi, kemik tümörleri, yumuşak doku tümörleri, SSS tümörleri sonrası ilk tanı anında sperm sayısında azalma (oligospermi) %60, veya testis tümörlerinde %14 oranında azospermi (canlı sperm olmaması) şeklinde karşımıza çıkabilir. Pre-adölesan dönemde spermarche, pubik kıllanmanın Tanner2-3 evrelerinde başlar. Puberte öncesi de %5 oarnında idrarda sperm saptanabilmektedir. Ancak tek başına hormonal analiz ile bu zamnı belirlemek hatalı olur. Matür sperm kriyoprezervasyonu, fertiliteyi koruma adına erişkinlerde rutin olarak kullanılmaktadır. Ancak prepubertal dönemde sadece immatür testis dokusunda spermatogonial kök hücre elde etme şansı söz konusudur. Spermatogonial kök hücre kendini yenileme ve farklılaşma yeteneği ile haploid yapıda spermatozaya dönüşümü 74 günde tamamlar. Burada sorun, aktif spermatogenezin henüz başlamadığı dönemde testisten alınabilecek erken evredeki hücrelerin, ileri ki dönemlerde yardımcı üreme teknikleri yardımıyla kullanılabilmesidir. İn-vitro matürasyon, hayvan çalışmalarında gösterilse de, henüz klinik kullanımı geliştirilememiştir. Günümüzde onkolojik tedavi öncesi çocuklarda, testiküler sperm var ise, ayrı ayrı hem doku hem de sperm gelecekte ICSI ile kullanılmak üzere klinik protokollerde yerini almaktadır. Spermatozoa evresinde bulunamamışsa, gelecekti gelişimlere bağlı in-vitro matürasyon veya in-vivo transpantasyon teknikleri ile farklılaşması sağlanmak için SKH (spermatogonial kök hücrelerin) de saklandığı merkezler vardır. Spermatogonial kök hücrelerin yaklaşık %10 kolonizasyonu sonrası , %1-2 oranında germ hücreler seminifer tübüllerde yerleşmektedir. Bu hücrelerin artışı logaritmik olarak gözlenmektedir. Spermatogenezis bu şekilde deneysel hayvan modellerinde gösterilmiştir. Kanser hastalarında SKH transplantasyonuna bağlı kanser hücrelerinin mutlak ayrıştırılması gerekir. Malesef, hücre ayrıştırma teknikleri ile henüz sağlıklı sonuçlar bu alanda sağlanamamıştır. Bu nedenle klinik kullanımı henüz güvenli değildir.Fertilitenin korunması adına semen kriyoprezervasyonu en çok uygulanan yöntemdir. 11-14 yaş arası yaklaşık %81, 18-20 yaş arası %95 sperm elde etme oranları bildirilmektedir. Klinefelter, azospermi tanısıyla incelenen erkeklerde gözlenen en sık karyotip bozukluğudur ve 1/600 görülme sıklığı bildirilmnektedir. 47XXY veya daha az sıklıkla mozaik formlar karyotip tayini ile belirlenmektedir. Burada başlıca sorun erken çocukluk dönemindeki normal testosteron üretimi, pre-adölesan dönemde artan fibrozis ve hyalinizasyonla beraber azalmaktadır. Yine artan apoptozise bağlı spermatogonia kaybı ve mayotik sürecin durması ön plana çıkmaktadır. Bu bilgiler ışığında ilk kez Damani 2001 yılında Klinefelter tanılı adolesanda testiküler sperm ekstraksiyonu (TESE) ile sperm elde etmiştir. TESE sonrası, o dönemde testis hacmi küçük olduğu için fibrozis, skarlaşma ve devaskülarizasyon riski nedeniyle hormonal dengesizlikler yan etki olarak karşımıza çıkmaktadır. Erken pubertede artan T, mid-pubertede düşmeye başlamakta ve daha sonra geç-adolesan dönemde FSH/LH ↑ ve T↓ ile tablo oturmaktadır. Sekonder seks karakterlerinin gelişimi açısından öngörülen uzun etkili depo testosteron preparatları ise spermatogenezis üzerine olumsuz etki etmektedir. Bu konuda topikal T ve aromataz inhibitörleri ile yapılan çalışmalarda, testiste sperm bulma şansının arttığı vurgulanmaktadır. Klinefelter tanılı genç erkeklerde genellikle Tanner 3 evresinde semen öreneği değerlendirilebilir, bunun dışında kabul edilmiş bir hormonal sınır yine yoktur. Gelecekte 3 boyutlu biyoyazılım programları ile geliştirilecek artifisiyel testisler, artan in-vitro başarı teknikleri ve güvenli koşullarda sağlanacak in-vivo transplantasyon yöntemleri ön plana çıkmaktadır. 38 KONUŞMACI ÖZETLERİ Cinsel Kimlik Karmaşası Olan Ergenlerde Psikolojik Yaklaşım Prof.Dr.Şahika Yüksel İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Emekli Öğretim Üyesi Bu konuşmada cinsiyet hoşnutsuzluğu yaşayan gençlerle çalışma modelimiz ve bu grubun yaşadıkları sorunlar özetlenecektir. 12-19 yaş arası, % 57’ü (34) trans-erkek, % 43’sı (26) trans kadın cinsiyetinden hoşnutsuz olan 60 ergen ve ailelerin değerlendirme verilerine dayanarak geliştirilen öneriler tartışılacaktır. Çok erken yaşlarından itibaren cinsiyetinden hoşnutsuz olan ve değiştirmek isteyen çocuk ve ergenler konusunda son yıllarda önemli çalışmalar olmuştur. Değerlendirme ve izlem yapılan, cinsiyet hoşnutsuzluğu olan, gençlerin zorluklarını erken yaşta farkettikleri halde aileye açılma yaşının geç olduğu, desteğe yoğun ihtiyaç duydukları, çocukluk ve ergenlik çağında destek alamadıkları gibi ailelerinden saklanmayı da yüklenmek durumunda kaldıkları öğrenildi. Aile içinde bireysel tepkiler yaş, eğitim düzeyi, muhafazakar dünya görüşü, dindarlık gibi etkenlerle farklılık gösterebilir. Bu tepkiyi öngörebilecek tek bir değişken yok. Ailenin açılmayı ele alma biçiminin, ailenin genel işlev düzeyi ile, daha önce zorlukların üstesinden gelme yöntemleri ile paralellik göstermesi beklenmektedir. Her ailenin ve aynı ailedeki tüm bireylerin durumu kabullenmesi farklı düzeyde ve biçimlerde olmakla birlikte üç grup aileden söz edilebilir; kabul eden ve destekleyen, rededen ve koşullu destekleyici tutum sergileyen aileler. Tüm aileler doğru bilgilenme ihtiyacını paylaşmaktadır. Uzmanların bu süreçteki rolü, ailenin tepkilerini empatik bir şekilde ele almak ve yönetmektir. Kişinin bilgisi ve onamı olmak koşulu ile aile üyeleri ile gençlerle birlikte veya ayrı olarak görüşmeler yapılır. Ortak görüşmelerde aile ile konuşma dili onların gençlerle iletişimi için model olabilir. Bazı aile bireylerinin de bu süreçte gelişirebilecekleri ruhsal bozukluklar için bireysel destek de gerekmektedir. Cinsiyetinden hoşnutsuzluk duyan kişilerde uygun psikososyal yaklaşımın ve tıbbi öneriler doğrultusunda yürütüldüğünde bedensel cinsiyetin değişimine yönelik girişimlerin yaşam kalitesine, intihar riskinin azaltılmasına ve ruhsal bozuklukların önlenmesine katkısı olduğu bilinmektedir. Bu durum ruh sağlığı danışmanlığının vazgeçilemez olduğunun göstergesidir. Uzmanları için cinsiyet huzursuzluğunu yenmeğe çalışan farklı yaşlardaki kişilerle çalışmak, bir çeşit ebelik yapmaktır ve koşullar uygun olduğunda olumlu sonuçlar alınmaktadır. Cinsiyet geçiş süreci birçok uzmanlık alanını ilgilendiren çok disiplinli bir ekip çalışmasıdır. Bu çalışmanın koordinasyonunda ruhsağlığı uzmanları diğer uzmanlarla işbirliğini sürdürürken aile terapisti ve savunucu gibi farklı roller üstlenmeldir. Türkiye’de bu süreçte görev alabilecek, kamuda çalışan eğitimli ve deneyimli ruh sağlığı, endokrinoloji ve cerrahi uzmanlarının sayısı yeterli değildir. Tıbbi tedaviler Ruh sağlığı uzmanı tıbbi tedaviye başlanmasını uygun olduğu düşündüğü ergenler tedavinin etkileri hakkında bilgilendirerek endokrin uzmanına yönlendirir. Ergenlikte püberte baskılayan hormon tedavileri cinsiyetinden hoşnutsuzluğunun değerlendirmesine olanak vermekte ve geliştiğinde döndürülmesi zor bedensel özelliklerin gelişmesini engellemektedir. Baskılayıcı hormonları bir süre kullanmış ve kısmen rahatlamış olduğu gözlenen, cinsiyetinden hoşnutsuzluğu belirgin olarak azalmış ergenlerde, cinsiyet kimliğine uygun hormon tedavisine 16-18 yaşları arasında başlanabilmektedir. Yasal olarak 18 yaş altı ergenlerin ebeveynlerinin veya yasal sorumluların izin vermesi gerekir. Hormon için onam verecek kişi ortaya çıkacak psikososyal değişiklikler, olası riskler konusunda bilgilendirilmelidir. Puberte baskılayıcıların erken başlanması sosyal olarak rahatlatıcı olabilmektedir. Ergenlerde tıbbi tedavilerin geciktirilmesi ve uygulanmaması hoşnutsuzluğun uzamasının yaratacağı ruhsal sorunlar ve denetimsiz hormon kullanımına yol açabilir. Bu süreçte intihar girişiminde bulunan gençler oldu. (*) Istanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Emekli Öğretim Üyesi [email protected] 39 KONUŞMACI ÖZETLERİ Atipik Erken Puberteler Prof.Dr. Firdevs Baş İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Büyüme-Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı Puberte genetik, beslenme, çevresel ve sosyoekonomik koşulların etkilediği kompleks biyolojik bir süreçtir. Pulsatil olarak hipotalamo-hipofizer-gonadal (HHG) eksenin uyarılması ile püberte başlamaktadır. Erken puberte; kızlarda meme büyümesinin 8 yaştan, erkeklerde ise 9 yaşından önce testis hacminin 4 ml ve üzerine çıkması olarak tanımlanmaktadır.. Günümüzde sosyoekonomik ve beslenme koşullarının da düzelmesi ile puberte başlama yaşı erkene kaymaktadır. Erken puberte gonadotropinlere bağımlı (gerçek erken puberte, santral erken puberte) ve gonadotropin bağımlı olmayan puberte (periferik puberte, yalancı puberte) olmak üzere 2’ye ayrılmaktadır. Erken puberte erişkin boyunun kısa kalması ve çocukta bir takım ruhsal sorunların gelişmesine yol açmaktadır. Bu nedenle takip ve tedavi edilmesi önem taşımaktadır (1,2). Gerçek erken puberte daha çok kızlarda görülmektedir (20:1) ve vakaların %90’dan fazlasının idiyopatik olduğu düşünülmektedir. Amerikalı kızlar arasında insidans 1/5000-10000 (3). Danimarkalı kızlar arasında ise prevalans 1/500 (4) olarak bildirilmektedir. Buna karşın, erkeklerde erken puberte hipotalamik hamartomlar gibi organik lezyonlara bağlı olarak daha sık ortaya çıkmaktadır (5). Puberte başlama yaşı, büyüme hızı, klinik bulguların ilerleme hızı, hormonal bulgular ve kemik yaşı ilerlemesi önemlidir. Erken pubertenin klinik tipleri Tablo 1’de (6-9) ve nedenleri ise Tablo 2’de özetlenmiştir (10-11). Pubertenin klinik, biyolojik ve radyolojik belirteçleri ile klinik olarak tiplemesi yapılır. Tipik ve atipik puberte tipleri etiyoloji, klinik, ilerleme ve tedavi ihtiyacı özellikleri ile birbirinden ayrılır. Aşırı erken puberte 1-4 yaş ortaya çıkar, hızlı ve anarşik klinik gidiş gösterir. Mentrüasyon ortaya çıkar. Merkezi sinir sistemi tümörü olasılığı yüksektir. Ani erken pubertede klinik bulgular ani başlar. Kemik yaşı ilerlemesi sonradan ortaya çıkar. Geçici erken puberte ise geçici hipotalamo-hipofizer-gonadal eksenin aktivasyonuna bağlı ortaya çıkar, puberte bulguları 6-12 ay içinde geriler. İlerleyici olmayan erken pubertede puberte başlar, fakat puberte evresinde ilerleme olmaz, sabit kalır. Erişkin boyunda kayıp olmaz ve menarş erkene kaymaz. Yavaş ilerleyen erken pubertede puberte evresi 2 ve kronolojik yaş ile kemik yaşı arasındaki fark 2 yıldan daha az ve 612 aylık izlemde öngörülen erişkin boyunda düşme olmamaktadır. Hızlı ilerleyen erken puberte ise kızlarda 9 yaş altında meme evresi 3 ve üzerinde, kemik yaşı kronolojik yaştan 2 yaş daha ileri, izlem sırasında öngörülen erişkin boyunda 6 aylık izlemde 3 cm’den daha fazla kayıp ortaya çıkar ve tedavi gerekli olur. Erkence puberte ise kızlarda 8-9 yaş arasında, erkeklerde 9-10,5 yaş arasında puberte bulgularının ortaya çıkması olarak tanımlanmaktadır. Çoğunlukla yavaş seyirlidir. Ancak bazı çocuklarda hızlı gidiş gösterebilir ve GnRH analog tedavisi ergenliği geciktirmek ve gidiş hızını yavaşlatmak için gerekebilir. Hızlı ilerleyen pubertede başlangıç yaşı normal yaş aralığında, ancak ilerlemesi hızlıdır. Puberte hızını genetik faktörler, SGA doğum, erken çocukluk döneminde hızlı büyüme, fizik aktivitede azalma, obezite, beslenme tarzı, evlatlık olma, hipotiroidi tedavisi ve endokrin bozucular etkilemektedir. İntraüterin büyüme geriliği olan çocuklarda hızlı puberte gelişebilir, puberteyi durdurmak ve büyüme hormonu tedavisi gerekebilir. Önce erken pubarş ardından hızlı puberte ortaya çıkabilir. Çocukların bazıları obezdir ve polikistik over sendromu gelişimi riski yüksektir. Bu vakaların klinik, biyolojik ve radyolojik bulgularının yakın takibi gerekmektedir. McCune Albright sendromuna, ailevi testotoksikoz, androjen ya da östrojen salgılayan tümörler, over kisti ve endokrin bozucular periferik erken puberteye yol açmaktadır (6-8). Normal puberte varyantları (inkomplet puberte) arasında erken telarş, erken menarş ve erken menarş sayılır. Prematür telarş, gerçek erken pubertenin klinik ve laboratuvar bulguları olmaksızın kızlarda 8 yaşından önce izole meme gelişiminin ortaya çıkmasıdır. GnRH testinde FSH hakimiyeti vardır. Klinik izlem, kemik yaşı, hormonal değerlendirme ve radyolojik izlem önemlidir. Erken adrenarş kızlarda 8 yaş, erkeklerde 9 yaştan önce pubertenin diğer bulguları olmaksızın aksillar /pubik bölgede kıllanmanın başlamasıdır. Gonadların olgunlaşmasından önce ortaya çıkar, adrenal 40 KONUŞMACI ÖZETLERİ korteksin retikülaris tabakasından adrenal androjenlerin (DHEA ve androstenedion) salınımı erkene kayabilmektedir. Aksillada kıllanma ve erişkin tipi ter kokusu olabilir. Kızlarda daha sık görülür. Obezite, düşük doğum ağırlığı ile ilişkili olduğu bildirilmektedir. Erken adrenarşa yol açabilen konjenital adrenal hiperplazi, androjen salgılayan adrenal ya da gonadal tümörler dışlanmalıdır. Patolojik durumlara bağlı olmayan erken adrenarş selim bir durum olmakla birlikte ileride fonksiyonel hiperndrojenizm, polikistik over sendromu, insülin direnci, metabolik sendrom gelişme riskinin arttığını bildiren çalışmalar vardır. Erken menarş, meme gelişimi olmaksızın izole vajinal kanamadır. Bu çocuklarda kanamaya yol açabilecek enfeksiyonlar, tümörler ve yabancı cisim gibi nedenlerin dışlanmış olması gerekmektedir. Menstrüasyon siklik olarak devam edebilir, meme gelişimi de başlayabilir. Kemik olgunlaşması hızlanırsa, tedavi başlanması gerekebilir (6,7,10,12). Tipik ve atipik puberte tanısı için çocuğun öykü, muayene bulgularının değerlendirilmesinden sonra kemik yaşı tayini yapılır hedef boy ve çocuğun öngörülen erişkin boyu hesaplanır. Gonadotropin (LH, FSH) düzeyleri, erkek ise testosteron, kız ise östrojen düzeyine bakılır. Bazal LH yüksek ise gerçek erken puberte tanısı için yeterli olabilir. Yine de gerçek erken puberte değerlendirmesi için GnRH testi altın standartdır. Kızlar için pelvik, erkekler için testis ultrasonografisi yapılır. Tümörü dışlamak için kraniyal ve hipofiz MRI’ı istenir. Erken puberteye neden olabilecek spesifik nedenlere uygun olarak ilave tetkikler istenir. Bazı vakalarda, özellikle erkek çocuklarda tümör belirteçleri kontrol edilir. Genetik analiz yapılabilir. Erken puberte takibinde klinik olarak puberte evresi, büyüme hızı, kemik olgunlaşması izlenir. Hormonal değerlerin, kızlarda pelvik ultrasonografi ile uterus ve overlerin boyutlarının izlenmesi, bazı vakalarda kraniyal-hipofiz MRI’nın tekrar kontrol edilmesi gerekmektedir. Pubertenin temposu klinik, biyolojik ve radyolojik belirteçler ile belirlenir (2,6,7,8,11). Puberte tiplerini ayırt etmek için klinik izlem yanında biyolojik ve radyolojik belirteçler ile ilgili çalışmalar halen sürmektedir. Calcaterra ve ark. kızlarda meme ultrasonografisi ile meme hacmini hesaplayarak ve E2 ve uterus hacmini de hesaba katarak prognostik indeks hesaplamışlardır. Bu indeksin yavaş ve hızlı gidişli erken puberteyi ayırt etmede yararlı olduğunu göstermişlerdir (13). Ayrıca idrarda LH düzeyinin puberte gidiş hızını tahmin ettirmekte yardımcı olduğu bildirilmiştir (14). Erken telarş ve gerçek erken puberte ayırıcı tanısında klinik ve antropometrik beliteçlerin yanında pik LH/FSH oranının yararlı olduğu gösterilmiştir (15). Son zamanlarda kızlarda AMH ve inhibin B düzeyinin yavaş ve hızlı ilerleyici pubertenin ayıt edilmesinde iyi yararlı bulunduğu bildirilmiştir. Hızlı ilerleyici kızlarda AMH daha düşük, inhibin B daha yüksek bulunmuştur (16). MKRN3 düzeyleri ile de mutasyon bulunmayan erken puberte vakalarında bile gonadotropinler, östrojen ve vücut kitle indeksi negatif korelasyon belirlenmiştir (17). Sonuç olarak; normal puberte varyantları, tipik ve atipik erken puberte tiplerinin ayırt edilmesi takip ve tedavi planı açısından önem taşımaktadır. Erken puberte tiplerinin ayırt edilmesi için klinik, biyolojik ve radyolojik belirteçler kullanılmaktadır. Vakaların klinik ve laboratuvar bulgularının yakın takibi önemlidir. Tablo 1. Erken pubertenin klinik tipleri Gerçek erken puberte • Tipik form erken puberte • Aşırı erken puberte • Ani erken puberte • Yavaş ilerleyen erken puberte • Hızlı ilerleyen erken puberte • İlerlemeyen erken puberte • Geçici erken puberte Erkence puberte Hızlı puberte • Basit hızlı puberte • Hızlı puberte ve büyüme geriliği • Erken pubarş sonrası hızlı puberte Erken puberte variyantları 41 KONUŞMACI ÖZETLERİ • Erken telarş • Erken pubarş • Erken menarş Periferik erken puberte • Ovarian otonomi: McCune Albright sendromu, over kisti, granulaso hücreli tümör • Adrenal tümör • Leydig hücreli tümör • Ailevi testotoksikoz • Endokrin bozucular Tablo 2. Erken puberte nedenleri Gerçek erken puberte (Gonadotropinlere bağımlı) • İdyopatik • Merkezi sinir sistemi lezyonları o Tümörler o Diğer: Abse, ensefalit, travma, hidrosefali, araknoid kist, radyoterapi ve kemoterapi • Kombine (sekonder) erken puberte o McCune Albright sendromu, konjenital adrenal hiperplazi Periferik erken puberte (Gonadotropinlerden bağımsız) • Gonadal o McCune Albright sendromu o Ailevi testotoksikoz o Over tümörü o Leydig hücre tümörü • Adrenal o Konjenital adrenal hiperplazi o Adrenal adenom/karsinom • HCG üreten tümörler • Diğerleri o Primer hipotiroidi o İyatrojenik Normal puberte varyantları • Erken telarş • Erken adrenarş • Erken menarş Kaynaklar 1. 2. 3. 4. Abreu AP, Kaiser U. Pubertal development and regulation.. Lancet Diabetes Endocrinol 2016 ;4(3):254-64. Traggai C, Stanhope R. Disorders of pubertal development. Best Pract Res Clin Obst Gynecol 2003; 17: 41-56 Partsch CJ, Heger S, Sippell WG. Management and outcome of central precocious puberty. Clin Endocrinol (Oxf.), 2002; 56:129-148 Teilmann G, Pedersen CB, Jensen TK, et al. Prevalence and incidence of precocious pubertal development in Denmark: an epidemiologic study based on national registries. Pediatrics, 2002; 116:1323-1328 5. Hwang JS. The genes associated with gonadotropin-releasing hormone-dependent precocious puberty. Korean J Pediatr, 2012;55(1):6-10 6. Sultan C, Gaspari L, Kalfa N, Paris F. Clinical expression of precocious puberty in girls. Endocr Dev. 2012;22:84-100 7. Kletter GB, Klein KO, Wong YY. A pediatrician's guide to central precocious puberty. Clin Pediatr (Phila) 2015;54(5):414-24 8. Carel JC, Leger J. Clinical practice. Precocious puberty. N Engl J Med 2008; 29;358(22):2366-77 9. Mul D, Oostdjik W, Drop SLS. Early puberty in girls. Best Pract Res Clin Endocrinol Metab 2002; 16: 153-63 10. Berberoğlu M. Precocious puberty and normal variant puberty: Definition, etiology, diagnosis and current management. J Clin Res Ped Endo 2009; 1: 164-74 11. Latronica AC, Brito VN, Carel JC. Puberty2: Causes, diagnosis, and treatment of central precocious puberty. Lancet Diabetes Endocrinol 2016; doi10.1016/S2213-8587(15)00380-0 42 KONUŞMACI ÖZETLERİ 12. Kaplowitz P, Bioch C. Evaluation and referral of children with signs of early puberty. Pediatrics 2016; 137: doi:10.1542/peds.2015-3732 13. Calcaterra V, Sampaolo P, Klersy C, Larizza D, Alfei A, Brizzi V, Beneventi F, Cisternito M. Utility of breast ultrasonography in diagnostic work-up of precocious puberty and proposal of a prognostic index for identifying girls with rapidly progressive central precocious puberty. Ultrasound Obstet Gynecol 2009; 33: 85-91 14. Zung A, Burundukov E, Ulman M, Glaser T, Rosenberg M, Chen M, Zadik Z. The diagnostic value of first-voided urinary LH compared with GNRH-stimulated gonadotropins in differantiating slowly progressive from rapidly progressive precocious puberty in girls. Eur J Endocrinol 2014; 170: 749-58 15. Çatlı G, Erdem P, Anık A, Abacı A, Böber E. Clinical and laboratory findings in the differential diagnosis of central precocious puberty and prematüre thelarche. Turkish Pediatric Association 2015; 50:20-6 16. Chen T, Wu H, Xie R, Wang F, Chen X. Serum anti-Mullerian hormone and Inhibin B as potential markers for progressive precocious puberty in girls. J Pediatr Adolesc Gynecol 2017; doi: 10.1016/j.pag.2017.01.010 17. Grandone A, Cirillo G, Sasso M, et al. MKRN3 levels in girls with central precocious puberty and correlation with sexual hormone levels: A pilot study. Endocrine; doi: 10.1007/s12020-017-1281-x 43 KONUŞMACI ÖZETLERİ Puberte Tedavisinde Karşılaşılan Sorunlar Prof. Dr. Serap Semiz Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediyatrik Endokrinoloji Bilim Dalı Erken pubertal gelişim endişesi, ebeveynler ve özellikle anneler için önemli bir anksiyete nedeni olup, pediyatrik endokrinoloji polikliniklerine başvuruların en büyük grubunu oluşturmaktadır. Bu olguların sadece küçük bir bölümü tetkik ve tedavi gerektirmektedir. Normal pubertal varyant durumlar tedavi gerektirmemekle birlikte yakın izlenmelidir. Erken puberte santral ve periferik etyolojili olup, tedavi endikasyonları ve tedavi şekli farklılık göstermektedir. SANTRAL ERKEN PUBERTEDE TEDAVİ KARARI Pubertal bulguları erken başlayan her çocukta tedavi endikasyonu yoktur. Santral erken puberte (SEP)’ nin klasik ilerleyici tipinde pubertal aktivasyon hem erken hem de hızlı ilerleyicidir. Bu hastalar erken gonadarş ve büyüme plağının erken kapanması sonucu boy potansiyellerine ulaşamama riski taşırlar. Bu gruptaki çocuklar tedaviden en fazla yararlanacak olanlardır. SEP tedavisi için gerekli kriterler; kronolojik yaşın kızlarda 8 ve erkeklerde 9 yaşın altında olması, kemik yaşının kronolojik yaştan 2 SD ileri olması, kemik yaşının hızlı ilerlemesi ve öngörülen erişkin boyunun hedef boyun 2 SD altına düşmesi ergenlik bulgularının ve somatik gelişmenin hızla ilerlemesi, kızlarda ultrasonografik ve hormonal değerler ile erken menarş riskinin belirlenmesi veya erken menarş (<9.5 yaş), psikososyal ve davranışsal sorunlar (cinsel taciz ve erken gebelik riski, cinsel saldırganlık, agresif davranış, aşırı mastürbasyon, mental retardasyon, duygusal olgunlaşmanın geri olması, davranışsal bozukluklar gibi kişisel sorunlar) olmalıdır. İdiyopatik SEP’lu bazı çocuklarda puberte yavaş ilerleyici tiptedir. Bu hastalarda gonadotropik aktivasyon erken başlamakla birlikte, seyir yavaş ilerler ve tedaviye ihtiyaç göstermeden normal erişkin boya ve genetik olarak belirlenmiş boy potansiyellerine ulaşabilirler. Normal puberte yaşına yakın zamanda gelişmeye başlayan ve yavaş ilerleyen erken pubertede tedavinin boya katkısı sınırlıdır. Erkence puberte (EP), pubertal belirtilerin erkeklerde 9-10.5 yaşta, kızlarda ise 8-9 yaşta başlaması olarak tanımlanmaktadır. Genellikle yavaş seyirlidir, büyümede veya kemik olgunlaşmasında hızlı ilerleme yoktur ve bu nedenle final boyda etkilenme olmaz. Hızlı tempolu puberte (HTP)’ de, pubertenin başlangıç yaşı normal yaş aralığında, ancak ilerlemesi hızlıdır. Bu olgular genellikle pubertal gelişimlerini tamamlamak üzere iken ve büyüme atağını gerçekleştirmiş olduktan sonra hekime başvururlar. Kemik yaşları hızlı ilerlemiştir. Her iki durumun tedavisinde “gonadotropin releasing hormon analoğu” (GnRHa) ve/veya büyüme hormonu (BH) tedavisi, ya da aromataz inhibitörlerinin yararına ait yeterli kanıt yoktur. GnRHa TEDAVİSİNE İLİŞKİN AKUT SORUNLAR Tedavi seçimi Doğumsal veya edinsel santral sinir sistemi lezyonlarında cerrahi tedavi yapılsa da, bu olgulara GnRHa tedavisi uygulanır. Hamartomların cerrahi tedavisi, klinik tedaviye yanıt vermeyen epilepsi ile birlikte olan büyük lezyon, intrakraniyal basınç artışı ve nadiren tümör büyümesi olgularında sınırlı olarak uygulanmalıdır. Germ hücreli tümörlerde radyoterapi ve kemotrapi uygulanır. Bu gruptaki sorun, çalışılan ünitedeki özelleşmiş pediyatrik beyin cerrahisi desteğinin eksikliğidir. GnRHa içeren preparat ve tedavi seçiminde, ülkede bulunan ilaçlar, hekim, aile ve çocuğun tercihleri belirleyici olmalıdır. Uzun etkili löprolid ve triptorelin intramuskuler veya subkutan olarak 28 günde bir uygulanabilmektedir. Çoğu çocukta aylık enjeksiyon gonadotropinlerin baskılanmasında yeterlidir, ancak az bir kısmında daha sık enjeksiyon gereksinimi olabilir. Hipotalomus-hipofiz-gonad (HHG) ekseninin baskılanmasını sağlayan en düşük doz ile tedavinin sürdürülmesi, hem lokal yan etkilerin hem de tedavi masraflarının azaltılmasını sağlar. Aylık 3.75 veya 7.5 mg triptorelin ya da löprolid asetat yerine 3 ayda bir 11.25 veya 22.5 mg tedavi uygulamaları arasında etkinlik ve güvenlik 44 KONUŞMACI ÖZETLERİ açısından çok belirgin anlamlı fark bulunmamıştır. Ancak 3 aylık yüksek doz uygulamada 11.25 mg dozunun gonadotropinleri baskılamada yetersiz kalabildiğine dair çalışmalar vardır. Bazı vakalar için üç aylık tedavi seçiminde 11.25 mg yerine 22.5 mg gibi daha yüksek dozlara ihtiyaç duyulabilir. Daha az aralıklarla uygulanan bu tedavi seçenekleri de vakaların takibi sırasında doz ayarlamalarına ihtiyaç duyulabileceği bilinerek kullanılabilir. Histrelin asetat 12 aylık olarak 50 mg’lık transdermal implant olarak yerleştirildiğinde ergenliğin durdurulmasında oldukça etkili bulunmuştur. Son yıllarda 2 yıl boyunca etkili olan histerelin implantı ile gonadotropinlerdeki baskılanmanın 2 yıl boyunca sürdüğü, ancak az sayıdaki olguda pubertal ilerlemenin olduğu gösterilmiştir. İmplantın çıkarılmasını takiben 3 haftada gonadotropinlerin, 6 haftada östrojenin pubertal düzeyi saptanmıştır. Aylık ve 3 aylık enjeksiyon travmasının olmaması yanında, lokal reaksiyon (steril abse, morluk), spontan ayrılma ve lokal enfeksiyon gibi istenmeyen yan etkileri bulunmaktadır. Ülkemizde bulunmamaktadır. GnRH analogları yüksek maliyetli ilaçlardır. Amerikan Pediyatri Akademisi bu tedavi ile ilgili yıllık genel toplam maliyetin 15 000 Dolar olduğunu rapor etmiştir. Bu nedenle gelişimsel sorunları olan, engelli kız çocuklarda menarşı geciktirmek üzere daha düşük maliyetli, 3 ayda bir uygulanan medroksiprogesteron asetat (MPA) depo preparatlarını önermektedir. GnRH analogları çocuk ve ergenlerde genellikle iyi tolere edilirler. Enjeksiyon tekniğini bilmeyen sağlık personeli ile uygulama sorunları yaşanabilir. Enjeksiyonlar ağrılıdır. Olguların %5-15’unda enjeksiyon bölgesinde ağrı, kızarıklık, steril apse gibi lokal alerjik reaksiyonlara rastlanır. Özellikle leuprorelin asetat subkutan uygulandığında granülomlar sık görülmektedir. GnRH analog uygulanan hastalarda alerjik reaksiyonlar hatta anaflaksi, baş ağrısı, alopesi, iştah artışı, artralji, astım, bradikardi, konstipasyon, dispepsi, epistaksis, ateş, myalji, bulanık görme, bulantı ve kusma gibi yan etkiler de görülmektedir. Ayrıca vücudun bir tarafını tutan inme veya güçsüzlük, konuşma ve denge, bozuklukları, sıcak basması, emosyonel problemler, femur başı epifiz kayması, cilt ve gözlerde sarılık gibi yan etkiler nadiren görülebilmektedir. GnRH analog tedavisinin başlangıcında, gonadotropin salgısının uyarılma döneminde ergenlik evresi de ileri ise vajinal kanama ortaya çıkabilir. Genellikle tedavinin ilk ayında gözlenmekle birlikte, 4. aya kadar tekrarlayan ve yoğun kanamaların olduğu olgular bildirilmiştir. Bu durum tedavinin etkisiz olduğunu göstermemektedir. GnRH analog tedavisinin başlangıcından itibaren ilk 8 hafta vajinal kanamayı engellemek için siproteron asetat (CPA) kullanılabilir. CPA periferik dokularda testosteron ile reseptör düzeyinde yarışarak antiandrojenik etki gösterir ve hipofiz düzeyinde progestojenik etki ile kısmi gonadotropin salgılanmasını baskılar. İlaç, gastrointestinal semptomlar ve jinekomasti gibi yan etkileri yanında, ACTH ve kortizolü baskılayarak adrenal yetmezlik oluşturabilir. GnRHa tedavisinin başlangıcındaki bu “flare-up” etkinin engellenmesi için, GnRH antagonisti (certolix)’ nin, GnRHa uygulamasından 72 saat sonra 3 dozda uygulanmasının yaralı olduğu bildirilmiştir. Bu tedavi rutin uygulanmamaktadır. GnRHa tedavisinin gonadotropinleri baskılamada yetersiz kaldığı veya yan etkileri nedeni ile kullanılamadığı durumda MPA veya CPA tedavi seçeneği olabilir. Her iki tedavide pubertal progresyon baskılanır, ancak final boya etkileri yoktur. MPA düşük maliyet, iyi yanıt ve kolay uygulanması yanında yan etkileri açısından risklidir. Ergenlik bulgularının gidişi, boy ve ağırlık ilk yıl 3 aylık, sonraki yıllarda 3-6 aylık aralıklarla izlenmelidir. Adrenarş devam edebilir, fakat meme veya testis büyümesi gibi ergenlik bulgularının duraklaması veya gerileme başlaması gerekir. Somatik büyüme yavaşlar. Kemik yaşı tayini yılda bir yapılmalıdır. Deneyimli bir radyoloji uzmanı tarafından yapılan pelvik ultrasonografi, tedavinin başında olduğu gibi izleminde de yardımcı olabilmektedir. Bazal LH, FSH, estradiol/testosteron düzeylerine ve GnRH/GnRHa testi ile LH, FSH yanıtlarına bakılarak tedavinin etkinliğini değerlendirmesi ise 3. ayda ve daha sonra 6 ayda bir ya da klinik takipteki duruma göre yapılabilir. GnRHa enjeksiyonun hemen öncesinde bazal östrojen ve testosteron değerleri prepubertal düzeylerde olmalıdır. Tedavinin etkinliğini değerlendirmede hormon analizlerinin farklı laboratuvarlarda farklı laboratuvar yöntemleri kullanılarak yapılması sonuçların yorumlanmasını zorlaştırabilir. GnRHa dozunun artırılmasına karşın, yetersiz klinik ve laboratuvar kontrollü hastalarda erken pubertenin etyolojik tanısı tekrar değerlendirilmelidir. 45 KONUŞMACI ÖZETLERİ Tedavinin Uzun Süreli Takibi Ve Olası Sorunlar Tedavinin final boy, vücut kompozisyonu, kemik mineral yoğunluğu, psikolojik etkileri değerlendirilmiştir. GnRHa tedavisinin boy ve büyüme hızı üzerine etkileri nedir? GnRHa tedavisi 6 yaştan önce başlanan kız çocuklarda genetik boy potansiyeli korunmasında yararlı olduğu gösterilmiştir. Genel olarak kızlar için, erişkin boyda elde edilen kazanç, tedaviye 6 yaşından önce başlanırsa 9-10 cm, 6-8 yaşında başlanırsa 4-7 cm dir. 8 yaşından sonra tedaviye başlananlarda tahmini erişkin boyunda bir kazanç oluşmamaktadır. Gerçekte, GnRHa ile tedavi edilen kız çocuklarda final boyu belirleyen başlıca faktörler; puberte başlangıcı ile tedavi başlanması arasındaki süre, tedavi başlama yaşı, tedavi başlangıcındaki yüksek boy SDS ve hedef boydur. Tedavi başındaki kemik yaşı ile boy yaşı arasındaki fark ile final boy arasında negatif ilişki bulunmaktadır. Sonuçta, erkence veya hızlı tempolu pubertede tedavinin uygulanması sadece psikososyal yararları ve menarş yaşını geciktirme amaçlı olabilir. Erkek hasta grubunda yapılan bir çalışmada GnRH tedavisinin ortalama 7.6 yaşında başlanmasının erişkin boyunda 6.2 ± 8.7 cm kazanç sağladığı bildirilmiştir. Erkek çocuklarda 9 yaşından önce başlayan ve hızlı ilerleyen erken pubertenin GnRH ile tedavi edilmesini önermektedir. GnRHa tedavisinin ilk 6 ayında 5-6 cm / yıl, 6 ay -1,5 yıl arası 4-4.5 cm / yıl beklenen büyüme hızıdır. Olguların bir bölümünde GnRHa tedavisinin başlanması ile büyüme hızı 4 cm/yıl altına düşebilir. Normalin altındaki büyüme hızı gonadal steroidlerin BH ve insülin benzeri büyüme faktörü 1 (IGF-1) salgılanmasını baskılaması ile ilgilidir. Bu durumda tedaviye BH eklenerek final boy iyileştirilebilir. SPP’ da BH’ nun final boy üzerine etkisinin değerlendirildiği az sayıda çalışma vardır. Gelişmekte olan ülkelerden alınan çocuklardan 46 erken puberte olgusuna, 2-4 yıl boyunca GnRH veya GnRH ile BH kombine tedavisi uygulandığında, kombine tedavinin büyüme hızında artış ve final boyda kazanç olduğu bildirilmiştir. GnRHa ve BH kullanımının final boya etkisinin değerlendirildiği bir meta-analizde kombine tedavi ile boy kazanımında artış olmasına karşın, başlangıç ve final boy SDS arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır. Ancak bu sonuçlar yorumlanırken, öngörülen boy hesaplamasında Bayley Pinneau cetvelinde ileri kemik yaşı sütunu kullanılmasının daha iyimser bir tahmine yol açtığı gerçeğinin dikkate alınması gerekliliği vurgulanmıştır. GnRHa ve Oxandrolon kombine tedavisi, GnRHa tedavisi uygulanan ve büyüme hızının çok yavaşladığı olgularda uygulanabilir. Tedavi kesilmesi sırasında çocuğun kronolojik yaşı yanında kemik yaşı, çocuğun psikolojik durumu ve ailenin beklentileri göz önünde bulundurulmalıdır. Kızlarda 11-11.5 yaş ve erkeklerde 12 yaşa kadar GnRHa tedavisine devam edilmesi önerilmektedir. Kızlarda kemik yaşı 12-12.5, erkeklerde ise 13-13.5 yaşa ulaşınca tedavinin kesilmesi önerilmektedir ve bundan sonra artık boy prognozunu düzeltme açısından herhangi bir yarar elde edilemeyeceği bildirilmektedir. Tedavinin vücut kompozisyonu ve metabolik risk faktörleri üzerine etkileri var mıdır? GnRHa tedavisi esnasında ve sonrasında vücut kitle indeksinin değişmediğini bildirenler yanında, arttığını ileri süren çalışmalar da mevcuttur. Çocukluk yaş grubunda obezitenin, erken pubertal gelişim ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Erken seksüel gelişim gösteren çocuklarda da kilo fazlalığı ve obezite daha sık görülmektedir. Bir çalışmada SEP tanılı kız çocuklarının % 23.8’ inin tedavi öncesinde obez olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada GnRHa tedavisi alanlarda, ortalama VKİ SDS’sinin belirgin azaldığı saptanmıştır. Bir diğer çalışmada tedavi öncesi normal kilolu olan olgularda tedavinin ilk 1-2 yılında hafif bir VKİ artışı olduğu bildirilmiş, fazla kilolu ve obez grupta tedavi bitiminde belirgin VKİ artışı saptanmamıştır. Bu konudaki pek çok çalışmada GnRHa tedavisinin obeziteyi artırdığına dair kesin sonuç yoktur. GnRHa tedavisinin metabolik risk faktörleri üzerine etkisi ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Bir çalışmada idiopatik SEP olgularda tanıda insülin duyarlılığında azalma ve dislipidemi bulgularının olduğu ve tedavinin ilk yılında bu bulgularda artış gözlendiği bildirilmiştir. Bir başka çalışmada da benzer şekilde GnRHa tedavinin insülin direncini artırdığı ve 46 KONUŞMACI ÖZETLERİ metabolik dengesizliğe yol açtığı bildirilmiştir. Metabolik sendrom riskindeki artışı işaret eden az sayıdaki çalışmadaki sonuçlar, yaşam tarzı ve beslenme biçiminden bağımsız yorumlanmamalıdır. GnRHa tedavisinin kemik mineral yoğunluğu (KMY) ve kemik döngüsü üzerine olumsuz etkisi var mıdır? Pik kemik kitlesinin kazanıldığı pubertal büyüme atağı dönemdeki östrojen eksikliğinin erişkin dönemde kemik sağlığı üzerinde olumsuz etki gösterdiğine ilişkin görüşler vardır. GnRH analog tedavisi esnasında gonadal aktivitenin baskılanması, kemik mineral dansitesinde azalmaya yol açmaktadır. Ancak bu durumun tedavi kesilmesini takiben düzeldiği ve KMY’ nun normal bireylerden farklı olmadığı gösterilmiştir. Bir çalışmada tedavinin ilk 6 ayında kemik yapım ve yıkım belirteçlerinin azaldığı, ancak tedavi sonrası 2 yılda stabilize olduğu bildirilmiştir. Bu durumda, diğer çocuklarda önerildiği gibi yeterli kalsiyum ve D vitamini alımının sağlanması ve egzersiz yapılması koruyucu olacaktır. Kız çocuklarda tedavinin en geç 11.5 yaşta sonlandırılması bir diğer önlemdir. GnRHa tedavisi polikistik over sendromu (PKOS) oluşma riskini artırıyor mu? Toplumda PKOS görülme oranı % 5-10 olmasına rağmen, GnRHa tedavi alan hastalarda bu oranın arttığı bildirilmektedir. GnRHa ile tedavi edilen hastalarda polikistik over sendromunun gelişme riskinin normal populasyondan farkı olup olmadığı konusu belirsizdir. SEP olgularında tedavi öncesi kilo fazlalığı, prematür adrenarş ve hiperinsülinizm gibi etkileyen faktörlerin varlığı nedeni ile, bu durumun tedavi öncesinde mi, yoksa GnRHa tedavisine anormal yanıtın bir sonucu olarak mı geliştiği net değildir. Bu konuda tanıdan tedavi sonrası erişkin döneme kadar PKOS oluşumunu etkileyen diğer faktörlerin de değerlendirildiği uzun süreli ve karşılaştırmalı çalışmalara gereksinim vardır. Erken puberte ve tedavisi psikososyal sorunlara yol açar mı? Erken pubertenin getirebileceği duygusal ve davranışsal problemler tedavi başlama kararında etkili olmaktadır. Tanı sırasında erken puberte bulguları olan kız çocuk ve annelerinin değerlendirildiği bir çalışmada kız çocuklarda belirgin bir psikososyal etkilenme saptanmaz iken, özellikle prematür adrenarşı olan çocukların annelerinin depresyon skorları yüksek bulunmuştur. Puberte dönemindeki hormonal değişimlerden kaynaklanan utanma, sinirlilik, cinselliğe ilgi artımı, sosyal izolasyon ve aile ile çatışma gibi davranışsal değişimler çocuklarda daha erken gözlenebilir. Erken menarşı deneyimleyen kızlarda suça eğilim, alkol ve madde kullanımı, erken cinsel aktivite ve psikiyatrik problemlerin daha sık olduğu gözlenmiştir. Erken puberte tedavisinin psikososyal etkilerini araştıran az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu konudaki 2 çalışmada GnRHa tedavisi ile IQ puanında azalma ve kognitif fonksiyonlarda etkilenme bildirilmiştir. Erken pubertenin ve GnRHa tedavisinin kısa süreli veya uzun süreli psikososyal etkilerinin araştırıldığı kontrollü çalışmalara gereksinim vardır. Tedavi kesildikten sonra menarş oluşumu ve üreme fonksiyonları ile ilgili sorunlar var mı? GnRHa tedavisinin kesilmesi sonrası 6 ay içinde hormonal sistem reaktive olup, ortalama 16 ay sonra menarş (2-61 ay) oluşur. Olguların % 60-96’ ında düzenli ovarian sikluslar gözlenir. Erkek olgularda GnRHa tedavisinin kesilmesi sonrası ortalama 0.7 yılda gonadotropinlerin pubertal düzeyleri, ortalama 1.8 yıl sonra spermatogenez saptanmış ve sperm analizinde herhangi bir değişiklik saptanmamıştır. PERİFERİK ERKEN PUBERTE TEDAVİSİ İLE İLGİLİ SORUNLAR SEP’nin aksine periferik erken puberte (PEP) tedavisi nedene yöneliktir. Gonadotropin bağımsız erken puberteden, gonadlar ve adrenal bezden aşırı seks hormon salgısı veya eksojen seks hormon maruziyeti sorumludur. ßHCG salgılayan tümör, McCune Albright (MAS), familial erkeğe sınırlı puberte (testotoksikoz), fonksiyonel over kisti, Leydig hücre tümörü nedenler arasındadır. Eksojen sex steroidlerine maruziyet nedeniyle gelişen pubertede temasın önlenmesi ile pubertal bulgularda gerileme görülmesi beklenir. Tümor olgularında cerrahi tedavi uygulanır. Bu tümörler genellikle tek taraflı olduklarından, çıkarıldıktan sonra karşı taraftaki over, testis veya adrenal bez normal fonksiyon için yeterli olur. ßHCG salgılayan tümörlerde, tümörün yeri ve 47 KONUŞMACI ÖZETLERİ histolojik tipine göre cerrahi, radyasyon tedavisi veya kemoterapi gerekebilmektedir. Genellikle uygun cerrahi ve medikal bakımla başarılı sonuçlar elde edilir. Kızlarda büyük fonksiyonel over kistlerinde yaklaşım ne olmalıdır? Tedavinin başlangıçta konservatif olması gerektiği, rekürrens veya SEP ve MAS’ a ilerleme riskinin göz ardı edilmemesi gerektiği bildirilmiştir. Antiöstrojen tedavi umut verici olup cerrahi tedavi ile karşılaştırmalı sonuçları ve uzun süreli takip verileri yoktur. Çok sayıda septa içeren, 8 cm den büyük over kistlerinde tümör belirteçleri değerlendirilmelidir. Bu hastalar ayrıca laparotomi ile değerlendirilmelidir. Torsiyon ve kist rüptürü ile sonuçlanabilir. MAS ve testotoksikozda gonadal steroid yapımı ya da etkisini önleyecek ilaçlar kullanılmaktadır. MAS da uzun süreli takip şekli belirsizdir. Tedavisiz kalındığında sık olmayan vajinal kanamalar gözlenir. İlerleyici seyir gösteren olgularda östrojen sentezinin azaltan veya östrojen reseptörünü bloke eden ilaçlar kullanılmaktadır. Buna karşın bu ajanların çoğu yetersiz etkidedir. Az sayıda çalışmada, letrozol (aromataz inhibitörü), tamoxifen (selektif östrojen modülatörü) veya fulvestrant (östrojen reseptör antagonisti) ile vajinal kanama ve kemik maturasyon oranında etkili bir azalma sağlandığı bildirilmiştir. Letrozol başarılı gibi görünmekle birlikte, tedavi süresinin kısa olması ve her hasta için aynı tutarlılıkta iyi yanıt alınamaması nedenleri ile kesin başarılı olarak kabul edilememektedir. Bu çalışmalarda final boy değerlendirmesi yapılmamıştır. Hastalığın gidişi kişiler arası önemli farklılıklar gösterdiğinden tedavilerin başarısı hakkında bir yorum yapmak zorlaşmaktadır. Testotoksikoz tedavisinde, geçmişte kullanılan ketokonazol, spironolakton, testolakton ile ilgili sonuçlar hayal kırıklığıdır. Spironolakton ve testolaktonun birlikte kullanımı, tek tek kullanıma göre daha etkilidir. Ancak bu ilaçlar çoklu doz gerektirir. Son yıllarda, Anastrozol ve androjen reseptör antagonisti Bicalutamid kombine tedavisi etkili görülmektedir. BATT çalışmasının erişkin boyuna ulaşıncaya dek devam edilmesi planlanmıştır. Bu tedavi ile olguların bir kısmında SEP’ ye ilerleme gözlenmiş ve tedaviye GnRHa eklenmiştir. Gonadotropine bağlı olmayan erken pubertenin medikal tedavisinde, bu endikasyonla FDA onayı almış ve rutin olarak kullanılan ilaçlar yoktur. Bu nedenle tedavi olguya yönelik olarak düzenlenmeli ve yakın olarak izlenmelidir. Kombine ilaç tedavileri daha yararlı görünmektedir Periferik erken puberte tedavisinde karşılaşılan sorunlardan bir diğeri, PEP’ nin SEP’ ye dönüşmesidir. Primer hastalık nedeni ile artan seks hormonlarının yarattığı somatik ve kemik olgunlaşmasının hipotalamusa etkisi sonucu oluşur. Geç yaşta tedaviye başlanan konjenital adrenal hiperplazi, testotoksikoz ve McCune Albright sendromlu hastalarda SEP tetiklenebilir. Tedaviye GnRH anologları da dahil edilir. 48 KONUŞMACI ÖZETLERİ Adrenal Hormonlar, Normatif Veriler Dr Tülay Güran Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi Her seferinde sınırlı ve belirlenmiş steroidlerin ölçülebilmesi, ölçümlerde yapısı benzer steroidlerle çarpraz reaksiyon görülmesi ve buna bağlı yanlış yüksek ölçümler, fazla serum volüm gereksinimleri immunoassaylerin sensitivite ve spesifisitesini sınırlamaktadır. Bu problemlerin aza indirildiği gelişmiş kütle spektrometri temelli ölçüm metodları bu sebeplerle steroid analizlerinde son yıllarda altın standart analitik tetkikler haline gelmiştir. Endocrine Society son yıllarda özellikle güvenilir veri elde etme açısından kütle spektrometri temelli steroid hormon ölçümünü teşvik edici beyanlarda bulunmaktadır. Kütle spektrometrisinin 3 temel bölümü bulunmaktadır: İyonizasyon kaynağı, separatör ve dedektör. İyonizasyon bölümü sıvı (LC-MS/MS) veya gaz (GC-MS) dır. LC-MS ve GC-MS birbirini tamamlayıcı teknikler olup farklı özellikleri bulunmaktadır (Tablo 1). Örneklerin daha hızlı işlendiği ve buna bağlı olarak yüksek volümlü sonuçların alınabildiği likit kromotografi kütle spektrometri (LC-MS/MS) rutin diagnostik uygulamalarda daha çok tercih edilmektedir. GC-MS daha çok araştırma amaçlı olup idrar örnekleri kullanılmaktadır. Burada moleküler ağırlıkları ve kimyasal özelliklerine göre farklı şekillerde iyonlarına ayrılan steroidler farklı hızlarda ve zamanlarda (retention time) ve özgün kütle/elektron yükü sinyali oluşturarak detektör tarafından algılanırlar. Tablo 1. GC-MS ve LC-MS/MS kullanımındaki farklılıklar GC-MS LC-MS/MS Analit Serbest steroidler (dekonjuge steroidler) Serbest ve konjuge steroidler Kullanım İdrar steroid profili Özgün idrar metaboliti Özgün serum metaboliti Örnek hazırlama zamanı Derivatizasyon (2 gün) 30 örnek/ hafta 0.5 gün 100 örnek/ gün Analiz zamanı >30dak/örnek ~10dak/örnek Maliyet £200/örnek £40K/alet £15/ örnek £250K/alet Yeni profil tanımlama İyi Zayıf Kromotografik çözünürlük Mükemmel Zayıf (analiz zamanı) Epimer ayırd etme İyi Zayıf Özgünlük İyi Mükemmel 49 KONUŞMACI ÖZETLERİ Son yıllarda LC-MS/MS tekniği ile geliştirilen steroid panelleri farklı steroid bozukluklarını kolaylıkla ayırd edebilir hale gelmistir. Bu metod ile örnek içeriğindeki toplam steroid miktarı tanısal amaçlı kullanılabileceği gibi hastalığa özgün steroid oranları geliştirilerek ve bu oranların hasta ve sağlıklı bireylerdeki değişim aralıkları sağlanarak özgünlük arttırılabilir. Yüksek hassasiyet ve özgünlük sebebiyle yenidoğan 2. düzey KAH taramalarında da son derece faydalı bir metoddur. Son yıllarda hem kütle spektrometri temelli analiz hem sonuç yorumlama ile ilgili iyileştirme çalışmaları devam etmektedir. Kütle spektrometrik ölçümler steroid hormon analizlerinin geleceğini teşkil etmektedir. Konuşma sırasında bahsedilen tekniklerin klinik kullanımına ait örnekli anlatım planlanmıştır. Örneklerin anlatımında kullanılacak referans değerler ilişikte belirtilmiştir. Kaynak 1. Shackleton CH. Mass spectrometry in the diagnosis of steroid-related disorders and in hypertension research. J Steroid Biochem Mol Biol. 1993;45:127-140. 2. LC-MS/MS based determination of basal- and ACTH-stimulated plasma concentrations of 11 steroid hormones: implications for detecting heterozygote 3. 4. CYP21A2 mutation carriers.Kulle AE, Riepe FG, Hedderich J, Sippell WG, Schmitz J, Niermeyer L, Holterhus PM. Eur J Endocrinol. 2015 Oct;173(4):517-24. doi: 10.1530/EJE-14-1084. Implementation of a liquid chromatography tandem mass spectrometry assay for eight adrenal C-21 steroids and pediatric reference data. Kulle AE, Welzel M, Holterhus PM, Riepe FG. Horm Res Paediatr. 2013;79(1):22-31 A novel ultrapressure liquid chromatography tandem mass spectrometry method for the simultaneous determination of androstenedione, testosterone, and dihydrotestosterone in pediatric blood samples: age- and sex-specific reference data. Kulle AE, Riepe FG, Melchior D, Hiort O, Holterhus PM. J Clin Endocrinol Metab. 2010 May;95(5):2399-409. 50 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ SÖZLÜ BİLDİRİLER 51 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-01 Type1 Diabetes-Genetic Risk Score Can Identify Turkish Young-Onset Diabetes Patients with Potential Monogenic Diabetes Kashyap A. Patel1, Melek Yıldız2, Mehmet Nuri Özbek3, Tülay Güran4, Gönül Çatlı5, Sezer Acar6, Zeynep Şıklar7, Müge Atar8, Filiz Mine Çizmecioğlu8, Merih Berberoğlu7, Korcan Demir6, Cemil Koçyiğit5, Serpil Baş4, Hüseyin Demirbilek9, Teoman Akçay10, Sian Ellard1, Michael N. Weedon1, Andrew T. Hattersley1 1 University of Exeter Medical School, Exeter, UK Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul 3 Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Diyarbakır 4 Marmara Üniversitesi Hastanesi, İstanbul 5 Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İzmir 6 Dokuz Eylül Üniversitesi, Izmir 7 Ankara Üniversitesi, Ankara 8 Kocaeli Üniversitesi, İzmit 9 Hacettepe Üniversitesi, Ankara 10 Medical Park Gaziosmanpaşa Hastanesi, İstanbul 2 BACKGROUND: Patients with monogenic diabetes can be identified if polygenic type 1 diabetes (T1D) can be robustly excluded in nonobese children with diabetes. The currently available biomarker, islet autoantibodies, has the limitations that they are absent in 20% of T1D patients. We previously showed that a novel DNA-based T1D-genetic risk score (T1D-GRS) can discriminate monogenic diabetes from T1D in white-European. We aimed to use T1D-GRS to identify children/adolescent patients with potential monogenic diabetes in the Turkish population. METHOD: We recruited 935 non-obese (BMI <95th centile) young onset diabetes (diagnosed <20 years) patients from 7 centres in Turkey. The T1D-GRS was analysed by genotyping 30 T1D-associated single nucleotide polymorphisms. T1D-GRS centiles were based on 1963 gold-standard reference T1D patients from the UK. Patients with very low polygenic T1D susceptibility (T1D-GRS <5th centile) were considered to have potential monogenic aetiology and patients with T1DGRS ≥5th centile were considered to have T1D. RESULTS: We identified 9% of patients with a T1D-GRS <5th centile (n=83/935) compared to expected 5% suggesting an enrichment of patients with potential monogenic diabetes. This enrichment is further supported by clinical features of these patients. The potential monogenic diabetes patients (GRS<5th centile, n=83) comparted to T1D patients (GRS>5th centile,n=852) were more likely to have extra-pancreatic features (11% vs 5%,p=0.03), negative for islet autoantibodies (35% vs 22%,p=0.05) and consanguineous parents (41% vs 28%,p=0.02). Both groups were similar in respect to age of diagnosis (8 vs 7 years, p=0.38), BMI (percentile 52 vs 58,p=0.45), duration of diabetes (2.8 vs 3.3 years,p=0.22) and parental history of diabetes (13% vs 12%,p=0.71). CONCLUSION: The T1D-GRS has identified Turkish patients with a potential monogenic aetiology. These patients will undergo genetic testing for all known causes of monogenic diabetes. Patients without a mutation in a known gene will undergo wholegenome sequencing to identify novel genetic aetiologies. Anahtar Kelimeler: Diabetes, Monogenic Diabetes, Genetic Risk Score 52 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-02 Tip 1 Diyabetes Mellituslu Çocuklarda Kan Şekeri Değişikliklerinin EEG Üzerine Etkileri Kerem Yıldız1, Nihal Olgaç Dündar2, Sibel Kocaaslan Atlı3, Ferhan Elmalı4, Sabiha Türe5, Galip Akhan5, Gönül Çatlı6, Bumin Nuri Dündar6 Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Çocuk Nöroloji, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Biyofizik, İzmir 4 Katip Çelebi Üniversitesi, İstatistik, İzmir 5 Katip Çelebi Üniversitesi, Nöroloji, İzmir 6 Katip Çelebi Üniversitesi, Çocuk Endokrin, İzmir 1 2 3 Bu çalışmada tip 1 diyabetes mellitus tanılı çocuk hastalarda hipoglisemi, normoglisemi, hipergliseminin EEG dalgaları üzerinde değişikliğe yol açabileceği hipotezini test etmek için EEG dalgalarının kan şekeri değişikliklerinden ve HbA1c düzeyinden nasıl etkilendiğini, normoglisemi-hipoglisemi-hiperglisemi gruplarını karşılaştırarak değerlendirmek, interintra hemisferik karşılaştırmalar yaparak tip 1 diyabetten özellikle etkilenen beyin bölgelerini araştırmak amaçlanmıştır. En çok 5 yıldır tip 1 diyabet tanılı olan 6-18 yaş aralığındaki 30 hastaya Nihon Kohten® ile video EEG monitörizasyon kaydı ve Medtronic iPro2® ile sürekli kan şekeri monitörizasyonu 24 saat eş zamanlı uygulandı. Hastaların hipogliseminormoglisemi-hiperglisemide olduğu zaman aralıkları tespit edilip EEG’de karşılık gelen kısımlarının delta, teta, alfa, beta frekans bantlarında ortalama güçleri hesaplandı. EEG’nin bölgesel analizi amacıyla frontal, temporal, frontotemporal, frontosantral, parietooksipital kanalların ortalama güç değerleri ayrıca analiz edildi. Parametrelerin inter-intra hemisferik, sağ-sol, ön-arka karşılaştırmaları yapıldı. Hastaların normoglisemi-hipoglisemi-hiperglisemi durumlarındaki EEG verileri kıyaslandığında; delta, teta, alfa ve beta frekans güçleri bakımından istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. Hastalar son bir yıllık HbA1c düzeylerine göre iyi kontrol (%6-8) ve kötü kontrol (>%10) olarak iki gruba ayırıldığında, iyi kontrole kıyasla kötü kontrol grubundaki hastaların tüm frekans güçlerinin düştüğü saptandı. Sağ-sol hemisfer farkı açısından kıyaslandığında, hipoglisemi-normoglisemi-hiperglisemi durumlarında iyi ve kötü kontrol grupları arasında anlamlı fark bulunmadı. Ön-arka beyin bölgeleri açısından kıyaslandığında, alfa ve beta bandının ön-arka bölgeleri arasında anlamlı farklılık bulundu (p<0,05). Hem iyi kontrol hem de kötü kontrol grubu hastalarının parietooksipital alanlarında, frontotemporal ve frontosantral alanlarına göre alfa ve beta frekans gücünde anlamlı azalma tespit edildi (p<0,05). Bu sonuçlar tip 1 diyabetli çocuk hastalarda EEG dalgalarının kan şekeri değişikliklerinden etkilendiğini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Tip 1 Diyabetes Mellitus, çocuk, HbA1c, kan şekeri monitörizasyonu, video EEG monitörizasyon 53 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-03 Diyabetik Ketoasidoza Bağlı Santral Sinir Sistemi Hasarını Öngörmede Serum S100B, Nöron Spesifik Enolaz ve Gliyal Fibriller Asidik Proteinin Önemi Gönül Çatlı1, Ahmet Anık2, Sezer Acar3, Tuncay Küme4, Melike Karabulut1, Özlem Gürsoy Çalan4, Bumin Nuri Dündar1, Ayhan Abacı3 Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Aydın 3 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya Bilim Dalı, İzmir 1 2 GİRİŞ: Gliyal fibriler asidik protein (GFAP) ve S100B astrositlerden, nöron spesifik enolaz (NSE) ise nöron ve nöroendokrin hücreler tarafından sentezlenmektedir. GFAP ve NSE düzeyleri daha çok santral sinir sistemi (SSS) hasarlanmalarında artarken, son yıllarda vücutta farklı hücreler (adiposit, myosit, v.s) tarafından da eksprese edildiğinin gösterilen S100B proteinin SSS hasarını göstermede NSE ve GFAP’ten daha duyarlı belirteç olduğu iddia edilmektedir. AMAÇ: Diyabetik ketoasidoz (DKA) tanısı alan hastalarda SSS hasarını öngörmek amaçlı kullanılan serum NSE, GFAP ve S100B proteinlerinin klinik önemini araştırmaktır. METOD: Çok merkezli yürütülen çalışmaya, orta ve ağır DKA tanısı alan 29 hasta ile 36 tip 1 diyabetli (T1DM) ve 31 sağlıklı çocuk alındı. DKA grubunun başvuru ve takipteki klinik ve laboratuvar bulguları, Glasgow koma skorları (GKS) ve komplikasyonlar kaydedildi. DKA grubunun tanı anında ve tedavinin 6. ve 12. saatlerinde NSE, S100B ve GFAP düzeyleri ölçüldü. Sonuçlar, T1DM ve sağlıklı kontrol grupları ile karşılaştırıldı. DKA hastalarına SSS hasarı açısından manyetik rezonans görüntüleme yapıldı. Bulgular; Çalışma grupları yaş ve cinsiyet açısından benzerdi. DKA ve T1DM grupları arasında diyabet süreleri açısından anlamlı fark saptanmadı. DKA grubundaki hastaların 14’ü eski tanı T1DM idi. DKA’lı olguların hiçbirinde nörolojik açıdan beyin ödemini destekleyecek klinik ve radyolojik bulgu saptanmadı. Gruplar arasında, GFAP ve NSE düzeyleri açısından anlamlı bir fark saptanmadı. DKA grubunda, S100B proteini kontrol ve T1DM gruplarına göre anlamlı yüksek saptandı. DKA şiddeti (11 orta/18 ağır), diyabet süresi [>5yıl (n=9) & <5yıl (n=20)] ve GKS skoruna göre [<15 (n=7) & >15 (n=22)] GFAP, NSE ve S100B protein düzeyleri karşılaştırıldığında anlamlı fark saptanmadı. SONUÇ: Klinik ve radyolojik bulgular ile birlikte değerlendirildiğinde, DKA hastalarında nöron hücrelerine özgün olan NSE ve GFAP düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı farklılık göstermemesi, DKA’nın erken dönemde nöronal hasara neden olmadığını düşündürmektedir. Bunun yanında, nöron dışı dokulardan da sentezlenen S100B’nin anlamlı yüksek saptanması DKA hastalarında bu proteinin periferik kaynaklı olabileceğini düşündürmüştür. Anahtar Kelimeler: diyabetik ketoasidoz, nöron spesifik enolaz, S100B proteini, Gliyal fibriler asidik protein, 54 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-04 Klinik Yönden Monojenik Diyabet Özelliği Gösteren 35 Çocukluk Çağı Diyabeti Olgusunda Bilinen 13 MODY Geninin Sıklığı Mustafa Dogan1, Ilknur Arslanoglu2, Recep Eröz1, Semih Bolu2, Hüseyin Yüce1 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Bilim Dalı, Düzce Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet Bilim Dalı, Düzce 1 2 AMAÇ: Diyabet özellikle çocukluk çağında klinik ve etyopatogenetik heterojenite gösteren bir hastalıktır. Bu tür hastalıklar için yeni jenerasyon dizi analizi (NGS) en ideal yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz bu çalışmamızda klinik olarak MODY şüphesi olan hastalarımızda NGS ile genetik etyolojiyi ortaya çıkarmak, genotip –fenotip ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık. METOD: Klinik olarak MODY diyabet şüphesi olan 35 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Aday hastalar 400 olgunun kayıtlı olduğu çocuk diyabeti veri tabanımızdan aile öyküsü, vücut ağırlığı, ketoza yatkınlık, insülin, C-peptid ve otoantikor varlığı özelliklerine göre en uygun olanlardan seçilmiştir. Hastalardan periferik kan örneği alınarak DNA izole edilmiş ve MODY etyolojisinde ortaya konmuş olan 13 adet gen GCK, HNF1A, HNF4A, HNF1B, PDX1, NEUROD1, KLF11, CEL, PAX4, INS, BLK, ABCC8 ve KCNJ11 genleri yeni jenerasyon dizi analizi yöntemiyle çalışılmış; saptanan varyantlar Sanger sekanslama ile doğrulanmıştır. Saptanan varyantların biyoinformatik ve in-siliko analiz programları ile birlikte klinik ilişkilerinin incelenmesi ve segragasyon analizleri devam etmektedir. SONUÇLAR: 13 hastada (%37) bakılan MODY genlerinde patojenik olduğunu düşündüğümüz varyant saptanmıştır. Hastaların 11’i heterozigot formda iken, 2 hasta ise birleşik heterozigot yapıda idi. Mutasyon olabileceğini düşündüğümüz patojenik varyantlar: 4 hastada NEUROD1 geninde, 2 hastada GCK, 2 hastada CEL, 1 hastada HNF4A ve HNF1A’da, 1 hastada ABCC8 geninde iki adet, 1 hastada KLF11, 1 hastada BLK, 1 hastada HNF1A’da saptandı. Saptanan patojenik varyantların 11 tanesi daha önce literatürde tanımlanmış ve diyabet kliniği ile ilişkilendirilmiştir. İki hastada ise mutasyon olduğunu düşündüğümüz yeni patojenik varyant tespit ettik (GCK geni Ekzon 5’te c.534delG ve CEL geninde Ekzon 6’da IVS5-1G>A). TARTIŞMA: MODY için ülkemizde yapılmış olan iki çalışmada en çok mutasyon saptanan gen GCK olarak bulunmuştur. Bizim çalışmamızda en fazla patojenik varyant NEUROD1 geninde saptanmıştır. Bu konuda daha fazla kişi sayısı ile yapılacak olan NGS analizleri sonucu mutasyon sıklıkları, bölgesel farklılıklar ve genotip-fenotip ilişkilendirmeleri daha sağlıklı yapılabilecek ve tedavi uyarlamaları daha dinamik olarak uygulanabilecektir. Anahtar Kelimeler: Çocuk, diyabet, MODY, NGS 55 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-05 Çocuk ve Ergenlerde Obezite ve Serum D Vitamini Düzeylerinin Ağız Sağlığı Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesi Gülçin Doğusal1, Tolga Ünüvar2, Ahmet Anık2, Işıl Sönmez1 Adnan Menderes Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalı Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı 1 2 AMAÇ: Bu çalışma ile Türk çocuklarında obezite ve serum 25-Hidroksivitamin D (25(OH)D) seviyeleri ile diş çürükleri arasındaki ilişkinin araştırılması hedeflenmiştir. YÖNTEM: Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Bölümü’ne Aralık 2015 – Haziran 2016 tarihleri arasında başvuran, 6-18 yaş arasında olan 324 ekzojen obez ile 138 normal kilolu hasta olmak üzere toplam 462 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Tüm hastaların antropometrik ölçümleri değerlendirilmiş, yaş ve cinsiyet bakımından benzer dağılım saptanırken, beklendiği gibi her iki grup arasında vücut kitle indeksi (VKİ) açısından anlamlı farklılık saptanmıştır. Tüm hastaların açlık kan şekeri, insülin, HOMA-IR, sT4, TSH, 25(OH)D, Ca, P, ALP düzeyleri değerlendirilmiştir. Çocukların aynı zamanda ağız muayenesi çocuk diş hekimi tarafından yapılmış; çürük daimi ve süt dişlerinin belirlenmesinde kullanılan DMFT/dft (decayed, missed, filled teeth), DMFS/dfs (decayed, missed, filled surface) indeksleri kaydedilmiştir. BULGULAR: Serum 25(OH)D, obezlerde 9,87 ± 7,41 ng/mL; normal kilolularda 17,2 ± 7,26 ng/mL olup aralarındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır. Obezlerde ve normal kilolularda daimi dişlerde DMFT ve DMFS oranları arasında anlamlı fark saptanmıştır (p<0.05). Süt dişlerinde de obezler ile normal kilolular arasında dft ve dfs oranları arasında daha belirgin bir fark vardır (p<0.05). Obezlerin % 80,5’i en az bir çürük dişe sahiptir. VKİ arttıkça dişlerde çürük varlığı artmaktadır ve arasında anlamlı bir ilişki vardır (r=0,209, p< 0,000). Ayrıca HOMA-IR değeri arttıkça da çürük riskinde artış gözlenmektedir (r=0,138, p=0,012). HOMA-IR ile 25(OH)D arasında anlamlı ve negatif yönlü bir ilişki vardır (r=-0,152 p=0,007). 25(OH)D seviyelerindeki düşüklük ise daha yüksek çürük riski ile ilişkilendirilmiştir. SONUÇ: VKİ artışı ile birlikte çocuklarda ağız sağlığı göstergelerinden olan DMFT / dft ve DMFS / dfs indekslerinde artış gözlenmesi, obez çocuklarda çürük riskinin artışına işaret etmektedir. Serum 25(OH)D seviyelerindeki azalma çocuklarda çürük riskini artıran faktörlerden biri olarak ileri sürülebilir. Anahtar Kelimeler: Obezite, D vitamini, diş çürükleri 56 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-06 2016 Yılı ‘SWEET’ Analiz Sonuçları ile Çocuk ve Ergenlerde Diyabetes Mellitus Metabolik Kontrol Durumu Damla Gökşen, Hafize Işıklar, Günay Demir, Samim Özen, Şükran Darcan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı SWEET’; çocuk ve adolesan tip 1 ve tip 2 diyabetli olgularda daha iyi kontrolü sağlamak, diyabeti önlemek ve daha iyi tedavi yöntemleri oluşturmak amacıyla referans merkezler oluşturmak için 2008 yılında Avrupa Birliği projesi olarak başlamıştır. Referans merkezi olarak kendi merkezimizin 2013-2014 ve 2015-2016 yıllarındaki metabolik kontrol değişimini değerlendirmek ve sonuçları tüm merkezlerle karşılaştırmak amaçlanmıştır. BULGULAR: Aralık 2016’ da yapılan analiz ile 52 merkezden veri girişi tam olan 16379 olgunun (% 51,4 erkek, % 48,6 kız) 188033 viziti irdelenmiştir. Tüm merkez olgularının ortanca yaş 14,6, diyabet yaş 5 yıl ve HbA1c % 8,1 idi. İnsülin infüzyon pompa tedavisi (İİPT) % 44,3 olgu kullanmakta idi. Merkezimizin 2016 verilerinde ise, 1421 vizite, 268 olgu (% 50’si kız) analiz edildi. Olgularımızın ortanca yaş 15,1 yıl, diyabet süresi 5,6 yıl ve HbA1c’si % 8,3’ tü. İİPT %30,3 olgu kullanmaktaydı. Merkezimizin ve tüm merkezlerin HbA1c ortanca değerleri 2014 yılı ile karşılaştırılarak tablo 1 ve 2’de verilmiştir. Merkezimizde İİPT kullanan olguların HbA1c değeri % 7,7 iken çoklu doz kullanan olguların HbA1c değeri % 8,25’ti ve tedavi modeline göre toplam insülin dozu ortancası her iki grupta da 0,8 U/kg/gün bulundu. Sonuç olarak: 2015-2016 yılı verilerinde, diyabet yaşı bir yılın altındaki olguların HbA1c değerleri bir önceki yıla göre azalırken, diyabet yaşı bir yıl üzerindeki olgularda artmıştır. İİPT tedavisi kullanan olguların Hba1c değerleri, çoklu doz tedavi alan olgulara göre daha düşük bulunmuş ve total günlük dozun tedavi modelinden etkilenmediği görülmüştür. Tüm yaş gruplarında HbA1c ortancasındaki artış özellikle çoklu doz kullanan olguların eğitimlerinin ve izlemlerinin daha iyi yapılması gerektiğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: SWEET, çocuk ve adolesan diyabeti,Diyabetes Mellitus Metabolik Kontrolü 57 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-07 5-Alfa Redüktaz Tip 2 Eksikliği Tanılı Olguların Fenotipik, Hormonal ve Moleküler Genetik Özellikleri: Çok Merkezli Ulusal Veriler Ayhan Abacı1, Gönül Çatlı2, Özgür Kırbıyık3, Nursel Muratoğlu Şahin4, Zehra Yavaş Abalı5, Edip Ünal6, Zeynep Şıklar7, Eda Mengen Uçaktürk8, Samim Özen9, Tülay Güran10, Cengiz Kara11, Melek Yıldız12, Erdal Eren13, Özlem Nalbantoğlu14, Ayla Güven15, Atilla Çayır16, Emine Demet Akbaş17, Yılmaz Kor18, Yusuf Cürek19, Zehra Aycan4, Firdevs Baş5, Şükran Darcan9, Merih Berberoğlu7 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir 3 Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genetik Hastalıklar Tanı Merkezi, İzmir 4 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Dr Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları EAH, Ankara 5 İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İstanbul 6 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Diyarbakır 7 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Ankara 8 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi, Adana 9 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir 10 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İstanbul 11 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Samsun 12 Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul 13 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Bursa 14 Dr.Behçet Uz Çocuk Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Ünitesi, İzmir 15 Göztepe Eğitim ve Araştirma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniği, İstanbul / Amasya Universitesi Tip Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Amasya 16 Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Erzurum 17 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Ankara 18 TC Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kamu Hastaneleri Birliği, Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Adana 19 Sağlık Bilimleri Üniversitesi Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Antalya 1 2 AMAÇ: Genetik olarak tanısı doğrulanmış 5-alfa redüktaz tip 2 eksikliği (5ART2E) olgularının klinik özelliklerinin belirlenmesi, genotip-fenotip ilişkisinin incelenmesi ve moleküler genetik testlere erişimdeki kısıtlılık nedeniyle birçok merkezde halen kullanılmakta olan testosteron/dihidrotestosteron (T/DHT) oranının tanısal değerinin saptanması amaçlanmıştır. YÖNTEM: SRD5A2 geninde homozigot veya bileşik heterozigot mutasyon saptanan 5ART2E olguları çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen olguların, ebeveynleri arasındaki akrabalık ve ailede benzer hastalık durumları, başvuru yaşı ve şikayeti, Quigley - Sinnecker evresi, başvurudaki cinsiyet ve pubertal durum, nihai cinsiyet kararı, tanısal amaçlı yapılan hormonal testlerin ve moleküler genetik analizlerin sonuçları ulusal veri sistemi (ÇEDD-NET) aracılığıyla kaydedildi. SONUÇLAR: Çalışmaya 18 merkezden toplam 89 olgu dahil edildi. Başvuru ortanca yaşı 2,4 yıl olarak saptandı. Ebeveynler arasında akrabalık %75,3’ünde, ailede benzer olgu %41,1’inde saptandı. Olguların %93,3’ü dış genital yapıda anormallik şikayetler ile başvurmuştu. Başvuru anında, hastaların %51,7’si kız, %44,9’u erkek ve %3,4’ü kuşkulu cinsiyet olarak yetiştirilmekteydi. Tanıdan sonra nihai cinsiyet kararı, olguların %59,5’inde erkek, %27’sinde kız iken; %13,5’inde yetiştirilecek cinsiyete henüz karar verilmediği belirtilmişti. Olguların 79’unda homozigot, 10’nunda ise bileşik heterozigot mutasyon saptanmıştı. En sık saptanan mutasyonlar sırasıyla, %29,2 p.Ala65Pr; %15,7 p.Leu55Gln; %15,7 p.Gly196Ser; %5,6 p.Met157del homozigot mutasyonlardı. p.Gly196Ser mutasyonuna sahip olan olgularda erkek fenotip hakim iken, p.Ala65Pro ve p.Leu55Gln mutasyonlarında kuşkulu ve kız egemen fenotip hakim olduğu gözlenmiştir. 5ART2E tanısında bazal T/DHT oranı için >8,5 ve >10 eşik değerleri kullanıldığında duyarlılık %75, uyarılmış T/DHT oranı için yine bu eşik değerler kullanıldığında duyarlılık sırasıyla %91,9 ve %88,7 bulundu (Tablo 1). SONUÇ: Bu çalışma, genetik analiz olanaklarının kısıtlı olduğu merkezlerde T/DHT için >10 eşik değerinin 5ART2E tanısında kullanılabileceğini düşündürmüştür. 5ART2E olgularında enzim eksikliğine yol açan mutasyonun ağırlığına bağlı olarak klinik bulguların heterojen olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada, Türkiye’de en sık gözlenen mutasyonlar 58 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ sırasıyla p.Ala65Pro, p.Leu55Gln ve p.Gly196Ser olarak saptanmış olup, p.Ala65Pro ve p.Leu55Gln mutasyonlarında virilizasyon defektinin diğer sık (p.Gly196Ser) gözlenen mutasyona göre daha ağır olduğu görülmüştür. Anahtar Kelimeler: 5-Alfa Redüktaz Tip 2 Eksikliği, Testosteron, Dihidrotestosteron, 46, XY Cinsiyet gelişim bozukluğu 59 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-08 Hedeflenmiş Yeni Nesil Dizi Analizi ile Tanı Konulamayan 46,XY Cinsiyet Gelişim Bozukluğu Olgularında Ekzom Sonuçları: Sorumlu Yeni Genler Samim Özen1, Hüseyin Onay2, Tahir Atik3, Aslı Ece Solmaz2, Ferda Özkınay3, Damla Gökşen1, Şükran Darcan1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrin Bilim Dalı, İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, İzmir 3 Ege Üniversitesi TıpFakültesi Çocuk Genetik Bilim Dalı, İzmir 1 2 GİRİŞ: 46,XY cinsiyet gelişim bozukluğu (CGB) olgularının yaklaşık yarısında moleküler genetik mekanizmalar bilinmemektedir. AMAÇ: Hedeflenmiş yeni nesil dizi analizi (HYNDA) ile daha önce tanı konulamayan olgularda tüm ekzom dizi analizi ile sorumlu yeni genlerin araştırılması planlandı. Gereç YÖNTEM: Çalışmaya 46,XY CGB tanısı olan ve HYNDA ile bilinen 56 genin taranması sonucu mutasyon saptanmayan ve ailesinde akrabalık olan 6 hasta alındı. Hastalardan, anne ve babalarından elde edilen DNA örneklerine, “Illumina Nextseq 500” cihazında ekzom dizileme yapıldı. Elde edilen sonuçlar “Illumina Variant Studio” programında filtrelenerek aday genler belirlendi. Her aday gen için doğrulama yapıldı. Bulunan varyasyonlar “in-silico” modelleme programlarında değerlendirildi. SONUÇLAR: Yapılan analizlerde 6 olgunun 3 ‘ünde mutasyon saptandı. Saptanan genlerden 2’si bu çalışma ile yeni olarak tanımlandı. Bir olguda CCDC60 geninde homozigot c.332delC (p. L112YfsX2) mutasyonu saptandı. Diğer bir olguda ZNF653 geninde homozigot c.36_41dupGGAGGC (p.Ala14_Glu15insGluAla) mutasyonu saptandı. Olguların anne ve babalarında aynı genler için heterozigot mutasyon saptandı. Testiste ifade edilen bu genlerdeki mutasyonların detaylı analizlerinde 46,XY CGB’ ye neden olabileceği düşünüldü. Üçüncü olguda HYNDA panelinde olmasına karşın saptanamayan AMHR2 geninde homozigot c.1460dupG (p.C487WfsX13) mutasyon tüm ekzom analizinde saptandı. Bu gen başka bir genle üst üste olması nedeniyle bioinformatik bir hata nedeniyle HYNDA çalışmasında saptanamamıştır. SONUÇ: Çalışmamızda literatürde ilk kez 46,XY CGB’den sorumlu olabilecek iki yeni gen saptanmıştır. Genlerin fonksiyonel çalışmaları planlanmıştır. Anahtar Kelimeler: 46,XY cinsiyet gelişim bozukluğu, yeni gen, ekzom dizileme 60 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-09 Nadir Görülen Konjenital Adrenal Hiperlazi Nedeni: 17-Hidroksilaz Eksikliği Tanılı Vakalarımızın Klinik ve Genetik Bulguları ve İzlem Özellikleri Aslı Derya Kardelen1, Firdevs Baş1, Güven Toksoy2, Şükran Poyrazoğlu1, Rüveyde Bundak1, Umut Altunoğlu2, Adam Najaflı2, Oya Uyguner2, Feyza Darendeliler1 1 2 İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı, İstanbul İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, İstanbul GİRİŞ: Nadir konjenital adrenal hiperplazi (KAH) nedenlerinden biri olan 17-α-hidroksilaz / 17,20 liyaz eksikliği(17OHE) klasik tipte hipertansiyon ve her iki cinste de değişen derecelerde kuşkulu genital yapı ve gecikmiş puberte ile karakterize olup, kromozomda 10q24.3’de yer alan CYP17A1 genindeki bi-allelik mutasyonlarla ilişkilidir. AMAÇ: 17-OHE vakalarımızın klinik, genetik bulgularının ve izlem ve tedavilerinin irdelenmesi amaçlandı. YÖNTEM: 17-OHE tanılı 2’si aynı aileden 6 vakanın muayene bulguları, genetik bulguları, tedavi ve izlemleri değerlendirildi. SONUÇ: Vakaların ortalama başvuru yaşı 14,6±4,2 (6,2- 17,8) yaş ve izlem süresi 4,7 ±2,7 (1,3-8,4) yıl idi. Vakaların tümü kız olarak yetiştirilmişti ve hepsinde akraba evliliği vardı. Vakaların başvuru nedenleri gecikmiş ergenlik ve primer amenore (n=5), kuşkulu genital yapı (n=3) ve hipertansiyon (n=4) idi. Vakaların başvuru ve izlem sırasında bazı klinik ve laboratuar özellikleri Tablo 1’de özetlendi. Karyotip vakaların 3’ünde 46,XX, 3’ünde 46,XY idi. ACTH ve progesteron yüksek, PRA baskılı idi. Moleküler analiz ile tanı doğrulandı. Vakalarda 4 yeni mutasyon belirlendi. Steroid yerine koyma tedavisi başlandı. Kız kimliğinde yetiştirilen 46,XY 3 vakaya gonadektomi uygulandı. Ergenlik döneminde olanlara östrojen replasmanına başlandı. Meme gelişimi ortalama 18,7± 1,8 yaşta evre 4-5’e ulaştı. Ergenlik döneminde olan vakaların kemik mineral yoğunluğu (DEXA) tayini yapıldı ve 5 vakada osteoporoz saptandı. Cins steroidi yerine koyma tedavisi yanında osteoporozu olan vakalara kalsiyum ve D vitamini tedavisi de verilmeye başlandı. Hipertansiyon nedeni ile vakaların üçüne antihipertansif tedavi başlandı. Cins steroidi replasmanı ve destek tedavi ile osteoporozda düzelme belirlendi. YORUM: Puberte gecikmesi ve/veya hipertansiyon, kuşkulu genital yapı nedeniyle değerlendirilen vakalarda nadir KAH nedeni olabilen 17-OHE de akılda tutulmalıdır. Dişi kimliğinde yetiştirilen 46, XY vakalarda uygun yaşta gonadektomi yapılması gerekmektedir. Geç tanı nedeniyle psikolojik sorunlar, cinsel kimlik seçimi, hipertansiyon ve osteoporoz önemli sağlık sorunları arasında yer almaktadır. Anahtar Kelimeler: Adrenal hiperplazi, 17-α-hidroksilaz, 17,20 liyaz 61 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-10 Çocukluk Çağı Adrenokortikal Karsinoma Tanısı Alan Hastalarda TP53 Geni Mutasyon Analizi: Çok merkezli prospektif çalışmanın ara raporu Enver Şimşek1, Oğuz Çilingir2, Çiğdem Binay1, Meliha Demiral1, Konul Haziyeva2, Metin Yıldız3, Semra Çetinkaya4, Atilla Çayır5, Ülkü Gül6, Onur Akın7, Melek Yıldız8, Sezer Acar9, Ayla Güven3, Sevilhan Artan2 Eskişehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Eskişehir Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Genetik Ana Bilim Dalı, Eskişehir Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği, İstanbul 4 Sağlık Bakanlığı Dr.Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara 5 Erzurum Bölge Eğitim ve ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Erzurum 6 Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Kayseri 7 Sağlık Bakanlığı Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara 8 Sağlık Bakanlığı Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği, İstanbul 9 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, İzmir 1 2 3 GİRİŞ: Kromozom 17p13.1 üzerinde bulunan TP53 geni protein p53 sentezini kodlar. P53 normalde hücresel stres ve DNA hasarını başlangıçta kontrol altına alarak kanser gelişimini engeller. Li-Fraumeni sendromu (LFS) TP53 geni mutasyonu sonucu protein p53’ün fonksiyon kaybı nedeniyle ortaya çıkar. Bu genin mutasyonu sonucu aynı kişide ve aile bireylerinde yaşam boyu kanser riski yüksektir. LFS yüksek penetrans gösteren otozomal dominant kalıtılan sendromdur. LFS komponenti tümörler, yumuşak doku sarkomları, osteosarkom, premenaposal meme kanseri, beyin tümörleri, hematolojik kanserler ve adrenokortikal kanserlerdir. Çok merkezli yapılan bu çalışmada çocukluk çağı adrenokortikal kanserlerde TP53 mutasyonu araştırılmaktadır. MATERYAL-METOD: Hastaların primer başvuru yakınmaları, fizik muayene bulguları, hormonal açıdan biyokimyasal tetkikleri ve görüntüleme yöntemleri (ultrasonografi, MR, CT, PET/CT) ile tümör tanısı konuldu. Her has unilateral sürrenalektomi yapıldı. Adrenokortikal karsinoma tanısı alanlar çalışmaya dahil edildi. Hasta ve birinci derece yakınlarından alınan kan örneklerinden izole edilen DNA’lar en yeni mutasyon analizi yöntemi “Next Generation Sequencing Platform” metodu kullanılarak yapıldı. Saptanan mutasyonlar Sanger analizi ile doğrulandı. Mutasyon saptanan hasta ailesi rekkürens ve başka kanserler açısından bilgilendirildi. BULGULAR: Çalışmaya 14(9 kız, 5 erkek) hasta ve 27 birinci dereceden yakınları alındı. Hastaların klinik, laboratuar ve genetik sonuçları Tablo 1’de özetlendi. 14 hastadan ikisi tanı aldıktan sonra ilk yıl içerisinde ex oldu. Bir hastanın kardeşinde adrenokortikal kanser tanısı, bir hastanın babasında rhabdomyosarkom saptandı. İki hastada ikincil tümör (ALL ve rhabdomyosarkom) saptandı. Beş hastanın ailesinde LFS kanser spektrumu saptandı. Bir hastada ailede kanser öyküsü çok fazla olmasına rağmen TP53 geninde mutasyon saptanmadı. SONUÇ: LFS tanısı alan hasta ve ailesinde yaşamı boyunca kanser tekrarı ve ikincil kanserlerin çıkma riski yüksektir. Çocukluk çağında LFS kanser spektrumunda bulunan adrenokortikal kanserde mutlaka genetik çalışma yapılarak saptanacak mutasyon ile hem hasta ikincil kanser açısından hem de ailede riskli bireyler saptanarak yakın takibe alınmalı, erken tanı ve tedavi ile morbidite ve mortalite azaltılmalıdır. Anahtar Kelimeler: adrenal korteks karsinomu, Li-Fraumeni sendromu, TP53 62 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-11 Yenidoğan ve Erken Süt Çocukluğu Döneminde 17 Steroid Hormonun Eş Zamanlı olarak Likit Kromatografi Kütle Spektrometri (LC-MS) Yöntemi ile Değerlendirilmesi ve Referans Aralıklarının Belirlenmesi Ece Öge Enver1, Pınar Vatansever3, Ömer Güran5, Leyla Bilgin5, Perran Borran4, Serap Turan2, Goncagül Üstünel Haklar3, Abdullah Bereket2, Tülay Güran2 Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı 3 Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Biyokimya Anabilim Dalı 4 Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırması Hastanesi Sağlam Çocuk Bilim Dalı 5 Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yenidoğan Bilim Dalı 1 2 GİRİŞ:Steroid hormon metabolizmasını etkileyen bozuklukların çoğu yenidoğan veya erken süt çocukluğu döneminde tuz kaybı veya belirsiz genitalya ile bulgu verir. Bu tabloya neden olan hastalıkların tanı ve ayırıcı tanısında endojen steroid hormonların ve prekürsörlerinin ölçümü önemlidir. Fetal adrenal zon involusyonundaki farklılıklar, düşük analit konsantrasyonları, plasental ve endojen steroid hormonların interferansı bu hormonların ölçümünde ana sorunlardır. Serum steroid hormon düzeylerinin likit kromatografi kütle spektrometri (LC-MS) yöntemi ile ölçümü aynı anda birçok steroid hormonun yüksek özgünlük ve duyarlılıkta ölçümüne hızlıca imkan sağlar. YÖNTEM VE METHOD: 300 tamamen sağlıklı (150 kız,150 erkek) yenidoğan ve infanttan alınan 0.4 ml plazmada 17 steroid hormon eş zamanlı çalışıldı ve bebekler 5 farklı gruba ayrıldı (3-7, 8-14, 15-28, 29-90, 91-180. gün). Yaş gruplarına göre 2.5,50 ve 97.5 persantil değerleri nonparametrik istatistiksel yaklaşımlar ile belirlendi. 17 Hidroksiprogesteron+21-Deoksikortizol/Kortizol, 11-Deoksikortizol/Kortizol, 17-Hidroksipregnenolon/Kortizol, Kortizol/Kortizon ve erkeklerde Testosteron/Dihidrotestosteron oranları 21-alfa Hidroksilaz, 11-beta Hidroksilaz, 3-beta Hidroksilaz, 11 -Beta hidroksisteroid dehidrojenaz-2 ve 5-alfa reduktaz eksikliğinin biomarkerları olarak hesaplandı. DEĞERLENDİRME: LC-MS yöntemi ile eş zamanlı ölçülen 17 steroid hormonun referans değerleri sunulacaktır. 17hidroksile C21 glukokortikodler (17 hidroksipregnenalon,17-hidroksiprogesteron ve kortizol), Non17- Hidroksile C21mineralokortikoid öncülleri (pregnenalone ve progesteron) ve C19 androjenler (dihidroepiandrostenedion ve dihidroepiandrostenedion sülfat, androstenedion) yaşa bağlı olarak 3 ve 180 gün aralığında çok büyük değişiklikler göstermiştir. Ancak C21-mineralokortikoidler (aldosteron,kortikosteron, 11-deoksikortikosteron) hayatın ilk 6 ayında belirgin değişiklik göstermemiştir. SONUÇ: LC-MS bazlı steroid hormon paneli ölçümü, eş zamanlı olarak birçok steroid hormon ölçümüne olanak sağladığından steroidogenez bozukluklarının tanında en modern tanısal veriyi sağlayacaktır. Ayrıca, çalışmamızda yenidoğan ve erken süt çocukluğu dönemine ait yaşa ve cinse bağlı olarak belirlenen referans değerleri hızlıca doğru tanı konması ve ayırıcı tanı yapılması açısından büyük fayda sağlayacak, genetik danışma ve prognoz hakkında bilgi verecek ve bozulmuş steroidogenezin hayati tehdit eden sonuçlarına karşı koruyucu olacaktır. Anahtar Kelimeler: LC-MS, STEROİD HORMON, REFERANS DEĞER 63 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-12 Kongenital Adrenal Hiperplazi Genetiğinde Tek Merkez Sonuçları Gül Direk, Zeynep Uzan Tatlı, Ülkü Gül Şiraz, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji Ana Bilim Dalı, Kayseri GİRİŞ: Konjenital adrenal hiperplazi(KAH) kortizol sentezi için gerekli enzimlerden birinin eksikliği ile oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalık gurubudur. En sık sebebi 21 hidroksilaz eksikliği olup, klasik basit virilizan tip, klasik tuz kaybıyla giden tip ve non-klasik olmak üzere üç tipi vardır. Tanısında genetik açıdan bir çok mutasyon tanımlanmış olup genotip-fenotip ilişkisi de bir çok çalışmada gösterilmiştir. Biz de çalışmamızda bölümümüzden takipli konjenital adrenal hiperplazi hastalarında genotip fenotip ilişkisini ve bu ilişkinin klinik ve laboratuara ne şekilde yansıdığını araştırdık. METOD: Kliniğimize konjenital adrenal hiperplazi şüphesi ile başvuran ve biyokimyasal ve hormonal değerlendirme ile KAH olduğu düşünülen 69 hasta çalışmaya alındı. Tüm olguların başvuru şikayetleri, klinik, biyokimyasal ve hormonal değerleri kaydedildi. Tüm olgulardan toplam 138 haplotipte genetik analizi, tüm ekzom sekanslama şeklinde yapıldı ve elde edilen genetik mutasyonlar ve fenotip ilişkisi değerlendirildi. Ayrıca tespit edilen mutasyonlar ülkemizde farklı bölgelerden yapılan diğer mutasyonlarla karşılaştırılarak bölgesel farklılıklara değinildi. SONUÇ: Yirmibir erkek, 48 kız toplam 69 olgunun genetik analizleri değerlendirildi. Olguların %73.9’u 21 hidroksilaz eksikliği iken %2.9’u’ü 11 beta hidroksilaz eksikliği ve %1.4’ü 3 beta hidroksisteroid dehidrogenaz eksikliği tanısı aldı. 21 hidroksilaz eksiliği olanların %27.9’u klasik tuz kaybettiren tip, %20,6’sı basit virilizan ve %47.1’i ise non-klasik 21 hidroksilaz eksikliği idi. En sık görülen 21 hidroksilaz eksikliğinde CYP21A2 geninde daha önce tanımlanılmana ve ağırlıklı olarak promotor ve intron 2’de olmak üzere ekzon 3, 6, 7 ve 10 da mutasyonlar görüldü. TARTIŞMA: Kongenital adrenal hiperplazide genotip-fenotip ilişkisi iyi bilinmektedir. Kliniğimizde takip ettiğimiz olguların ayrıntılı genetik analizi yapılarak klinik ve laboratuar bulgularıyla ilişki irdelenmiş ve ülkemizde daha önce yapılan çalışmalarla uyumlu sonuçlar elde edilmiştir. Anahtar Kelimeler: fenotip, genetik, kah 64 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-13 Santral Puberte Prekoks Tedavisinde Düşük Büyüme Hızı Sıklığı, Görülme Zamanı ve İlişkili Faktörler Nursel Muratoğlu Şahin1, Asiye Uğraş Dikmen2, Semra Çetinkaya1, Zehra Aycan1 Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji Kliniği, Ankara Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Ankara 1 2 AMAÇ İdiyopatik santral puberte prekoks (İSPP) tedavisinde görülebilen düşük büyüme hızının (BH) sıklığı ve bununla ilişkili faktörler net bilinmemektedir. Bu çalışmada İSPP tedavisi almış hastalarda düşük BH sıklığı, görülme zamanı, bununla ilişkili faktörler ve final boya etkisi araştırıldı. YÖNTEM Bu retrospektif kohort çalışmada kliniğimizde İSPP tanısıyla 8 yaş öncesi GnRHa tedavisi başlanan ve tedavisini tamamlamış 50 kız hastanın kayıtları incelendi. BULGULAR Hastaların median takip süresi 48±10.5(30-72) aydı ve 31 hasta final boya ulaşmıştı. 24 hastanın final boyu MPH ile uyumluydu (MPH±5cm) sadece 2 hastanın final boyu (FB) MPH’dan kısaydı. Hastaların tedavi sürecinde BH ve BHsds’lerinde yıllar içinde anlamlı bir düşme gözlendi(p:0.02 p:0.001). Tedavi süresi boyunca 16(%32) hastanın yıllık BH -1sds’nin altına hiç düşmezken, 19(%38) hastanın bir kez, 15(%30) hastanın 2 kez -1 sds’nin altına düştü. Düşük BH median olarak 9,9(4,9-10,9) yaşta ve tedavinin 3.yılında (min-max 2-6yıl) saptandı. Tanı yaşı 1. yıl BH, 3.yıl BH ve BHsds, 4. yıl BHsds ile negatif koreleydi(p<0.005). Tanı kemik yaşı(KY) 1. yıl BH, 3.yıl BH ve BHsds, 4. yıl BHsds ile negatif koreleydi(p<0.005). Tanıda pubik kıllanması olan hastaların düşük BH riski artmıştı(p:0,016). Tanı bazal LH ile 1. yıl BHsds ve 2. yıl BHsds negatif koreleydi(p:0,012 ve 0,017). Yıllık BHsds’inde en az bir kez düşüklük saptanan hastaların tanı bazal LH’ları (0,46±0,69), hiç düşüklük olmayan hastaların LH’larından (0,12±0,08) daha yüksekti(p:0,044). Tedavi ile LH supresyonunun yıllar içinde anlamlı düzeyde artığı gözlendi(p:0.001). Tedavinin 3. yılında düşük BH olanların 2. yılda LH’ları (mean:0,87±0,37 min-max:0,49-1,70) normal BH olanlara göre (mean:1,20±0,53 min-max:0,40-2,83) daha supreseydi(p:0,030). MPH ile 2. yıl BH ve BHsds, 3.yıl BH ve BHsds pozitif koreleydi(p<0.005) ancak FB ve FB-MPH ile BH ve BHsds’ler arasında ilişki saptanmadı. SONUÇ Bu çalışmada ICPP tedavisi başlananlarda tanıda pubik kıllanması olan, bazal ve pik LH’sı yüksek, KY ileri olan hastalarda tedavinin 3. yılında BHsds’de düşüklük olduğu bulunmuştur. Bununla birlikte düşük BH’nın final boyu etkilemediği gözlenmiştir. Anahtar Kelimeler: santral puberte prekoks, GnRH analog tedavisi, büyüme hızı 65 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-14 İdiyopatik Hipogonadotropik Hipogonadizm’de CCDC141 Mutasyonları İhsan Turan1, Ian Hutchins2, Bulent Hacihamdioglu3, Leman Damla Kotan1, Fatih Gürbüz1, Mehmet Taştan1, Ayca Ulubay4, Eda Mengen1, Bilgin Yüksel1, Susan Wray2, Ali Kemal Topaloğlu5 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi bilim Dalı Cellular and Developmental Neurobiology Section, National Institute of Neurological Disorders and Stroke, National Institutes of Health, Bethesda, MD, USA 3 Haydarpaşa Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 4 Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Adli Tıp Anabilim Dalı 5 University of Mississippi Medical Center, Division of Pediatric Endocrinology, Batson Children's Hospital & Department of Neurobiology and Anatomical Sciences 2500 North State Street Jackson, MS 39216 1 2 Kapsam: GnRH nöronları olfaktör plakoddan merkezi sinir sistemine göç ederek Hipotalamo-Hipofizer-Gonadal Aks’ın ayrılmaz bir bileşeni haline gelirler. Bu göçün kesintiye uğraması İdiyopatik Hipogonadotropik Hipogonadizm (IHH)/Kallmann Sendromuna (KS) sebep olabilir. Knockdown edilmiş CCDC141’in GnRH nöron migrasyonunu bozduğu halde, olfaktör reseptör nöron migrasyonunu etkilemediğini daha önceki yayınımızda göstermiştik. AMAÇ: Çalışmamızın amacı IHH/KS’de CCDC141 mutasyonlarının fenotip-genotip ilişkisini ve prevelansını göstermektir. Plan: 120 ailelik IHH/KS kohortunda zararlı CCDC141 varyantları otozigosite haritalaması, aday gen taraması, tüm ekzon sekansı ve Sanger sekansı yöntemleri kullanılarak incelendi. SONUÇ: Kohortumuzdaki dört bağımsız aileden dokuz etkilenmiş bireyde (%3.3) inaktive edici CCDC141 varyantları saptadık. Etkilenmiş bireylerin (FEZF1 mutasyonuna sahip 1. aile hariç) olfaktör fonksiyonları ve olfaktör bulb anotomisi normaldi. Etkilenmiş 4 birey klinik reversibilite gösterdi. Allelik heterojenitenin kanıtı olarak ailelerin üçünde bilinen diğer püberte genlerinin en az birinde potansiyel olarak zararlı varyant vardı. TARTIŞMA: Çalışmamız inaktive edici CCDC141 varyantlarının Normosmik IHH’ye sebep olduğunu fakat KS’ye yol açmadığını doğrulamıştır. Bu, daha önceki in vitro çalışmalarımız ile tutarlı olup CCDC141’in yalnızca GnRH nöronlarının embriyonik migrasyonunda rol aldığını ama olfaktör reseptör nöron migrasyonunda rol almadığını göstermiştir. Bu çalışmalar IHH’nin klinik ve genetik spektrumunu genişletmekte ve IHH’deki fenotip-genotip karmaşıklığını onaylamaktadır. Anahtar Kelimeler: CCDC141, İdiyopatik Hipogonadotropik Hipogonadizm, Puberte 66 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-15 Prematür Telarşlı İnfantta AMH Düzeyi ve AMH’nın Mini Pubertedeki Rolü Nursel Muratoğlu Şahin1, Hatice Nursun Özcan2, Elvan Bayramoğlu1, Erdal Kurnaz1, Melikşah Keskin1, Şenay Savaş Erdeve1, Semra Çetinkaya1, Zehra Aycan1 1 2 Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji Kliniği, Ankara Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediatrik Radyoloji, Ankara AMAÇ Pubertal gelişimde AMH düzeyini araştıran az sayıda çalışma olup longitudinal bir çalışmada pubertenin başlangıç döneminde AMH’da %30 düşüş olduğu gösterilmiştir. Sağlıklı kızlarda prepubertal döneme göre mini puberte döneminde AMH'nın yüksek olduğu saptanmıştır. İnfantlarda görülen prematür telarşın mini puberte döneminin abartılı ve/veya uzamış formu olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada prematür telarşlı infantlarda AMH'nın patofizyolojideki rolünün araştırılması amaçlandı. YÖNTEM 3 ay ile 3 yaş arasında prematür telarşı olan 55 kız infant ile aynı yaş grubunda 49 sağlıklı kız çalışmaya alındı. Hasta grubunun kemik yaşı, pelvik ultrasonografi(USG) bulguları ve AMH düzeyi ile kontrol grubunun serum AMH düzeyi değerlendirildi. BULGULAR Hasta ile kontrol grubunun oksolojik özellikleri tablo 1’de verilmiştir. Boy SDS dışında hasta ve kontrol grubunun takvim yaşı ve oksolojik verileri arasında anlamlı fark yoktu. Hastaların takvim yaşı ortalama 1,6±0,7(med:1,5 min-max 0,3-3) yıldı. Hastaların meme gelişimi başlama yaşı ortalama 7,7±6,2(med:7 min-max 0-22) aydı. Hastaların ortalama 10,5±10,1 (med:8 min-max 1-34) aydır meme gelişimi vardı ve memeleri evre 2 ve 3 idi. KY-TY ortalama 0,1±0,3 (med:0,1 min -0,6 max +0,7) yıldı. Hiçbir hastada pubertal bulgularda progresyon saptanmadı. Prematür telarşlı kızların AMH düzeyi (med:1,66 min-max:0,15-7,28ng/ml) kontrol grubununkinden (med:2,46 min-max:0,60-8,49ng/ml) daha düşüktü (p:0,015). Prematür telarşlı olgularda AMH ile FSH negatif koreleydi (r:-0,412 p:0,002). 51 (%92,7) hastanın bazal LH’sı, 36 (%65,4) hastanın östradiol düzeyleri ölçüm sınırının altında saptandığından AMH ile LH östradiol arasında korelasyon saptanmadı. Sadece 3 hastanın pelvik USG bulguları pubertal dönemle uyumluydu. Bu nedenle AMH ile uterus boyutları, volümü, endometrium kalınlığı, corpus serviks oranı, over boyutları, volümü, folikül boyutları ve sayısı arasında korelasyon saptanamadı. SONUÇ Bu çalışmada prematür telarşlı infantlarda AMH düzeyini ölçen ilk çalışmadır. Prematür telarşlı infantlarda AMH düzeyinin sağlıklı kontollerden daha düşük saptanması, AMH ile FSH’nın negatif korele olması nedeniyle AMH’nın mini puberte döneminde pubertal bulguları frenleyici rolünün olduğu, AMH düşüklüğünün abartılı ve/veya uzamış mini puberteye sebep olarak infantlarda prematür telarşa sebep olabileceği sonucuna varıldı. Anahtar Kelimeler: prematür telarş, AMH, mini puberte 67 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-16 Obez Erkeklerde İnsulin Direnci ve Kardiyovasküler Risk Faktörlerinin Sertoli Hücre Fonksiyonları Üzerine Etkisi Müge Atar1, Muammer Büyükinan2, Özgür Pirgon1, Hüseyin Kurku3, Said Sami Erdem3, İsa Deniz4 Süleyman Demirel Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı, Isparta Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı, Konya 3 Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Tıbbi Biyokimya Bölümü; Konya 4 Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Bölümü, Konya 1 2 AMAÇ: Bu çalışmada, pubertal dönemdeki obez erkeklerde sertoli hücre fonksiyonları (AMH: Anti-müllerian hormon ve inhibin B) ve kardiyovasküler risk faktörleri arasındaki ilişki araştırılmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya pubertal 121 obez ve 38 obez olmayan sağlıklı erkek dahil edilmiştir. Obez erkek çocuklar, pubertal evresi ve insulin direnci varlığına göre iki gruba ayrılmıştır. Her grupta gonadotropinler, gonadal fonksiyonlar (total testosteron, AMH ve inhibin B) ve kardiyovasküler risk faktörleri (HOMA: The homeostatic model assessment of insulin resistance, intima media kalınlığı ve lipidler) değerlendirilmiştir. BULGULAR: Obez erkeklerde AMH (p=0.002) ve inhibin B (p=0.01) seviyeleri obez olmayan erkeklere göre anlamlı düşük saptanmıştır. Pubertal obez erkeklerde FSH, LH ve total testosteron seviyeleri mid-pubertal obez erkeklere göre anlamlı yüksek bulunurken; AMH (p<0.001) ve inhibin B (p=0.01) düzeyleri daha düşük bulunmuştur. İnsülin direnci olan ve olmayan obez gruplar arasında total testosteron ve inhibin B seviyeleri açısından anlamlı fark saptanmamıştır. Ancak insulin direnci tespit edilen obez grupta trigliserid, FSH düzeyleri ve intima media kalınlığı insulin direnci olmayan obez gruba göre anlamlı yüksek iken; açlık glukoz/insulin oranı (p<0.001) ve AMH (p:0.02) düzeyleri daha düşük olarak bulunmuştur. Obez gruptaki erkeklerde AMH düzeyleri ile yaş, vücut kitle indeksi, insülin direnci (HOMA) ve serum total testosteron düzeyi arasında ters orantılı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. SONUÇ: Bu çalışmada pubertal dönemdeki obez erkeklerde sertoli hücre fonksiyon belirteçlerinden AMH ve inhibin B seviyelerinin normal sağlıklı erkeklere göre düşük olduğu ve AMH düzeyinin insulin direnci ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Anahtar Kelimeler: AMH ( Anti-müllerian hormon), İnhibin B, Sertoli, obezite 68 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-17 Karadeniz Bölgesi’nde Yaşayan Çocuk ve Gençlerde Tiroid Kanseri Artıyor mu? Gulay Can Yilmaz, Cengiz Kara, Eda Çelebi Bitkin, Jamala Mammadova, Murat Aydın Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı, Samsun GİRİŞ: Çocukluk çağında tiroid kanser insidansı düşük (100.000 de 0,54) olmakla birlikte adölesan yaş grubundaki kızlarda tüm kanser vakaları içinde ikinci sırada yer alır. Yakın zamanda yapılan çalışmalarda son 30 yılda tiroid kanser insidansının giderek arttığı bildirilmektedir. AMAÇ: Son 10 yıllık dönemde kliniğimizde tanı alan 0-18 yaş grubundaki tiroid kanseri olgularının sıklığında bir artış olup olmadığını belirlemek ve klinik özelliklerini değerlendirmektir. YÖNTEM: 2007-2016 yılları arasında tiroid kanseri tanısı alan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenerek başvuru yılı, yaşadığı yer, başvuru yakınması, risk faktörleri, ultrasonografi bulguları, patoloji raporları ve evreleri değerlendirildi. Tiroid kanseri tanısı alan hastalar başvuru yıllarına göre 2007-2011 (Grup 1) ve 2012-2016 (Grup 2) olmak üzere 2 gruba ayrıldı ve bu iki grup sıklık ve klinik özellikler bakımından karşılaştırıldı. BULGULAR: Toplam 22 hasta tespit edildi. Hastaların % 68’i kız ve tanı yaşı 14,9±1,9 (10,9-17,7) idi. İki hastada medüller, 20 hastada ise papiller tiroid kanseri saptandı. İlk grupta sadece 4 hasta bulunurken, ikinci grupta 18 hasta vardı (p=0,007). Bu 18 hastanın 14’si 2015 ve 2016 yıllarında tanı almıştı. Medüller tiroid kanseri olan 2 hasta da yine son iki yılda tanı almıştı. Grup 1 ve 2’de yer alan hastalar karşılaştırıldığında cinsiyet, tanı yaşı ve tümör boyutu açısından önemli bir fark saptanmadı. Hastalar yaşadıkları il açısından değerlendirildiğinde, Grup 1’deki 4 hastanın tamamı Samsun’da ikamet ederken, Grup 2’deki 18 hastanın 9’u diğer Orta ve Doğu Karadeniz illerinden başvurmuştu (p<0,001). TARTIŞMA: Çalışmamızın ilk dönemine kıyasla ikinci döneminde, özellikle son iki yılda, tiroid kanseri olgularında ciddi artış olduğu saptanmıştır. Bu veri çocukluk çağı tiroid kanseri insidansının arttığını bildiren çok sayıda yayının sonuçları ile uyumludur. Bu artışın gerçek bir insidans artışı mı yoksa taramaların artmasına bağlı tanı sıklığının artması mı olduğu konusu halen tartışmalıdır. Bizim çalışmamızda da iki grubun başvuru şikayeti ve tümör boyutlarında fark olmaması tarama sıklığındaki artıştan çok gerçek bir insidans artışı olabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: tiroid, kanser, insidans 69 KONGRE SÖZLÜ BİLDİRİLERİ S-18 İki Farklı GHRHR Geni Fonksiyon Kaybı Mutasyonuna Bağlı İzole Büyüme Hormonu Eksikliği Olan 3 Aileden 7 Olgunun Değerlendirilmesi Erdal Kurnaz, Şenay Savaş Erdeve, Elvan Bayramoğlu, Nursel Muratoğlu Şahin, Melikşah Keskin, Semra Çetinkaya, Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi GİRİŞ:GHRHR geninde mutasyonlar otozomal resesif familial izole büyüme hormonu eksikliği vakalarının %10'nunu oluşturur. Burada 2 farklı GHRHR fonksiyon kaybı mutasyonuna sahip üç aileden (2 aile Türk ve akraba, 1 aile Suriye'li) yedi olgu sunulacak ve olgular klinik ve laboratuvar bulgular eşliğinde tartışılacaktır. OLGU: GHRHR mutasyonu saptanan 7 olgunun 1'i kız, 6'sı erkekti. En erken tanı yaşı 9 yaş 4 ay, en geç tanı yaşı ise 15 yaş 11 ay olup olguların tanı yaşlarının gecikmiş olduğu görüldü. Tanıda boy SDS'ler -3.6ile-8.6 aralığındadaydı. Suriye'den gelen ve farklı GHRHR mutasyonu saptanan üçüncü ailede boy SD'ler çok daha patolojikti. 15 yaşlarda başvuran bir kız ve bir erkek olgunun puberteleri evre 3 iken, diğer olguların prepubertal başvurdukları görüldü. Tanıda kemik yaşı takvim yaşına göre 2 ila 6 yıl aralığında geriydi. Hastaların bazal ve uyarılmış büyüme hormonu düzeyleri, IGF-1 ve IGFBP3 düzeyleri çok düşüktü. Hipofiz görüntülemede hipofiz boyutlarının küçük olduğu görüldü. Tüm hastalarda büyüme hormonu eksikliği izoleydi. Onbeş yaş 8 ay ve 14 yaş 3 ay iken tedavi başlanılan ve yaklaşık 2.5 yıl büyüme hormonu tedavisi alan 2 olgunun 154.9ve156.5 cm final boya ulaştıkları görüldü. Hedef boyları sırasıyla; 171 cm ve 162 cm idi. Büyüme hormonu tedavisini düzensiz kullanan 9 yaş 4 aylıkken başvuran olgu 143.8 cm final boya ulaşmıştı. Bu olgunun final boydaki geriliği büyüme hormonu düzensiz kullanımına bağlandı. Büyüme hormonu tedavisi yeni başlanılan diğer 4 olguya baktığımızda hasta 1 (Türk aile) tedavi öncesi 2 yılda 7cm uzamışken, tedavi ile 2 yıl da 22.7cm uzadı. Suriye'li 3 kardeşte ise tedavi öncesi büyüme hızları 6 ayda 1.1/1.4/0.5cm iken, 9 aylık büyüme hormonu tedavisi ile 11.4/11/9.7cm bulundu. Hastaların antropometrik, klinik özellikler ve genetik sonuçları Tablo 1’de gösterildi. SONUÇ: GHRHR gen mutasyonuna bağlı BH eksikliği nadir görülmektedir. Özellikle aile öyküsünün pozitif olduğu olgularda, düşük IGF-1 düzeyleri, BH uyarı testlerine yetersiz yanıt ve hipofiz hipoplazisi varlığında genetik inceleme yapılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Büyüme Hormonu Tedavisi, GHRHR mutasyonu, Ailesel büyüme hormonu eksikliği 70 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-001 İdrar Yolu İnfeksiyonu ve Obstrüktif Üropatiye İkincil Psödohipoaldosteronizm Tip 1 Olgularının Değerlendirilmesi Fatih Günay1, Zeynep Şıklar2, Merih Berberoğlu2 Ankara Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara Ankara Üniversitesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Ankara 1 2 GİRİŞ: Psödohipoaldosteronizm (PHA), sodyum reabsorsiyonu ve potasyum ekskresyonunun bozulduğu, hiperkalemi ve hiponatremiyle giden, tip 1 ve tip 2 olmak üzere gruplandırılan bir hastalıktır. Tip1 PHA (PHA1), böbrekte aldosteron direnciyle giden nadir bir durumdur. Genetik veya ikincil (üriner anomaliler ve/veya idrar yolu enfeksiyonu ilişkili) olarak, özellikle süt çocuklarında ortaya çıkar. Kliniğimizde ikincil PHA1 tanısı alan olguların değerlendirilmesi, tanı ve izlemde karşılaşılan sorunların tanımlanması amaçlanmıştır. MATERYAL-METOD: AÜTF Çocuk Endokrinoloji Kliniğine başvuran, ikincil PHA1 tanısı alan olguların klinik ve tedavi özellikleri bildirilmiştir. BULGULAR: Yaşları 1.5 ay ile 6 ay arasında değişen (dört erkek/ bir kız) beş olgu değerlendirmeye alındı. Meningomyelosel, Ventriküloperitoneal (VP) şant ve nörojenik mesanesi olan 2,5 aylık bebekte rutin izlem sırasında, diğerlerinde huzursuzluk, kusma, karın şişliği gibi yakınmalarla başvurularında, değerlendirilmeye alındılar. Olguların üçünde antenatal dönemde hidronefroz (HN) tanısı konulmuştu. Üç olguda belirgin dehidratasyon vardı. Birisi antenatal HN’lu olgu olmak üzere iki olguda Posterior Uretral Valv (PUV) saptandı. Antenatal HN’lu olgulardan birinde ise sol Ureteropelvik (UP) darlık tespit edildi. Tüm olgularda hiponatremi (Na: 112-128 mEq/L (N:136-145)), hiperpotasemi (K:5.8 -7.7 mEq/L (N:3.5-5.1)), hiperaldosteronizm (143.8-552 mg/dl (N:2.7-27.2)) ve renin yüksekliği (97.7-277.6 ng/ml/saat (N: 0.5-1.9)) vardı. Diğer biyokimyasal ve hormonal testleri normaldi. Tam idrar tetkiklerinde değişik derecede lökositüri saptanmış olup, idrar kültürlerinde üremeleri oldu. İdrar yolu enfeksiyonuna ikincil PHA1 tanısı konularak sıvı ve elektrolit replasmanı yapılan, uygun antibiyotik tedavisi başlanan olguların dördünde mineralokortikoid gereksinimi oldu. Tümünde üçüncü günde serum elektrolit düzeyleri normale geldi. Fludrokortizon tedavisi 1 gün-2 hafta arasında sürdürüldü. Bir olguda üriner enfeksiyonla PHA1 tekrarlamasına karşın, izlemde diğer olgularda ek sorun gelişmedi. SONUÇ: İkincil PHA1, erken çocukluk çağında gözden kaçabilen ve farklı nedenlerle karşımıza çıkan, tanı ve tedavi güçlüklerine neden olan bir sorundur. İYE tanısı alan küçük yaştaki süt çocuklarında, özellikle üriner anomaliler de varsa dikkatle araştırılması gerekmektedir. Olgular sıvı-elektrolit replasmanının yanısıra geçici bir süre mineralokortikoid tedavisine gereksinim gösterebilmektedirler. Anahtar Kelimeler: İdrar Yolu İnfeksiyonu, İkincil Psödohipoaldosteronizm Tip1, Obstrüktif Üropati 71 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-002 Tip 1 Diyabetin Eşlik Ettiği Geç Tanı Alan POMC Eksikliği Vakası Ve Erken Tanı Alan Kız Kardeş Elif Özsu1, Allison Bahm2 Memorial Sağlık Grubu Brampton Civic Hospital 1 2 GİRİŞ: POMC, POMC geni tarafından kodlanan ön hipofizden ACTH öncülü olarak salınan bir proteindir. Homozigot mutasyonlarında aşırı iştah, erken dönemde kilo alımı ve hipokortisolism ve hipopigmentasyonun eşlik ettiği bir klinik tabloya yol açar. OLGU: Dokuz yaşında kız hasta çok su içme ve idrara çıkma şikayeti ile başvurdu. Hiperglisemi ve ketoz olması nedeni ile öncelikle tİp 1 diyabet düşünülerek insulin tedavisi baslandı. Birinci derece kuzen evliliği sonrası 4000 gr doğan ve anne babaya göre hep çok uzun olan hastanın özgeçmişinde sarılık olduğu öğrenildi. Iraklı mülteci olan hasta ülkesinde uzun boyu nedeni ile araştırılmış ve etyolojik neden saptanamamıştı. İki aylık bir kardeşi hepatit nedeni ile kaybedilmişti. Genellikle halsiz ve sık sık düşme öyküsü olan hastanın çok açık bir ten rengi vardı ağrlık: 53 kilogram boy 151 cm ve vücut kitle indeksi 21 olan hastanın yapılan tetkiklerinde santral adrenal yetmezlik saptandı.Düşük doz ACTH testine yanıtı yetersiz hipofiz görüntülemesi normaldi. 7 mg/m2/gün dozunda hidrokortizon tedavisi ile genel durumu daha iyi olan hastanın pankreas otoantikorları pozitif saptandı. Santral adrenal yetmezlik nedeni ile POMC geni çalıştırıldı ve 3. intronda, c.133-2A>C homozigot mutasyon belirlendi. Hastamızın 3900 gr doğan kız kardeşi çok hızlı kilo alması neden ile araştırıldığında adrenal yetmezlik saptanarak POMC geni çalıştırıldı ve aynı mutasyon saptandı. SONUÇ: Santral adrenal yetmezlik ve Tip 1 DM birlikteliği şimdiye kadar bir vakada bildirilmiştir. POMC eksikliği oldukça nadir izlenen bir durum iken tip 1 diyabet ile birliktelik göstermesi, hastanın uzun dönem tanı almamış olması ve kardeşinde çok erken yakalanması neden ile sunuldu. Nadir hastalıkların genetik ile konfirme edilmesi diğer aile bireylerinin tanılarının erken konmasında son derece önemlidir. Anahtar Kelimeler: POMC,santral adrenal yetmezlik, overgrowth 72 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-003 Diyabetik Ketoasidozla Başvuran Alström Sendromlu Olgu Sunumu Emel Hatun Aytaç Kaplan1, Mehmet Keskin1, Pervin Kankılıç1, Özlem Keskin1, Taha Bahsi2 1 Gaziantep Üniversitesi,Çocuk Endokrinoloji BD,Gaziantep Dr. Ersin Arslan Eğitim ve Araştırma Hastanesi,Genetik Tanı Merkezi,Gaziantep 2 Giriş Alström sendromu ALMS1 geninde mutasyon sonucu oluşan çoklu organ tutulumu ile seyreden otozomal resesif bir bozukluktur. Sendromun özelliği bebeklik döneminde başlayan ve ilerleyen retinal dejenerasyona bağlı görme kaybı, nörosensöriyal işitme kaybı, insülin direnci ve obezitedir. İlişkili endokrinolojik bulgular hiperinsülinemi, erken başlangıçlı tip 2 diyabet ve hipertrigliseridemidir. Burada, diyabetik ketoasidoz tanısı ile ile kliniğimize yatırılan, Alström sendromu düşünülen ve hipertrigliseridemi saptanan bir olgu sunduk. Olgu 12 yaş 4 aylık erkek hasta, poliüri ve poidipsi nedeniyle kliniğimize başvurdu. Yapılan tetkiklerde hiperglisemi, ketonüri ve metabolik asidoz saptanması üzerine diyabetik ketoasidoz tanısı ie kliniğimize yatırıldı. Öyküde anne baba akrabalığı yoktu. Hastanın 4-5 yaşından beri olan ve giderek artan görme kaybı ve işitme azlığı vardı. Fizik muayenede vücut ağırlığı: 80 kg (>97 p,sds 2,39), boy: 155 cm (29 p, sds 0,11), vücut kitle indexi: 33,1, relatif ağırlık:%170 idi. Tetkiklerinde; glukoz:600 mg/dl, AST:112 u/l, ALT: 110 u/l, total kolesterol: 173 mg/dl, HDL: 27 mg/dl, LDL: 117mg/dl, trigliserid: 643 mg/dl, HbA1c: %14, c-peptid: 4,8 ng/ml, insülin: 14uı/ml, TSH: 1,5uı/ml, sT4:0,8 ng/dl idi. Kan gazında Ph: 7,15, Pco2: 24, Hco3: 10, BE: -8. Göz dibi incelemesinde retinal damarlarda incelme vardı. Hastanın diyabetik ketoasidoz tedavisi tamamlandıktan sonra subkutan insülin tedavisine geçildi. Tip 2 diyabetes mellitus düşünülen hastaya 2x1 gram metformin tedavisi başlandı. İnsülin tedavisi kademeli olarak azaltılarak kesildi. Mevcut bulgular ile hastada Alström sendromu düşünüldü. Yapılan genetik incelemede ALMS1 geninde homozigot mutasyon saptandı. Sonuç Obez çocuklarda, görme kaybı, işitme azlığı, hipertrigliseridemi gibi eşlik eden bulgular varsa, Alström sendromu da akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: obezite, diyabet, alström 73 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-004 Kolestaz Kliniği İle Başvuran Konjenital Lipoid Adrenal Hiperplazi Olgusu Emel Hatun Aytaç Kaplan1, Nuriye Aslı Melekoğlu2, Mehmet Keskin1, Derya Çağatay2, Kadri Karaer3 1 Gaziantep Üniversitesi,Çocuk Endokrinoloji BD,Gaziantep Gaziantep Üniversitesi, Yenidoğan Yoğun Bakım Kliniği, Gazianep 3 Dr Ersin Arslan Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genetik Tanı Merkezi, Gaziantep 2 Giriş Konjenital lipoid adrenal hiperplazi, konjenital adrenal hiperplaziler içinde en ağır form olup oldukça seyrek görülür. Adrenal ve gonadlarda steroid sentezi yapılamaz. Adrenal bezlerde hiperplazi ve lipid birikimi mevcuttur. Erkek bebekler kız cinsiyette doğarlar. Olguların çoğu ağır adrenal yetmezlik ile kaybedilirler. Yenidoğan döneminde tanı alıp suprafizyolojik dozlarda tedavi alan olgular yaşatılabilmektedir. Burada beslenme intoleransı nedeniyle yatırıldıktan sonra ağır kolestaz gelişen, hiponatremi ve hiperpotasemi olması nedeniyle tetkik edilen, fenotipi kız olup inguinal kanalda testis palpe edilen lipoid adrenal hiperplazi tanısı alan vakayı sunduk Olgu 26günlük bebek, adrenal yetmezlik şüphesi ile kliniğimize özel bir yoğun bakımdan transfer edildi. Anne babası birinci derece kuzen olan hasta term olarak doğup beslenme intoleransı nedeniyle yenidoğan yoğun bakıma yatırılmıştı.Fenotipi kız görünümde oup inguinal bölgede iki taraflı ele gelen testis olduğu düşünülen nodül mevcuttu. Tüm vücutta yaygın hiperpigmentasyon vardı. Tam kan sayımı normaldi. Na: 126 meq/l, K:6 meq/l, Ca:11,2 mg/dl, Total bilirubin: 30 mg/dl, direkt bilirubin: 18 mg/dl, total kolesterol:371 mg/dl, LDL koesterol: 265 mg/dl, Trigliserid: 230 mg/dl, ACTH >1250, Kortizol: 1,63 ug/dl, LH: 1,49mu/ml, Progesteron 1,15 ng/ml DHEA-s: 3,1 ug/dl, Testosteron 24 ng/dl, Aldosteron: 49 pg/ml idi. Pelvik utrasonografide uterus ve over görülmedi. Karyotip analizi 46 XY idi. Hastada mevcut bulgular ile konjenital lipoid adrenal hiperplazi düşünüldü. Yüksek dozlarda hidrokortizon ve fludrokortizon tedavisi uygulandı. Adrenal kriz düzelirken hastanın kolestazı da geriledi. Yapılan genetik incelemede STAR geninde homozigot mutasyon saptandı. Hastaya konjenital lipoid adrenal hiperplazi tanısı kondu. Sonuç 46 XY cinsel gelişim bozukluğu ve adrenal yetmezlik bulguları olan yenidoğanda konjenital lipoid adrenal hiperplazi düşünülmesi gereken bir hastalıktır. Bu hastalar suprafizyolojik dozlarda hidrokortizon fludrokortizon tedavisi ile yaşatılabilmektedir. Anahtar Kelimeler: adrenokortikal yetmezlik, erkek, kolestaz 74 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-005 Erişkin Boya Erişen Klasik Tip Konjenital Adrenal Hiperplazili Olgularda Hormon Kontrolünün Deksametazonla Sağlanması Nazlı Gönç, Alev Özön, Ayfer Alikaşifoğlu, Doğuş Vurallı, Nurgün Kandemir Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara GİRİŞ: Klasik konjenital adrenal hiperplazili (KAH) hastaların bir kısmında ergenlikten hemen önce ya da erken ergenlik döneminde glukokortikoid replasman tedavisi sırasında hormon kontrolü bozulabilir. Bu çalışmada izlemde hormon kontrolünde bozulma (HKB) görülen ve büyüme tamamlandıktan sonra glukokortikoid replasman tedavisi hidrokortizondan (HC) deksametazona (DXM) geçilerek hedeflenen hormon düzeylerine ulaşılan klasik KAH’lı olguların özellikleri incelendi. MATERYAL-METOD: Klasik KAH tanısı ile izlenen hastaların hastane kayıtları incelenerek püberteden önce ve erken püberte döneminde HC tedavisi altında HKB ve DXM ile supresyon sağlanan olgular belirlendi. Bu olguların HKB’dan önce ve sonra, DXM tedavisi seyrinde tanımlayıcı özellikleri ve hormon düzeyleri incelendi. Tüm incelemeler nonparametrik testlerle yapıldı, incelenen parametrelerin ortanca (minimum-maksimum) değerleri verildi. BULGULAR: Çalışmaya alma koşulunu sağlayan 9 olgunun (7 kız) yaşları 10.2 ve 18.2 arasında idi. Üçü basit virilize tip, altısı tuz kaybettiren tip 21 hidroksilaz eksikliği tanısıyla izlenmekteydi. Hormon kontrolünün bozulma yaşı 10.4 (8.2-12.2) iken DXM’e geçiş yaşı 14.8 (10.2-18.2) idi. Tüm olgularda HKB'den önce vücut kitle indeksinde (VKİ) anlamlı artış saptandı. DXM'e geçerken 18.3 (15.1-24.5) mg/m2 HC almaktaydılar ve 17-OH-progesteron değeri 109.8 (37.7-249.0) ng/ml idi. DXM başlangıç dozu 0.3 (0.2-0.5) mg/m2 (16.7 (8.5-26.0) mg/m2 HC eşdeğeri) idi. Bu dozda 1.3 (1.0-2.0) ayda adrenal supresyon sağlandığı görüldü ve 17-OH-progesteron değeri 0.8 (0.1-1.5) ng/ml'e geriledi. Hormon kontrolünü sürdüren DXM dozu 0.2 (0.1-0.3) mg/m2 (9.7 (6.0-13.5) mg/m2 HC eşdeğeri) idi ve DXM sonrası 1.yılda 17-OH-progesteron değerinin 7.8 (0.5-21.2) ng/ml olduğu görüldü. DXM tedavisi başlangıcından itibaren 1 yıl içinde VKİ'de belirgin artış olmadığı saptandı. SONUÇ: Klasik KAH’lı olguların peripübertal dönemde hormon kontrolünün bozulması aşırı kilo alımıyla ilişkilidir. Bu olgularda DXM’e geçilmesi adrenal androjenleri kısa sürede baskılamaktadır. HC eşdeğeri doz değişmemesine karşın DXM ile hormon kontrolünün sağlanması birden çok nedene bağlı olabilir. Bunlardan biri doz sayısındaki azalmanın tedavi uyuncunu artırması olabilir. İlaçların yarılanma ömrü, etki süresi ve etki gücündeki farklılıklar da diğer nedenler olabilir. Anahtar Kelimeler: Deksametazon, glukokortikoid, konjenital adrenal hiperplazi, 21 hidroksilaz eksikliği 75 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-006 Yenidoğan ve Erken Süt Çocukluğu Döneminde 17 -Steroid Hormonların Eş Zamanlı Likit Kromatografi Kütle Spektrometri (LC-MS) Yöntemi ile Ölçülmesi Ece Öge Enver1, Pınar Vatansever3, Ömer Güran5, Leyla Bilgin5, Perran Borran4, Serap Turan2, Goncagül Üstünel Haklar3, Abdullah Bereket2, Tülay Güran2 Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi BD 3 Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Biyokimya AD 4 Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırması Hastanesi Sağlam Çocuk BD 5 Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yenidoğan BD 1 2 GİRİŞ:Steroid hormon metabolizmasını etkileyen bozuklukların çoğu yenidoğan veya erken çocukluğu döneminde tuz kaybı veya ambigus genitalya ile bulgu verir. Bu tabloya neden olan hastalıkların tanı ve ayırıcı tanısında endojen steroid hormonların ve prekürsörlerinin ölçümü önemlidir. Fetal adrenal zon involusyonundaki farklılıklar, düşük analit konsantrasyonları, plasental ve endojen steroid hormonların interferansı bu hormonların ölçümünde ana sorunlardır. Serum steroid hormon düzeylerinin likit kromatografi kütle spektroskopi(LC-MS) yöntemi ile ölçümü hızlı, yüksek özgünlük ve duyarlılıkta, eş zamanlı olarak multıpl steroid hormonun aynı anda ölçümüne olanak sağlar YÖNTEM VE METHOD: 300 tamamen sağlıklı(150 kız,150 erkek) yenidoğan ve infanttan alınan 0.4 ml plazmada 17 steroid hormon eş zamanlı çalışıldı ve bebekler 5 farklı gruba ayrıldı 3-7, 8-14, 15-28, 29-90, 91-180. gün). Ortalama, 2.5 ve 97.5 persantil değerleri bulunmak için nonparametrik istatisksel yaklaşımlar kullanıldı. 17-OH Progesteron+21Deoksikortizol/Kortizol, 11-Deoksikortizol/Kortizol, 17-OH Pregnenalon/Kortizol, Kortizol/Kortizon ve erkeklerde Testesteron/dihidrotesteron oranları 21-alfa Hidroksilaz, 11-beta Hidroksilaz, 3-betaHidroksilaz, 11 -Beta hidroksisteroid dehidrojenaz-2 ve 5-alfa reduktaz eksikliğinin biomarkerları olması açısından hesaplandı. DEĞERLENDİRME:Eş zamanlı olarak LC-MS yöntemi ile ölçülen 17 steroid hormonun referans değerleri sunulacaktır. 17-hidroksile C21 steroidler (17 hidroksipregnenalon,17-hidroksiprogesteron ve kortizol), Non17Hidroksile C21-mineralokortikoid öncülleri (pregnenalone ve progesteron) ve C19 androjenler (dihidroepiandrostenedion ve dihidroepiandrostenedion sülfat, androstenedion) yaşa bağlı olarak 3 ve 180 gün aralığında çok büyük değişiklikler göstermiştir. Ancak C21-mineralokortikoidler (aldosteron,kortikosteron, 11deoksikortikosteron) hayatın ilk 6 ayında belirgin değişiklik göstermemiştir. SONUÇ: LC-MS yöntemi, eş zamanlı olarak birçok steroid hormon ölçümüne olanak sağladığından steroidogenez bozukluklarının tanında en modern tanısal veriyi sağlayacaktır. Ayrıca, çalışmamızda yenidoğan ve erken süt çocukluğu dönemine ait yaşa ve cinse bağlı olarak belirlenen referans değerleri hızlıca doğru tanı ve ayırıcı tanı açısından büyük fayda sağlayacak, genetik danışma ve prognoz hakkında bilgi verecek ve bozulmuş steroidogenezin hayati tehdit eden sonuçlarına karşı koruyucu olacaktır Anahtar Kelimeler: LC-MS, REFERANS DEĞERLERİ, STEROİD HORMON 76 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-007 17-Alfa-Hidroksilaz Eksikliğine Bağlı Erkek Cinsiyet Gelişim Bozukluğu: Bir Olgu Sunumu Ayşe Özden1, Hakan Döneray1, Derya İlhan2 1 Atatürk Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji BD, Erzurum Atatürk Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Erzurum 2 GİRİŞ: 17-alfa-hidroksilaz eksikliğine bağlı gelişen konjenital adrenal hiperplazi CYP17A1 geninde fonksiyon kaybettiren bir mutasyon sonucunda ortaya çıkan nadir bir hastalıktır. Bu posterde 17-alfa-hidroksilaz eksikliğine bağlı erkek cinsel gelişim bozukluğu gelişen bir olgu sunulmaktadır. OLGU: Kemik yaşı 13 yaş 6 ay olan on altı yaş yedi aylık kız hasta baş ağrısı, kas ağrısı ve adet görmeme yakınmaları ile getirildi. Yedi ay önce bir dış merkezde hidrokortizon ve nifedipin tedavilerinin başlandığı ve nifedipin tedavisine devam edilirken, hidrokortizon tedavisinin bir ay kullanılarak bırakıldığı öğrenildi. Ebeveynleri arasında kuzen akrabalığı olan olgunun fizik muayenesinde boy: 170 cm (90.P.) ve vücut ağırlığı 52 kg (10-25.P.) ölçüldü. Kan basıncı 128/79 mmHg bulundu. Hastanın cilt rengi esmerdi. Her iki gonad ingüinal kanalda palpe edildi. Dış genitalya kız görünümünde idi. Aksiller kıllanması olan olgunun pubik kıllanması Tanner evre 3 ve meme dokusu Tanner evre 4 ile uyumlu idi. Laboratuvarda serum Na 143 mEq/l, K 3.6 mEq/l, FSH 9.8 µIU/ml, LH 18.6 µIU/ml, estradiol 17 pg/ml, 17-OH-progesteron 14.2 ng/ml, androstenodion 0.07 ng/dl, total testosteron 0.34 ng/ml, DHEA-SO4 33.7 µg/dl, ACTH 79 pg/ml, kortizol 3.9 µg/dl ve anti müllerian hormon 12.9 ng/ml bulundu. ACTH uyarı testinde serum kortizol, 17-OHprogesteron, androstenodion, total testosteron ve DHEA-SO4 düzeylerinde değişiklik saptanmadı. Ultrasonografide ingüinal kanalda palpe edilen dokular testis olarak yorumlandı. Karyotip analizi 46 XY ve SRY pozitif idi. CYP17A1 gen analizinde homozigot p.R496C (c.1486C>T) mutasyonu tespit edildi. Oral yolla 20 mg/m2/gün dozunda hidrokortizon başlandı. Nifedipin tedavisine devam edildi. Hastanın kız cinsiyetinde yetiştirilmesine ve gonadektomi sonrası östrojen replasman tedavisinin başlanmasına karar verildi. SONUÇ: 17-alfa-hidroksilaz enzim eksikliği olan erkek çocukların dış genital gelişimleri farklı düzeylerde olabilir. Meme dokusunda büyüme ve pubik kıllanma klinik tabloya eşlik edebilir. Bu yüzden puberte gecikmesi, esmer cilt rengi ve hipertansiyon bulguları ile gelen ve kız cinsiyetinde yetiştirilmiş çocuklarda gonad muayenesi dikkatle yapılmalı ve 17-alfa- hidroksilaz eksikliği akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: 17, alfa, hidroksilaz, eksikliği 77 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-008 Yanıltıcı İmmünoassayler ve Geciken Tuz Kaybıyla Beraber 3βHidroksisteroid Dehidrogenaz Tip 2 Eksikliğine Bağlı Bir KAH Olgusu Eda Çelebi Bitkin1, Cengiz Kara1, Tülay Güran2, Gülay Can Yılmaz1, Jamala Mammadova1, Murat Aydın1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, Samsun Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, İstanbul 1 2 GİRİŞ: Klasik 3β-hidroksisteroid dehidrogenaz (3βHSD) tip 2 eksikliği hem adrenal bezde hem de gonadlardasteroidbiyosentezininbozulması ile karakterize otozomal resesif bir KAH formudur. Etkilenen erkek bebekleryetersiz virilizasyon ile doğarlar vegenellikle ilk ay içinde tuz kaybı geliştirirler. Burada, testosteron düzeyi “immunoassay” yöntemi ile yüksek ölçüldüğü için biyosentez kusuru olduğu düşünülmeyen ancak altı aylık iken adrenal yetmezlik geliştirmesi üzerine tanı alanbir 3βHSDeksikliği olgusu sunulmaktadır. OLGU: Birinci derece kuzen evliliğinden, miadında, 3100 gr ağırlığında doğan erkek bebek, 2 günlük iken kuşkulu genital yapı nedeniyle değerlendirildi. Penoskrotal hipospadias ve mikrofallus (2 cm)vardı ve her iki testislabioskrotal kıvrımlar içinde ele geliyordu.Karyotip 46,XY saptandı. Postnatal 15. günde ECLIA (electro-chemiluminescence immunoassay) yöntemiyle ölçülen testosteron düzeyi yüksek ve T/DHT oranı 12 saptanan hastada androjen duyarsızlığı olduğu düşünüldü (Tablo 1). SRD5A2 ve AR genlerine yönelik mutasyon taraması negatif bulundu.Hasta altı aylık iken halsizlik ve kusma şikayeti ile getirildi. Tetkiklerinde Na 114 mEq/l, K 5,9 mEq/l, kortizol 4,1 µg/dl, ACTH 117,9 pg/ml, renin>500pg/ml ve aldosteron15,2 ng/dl saptandı. Adrenal yetmezlik tanısı ile mineralokortikoid ve glukokortikoid tedavisi başlandı. Hastanın stabilizasyonu sağlandıktan sonra tedaviye2 gün ara verilerek steroid profili LC-MS/MS (Liquid Chromatography Mass Spectrometry)yöntemi ile çalışıldı, 3βHSD tip 2 eksikliği tanısı konuldu. LC-MS/MS ile eş zamanlı olarak ECLIA ve RIA (radioimmunoassay) yöntemleriyle çalışılan hormon düzeylerinde bariz farklılıklar olduğu gözlendi (Tablo1). HSD3B2 gen analizinde saptanan p.N323D homozigot mutasyonu ile tanı doğrulandı. SONUÇ: Olgumuzun yenidoğan dönemi ve 6. ayda immünoassayletestosteron ölçümleri yanıltıcı sonuçlar vermiştir. KAH olgularının doğru ve zamanında tanısı için LC-MS/MS yöntemi standart hale gelmelidir. Olgumuz,3βHSD tip 2 eksikliği olan hastalarda, olasılıklamutasyon tipi ile ilişkili olarak adrenal yetmezliğin geç ortaya çıkabileceğini destekler. Bunun için geniş hasta serilerinde genotip-fenotip korelasyonuna yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: 3 beta-HSD, immunoassay, interferans 78 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-009 Kliniğimizde İzlenen Konjenital Adrenal Hiperplazi Dışı Primer Adrenal Yetmezlikli Olgular İsmail Dündar, Ayşehan Akıncı, Emine Çamtosun İnönü üniversitesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Malatya GİRİŞ: Çocukluk çağında primer adrenal yetmezlikle başvuran hastalarda etyolojide en sık konjenital adrenal hiperplaziler (KAH) (% 59), ikinci sırada otoimmün nedenler (%16) saptanır. Daha az sıklıkta da Adrenolökodistrofi, ACTH direnci, konjenital adrenal hipoplazi, adrenal kanama etyolojide yer alır. Günümüzde genetik analiz imkanlarının artmasıyla tanı konulan hastaların sayısı artmaktadır. YÖNTEM: Çalışmamızda son 20 yıldır kliniğimizde adrenal yetmezlik nedeniyle izlenen 18 KAH dışı olgunun retrospektif olarak dosyaları incelenmiş başvuru bulguları, laboratuvar ve genetik değerlendirme sonuçları kaydedilmiştir. BULGULAR: Olguların adrenal yetmezlik tanı yaş ortalaması 75,17 ay ( 1,66-181 ay), cinsiyet dağılımı ise 15 erkek, 3 kız şeklindedir. Yapılan tetkikler sonucu toplam dokuz olguda daha önce tanımlanmış genetik mutasyonlar saptandı. Olguların üçünde Triple A sendromu (iki kardeş bir kuzen), üçünde Adrenolökodistrofi (ikisi akraba, biri farklı aileden), üçünde Ailesel glukokortikoid eksikliği (farklı ailelerden) genetik analizle doğrulanmıştır. Bir hastada adrenal kanama, bir hastada da otoimmün adrenalit (izole) etyolojik neden olarak belirlenmiştir. Kalan hastaların genetik çalışmaları devam etmektedir. SONUÇ: Adrenal yetmezliğe eşlik eden klinik bulgular tanı koymaya yardımcıdır. Ancak klinik bulgular farklı zamanlarda ortaya çıkabileceğinden izlemde tekrar tekrar değerlendirilmeli, hastaların aile öyküleri iyi sorgulanmalıdır. Bu bilgilerin ışığında gerekli olgularda yapılacak genetik analizler hastalığın kesin tanısını sıklıkla ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: adrenal yetmezlik, primer, pediatrik, genetik 79 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-010 Konjenital Hiperinsülinizm, Primer Adrenal Yetmezlik ve Hashimoto Tiroidi Birlikteliği Olan Bir Olgu Jamala Jamala Mammadova, Cengiz Kara, Gülay Can Yılmaz, Eda Çelebi Bitkin, Murat Aydın Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Çocuk Endokrin AD, Samsun GİRİŞ: Bildiğimiz kadarıyla, bugüne dek konjenital hiperinsülinizm (KHİ) ve primer adrenal yetmezlik (PAY) olan bir olgu tanımlanmamıştır. Burada, KHİ tanısı ile diazoksit tedavisi almakta iken PAY geliştiren bir olgu sunulacaktır. OLGU: Dört aylıktan itibaren diazoksit yanıtlı KHİ tanısıyla izlenen 7 yaşındaki erkek hasta halsizlik ve kusma şikayetleri ile başvurdu. Fizik inceleme dehidrasyon bulguları dışında normaldi. Kan biyokimyasında glukoz 65 mg/dL, Na 124 mEq/L, K 4.3 mEq/L, BUN 12,8 mg/dL ve kreatinin 0.49 mg/dL saptandı. Hipertonik sıvı replasmanına rağmen hiponatremi ve hipoglisemisi devam eden hastada serum ACTH 1145 pg/mL ve kortizol 1,02 µg/dL ölçüldü. Hidrokortizon ve fludrokortizon tedavilerine hızlı yanıt alındı. Adrenal görüntüleme normaldi. PAY tanısını doğrulamak için tedavinin 15. gününde ilaçlarına bir gün ara vererek standart doz (250 µg) ACTH uyarı testi yapıldı ve pik kortizol düzeyi 0,054 µg/dl saptandı. Ayrıca plazma renin aktivitesi 25,2 ng/ml/saat ve aldosteron 0,02 ng/dl bulundu. İzlemde kabızlık şikayeti olan hastada sT3 4,84 ng/dl (2,53-5,22), sT4 1,15 ng/dl (0,97-1,67), TSH 22,04 µIU/ml (0,6-4,84), anti-tiroglobulin Ab >4000 IU/ml, anti-TPO Ab 371,9 IU/ml saptandı. Hashimoto tiroidti (HT) tanısı konularak levotiroksin tedavisi başlandı. Hastanın PAY etiyolojisine yönelik çalışılan çok uzun zincirli yağ asit düzeyleri normal saptandı. 21-Hidroksilaz antikor sonucu bekleniyor. Ayrıca KHİ için genetik inceleme devam ediyor. TARTIŞMA: Bugüne dek tanımlanmamış olan KHİ, PAY ve HT birlikteliği olgumuzda farklı nedenlerle ortaya çıkmış durumlar olabilir. Dolayısıyla bir ko-insidans olasılığı yüksektir. Öte yandan, bu birliktelik moleküler düzeyde henüz tanımlanmamış ortak bir sorundan kaynaklanıyor olabilir. Devam eden araştırmamız ile etiyoloji aydınlatılmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Konjenital Hiperinsülinizm, Primer Adrenal Yetmezlik,Hashimoto Tiroidi 80 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-011 Nadir bir Kongenital Adrenal Hiperplazi Nedeni: Konjenital lipoid adrenal hiperplazi Fatih Gürbüz, Mehmet Taştan, İhsan Turan, Ali Kemal Topaloğlu, Bilgin Yüksel Çukurova Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Adana Konjenital lipoid adrenal hiperplazi (KLAH) otozomal resesif geçişli bir hastalık olup, glukokortikoidler, mineralokortikpoidler ve sex steroidleri dahil tüm adrenal ve gonadal steroidlerin sentezini bozan bir hastalıktır. Konjenital adrenal hiperplazi hastalığının çok nadir görülen bu formu kolestrolün pregnenolon sentezi için mitokondri dış memranından iç membranına geçişinden sorumlu StAR proteinini kodlayan StAR gen mutasyonlarına bağlı olarak gelişir. Burada daha önceden tanımlanmamış (novel) StAR gen mutasyonuna bağlı adrenal kriz nedeniyle izlenen hastadan bahsedilecektir. OLGU: Postnatal 15. günde indirekt hiperbilüribinemi nedeniyle fototerapi alan hasta, postnatal 20. gününde genel durum bozukluğu, emmeme ve kilo kaybı şeklinde başlayan hipoglisemi (plazma glikoz: 35 mg/dl), hiponatremi (Na: 108 mmol/L) ve hiperpotasemi (K: 9,9 mmol/L) ile seyreden adrenal kriz nedeniyle yatırıldı. Miad, normal spontan vajinal yol ile 2800 gr. doğum öyküsü olan Suriyeli hastanın anne-babası 1. dereceden kuzen evliliği idi. Fizik muayenesinde tüm vücüdunda yaygın pigmentasyon artışı mevcuttu. Genital muayenede haricen kız görünümünde olup (Prader evre 1) bilatereal inguinal bölgede gonad ele geliyordu. Adrenal yetmezlik ön tanısıyla yapılan tetkiklerde ACTH>1250 pg/ml, Kortizol 3,4 µg/dl, 17-OH Progesteron: 1,6 mg/ml, Progesteron 0,68 ng/ml, FSH: 3,88 mIU/ml, LH: 8,91 mIU/ml, Total Testosteron 0,29 ng/ml, direkt Renin: >500 pg/ml, Aldesteron: 1 pg/ml, Trigliserit:188 mg/dl, Total Kolesterol:147 mg/dl saptandı. Pelvik ultrasonografisinde uterus ve overlere ait ekojenite izlenmedi, ancak bilateral inguinal kanalda testis ile uyumlu ekojenite gözlendi. Adrenal yetmezlik açısından glukokortikoid ve mineralokortikoid tedavisi başlanan hastada yapılan moleküler analizde StAR geninde daha önce tanımlanmamış homozigot IVS3+1G>C (c.306+1G>C) mutasyonu saptandı. İn sliko değerlendirmede Mutation Taster ve Human Splicing Finder analizlerine göre bu mutasyonun splice site bölgesini etkilemesi ve klinik ile uyumlu olması nedeniyle yüksek olasılıkla adrenal yetmezliğin nedeni olduğu değerlendirildi. Adrenal yetmezlik ve pigmentasyon artışıyla başvuran, haricen tamamen kız görünümde olmasına rağmen 46,XY olan hastalarda etiyolojide nadir de olsa mutlaka StAR mutasyonu akla gelmeve bu yönden tetkik edilmelidir. Anahtar Kelimeler: Adrenal Yetmezlik, STAR gen, Novel Mutasyon 81 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-012 Tedavi ve İzlemde Zorluklar Yaşanan Psödohipoaldosteronizm Tip 2 Tanılı Olgunun 2 Yıllık İzlemi Samim Özen, Damla Gökşen, İlkin Mecidov, Gamze Vuran, Şükran Darcan Ege Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet BD, İzmir GİRİŞ: Psödohipoaldosteronizm Tip 2 aldosterona periferik direnç sonucu gelişen ve tuz kaybı ile karakterize olan bir hastalıktır. OLGU: Birinci derece kuzen olan anne-babadan 3200 gr, miadında doğan 2 yaşında kız olgu, 5 günlükken emmede azalma, kusma, tartı kaybı yakınmalarıyla başvurdu. Fizik bakıda: kardiyak nabız: 140/dk, kan basıncı: 72/56 (60) mmHg ağırlık: 2760 gr (-3.1 SDS), boy: 51 cm (+0.6 SDS), BÇ: 34 cm (-1.64 SDS) idi. %15 dehidratasyonu ve hipotonisitesi olan hastanın dış genital yapısı kız yönünde idi. Laboratuvar incelemelerinde hiponatremi (Na: 121.6 mEq/L, hiperpotasemi (K: 7.1 mEq/L), kan gazı metabolik asidoz ile uyumlu olgu adrenal yetmezlik ön tanısı ile yenidoğan servise yatırıldı. Dehidratasyona ve hiperkalemisine yönelik intravenöz sıvı, destek tedavisi, hidrokortizon ve fludrokortizon tb tedavileri başlandı. Tedavi öncesi 5. gününde alınan tetkiklerinde ACTH: 12.8 pg/mL, kortizol: 47 mcg/dL, DHEAS: 260.6 mcg/dL, 17-OH progesteron: 140 ng/dL (N: 40-200 ng/dL), aldosteron: >165 ng/dL (N: 5-90 ng/dL) saptandı. Olguda adrenokortikal yetmezlik dışlandı, hidrokortizon tedavisi kesildi. Yüksek doz Na (25-50 mEq/kg/gün) ve oral sodyum polistiren sülfonat (Resonium A) başlandı. Yüksek doz İV ve oral Na replasmanına rağmen ısrarlı hiponatremi, natriüri ve hiperpotasemisi devam etti. Fludrokortizon tedavisi kademeli olarak 10 tb/gün’e kadar çıkıldı. Klinik ve laboratuvar olarak psödohipoaldosteronizm tip 2, sistemik form ön tanısyla gönderilen genetik analizinde SCNN1A geninde homozigot c.1052+1G>A(IVS3+1G>A) mutasyonu saptandı. Anne ve baba aynı mutasyon için taşıyıcı idi. Yüksek doz fludrokortizona cevap alınmayınca tedavinin 3. ayında azaltılarak kesildi. Kusma, dehidratasyon ve iyon dengesizliği nedeniyle aralıklı hastane yatışları (2 yılda toplam 15 yatış) olan olgunun son kontrolünde ağırlık: 8.1 kg (-2.3 SDS) boy: 75 cm (-3SDS) idi. Halen hafif nöromotor geriliği olan olgu nazogastrik yolla 21 mEq/kg/gün NaCl, Resonium A 8 gr/gün tedavisi almaktadır. SONUÇ: Psödohipoaldosteronizm ağır dehidratasyon bulguları, tuz kaybıyla başvuran yenidoğanlarda adrenal yetmezlik dışlandıktan sonra öntanıda düşünülmelidir. Mineralokortikoid direnci ile giden bu hastalığın tedavi ve izlemindeki zorluklar halen devam etmektedir Anahtar Kelimeler: Psödohipoaldosteronizm, SCNN1A, Resonium A 82 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-013 Ailevi Glukokortikoid Eksikliği Tip 2: MRAP Geninde Yeni Bir Mutasyon P. K30del Esra Döğer1, Emine Demet Akbaş1, Aylin Kılınç Uğurlu1, Tülay Güran2, Aysun Bideci1, Mahmut Orhun Çamurdan1, Peyami Cinaz1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, İstanbul 1 2 GİRİŞ: Ailevi glukokortikoid eksikliği, otozomal resesif geçişli, izole glukokortikoid eksikliği ile karakterize bir hastalıktır. MC2 R gen mutasyonuna bağlı tip 1 ve MRAP gen mutasyonuna bağlı tip 2 olarak sınıflandırılır. 1.Olgu Boy kısalığı nedeniyle başvuran erkek hastanın öz geçmişinde term, 2000 gr, ikiz eşi olarak doğduğu ve KBY nedeniyle 1 ay önce renal transplantasyon olduğu öğrenildi. Soy geçmişinde anne ve baba 1. derece kuzendi ve 21 günlük kız kardeş ölüm öyküsü mevcuttu. 15 yaş 2 aylıkken, KY:11 yaş, VA: 32,5 kg(<3p), Boy:139,1 cm (<3p), Boy SDS:-3,7, testis volümü 10 ml, uzama hızı düşük olan hastaya büyüme hormonu uyarı testlerinde pik 7,2 olması üzerine büyüme hormon tedavisi başlandı. Tedavinin 1. yılında büyüme hormonu ve prednizolon 5 mg/gün aşırı tedavisi altında cilt renginde koyulaşma şikayeti olması üzerine bakılan ACTH: 1250 pg/ml, kortizol: 2,78 µg/dl bulunması üzerine primer adrenal yetmezlik tanısı aldı. Etyolojiye yönelik yapılan tetkikler normaldi. 15 mg/m2/gün dozunda hidrokortizon tedavisine rağmen ikinci ayda bakılan ACTH: 5560 pg/ml, ve kortizol: 2,34 µg/dl saptandı. 2.Olgu 5 yaşındayken dış merkezde TSH yüksekliği saptanarak tedavi başlanan hastanın özgeçmişinde özellik yok, soy geçmişinde anne ve baba birinci derece kuzendi. Fizik muayenede VA: 15,8 kg(10-25p), Boy:104,9 cm (10-25p), TY: 5 yaş, KY: 4 yaş 6 ay, testis hacmi 2 ml, penis boyu 8 cm idi. İzlemde cilt renginde koyulaşma olması üzerine bakılan ACTH:1294 pg/ml, kortizol:6, 1µg/dl saptandı. Aile öyküsü yeniden sorgulanan hastanın birinci olgunun yeğeni olduğu öğrenildi. Ailevi glukokortikoid eksikliği düşünülen olguların genetik analizinde MRAP1 geninde yeni bir mutasyon olan p.K30del mutasyonu saptandı. SONUÇ MRAP (MC2 receptor accessory protein ), MC2 reseptörünün plazma membranına yolculuğunda ona eşlik eder. MRAP gen mutasyonlarında MC2 reseptör işlevi bozulur. Daha önce MRAP mutasyonlarının tüm ailevi glukokortikoid eksikliği vakaların %20’sini oluşturduğu bildirilmiştir. MRAP geninde tanımlanan yeni bir mutasyon olması nedeniyle paylaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Adrenal yetmezlik, Mrap mutasyonu, Ailevi glukokortikoid eksikliği 83 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-014 Aldosteron Sentaz Eksikliği Yeni Bir Mutasyon Aylin Kılınç Uğurlu1, Esra Döğer1, Alp Kazancıoğlu1, Emine Demet Akbaş1, Tülay Güran2, Aysun Bideci1, Mahmut Orhun Çamurdan1, Peyami Cinaz1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, İstanbul 1 2 GİRİŞ: Aldosteron sentaz eksiliği, infantil dönemde büyüme geriliği, hipotansiyon, hiponatremi, hiperkalemi bulguları ile karşımıza çıkan otozomal resesif kalıtımlı oldukça nadir görülen bir hastalıktır. Aldosteron sentaz enzimi, zona glomerülozada bulanan hücrelerin iç mitokondriyal membranında yerleşim gösteren sitokrom P450 enzimidir ve aldosteron sentaz yolağının son basamaklarını (11 beta hidoksilasyon, 18- hidroksilasyon, 18- oksidasyon) katalizlemektedir. BULGU: 1 aylık erkek hasta kilo alamama şikayetiyle genel pediatri poliklinik başvurusunda hiponatremisi saptanması üzerine yönlendirildi. Miad, 3900 gr doğum öyküsü olan hastanın anne ve babasının 1. derece kuzen olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde vücut ağırlığı 4200 gr (90-97p), boyu 50 cm (25-50 p), nabız: 100/dk, kan basıncı: 90/nabız, tiroid evre 0, testis volümleri 2ml /2 ml, penis boyu: 3cm, skrotal hiperpigmentasyonu saptanmadı. Yapılan tetkiklerinde Na: 115 mmol/l, K: 5.8 mmol/l, pH: 7.25, HCO3:18, pCO2: 42.6, ACTH:29 pg/ml kortizol:6.8 ug/dl, 17 OH progesteron: 3.67 ng/ml, renin: 371.6 pg/ml,aldosteron:4.08 ng/dl,renin aktivitesi: > 170 ng/ml/saat saptandı. LC-MS yöntemiyle serumda bakılan kortizol:146.6 ng/ml, kortikosteron: 30.3 ng/ml, 11 deoksikortikosteron: 0.7 ng/ml aldosteron: 0.071 ng/l saptandı. Klinik ve laboratuvar bulguları ile aldosteron sentaz eksikliği düşünülen hastamızın gen analizinde CYP11B2 geninde c.1015- 1029del15bp homozigot mutasyon tespit edildi. Hastamıza fludrokortizon ve oral tuz tedavisi başlandı. SONUÇ: Aldosteron sentaz eksikliği çocukluk döneminde nadir görülen bir hastalıktır. Hastamızda yeni bir mutasyon tespit edildiği için paylaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Aldosteron sentaz eksikliği, hiponatremi, CYP11B2 mutasyonu 84 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-015 Skrotal Hiperpigmentayonu olan Yenidoğan Bebeklerin Değerlendirilmesi Selen Güler1, Ayşe Derya Buluş2, Fatih Mehmet Kışlal1 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi; Ankara 1 2 GİRİŞ: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) adrenal kortekste kortizol sentezinde rol oynayan beş enzimden birinin eksikliğine bağlı gelişen, otozomal resesif kalıtılan bir hastalık grubudur. KAH vakalarının % 90’ından fazlasını 21-hidroksilaz enzim eksikliği oluşturmaktadır.KAH uygun tanı yöntemleri bulunan, kolay ve ucuz tedavisi olan bir hastalıktır. Erken tanı mortalite ve morbiditeyi azaltmak için önem taşımaktadır. Diğer yandan; erkek bebeklerde hekimi uyaracak kuşkulu genital yapı bulunmadığı için KAH tanısında gecikmeler olmakta ve bu bebeklere ancak ciddi adrenal yetmezlik geliştiğinde tanı konulabilmektedir. Bu nedenle pek çok ülkede 21-hidroksilaz eksikliğinde artan bir ara metabolit olan 17-OHP düzeyine topuk kanından bakılarak hastalık yenidoğan döneminde taranmaktadır. Ülkemizde KAH taraması yapılmamaktadır. Çalışmamızın amacı skrotal hiperpigmentasyon saptanan asemptomatik erkek yenidoğanlarda KAH sıklığının belirlenmesi, erken tanı ve tedavinin öneminin vurgulamaktır. Gereç ve Yöntemler Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi yenidoğan polikliniğinde fizik muayene sırasında skrotal hiperpigmentasyon saptanan asemptomatik 82 erkek bebek çalışmaya dahil edildi. Bebeklerin gestasyonel yaşı, doğum ağırlığı, vücut ağırlığı, vücut boyları ve diğer fizik muayene notları, serum biyokimya değerleri ve 17hidroksiprogeseron düzeyleri (17-OHP) kaydedildi. Bulgular Çalışmamıza dahil edilen 82 skrotal hiperpigmentasyonu olan erkek yenidoğan bebeğin %3,65’inde (n=3) KAH hastalığı saptandı. 2 ‘si tuz kaybettiren KAH tanısı alırken, 1’i basit virilizan KAH tanısı aldı. Sonuç Fizik muayenede skrotal hiperpigmentasyon erkek yenidoğanlarda KAH hastalığının erken tanısı için önemlidir. Skrotal hiperpigmentasyonu olan yenidoğanlarda KAH tanısı açısından takip edilmeli ve değerlendirilmelidir. Anahtar Kelimeler: Konjenital adrenal hiperplazi, Skrotal hiperpimentasyon, yenidoğan 85 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-016 Feokromasitoma Kliniğini Taklit Eden Adrenal Kist Hidatik Olgusu S.ahmet Uçaktürk, Şenay Savaş Erdeve, Emrah Şenel, Meltem Tayfun, Selin Elmaoğulları, Adalet Elçin Yıldız, Esra Karakuş Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi AMAÇ: Feokromasitomalar katekolamin sekresyon artışına bağlı semptom ve bulguların yanında, kitle etkisi ile veya insidental olarak tanı alabilirler. Burada ilaç intoksikasyonu tanısıyla yatışı sırasında hipertansiyon saptanılarak adrenal kitle tespit edilen ve operasyon sonrası adrenal kist hidatik tanısı alan bir adolesan olgu sunulacaktır. OLGU: On altı yaşında kız hasta iki adet sertralin ve dokuz adet kaptoprilin suisid amaçlı alımını takiben, 190/140 mmHg hipertansif değerlerin saptanılması nedeniyle bölümümüze danışıldı. Özgeçmişinde hipertansiyon ve hipertansif atak hikayesi yoktu. Fizik muayenesinde Boy:155.9cm(-1.06SD), Vücut ağırlığı:44 kg(-2 sd), puberte Tanner Evre V'di. Tam kan sayımı, biyokimyasal testleri, tiroid fonksiyon testleri normaldi. Kortizol:12,50 µg/dL, ACTH:95,8 pg/mL, Renin:62 pg/ml (3–32), Aldosteron:244 pg/ml (12–340), Serum Adrenalin:118,7 pg/ml (0-241), serum metanefrin:35 ng/mL (<90), Nöron Spesifik Enolaz:17,8 ng/ml (<16.3), 24 saatlik idrar Metanefrin:225 mcg/24saat (33-185), 24 saatlik idrar Normetanefrin:171 ng/mL (57 – 286), 24 Saatlik idrar NorEpinefrin:16,53 ng/mL (15 – 80), 24 Saat idrar Epinefrin: 4,72 ng/mL(0,5 – 20), 24 saatlik idrar VMA:1,16 mg/24(0 – 6) idi. Abdominal ultrasonografide sol böbrek üst polüne komşu alanda 5 cm çapında santrali ekojen, çevresi heterojen hipoekoik yapıda yumuşak doku saptandı. Abdomial MRI'da sol surrenal loju dolduran 70x52x40 mm boyutlarında, çevresinde ve içerisinde kalsifik odaklar izlenen yumuşak doku kitlesi görüldü. MIBG sintigrafisi normaldi. MEN için taramalar negatifti. 24 saatlik tansiyon arteriyel monitörizasyonunda gündüz %76 sistolik ve %88 diyastolik, gece % 74 sistolik ve % 96 diyastolik yüklenmeleri olan hastaya olası feokromasitoma ön tanısıyla 1 mg/gün doksazosin tedavisi başlandı. Tedavinin 10. gününde hasta opere edildi. Operasyon sırasında hipertansiyon olmadı. Sol surrenal lojdaki 5x6x8 cm kapsüllü, lamellöz membran içeren kistik yapı eksize edildi. Patolojisi adrenal ve böbrek parankimine yapışık kist hidatik perikisti ve membranı olarak raporlandı. Hastaya albendazol tedavisi başlandı. SONUÇ: Kist hidatiğin adrenal bezde yerleşmesi çok nadirdir ve bu olgular basıya bağlı hipertansiyon ile prezente olabilmektedir. Adrenal yerleşimli kist hidatikler özellikle hipertansiyon ile başvuran adrenal kitlelerin ayırıcı tanısında düşünülmelidir. Anahtar Kelimeler: Adrenal Kitle, Hipertansiyon, Kistik Hidatik, Feokromasitoma 86 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-017 Triple A Sendromunda Klinik Heterojenite Ve Genetik Özellikler: Tek Merkez Deneyimi Erdal Kurnaz1, Paolo Duminuco2, Zehra Aycan1, Şenay Savaş Erdeve1, Nursel Muratoğlu Şahin1, Melişah Keskin1, Elvan Bayramoğlu1, Marco Bonomi2, Semra Çetinkaya1 1 2 Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi IRCCS IstitutoAuxologicoItaliano, Division of Endocrine and Metabolic diseases and Laboratory of Endocrine and Metabolic research, Cusano Milano, Milan, Italy GİRİŞ: Triple A sendromu(OMIM # 231550) adrenokortikotropik hormona dirençli adrenal yetmezlik, alakrima, akalazya, nörolojik ve dermatolojik anormalliklerle karakterize nadir otozomal resesif geçişli bozukluktur. Bu sendrom ALADIN proteinini kodlayan kromozom 12q13 üzerindeki AAAS genindeki mutasyon sonucu oluşmaktadır. OLGU: 2006 ve 2016 dönemi boyunca Triple A sendromu klinik tanısı konan beş hasta değerlendirildi. Tüm olgularda başvuruda adrenal yetmezlik saptandı ve aile tarafından fark edilen alakrimi öyküsü mevcuttu. Olguların takibinde başvuru esnasındaki nörolojik bulgularında ve yutma güçlüğünde artış saptandı (Tablo 1). Bir olguda daha önce bildirilmemiş AAAS geninin 14. ekzonunda çerçeve kaymasına bağlı mutasyon tespit edildi (c.1262_1272del, p.Q421NfsX126). Olgularda kesin bir genotip fenotip korelasyonu kurulamadı. SONUÇ: Alakrimi varlığında ve sendromun en az bir komponenti bulunması durumunda moleküler analiz yapılmalıdır. Olgularımızda bulunan birçok klinik özellik bu olgulara multidisipliner yaklaşımın gerekliğini vurgulamaktadır. Anahtar Kelimeler: Triple A sendromu, Adrenal yetmezlik, Alakrimi, Akalazya 87 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-018 Kongenital Adrenal Hiperplazide Metabolik Ve Antropometrik Parametreler Zeynep Uzan Tatlı, Gül Direk, Ülkü Gül Şiraz, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri GİRİŞ: Kongenital adrenal hiperplazi(KAH) ülkemiz gibi sık akraba evliği olan ülkelerde görülen otozomal resesif genetik bozukluktur.Hastaların kliniği geniş bir dağılım gösterir.Hem steroid yüksekliğinin etkisi hem de tedavide kullanılan hidrokortizon ve mineralokortikoidlerin suprafizyolojik kullanımdaki yan etkilerine bağlı olarak metabolik dengesizlikler olabilir. Bu çalışmada 21 hidroksilaz enzim eksikliğine bağlı kliniğimizde takip edilen hastaların metabolik ve antropometrik değerlendirmeleri yapılmış ve risk faktörleri belirlenmeye çalışılmıştır. METOD: Kliniğimizde KAH tanısı ile takip edilmekte olan ve ortalama yaşları 10.3 olan toplam 29 çocuğun antropometrik ölçümleri ve metabolik parametreleri değerlendirildi.Hastalar tanılarına göre klasik, basit virilizan ve nonklasik KAH olarak gruplandırıldı.Hastaların boy, kilo, boyun çevresi, bel ve kalça çevresi ile orta kol çevresi ölçüldü.Biceps, triceps, subskapular ve suprailiak bölgelerden cilt kıvrım kalınlığı alındı.Yaşları 10 üzerinde olan 22 çocuğun ise biyoimpedans analizatörü ile vücut yağ dağılımı değerlendirildi.Hastaların steroid dozları kaydedildi, surrenal hormonları dışında metabolik parametrlerleri de değerlendirildi. SONUÇLAR: Vakaların tanılarına göre dağılımı da %24.1’i tuz kaybetiren, %27.8’i basit virilizan 21 hidroksilaz eksiliği iken geri kalanı non-klasik 21 hidroksilaz eksikliği idi.Hastaların 11’i erkek, 18’i kız, ortalama boyları 141 ±21.3cm, kan basınçları 100/70mm Hg, ortalama hidrokortizon dozları 16.5 mg/m2/gün, bel çevresi 70.1±13.2cm, boyun çevresi 30.6±3.4cm, kol çevresi 23.8±6.5cm, kalça çevresi 85,4±17.2cm, triceps kalınlığı 14.9±7.8mm, biceps kalınlığı 10,6±7.7mm, subskapular 13.8±9mm, suprailiak 9.6±6.8mm olarak ölçüldü. Hastaların kan şekeri 72±15.1mg/dl, insulin 25.03±5.9, kolesterol değeri ortalamaları 159,3±35, trigliseri 76.9±26,9, HDL 66.4±54.3 ng/ml idi.Mevcut ölçümler açısından karşılaştırıldığında gruplar arasında biceps ve subskapular cilt kıvrım kalınlıkları açısından fark saptanırken diğer değerler açısından fark saptanmadı. TARTIŞMA: Kongenital adrenal hiperplazide hem yetersiz tedaviye bağlı androjen fazlalığı hem de suprafizyolojik dozda steroidin etkisi ile metabolik dengesizlikler oluşabilir.Yağ dağılımı değişikliği ve obeziteye yatkınlık da beklenen bulgulardır.Bu çalışmada nispeten hafif seyrili olan nonklasik KAH vakalarının yağ dalığım değişikliğinin klasik ve basit virilizan tipe göre farklı olduğu görülmüştür.Bu olguların metabolik dengesizlik ve yağ dağılım değişikliği açısından tedavi süreci boyunca yakın takip edilmelerini öneriyoruz. Anahtar Kelimeler: antropometrik, kah, klinik, metabolik 88 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-019 Adrenokortikal Kitlelerde Altı Vakalık Klinik Deneyimimiz Zeynep Uzan Tatlı, Gül Direk, Ülkü Gül Şiraz, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri GİRİŞ: Adrenokortikal kitle (AKK) çocukluk çağında oldukça nadir rastlanan bir tablodur. İnsidansı tüm yaş gruplarında 12/milyon/yıldır. Çocukluk çağında bu hastaların uzun dönem takibi ve tedavi komplikasyonları konusunda deneyim yetersizdir. Burada son 2 yılda kliniğimizde malign ve benign adrenal kitle tanısı alan 6 olgunun klinik özellikleri sunulmuş ve tedavi sırasında karşılaşılan endokrin komplikasyonlar paylaşılmıştır. OLGU: 2015-2017 yılları arasında adrenokortikal tümör nedeni ile tedavi edilen ve takipleri sürmekte olan 6 çocuk hasta değerlendirmeye alınmıştır. Hastaların başvuru nedenleri, hormonal değerlendirmesi, kitlelerin patolojik tanıları ve uygulanan tedaviler değerlendirilmiştir (Tablo 1-2). Hastaların E/K oranı bir, yaş ortalaması 11.1 yaş (6-16 yaş) bulundu. En sık başvuru yakınması karın ağrısı idi. Altı vakanın 4’ü karsinom tanısı aldı, hepsinde androjen düzeyleri yüksek bulundu ve Kemoterapi (KTX) + mitotan tedavileri verildi. Olguların 2’sinde mitotana bağlı olarak santral hipotiroidi saptandı ve medikal tedavi verildi. Olgu 2 ve 3’de yine mitotana bağlı hipergonadotropik hipogonadizm tespit edildi. SONUÇ: Adrenokortikal kitleler çocukluk yaş grubunda, özellikle 5 yaş altında artış gösteren nadir tümörlerdendir ve çocukluk yaş grubunda karsinom vakalarının tanı ve tedavisine ilişkin deneyim azdır. Kliniğimizde 2015-2017 yılları arasında adrenokortikal tümör tanısı ile tedavi ve takipleri devam eden 6 çocuk hasta, adrenokortikol kitlelerin nadir görülmesi ve özellikle de karsinom sıklığında artış olması nedeni ile sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: adrenal, adenom,karsinom, tümör, 89 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-020 Boy Kısalığı İle Tanı Alan Ellis Van Creveld Sendromlu Bir Olgu Ruken Yıldırım1, Edip Unal2, Emrah Başak3, Yusuf Kenan Haspolat2 Diyarbakır Çocuk Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi, Diyarbakır Dicle Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Diyarbakır 3 Dicle Üniversitesi, Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları, Diyarbakır 1 2 Giriş Kondroektodermal displazi olan Ellis Van Creveld (EVC) sendromu otozomal resesif geçişli nadir bir hastalıktır. Sıklığı 7/1.000.000 ve her iki cinsiyette eşit oranda görülür. Hastalıktan sorumlu genin 4p16 kromozomunda lokalize olan EVC geni olduğu tespit edilmiştir. Uzun kemiklerde ve kostalarda kısalık, orantısız boy kısalığı, tırnak ve diş hipoplazileri, polidaktili, konjenital kalp hastalıkları ve gingiva hipertrofisi görülür. Olgu Boy kısalığı nedeniyle polikliniğimize başvuran 6 yaş 3 aylık kız hasta. 7-8 aylıkken gelişme geriliği ve polidaktilisi nedeniyle tetkik edilen ve kalbinde delik olduğu söylenen hasta daha sonra kontrole gelmemiş. Öz ve soygeçmişinde; anne ile baba arasında 2. akrabalık mevcut olduğu ve ailede benzer hastalık öyküsü olmadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde kilosu:15 kg (<3p), boyu: 98 cm (<3p), TA:90/60 mmHg nabız:80 /dk olan hasta prepubertaldi. Kısa üst ve alt ekstremiteler (şekil 1), ağızda malforme dişler, ellerde polidaktili, tırnaklarda hipoplazi ve bacakta geno valgum mevcuttu. Kardiyovasküler sistem muayenesinde 2/6 üfürüm vardı. Laboratuvar tetkikleri; tam kan, biyokimya, tiroid fonksiyon testler normaldi, çölyak antikorları negatifti. Ekokardiyografide Sol kalp boşlukları sağa göre hafif geniş ve sekundum ASD mevcuttu. Kardiyoloji ASD’nin transkateterle kapatılmasına karar verdi. Ekstremitelerin radyolojik incelemesinde 5. Metakarp ile ilave parmak metakarpı arasında füzyonu vardı (şekil 2). Batın ultrasonografisi normaldi. Kromozom analizi 46,XX geldi. Mevcut klinik bulgularla EVC sendromu düşünüldü. Kesin tanı açısından gönderilen genetik kan sonucu homozigot splice site mutation in exon 4 of EVC2, (GT>TT) çıktı. Sonuç EVC sendromu nadir görünmesi nedeniyle patolojik boy kısalığı görülen olgularda akılda bulundurulması gerekir. Olgumuz farkındalığı arttırmak amacıyla sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: boy kısalığı, ektodermal displazi, polidaktili 90 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-021 Hipoglisemi İle Tanı Alan Büyüme Hormon Eksikliği Olgusu Ruken Yıldırım1, Edip Unal2, Funda Feryal Taş2, Suat Tekin3, Yusuf Kenan Haspolat2 Diyarbakır Çocuk Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi Kliniği Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi BD, Diyarbakır 3 Dicle Üniversitesi, Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları, Diyarbakır 1 2 Giriş Büyüme hormonu lineer büyümeyi hızlandırmakla birlikte protein, yağ ve karbonhidrat metabolizmasını da etkilemektedir. Büyüme hormonu eksikliğinin değerlendirilmesinde birçok test kullanılmaktadır. Bu posterde hipoglisemi esnasında bakılan büyüme hormon düzeyinin düşük olması ile tanı alan bir olgu sunulmuştur. Olgu Öyküsündan; 5-6 aylıktan itibaren ara ara halsizlik, terleme ve bayılma şikayetinin olduğu, 2 yaş 3 aylık iken dış merkeze başvurduğu ve yapılan tetkiklerinde hipoglisemi saptanması nedeniyle hastanemize yönlendirildiği öğrenildi. Öz ve soygeçmişinde anne ile baba arasında 2. dereceden akrabalık olduğu ve ailede benzer hastalık öyküsünün olmadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde vücut ağırlığı:10 kg (<3p), boy: 82 cm (<3p), TA:90/60 mmHg ve nabız:98 /dk olan hastanın genital muayenesi Tanner evre 1 ile uyumluydu. Diğer sistem muayeneleri doğaldı. Laboratuvar tetkiklerinde; hipoglisemi anında (kan şekeri 40 iken alınan kanda) kortizol: 17mcg/dl insülin:0.3 mIU/ml, c-peptid:0.4 ng/ml büyüme hormonu: 1.1 ng/ml Tandem MASS, kan gazı, idrar organik asitleri, amonyak düzeyi normal olarak değerlendirildi. Hastanın boy kısalığına yönelik yapılan tetkiklerinde tiroid fonksiyon testleri, çöliyak otoantikorları, ferritin, folat, B12 düzeyi normaldi. IGF-1:<25 ug/ml, IGFBP-3:0.62 ug/ml olarak ölçüldü ve aynı yaş için düşüktü. Kemik yaşı 1 yaş ile uyumluydu. Hastanın yapılan batın USG’de:situs inversus totalis, EKO’da:PDA saptandı ve kardiyoloji tarafından transkateterle kapatması planlandı.Hipofiz MR: Verteks düzeyinde sağda posterior frontalde, kortekste hafif kalınlaşma ile birlikte subkortikal beyaz cevhere doğru uzanan T2A görüntülerde hiperintens sinyal değişikliği saptandı ve mevcut durumun hipoglisemiye sekonder geliştiği belirtildi. Hastaya 2. test olarak klonidin testi yapıldı ve büyüme hormon piki 1.4 olarak tespit edildi. Hastada büyüme hormonu eksikliği düşünülerek büyüme hormonu tedavisi başlandı. Kan şekerleri düzelen hasta düzenli poliklinik kontrolüne alındı. Sonuç Hipoglisemi görülen hastalarda nadir de olsa büyüme hormon eksikliği görülebilmektedir. Olgumuz farkındalığı arttırmak amacıyla sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: hipoglisemi, büyüme hormonu, karbonhidrat metabolizması 91 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-022 Büyüme Hormon Tedavisiİ Alan Olgularımızın Değerlendirilmesi Ayça Törel Ergür1, Sevinç Odabaşı Güneş1, Uğurcan Kara2 1 Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD 2 Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD GİRİŞ: Büyüme son derece karmaşık bir süreç olup genetik, hormon, büyüme faktörleri ve çevresel faktörlerden etkilenmektedir. En önemli faktörlerden birisi de büyüme hormonu (BH) olup eksikliğinde sadece büyüme değil pek çok sistemde ciddi problemler ortaya çıkabilmektedir. Bu çalışmada Kırıkkale Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji BD’nda büyüme hormon eksikliği (BHE) tanısıyla tedavi alan olguların yıllara göre yıllık uzama hızları (YUH) ve diğer sistemlere etkileri değerlendirildi. MATERYAL-METHOD: Çalışmaya Ocak 2013-Ocak 2017 yılları arasında bölümümüzde patolojik boy kısalığı tanısı alan ve YUH yetersiz olan 44 olgu dahil edildi. Olgularda BHE’ni araştırmak amacıyla BH stimulasyon testleri yapıldı. BH piki <5 ng/ml total, 5-10 ng/ml arası parsiyel BHE olarak değerlendirildi. Etiyolojiye uygun dozlarda BH tedavisi başlanarak, olgular üçer ay ara ile antropometrik değerlendirme ve BH’nin diğer sistemlere etkilerini değerlendirmek için serum açlık kan şekeri, insülin, HbA1c, sT4, TSH, hemogram, IGF1, IGFBP3 sonuçları ile takibe alındı. Yıllık tedavi bitiminde tedaviye 6 hafta ara verilerek İTT ile retest yapılarak BHE’nin devam edip etmediği tespit edildi. BULGULAR: Olguların 22’si kız, 22’si erkek olup yaş ortalaması 10.36 ± 2.72 yıl, kemik yaşı 8.04 ±2.8 yıldı. 19 olgu total BHE, 20 olgu parsiyel BHE, 4 olgu sendromik boy kısalığı (SBK) (2 olgu Turner sendromu, 1 olgu kleidokraniyal dizostozis, 1 olgu idiyopatik) tanısı aldı. Olgulardan 29’u birinci yıl tedavi sonunda 9.46 ± 2.23 cm/yıl uzama gösterdi. İkinci yıl tedavisini tamamlayan 8 olgu 7.03 ± 1.52 cm/yıl, üçüncü yıl tedavisini tamamlayan 4 olgu 6.67 ± 1.86 cm/yıl uzama gösterdi. Hiç bir olguda HbA1c yüksekliği gözlenmedi ve IGF1-IGFBP3 değerleri güvenlik sınırında kaldı. TARTIŞMA: BH tedavisi alan olguların klinik ve laboratuvar olarak yakın takip edilmesi ve doğru dozun alındığının izlenebilmesi öngörülen boya ulaşılmasında son derece önemlidir. Olgularımızda yıllık uzama hızlarının üst düzeylerde seyretmesinin bundan kaynaklandığını düşünüyoruz. Anahtar Kelimeler: Büyüme hormon eksikliği, çocuk ve adolesan, tedavi 92 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-023 Boy Kısalığı ile Başvuran Noonan Sendromu Olgusu Hüseyin Anıl Korkmaz Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi, Pediatri Endokrinoloji Bölümü, Balıkesir, Türkiye. GİRİŞ: Noonan sendromu hücre proliferasyonu, farklılaşması, yaşamı ve metabolizması ile ilişkili sinyal iletiminde görevli ras ilişkili mitojen-aktiveli protein kinaz yolağındaki mutasyonlardan kaynaklanan otozomal dominant geçişli genetik bir hastalıktır. OLGU: Anne ve babası arasında akrabalık olmayan kız olgu boy kısalığı olması nedeniyle çocuk endokrin polikliniğine yönlendirildi. Sağlıklı annenin ilk gebeliğinden sezeryan ile otuzsekizinci gestasyon haftasında 2300 gram doğan 15 yaşında kız olgunun, öyküsünden pediatri kardiyoloji bölümünde valvüler pulmoner stenoz ve mitral yetmezlik tanılarıyla izlendiği ve infant döneminde kardiyak operasyon geçirdiği öğrenildi. Fizik muayenesinde; Boy: 131.6 cm (<3 p), Boy SDS: -4,73, Ağırlık: 28.7 kg ((<3 p), Ağırlık SDS:-5,31 saptandı. Hedef boy: 150,65 ve Hedef boy SDS: 1,95 saptandı. Dismorfik yüz görünümü olan olgunun fizik incelemesinde, yele boyun, hipertelorizm, epikantus, aşağı dönük palpepral fissürler, düşük ve arka rotasyonlu kulak, üçgen yüz, mikrognati, yüksek damak, ayrık meme başları, kardiyak opersayon skarı ve pektus ekskavatum saptandı. Boy kısalığına yönelik yapılan incelemelerinde, tam kan sayımı, biyokimyasal analizi ve tiroid fonksiyon testleri normal saptandı. Fizik muayene bulguları Noonan sendromu ile uyumlu olması nedeniyle yapılan genetik çalışmada PTPN11 geninde p.D61G heterozigot mutasyonu tespit edildi. Noonan sendromu tanısı olan olguya boy kısalığı olması ve boy uzama hızlarının yetersiz olması nedeni ile 45 mikrogram/kg/doz büyüme hormonu tedavisi başlandı. SONUÇ: Bu çalışmada kısa boyu, kraniofasiyal anomalileri ve dismorfik bulguları ile Noonan sendromu tanısı konan kız olgu sunulmuştur. Erken tanı ve tedavi, morbidite ve mortalite oranını azaltacaktır. Anahtar Kelimeler: Noonan sendromu, kısa boy, PTPN11 geni 93 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-024 Boy Kısalığı İle Başvuran Meier-Gorlin Sendromu Olgu Sunumu Hüseyin Anıl Korkmaz Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi, Pediatri Endokrinoloji Bölümü, Balıkesir, Türkiye. GİRİŞ: Meier-Gorlin sendromu küçük kulak kepçesi, patellar aplazi ve orantılı boy kısalığı ile karakterize otozomal resesif geçişli az rastlanan genetik bir hastalıktır. OLGU: Anne ve babası arasında akrabalık olmayan üç yaş onbir aylık erkek olgu boy kısalığı olması nedeniyle çocuk endokrin polikliniğine yönlendirildi. Sağlıklı annenin ilk gebeliğinden sezeryan ile otuzüçüncü gestasyon haftasında 800 gram doğan olgunun, öyküsünden prenatal izleminde intrauterin gelişme geriliği olduğu ve öğrenme güçlüğü nedeni ile özel eğitim aldığı öğrenildi. Fizik muayenesinde; Kilo: 5.4 kg (-15.67 SDS), Boy SDS: 64.2 cm (-9.45 SDS), Baş çevresi: 42 cm (-4.06 SDS), Hedef Boy:176 cm (-0,09 SDS) saptandı. Dismorfik yüz görünümü olan olgunun fizik incelemesinde, orantılı boy kısalığı, mikrosefali, üçgen yüz, mikrognati, küçük ağız, küçük ve arka rotasyonlu kulak kepçesi, klinodaktili, kamptodaktili, kriptorşidizm saptandı. Puberte gelişimi; Tanner evrelemesine göre Evre I ve testisler inguinal kanalda saptandı. Kemik yaşı bir yaş ile uyumlu saptandı. Boy kısalığına yönelik endokrinolojik değerlendirmeleri yapılan olgunun, tam kan sayımı, biyokimyasal analizi, Growth Hormon, Insülin like Growth Faktör (somatomedin-C), İnsülin Like Growth Faktör Bağlayıcı Protein 3 ve tiroid fonksiyon testleri normal saptandı. Sağ ve sol lateral diz grafisinde patellar agenezisi saptandı. SONUÇ: Bu çalışmada kısa boyu, kraniofasiyal anomalileri ve dismorfik bulguları ile Meier-Gorlin sendromu tanısı konan bir olgu sunulmuştur. Erken tanı ve tedavi, morbidite ve mortalite oranını azaltacaktır. Anahtar Kelimeler: Meier-Gorlin sendromu, kısa boy, patella agenezisi 94 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-025 İdiopatik Büyüme Hormonu Eksikliği ve Multiple Hipofizer Hormon Eksikliği Hastalarında Final Boy: Tek merkez Deneyimi Erdal Kurnaz, Semra Çetinkaya, Zehra Aycan Dr Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları EAH Çocuk Endokrinolojisi Kliniği AMAÇ: Bu çalışmada idiopatik büyüme hormonu eksikliği(İBHE) ve Multiple Hipofizer Hormon Eksikliği(MHHE) olan çocuklarda büyüme hormonu tedavisi ile final boylarının değerlendirilmesi, final boya etki eden oksolojik ve klinik parametrelerinin incelenmesi amaçlandı. MateryalMETHOD: Çalışmaya kliniğimizde tanı alıp tedavi edilen ve final boya ulaşan 195 İBHE(162)veMHHE(33) tanılı hasta alındı. Hastaların kayıtları retrospektif incelendi ve tedavi başlanmadan önce, puberte başlangıcında ve final boya ulaştığındaki antropometrik özellikleri değerlendirildi. IBHE, patolojik boy kısalığında(boy<-2.5SD) ve sistemik hastalığı olmayan olgulara iki büyüme hormonu uyarı testine yetersiz yanıt vermesi ve organik patoloji saptanmaması olarak tanımlandı. Tanıda veya izlemde birden fazla hormon eksikliği olanlar MHHE kabul edildi. Hedef boy(bababoySD+anneboySD)/1.61, hedef boyun alt sınırı (0.5xhedefboySD)–1.73 olarak hesaplandı. Final boyların hedef boya uyumu ve final boyu etkileyen faktörler uygun istatistiksel yöntemlerle değerlendirildi. BULGULAR: 162(%)IBHE, 33(%)MHHE olan olguların 105’i erkek, 90 kızdı. Büyüme hormonu dozu 0.20.25mg/kg/hafta aralığındaydı. IBHE ve MHHE olgularında sırasıyla, BH başlama yaşı; 11.9ve9.1yıl(p<0.05), başlangıçdaki boy SD:-3.4ve-4.5SD(p<0.05), puberte başlama yaşı 12.6ve14.3yıl(p<0.05), puberte başındaki boy SD;2.4ve-2.5 (p>0.05), final boy SD;-1.9 ve-1.7SD(p>0.05) bulundu. IBHE olgularının BH tedavisi ile ortalama 4.0±2.0yıl izlem sonunda final boyları erkeklerde 164.1cm, kızlarda 154.3cm ve tüm olguların final boy SDS -1.9±0.8idi. MHHE olgularında 7.2±2.2yıl izlem sonunda erkeklerde final boy 164.9cm, kızlarda 154cm ve tüm olguların final boySDS1.7±1.0idi. İBHE ve MHHE gruplarında final boySD değerleri arasında fark saptanmadı(p>0.05). İBHE olgularının%85.9, MHHE grubundaki olguların %84.9 genetik boy potansiyelini yakaladı. IBHE ve MHHE olgularında sırasıyla delta boySD 1.5±1.1ve2.8±1.3bulundu. İBHE hastalarında tedavi prepubertal dönmede başlanmışsa delta boySD1.8±1.4, pubertal dönmede başlanmışsa 1.3±0.9(p<0.05) ve puberte sonrası boy kazanımları sırasıyla 0.6±0.9ve1.3±0.9(p<0.05) bulundu. Pubertedeki boySD ile final boySD pozitif koreleydi. İBHE’de doğum kiloSD, puberte başlama yaşı, delta boySD pozitif, vkiSD negatif koreleydi. MPHD’de tedavi başlangıcında boySD, puberte boySD pozitif korelasyon gösterdi. SONUÇ: Bu çalışmada IBHEve MHHE’de final boyların büyük oranda(%85) genetik boy potansiyellerini yakaladığı ve final boya en önemli katkının pubertalboySD ile sağlandığı sonucuna varıldı. Anahtar Kelimeler: Büyüme Hormonu Tedavisi, Final Boy, Genetik Boy Potansiyeli 95 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-026 Büyüme Hormonu Eksikliği Olan Hastaların Tedavi İle Büyüme Durumunun ve Erişkin Boyunun Değerlendirilmesi Ebru Oğultekin Vazgeçer, Şükran Poyrazoğlu, Firdevs Baş, Rüveyde Bundak, Feyza Darendeliler İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, İstanbul GİRİŞ Büyüme hormonu eksikliği (BHE) olan çocuklarda tedavi ile büyüme hızının yakalaması ve hedef boyuna uygun bir erişkin boya (EB) ulaşması hedeflenir. AMAÇ: Çalışmamızda BHE nedeniyle büyüme hormonu (BH) tedavisi alan hastalarımızın tedavi yanıtının ve EB’larının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: 1988-2014 yılları arasında BH tedavisi alan hastaların dosyaları retrospektif olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: BHE tanısı ile BH tedavisi alan 375 hastanın 156’sı (%41,6) kız, 219’u (%58,4) erkek idi.Tedavi başlangıcında ortalama yaş 10,4±3,5 yıl ve %55 prepubertaldi. Hastaların 194 idiopatik BHE tanısı almıştı.Tedavi başlangıcında ortalama boy standart skoru (SDS) -3,1 ±1,3 idi. BH tedavisi ile en yüksek büyüme hızı 6.ayda ve 1.yılda bulundu. EB’a ulaşan hastalarda idiopatik BHE olanların %72’sinde boy, normal aralığa ulaşmış; %45’i hedef boyuna ulaşmış ve hedef boyunu geçmişti. Organik BHE hastalarının %69’unda EB, normal aralığa ulaşmış fakat hastalardan hiçbiri hedef boyuna ulaşamamıştı. Tedavi başlangıcında hastanın yaşı ve kemik yaşı gecikmesi; EB’la negatif; boy SDS, 1. yıl yıllık büyüme hızı, hedef boy SDS, prepubertal hastalarda prepubertal süre ve prepubertal boy kazanımı erişkin boy ile pozitif korelasyon göstermekteydi. SONUÇ: BHE’de erken tanı ve tedavi ve birinci yıl tedavi cevabı hastaların genetik boy potansiyeline uygun EB’a ulaşması için önemlidir. Anahtar Kelimeler: Büyüme Hormonu Eksikliği, Büyüme Hormon Tedavisi, Erişkin Boy 96 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-027 İnfant Döneminde Ağır Büyüme Geriliğine Yol Açan Hipofiz Sapı Kesilme Sendromu (Pituitary Stalk Interruption Syndrome): Olgu Raporu Sezer Acar1, Ahu Paketçi1, Korcan Demir1, Handan Güleryüz2, Ece Böber1, Ayhan Abacı1 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji AD, İzmir 1 2 GİRİŞ: Hipofiz sapı kesilme sendromu (Pituitary Stalk Interruption Syndrome, PSIS), hipofiz bezinin nadir görülen konjenital bir anomalisidir. PSIS’e, ön hipofiz aplazi/hipoplazisi ve arka hipofiz ektopisi veya yokluğu ile karakterizedir. Bu olgu raporunda, bir yaşında PSIS tanısı alan bir erkek olgunun uzun dönem klinik izlemi sunulmuştur. OLGU: On iki aylık erkek olgu, boy kısalığı, inmemiş testis ve çok su içme şikâyetleri ile polikliniğimize yönlendirildi. Otuz altı yaşındaki sağlıklı annenin 2. gebeliğinden normal spontan vajinal yolla ile zamanında 3700 gr olarak doğduğu, doğum sırasında komplikasyonun olmadığı, beş aylıktan sonra boy uzamasının ve kilo artışının olmadığı, gün içinde çok su içtiği ve çok sık bez değiştirildiği öğrenildi. Gelişim basamakları normal olarak değerlendirildi. Anne-baba arasında akrabalık saptanmadı. Fizik muayenesinde, vücut ağırlığı 5,4 kg (-7,35 SDS), boyu 58,2 cm (-6,63 SDS), baş çevresi 43,5 cm (1,51 SDS), ön fontanel 2x1 cm, arka fontanel kapalı, burun kökü basık, alın belirgin çıkık, saçlar seyrek, batın distandü idi. Genital muayenesinde, penis gergin boyu 1,9X0,7 cm ve testisler inguinal kanalda palpe edildi. Laboratuvar incelemesinde, FSH:0,76 IU/L, LH:0,11 IU/L, total testosteron <20 ng/dl, serbest T4:0,7 ng/dl (N: 0,8-2), TSH: 2,22 IU/L, prolaktin: 2,77 ng/mL, sabah kortizol: 8,42 µg/dL (3-21) ACTH: 32 pg/mL (0-46), IGF-1<25 ng/mL, IGFBP3: 0,57 µg/dL (N:0,7-3,6), idrar dansitesi 1000 olarak ölçüldü. İnsülin tolerans testinde zirve kortizol değeri 15,2 ug/dL ve zirve büyüme hormon değeri <0,5 ng/dL ölçüldü. Susuzluk testi santral diyabetes insipidus ile uyumlu bulundu. Hipofiz MRG’de adenohipofizi, nörohipofiz saptanmadı ve hipofiz sapının kesik olduğu izlendi (PSIS). Çoklu hipofiz hormon eksikliği tanısı alan olguya levotiroksin sodyum, hidrokortizon, büyüme hormonu ve desmopressin asetat tedavileri başlandı. Olgunun 11,5 yaşında iken vücut ağırlığı 48 kg (+1,18 SDS), boyu 137,7 cm (-1,05 SDS) olarak değerlendirildi. SONUÇ: Oldukça nadir görülen, mortalite ve morbiditesi yüksek olan bu hastalığın, erken dönemde tanısının konulması ve uygun hipofiz hormon replasman tedavilerinin verilmesi, prognozu olumlu yönde etkilemektedir. Anahtar Kelimeler: Pituitary stalk interruption syndrome, boy kısalığı, santral hipotiroidi, hipofiz hipoplazisi, santral adrenal yetmezlik 97 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-028 Silver-Russel Sendromu Ve Büyüme Hormonu Tedavisinin Önemi Mehmet Keskin1, Emel Hatun Aytaç Kaplan1, Melda Melik1, Özlem Keskin2, Kadri Karaer3 1 Gaziantep Üniversitesi,Çocuk Endokrinoloji BD,Gaziantep Gaziantep Üniversitesi, Çocuk Allerji İmmunoloji BD, Gazianep 3 Dr Ersin Arslan Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Genetik Tanı Merkezi, Gaziantep 2 Giriş Silver-Russel sendromu, intrauterin ve postnatal büyüme geriliği, relatif makrosefali, üçgen yüz, vücut asimetrisi ve el 5.parmakta klinodaktili özelliklerinin görüldüğü genetik bir hastalıktır. Olguların %35-65’inden 11p15 kromozom bölgesinde lokalize olan imprintlenme kontrol bölgesinin hipometilasyonu sorumludur. Burada büyüme hormonu eksikliği ve puberte prekoks tanılarıyla takip ettiğimiz bir Silver-Russel sendromu tanısı konan olguyu sunduk Olgu 10 yaş kız hasta. 4 yaşından beri kliniğimizde takip edilmekteydi. Hastanın doğum ağırlığı 2100 gramdı. Postnatal öyküde özellik yoktu.Fizik muayenede boy kısalığı, alt ve üst ekstremitelerde asimetri, bilateral 5. parmakta klinodaktili vardı. Mevcut bulgular ile Silver-Russel sendromu düşünüldü. İzleminde büyüme hormonu eksikliği tanısı ile büyüme hormonu tedavisi başlandı. Büyüme hormonu tedavisi ile yeterli büyüme hızı sağlandı. 7,5 yaşında iken puberte prekoks tanısı konarak tedavi başlandı. Genetik incelemede kromozom 11p15.5 de H19 bölgesinde kısmi hipometilasyon gözlendi. Silver-Russel sendromu düşündüğümüz, erken yaşta büyüme hormonu tedavisi başladığımız ve izleminde erken puberte de gelişen olgumuzun tanısını genetik inceleme ile kesinleştirdik. Sonuç Erken yaşta büyüme hormonu tedavisi başlanarak büyüme hızında artış sağlanan olgumuzu sunarak sendromik boy kısalıklarına, erken dönemde büyüme hormonu tedavisinin nihai boya olacak katkısına ve tanıda genetik incelemenin önemine dikkat çekmek istedik. Anahtar Kelimeler: silver-russel, büyüme, erken ergenlik 98 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-029 Büyüme Hormonu Eksikliği Olan Çocuklarda Büyüme Hormonu Tedavisinin Göz içi Basıncına Etkisi Var mıdır? Fatih Gürbüz1, Elif Erdem2, Eda Mengen1, Göksu Simdivar2, Meltem Yağmur2, Reha Ersöz2, Ali Kemal Topaloğlu1, Bilgin Yüksel1 1 Çukurova Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Adana Çukurova Üniversitesi, Göz Hastalıkları AD, Adana 2 GİRİŞ: Rekombinant büyüme hormonu (rhGH) tedavisinin büyüme hormonu eksikliği (BHE), idiyopatik boy kısalığı, kronik böbrek yetmezliği, SGA, Turner ve Prader Willi sendromu gibi bazı genetik bozukluklarda kullanım endikasyonu mevcuttur. En sık bildirilen yan etkileri; başağrısı, görme problemleri, bulantı, kusma, sıvı retansiyonu, artralji, miyalji, parestezi ve enjeksiyon yerinde reaksiyon şeklindedir. Daha az sıklıkta ise kafa içi basınç artışı, femur başı epifiz kayması ve pertes hastalığıdır. Literatürde akromegali gibi endojen büyüme hormonu artışı durumlarında göz içi basıncında (GİB) artışın olduğunu bildiren makaleler mevcuttur. Eksojen Büyüme hormonu (rhGH) alımının GİB’na olan etkisi ile ilgili çok az bir bilgi vardır. AMAÇ-YÖNTEM: BHE olan çocuklarda rhGH tedavisinin GİB’na olan etkisinin değerlendirilmesi amacıyla rhGH öncesi ile tedavinin 6. ve 12. aylarda GİB'lerin karşılaştırılmasını içeren bir gözlemsel kohort çalışması yapılmıştır. Yaş ortalaması 12.3± 1 yıl olan toplam 20 hasta (14 kız, 6 erkek) çalışmaya alındı. Tüm hastalara Goldmann aplanasyon tonometre ile GİB ve görme alanı ölçümleri yapıldı. Ayrıca düzeltilmiş GİB hesaplamak için ultrasonik pakimetri uygulandı. Hastaların bazal GİB değerleri kontrol grubu (11,4 ± 2 yaş) ile karşılaştırıldı. BHE tanısı alan tüm olgulara ortalama 27 µg/kg/gün dozunda 12 ay boyunca rekombinant büyüme hormonu tedavisi verildi ve tedavinin 6. ve 12. aylarda hastaların GİB ölçüldü. BULGULAR: Tedavi öncesi ortalama GİB 12,6 mmHg iken, kontrol grubunun 13,2 mmHg idi (p>0,05). rhGH tedavisi alan hasta grubunun ortalama GİB tedavinin 6. ayında 14,4 mmHg (p>0,05), birinci yılın sonunda da 15,5 mmHg olarak saptandı (p=0,04). Hastaların takiplerinde görme alanı analizlerinde ve optik sinir üzerinde herhangi bir patoloji gelişmedi. SONUÇ: Bir yıllık takip sonunda hastalara uygulanan rhGH tedavisinin GİB’da korele bir artışa neden olduğunu göstermektedir. Bu bize rhGH tedavisi öncesi ve tedavi sırasında GİB takip edilmesinin GİB artışının erken tanı ile glokom gelişmeden saptanması açısından yararlı olabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: Büyüme Hormonu, Göz İçi Basıncı, Glokom 99 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-030 Bir Yıllık Büyüme Hormonu Tedavisinin Tiroid Bezi Fonksiyonları ve Volümü Üzerine Olan Etkisinin Değerlendirilmesi Melikşah Keskin, Elvan Bayramoğlu, Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştrma Hastanesi GİRİŞ: Büyüme hormonu replasman tedavisinin (GHRT) tiroid bezi volümü ve fonksiyonları üzerine olan etkilerine dair farklı görüşler bulunmaktadır AMAÇ: İzole, idiopatik büyüme hormonu (BH) eksikliği olan çocuk ve adolesanlarda bir yıl süre ile verilen BH tedavisinin tiroid volüm ve fonksiyonları üzerine olan etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. METHOD: Çalışmaya kliniğimizde izole, idiopatik BH eksikliği tanısı konulan 17 erkek, 12 kız toplam 29 hasta alınmıştır. Kontrol grubu olarak ise aynı yaş, cinsiyet ve pubertal evrede 29 olgu alınmıştır. Hastaların başlagıçta ve bir yılın sonunda tiroid fonksiyon testleri (TSH, St4,St3), insülin-like growth faktör (IGF-1) düzeyleri ölçülmüş ve tiroid ultrasonografileri yapılarak elde edilen sonuçlar prospektif olarak karşılaştırılmıştır. Tiroid ultrasonografisi başlangıçta ve izlemde aynı pediatrik endokrinoloji uzmanı tarafından yapılmıştır. BULGULAR: Hasta grubunun başlangıçta yaş ortalaması 11,2±2,5 yıl, kontrol grubun başlangıç yaş ortalaması ise 11,09±2,46 yıl bulunmuştur. Hasta grubun tiroid volümü başlangıçta -0,55±1,1 Sds iken birinci yılın sonunda 0,29±1,29 Sds bulunmuş ve tiroid volüm Sds arasında fark saptanmamıştır (p=0,158). Kontrol grubunun tiroid volümü başlangıçta -0,85±1,03 Sds iken birinci yılın sonunda -0,72±0,85 Sds olarak bulunmuş ve arada fark saptanmamıştır (p=0,370). Bir yıl süre ile uygulanan GH tedavi sonrası TSH ve St4 düzeylerinde ise düşme görülmüştür. (p=0.02, p=0.01). Ancak hiçbir olguda tiroksin replasmanı gerekmemiştir. SONUÇ: BH eksikliği olan çocuk ve adolesan hastalarda bir yıllık BHRT sonrası tiroid bez volümü standart sapma skorunda değişiklik izlenmemiştir. BHRT’nin hem TSH hem de St4 düzeyini düşürdüğü görülmüştür. Ancak hipotiroidi veya hipertiroidi gelişen olgu saptanmamıştır. Anahtar Kelimeler: Büyüme hormonu, Çocuk,Tiroid Volümü, Tiroid fonksiyonları 100 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-031 Büyüme Geriliği İle Başvuran Kleidokranial Displazi Olgusu Seniha Kiremitçi Yılmaz, Doğan Tanrıverdi, Murat Elevli Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul GİRİŞ: Kleidokranial displazi, kranial sütürlerin açık kalması, fontanellerin kapanmasında gecikme, fazla sayıda ve dizilimi bozuk dişler, klavikulanın yetersiz gelişmesi veya yokluğu, geniş simfizis pubis, dar pelvis, boy kısalığı ve iskelet anomalileri ile karakterize otozomal dominant kalıtılan nadir görülen bir hastalıktır. Hastaların %70’inde osteoblast farklılaşması, kondrosit gelişimi ve kemik metabolizmasında sorumlu olan 6. kromozom üzerinde bulunan Runt ilişkili transkripsiyon faktörü 2 (RUNX2) mutasyonu sorumlu tutulmaktadır. OLGU: Beş yaşında boy kısalığı yakınması ile başvuran hastanın boyunun süt çocukluğu döneminden beri yaşıtlarına göre kısa olduğu, beslenme bozukluğu ve altta yatan kronik hastalığı olmadığı öğrenildi. Özgeçmişinden miadında c/s ile 3500 gr doğduğu, iki yaşına kadar anne sütü ve 6 aya kadar D vitamini profilaksisi aldığı, bir yaşında yürüdüğü ve konuşmaya başladığı öğrenildi. Soy geçmişinde anne ve baba arasında akrabalık olmadığı, iki yaşındaki erkek kardeşinin boyunun normal olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde ağırlığı 13,8 kg (-2,4 SD), boyu 86,2 cm (-5,3 SD), baş çevresi 50,5 cm (0,1 SD) idi. Ön fontaneli 4x2 cm, oturma boyu 61 cm saptandı. Frontal belirginleşme, dar ve düşük omuz görünümü, iki omuz başının birbirine dokunabildiği ve klavikulanın yokluğu fark edildi. Diğer sistem muayenesi olağandı. Puberte Tanner evre I ile uyumluydu. Laboratuvar incelemelerinde kan sayımı, biyokimya, tam idrar tetkiki, tiroid fonksiyon testleri, IGF -1 ve IGF-BP-3 düzeyleri normal saptandı. Doku transglutaminaz IgA negatifti. Direkt grafide klavikulalar gözlenmedi. Boy kısalığı, açık ön fontanel ve klavikula yokluğu bulguları ile olgu kleidokranial displazi olarak değerlendirildi, RUNX2 mutasyonu çalışılması için genetik bölümüne yönlendirildi. SONUÇ: Kleidokranial displazi tanısı karakteristik klinik ve radyolojik özelliklere göre konmaktadır. Boy kısalığı ile başvuran hastalarda ayrıntılı fizik muayenenin önemini ve eşlik eden ön fontanel kapanmasında gecikme saptanan olguların ayırıcı tanısında kleidokranial displazinin akla getirilmesi gerektiğini vurgulamak istedik. Anahtar Kelimeler: boy kısalığı, fontanel kapanmasında gecikme, kleidokranial displazi 101 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-032 Kabuki Make-Up Sendromu Tanısı Alan İki Olguda Büyüme Hormonu Tedavisine İlk İki Yıllık Yanıtın Değerlendirilmesi Gamze Çelmeli1, Mesut Parlak1, Banu Güzel Nur2, Ercan Mıhçı2, Sema Akçurin1, İffet Bircan1 Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD, Antalya Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Genetik BD, Antalya 1 2 GİRİŞ-AMAÇ: Kabuki make-up sendromu (KMS), mental retardasyon, karakteristik yüz görünümü (yay şeklinde ve lateralde seyrekleşen kaşlar, aşağı çekik palpebral fissürler, alt göz kapağının lateral üçte birlik kısmının dışa dönük olması, trapezoidal şekilde filtrum, basık burun ucu, yarık damak ve/veya dudak, mikrodonti ve hipoplastik antihelikslere bağlı belirgin kulaklar), iskelet anormallikleri, eklem laksisitesi ve postnatal büyüme geriliği ile karakterize bir durumdur. MLL2 (mixed lineage leukemia 2) ve KDM6A (lysine demethylase 6A) gen mutasyonları hastalığa neden olmaktadır. KMS’da büyüme hormonu (BH) tedavisi ile ilgili sınırlı sayıda yayın bulunmaktadır. Amacımız büyüme hormonu eksikliği saptadığımız KMS’lu iki hastanın ilk iki yılda büyüme hormonuna verdiği yanıtı sunmaktır. OLGU: 1.OLGU: 5,5 yaşında KMS tanısı alan, pes planus, pes kalkaneovalgus, yarık damak, tekrarlayan otit, işitme kaybı gibi ek bulguları olan, iki farmakolojik uyarı testine yetersiz BH yanıtı alınan ve 11,4 yaşında BH tedavisi başlanan kız olguda tedavi öncesi ve tedavinin 1. ve 2. yılında sırayla boy: 128.6 /138.5 /146.9 cm, boy sds: -2.98 /-2.6 /-2.01, büyüme hızı: 3.2 /9.9 /8.4 cm/yıl ve büyüme hızı sds: -3.41 /+4.14 /+3,13 olarak saptandı. 2.OLGU: 7 aylık iken KMS tanısı alan, sekundum ASD, böbrek rotasyon anomalisi gibi ek bulguları olan, iki farmakolojik uyarı testine yetersiz BH yanıtı alınan ve 5,2 yaşında BH tedavisi başlanan ikinci kız olguda tedavi öncesi ve tedavinin 1. ve 2. yılında sırayla boy: 94.8 /102.2/ 109.2 cm, boy sds: -3.31 /-2.96 /-2.54, büyüme hızı: 4 /7.4 /7 cm/yıl ve büyüme hızı sds: -2.3 /+1.6 /+1.09 olarak saptandı. Hastaların genetik analizleri devam etmektedir. Sonuç ve TARTIŞMA: Olgularımızda literatürdeki az sayıdaki hastada olduğu gibi büyüme hormonu tedavisine iyi yanıt elde edilmiştir. KMS’lu hastaların % 100’ünde görülen postnatal büyüme geriliği, büyüme hormonu eksikliği ile birlikte seyredebilmektedir. Anahtar Kelimeler: Büyüme hormonu eksikliği, Kabuki make-up sendromu 102 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-033 Kalıtsal Metabolik Hastalık ve Büyüme Hormonu Eksikliği/Biyoinaktivitesi Tanılı Hastalarda Tedavi Yanıtı Melek Yıldız1, Aslı Derya Kardelen1, Şükran Poyrazoğlu1, Gülden Gökçay2, Firdevs Baş1, Nur Mine Şükür1, Rüveyde Bundak1, Mübeccel Demirkol2, Feyza Darendeliler1 1 2 İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Büyüme Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji BD, İstanbul İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Metabolizma Hastalıkları BD, İstanbul GİRİŞ-AMAÇ: Kalıtsal metabolik hastalıklar, endokrin sistemin de dahil olduğu birçok organ sistemini etkilemekle birlikte, boy kısalığı önemli sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Etiyolojide birincil hastalığın sorumlu tutulduğu durumlar dışında, büyüme hormonu eksikliği (BHE) ya da biyoinaktif büyüme hormonu (BBH) saptanan olgularda büyüme hormonu tedavisi söz konusu olabilmektedir. Bölümümüzde metabolik hastalık ve boy kısalığı nedeniyle izlenirken eksiklik saptanan ve büyüme hormonu tedavisi başlanan hastaların tedaviye cevap durumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEMLER: 2014-2017 yılları arasında kalıtsal metabolik hastalık ve BHE/BBH tanısı alan ve tedavi başlanan 10-18 yaşları arasında 6 olgu (4 erkek, 2 kız) klinik, tedavi ve izlem özellikleri açısından retrospektif olarak değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların tamamı süt çocukluğu döneminden itibaren metabolik hastalık (3’ü glikojen depo hastalığı tip1b, 2’si metilmalonik asidemi, 1’i galaktozemi) tanısı almış, boy kısalığı nedeniyle polikliniğimize yönlendirilmiş hastalardı. BHE (5 hasta)/BBH (1 hasta) tanısı ile tedavi başlangıç yaşı ortalama 12,9±3,3 yıl idi. Beş hasta tedavi başlangıcında prepubertal iken, 1 hastanın pubertesi Tanner evre 2 ile uyumluydu. Büyüme hormonu başlangıç dozu ortalama 31±6µg/kg/gün idi. Metilmalonik asidemi tanılı 2 hastada aynı zamanda kronik böbrek yetmezliği mevcut olup 2. olguya tedavi başlangıcından 1,5 yıl önce renal transplant yapılmıştı. Takipte 1. hastanın tedavisi yetersiz yanıt nedeniyle ilk yıl sonunda kesilirken, ikinci hasta iyi yanıtlı idi. Galaktozemi ve BBH tanılı hastanın ilk yıl tedavi yanıtı yetersizdi. Glikojen depo hastalığı bulunan 3 hastadan ise 2’si tedaviye iyi yanıtlı, 1’i ise yetersiz yanıtlı idi. SONUÇ: BHE olan kalıtsal metabolik hastalık tanılı hastalar büyüme hormonu tedavisine cevap verebilmekle birlikte yanıt çok değişken olabilmektedir. Bu hastaların takibinde eşlik eden hastalıklar da göz önünde bulundurularak kişiye özel tedavi planlaması yapılması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Boy kısalığı, büyüme hormonu eksikliği, metabolik hastalık 103 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-034 Büyüme Hormonu Eksikliği Tanısında Tarama ve Uyarı Testlerinin İrdelenmesi Yasemin Ataman, Yaşar Cesur, İlker Tolga Özgen Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD GİRİŞ: Büyüme hormonu eksikliği (BHE) tanısında fizyolojik ya da farmakolojik uyarılarla yapılan büyüme hormonu (BH) uyarı testleri ile BH rezervinin değerlendirilmesi yöntemi kullanılmaktadır. BH uyarı testleri zahmetli ve maliyeti yüksek testlerdir; bu nedenle, uyarı testleri yerine kullanılabilecek farklı tetkiklere yönelik araştırmalar devam etmektedir. Bu çalışmada tarama tetkikleri ve uyarı testlerinin BHE tanısındaki yerinin irdelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya boy kısalığı yakınması ile getirilen; yıllık boy uzama hızları yetersiz olup, BHE tanısı amacıyla büyüme hormonu uyarı testleri yapılan hastalar dâhil edildi. Olguların dosya kayıtları geriye dönük olarak incelendi; cinsiyet, takvim yaşı (TY), boy yaşı (BY), kemik yaşı (KY), boy, ağırlık ve vücut kitle indeksi (VKİ) SDS değerleri, puberte evresi, büyüme hızı, hipofizer manyetik rezonans görüntülemesi, klonidin ve L-dopa ile yapılmış büyüme hormonu uyarı testlerine BH cevapları ile bazal IGF-1 ve IGFBP-3 düzeyleri kaydedildi. BULGULAR: Çalışmaya 125’i (%42.8) kız, 167’si (%57.2) erkek toplam 292 olgu dâhil edildi. Ortalama IGF-1 SDS değerleri BHE tanısı alan grupta -1.11±1.01, BHE tanısı almayan grupta -0.73±1.19 olarak saptandı (p:0,01). Olguların ortalama IGFBP-3 SDS değerleri BHE tanısı alan grupta -0.09±2.11, BHE tanısı almayan grupta 0.39±2.36 olarak saptandı (p:0,02). IGF-1 ve IGFBP-3 SDS değerlerinin BHE tanısındaki yeri incelendiğinde daha yüksek SDS değerlerinde yanlış negatiflik azalırken yanlış pozitifliğin arttığı, duyarlılık yükselirken özgüllüğün düştüğü görüldü. BHE tanısı için IGF-1 ve IGFBP-3 SDS değerleri kıyaslandığında; IGF-1’in IGFBP-3’ e göre daha yüksek duyarlılık ve düşük özgüllüğe sahip olduğu, yanlış pozitifliğin IGF-1 için daha yüksek olduğu, yanlış negatifliğin IGFBP-3 için daha yüksek olduğu saptandı. SONUÇ: Çalışmamızda IGF-1 ve IGFBP-3 SDS değerlerinin ise BHE tanısı alan grupta anlamlı olarak düşük olduğu saptandı. BHE tanısı için IGF-1 ve IGFBP-3 SDS değerlerinin birlikte değerlendirilmesinin uygun olacağı sonucuna varıldı. BHE ön tanısında daha düşük IGF-1 ve IGFBP-3 SDS düzeylerinin belirteç olarak alınmasının yanlış tanıları azaltacağı için daha uygun olabileceği sonucuna varıldı. Anahtar Kelimeler: Büyüme Hormonu Eksikliği, Uyarı testleri, Tarama testleri 104 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-035 3M Sendromlu Olgularımızın Fenotip/Genotip Özelliklerinin Değerlendirilmesi Semra Çetinkaya, Melikşah Keskin, Nursel Muratoğlu Şahin, Erdal Kurnaz, Elvan Bayramoğlu, Şenay Savaş Erdeve, Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi 3M Sendromu; düşük doğum ağırlığı, düşük doğum boyu, doğum sonrası ağır büyüme yetersizliği, minor dismorfik anomaliler (üçgen yüz, frontal bossing, belirgin dudak yapısı, kısa yele boyun, artmış lordoz, gibi) ve normal zeka ile karakterize, otozomal resesif geçişli nadir bir sendromdur. Genetik olarak; ‘cullin 7 (CUL7)’(Tip 1 3M Sendromu), ‘obscruin-like 1 (OBSL1)’ (Tip 2 3M Sendromu) ve ‘coiled-coil domain containing (CCDC8)’ (Tip 3 3M Sendromu) bölgelerindeki fonksiyon kaybı mutasyonları bu sendroma neden olabilmektedir. Olguların %77’sinde; CUL7 mutasyonları olduğu bildirilmektedir. OBSL1 geninin CUL7’nin normal seviyelerini sağladığı düşünülmektedir. Bu nedenle tip 1 ve tip 2’de klinik özellikler benzerdir. Her ikisi de hücre çoğalması ve büyüme üzerine aynı yolak üzerinden etki etmektedirler. 3M sendromlu olgularımızı klinik ve genetik özellikleri ile değerlendirmeyi ve büyüme üzerindeki rolleri ile ilgili bilgimizi arttırmayı amaçladık. YÖNTEM: Kliniğimizde 3M Sendromu tanısı ile izlemde olan ikisi kardeş, beş olgu çalışmaya dahil edildi. Olguların tanı yaşları, başvuru klinik/laboratuar ve izlem verileri değerlendirildi. Olgulara CUL7, OBSL1 ve CCDC8 gen analizleri yapıldı. SONUÇ: İkisi kardeş-ikisi erkek-beş olgudan üçünde OBSL1 geninde homozigot çerçeve kayması mutasyonu, ikisinde OBSL1 geninde yeni mutasyon saptandı. Olguların klinik ve laboratuvar bulguları ile saptanan mutasyonlar Tablo 1’ de gösterilmiştir. Yeni mutasyon saptanan olguların büyüme hormonu tedavisine yanıtları kısmi idi, diğer olgularda yanıt alınamadığı için tedaviye devam edilemedi. TARTIŞMA: 3M sendromu boy kısalığı ve düşük doğum ağırlığı olan olgularda akla gelmesi gereken bir sendromdur. Literatürden farklı olgularımızın tamamında OBSL1 mutasyonu saptadık. Yeni mutasyon olarak saptadığımız c.1125insT, p.E376 ve p.T45Nfs*40 c.1273 dupA mutasyonlarında; diğer bilinen mutasyonlu olgularımıza göre, büyüme hormonu tedavisine kısmi yanıt elde etmemiz nedeniyle; bu genlerin aynı büyüme yolakları üzerinde farklı rolleri olabileceğini düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Boy kısalığı, 3M sendromu, OBSL geni, Düşük doğum ağırlığı 105 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-036 Hiperelastisite ve İskelet Displazisi Birlikteliği: Larsen Sendromu Gül Direk, Ülkü Gül Şiraz, Zeynep Uzan Tatlı, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi, Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri Giriş Larsen sendromu nadir görülen genetik bir hastalıktır. Filamin B geninde heterozigot mutasyona sekonder gelişen ve otozomal dominant kalıtılan bir hastalıktır. Yaygın eklem dislokasyonları ve kraniofasyal anomaliler ile karakterize bir osteokondrodisplazidir. En önemli bulgusu kalça, diz ve el bileğinde görülen dislokasyonlar ve ayaklarda görülen ekinovarus ve ekinovalgus deformiteleridir. Kraniofasyal anomaliler; hipertelorizm, çıkık alın, burun kökü basıklığı ve basık yüz şeklinde karşımıza çıkar. Yarık damak ve kısa boy sıklıkla bulgulara eşlik eder. Servikal kifoz ve skolyoz gibi spinal anomaliler görülebilir. İşitme kaybı en iyi bilinen komplikasyonudur. Burada farkındalık yaratması açısından nadir görülen Larsen Sendromu tanısı konulan hastamız tartışılmıştır. Olgu Miadında normal doğum ile 3000 gr doğan 4 aylık kız hasta, boy kısalığı sebebi ile kliniğimize başvurdu. Anne babası arasında akrabalık olmayan hastanın ailesinde boy kısalığı öyküsü yoktu. Anne boyu 158 cm, baba boyu 160 cm olarak ölçüldü. Başvurudaki muayenesinde; vücut ağırlığı 6.2 kg (0.54 SD), boy: 61.0 cm (0.44 SD), kulaç uzunluğu 50,5cm, kulaç/boy oranı %82 (normali 95), üst /alt segment oranı 2,12 (>+2 SD), kaba yüz görünümü, frontal bossing, burun kökü basıklığı mevcuttu. Hiperelastisite ve ekstremitelerde rizomelik kısalık vardı ve radyografik değerlendirmede; interpedinküler aralığın servikalden lumbale doğru genişlemediği, ekstremitelerin proksimal kısımlarında distale göre belirgin kısalık olduğu görüldü. Femur proksimal bölgede geniş radyolusen bölgenin görülmesi bulguların akandoplazi ile uyumlu olduğunu düşündürdü. Mevcut dismorfik bulgular ve belirgin hiperelastisitise nedeniyle Larsen sendromu tanısı konulan hasta ilerde yaşanabilecek yürüme problemleri açısından ortopedi departmanı ile birlikte takibe alındı. Sonuç Larsen sendromu pediatrik endokrinoloji pratiğinde nadir karşılaşılan, boy kısalığı, hiperelastisite ya da ortopedik problemler ile karşımıza çıkabilecek bir iskelet displazisidir. Belirgin rizomelik kısalık ve hiperelastisite ile başvuran olgumuz, bu iki durumun birlikte görülmesinin ve Larsen Sendromunun ayırıcı tanıda akılda tutulması gerektiğinin vurgulanması için sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: akondroplazi, elastisite, iskelet displazisi, boy kısalığı 106 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-037 Mikrosefalik Osteodisplastik Primordial Dwarfism Tip 2 (MOPD II) Olgu Sunumu Emregül Işık1, Ebru Tunçez2, Andrew Jackson3 Gaziantep Cengiz Gökcek Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi, Pediatrik endokrinoloji Şanlıurfa Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Tıbbi Genetik 3 University of Edinburgh, Institute of Genetics and Molecular Medicine 1 2 Mikrosefalik osteodisplastik primordial dwarfism tip 2 (MOPD II) Olgu Sunumu MPOD II ağır intrauterin ve postnatal büyüme geriliği, mikrosefali, serebrovaskuler anormallik, progresif kemik displazisi ve karakteristik yüz görünümü olan spesifik bir bozukluktur. AMAÇ: İntrauterin ve postnatal büyüme geriliği ve mikrosefalisi olan hastada genetik nedenin araştırılması amaçlandı. OLGU: 10 aylık erkek çocuk gelişme geriliği olması nedeni ile konsülte edildi. Birinci dereceden kuzen evliliği olan ailenin yaşayan 4. çocuğu olarak 800 gram (-3.2 SDS) ağırlığında 32. gestasyonel haftada doğmuştu. Ultrasonografik incelemesinin 27 hafta ile uyumlu olduğu söylenmiş. Prenatal öyküde özellik yoktu. 72 gün süre ile küvöz bakımı almıştı. Fizik muayenesinde, 10 aylıkken boyu 46 cm (-9.5 SDS), vücut ağırlığı 2,66 kg (-8.4 SDS), vücut kitle indeksi 12.6 kg/m2 (-3.7 SDS), baş çevresi 33 cm (-9.0 SDS) idi. Anne ve babası 1. dereceden kuzendi. Baba ve anne boyu sırasıyla 171 cm (-0.8 SDS) ve 157,5 cm (-0.9 SDS) idi. Hedef boy 170.7 cm (-0.9 SDS) idi. Atipik yüz görünümü, mikrosefali ve bilateral konjenital katarakt saptandı. Hastanın izleminde gelişim basamaklarında gerilik saptandı, desteksiz oturma ve tek kelimeler ile konuşma 1 yaşında, emekleme 20 aylıkken, 2 yaşında iken ayakta durabiliyor ancak yürüyemiyor idi. Laboratuvar incelemelerine (10 aylıkken), serum serbest triiodotronin, serbest tiroksin, tiroid stimule edici hormon normaldi. Serum ACTH 34,1 pg/ml, kortizol 25,8 µg/dl, IGF-1 <25 ng/ml, IGFBP3 1,04 mg/l, bazal BH (büyüme hormonu) 14,6 ng/ml idi. Kromozom analizi 46 XY ile uyumlu idi. Batın ultrasonografi ve EKO incelemesi normaldi. Beyin MR incelemesinde her iki periventriküler derin beyaz cevherde sinyal artımı, hipoksik iskemik değişiklik? ) saptandı. BULGULAR: Hastada pericentrin (PCNT) geninde c.5180dupA, p.Asn1727LysfsTer14 homozigot çerçeve kayması mutasyonu saptandı. SONUÇ: MPOD II de ağır intrauterin ve postnatal büyüme geriliği, mikrosefali ve spesifik yüz görünümü ile karakterizedir ve bu bozukluğu olan hastaların serebrovaskuler anormallik açısından taranması gereklidir. Anahtar Kelimeler: Mikrosefali, pericentrin, intrauterin büyüme geriliği 107 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-038 Persistent Müllerian Kanal Sendromlu (PMKS) Bir Olgu ve AMH Geninde Yeni Tanımlanan Mutasyon Ayça Altıncık1, Fahri Karaca2, Hüseyin Onay3 Denizli Devlet Hastanesi,Çocuk Endokrinolojisi Kliniği,Denizli Denizli Devlet Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği,Denizli 3 Ege Universitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik AD,İzmir 1 2 Persistent Müllerian Kanal Sendromu (PMKS), normal erkek fenotipi ve 46,XY karyotipi varlığında, müllerian doku artıkların (tuba uterina, uterus ve vajenin 1/3 üst kısmı) bulunmasıyla karakterize bir tablodur. Sendrom, anti- müllerian hormon (AMH) geninde mutasyon sonucunda fetal sertoli hücrelerden AMH salınımının yetersizliği veya AMHreseptör (AMHR) genindeki defekt nedenli AMH’nın etkisiz olması nedenli görülür. Dört aylık erkek olgu, bilateral inmemiş testis nedenli çocuk cerrahi polikliniğinden yönlendirildi. Fizik muayenesi normal erkek tipi dış genitalya ile uyumluydu (penil boy 3.5 cm, skrotum maturasyonu normal). Laboratuvar tetkiklerinde yaşına uygun gonadotropin (FSH:0.91 mIU/mL,LH:1.23 mIU/mL, Testosteron <0.13 ng/mL) düzeyleri ölçüldü. AMH düzeyi ölçülebilir sınırın altında saptandı (<0.01 ng/mL,Düzen Laboratuvarı,Ankara). HCG uyarı testi (1500 IU, 3 gun, günaşırı) sonunda serum testosteron değeri 7.96 ng/mL saptandı. Skrotum ve batın ultrasonografisinde sol gonad görüntülenemedi, sağ intraabdominal yerleşimli olarak raporlandı. Laparoskopik değerlendirmede, rudimente uterus and fallop tüpleri ve bunların ucuna yerleşmiş testis ile uyumlu gonadal dokular tespit edildi. Periferik kandan yapılan karyotip analizi 46,XY saptanan olgunun moleküler genetik analiz çalışmasında, AMH geninde daha önce tanımlanmamış homozigot mutasyon (p.C526F (c.1577G>T) saptandı. Olguya müllerian doku eksizyonu yapıldı ve aşamalı orşiopeksi planlandı. Bu yazı ile bilateral kriptorşidizm ile başvuran olgularda AMH ölçümünün önemi vurgulanmak istenmiş ve AMH geninde yeni bir mutasyon raporlanmıştır. Anahtar Kelimeler: AMH, DSD, Kriptorşidizm 108 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-039 Vanishing Testis Sendromu Olgu Sunumu Hüseyin Anıl Korkmaz Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi, Pediatri Endokrinoloji Bölümü, Balıkesir, Türkiye. GİRİŞ: Cinsiyet farklılaşması, hormonal ve genetik faktörlerin etkileşmesi ile oluşmaktadır. Bireyin cinsiyet kromozomlarına ve transkripsiyonel faktörlerin etkisine göre, embriyonik bipotansiyel gonadlardan testis veya over oluşmaktadır. Gonadlardan salgılanan hormonal faktörler, erkek ve kız fenotipinin gelişmini doğrudan etkilemektedir. Vanishing testis sendromu kriptorşidizm olgularının %5’inden azında görülmektedir. OLGU: 7 yaş 2 aylık erkek olgu testislerinin skrotumda olmaması nedeniyle ile başvurdu. Öyküsünden 1.5 yaşında testislerini bulmak için operasyon uygulandığı ve testis dokusunun bulunmadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde kilo:27 (75-90p, 0,89 SDS), boy 133,6 cm (97p, 2 SDS), vücut kitle indeksi: 15,13 (25-50p), A-P1, haricen erkek fenotipinde ve penisin kalınlığı 1 cm ve gerilmiş penis boyu 5 cm saptandı ve skrotumda testis saptanmadı. Hormonal tetkiklerinde FSH: 33,02 mIU/ml, LH: 0,54 mIU/ml, ve total testesteron: <0,45 ng/ml saptandı. Adrenal yetmezlik açısından gönderilen ACTH ve serum kortizol düzeyleri normal saptandı. Pelvik ultrasonografisinde uterus ve over saptanmadı. Skrotal ultrasonografisinde testis saptanmadı. Batın manyetik rezonans incelemesinde gonad saptanmadı. Karyotip analizi 20 metafazda 46 XY saptandı. Hastaya uygulanan 3 gün 1500 ünite/doz olarak uygulanan HCG stimulasyon testine testesteron yanıtı alınmadı. Hastada vanishing testis sendromu tanısı konularak izleme alındı ve puberte sırasında hormon tedavisi planlandı. SONUÇ: Kriptorşidizm olgularında vanishing testis sendromu ayırıcı tanıda gözönünde bulundurulmalıdır. Erken tanı ve tedavi, hipogonadizm komplikasyonların gelişimini önleyecektir. Anahtar Kelimeler: Vanishing testis, agenezi, kriptorşidizm 109 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-040 Nadir Bir 46 XX Cinsel Gelişim Bozukluğu Nedeni: Aromataz Eksikliği Fatma Dursun, Heves Kırmızıbekmez Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul GİRİŞ: Aromataz östrojen sentezinde anahtar enzimdir ve CYP19A1 geni tarafından kodlanır. 46 XX cinsel gelişim bozukluğunun(CGB) nadir nedenlerinden biridir. 1991 yılında ilk tanımlanmasından bu yana yaklaşık 33 vaka bildirilmiştir. Burada da daha önce tanımlanmamış ekzon 6 da homozigot delesyona bağlı bir aromataz eksikliği vakası sunulmuştur. OLGU: 23 haftalık, erken membran rüptürü nedeniyle sezeryan ile doğan prematüre hasta, postnatal 30. gününde batın ultrasonografide uterus görülmesi nedeniyle endokrine danışıldı. Prematürite nedeniyle doğum sonrası entübe edilerek sürfaktan verilmiş, inmemiş testisler ve hipospadias prematüre olmasına bağlanmış, 46 gün entübe kalmıştı. Aralarında birinci derece kuzen evliliği olan sağ ve sağlıklı 25 yaşında anne ve 27 yaşında babanın ilk yaşayan çocuğuydu. Anne daha önce iki defa düşük yaptığı için hamilelikte coraspirin ve 4. Ayda, bir ay süreyle progesteron kullanmış. Annede hamilelikte virilizasyon, ses kalınlaşması öyküsü yoktu. Hastanın fizik muayenesinde genitalyası prader evre 3, dorsal fallus 2x1 cm, ventral fallus 1.6x1 cm, kordi mevcut, testisler palpe edilemedi, yenidoğan yoğunbakımda entübe olarak izlenmekte idi. Laboratuvar tetkiklerinde 17OHP: 41 ng/ml, DHEASO4:>1500 µg/ml, testosteron: 294 ng/dl, FSH:1.3 IU/L, LH: 0.48 IU/L, Estradiol<10 pg/ml, progesteron:4.7 ng/ml. Karyotip analizi 46 XX idi. Hastaya yapılan klasik ACTH testi 21 hidroksilaz eksikliğine bağlı basit virilizan KAH ile uyumlu idi. Hastaya bu nedenle hidrokortizon 10 mg/m2/ gün, 3 dozda başlandı. 21 hidroksilaz eksikliği için genetik analizi yapıldı, normal geldi. Hastanın takibinde 7 mg/m2/gün hidrokortizon tedavisi ile çok düşük androjen düzeylerinin olması ve 21 hidroksilaz gen analizinin normal gelmesi nedeniyle, hasta yatırılarak hidrokortizon kesilip, tekrar klasik ACTH testi yapıldı. ACTH testi normal gelince anne tekrar sorgulandı. Anne hamilelikte sesinin boğuklaştığını ifade etti. Hastadan aromataz eksikliği açısından CYP19A1 gen analizi gönderildi. Ekzon 6 da homozigot delesyon tespit edildi. Hastanın hidrokortizon tedavisi tamamen kesildi. Anahtar Kelimeler: aromataz eksikliği, 46 XX, cinsel gelişim bozukluğu 110 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-041 49,XXXXY Sendromlu Bir Çocukta Konjenital Hipotiroidi Edip Unal1, Ruken Yıldırım2, Funda Feryal Taş1, Yusuf Kenan Haspolat1 Dicle Üniversitesi, Çocuk endokrinoljisi AD, Diyarbakır Diyarbakır Çocuk Hastanesi, Diyarbakır 1 2 49,XXXXY sendromu nadir görülen seks kromozom anöplöidi durumlarından biridir. Hipogonadizm, mental retardasyon ve radioulnar sinositoz gibi klasik bulgularla birlikte, atipik yüz görünümü, kardiyak patolojiler, kognitif fonksiyonlarda bozulma ve öğrenme problemleri sık görülmektedir. Olgu Sunumu Gelişme geriliği nedeniyle getirilen 14 aylık erkek hastanın sağlıklı anneden miadında 1700 gr olarak doğduğu, doğumdan sonra yarık damak ve gelişme geriliğinin olması nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesine yatırıldığı, yatışının sekizinci gününde yapılan tetkiklerinde hipotiroidi (TSH: 62.4 ml/IU(1.19-10.72), FT4:10.1 pmol/L(11,819,2),Tiroglobulin:500 ng/ml) saptanarak L-tiroksin başlandığı, desteksiz oturmaya yeni başladığı ve henüz konuşamadığı öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde atipik yüz görünümü (hipertelorizm, burun kökü basıklığı, düşük kulak) ve yarık damağı mevcut idi. Ağırlığı 7 kg (<3p, SDS:-4.09 ), boyu 70 cm (<3p, SDS: -3.67 ) ve baş çevresi 44 cm (<3p, SDS:-2.93 ) olan hastada 1-2/6 sistolik üfürüm mevcuttu. Genital muayenesinde gergin penis boyu 2,2 cm, skrotum hipoplazik ve testisler bilateral palpe edilemiyordu. Skrotal ultrasanografi (USG) ile testis dokusu saptanamadı. Hormonal tetkiklerinde FSH 20,4 mIU/ml (0,22-1,92), LH 0,7 mIU/ml (0,02-0,3), TSH 0,28 mIU/ml (0,27-4,2), sT4 16,8 pmol/L (12,3-22,8), sT3 5,73 pmol/L (3,69-8.46), kortizol 10,5 mcg/dl, total testosteron (T) 0,03 ng/ml, dihidrotestesteron (DHT) 237 pg/ml, androstenodion (A) 0,09 ng/ml, 17 hidroksiprogesteron 0,73 ng/mL (0,03-0,9) olarak saptandı. Periferik kan lenfositlerinden yapılan kromozom analizi 49, XXXXY olarak rapor edildi. Hastada bilateral inmemiş testis olması nedeniyle insan koryonik gonadotropin (hCG) testi yapıldı. Belirgin testosteron yanıtı olan hastada orşiopeksi planlandı. Eşlik edebilecek patolojilerin ekarte edilmesi açısından yapılan ekokardiyografi (EKO) ile PFO, ön kol grafilerinde solda radioulnar sinositoz saptandı. Sonuç 49. XXXY sendromunun nadir görülmesi, kardiyak patoloji, iskelet anomalileri, hipogonadizm ve psikolojik sorunların sık görülmesi nedeniyle multidisipliner bir yaklaşımla takip edilmesi gerektiğini vurgulamak ve bildiğimiz kadarıyla konjenital hipotiroidinin eşlik ettiği ilk olgu olması nedeniyle sunulmuştur Anahtar Kelimeler: hipogonadizm, mental retardasyon, radioulnar sinositoz 111 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-042 Gonadal Dizgenezili Olguların Değerlendirilmesi: 18 Yıllık Deneyim Merih Berberoğlu, Zeynep Sı̇ klar, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cinsiyet Tespit Kurulu Üyeleri Ankara Universitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara GİRİŞ-AMAÇ: Gonadal disgeneziler (GD), gonadların yeterince gelişememesi sonucu ortaya çıkan, heterojen bulgular içerebilen, nadir görülen bir cinsiyet gelişim bozuklukluğu (CGB) dur. Fenotipik olarak tam ya da kısmi GD; kromozom yapısına göre 46,XY GD, 46,XX GD ve 45X/46,XY karma GD olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışmada BD’mızda izlenen GD’li olguların özelliklerinin ortaya konulması bu konuda tanı ve tedavi açısından yapılabilecek çalışmalara öncül bilgi sağlanması amaçlanmıştır. Olgular ve YÖNTEM: Gonad gelişim bozuklukları nedeniyle 1998-2016 yılları arasında izlenen 51 olgu içinden 42 olgu GD, 9 olgu ovotestiküler CGB tanısı aldı. Başvuru yaşları 0-22 yaş arasında olan GD’li olguların klinik, laboratuar ve izlem bulguları değerlendirildi. Turner ve Klinefelter sendromlu olgular çalışma dışı bırakıldı. BULGULAR: 46,XY-GD grubunda 25 (4’ü tam, 21 kısmi GD), 45X/46,XY-karma GD grubunda 12 (4’ü tam, 8’i kısmi GD), 46,XXGD grubunda 5 olgu bulunuyordu. Ortalama başvuru yaşı tüm olgularda: 7.2, 46,XY-GD lerde 6,72, 45X/46XYGD’lerde 5,14, 46,XX-GD’lerde 15,26 yıl olup 45,X/46,XY grubunda tam GD’li olgular, 46,XY tam GD’li olgulara göre daha erken tanı almışlardı (11’e karşın 14,31 yaş). Boy kısalığı başta olmak üzere ek bulgular karma GD grubunda %75 (9/12), 46,XY-GD’lilerde %32 (8/25) oranında saptanırken, tüm olguların % 54’ünde ek bulgu yoktu. 46,XX-GD’li olguların 2’sinde Perrault sendromu tanısı konuldu. Ciddi anomalileri olan karma GD’li bir olgu kaybedildi. XY karyotipi taşıyan ve tam GD’si olan olguların tümü (N:8), cinsiyet seçim kararı kesinleşen kısmi GD’li olguların 4’ü (%13) kız olarak yetişti. Kız yetiştirme kararı alınan 1 olgu dışında cinsel kimlik karmaşası gözlenmedi. Ortalama 8.75 yaşta gonadektomisi yapılan olguların hiç birinde malignite saptanmadı. SONUÇ: GD’ler heterojen bir grubu oluşturmakta olup karma GD’li olgularda ek sistemik bulguların daha sık olması, özellikle tam karma GD’li olguların 46,XY ve 46,XX tam GD’li olgulara göre daha erken tanı almasına yol açabilmektedir. Olgularda seçilen cinsiyete uyumunun iyi olduğu görülmektedir. Gereken olgularda tümör gelişimi olmadan erken gonadektomi kararı alınması önemlidir. Anahtar Kelimeler: gonadal disgenezi, karma gonadal disgenezi, cinsiyet gelişim bozukluğu 112 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-043 46, XY Cinsiyet Gelişim Bozukluğunun Nadir Bir Nedeni; Persistan (Kalıcı) Müller Kanalı Sendromu Sezer Acar1, Ahu Paketçi1, Hüseyin Onay2, Korcan Demir1, Oğuz Ateş3, Ece Böber1, Ayhan Abacı1 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik AD, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD, İzmir 1 2 Giriş; Persistan (kalıcı) müller kanalı sendromu, müller yapıların (uterus, fallopi tüpleri, vajenin üst kısmı) gerilememesi ile karakterize nadir görülen 46, XY cinsiyet gelişim bozukluğudur. İnmemiş testis ve inguinal herni eşlik eden patolojilerdir. Bu sendromun nedeni anti-müllerian hormon (AMH, %45) veya AMH reseptör tip II (AMHRII, %40) genlerindeki fonksiyon kaybettirici mutasyonlardır. Olgu; On beş aylık olgu, CGB bozukluğu etiyolojisinin araştırılması amacıyla Çocuk Cerrahi bölümü tarafından yönlendirildi. Fenotipik erkek görünümlü olgunun, doğumdan itibaren bilateral inmemiş testis neden ile takip edildiği, başvurudan iki hafta önce testislerin indirilmesi amacı ile yapılan laparoskopik incelemede müller yapılar (uterus, fallopi tüpleri) saptanması üzerine, over görünümlü bilateral gonadlardan sadece biyopsi yapılarak işlemin sonlandırıldığı öğrenildi. Özgeçmişinden, 27 yaşındaki annenin ilk gebeliğinden zamanında, 2800 gr olarak doğduğu; soy geçmişinden, anne-babası arasında akrabalık ve ailesinde benzer hastalık olmadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde, gergin penis boyu 4,5 cm ölçüldü, gonadlar palpe edilemedi, skrotum hipoplazik olarak değerlendirildi. Laboratuvar incelemesinde, FSH 1,27 IU/mL (1,27-19,26 IU/mL), LH <0,2 IU/mL (0,03-3,9 IU/mL), total testosteron <0,1 ng/mL, DHEA-S <2 µg/dL (1-41 µg/dL), kortizol 6,9 µg/dL (normal 6,7-23 µg/dL), ACTH 44,1 pg/mL (normal 0-46 pg/mL), androstenodion <0,30 ng/mL (0,6-3,1 ng/mL), 17-hidroksi-progesteron 0,13 ng/mL (0,63-12,2 ng/mL) olarak saptandı. Düşük doz ACTH (1 µgr) testinde pik kortizol yanıtı (21,3 µg/dL) normaldi. Human chorionic gonadotropin testinde (3000 U/m2/gün’den gün aşırı üç doz) total testosteron düzeyindeki artış (3,39 ng/mL) yeterliydi. Gonad biyopsisi normal testis histolojisi ile uyumlu rapor edildi. Karyotipi 46,XY olarak saptandı. AMH düzeyi 105 ng/mL (33,4-342,5 ng/mL) olarak ölçüldü. Genetik analizinde, AMHRII geninde daha önce bildirilmiş homozigot [c.24G>A (p.W8X)] mutasyonu saptandı. Aileye genetik danışma verildi. Müller yapıların çıkarılması ve testislerin indirilmesi amacı ile çocuk cerrahisine yönlendirildi. Sonuç; Erkek fenotipinde olan ve bilateral inmemiş testis olgularında iç genital yapıların olası cinsiyet gelişim bozuklukları açısından erken dönemde değerlendirilmesi gerekliliğini ve olası riskler (infertilite, testiküler malignite riski) açısından erken müdahalenin önemini vurgulamak istedik. Anahtar Kelimeler: Persistan müller kanalı sendromu, inmemiş testis, 46,XY cinsiyet gelişim bozukluğu, kriptorşidizm 113 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-044 Corpus Callosum Hipogenezisinin Eşlik Ettiği 46 XY Cinsel Gelişim Bozukluğu Olgusu Özge Köprülü, Özlem Nalbantoğlu, Selma Tunç, Behzat Özkan Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği,İzmir GİRİŞ: Cinsel gelişimde çok sayıda transkripsiyon faktörünün etkisi olduğu bilinmektedir. Bu faktörler cinsel gelişim bozukluklarının yanı sıra başka organ ve dokularda da bozukluklara neden olmaktadır. 46 XY cinsel gelişim bozukluğu çok geniş klinik spektrumla karşımıza çıkabilmektedir. OLGU: 8 yaş 4 ay kız olgu, dış genital belirsizlik nedeniyle başvurdu. Hastanın özgeçmişinde; intaruterin gelişme geriliği, yenidoğan sarılığı, Gelişimsel Kalça Displazisi, Ventriküler Septal Defekt öyküsü mevcuttu. 3 aylıkken afebril konvülzyon nedeniyle başvurduğu merkezde ambigious genitale saptanarak yatırılmış. Hastanın soygeçmişinde; 11 yaşındaki kız kardeş (46 XX) ılımlı motor mental retardasyon ve idiopatik puberte prekoks nedeniyle takip edilmekte ve dayıda 3 aylıkken exitus öyküsü mevcuttu. Hastanın fizik bakısında; ağır hipotonik, mental retarde, dış genital bakısında iki açıklık mevcut, gonadlar nonpalpable ve fallus 3 cm’di. Hastanın tetkiklerinde tam kan sayımı, kan glukoz ve elektrolit değerleri, tiroid fonksiyon testleri ve metabolik tarama testleri normaldi. Hastanın hormon testlerinde; FSH yüksek, LH normal, testosteron düşük, östradiol düşük, adrenal androjenler, ACTH ve kortizol normal sınırlarda idi. Bhcg uyarı testinde testosteron artışı yok, testosteron/dihidrotestosteron oranı düşüktü. Hastanın genetik incelemesinde; karyotip 46 XY, SRY (+), SRD5A2 geninde mutasyon yoktu. Hastanın çekilen Pelvik USG ve Pelvik MRG’ında; uterus, over ve testis izlenmedi, Kranial MRG’ında ise corpus callosum hipogenezisi ve ılımlı ventriküler dilatasyonu mevcuttu. Hastanın 14 aylık iken yapılan Laparoskopik incelemesinde; kör sonlanan vajen mevcuttu, uterus ve gonad görülmemişti. Hastada ‘Mental retardasyon, epilepsi ve corpus callosum hipogenezisinin eşlik ettiği 46XY Cinsel Gelişim Bozukluğu’ olması nedeniyle X’e bağlı geçiş gösteren ARX mutasyonu ön planda düşünüldü ancak dizi analizinde ARX mutasyonu saptanmadı. İleri genetik incelemeler devam etmektedir. SONUÇ: Yeni genetik tanı yöntemleri ile hastalara tanı konulabilmektedir. Bu sayede prenatal tanı ile ailelere sağlıklı çocuk sahibi olma şansı sağlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Corpus Callosum Hipogenezisinin, 46 XY Cinsiyet Gelişim Bozukluğu, konvulzyon 114 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-045 AMH Reseptör Geninde Yeni Mutasyon Saptanan Persistan Müllerian Kanal Sendromlu İki Kardeş Olgu Aydilek Dağdeviren Çakır1, Hande Turan1, Beyhan Tüysüz2, Hüseyin Onay3, Oya Ercan1, Olcay Evliyaoğlu1 İstanbul Üniversitesi,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,Çocuk Endokrinoloji BD,İstanbul İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,Çocuk Genetik BD,İstanbul 3 Ege Üniversitesi, Ege Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik AD,İzmir 1 2 GİRİŞ: Persistan Müllerian kanal sendromu, embriyolojik gelişim esnasında Müllerian kanalın regrese olamaması ile karakterize, otozomal resesif kalıtımlı nadir bir 46,XY cinsel gelişim bozukluğudur. Olguların yaklaşık %45’inde antiMüllerian hormon(AMH) eksikliği ( tip 1) gözlenirken, %40’ında AMH reseptör defekti (tip 2) saptanmaktadır. İki taraflı inmemiş testis nedeniyle başvuran, AMHR2 geninde daha önce bildirilmemiş yeni mutasyon saptanan, kardeş olan 2 olguyu sunduk. OLGU: Dört yaşında erkek olgu iki taraflı inmemiş testis nedeniyle başvurdu. Fizik bakısında sağ testis inguinal kanalda ele gelirken, sol testis ele gelmedi. Dış cinsel yapısı normal erkek fenotipindeydi. Skrotal ultrasonografide sol testis görülemedi, sağ testis ise ileri derecede atrofikti. β- HCG uyarı testine testosteron yanıtı vardı (Başlangıç:8 ng/dl, doruk:150 ng/dl). Laporoskopik incelemede mesanenin posteriorunda uterus benzeri yapı görüldü, sağ testis inguinal kanal ağzında, sol testis mesane arkasındaydı. Olgunun 2 yaşındaki erkek kardeşi de sağ testisinin ele gelmemesi nedeniyle başvurdu. Fizik bakısında sağ testis ele gelmemekte, sol testis ise inguinal kanalda ele gelmekteydi. Dış cinsel yapısı normal erkek fenotipindeydi. B-HCG uyarı testine testosteron cevabı vardı(Başlangıç:10 ng/dl, doruk:249 ng/dl). Laporoskopik incelemede sağ ve sol testis yapılarının ortasında yerleşimli rudimenter uterus görüldü. Her iki olgununda AMH düzeyi 23 ng/ml (n:0,77-14,5), normalden yüksek bulundu. Kromozom analizleri 46,XY saptanan olgularda, mevcut bulgularla persistan Mullerian kanal sendromu düşünüldü. Anne, babası arasında 2. derece kuzen evliliği olan olgularda, yapılan genetik incelemede AMHR2 geninde homozigot p.V458L(c.1372G>T) mutasyonu saptandı. SONUÇ: Saptanan mutasyon daha önce bildirilmemiş yeni bir mutasyondur. Mutation Taster, Polyphen ve SIFT modelleme programları ile bulunan mutasyonun hastalığa neden olabileceği gösterilmiştir. Persistan Mullerian kanal sendromu nadir olmakla beraber, normal erkek dış cinsel yapısı olan inmemiş testis olgularında ayırıcı tanıda düşülmelidir. Anahtar Kelimeler: persistan Müllerian kanal sendromu, AMH, inmemiş testis 115 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-046 SOX9 Gen Duplikasyonuna Bağlı 46,XX Ovotestiküler Cinsel Farklılaşma Bozukluğu Alev Özön1, Ayfer Alikaşifoğlu1, Nazlı Gönç1, Doğuş Vurallı1, Gönül Büyükyılmaz1, Pelin Özlem Şimşek Kiper2, Gülen Eda Utine2, Diclehan Orhan3, Tutku Soyer4, Orkun Akman3, Koray Boduroğlu2, Mehmet Alikaşifoğlu5 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Genetik BD, Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Patoloji BD, Ankara 4 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD, Ankara 5 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik AD, Ankara 1 2 3 GİRİŞ: SOX9 erkek cinsel farklılaşmasında önemli rol oynayan bir transkripsiyon faktörüdür. SOX9 gen duplikasyonu SRY(-) 46, XX bireylerde testis farklılaşmasına yol açarak 46, XX cinsel farklılaşma bozukluğu (CFB) olan hastalarda patojeniteden sorumlu olabilir. 46, XX, SRY(-), SOX 9 duplikasyonu olan olguların bazılarında ovotestiküler gonad gelişimi saptanırken bazı olguların normal erkek dış genitalyasına sahip olduğu ve infertilite nedeniyle araştırılırken tanı aldığı bilinmektedir. Burada SOX9 gen duplikasyonu tespit edilen 46, XX CFB tanılı bir olgu sunulmuştur. MATERYAL-METOD: 1 yaş 7 aylık cinsiyet belirsizliği nedeniyle başvuran olgunun öyküsünde doğumda ambigus genitalya saptanarak dış merkezde tetkik edildiği, dört ay süreyle ayda bir kez 50 mg testosteron enantat (im) uygulandığı öğrenildi. Soygeçmişte halada da benzer şekilde cinsiyet belirsizliği olduğu ve bu nedenle birkaç kez ameliyat edildiği öğrenildi. Fizik muayenede sol gonad labioskrotal kıvrımda, sağ gonad inguinal kanalda palpe edildi. Fallus 3.7 cm uzunluğunda ve kavernöz doku iyi gelişmişti, ağır kordee mevcuttu. Penoskrotal transpozisyon saptanan olguda uretral meanın perineye açıldığı ve urogenital sinüs açıklığının tek olduğu gözlemlendi. Karyotip analizi 46 XX ile uyumlu ve SRY geni negatifti. Üç günlük hCG (3000 Ü/m2) testinde testosteron 185 ng/dl dihidrotestosteron 113.34 pg/ml testosteron/dihidrotestosteron oranı: 16.3 androstenedion: <0.30 ng/ml saptandı. Pelvik ultrasonografide uterus izlenmedi. Sistoskopide perineal meanın hemen başlangıcında kör sonlanan vajen (veya utrikul), bu açıklığın üst kısmında erkek tipi uretra görüldü. Laparoskopide her iki tarafta ductus deferensler görüldü, uterus ve tüp gibi iç genital yapılar yoktu. İnguinal eksplorasyonla her iki gonaddan da biyopsi alındı. Biyopsi bilateral ovotestis ile uyumluydu. Agilent SurePrint® G3 CGH 8x60K Human Microarray Kiti kullanarak gerçekleştirilen mikrodizin analizinde 17. Kromozomun uzun kolunda (17q24.3) SOX9 geninin 5’ ucunda 819 kb duplikasyon Arr[hg19]17q24.3(6915100369970418)X3, saptandı ve bu değişikliğin hastanın kliniğinden sorumlu olduğu düşünüldü. SONUÇ: 46, XX CFB olan SRY(-) bireylerde SOX9 gen duplikasyonunun testis ya da ovotestis farklılaşmasına yol açabileceği ve klinikten sorumlu olabileceği akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: SOX9 geni, SRY geni, 46,XX cinsel farklılaşma bozukluğu 116 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-047 Amenore Yakınması İle Gelen ve Tip 1 Leydig Hücre Hipoplazisi Saptanan Olgu Gülay Karagüzel1, Dicle Aydemir1, Alper Han Çebi2, Recep Polat1, Ayşegül Cansu3 Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji B.D. Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik A.D. Trabzon 3 Karadeniz teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji A.D., Trabzon 1 2 GİRİŞ: Luteinizan hormon ve koryonik gonadotropin reseptörü (LHCGR) erkek cinsiyet farklılaşmasında önemli rol oynar. LHCGR'deki fonksiyon kaybı mutasyonları erkeklerde değişken fenotipik spektrumda leydig hücre hipolplazisi (LHH) ile 46, XY cinsel gelişim farklılığına neden olur. Burada, kliniğimize adet görememe yakınmasıyla getirilen ve Tip 1 LHH saptanan bir olguyu nadir görülmesi nedeniyle sunuyoruz. OLGU: 16 yaşında kız hasta hiç adet görememe yakınması ile kliniğimize getirildi. Öyküsünden hiç meme gelişiminin de olmadığı öğrenildi. Anne ve baba hala-dayı çocukları idi. Fizik muayenesinde; boyu 180.5 cm (boy SDS +3.64), kilo 75 kg (kilo SDS +3.08), kemik yaşı 14, kan basıncı 115/65 mmHg, memeleri bilateral prepubertal, pubik kıllanması Tanner evre 3, aksillar kıllanması vardı ve dış genitalyası normal dişi fenotipindeydi. Her iki inguinal kanalda 2x1 cm palpabl kitlesi vardı. Laboratuvarında; LH: 22.2 mIU/mL, FSH: 3.5 mIU/mL, estradiol <10 pg/mL, testesteron 0.14 ng/ml ve hCG testine testesteron yanıtı yetersizdi. Pelvik ultrasonografisinde uterus ve overler görüntülenemedi, inguinal bölgedeki kitle testisle uyumlu raporlandı. Kromozom analizi 46,XY saptanması üzerine ayırıcı tanı için çalışılan LHCGR geninde homozigot mutasyon saptandı. Kendisi ve ailesinin isteği ile kız olarak yetiştirilmesine karar verilen hastaya bilateral gonadektomi yapılarak estrojen tedavisi başlandı. SONUÇLAR: Tip 1 LHH nadirdir, komplet LH direnci vardır ve hastamızda olduğu gibi dişi fenotipi görülür. Tip 2 LHH’inde ise kısmi LH direnci vardır, maskülinizasyon geriliği ve fertilite bozukluğu başlıca bulgulardır. 46,XY cinsel gelişim farklılığı nedeniyle araştırılan hastalarda ayırıcı tanıya giderken, nadir görülse de LHCGR mutasyonu akla gelmelidir. Anahtar Kelimeler: 46XY cinsel gelişim farklılığı, amenore, leydig hücre hipoplazisi 117 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-048 Boy Kısalığının Eşlik Etmediği Bir Turner Sendromu Varyantı: 46,X,i(Xp) Gulay Can Yilmaz1, Cengiz Kara1, Hatice Mutlu Albayrak2, Eda Çelebi Bitkin1, Jamala Mammadova1, Murat Aydın1, Gönül Oğur2 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi BD,Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Genetik BD,Samsun 1 2 GİRİŞ: Turner sendromu kızlarda 2000-2500 canlı doğumda bir görülen genetik bir hastalıktır. En sık bulgusu boy kısalığı ve over yetmezliğidir. Turner sendromunda boy kısalığının sebebi X kromozomu kısa kolu üzerinde yer alan SHOX genin eksikliğidir. Burada, prematür over yetmezliği nedeniyle tanı alan ancak boy kısalığı olmayan Turner sendromlu bir hasta sunulmaktadır. OLGU: On yedi yaşındaki kız hasta adet görmeme nedeniyle başvurdu. Fizik muayenede boy 164,5 cm (0,26 SDS), ağırlık 81 kg (2,8 SDS), VKI 30,04 (2,3 SDS), meme evre 2, pubik kıllanma evre 4 idi. Primer amenore nedeniyle yapılan değerlendirmede FSH 50 mU/mL, LH 33 mIU/mL ve E2 30,3 pg/mL saptandı. Prematür ovariyan yetmezlik tanısı alan hastaya etiyolojik değerlendirme için karyotip analizi yapıldı. Hastanın karyogramı 46,X,i(Xp) olarak raporlandı ve FISH analizi ile doğrulandı. Turner sendromu tanısı konan hastaya östrojen replasmanı başlandı. TARTIŞMA: Turner sendromu en sık 45,X monozomisi şeklinde görülür. %30 mozaism %10 izokromozom saptanır. Hastamızda saptanan izokromozom Xp nadir olup Turner sendromlu hastalarda daha çok izokromozom Xq tanımlanır. Boy kısalığı ile ilişkili olan SHOX geni p kolu üzerinde bulunurken, over yetmezliği ile ilgili genler hem p hem de q kolunda bulunur. Xp delesyonlarında ve izokromozom Xq karyotipinde SHOX gen eksikliğine bağlı boy kısalığı ve yanında over yetmezliği gelişirken, p kolunun korunduğu durumlarda boy kısalığı beklenen bir bulgu değildir. Bu olguda da görüldüğü üzere, over yetmezlik bulguları ile gelen her hastada boy kısalığı olmasa bile karyotip incelemesi mutlaka istenmelidir. Anahtar Kelimeler: turner sendromu, izokromozom Xp, ovaryan yetmezlik 118 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-049 46,XY Cinsiyet Gelişim Bozukluklarında Hipospadias Elvan Bayramoğlu, Veysel Nijat Baş, Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Ankara GİRİŞ-AMAÇ: Hipospadis yaygın bir konjenital anomali olup, etiyolojisi tam olarak aydınlatılamamıştır. Genetik, hormonal ve çevresel faktörler hipospadias etiyolojisinde suçlanmaktadır. Çocuk endokrinoloji pratiğinde hipospadias kuşkulu genitalyanın başvuru bulgusu olabilmektedir. 46,XY cinsiyet gelişim bozuklukları (CGB) izole hipospadiastan, erkek ve dişi dış genital yapıya kadar geniş bir spektrumda karşımıza gelebilmektedir. Bu çalışmada 46,XY CGB tanısı almış hastalarda izole veya eşlik eden ek genital anomalilerin dağılımları gözden geçirilerek 46,XY CGB’de hipospadiasın yeri ve sıklığının araştırılması amaçlandı. GEREÇ-YÖNTEM: 2009-2016 yılları arasında kliniğimizde 46,XY CGB tanısı alan hastaların tanı dağılımları, başvuru muayene bulguları değerlendirilerek, tanıda hipospadiası olan olgular, hipospadiasın yeri ve eşlik eden diğer dış genital bulgular bakımından incelendi. Hipospadias penis ortasında (midpenil şaft) ve daha proksimalde ise proksimal, distalde ise distal hipospadias olarak tanımlandı. BULGULAR: 46,XY CGB tanısı alan 77 olgunun tanı yaşları 15 gün ile 18 yıl arasında değişmekteydi (ortalama 4,4±5,7yıl). Tanı dağılımına bakıldığında; 44 olgu(%57,1) 5-α redüktaz eksikliği, 10’u(%13) komplet androjen direnci, 6’sı(%7,8) parsiyel androjen direnci, 7’si(%9,1) gonadal disgenezi ve diğerlerinin daha nadir hastalıklar olduğu görüldü. Olguların %46,7’sinde(n:36) tanıda proksimal hipospadias bulunduğu ve bunların 6’sının(%16,6) izole hipospadias olduğu görüldü. %8,3’ünde(n:3) proksimal hipospadiasa kordinin, %8,3’ünde(n:3) bifid skrotumun, %36,1’inde(n:13) mikropenisin, %19,4’ünde(n:7) inmemiş testisin, %11,1’inde(n:4) mikropenis ve inmemiş testisin birlikte eşlik ettiği görüldü. Proksimal hipopadiaslı olguların tanısal dağılımlarına bakıldığında çok büyük bir kısmını (%80,5 n:29) 5-alfa redüktaz eksikliğinin oluşturduğu, diğer tanıların ise parsiyel androjen direnci (%11,1 n:4), miks gonadal disgenezi (%2,7 n:1), 3-β hidroksisteroid dehidrogenaz eksikliği (%2,7 n:1) ve Danny-Drash sendromu (%2.7 n:1) olduğu görüldü(Tablo-1). SONUÇ: Bu çalışmada 46,XY CGB tanısı alan olguların %46,7’sinde başvuruda proksimal hipospadias olduğu ve bunların %16,6’sının izole olduğu görüldü. Distal hipospadias hiçbir hastada rastlanmadı. Distal hipospadiasın yaygın görülen bir konjenital anomali kategorisinde değerlendirilmesi gerekirken, proksimal hipospadiasın 46,XY CGB’nin önemli bir bulgusu olabileceği ve bu bakımdan ileri incelemelere gerek olduğu sonucuna ulaşıldı. Anahtar Kelimeler: 46,XY cinsiyet gelişim bozuklukları, hipospadias, klinik spektrum 119 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-050 46,XY Cinsiyet Gelişim Bozukluğu Ayırıcı Tanısında Frasier Sendromu: Bir Vaka Takdimi İsmail Dündar, Aysehan Akıncı, Emine Çamtosun İnönü Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD, Malatya GİRİŞ: Frasier sendromu; çocukluk döneminde başlayarak böbrek yetmezliğine ilerleyen glomerulonefropati, gonadal disgenezi ve disgenetik gonaddan gonadal tümör (gonadoblastom) gelişimi ile karakterize bir sendromdur. Frasier sendromu WT1 geninde (sıklıkla intron 9’da) mutasyon sonucu ortaya çıkar, otozomal dominant geçişli olabileceği gibi de novo da görülebilir. WT1 genindeki mutasyonlar ayrıca Wilms Tümörü, Denys-Drash sendromu, erken başlangıçlı nefrotik sendrom, Meacham sendromu, Glomerulonefrit, WAGR sendromu gibi çok sayıda hastalığa neden olmaktadır. Frasier sendromunda 46,XY olgular sıklıkla tamamen dişi görünümünde olup amenore ile başvurlar. Gonadlar genellikle band şeklindedir ve Müller yapılar kaybolmamıştır. Burada amenore ve boy kısalığı ile başvuran ve Frasier sendromu tanısı alan bir olgu sunulmuştur. OLGU: 17 yaşında kız hasta boy kısalığı ve primer amenore nedeniyle başvurdu. Hastanın öyküsünden kronik böbrek yetmezliği nedeniyle beş yıldır izlendiği, 1.5 yıl önce böbrek nakli yapıldığı, iki yıl önce dış merkezde bilateral gonadoblastom nedeniyle opere olduğu öğrenildi. Fizik muayenesinde dış genitalyası tamamen kız görünümündeydi, meme evre 1 ve pubarşı yoktu. Laboratuvar değerlendirmesinde FSH: >170 mIU/ml, LH: 133 mIU/ml, Estradiol:21pg/ml idi. Pelvik USG’de uterus izlendi, opere olduğundan gonadlar izlenmedi. Kromozom analizi 46,XY ve SRY(+) olarak saptandı. Frasier sendromu düşünülen hastanın genetik analizinde WT1 geninde daha önce tanımlı bir mutasyon olan IVS9+5G (Heterozigot) mutasyonu saptandı. Hastaya östrojen tedavisi başlandı. SONUÇ: Çocukluk çağı başlangıçlı progresif glomerulonefropatisi, böbrek yetmezliği olan hastalarda amenore etyolojisinde 46, XY cinsiyet gelişim bozukluğu nedenlerinden biri olan Frasier sendromu akla gelmelidir. Hastalık erken tanındığında gonadektomi yapılarak gonadoblastom gelişmesi önlenebilir. Anahtar Kelimeler: Frasier sendromu, gonadal disgenezi, 46,XY Cinsiyet Gelişim Bozukluğu, WT1 geni 120 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-051 46XY Cinsel Gelişim Bozukluğunun Nadir Nedeni: 17α-hidroksilaz Eksikliği Yaşar Cesur1, İlker Tolga Özgen1, Esra Kutlu1, Gözde Yeşil2 Bezm-i alem Vakıf Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji BD, İstanbul Bezm-i alem Vakıf Üniversitesi Tıbbi Genetik AD, İstanbul 1 2 17α-hidroksilaz eksikliği, CYP17A1 genindeki mutasyon sonucu gelişen kortizol sentezinde azalma, fazla ACTH üretimi, P450c17’nin proksimalindeki basamakların uyarına yol açan, 46XX karyotipli bireylerin fenotipik olarak normal olduğu, ancak adrenarş ve pubertal bulguların gelişmediği, 46XY karyotipli bireylerde ise dış genitalya’nın gelişmediği veya yetersiz geliştiği hipertansiyon, hipernatremi, hipokalemi, renin ve aldosterone düzeylerinde baskılanmanın görüldüğü otozomal resesif kalıtılan konjenital adrenal hiperplazinin nadir görülen bir tipidir. Burada ergenlik gecikmesi ile gelen ve 17α-hidroksilaz eksikliği tespit edilen bir kız sunulmaktadır. VAKA: I. derece kuzen evliğinden doğan 14 yıl 3 aylık kız hasta, zayıflık ve ergenlik gecikmesi yakınmaları ile getirildi. Özgeçmişinde hipertansiyon nedeni ile araştırıldığı, ancak uzun süreli tedavi almadığı öğrenildi. Fizik muayenesinde boyu 140,1 cm (-3,18 SDS), ağırlık 45,2 kg (28. persentil), puberte bulgu olmayıp dış genital yapı normaldi. Laboratuar incelemesinde kemik yaşı 8 yıl 3 ay; glukoz 87, Na: 138 mEq/L, K: 3,84 mEq/L. LH 28,88 mIU/mL, FSH 49,09 mIU/mL, E2 13 pg/mL, prolaktin 13,92 ng/mL, AMH 18,085 ng/mL (0,62-11), total testosteron <0,13 ng/mL, DHEAS 27,4 ug/dL, tiroid fonksiyon testleri normal. Pelvik US’de pelviste uterus yada overler izlenmedi. Pelvik MR’da uterus, her iki over ve vajen izlenmedi (agenezi ?). Her iki labium majusa yönelik US incelemede iç gonodal yapılara ait görünüm saptanmadı. Karyotip analizi 46XY. 17OHP: <0,04 ng/mL, renin: 4,6; ACTH: >1250 pg/mL (N <46), kortizol: 0,2 ng/mL, aldosteron: 5,3 ng/mL (N 3,7-43,2); androstenedion: <0,01 ng/mL (N 0,39-2), progesteron 5,3 ng/mL (erkeklerde N 0,1-0,2), 11-deoksikortizol 0,2-0,178-0,236 ng/mL (N <1,07), DHEAS 22,3-22,322; ACTH testinde kortizolda hiç yükselme olmayan hastada adrenal yetmezlik kabul edilerek hidrokortizon tedavisi başlandı. CYP17A1 gen dizi istendi. SONUÇ: Pubertal bulgu geliştirmeyen ve pelvik US’de uterus ve fallopian tüpler tespit edilmeyen kızlarda karyotip bakılması ve 46 XY karyotipi tespit edilmesi durumunda17-hidroksilaz eksikliğinin ayırıcı tanıda düşünülmesi gerektiği vurgulandı. Anahtar Kelimeler: 17α-hidroksilaz eksikliği, cinsel gelişim bozukluğu, 46XY 121 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-052 Aynı Hastada Farklı İki Klinik Bulgu ile Sertoli Cell Only Sendromu Gül Direk, Zeynep Uzan Tatlı, Ülkü Gül Şiraz, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri GİRİŞ: Sertoli cell only sendromu germinal aplazi olarak da bilinen testis histolojilerinde seminifer tubullerin sadece sertoli hücrelerini içerdiği durumdur. Sertoli hücreleri kan testis bariyerinin oluşumunda görev alan sperm üretiminden sorumlu hücrelerdir ve FSH salınımının kontrolündedirler. Fizik muayene bulgularından ziyade tanı testis biopsisi ile konur. Bu vaka Sertoli Cell Only Sendromu çocukluk çağında kriptorşidizm ve mikropenis ile karşımıza çıkabileceği için sunulmuştur. OLGU: Yirmiüç yaşındaki annenin miad gebeliğinden sezeryan ile 2670 gr ağırlığında doğan erkek bebeğin penis boyu <2.5 cm ölçüldü ve testisler bilateral skrotumda palpe edilemedi. Diğer sistem muayeneleri normaldi. Bir yaşında bilateral inmemiş testisten opere edildi, 3 günlük HCG stimülasyon testinde total testosteron 1 ng/dl’den 280 ng/dl ye yükseldi. Dihidrotestosteron jel başlandı. Karyotip 46:XY bulundu. Sonrasında takiplerine devam etmeyen olgu dokuz yaşında kontrole getirildi. Fizik bakıda vücut ağırlığı 30 kg(50-75p) boy 128.1 cm (25-50p) testis volümleri 4/4, penis gerili boyu 4.3 cm aksiller kıllanma yok, pubik kıllanma evre 3 (DHT jel sonrası) Bazal FSH sı 17.4 mIU/ml, LH 0.58 mIu/ml, olup yapılan LHRH tesitinde pik LH 35.7mIU, pik FSH sı 83.4 mIU olarak ölçüldü, AMH 1.27 ng/ml (1.7-104) inhibin B 16 ng/L (24-310) olarak ölçüldü. Hastada Sertoli Cell Only açısından testis biopsisi yapıldı ve patolojide seminifer tübullerde sadece sertoli hücresi izlenmiş olup germ hücresi izlenmedi. Henüz tedavi verilmeyen hastanın ailesine karşılaşılabilinecek infertilite problemi ile ilgili bilgi verildi. SONUÇ: Sertoli Cell Only Sendromu sertoli ve leyding hücre fonksiyonlarının değişik derecelerde kaybının neden olabileceği farklı klinik presentasyonlarla karşımıza çıkabilir. Özellikle prepubertal dönemde testis boyutlarının anormalliği ve testosteron düzeyi arasındaki uyumsuzluk ile fark edilebilir. Aynı zamanda AMH ve inhibin B düzeyleri de sertoli Cell Only Sendromunun tanısında faydalı olabilir. Burada sertoli cell only sendromunun farklı klinik varyasyonlarda gelebileceği vurgulanmak istenmiştir. Anahtar Kelimeler: mikropenis, sertoli cell, testis 122 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-053 Hiperamilazeminin Eşlik ettiği Endokrinopatilerde Non-İnvazif Tarama Testi; Üriner Amilaz/Kreatinin Klerensi Ayça Törel Ergür1, Eda Yörgüç2, Sevinç Odabaşı Güneş1 Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD Kırıkkale Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 1 2 GİRİŞ: Çocuklukçağı amilaz yüksekliği pek çok hastalığa işaret edebilir; bunlardan birisi de endokrinopatilerdir. Karın ağrısıyla başvuran hastalarda amilaz yüksekliği saptanması durumunda ilk düşünülen hastalık genellikle akut pankreatit olmaktadır. Bu çalışmada üç farklı endokrinopatisi olan ve hiperamilazemi (HA) saptanan olgulara yaklaşım sunulmuştur. OLGU: OLGU 1: Tip 1 DM tanılı 14 yaşında kız olgu karın ağrısı, makat bölgesinde ağrı şikayetiyle başvurdu. Genel durumu kötü, ateş 38°C idi. Anal bölgede 5x5 cm apse, paraumblikal bölgede yaygın hassasiyet mevcuttu. Perianal apsesi drene edilerek antibiyotik tedavisi başlandı. Yatışının üçüncü gününde kan amilaz değerleri yükseldi, akut pankreatit ön tanısıyla kontrastlı BT çektirilmesi planlandı. Kontrastın ketoasidoz tablosunu ağırlaştıracağı düşünüldüğünden, ekartasyon açısından idrarda amilaz/kreatinin klirensi oranına (ACCR, amilaz-kreatinin koefisiyenti) bakıldı. Serum amilaz değeri en yüksek (687 U/L) saptandığı zamanda ACCR 1,2 hesaplandı. Serum amilaz değeri beşinci gün normal sınırlara indi. Kan şekeri regülasyonu sağlanan hasta taburcu edildi. OLGU 2: İyatrojenik adrenal yetmezlik ve myastenia gravis tanılı 11 yaşında erkek olgu solunum sıkıntısı, karın ağrısı nedeniyle başvurdu. Genel durumu orta, ateş 37°C, TA: 130/70 mmHg idi. Akciğerde ral, karın muayenesinde hassasiyet mevcuttu. Akciğer grafide infiltrasyon, ultrasonografide pankreasta ödem saptandı. Amilaz yüksekliği saptandı, antibiyotik ve IVIG verildi. Serum amilaz değeri en yüksek (529 U/L) saptandığı zamanda ACCR 1,5 hesaplandı. Serum amilaz değeri altıncı gün normal sınırlara indi. Takiplerinde solunum sıkıntısı ve karın ağrısı düzeldi, tedavisi düzenlenerek taburcu edildi. OLGU 3: 13 yaş kız olgu, TSH yüksekliği ve karın ağrısı şikayetiyle başvurdu. Fizik muayenede periumblikal hassasiyet mevcuttu. TSH:8,36 T4:1,34 T3:3,51, tiroid antikorları negatif amilaz: 103 idi. Tiroid USG’de artmış parankim ekojenitesi ve psödonodüler görünüm saptandı. HA yönelik bakılan ACCR 1,6 hesaplandı, olgu takibe alındı. Kontrolünde karın ağrısı düzeldi, amilaz değeri normal sınırlara indi. Levotiroksin başlanan hasta taburcu edildi. SONUÇ: İdrar amilaz/kreatinin klirensinin, hiperamilazeminin önemli bir nedeni olan pankreatitin tanımlanmasında invazif tetkiklerden önce tarama testi olarak yer alabileceğini düşündürmüştür. Anahtar Kelimeler: Hiperamilazemi, tarama testi, üriner amilaz/kreatinin klerensi 123 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-054 Nonketotik, Hipoinsülinemik Hipoglisemi İle Giden İki Nadir Hastalıkta Sirolimus Tedavisinin Etkinliği Zeynep SIKLAR1, Tuğba Çetin1, Nilgün Kaçar2, Merih Berberoğlu1 Ankara Universitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara Ankara Universitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Nefroloji BD, Ankara 1 2 GİRİŞ: “Nonketotik-hipoinsülinemik hipoglisemi (NkHH)” insülin yüksekliği olmadan glukoz tüketiminin arttığı çok nadir görülen bir sorundur. İlk kez hücre içi insülin sinyal yolağında yer alan AKT2 mutasyonuna sahip olgularda bildirilmiştir. Ayrıca bir tümör süpresör geni olan PTEN gen mutasyonunda, nadiren benzer özellikte hipoglisemiler görülebilir. Bu olgularda sık beslenme dışında hipoglisemiye yönelik herhangi bir tedavi etkin olarak uygulanmamıştır. Sirolimus insülin sinyal yolağında yer alan mTOR üzerine inhibisyon yaparak, medikal tedavilere dirençli hiperinsülinemik olgularda kullanılmaya başlanmıştır. Sinyalizasyonda mTOR’dan önce yer alan AKT2 ve PTEN genlerinin mutasyonlarında henüz etkinliği bilinmemektedir. Burada NkHH özelliğindeki iki olguda sirolimus tedavi uygulaması sunulmuştur. OLGU: Olgu 1: İlk kez 6 aylıkken başvuran, NkHH saptanan, fizik incelemesinde proptozisi ve akantozis nigrikansı dikkat çeken kız hastanın ayrıntılı değerlendirmesinde AKT2 mutasyonu (c.49G>A (p.E17K) belirlendi. Proptozisi ciddi boyuta ulaşan, sık beslenme ile hipoglisemileri kontrol altına alınamayan olguya 3 yaşında sirolimus tedavisi başlandı. Tedavi öncesi kan şekeri ortalama (TÖ-KŞ-ort) düzeyleri 48-52 mg/dl/gün iken tedavi sonrası KŞ ortalama (TS-KŞ-ort) düzeylerinde artış gözlendi (77-108 mg/dl/gün). Olgu 2: Kol ve gövdede epidermal nevüs, lipomatozis, makrosefali, venöz tromboz, mental gerilik, gastrointestinal polip bulguları ile başvuran, kronik böbrek yetmezliği gelişen, diyaliz programına alınan ve PTEN gen mutasyonuna (p.G132V (c.395G>T)) bağlı hamartomatöz tümör sendromu tanısı alan olgu, profilaktik tiroidektomi sonrası kliniğimizde izleme alındı. Onaltı yaşında ciddi hipoglisemileri ortaya çıktı. KŞ: 27 mg/dl, keton 0 mmol/L, insülin: 1.5 mmol/L olarak bulundu. Direngen hipoglisemilerini bilinen nedenleri dışlanan olgunun metabolik hastalık taramalarında sorun saptanmadı. PTEN genine bağlı sinyal yolağında aktivasyon düşünülerek Sirolimus tedavi kararı alındı. Tedavi ile hipoglisemilerinin hızla kontrol altına alındığı görüldü (TÖ-KŞ-ort: 46-64 mg/dl/gün, TS-KŞ-ort 86- 92 mg/dl/gün). SONUÇ: NkHH tanı ve tadavi güçlüklerine yol açabilen, çok nadir görülen, önemli bir sorundur. AKT2 mutasyonu dışında PTEN gen mutasyonlarında da görülebileceği düşünülmektedir. Olgularda Sirolimus tedavisi ile mTOR inhibisyonunun sağlanması hipoglisemileri kontrol altına alabilecek, yaşamsal öneme sahip bir yöntem olarak gözükmektedir. Anahtar Kelimeler: nonketotik, hipoglisemi, sirolimus, 124 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-055 Hipogliseminin Nadir Bir Nedeni: Glikojen Depo Hastalığı Tip 0 Birgül Kirel1, Makbule Eren2 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji BD Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Gastroenteroloji BD 1 2 Glikojen depo hastalığı tip 0, GYS2 genindeki mutasyonların yol açtığı karaciğer glikojen sentetaz eksikliğinin neden olduğu nadir bir hastalıktır. Bu hastalarda öğünle alınan glikoz glikojen sentezinde kullanılamaz, karaciğer glikojen depoları yetersizdir. Açlıkta ketotik hipoglisemi ve konvulziyon atakları gelişir. Glikoz kullanılamadığı için öğün sonrası hiperglisemi, hiperlaktatemi ve hiperlipidemi gözlenir. Burada sunulan 10 yaş sekiz aylık kız hasta, boy kısalığı şikayeti ile getirildi. Öyküsünden süt çocukluğu döneminde başlayan hipoglisemi atakları olduğu, bu nedenle araştırıldığı, bir neden saptanamadığı ve 9 aylıktan beri hipoglisemik ataklarının olmadığı, ancak açlığa tahammülü olmadığı, sık sık beslendiği; soygeçmişinden anne-babasının akraba olmadığı, anneannesinin de hipoglisemileri olduğu, annesinin de açlığa tahammülü olmadığı, sık hipoglisemi ve senkop atakları geçirdiği, gestasyonel diyabet öyküsü olduğu, doğumdan sonra arada hiperglisemileri olması nedeniyle diyabet tanısı konduğu, hastamızın ağabeysinin de süt çocukluğu ve oyun çağında döneminde tekrarlayan hipoglisemi, konvülziyon ataklarının olduğu, bu nedenle araştırıldığı, ancak tanı konulamadığı, sık sık beslendiği öğrenildi. Fizik muayenesinde VA: 28 (3-10p), Boy: 128 cm (<3p) idi. Frontal bossing, hafif hipertelorizmi vardı. Burun kökü basık idi. Karaciğer midklavikuler hat ve kosta kenarında 1-2 cm palpabl idi. Diğer muayeneleri normal sınırlarda idi. Mentalmotor gelişim ve fonksiyonları normaldi. Boy kısalığı ve hipoglisemi öyküsü açısından yapılan rutin araştırmalarda, açlık provakasyon testinde hipoglisemi anında keton pozitifliği dışında hormonal, metabolik bir patoloji saptanmadı. Hastamızda ve ağabeyinde daha önce bildirilmemiş olan GYS2 geninde (NM-021957.3) p.T379I (c.1136C>t)/p.P525T (c. 1573C>A) mutasyonu saptandı. Hastamıza Glikojen depo hastalığı tip 0 tanısı konuldu. Beslenmesi sık, protein içeriği zengin olacak şekilde düzenlendi. Aile öyküsü olan, kronik tekrarlayan hipoglisemi atakları olan hastalarda Glikojen depo hastalığı tip 0 akla gelmelidir. Anahtar Kelimeler: Hipoglisemi, glikojen depo, glikojen sentetaz eksikliği, ketotik 125 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-056 Çocukluk Çağında Hiperinsülinemik Hipogliseminin Nadir Bir Nedeni; Dumping Sendromu Elif Söbü, Özgecan Demirbaş, Erdal Eren, Halil Sağlam, Ömer Tarım Uludağ Üniversitesi Tip Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD. Giriş ve Amaç Gastrointestinal hormonlar ve sinyaller insülin sekresyon ve duyarlılığının düzenlenmesinde önemli role sahiptir. ‘Enteroinsüliner aks’ olarak da adlandırılan bu sistemin işleyişinde gastrik cerrahi veya başka nedenlerle bozulmalar postprandiyal dönemde abartılı insülin salınımı ve hipoglisemi ile sonuçlanabilir. Çocuklarda gastroösefajiyal reflü tedavisi amacıyla yapılan Nissen fundoplikasyona ikincil, beslenmeden 1-3 saat sonra görülen nöroglikopenik ve otonomik bulgular gelişebilir. Nissen fundoplikasyon sonrası hiperinsülinemik hipoglisemi gelişen erkek olgu sunuldu. Çocukluk çağında nadir görülen bir hipoglisemi nedeni olan dumping sendromu ve hipogliseminin klinik bulgularını vurgulamak amaçlandı. Olgu Dört yaşında erkek olgu acil polikliniğe beslenme sonrası halsizlik, terleme, titreme yakınmaları ile getirildi. Teyze çocukları ebeveynlerden miadında normal vajinal yolla 4100 gr doğmuştu ve aile öyküsünde özellik yoktu. Öyküsü derinleştirildiğinde; 3 aylıkken baş kontrolünün olmaması nedeniyle tetkik edildiği, kraniyal MRG’de kortikal atrofi saptandığı öğrenildi. Üç yaşından beri tekrarlayan konvülziyonları olan hastaya valproik asit tedavisi başlanmıştı. Gastroözefajiyal reflü ve sık tekrarlayan alt solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle 3,5 yaşında Nissen fundoplikasyon ve gastrostomi uygulanmıştı. Gastrostomiden yüksek enerjili beslenme solüsyonu verilmekteydi. Cerrahiden 5 ay sonra geliştiği tariflenen beslenme sonrası terleme, halsizlik, titreme yakınmaları olan olgunun kan şekeri 40 mg/dl, eş zamanlı insülin 75.6 mU/ml, büyüme hormonu 0.17 ng/ml, ACTH 8.8 pg/ml, kortizol 8.3 mcg/dl, idrar ketonu (-) saptandı. Sonuç ve Tartışma Nissen fundoplikasyon ve diğer modifiye fundoplikasyon yöntemleri uygulanan çocukların %24’ünde geç dumping ve hiperinsülinemik hipoglisemi bulgularının gelişebileceği görülmüştür. Çocuklarda dumping sendromu gastrointestinal semptomlar görülmeden, sadece hipoglisemi semptomları ile başvurabilir. Olgumuz cerrahi sonrası 6. ayda tanı aldı. Hastalığın patofizyolojisi tam olarak anlaşılamamakla birlikte azalmış mide relaksasyonu, buna bağlı mide boşalımında yavaşlama, midede biriken gıdanın kitle etkisine bağlı barsağa ani geçişi ile birlikte abartılı insülin yanıtı oluşturduğu düşünülmektedir. Potent bir insülinotropik hormon olan GLP-1 salınımının da postprandiyal hiperinsülinemiyi ağırlaştırabileceği düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: postprandiyal hipoglisemi, dumping, hipoglisemi 126 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-057 Çoklu Hipofizer Hormon Eksikliği Tanısını Geç Almış Bir Olgunun Uzun Dönem İzlemi Şervan Özalkak, Songül Orhan, Erdem Çebişli, Şenay Savaş Erdeve, Nursel Muratoğlu Şahin, Zehra Aycan, Semra Çetinkaya Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi GİRİŞ: Çoklu hipofizer hormon eksikliği; ön hipofizde üretilen birden fazla hormonun yetersizliği olarak tanımlanabilir. Klinik bulgular; eksik olan hormonlara, eksikliğin derecesine ve ortaya çıkış zamanına göre değişkenlik gösterir. Hormon eksiklik belirtileri, klinik tecrübe olmazsa ve tanıdan şüphelenilmezse; gözden kaçırılabilir. Boy kısalığı, hipoglisemi, inmemiş testis, kolestaz durumlarında çoklu hipofiz hormon eksikliği akla gelmelidir. Bu klinik yansımalar nedeniyle olgular; genel pediatri, yenidoğan, çocuk cerrahi, gastroenteroloji ve nöroloji kliniklerine başvurabilmekte; epilepsi, inmemiş testis, kronik karaciğer hastalığı tanılarıyla izlenebilmektedirler. Burada yandal kliniklerinde izlemde olmasına rağmen geç tanı alan ve komplikasyonlu seyreden bir olgu sunulacaktır. OLGU: 4 yaş erkek olgu, kranial MR tetkikinde ektopik nörohipofiz olması nedeniyle kliniğimize danışıldı. Öyküsünden; 8 günlükken sarılığı için exchange transfüzyon uygulandığı, intrakranial kanamasının saptandığı, 2 aylıkken menenjit geçirdiği, 4 aylıkken tekrarlayan afebril nöbet nedeniyle nöroloji izlemine girdiği, 4 aylıkken kolestaz etyolojisi için yapılan KC biopsisiyle Allegille sendromu tanısı alarak gastroenteroloji izlemine girdiği, gelişimsel basamaklarının geri seyrettiği, nöbetlerinin çoklu antiepileptiklere rağmen direngen seyrettiği öğrenildi. Soygeçmişinde; aralarında akrabalık olmayan anne ve babadan, makat geliş, NSVY ile, 2500gram doğduğu, ailede benzer ve önemli bir hastalık bulunmadığı öğrenildi. Hastanın başvurudaki fizik incelemesinde; MMR görünümde, boyu 100cm(-0.96sds), vücut ağırlığı:16,2kg(-0.29sds), penil boyu:3,5cm(-2sds)idi. Laboratuvarında; glukoz:89mg/dL, AST:54U/L, LDL:9mg/dl, Trigliserit:238mg/dL, kortizol:6,09µg/dl, TSH:3,92mIÜ/ml, sT4:0,68ng/dl(0,8-1,9), düşük doz ACTH uyarı testinde doruk kortizol yanıtı:9,8µg/dl saptandı. Çoklu hipofizer hormon eksikliği tanısı alan hastaya, eksik hormon replasmanları uygun şekilde başlandı. İzleminde dirençli epilepsi nedeniyle çoklu antiepileptik tedavisi uygulanan olguya, 11 yaşında epilepsi cerrahisi uygulandı. Kronik KC hastalığı tanısıyla izlemine, destek tedavilerine devam etti. Son kontrolünde MMR görünümde ve destekle dengesiz yürüyebildiği, boy:150,2cm(-2,12sds), va:55kg(0,44 sds), spl:4,5cm(<-2 sds) saptandı. SONUÇ: Tüm pediatrik yaş grubunda; panhipopitüitarizm belirti ve bulgularını tanımak önemlidir. Olgumuz yenidoğan, enfeksiyon, nöroloji, gastroenteroloji ve genel pediatri hekimlerince değerlendirilmiş olmasına rağmen, tanının akla gelmemiş olması bu konudaki farkındalığın yetersizliğini göstermektedir. Tanı gecikmelerinde; kalıcı hasarlar oluşabilmektedir. Bu konuda farkındalık artırımının sağlanmasına ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Panhipopitüitarizm, hipoglisemi, kolestaz, mikropenis 127 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-058 Konjenital Hidrosefali ve Uygunsuz ADH Salınımı Sendromlu Bir Hastada Tolvaptan Deneyimi Meliha Demiral, Enver Şimşek Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji AD, Eskişehir Giriş. Övolemik hiponatreminin en önemli nedeni uygunsuz antidiüretik hormon (ADH) salınımı sendromudur. Son yıllarda uygunsuz ADH salınmı sendromu tedavisinde ADH reseptör antagonisti olan vaptanlar kullanıma girmiştir. Burada konjenital hidrosefali ve uygunsuz ADH salınımı sendromlu bir hastada tolvaptan tedavisi deneyiminden bahsedilecektir. OLGU: 11 aylık kız hasta, öyküsünden miadında, 2600 g, sezeryan ile doğduğu, prenatal beşinci ayda fetüste hidrosefali saptandığı, konjenital hidrosefali olarak değerlendirildiği, postnatal üçüncü ayda ventriküloperitoneal şant takıldığı, takipte dış merkezde şant disfonksiyonu nedeni ile yatırıldığı, hiponatremi saptandığı, kısıtlı mayi verildiği, mamasına 2 gr/gün tuz desteği yapıldığı, ancak hiponatreminin düzelmediği, bu nedenle şant revizyonu ameliyatı yapılamadığı ve hastanemize yönlendirildiği öğrenildi. Fizik muayenesinde vücut ağırlığı: 8.2 kg (50-75p), boy: 70 cm (50-75p), baş çevresi: 48 cm (>97p), poliüri ve dehidratasyon bulgusu yoktu, gözlerinde batan güneş manzarası mevcut, ön fontanel 2x2 cm açık bombe, baş kontrolü yoktu. Laboratuvar tetkiklerinde Na:121 mEq/L, K:4.1 mEq/L ürik asit:0.8 mg/dl, bun:2.4 mg/dl, cr:0.1 mg/dl, serum osm:254 mosm/kg, idrar osm:322 mosm/kg, spot idrar Na:155 mEq/L,idrar dansitesi 1003, tiroid fonksiyon testleri normal, kortizol:15.3 µg/dl saptandı. Kranial BT’de üçüncü ve lateral ventriküller belirgin dilate idi. Hastada uygunsuz ADH salınımı sendromu düşünüldü. Semptomatik olmayan hiponatremisi mevcut olan hastada aldığı sıvı miktarı; çıkardığı ve insensibl toplam sıvı miktarı olarak düzenlendi, mamasındaki tuz 3 gr/gün’e arttırıldı, ancak serum sodyumunda değişiklik olmadı. Tolvaptan 1 mg/gün tedavisi ile serum Na 24 saatte 14 birim yükseltilerek 135 mEq/L saptandı. Şant revizyonu ameliyatından sonra serum Na: 120-123 mEq/L olarak seyretmesi nedeni ile tolvaptan tedavisi idame edildi. Tolvaptan kullanırken serum Na 135-137 mEq/L olarak seyretti. SONUÇ: Süt çocukluğu döneminde uygunsuz ADH salınımı sendromlu bir hastada tolvaptan başarı ile kullanılmıştır. Ancak ADH reseptör antagonistlerinin uygunsuz ADH salınımı sendromlu hastalardaki etkinliğinin, hangi dozda ve ne kadar sü¬reyle kullanılması gerektiğinin belirlenmesi için daha fazla veriye ihtiyaç duyulmaktadır. Anahtar Kelimeler: uygunsuz ADH salınımı sendromu, ADH reseptör antagonisti, 128 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-059 Kardeşi Tip I Diabetes Mellitus Tanısı İle İzlenen Sağlıklı Ergenlerin Yeme Tutumlarının Değerlendirilmesi Sinem Akgül1, Ayfer Alikaşifoğlu2, Sine Örs3, Alev Özon2, Nazlı Gönç2, Yasemin Düzçeker1, Orhan Derman1, Nuray Kanbur1 Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ergen Sağlığı BD, Ankara Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara Hacettepe Üniversitesi, Beslenme ve Diyetetik Bölümü, Ankara 1 2 3 Giriş Yeme bozukluklarının (YB) gelişmesinde genetik, biyolojik, gelişimsel ve psikolojik nedenler olmak üzere birçok risk faktörü rol almaktadır. Aile içi dinamiklerin yanında, ailenin beslenme alışkanlıklarının da YB gelişmesinde etkili olabileceği gösterilmiştir. Tip I Diabetes Mellitus (DM) izleminde beslenme planı- insülin ilişkisi nedeniyle bireyin gıda ile meşguliyeti süreklidir. Bu nedenle de YB ile komorbiditesi yüksek olan hastalıklar arasındadır. DM li çocuğu nedeniyle ebeveynlerin beslenme ile yoğun uğraştığı bir evde, sağlıklı kardeşlerin yeme tutumlarının nasıl etkilendiği araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, Tip 1 DM tanısıyla izlenen kardeşi bulunan ergenlerin YB gelişim riskini araştırmaktır. Materyal-metod En az 6 aydır Tip 1 DM tanısıyla izlenen kardeşi olan, 10-18 yaşları arasındaki ergenler çalışmaya alındı. Ergenlere Yeme Tutum Testi-26 (YTT-26) uygulandı. YTT-26, bir tarama testidir ve YB riski taşıyan bireyleri saptamaya özgül ve duyarlıdır. Total skorun 20’nin üzerinde olması Yeme Tutum Bozukluğu (YTB) açısından anlamlıdır. Ayrıca bulimiya (B), diyet yapma (D) ve oral kontrol (O) olmak üzere üç alt ölçekten oluşmaktadır. Ancak tanı koymak için ayrıntılı klinik görüşme yapılmalıdır. Sonuçlar Çalışmaya kardeşinde Tip 1 DM olan 20 ergen (15 kız, 5 erkek) alındı. Sekiz ergenin YTT–total ve/veya alt ölçek skoru patolojik düzeydeydi. Klinik değerlendirme ile 3 vakada YTB ve 1 vakada Anoreksiya Nervosa (AN) saptandı (Tablo 1). Tartışma Çalışmanın en önemli sonucu, Tip 1 DM tanısıyla izlenen kardeşi bulunan ergenlerin %40’ının YTB açısından riskli olabileceğinin saptanmış olmasıdır. Bu vakalarla yapılan klinik görüşme sonucunda; 3 ergenin (%15) YTB, 1 ergenin (%5) ise AN tanısı almış olmasının çok anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Çalışmada YTB saptanan vakalardan birinin total skoru normal olup, sadece oral skoru yüksekti, bu nedenle sadece total skor değil alt skoru yüksek olan vakalar da değerlendirmeye alınmalıdır. Ayrıca saptanan tek AN vakası erkektir. YTB prevalansı erkek ergenlerde daha düşüktür ve bu çalışmada olduğu gibi erkek ergende saptanan yüksek skorun daha anlamlı olabileceğini düşünüyoruz. Anahtar Kelimeler: Anoreksiya Nervosa, Diabetes Mellitus, Kardeş, Yeme Bozukluğu, Yeme Tutum Bozukluğu 129 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-060 Düşük Dereceli Gliyal Tümör Tedavisi Sonrası Gelişen Serebral Tuz Kaybı Sendromunda Fludrokortizon Tedavisinin Etkinliği: Olgu Sunumu Ahu Paketçi1, Sezer Acar1, Korcan Demir1, Deniz Kızmazoğlu2, Alper Soylu3, Handan Güleryüz4, Ece Böber1, Ayhan Abacı1 Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi AD, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Hematoloji AD, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Nefroloji AD, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi, Radyoloji AD, İzmir 1 2 3 GİRİŞ: Serebral tuz kaybı hiponatremi, hipovolemi, persistan poliüri ve üriner sodyum kaybı ile karakterize bir sendromdur. Genellikle geçirilen kafa travması, beyin cerrahisi, beyin tümörü ve subaraknoid kanama gibi nöroşirürjik bozukluklar sonrasında ortaya çıkar. OLGU: Üç yaşında erkek hasta, dirençli hiponatremi ve poliüri nedeniyle tarafımıza danışıldı. Hastanın beş aylıkken düşük dereceli gliyal tümör tanısıyla kemoterapi (karboplatin, vinkristin) aldığı ve hastaya hidrosefali nedeniyle ventriküloperitoneal şant uygulandığı öğrenildi. Kemoterapiye ikincil gelişen renal tübülopati ön tanısıyla çocuk nefroloji kliniğinden takipli olgunun intravenöz salin ve 3 g/gün NaCI replasmanı aldığı saptandı. Özgeçmiş ve soygeçmişinde özellik saptanmadı. Fizik muayenesinde, vücut ağırlığı 14 kg (-0,43 SDS), boy 96 cm (-0,14 SDS), vücut kitle indeksi 15,1 (-0,67 SDS) olarak değerlendirildi. Makrosefali dışında sistem muayenelerinde patolojik bulgu saptanmadı. Laboratuvar incelemesinde, Na 122 mmol/L (N,138-145), K 3,2 mmol/L (N,3,4-4,7), CI 95 mmol/L (N,98107 ), Ca 8,7 mg/dl (N,8,8-10,8), P 2,9 mg/dL (N, 4,5-5,5), albümin 3,8 g/dL (N, 3,8-5,4), kan gazı, böbrek ve tiroid fonksiyon testleri normal olarak saptandı. İdrar dansitesi 1003, pH 7,5, spot idrarda Na 199 mmol/L, Fraksiyone Na atılımı %2,6 olarak hesaplandı. Serum kortizol 7,3 µg/dl (N, 5-25µg/dL), ACTH 32,6 pg/ml (N,0-46 pg/ml) saptanması üzerine düşük doz uyarı testinde zirve kortizol yanıtı 18,3 µg/dL (N>18 µg/dL, radyoterapi öncesi) saptandı. Serebral tuz kaybı açısından bakılan BNP 1364 pg/ml (N, 0-100)] yüksek saptandı ve ardından 0,2 mg/gün fludrokortizon tedavisi başlandı. Hastanın idrar çıkışında belirgin azalma oldu. Tedavinin 10. gününde serum sodyum düzeyi 137 mmol/l yükseldi ve takibinde hiponatremisi tekrarlamadı. İzleminde gliyal tümör tedavisi amacıyla suprasellar radyoterapi sonrası hipotiroidi ve santral adrenal yetmezlik tablosu gelişti, tedaviye L-tiroksin ve hidrokortizon eklendi. SONUÇ: Hipertonik salin ve oral tuz desteği ile kontrol altına alınamayan serebral tuz kaybı sendromlu hastalarda fludrokortizon tedavisi alternatif bir tedavi seçeneği olarak kullanılmalıdır. Anahtar Kelimeler: hiponatremi, mineralokortikoid, serebral tuz kaybı 130 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-061 İnsülin Reseptör Geninde Mutasyon Saptanan Adölesan Bir Olgu Bülent Hacıhamdioğlu1, Gamze Özgürhan1, Dilem Eriş1, Kenan Delil2, Ahmet Arman2 Sağlık Bilimleri Üniversitesi Süleymaniye Kadın Doğum ve Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Marmara Üniversitesi Tıbbi Genetik BD 1 2 GİRİŞ: Hirsutizm adölesan dönemde sık görülen bir yakınma olup çok farklı nedenlere bağlı olarak gelişebilmektedir. Tip-A insülin rezistans sendromu insülin reseptör (INSR) mutasyonuna bağlı oluşan, peripubertal dönemde akantozis nigrikansa ek olarak oligomenore ve hiperandrojenizm ile karakterizedir. Burada adölesan dönemde hirsutizm nedeni ile değerlendirilen ve insülin reseptör geninde yeni mutasyon saptanan bir olgu sunulacaktır. OLGU: 11 yaş 9 aylık kız hasta, son 1 yılda artan vücutta aşırı tüylenme şikayetiyle başvurdu. Saç dökülmesi, ses kalınlaşması veya akne yakınmaları olmayan hasta henüz adet görmemişti. Soygeçmişinde benzer öykü ve akraba evliliği öyküsü yoktu. Antropolojik değerlendirmesinde boy 156.5cm (0.5 SDS), ağırlık 68.4 kg (+2.343 SDS) ve boya göre ağırlığı %143 idi. Fizik incelemede kan basıncı 120-60 mmHg olan hastanın pubertal gelişimi T4P4 idi ve hastada ciddi hirsutizm ve belirgin akantozis nigrikans vardı. Diğer sistemik muayenesi normaldi. Laboratuar değerlendirmelerinde glukoz 74 mg/dl, insulin 217 mIU/ml, HbA1c %5.74, FSH 6.51 mIU/ml, LH 14.43 mIU/ml, östradiol 47 pg/ml, total testosteron 190 ng/dl, 17-OH progesteron 1.08 ng/ml, DHEA-SO4 104 mcg/ml, ALT/AST: 15/15 U/I, total kolesterol 144 mg/dl, trigliserid 59 mg/dl, HDL 71 mg/dl idi. Radyolojik değerlendirmede pelvik ultasonografide (USG); polikistik over görünümü mevcuttu, Üst karın USG’de hepatosteatoz yoktu. Ciddi insülin direncine rağmen metabolik dislipidemi ve hepatosteatoz olmadığı için öncelikle insülin reseptör mutasyonu düşünüldü. Genetik incelemede insülin reseptör geni mutasyon analizinde 3. ekzonda yeni bir homozigot mutasyon (p.L260R) saptandı. Aynı mutasyon için anne ve baba heterozigot idi. SONUÇ: Adölesan dönemde ciddi insülin direnci ve polikistik over bulgularıyla başvuran olgularda genetik insülin direnç sendromları ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır. Ciddi insülin direnci saptanan ancak metabolik dislipidemi ve hepatosteatoz eşlik etmeyen olgularda insülin reseptör mutasyonları öncelikle düşünülmelidir. İnsülin reseptör mutasyonları genel olarak dominant kalıtım modeline uymakla birlikte bizim olgumuzda da olduğu için homozigot mutasyonlarda görülebilmektedir. Anahtar Kelimeler: İnsülin reseptör geni, Tip A İnsülin Direnci, Hirsutizm 131 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-062 Kraniyofarenjioma Tanısıyla İzlenen Olguların Geriye Dönük Olarak Endokrinolojik Açıdan Değerlendirilmesi Aydilek Dağdeviren Çakır, Hande Turan, Oya Ercan, Olcay Evliyaoğlu İstanbul Üniversitesi,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,Çocuk Endokrinoloji BD,İstanbul GİRİŞ: Kraniyofarenjioma Rathke kesesinin ektodermal kalıntılarından çıkan embriyolojik kökenli bir tümördür. İnsidansı 0.5-1/1 000 000’dir. Histolojik olarak iyi huylu olmasına rağmen, bölgesel invazif seyirli olması ve tekrarlama riskinin yüksek olması nedeniyle uzun dönem sekelleri oldukça fazladır. Çalışmanın amacı kraniyofarenjioma tanısıyla izlenen hastaların endokrinolojik açıdan değerlendirilmesidir. GEREÇ-YÖNTEM: Kliniğimizde 2006-2016 yılları arasında kraniyofarenjioma tanısıyla izlenen 22 olgu geriye dönük olarak dosya kayıtları aracılığıyla incelendi. BULGULAR: Olguların15’i(%68) erkekti. Ortalama tanı yaşı 7,9±3.9, takip süresi 4.1±1,9 yıldı. Başvuru yakınmaları sırasıyla baş ağrısı(%50), görme bozukluğu(%27), boy kısalığı(%18), nörolojik bozukluklar(%18) ve çok su içme/çok idrara çıkma(%14) idi. Başvuruda 7(%32) olguda boy kısalığı vardı. VKİ’ lerine göre olguların %9’u zayıf, %14’ü fazla ağırlıklı, %18’i obezdi. Tümör olguların %10’unda ≤2 cm, %50’sinde 2-4 cm, %40’ında ≥4cm, %64’ünde sellar/suprasellar, %36’sında suprasellar yerleşimliydi. Olguların %27’sinde santral hipotiroidi, %9’unda adrenal yetmezlik, %14’ünde diyabetes insipidus(Dİ) saptandı. Ameliyat öncesi büyüme hormonu eksikliği(BHE) değerlendirilmedi. Puberte gecikmesi olan olgu yoktu. Patolojik incelemede %82’sinde adamantinomatöz, %4’ünde papiller, %14’ünde miks tipte kraniyofarenjioma saptandı. Tümör %14’ünde tümüyle, %86’sında kısmi olarak çıkarıldı. Ameliyat sonrası olguların %64’ü kısa boylu,%32’si obez, %9’u fazla ağırlıklıydı. Boy kısalığı olan 2 olguya büyüme hormonu tedavisi verildi. Ameliyat sonrası olguların %91’inde santral hipotiroidi, %73’ünde adrenal yetmezlik, %9’unda geçici, %59’unda kalıcı Dİ ve %59’unda BHE belirlendi. Pubertal çağda olan 10 olgunun 8’inde(%80) hipogonadism vardı. Bir olguda erken ergenlik saptandı. Boy kısalığı saptanmayan 8 olgunun 2’si fazla ağırlıklı, 4’ü obezdi, birinde erken ergenlik gelişmişti. Prepubertal bir olguda ise obez olmamasına rağmen boy kısalığı yoktu. SONUÇ: Kraniyofarenjiomalı olguların geliştirilen ameliyat teknikleri ile hayatta kalma oranları giderek artmaktadır. Ancak tümörün yerleşim yeri nedeni ile hipofiz ve hipotalamik işlevlerde bozulmalar oluşmaktadır. Olgular uzun dönem morbiditeler nedeni ile multidisipliner olarak takip edilmelidir. Anahtar Kelimeler: endokrinolojik değerlendime,kraniyofarenjioma, pediatrik 132 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-063 Anormal Uterin Kanama ile Başvuran Adölesanların Retrospektif Değerlendirilmesi Özgecan Demirbaş, Erdal Eren, Elif Söbü, Halil Sağlam, Ömer Tarım Uludağ Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji AD, Bursa AMAÇ: Bu çalışmanın amacı adölesan dönemdeki anormal uterin kanama (AUK) ile başvuran hastaların özellikleri, hastalık etyolojisi ve uygulanan tedavilerin incelenmesidir. YÖNTEM: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ADna 2008-2016 yılları arasında vajinal kanama nedeniyle başvuran ve AUK tanısı konulan 76 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi. Başvuru şikayeti, yaş, ilk adet yaşı, laboratuvar, suprapubik pelvik USG sonuçları ve verilen tedaviler incelendi. BULGULAR: Olguların ortalama tanı yaşı 13 yaş 10 aydı. Uzun süren adet kanaması en sık görülen başvuru yakınmasıydı. Yakınma olguların % 9.2’sinde (n=7) ilk adet kanamasında, % 90.8’inde (n=69) ise ilk adet kanamasından sonraki zamanlarda ortaya çıkmıştı. İlk grubun ortalama yaşı 11 yaş 3 ay iken ikinci grupta ortalama yaş 12 yaş 2 ay olarak bulundu ve menarş yaşları arasında anlamlı fark saptanmadı (p=0.208). İlk adetten sonra geçen süre 48 hastada (% 63,2) iki yıldan kısa idi. Olguların % 14.2’sinde koagülopati saptandı. Olguların % 51,3’inde (n=39) anemi saptanırken, % 25 hastada (n=19) transfüzyon ihtiyacı oldu. Transfüzyon yapılan hastaların yalnızca 2 tanesinde hematolojik hastalık vardı. Tiroid fonksiyon testleri ve gonadotropin düzeyleri tüm hastalarda normal idi. Suprapubik pelvik USG olguların % 68’ine (n=54) yapıldı ve olguların %11.1’inde normal saptandı. En sık patolojik bulgu endometriyal kalınlık artışı (% 44.4) iken, % 35.1 (n=19) over kisti ve bir hastada uterus didelfis saptandı. Olguların % 27.7'si (n=21) yalnızca demir proflaksisi ile izlenmiş, % 32.8'i (n=25) yüksek doz östrojen, % 21’i (n=16) progesteron ve % 18.5’i (n=14) kombine oral kontraseptif ilaçlar ile tedavi edilmişti. SONUÇ: Adölesanlarda anormal uterin kanamaların en sık nedeni ovulatuvar disfonksiyondur. Bizim çalışmamızda da olguların çoğunun adet başlangıcından iki yıl içinde başvurması etyolojik nedenin ovulatuvar disfonksiyon olduğunu düşündürdü. Görüntüleme yapılabilen hastaların bir kısmında over kistleri saptanması etyolojide over kistlerinin de rol alabileceğini düşündürdü. Transfüzyon gerektirecek kadar anemiye sebep vermesi ve altta yatan önemli bir hastalığın bulgusu olabilmesi nedeniyle ayrıntılı değerlendirme yapılmalıdır. Anahtar Kelimeler: Adölesan, anormal uterin kanama, menstüral bozukluklar 133 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-064 Onbir Yaşındaki Erkek Olguda Sessiz Kortikotrop Adenomda Adrenokortikal Koristoma Hande Turan1, Ada Bulut Sinoplu2, Aydilek Dağdeviren Çakır1, Olcay Evliyaoğlu1, Büge Öz3, Oya Ercan1 İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Pediatrik Endokrinoloji BD, İstanbul İÜ Cerrahpaşa Tıp fakültesi,Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, İstanbul 3 İÜ Cerrahpaşa Tıp fakültesi, Patoloji AD, İstanbul 1 2 Sessiz kortikotrop adenomlar, kortikotrop hücrelerden oluşan adenomlardır,ancak kortikotrop adenomlardan farkları in vivo ACTH üretiminin veya salınımının klinik ve biyokimyasal bulgularının olmamasıdır.Sessiz olmalarına rağmen, diğer nonfonksiyone adenomlardan daha saldırgan davranışlar gösterirler.Sessiz kortikotrop adenomdaki adrenokortikal hücrelerin varlığı(adrenokortikal koristoma)16 yaş ve üzeri üç hastada bildirilmiştir.Biz burada bilgimize göre,adrenokortikal koristomlu sessiz kortikotrop adenomu olan dördüncü ve yaşça en küçük olguyu bildirmekteyiz. OLGU 4 aylıkken bazal TSH hafif yüksek saptanan olguya yapılan TRH stimulasyon testinde abartılı TSH yanıtı alınmıştı ve 25 microgram L-thyroxine(LT4) tedavisi başlanmıştı.11 yaşında LT4 tedavisi alıyorken, sT4 düşük,TSH düşük saptanan olguya sekonder hipotiroidi tanısı konuldu. ACTH:11,78 pg/ml,kortizol:4,82 mcg/dl saptanması üzerine yapılan düşük doz ACTH uyarı testinde pik kortizol değeri 20 pg/ml’nin altında olması nedeniyle sekonder adrenal yetmezlik tanısı konulup hidrokortizon tedavisi başlandı.Hipofiz MRG’de hipofiz bezine uyan lokasyonda hipofiz bezinden sonra kontrastlanan, santral ve sol paramedian alana uzanım gösteren, suprasellar sisternaya ilerleyerek bası yapan, infindubulumu öne ve sağa iten 11x11x10 mm lezyon (olası adenom) saptandı. Adenomektomi yapıldı.Tümörün histolojik kesitlerinde küçük yuvarlak hücreler amfofilik veya bazofilik sitoplazmalı;büyük küresel ve oval hücreler iri vakuollü asidofilik sitoplazmalıydı.PAS boyamasında küçük hücreler zayıf-orta derecede pozitif boyanmıştı,büyük hücreler boya tutmamıştı.Küçük yuvarlak hücreler sinaptofizin ve ACTH için immünpozitif ve GH,PRL, FSH,LH,TSH ve inhibin için negatifti.Büyük hücreler inhibin ve mitokondriyal proteinler için pozitifti.Bu bulgulara dayanarak patolojik tanı,endokrinolojik olarak sessiz kortikotropik adenomda adrenokortikal koristomdu. TARTIŞMA Adenomdaki ACTH eksprese eden hücrelere rağmen, Cushing sendromunun biyokimyasal ve klinik bulgularının olmaması, sessiz bir adenom varlığına işaret etmiştir.Adrenokortikal hücreler için heterotopik bu bölgede adrenokortikal hücrelere benzeyen ikinci bir hücre grubunun varlığı koristoma ile uyumludur.Hipofiz adenomu içindeki adrenal kortikal hücrelerin kaynağı açıklanamamıştır.Önceki raporlar buna embriyogenez sırasında yanlış yerleşmiş adrenal kortikal hücreler yada yanlış diferansiye olmuş mezenkimal kök hücrelerin anormal çoğalma ve farklılaşmasının neden olabileceğini göstermiştir.Hastamızın yaşının daha önce bildirilen olgulara göre daha küçük olması ve sessiz kortikotrop adenomların klinik önemi bu çok nadir vakayı daha ilginç kılmaktadır. Anahtar Kelimeler: kortikotrop adenom, koristoma,sessiz adenom 134 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-065 Turner Sendromunda Manyetik Rezonans Görüntülemenin Kardiovasküler Anormalliklerin Gösterilmesindeki Yeri Özlem Korkmaz1, Recep Savaş2, Ertürk Levent3, Samim Özen1, Damla Gökşen1, Şükran Darcan1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet BD,İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji AD,İzmir 3 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Kardiyoloji BD,İzmir 1 2 GİRİŞ: Ekokardiyografi, Turner Sendrom’lu (TS) olgularda kardiyak anatomiyi değerlendirmek için kullanılan standart bir yöntem olmasına rağmen vasküler anomalilerin değerlendirilmesinde etkisi sınırlıdır. AMAÇ: TS olgularında manyetik rezonans görüntülemenin (MRG) kullanarak kardiovasküler anomalilerin sıklığı ve kapsamını tanımlamak, aort dilatasyonu ve ilişkili anomalileri göstermektir. Materyal-METHOD: Yaşları 11-20 yıl arasında 26 TS tanılı olgu çalışmaya alındı. Oksolojik veriler, ilaç kullanımı, karyotip ve ekokardiyografi bulguları kaydedildi. Aort koarktasyonu, sol vertebral arter anomalisi, aberan sağ subklavian arter, persistan sol superior vena kava, parsiyel venöz dönüş anomalisi, aort ve pulmoner damar çapları ve aort boyut indeksi sedasyon uygulanmadan kontrastlı (Gadobutrol) MRG ile değerlendirildi. BULGULAR: Olguların ortalama yaşları:16.4±2.1idi. AğırlıkSDS ortalama: -0.06±1.33, boySDS ortalama:-1.90±1.10, VKİSDS ortalama: 1.24±0.99 bulundu.Yirmiüç (%88.4) olgu büyüme hormonu tedavisi almıştı. Karyotip analizinde %57.7 (n=15) monozomiX, %30.8 (n=8) mozaisizm, %11.5 (n=3) izokromozomi saptandı. EKO ile saptanan anomali sıklığı % 23 (n=6) idi. MRG’de kardiyovasküler anomali olguların %19.2’sinde (n=5)saptandı. Karyotip, 4'ünde 45,X iken, 1 olgu 46,X,i(Xq) idi. MRG’de 2 olguda psödokoarktasyon, 2 olguda sağ aberan subklavian arter, 1 olguda azygos lob fissür varyasyonu belirlendi. Sağ aberan subklavian arter saptanan 1 olgunun EKO’sunda biküspid aort saptanırken 1 olgunun EKO bulgusu normaldi. MRG’de psödokoarktasyon saptanan 1 olgunun EKO'sunda biküspit aort ile birlikte psödokoarktasyon ile uyumlu görünüm mevcuttu. MRG'de patoloji saptanan diğer 2 olgunun EKO bulguları normaldi. EKO’da ASD sekundum saptanan 2 olguda MRG normal olarak değerlendirildi. Çıkan aort çapı ortalama:2.16±0.29 cm, Z skoru ortalama:0.08±1.4, inen aort çapı ortanca:1.63±0.30 cm, Z skoru ortalama:-0.07±1.34, pulmoner konus çapı ortanca:1.91±0.47 cm, Z skoru ortalama:-0.94±1.59 bulundu. Aortik boyut indeksi ortalama:1.44±0.24cm/m² idi. Toplam 3 olgunun aort çapı genişlemişti (2 olguda inen ve çıkan aort, 1 olguda çıkan aort, 1 olguda inen aort). Çıkan aort çapı genişleyen 1 olgunun EKO'sunda biküspit aort görünümü mevcuttu. Aort boyut indeksi tümünde <2cm/m² bulundu. SONUÇ: Turner Sendrom’lu olgularda MRG, EKO ile gözden kaçabilen özellikle aortdaki genişlemenin ve diğer vasküler anomalilerin saptanmasında daha duyarlıdır. Anahtar Kelimeler: Turner Sendromu, Kardiyak MRG, aort çapı 135 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-066 Tübülopati İlişkili Hipomagnezemi Olgu Sunumu Nilay Kadakal1, Yaşar Cesur2, İlker Tolga Özgen2, Esra Kutlu2 Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları BD Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD 1 2 GİRİŞ: Tübülopati ilişkili hipomagnezemi, hipomagnezemin nadir sebeplerindendir. Magnezyumun tübüler reabsorbsiyonu %70 henlenin çıkan kalın kolu, %10 distal tübüllerden reseptör aracılı kanallar aracılığı ile gerçekleşmektedir. Bu reseptörlerdeki mutasyonlar çoğunluğu süt çocukluğu döneminde hipomagnezemiye bağlı dirençli konvülzyonlar, hiperirritabilite gibi klinik bulgular verebilir. Burada hipomagnezemi ve sekonder olarak gelişen hipokalsemiye bağlı konvülzyon geçiren olgu sunulmuştur. OLGU: Nöbet geçirme şikâyeti ile kliniğimize başvuran 5 aylık erkek hasta aralarında birinci derece akraba evliliği olan anne babanın ilk çocukları olup miadında doğmuş. Annenin çocukluk döneminde nöbet öyküsü mevcuttu. Bir aylıkken tekrarlayan afebril nöbetleri olan hastaya fenobarbital tedavisi başlanmış. Fizik incelemesi; ağırlık: 7,4 kg (50. p), boy: 65 cm (50. p), baş çevresi: 43 cm (50. p) olan hastanın sistemik muayenesinde patolojik bulgu saptanmadı. Laboratuvar incelemesi; kalsiyum (Ca):6 mg/dl (9-11), iyonize Ca: 0,7mmol/L, magnezyum: <0,60 mg/dL (1,7-2,3), fosfor: 5,7 mg/dL (4.77-7.8), albümin: 3,9 g/dL, alkalen fosfataz: 215 U/L (130-475), parathormon: 23.2 pg/mL (15-68,3), 25-OH vitamin D: 38 ng/mL (25-40), idrar Ca/kreatinin oranı: 0.9, idrar magnezyum: <1.78 saptandı. Elektroensefalografi ve kraniyal manyetik rezonans inceleme normal saptandı. Kalsiyum ve magnezyum replasmanı sonrası normokalsemik olan hastanın hipomagnezemisi devam etmesi ve fraksiyone Mg atılımı: %5 (>%2 renal kayıp) olması üzerine magnezyum kaybettiren tübülopati düşünülerek claudin 16, claudin 19, TRPM6 mutasyonları gönderildi (sonuçlanmadı). Magnezyum tedavisi ile hastanın kalsiyum değeri normale geldi, kasılmaları ve hiperirritabilitesi düzeldi. Halen oral magnezyum tedavisi ile hastanın kliniği stabil olup normal nörolojik gelişim göstermektedir. SONUÇ: Değişik mutasyonlar magnezyumun distal tubüllerden geri emilimi önleyerek hipomagnezemi ve sekonder hipokalsemiye yol açabilir. Bu durumda antikonvülzan ilaçlara dirençli genaralize konvülziyonlar görülebilir. Bu olgu erken çocukluk dönemi konvülsiyonlarının hipomagnezemi ve hipokalsemiye bağlı nedenlerinin ayırıcı tanısında tübülopati ilişkili hipomagnezeminin önemini vurgulamak ve nadir görülen bir durum olması nedeniyle sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Tübülopati ilişkili hipomagnezemi, hipomagnezemi ve sekonder olarak gelişen hipokalsemi 136 hipomagnezemiye bağlı dirençli konvülzyonlar, KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-067 Çoklu Hipofiz Hormon Eksikliği Tanili Olgularin Klinik, Laboratuvar Ve İzlemlerinin Retrospektif Olarak Değerlendirilmesi Ayşegül Elvan Tüz, Elvan Bayramoğlu, Erdal Kurnaz, Zehra Aycan, Semra Çetinkaya Dr. Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara AMAÇ: Çoklu hipofiz hormon eksikliği (ÇHHE) birden fazla hipofizer hormonun yetersiz sentez ve salınımı sonucu gelişen klinik bir tablodur. Klinik; eksik olan hormonlara/eksikliğin derecesine/ortaya çıkış zamanına göre değişkenlik gösterir. Klinik tecrübe olmazsa gözden kaçabilir. Çalışmamızda, ÇHHE tanılı olgularımızın tanı alma süreçlerini, klinik-laboratuvar ve izlemlerinin değerlendirilmesini amaçladık. METOD: 1999-2015 tarihleri arasında tanı alan-izlem verileri olan 45 olgu çalışmaya dahil edildi. Başvuru kliniklaboratuvar bilgileri, izlem verileri, başvuru anında-takipte gelişen ön hipofiz hormon eksiklikleri, uyarı testi yanıtları, hipofiz MR bulguları, büyüme hormonu(BH) tedavisi öncesi/sonrası yıllık uzama hızları, eşlik eden hastalıkları retrospektif değerlendirildi. BULGULAR: Erkek/kız oranı 1,25 idi. Olguların ortalama doğum ağırlıkları-boyları normaldi. Öyküde; 11’inde(% 24,4) sarılık, beşinde(% 11,1) kolestaz, 12’sinde(%26,7) ise hipoglisemi mevcuttu. Büyüme geriliği-boy kısalığı, en erken süt çocukluğu döneminde farkedilmiş olup, okul çağı ve adolesan dönemde ilk sıradaki başvuru yakınmasıydı. Başvuruda; ortalama yaşları 5,6±3,9yıl, ortalama kemik yaşları 3,5±2,3yıl, boy SDS değerleri -3,5±1,4, VKİ SDS değerleri -0,3±1,2 olup olguların %7’sinde BH-TSH-ACTH-FSH/LH eksikliği; %18’inde BH-TSH-ACTH eksikliği; %27’sinde BH-TSH eksikliği saptandığı, IGF-1SDS değerlerinin, iki erkek olgu dışında -2SDS değerinin altında olduğu, BH uyarı testlerinde, ortalama doruk yanıtın 5ng/ml’nin altında olduğu, büyüme hormonu tedavisi sonrası 1. ve 2. yılda ortalama uzama hızlarının 11,4±3,1(7,9-23) ve 7,8±2,2(3,8-12)cm olduğu, % 86 olguda hipofiz MR görüntülemede anatomik bozukluk bulunduğu saptandı. Sadece bir olguda santral diyabet insipit ÇHHE’ya eşlik etmekteydi. Hastalığa ve tedaviye bağlı komplikasyonlar olarak, altı olguda(% 33,4) osteoporoz, beş olguda(% 27,7) dislipidemi, bir olguda(% 5,6) kronik karaciğer hastalığı geliştiği görüldü. ÇHHE tanısı geciken iki olgu mevcuttu. İzlemde santral hipotiroidizm, hipogonadotropik hipogonadizm ve santral adrenal yetmezlik durumlarının zamanla tabloya eklendiği olgular belirlendi. TARTIŞMA: Boy kısalığı, hipoglisemi, inmemiş testis, kolestaz durumlarında ÇHHE akla gelmelidir. Şüphe duyulduğunda ön hipofiz hormonlarının değerlendirilmesi önemlidir. Ön hipofize ait tek bir hormon eksikliği bile saptansa, diğer hipofizer hormon eksiklikleri taranmalıdır. Tek hormon eksikliği ile tanı alsada izlemde ön hipofize ait başka hormon eksikliklerinin gelişebileceği unutulmamalıdır. Anahtar Kelimeler: çoklu hipofiz hormon eksikliği, büyüme hormonu eksikliği, kolestaz, hipotiroidzm, hipogonadotropik hipogonadizm 137 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-068 Topikal Steroid Kullanımına Bağlı İatrojenik Cushing Sendromu Beyza Belde Doğan1, Abdurrahman Akgün1, Banu Aydın2, Melek Yıldız2, Hasan Önal1, Erdal Adal3 Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Metabolizma Hastalıkları Kliniği, İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji Kliniği, İstanbul 3 Medipol Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniği, İstanbul 1 2 Giriş Başlıca antienflamatuar, vazokonstriktif, antiproliferatif ve immünosüpresif etkileri olan lokal kortikosteroidler, bir çok deri hastalığının tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Endikasyonu olan olgularda uygun dozlarda kullanıldığında etkilidirler, ama aşırı dozlarda ve yanlış endikasyonlarda kullanıldığında ciddi sistemik ve yerel yan etkilere yol açmaktadırlar. Bazı hastalarda geri dönüşümlü hipotalamo-pituiteradrenal yolunun baskılanmasına neden olabilirler. Burada aşırı dozda topikal kortikosteroid kullanımı sonucu Cushing sendromu gelişen bir hasta sunulmuştur. OLGU: 3,5 aylık erkek hasta, hızlı kilo alımı ve yanaklarda şişlik yakınmaları ile getirildi. 2 ay önce 1 hafta süreyle pnömoni nedeniyle iv antibiotik tedavisi almış olduğu öğrenildi. Gestasyon haftası bilinmeyen hastanın doğum tartısı:1800 gr imiş.Şu anda vücut ağırlığı:5600 gr (25-50 P), baş çevresi:36 cm (<3P), boyu:56 cm (<3P) olan hastanın son iki ayda toplam 3100 gram aldığı öğrenildi. Fizik muayenede mikrosefalisi, cushingoid görünümü ve inguinal hernisi mevcutu. Hepatosplenomegali yoktu. Bebek bezi dermatiti mevcuttu Diğer sistemik muayenesi doğaldı. Ayrıntılı olarak sorgulandığında 3 aydır bebek bezi dermatitini tedavi etmek için klobetazol-17-propiyonat kullanıldığı öğrenildi. Sabah 8.00’da bakılan kan ACTH düzeyi 1,1 pg/ml, kortizol üzeyi 0.6 µg/dl idi. Bakılan elektrolitleri ve kan şekerleri normal sınırlarda; AST: 98 U/L, ALT: 83 U/L saptandı. EKO’da interventriküler septumda hipertrofi saptandı. Bu bulgunun da mevcut cushinge bağlı olabileceği düşünüldü. Bu değerlerle hastada topikal steroid kullanımına bağlı iatrojenik cushing sendromu düşünüldü. Kullanmakta olduğu topikal glukokortikoidli krem kesildi. TARTIŞMA: Klobetazol 17-propiyonat en güçlü topikal steroidlerden biridir. Hidrokortizon ile karşılaştırıldığında etkisi 1000 kat daha güçlüdür. Cushing sendromu bulgularıyla gelen hastalar dışarıdan ilaç alımı ve özellikle steroid kullanımı yönünden sorgulanmalıdır. Bez dermatit tedavisinde güçlü topikal steroidler ancak, çinko içeren koruyucu kremlere ve zayıf etkili topikal steroidlere yanıt alınamadığı zaman kullanılabilir. Bu hastaların aileleri ilacın kullanım şekli ve dozu konusunda bilgilendirilmeli ve hasta yan etkiler yönünden de yakından izlenmelidir. Anahtar Kelimeler: Diaper dermatit, Cushing sendromu, topikal kortikosteroidler 138 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-069 PTPN11 Mutasyonuna Bağlı Noonan Sendromu Tanısı Alan Bir Aile Fatma Özgüç Çömlek1, Hakan Gürkan2, Emrullah Yüksel1, Salih Aydın1, Mustafa İnana3, Filiz Tütüncüler1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Edirne Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik AD, Edirne 3 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD, Edirne 1 2 GİRİŞ: Noonan sendromu 1/1000-2500 sıklıkta görülen, boy kısalığı, doğumsal kalp hastalıkları, tipik yüz görünümü ve inmemiş testis bulgularının eşlik ettiği, çoğunlukla otozomal dominant geçişli genetik hastalık olup, RAS/MAPK sinyal yolağında yer alan genlerde aktive edici mutasyona bağlı oluşur. Noonan sendromu tanısı alan olguların yaklaşık %50’sinden PTPN11 mutasyonu sorumludur. Burada PTPN11 gen mutasyonuna bağlı Noonan sendromu tanısı alan bir erkek olgu ve babası sunulmuştur. OLGU: Onbeş yaşında erkek çocuğu kasık ağrısı nedeniyle başvurduğu dış merkezdeki üroloji kliniğinde iki taraflı inmemiş testis saptanması üzerine tetkik ve tedavi amacıyla tarafımıza yönlendirildi. Öyküsünde nöro-motor gelişim basamaklarının geri kaldığı, miyopi tanısıyla gözlük kullandığı ve okul ders başarısının düşük olduğu öğrenildi. Fizik muayenede vücut ağırlığı 38,7 kg (-2,35 SDS), boyu 153,5 cm (-2,84 SDS), OY/boy oranı: 0.54 olup, bilateral ptozis, aşağı eğilimli palpebral fissürler, düşük kulak, uzun filtrum, yüksek damak gibi tipik yüz bulguları, ayrık meme başları ve pektus ekskavatum deformitesi vardı. Puberte muayenesi aksiller ve pubik kıllanması evre 1 ile uyumlu ve GPB 6.5 cm’ydi. Her iki testis inguinal kanalda palpe edildi. Laboratuvar bulgularında karaciğer ve böbrek işlevleri ile tiroid hormon düzeyleri normaldi. Kemik yaşı 14 yaş ile uyumluydu. Karyotip 46 XY idi. Pelvik USG’de müllerian yapılar yoktu ve her iki inguinal kanalda sağda 19,5x9,6x26,2 mm, solda 23,4x12,6x28,3 mm boyutlarında ovoid yapıda testis ile uyumlu görünüm mevcuttu. Serum LH 0,9 IU/L, FSH 3,07 IU/L ve testosteron 54 ng/dl’di. Boy kısalığı ve eşlik eden dismorfik bulgular ile Noonan sendromu düşünülen olguda genetik incelemede PTPN11 geni 8. ekzonda heterozigot c.923> G (p.Asn308Ser) mutasyon saptandı. Olgunun ekokardiyografisi ve işitme testi normal bulundu. Babasında da benzer klinik bulgular (boy kısalığı ve tipik yüz bulguları) olması nedeniyle Noonan sendromu açısından genetik inceleme yapıldı ve PTPN11 geninde aynı mutasyon bulundu. SONUÇ: Noonan sendromu tanısı alan olguların ebeveynlerinin de ayrıntılı muayene edilmesi ailevi olguların tanımlanması açısından önemlidir. Anahtar Kelimeler: PTPN11, Noonan sendromu, RAS/MAPK 139 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-070 Beslenme Bozukluğu Olan İştahsız Çocuklarda Chemerin Düzeyinin Değerlendirilmesi Aylin Yüksel, İlker Tolga Özgen, Yaşar Cesur Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD GİRİŞ: Chemerin yağ dokusundan salınan çok sayıda adipokinler arasında son keşfedilenlerdendir. Chemerinin oreksijenik veya anoreksijenik olabileceğini gösteren çalışmalar vardır. Biz çalışmamızda beslenme bozukluğu olan iştahsız küçük yaş grubundaki çocukların chemerin düzeylerini belirleyip kontrol grubu ile karşılaştırarak iştah ve chemerin düzeyi arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık. YÖNTEM: Çocuklarda yeme davranışı anketine göre iştahsız olduğu saptanan 29 kız, 15 erkek ile kontrol grubuna dahil edilen 27 kız, 14 erkek hasta çalışmaya alındı. BULGULAR: Hasta ve kontrol grubu demografik özellikler ve laboratuvar bulgularına göre karşılaştırıldığında boy, boy SDS, ağırlık, ağırlık SDS, VKİ, VKİ SDS, rölatif ağırlık, kreatinin, glukoz, kolesterol, albümin, kalsiyum, fosfor, ALP hasta grubunda kontrole göre daha düşük saptandı. Chemerin düzeyleri de hasta grubunda daha düşüktü (646,49±689,73 vs.1385,33±619,86 p:<0, 001). Chemerin ile ankette yer alan tokluk heveslisi, yavaş yeme, duygusal az yeme parametreleri arasında negatif korelasyon; ağırlık SDS, VKİ, VKİ SDS, rölatif ağırlık, gıda heveslisi, duygusal aşırı yeme gıdadan keyif alma, LDL, kolesterol, albümin, kalsiyum, fosfor arasında pozitif korelasyon saptandı. SONUÇ: Chemerinin enerji regülasyonunda önemli rolü olduğu ve VKİ azaldıkça chemerin azalmasının iştahı artırmaya ve enerji dengesinin korunmasına yönelik bir savunma mekanizması olabileceği kanaatine varılmıştır. Anahtar Kelimeler: Chemerin, malnutrüsyon, enerji regülasyonu 140 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-071 Cinsiyet Disforisi Olan İki Olgu Sunumu Zeynep Alev Özön1, Gönül Büyükyılmaz1, Sinem Akgül2, Cihan Aslan3, Ayfer Alikaşifoğlu1, Elmas Nazlı Gönç1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ergen Sağlığı BD, Ankara 3 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara 1 2 GİRİŞ: Cinsiyet disforisi olan bireyler, biyolojik cinsiyetleri ile cinsel kimlikleri arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan bir sıkıntı yaşarlar. Ergenlikte biyolojik cinsiyete ait ikincil seks karakterleri gelişmeye başladığında rahatsız olup cinsiyetlerini değiştirmek ve karşı cinsin seksüel özelliklerine sahip olmak için istek duyarlar. Sağlık personelinden yardım alamadıklarında internet, akran vb kaynaklardan yararlanarak kendilerine hormon tedavisi uygulayabilirler. OLGU: Olgu 1, 16 yaş 1 aylık, trans kız ergenin cinsel gelişmesiyle ilgili memnuniyetsizliği 12 yaşında ikincil seks karakterleri geliştiğinde hissetmeye başladığı, kliniğimize başvurudan 11 ay önce internetten edindiği bilgilerle ilaç başladığı öğrenildi. 17 beta östrodiol İlk 2 ay 2 mg başladığını, 3.aydan itibaren 6 mg’a çıkardığını, başvurudan 5 ay önce spironolakton 100 mg başlayıp 200 mg'a artırdığını; başvurudan 4 ay önce finasterid 5 mg, 3 ay önce de progesteron 100 mg başladığını ve 200 mg’a çıkardığını belirtti. Endokrin başvurusunda LH:2.84 mIU/mL, testosteron:138.8 ng/dl, dihidrotestosteron:82.8 pg/mL, estrodiol:71.4 pg/mL idi. Tedavi GnRH anoloğu (Lucrin 3.75 mg/28 günde) ve östrojen olarak değiştirildi. Dördüncü ayda LH:0.12 mIU/mL, testosteron:41.3 ng/dl, dihidrotestosteron:37.6 pg/mL ölçüldü. Olgu 2, 17 yaş 6 aylık, biyolojik cinsiyeti erkek olup, çocukluğundan beri kendini kız olarak hissettiği, 14 yaşından sonra kız cinsel kimliğiyle yaşamaya karar verdiği, endokrine başvurudan 4 ay önce arkadaşlarının önerisiyle siproteron asetat+etinilestrodiol içeren oral kontraseptif kullanmaya başladığı öğrenildi. Ayrıca estrodiol 1 ay 2 mg, 2 ay 4 mg kullanıp bıraktığı saptandı. Endokrin başvurusunda LH:15.3 mIU/mL, testosteron:902 ng/dl, dihidrotestosteron:503 pg/mL, estrodiol:37.3 pg/mL ölçüldü. Tedaviye GnRH analoğu (Lucrin 3.75 mg/28 günde) eklendi. Ancak izlemde kontrole gelmedi. SONUÇ: Dünyada cinsiyet disforisi olan adölesanların sağlıkta yardım isteği artmaktadır. Sağlık personelinden yardım alamayan trans kız bireyler ergenlik bulgularını genellikle yüksek doz estrojenlerle baskılamaya çalıştıklarından yüksek doz estrojen tedavisinin risklerine maruz kalabilirler. Persistan cinsiyet disforisi olan ergenlerde ikincil seks karakterleri gelişmeye başladığında ergen bu gelişmeden rahatsızlık duyuyorsa puberte bulgularının öncelikle GnRH analoğu ile baskılanması düşünülmelidir. Anahtar Kelimeler: Cinsiyet disforisi, tedavi, GnRH analog 141 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-072 Konjenital Hipofiz Sapı Kesisine Bağlı Çoklu Hipofiz Hormon Eksikliği ve Hiperprolaktinemi: Nadir Prezentasyon Galaktore Ayfer Alikaşifoğlu1, Betül Yaman1, Elmas Nazlı Gönç1, Zeynep Alev Özön1, Kader Karlı Oğuz2, Nurgün Kandemir1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji AD, Ankara 1 2 GİRİŞ: Hipofiz sapı kesi sendromu, hipofiz sapının çok ince ya da gelişmemiş olması, ön hipofiz hipoplazi ya da aplazisi ve ektopik arka hipofiz üçlüsü ile tanımlanır. Orta hat gelişim bozuklukları ve hipofiz hormon eksiklikleri (izole-multipl) yanı sıra prolaktin yüksekliği görülür. Burada hipofiz sapı kesi sendromu, çoklu hormon eksikliği ve hiperprolaktinemisi olan ve izlemde galaktore gelişen bir olgu bildirilmektedir. OLGU: Altı yaş beş aylık kız hasta boy kısalığı ile başvurdu, boyunun küçük yaştan beri kısa olduğu ancak son bir yıl içinde akranlarıyla arasındaki farkın belirginleştiği öğrenildi. Fizik incelemede; boy: 97.5 cm (<3p), VA: 15.4 kg (<3p), BY: 3 yaş 4 ay, kemik yaşı:2 yaş idi, dismorfik bulgu yoktu. Laboratuvar incelemelerinde santral hipotiroidi ve santral adrenal yetmezlik saptandı, hidrokortizon ve Na L tiroksin başlandı. İzleminde büyüme hızı düşük bulundu (1.8 cm/yıl), L-dopa ve klonidin stimülasyon testlerinde zirve BH yanıtları sırasıyla 0.235 ng/mL ve 0.192 ng/mL idi, BHE tanısı konularak BH tedavisi başlandı. Manyetik rezonans görüntülemede (MRG) hipofiz bezi yüksekliği 2 mm ölçüldü, adenohipofiz hipoplazisi, infundibulumda ileri derecede hipoplazi ya da parsiyel agenezi, ektopik nörohipofiz saptandı. On üç yaşında hipogonadotropik hipogonadizm geliştirdi ve tedaviye etinil estradiol eklendi, izlemde siklik tedaviye geçildi. On yedi yaşında son 2 haftadır her iki memede galaktore nedeniyle başvurdu, adetler düzenliydi, ilaç kullanım öyküsü ya da ek yakınma yoktu. Fizik incelemede galaktore ve obezite (İA %:131) saptandı. Bir hafta ara ile iki kez Prolaktin düzeyleri: 85.16 ng/ml (4.79-23.3) ve 64 ng/ml (2.6-28.4), makroprolaktin negatifti. Hipofiz MRG’da değişiklik yoktu. SONUÇ: Hipofiz sapı kesi sendromunda % 4-40 gibi değişen oranlarda hiperprolaktinemi gözlenmekte olup prolaktin düzeyleri genellikle hafif yüksektir (<50 ng/ml). Bu olgularda daha önce galaktore bildirilmemiştir. Anahtar Kelimeler: Hipofiz Sapı Kesi Sendromu, Hiperprolaktinemi, Galaktore, Çoklu Hipofiz Hormon Eksikliği 142 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-073 Turner Sendromu Hakkında Hekimlerin ve Ebeveynlerinin Bilgi Düzeylerinin Değerlendirilmesi Nesrin Havare1, Gönül Çatlı2, Kayı Eliaçık1, Bumin Nuri Dündar2 SBÜ İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Kliniği, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, İzmir 1 2 GİRİŞ: Turner Sendromu (TS), X kromozomunun tam kaybı veya yapısal bozukluğu ile karakterize bir genetik patolojidir. Görülme sıklığı 1500-2500 canlı doğumda birdir ve çocuk/ergenlerde birincil over yetmezliğinin ve boy kısalığının en önemli nedenlerinden biridir. Ülkemizdeki sıklık bilinmemesine rağmen, çocuk ve erişkin kliniklerinde takip edilen olgu sayısının azlığı TS konusundaki farkındalığın yeterli olmadığını düşündürmektedir. AMAÇ: Bu çalışma, ülkemizdeki hekimlerin ve TS tanısı almış kız çocukların ebeveynlerinin TS hakkındaki bilgi düzeylerini ölçmek ve bu konuda farkındalığı arttırmak amacıyla yapılmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya, İzmir’deki Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları uzmanları (n=37, %26,4), Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanları (n=15, %10,7) ile kıdemli Aile Hekimliği uzmanlık öğrencilerinden (n=88, %62,9) oluşan 140 hekim ile çocuğu TS tanısı almış 30 ebeveyn dahil edilmiştir. TS hakkındaki bilgi düzeylerini ölçmek üzere hekim ve ebeveynlere iki ayrı anket uygulanmıştır. BULGULAR: Anket çalışmasına katılan hekimlerin %49’u TS hakkındaki bilgi düzeylerinin yetersiz olduğunu, %17’si ise bu konuda fikirlerinin olmadığını belirttiler. Anket sonuçları değerlendirildiğinde, Kadın Hastalıkları ve Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ve Aile hekimlerinin sorulara doğru yanıt verme oranı sırasıyla, %58,3, %56,2 ve %46 olarak saptandı. Hekimlerin, %67,1’si TS’nin görülme sıklığı sorusuna yanlış cevap verirken, %14,3’ü TS’nin erkeklerde de görüldüğünü ifade ettiği saptandı. TS’li ebeveynler, soruların ortalama %68’ine doğru yanıt verdiği saptandı. Ebeveynlerin TS’ye eşlik eden hastalıklar ve malignite riski ile ilgili sorulara yüksek oranda yanlış cevap verdikleri görüldü. SONUÇ: Çalışmamız, hekimlerin TS ile ilgili bilgi düzeylerinin istenilenin altında olduğunu göstermiş olup, mezuniyet öncesi ve sonrası eğitimlere devam edilmesi gerektiğini düşündürmüştür. Sağlık kuruluşlarında sevk zincirinin sürdürülmesi, aile -hekim işbirliğinin sağlanması ve düzenli aralıklarla yapılacak eğitim programlarının uygulanması TS konusundaki farkındalığı arttıracaktır. Anahtar Kelimeler: turner sendromu, hekimlerin farkındalığı, ebveynlerin farkındalığı 143 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-074 Dirençli Epilepsi Nedeniyle Takip Edilen Bir Olgu ve İki Kardeşinde HADH Gen Mutasyonuna (c.706 C>T (p. R236X) Bağlı Hiperinsülinemik Hipoglisemi Atilla Çayır1, Elisa De Franco2, Ufuk Utku Güllü1, Sarah E. Flanagan2, Sian Ellard2, Hüseyin Demirbilek3 Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Bölümü, Erzurum Institute of Biomedical and Clinical Science, University of Exeter Medical School, Exeter, UK 3 Hacettepe Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara 1 2 Hiperinsülinemik hipoglisemi yenidoğan, bebeklik ve çocukluk dönemlerinde hipogliseminin en sık nedenidir. Hiperinsülinemik hipogliseminin (HH) tıbbi tedavisinde birinci ilaç diazoksid olmakla birlikte hastaların yaklaşık yarısında diazokside dirençli HH görülür. HADH gen mutasyonları yenidoğan, süt çocukluğu veya çocukluk döneminde klinik bulgu veren HH neden olabilirler. Bu hastalarda görülen HH genellikle hafif diazoksid tedavisine cevap verirken, bazı hastalarda protein sensitivitesi görülebilir. Epilepsi ve serebaral palsi nedeniyle dış merkezde takip edilen ve üçlü antieplieptik tedavi alan 17 yaşında erkek hasta çocuk kardiyoloji bölümü tarafından parsiyel venöz dönüş anomalisine yönelik anjiografi yapılmak üzere servise yatırıldı. Hastanın refakatçi olarak babası ile birlikte yanında kalan kardeşinin nöbet geçirmesi üzerine alınan kritik kan örneğinde hipoglisemi anında ölçülen serum insülin düzeyi 28.8 mIU/ml ve C-peptid 2.8 ng/ml idi. Eş zamanlı idrar ketonu negatifti. Epilepsi nedeniyle izlenen hastanın da servis izlemlerinde kan şekeri takibi yapıldı. Hipoglisemi (35 mg/dL) saptanan hastanın eşzamanlı olarak alınan serum insülin düzeyi 22.2 mIU/ml ve C-peptid 2.4 ng/ml idi. Öyküsünde 2. dereceden kuzen olan anne ve babanın üç kız çocuğunun 3 aylık, 1,5 yaşında ve 3 yaşında öldüğü, bir kız çocuklarının da gün içinde başının sık sık düştüğü, dengesiz yürüdüğü ve yürürken etrafa çarptığı öğrenildi. Konjenital hiperinsülinizm tanısıyla bu üç olguya diazoksid tedavisi başlandı. Hastaların genetik analizinde HADH geninde homozigot nonsense R236X mutasyonu saptandı (kodon 236 (706 C>T) exon 6). Anne ve baba bu mutasyon açısından heterozigot olarak tespit edildi. Diazoksid tedavisi sonrası antiepileptik kullanmayan iki olgunun 6 aylık izleminde nöbet saptanmadı, Antiepileptik kullanan hastanın ise nöbet sayısında belirgin azalma olduğu ifade edildi. Hastalara izlemde protein yükleme testi yapılması planlandı. Sonuç olarak, HADH gen mutasyonlarına bağlı HH hastalar geç çocukluk çağında bile başvurabileceğinden, özellikle akraba evliliği olan ailelerin dirençli epilepsisi olan çocuklarında bu gen mutasyonlarına bağlı HH akılda tutulmalıdır Anahtar Kelimeler: Hipoglisemi, Hiperinsülinizm, HADH gen mutasyonu 144 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-075 Akut Batın Kliniği İle Başvuran Premenarşial Pkos Olgusu Gül Direk, Ülkü Gül Şiraz, Zeynep Uzan Tatlı, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinoloji BD GİRİŞ: Polikistik over sendromu (PKOS) reprodüktif çağda en sık görülen endokrin bozukluk olup östrojen ve androjen üretim metabolizması bozukluğudur. Hipotalamus-hipofiz overian aksın anormal fonksiyonunun bir sonucu olduğu kabul edilir. Majör bulguları anovulasyonu da içeren menstruasyon bozukluğu, hiperandrojenizm ve ultrasonda over kistlerinin görülmesidir. Postmenarşial 2 yıl oligomenore olabileceğinden bulgularının PKOS ile karışması nedeni ile tanı koymak zordur. Klasik olarak PCOS sıklıkla geç adölesan dönemde görülmekle birlikte nadiren bazı bulguları menarş öncesinde ortaya çıkabilmektedir. Burada henüz menarş başlamamış bir olguda PKOS tanısı konulmuş ve erken pubertal dönemde de PKOS görülebileceği vurgulanmak istenmiştir. OLGU: On iki yaşında kız hasta yaklaşık 2 aydır şiddeti zamanla artıp azalan karın ağrısı şikayeti ile başvurdu. Fizik bakısında; vücut ağırlığı 58.4 kg (95p), boyu 162.3 cm (97p), rölatif indeks %104, boyunda orta derecede akantozis nigrigans olan hastanın pubertal gelişimi Tanne evre 3 ile uyumlu idi. Diğer sistem muayeneleri normaldi. Over torsiyonu ekarte etmek için yapılan ultrasonda sağ over 41.7 ml sol over 8.9 ml ölçüldü. Pelvik MR’da sağ over hacmi sola göre 8 kat büyük olarak saptandı. FSH 3.97 mIU/ml, LH 2.83 mIU/ml, E2 42.16 pg/ml, T.testosteron 54.08 ng/dl, 17-OH progesteron 2.02 ng/ml olarak ölçüldü. Klasik ACTH testinde androjen artışı saptanmadı. HOMA IR 24.5 hesaplandı. Neoplaziyi ekarte etmek için yapılan over biyopsisi patolojisi folikül kisti ile uyumlu idi. Hiperinsulinizme bağlı premenarşial PKOS düşünülen hastaya metformin tedavisi başlandı. Son kontrolde insulin ve testosteron düzeyleri normal saptanan olgunun pelvik US’de over boyutları 7.7 ml ve 4.6 ml olup belirgin gerilemiş olarak ölçüldü. SONUÇ: PKOS multisitemik reprodüktif-metabolik bir sendromdur. Klasik tanı kritlerleri içinde oligo ve/veya amenore olması tanının çoğunlukla mensturasyon sonrası konulmasına neden olur. Henüz menarş başlamamış kızlarda PKOS genellikle akla getirilmez. Ancak sunulan olguda olduğu gibi özellikle hiperandrojenizm bulguları ile başvuran erken pubertedeki kızlarda, olası diğer nedenler ekarte edildikten sonra hiperinsülinizm bulgularının da eşlik etmesi halinde akla premenarşial PKOS’u gelmelidir. Anahtar Kelimeler: Akut Batın, Premenarşial, Polikistik over sendromu 145 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-076 Juvenil Osteoporozda Düşük Alkali Fosfataz Değerinden Tanıya Gidiş: Hipofosfatazya Zeynep Şıklar, Tuğba Çetin, Merih Berberoğlu Ankara Üniversitesi, Çocuk Endokrinolloji BD, Ankara GİRİŞ: Doku non spesifik alkali fosfotazı (TNSALP) kodlayan genlerdeki mutasyonlara bağlı olarak gelişen Hipofosfotazya (HPP), yenidoğan döneminde yaşamı tehdit eden ağır kemik mineralizasyon bozukluğuna (raşitizm, osteomalazi) neden olabileceği gibi, erişkinlerde patolojik kırıklar ile de tanı alabilmektedir. Tanı yaşı ve klinik özelliklere göre altı klinik form tanımlanmıştır. ALP düşüklüğü ile birlikte TNSALP’yi kodlayan ALPL geninde bir yada iki patolojik varyant olması tanı koydurucudur. Erken başlangıçlı ve ağır formlar daha kolay tanı almasına karşın adolesan ve erişkin dönemde başlayan hafif formları tanısal gecikmelere yol açabilmektedir. Ayrıca bifosfanatların tedavide yerinin olmaması, içerdikleri inorganik pirofosfotlar ile benzer yapıdaki fosfat motiflerinin HPP’de mineralizasyonu inhibe etmesi ve enzim replasman tedavisi ile olumlu sonuçlar bildirilmesi HPP tanısının önemini artırmaktadır. OLGU: Yaygın kemik ve sırt ağrısı nedeniyle başvuran 17 yaşında kız hastanın, yakınmalarının iki yıl önce başladığı, başvurduğu bir merkezde değerlendirildiği, kemik mineral yoğunluğu (KMY) değerinde düşüklük nedeniyle ostoporoz tanısı ile oral bifosfanat tedavisi aldığı, ancak ağrılarının azalmadığı öğrenildi. BDmıza başvurusunda boy: 156 cm, boy SDS: -0.67, %VKİ: %86, puberte evresi 4, diğer sistem bulguları normaldi. Laboratuar değerlendirmesinde Kalsiyum: 9.2 mg/dl, Fosfor: 3.65 mg/dl, ALP: 37 U/L (yaşa ve cinse göre referans aralığı: 45-129) saptandı. Tekraralanan ölçümlerde ALP düzeyindeki düşüklük kanıtlandı. HPP ön tanısı ile çalışılan serum piridoksal 5 fosfat ve idrar fosfoetanolamin düzeyleri normal olmasına karşın genetik analiz planlandı. ALPL gen analizinde patojenik olduğu bilinen p.R162H (c.455G>A) (rs149344982) heterozigot mutasyonu saptandı. Tanı juvenil hipofosfatazya olarak kesinleşti. SONUÇ: HPP'nin geç başlangıçlı ve hafif bulgular veren formları osteoporoz ile karışabilmektedir. Bifosfonat tedavisinin primer ve sekonder osteoporozdan farklı olarak ağrıyı azaltmamaktadır ve gereksiz, uzun süreli kullanıma yol açmaktadır. ALP düzeyinin yaşa ve cinse göre referans aralığının altında bulunmasına yönelik farkındalığın artması ile hastalığın erken dönemde tanısının konulması mümkün olup, gereken olgularda serum piridoksal 5 fosfat ve idrar fosfoetanolamin düzeyleri normal olsa da genetik analiz için değerlendirilmesi tanıyı kesinleştirecektir. Anahtar Kelimeler: juvenil osteoporoz, hipofosfatazya,düşük ALP düzeyi 146 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-077 Hipokalsemik Konvülziyon İle Başvuran 22q11 Delesyon Sendromlu Bir Olgu Funda Feryal Taş1, Edip Unal1, Ruken Yıldırım2, Yusuf Kenan Haspolat1 1 Dicle Üniversitesi, Çocuk endokrinoljisi AD, Diyarbakır 2 Diyarbakır Çocuk Hastanesi, Diyarbakır GİRİŞ: 22 q 11.2 delesyon sendromu embriyogenezis sırasında 22q11.2 de yaklaşık 3 megabaytlık (mb) bir bölgenin kaybı nedeniyle ortaya çıkan bir mikrodelesyon sendromudur. İnsidansı yaklaşık 1/4000 dir. Hastaların çoğunda hafif ve orta düzeyde immün yetmezlik söz konusuyken büyük kısmında ise kardiyak anomali eşlik eder. Hipoparatiroidi, hipotiroidi, damak anomalileri, dismorfik yüz görünümü öğrenme güçlüğü daha sık rastlanan bulgular iken böbrek, göz ve iskelet sistemi defektlerine daha az rastlanmaktadır. Burada yenidoğan döneminde hipokalsemik konvülziyon ile başvuran atipik yüz görünümlü bir erkek hastada FISH yöntemiyle saptanan 22q11.2 delesyonlu bir olgu sunulmuştur. OLGU: Öyküsünden 20 yaşındaki sağlıklı annenin 2. gebeliğinden normal spontan vaginal yol ile 36 haftalık ve 2100 gr olarak doğduğu, postnatal 3.günde fallot tetralojisi tanısı aldığı, Anne ile baba arasında akrabalık (amca çocukları) olduğu öğrenildi. Gebelik süresince doğuma kadar herhangi bir şikayeti olmayan annenin doğum sonrası 20. gününde çocuğunun kasılma şikayeti olması üzerine hastanemize başvurdu. Fizik muayenesinde Vücut ağırlığı: 2,8 kg, boy 48 cm idi. Testisleri bilateral skrotumda ve gerdirilmiş penis boyu 3 cm olarak ölçüldü. Ayrıca hastada hipertelorizm, düşük kulak ve mikrognati mevcut olup, pulmoner odakta 2/6 sistolik üfürüm duyulmaktaydı. Muayene esnasında sağ kolda fokal nöbetlerinin olması üzerine yoğun bakım ünitesine yatırıldı. Yapılan tetkiklerinde Ca:5.8 mg/dl(8.8-10.6), P:8.1 mg/dl(4-7), Mg:1.9 mg/dl(1,3-2,1), ALP:617U/L(50-162), PTH: 20 pg/ml(12-88) 25(OH)D VİT: 9.1 mikrogram/L(10-60) saptandı. Batın ultrasonografisinde özellik saptanmadı. Hastaya IV Ca glukonat tedavisi başlandı. Takipte hipokalsemisi tekrarlayan hastanın PTH düzeyinin uygunsuz normal olması ve kardiyak patolojinin eşlik etmesi nedeniyle Di George sendromu düşünülerek genetik tetkik istendi ve FISH yöntemiyle 22q11.2 delesyonu pozitif saptandı. Hastaya kalsitriol (20 ng/kg/gün) ve calsiyum laktat oral başlandı. SONUÇ: Hipokalsemisi olan olgularda PTH ın uygunsuz normal olması durumunda, beraberinde kardiyak patoloji ve/veya dismorfik bulgular varlığında 22q11 delesyonu açısından araştırılması gerektiği kanatindeyiz Anahtar Kelimeler: Di George Sendromu, hipokalsemi, hipoparatiroidi, 147 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-078 Yeni Tanımlanmış Heterozigot LEMD3 Patojenik Varyasyonu Saptanan Osteopoikilozisli Bir Olgu Selin Elmaoğulları1, Adalet Elçin Yıldız2, Selma Ulusal3, Hakan Gürkan3, Seyit Ahmet Uçaktürk1 Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Bölümü, Ankara Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Bölümü, Ankara 3 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik AD, Edirne 1 2 GİRİŞ: Osteopoikilozis, periartiküler kemik dokusunun, yaygın punktat sklerazasyonu ile karakterize displazisidir. TGFB ve Bone Morphogenic Protein (BMP) yolağını düzenleyen LEMD3 geninin heterozigot mutasyonu sonucu gelişir. Olgular asemptomatiktir ve benign seyir gösterirler. İzole formda veya çoklu subkutan nevüs/nodüller ya da melorheostozisin eşlik ettiği formlarda görülebilir. Burada LEMD3 geninde daha önce tanımlanmamış heterozigot bir patojenik varyasyona bağlı izole osteopoikilozis tanısı alan bir olgu sunuldu. OLGU: Travma sonrası sağ 5. metakarp kırığı gelişmiş olan 16 yaşında erkek olgu direkt grafide kemik dokuda gözlenen punktat sklerotik lezyonlar nedeniyle değerlendirildi. Sistem sorgusunda, özgeçmişinde ve soygeçmişinde özellik olmadığı öğrenildi. Sağ ön kolu atelde olan hastanın diğer sistem muayeneleri doğaldı. Kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, parathormon ve 25 OH Vitamin D düzeyleri normal değer aralıklarında saptandı. Milimetrik boyutta çoğunluğu yuvarlak sklerotik odakların her iki el bilek ve interfalangeal eklemler dışında, her iki omuz, dirsek, kalça, diz ve ayak bileği çevresindeki kemik yapılarda, tarsal ve karpal kemiklerde de bulunduğu gözlendi. Metastatik lezyonların dışlanması için çekilen kemik sintigrafisinde gözlenen sağ dirsek, el bileği, ve distal metakarpal kemiklerde artmış aktivite tutulumlarının travmaya ikincil geliştiği düşünüldü. LEMD3 geninde patolojik olduğu öngörülen heterozigot c.2387+2dupT varyasyonu saptanan olguya osteopoikilozis tanısı konuldu. Olgunun annesinde de direkt grafide kemik dokuda punktat sklerotik lezyonlar gözlendi ve aynı patolojik varyasyona sahip olduğu belirlendi. SONUÇ: Direkt grafide periartiküler kemik dokuda simetrik sklerozan displazi varlığında, özellikle kemik sintigrafi bulguları normalse, primer veya metastatik kemik hastalıkları dışında, benign bir durum olan osteopoikilosisin tanıda düşünülmesi gereksiz ayrıntılı tetkik ve takibi engelleyecektir. Otozomal dominant kalıtılan bu hastalıkta LEMD3 patolojik varyasyonları araştırılarak aileye genetik danışma verilmelidir. Anahtar Kelimeler: Osteopoikilosis, LEMD3 geni, punktat sklerazasyon 148 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-079 Pediatrik Hiperkalseminin Nadir Bir Nedeni İzole Paratiroid Adenomu Olan Adolesan Bir Olguda Tiroglossal Kist ve Ektopik Timus Birlikteliği Meltem Tayfun1, Ahmet Uçaktürk1, Emrah Şenel2, Veysel Kaplanoğlu3, Esra Karakuş4, Şenay Savaş Erdeve1 Ankara Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği Ankara Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği 3 Ankara Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Radyoloji 4 Ankara Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Patoloji 1 2 GİRİŞ: Primer hiperparatiroidizm çocuklarda nadir (2-5/100.000) görülen bir hastalıktır. Çocuk ve adolesan yaş grubunda görülen primer hiperparatiroidilerin önemli bir kısmını izole paratiroid adenomları oluştururken, daha az oranda multipl endokrin neoplazi tip1(MEN-1) ve tip 2A (MEN-IIA)’nın bir komponenti olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada konjenital boyun lezyonlarının eşlik ettiği izole paratiroid adenomuna bağlı primer hiperparatiroidili bir olgu sunulacaktır. OLGU: On beş yaşında erkek hasta rutin kan tetkiklerinde kalsiyum düzeyinin yüksek saptanması üzerine kliniğimize yönlendirildi. Aktif şikayeti olmayan hastanın özgeçmişinde olası böbrek taşı hikayesi nedeniyle hastane başvurusu olduğu ancak o dönemde serum kalsiyum düzeyi çalışılmadığı öğrenildi. Soygeçmişinde özellik yoktu. Fizik muayenesinde boyu:176,6cm (0.49SDS), ağırlığı:51,5kg (-1.68SDS), puberte Tanner evre 5 ile uyumluydu. Laboratuvar incelemesinde kalsiyum:12,8mg/dL, fosfor:3,7mg/dL, ALP:486U/L, PTH:220pg/mL, BUN:17mg/dL, kreatinin:0,7mg/dL, albümin: 5 g/dl, 25-OH vitamin D:14U/L, idrar kalsiyum/kreatinin oranı: 0,4 saptandı. 24 saatlik idrar kalsiyum düzeyi 8 mg/kg/gün bulundu. Renal ultrasonografisi, ekstremite grafileri ve kemik mineral dansitometresi normaldi. Boyun ultrasonografik incelemesinde tiroid gland sol lob inferior komşuluğunda paratiroid lojda 15x6 mm boyutlarında hipoekoik solid lezyon (paratiroid adenomu), sağ lob posteriorinferior komşuluğunda18x7 mm boyutlarında izo-hipoekoik görünüm (ektopik timus dokusu) ve boyun orta hatta 11x8 mm boyutlarında anekoikkistik görünüm (tiroglossal kist) izlendi.Teknesyum-99m sestamibi (99mTc MIBI) sintigrafisinde tiroid bezi sol lob alt pol inferiorda fokal aktivite tutulumu izlendi (Resim 1). Paratiroid adenoma eşlik edebilecek hipofiz, pankreas, tiroid ve adrenal patolojiler yönünden operasyon öncesi taramaları negatifti. Hiperkalsemisine yönelik olarak hasta hidrate edildi ve furosemid tedavisi başlandı. Cerrahi eksplorasyonda paratiroid adenomu ve tiroglossal kist eksize edildi, patoloji raporu paratiroid adenomu ve tiroglossal kist ile uyumlu raporlandı. Operasyon sonrası birinci günde hipokalsemisi olan olguya başlanan oral kalsiyum ve kalsitriol tedavisi operasyon sonrası 14. günde kesilebildi. SONUÇ: Adolesan dönemde paratiroid adenomuna bağlı hiperkalsemi asemptomatik olabilir ve tanıda gecikme yaşanabilir. Olgumuz paratiroid adenomuna tiroglossal kist ve ektopik timusun eşlik etmesi nedeniyle ilginç bulundu ve ektopik timus açısından görüntüleme ile izlem planlanıldı. Anahtar Kelimeler: Hiperkalsemi,hiperparatiroidi, paratiroid adenomu, tiroglossal kist, ektopik timüs 149 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-080 Hipoksik İskemik Ensefalopati Sonrası Ağır Hiperkalsemi ile Başvuran Subkutan Yağ Nekrozu Olgusu Ender Can1, Beste Kıpçak Yüzbaşı1, Ahmet Anık2, Tolga Ünüvar2, Canten Tataroğlu3, Emine Çil1, Neslihan Şendur4, Ayşe Fahriye Tosun1 Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk Nörolojisi BD, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Patoloji AD, Aydın 4 Adnan Menderes Üniversitesi, Dermatoloji AD, Aydın 1 2 3 Giriş Subkutan yağ nekrozu, genellikle term bebeklerde hayatın ilk dört-altı haftasında görülen; sırt, yanaklar, boyun, kalça ve ekstremitelerde eritematöz-mor subkutan plaklar ve nodüllerle seyreden, kendiliğinden düzelen bir pannikülittir. Etiyolojisinde hipoksi, hipotermi, sepsis, gestasyonel diyabet, preeklampsi gibi durumlar yer almaktadır. Bu olgu sunumunda, hipoksik iskemik ensefalopati (HİE) tanısıyla yenidoğan döneminde hipotermi uygulanmış olan, süt çocukluğu döneminde beslenme güçlüğü ve kusma ile başvurup ağır hiperkalsemi ve nefrokalsinozis saptanan bir olgu sunulmuştur. Olgu Otuz beş günlük olgu; emmede zayıflık, öğürme, kusma, dehidratasyon ve hipotonisitesi nedeniyle yatırıldı. Özgeçmişinden, HİE tanısıyla hipotermi tedavisi aldığı ve 28 gün yenidoğan yoğun bakım ünitesinde izlendiği öğrenildi. Fizik muayenesinde, sırtta, sol omuzda, ciltten kabarık, ödemli, eritemli, sert, nodüler çok sayıda lezyonları mevcuttu. Laboratuvarında; serum kalsiyumu 19,7 mg/dl, iyonize kalsiyum 2,58 mmol/dl (N:1,13-1,32), fosfor 3,3 mg/dl, parathormon 4,4 pg/ml (N:16-88,3), 25-OH vitamin D 42,6 ng/ml bulundu. Renal ultrasonografide bilateral nefrokalsinozis görüldü. Kraniyal manyetik rezonans görüntülemesi ağır HİE ile uyumlu idi. Hidrasyon ve furosemid tedavileri ile serum kalsiyumunda yeterli düşüş gözlenmeyen olgunun tedavisine pamidronat eklendi. İki doz IV pamidronat ile normokalsemi sağlanan olgunun deri biyopsisi subkutan yağ nekrozu ile uyumlu bulundu. Sonuç Subkutan yağ nekrozu nadir rastlanılan, genellikle iyi huylu, geçici bir durumdur. Günümüzde orta-ağır HİE tanısıyla hipotermi tedavisi giderek daha fazla uygulamaya girmiştir. HİE tanısı olan, hipotermi uygulanan olgular izlemde, subkutan yağ nekrozunun huzursuzluk, iştahsızlık, kusma ve büyüme geriliği gibi semptomları ve hiperkalseminefrokalsinozis gelişimi açısından yakından takip edilmelidir. Anahtar Kelimeler: Subkutan yağ nekrozu, hiperkalsemi, pamidronat 150 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-081 Süt Çocukluğu Döneminde Ağır Hiperkalseminin Nadir Bir Nedeni: Miliyer Tüberküloz Suna Kılınç1, Özlem Bostan Gayret2, Meltem Erol2, Tuğçe Damla Dilek2, Özgül Yiğit2 Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi, İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, İstanbul 1 2 GİRİŞ: Bebeklik döneminde hiperkalsemi genellikle ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi, D vitamini intoksikasyonu, hiperparatiroidizm ve çeşitli genetik hastalıklara bağlı olarak ortaya çıkar. Tüberküloz ve sarkoidoz gibi granülomatöz hastalıklar nadir hiperkalsemi nedeni olarak saptanır. Burada kliniğimize ağır hiperkalsemi bulguları ile başvuran ve miliyer tüberküloz saptanan 20 aylık kız hasta sunulmuştur. OLGU: Ateş, halsizlik ve iştahsızlık şikayeti ile acil polikliniğimize başvuran 20 aylık kız hastanın fizik muayenesinde turgor, tonus azalmıştı. Belirgin büyüme gelişme geriliği mevcuttu. Laboratuvar bulgularında hemogramında lökositozu mevcuttu. Sedimantasyon ve CRP düzeyi yüksekti. Biyokimyasında Ca:18.3 mg/dL, P:4.4 mg/dL tespit edilen hastanın ALP:125 U/L, 25-OH D vitamini düzeyi >70 ng/mL, PTH: <1.2 pg/mL idi. Hastanın herhangi bir ilaç ya da vitamin kullanmadığı öğrenildi. Üriner sistem USG’de bilateral nefrokalsinozis tespit edildi. İV hidrasyon ve furosemid tedavisi ile serum kalsiyum düzeyinde istenen düzelmenin olmaması nedeniyle pamidronat-disodyum tedavisi iki gün verildi. Kalsiyum düzeyi 11.3 mg/dL ye geriledi. Dinlemekle bilateral akciğer sesleri kaba olan hastanın çekilen PA akciğer grafisinde yaygın retikülonodüler görünüm olması nedeniyle istenen toraks tomografisinde akciğerde yoğun kalsifiye alanların izlendiği kaviter lezyonlar ve kalsifik lenf nodları izlendi (Miliyer tüberküloz?). Suriyeli olan hastanın hikayesi derinleştirildiğinde anneye gebeliğinde antitüberküloz tedavi başlandığı ancak tedavisini tamamlamadığı öğrenildi. Hastanın idrar, kan ve mide açlık suyu örnekleri ARB kültür ve PCR için gönderildi. Antitüberküloz tedavi başlandı, takibe alındı. SONUÇ: Bölgemizde son yıllarda yaşanan savaşlar nedeniyle ülkemize yoğun göçlerin olması enfeksiyon hastalıklarında belirgin bir artışa neden olmuştur. Bu olgu sunumu ile çocuklarda çok nadir bir hiperkalsemi nedeni olan tüberküloz hastalığına tekrar dikkat çekilmek istenmiştir. Anahtar Kelimeler: Hiperkalsemi, Nefrokalsinozis, Miliyer tüberküloz, 151 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-082 Rikets Bulgulari İle Başvuran Paratiroid Adenomuna Bağli Primer Hiperparatiroidili Bir Olgu Şervan Özalkak, Şenay Savaş Erdeve, Nursel Muratoğlu Şahin, Semra Çetinkaya, Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi GİRİŞ: Primer hiperparatiroidinin prezentasyon bulgusu olarak rikets nadir görülür ve primer hiperparatiroidinin klasik klinik ve biyokimyasal özelliklerini maskeler. Bu yazıda rikets bulgularıyla başvurarak paratiroid adenomuna bağlı primer hiperparatiroidi tanısı alan bir olgu sunuldu. Bu nadir birliktelik literatür eşliğinde tartışıldı. OLGU: Onbeş yaşında, erkek hasta yaygın kemik deformiteleri ve gelişme geriliği yakınmasıyla başvurdu. Hastanın 9 ve 14 yaşlarında kemik deformiteleri nedeniyle iki kez opere edildiği öğrenildi.Fizik muayenesinde boy:142.9cm (3.4sds), VA:35.9kg (-3.4sds) olup puberte Tanner evre 4 ile uyumluydu. El bileğinde belirgin genişleme ve düzensizlik, bacaklarda X-bine, ayak bileklerinde bilateral dışa dönüklük, torakal skolyoz vardı. Laboratuvarında; Ca:8.5mg/dl, P:3.7mg/dl, ALP:4550U/L, PTH:1900pg/ml, 25(OH)Vit D:4ng/ml, 1.25(OH)2D vit:52pg/ml, spot idrar kalsiyum/kreatinin:0.54, kemik surveyinde yaygın osteopeni, el bileğinde metafizer genişleme, çanaklaşma ve fırçalaşma bulguları mevcut, her iki humerus metafizyel uçlarında, sol humerus orta diafizer kesimde, sol klavikula orta kesimde brown tümörle uyumlu litik lezyonlar, uzun kemiklerde supperiosteal rezorbsiyon, her iki tibia ve fibulada bowing deformitesi, kraniumda atılmış pamuk manzarası saptandı. Kemik dansitometride L1 -L4‘de z skoru: -4,2, 0,652g/cm2 olarak bulundu. Renal USG deher iki böbrek ekojenitesi grade 1-2 artmış olarak raporlandı. Aktif riketsi olan hastaya iki kez 150.000 ünite D vitamini tedavisi verildi. Tedaviye rağmen klinik ve laboratuvar bulgularda düzelme olmadı. Kalsiyum değerleri 12mg/dl‘ye kadar yükseldi. Hastada hiperparatiroidi düşünüldü, ultrasonografide tiroid sol lob komşuluğunda 31x10x6mm boyutunda hipoekoik heterojen solid lezyon görüldü ve paratiroid sintigrafisinde tiroid sol lobunun hemen tamamını kapsayan paratiroid adenomu/hiperplazisi ile uyumlu aktivite tutulumu izlendi. Paratiroid adenomunua yönelik olarak hasta opere edildi, 3x2x1cm boyutunda adenom eksize edildi. Patoloji sonucu paratiroid adenomu olarak geldi. Operasyondan hemen sonra PTH düzeyi 286pg/ml geriledi. Hasta operasyon sonrası 7 ay oral kalsiyum ve D vitamini aldı. Tedavi kesimi sonrası Ca:9.7mg/dl, P:4.8mg/dl, ALP:281U/L, PTH:57pg/ml bulundu. Kemik deformitelerinde kısmi düzelme oldu. SONUÇ: Primer hiperparatiroidili olgularda rikets birlikteliği çok nadir görülür. Bu birliktelik hiperparatiroidi klinik bulguların maskelenmesine yol açarak tanıda gecikmelere yol açabilir. Anahtar Kelimeler: rikets, paratiroid adenomu, primer hiperparatiroidi 152 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-083 1-25 Hidroksivitamin D Düzeyi Normal Olan Vitamin D Bağımlı Rikets Tip1A Olgusu Meliha Demiral, Enver Şimşek Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji AD, Eskişehir GİRİŞ: Vitamin D bağımlı rikes tip 1A (VDDR tip 1A); 1α hidroksilaz enzimini kodlayan CYP27B1 gen mutasyonu nedeniyle ortaya çıkan nadir bir hastalıktır. VDDR tip 1A ‘da 25 hidroksivitamin D (25-OH D) düzeyinin normal ya da yüksek, 1-25 hidroksivitamin D (1-25 OH D) düzeyinin düşük olması beklenir. Burada; ilginç olarak 1-25 OH D düzeyi normal olup, CYP27B1 geninde mutasyon saptanan, VDDR tip 1A tanısı alan bir hasta sunulmuştur. OLGU: 6.5 yaşında kız hasta; bacaklarda eğrilik, yürümede güçlük yakınması ile başvurdu. Öyküsünden, kuzen olan anne ve babanın ikinci çocukları olduğu, miadında 3300 g, normal doğum ile doğduğu, 9 aylıkken yürümeye başladığı, 1 yaşına kadar D vitamini proflaksisi kullandığı, 2.5 yaşında ördekvari yürüme ve büyüme geriliği nedeni ile başvurduğu sağlık kuruluşunda nutrisyonel rikets tanısı ile D vitamini ve kalsiyum tedavisi verildiği, ancak zamanla bacaklarındaki eğriliğin arttığı öğrenildi. Fizik muayenesinde boy: 98 cm (-4.4 SDS), vücut ağırlığı: 15 kg (-2.3 SDS), boya göre vücut ağırlığı: 98, el ve ayak bileklerinde genişleme, bacaklarda “X-bain” deformitesi ve raşitik rosary tespit edildi. Tetkiklerinde; Ca: 7.2 mg/dl, P: 2.4 mg/dl, ALP: 1011 U/L, PTH: 449 pg/ml, 25-OH D: 23.7 ng/ml (20-80 ng/ml), 1-25 OH D 30.6 pg/ml (17.8-80 pg/ml ), Tubüler fosfat reabsorbsiyonu %90, el bilek ve diz grafilerinde metafizer çanaklaşma ve düzensizlik saptandı. Kalsitriol ve oral kalsiyum tedavisi başlandı. Moleküler genetik incelemede CYP27B1 geninde homozigot K192E (c.574A>G) yeni mutasyon tespit edildi. SONUÇ: VDDR tip 1A’yı, klinik bulgular ile diğer kalsiopenik riketslerden ayırt etmek güçtür. D vitamini tedavisi ile klinik ve laboratuvar düzelme sağlanamayan rikets vakalarında 1α hidroksilaz veya vitamin D reseptör gen analizi yapılması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: rikets, 1alfa hidroksilaz geni, 153 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-084 Primer Hiperparatiroidi Tedavisinde Sinakalset Kullanımı: Olgu Sunumu Özlem Nalbantoğlu, Melek Yıldız, Selma Tunç, Özge Köprülü, Behzat Özkan Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrin Bölümü, İzmir GİRİŞ: Hiperparatiroidi, çocuklarda çok nadir görülen (2-5/100,000) primer, sekonder veya tersiyer olabilen bir hastalıktır. Primer hiperparatiroidide hiperkalsemiye eşlik eden artmış veya baskılanmamış parathormon düzeyleri saptanır. Yüksek parathormon düzeyleri nefrolitiazise, nefrokalsinozise, kemik mineral yoğunluğunda azalmaya, hiperparatiroid kemik hastalığına neden olur. Burada medikal tedavi ile yanıt alınamayan ve bir kalsimimetik olan sinakalset ile kontrol altına hiperparatiroidi olgusunu sunmayı amaçladık. OLGU: On altı yaşında erkek olgu hiperkalsemi saptanması üzerine endokrin polikliniğimize yönlendirildi. Sistem sorgulamasında hiperkalsemi ile ilişkilendirilebilecek yakınmasının olmadığı öğrenildi. Haşimato tiroiditi ve bir yıl önce enfeksiyona sekonder hemolitik anemi öyküsü mevcuttu. Fizik muayenesinde ağırlık 73 kg (75 p), boy: 164,3 (10-25 p), kan basıncı: 115 /80 mmHg idi. Laboratuvar tetkiklerinde serum Ca: 11,7 mg/dL (N: 8,8-10,6 mg/dL), fosfor (P): 3,9 mg/dL (N: 4,5-5,5 mg/dL), PTH:284,4 pg/mL (N: 15-68 pg/mL), alkalen fosfataz (ALP): 282 U/L (N: 30-500 U/L), spot idrar Ca/kreatinin oranı: 0,01 (N: <0,25 mg/mg) saptandı. Anne, baba ve kardeşlerin Ca, P, ALP düzeyleri normal olarak saptandı. Serum 25-hidroksivitamin D [25(OH)D] düzeyi 20,2 ng/mL (N: >20 ng/mL) idi. Elektrokardiyografide QTc süresi normal olarak saptandı. Bu bulgularla Primer hiperparatiroidi tanısı konan olguya intravenöz hidrasyon ve furosemid tedavileri başlandı. Bu tedavilerle serum Ca düzeyi düşmeyen olguya 1 mg/kg/gün dozunda 2 kez pamidronat infüzyonu verildi ve serum Ca düzeyleri normal sınırlara gelen olguda 2 hafta sonra kontrol kalsiyum değerlerinin yüksek saptanması üzerine alendonate sodyum 70 mg/hafta dozunda başlandı. Teknesyum-99m sestamibi (99mTc MIBI) paratiroid sintigrafisi normaldi. CaSR geni DNA dizi analizinde mutasyon saptanmadı. Kalsiyum sensitif reseptör otoantikorları negatif saptandı. Hiperkalsemi ve hiperparatiroidisi devam eden olguda sinakalset 30mg/gün başlandı ve kalsiyum ve parathormon düzeyleri normal sınırlara geriledi. SONUÇ: Bir kalsimimetik olan sinakalset kalsiyum duyarlı resptör modülatörüdür ve ekstraselüler kalsiyum konsantrasyonuna kalsiyum sensitif reseptör duyarlılığını artırır ve parathormon sekresyonunu azaltır. Tedaviye yanıt alınamayan hiperparatiroidi olgularında etkili bir tedavi seçeneğidir. Anahtar Kelimeler: Hiperparatiroidi, sinakalset, hiperkalsemi 154 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-085 D Vitamini Bağımlı Rikets Tip-1 Tanılı Beş Olgunun Klinik ve Laboratuvar Özellikleri Hakan Döneray1, Ayşe Özden1, Kadri Gürbüz2, Serap Ketenci2 1 Atatürk Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Erzurum Atatürk Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Erzurum 2 GİRİŞ: D vitamini bağımlı rikets tip 1 (DVBR-tip 1) 1-alfa-hidroksilaz enzimini kodlayan CYP27B1 genindeki bir mutasyondan kaynaklanır ve otozomal resesif geçişli nadir bir hastalıktır. Bu retrospektif çalışmada DVBR-tip 1 tanısı konulan beş olgunun klinik ve laboratuvar özellikleri sunulmaktadır. BULGULAR: Hastaların ikisi kız ve üçü erkekti. Olguların ortalama tanı yaşı 23.3±14.8 ay idi. Tanı anında iki olgu idame dozunda D vitamini alıyorken, üç olguya yüksek doz D vitamini verilmişti. Hastaların ortalama boy (cm) ve vücut ağırlıkları (g) sırasıyla 73.2±6.9 ve 9360±1344 idi. Bir olgu hariç diğer hastalar boy kısalığına sahipti. Ortalama boy SDS değeri -2.68±1.77 idi. Boy değeri standardın içinde olan bir hastada zaman içinde boy kısalığı oluştu. Olguların dördü rikets için tipik klinik bulgulara sahipti. Bir hastada ise klinik bulgular silikti. Ortalama serum kalsiyum (mg/dl), fosfor (mg/dl), alkalen fosfataz (U/l), intakt parathormon (pg/ml) ve 25-hidroksi kolekalsiferol (ng/ml) düzeyleri sırasıyla 7.6±0.81, 2.6±0.83, 1534±637, 637.2±318.8 ve 56.5±25.2 idi. Dört olguda bakılabilen 1-25dihidroksi kolekalsiferol’un ortalama serum düzeyi 25.8±25.3 pg/ml bulundu. Tüm hastaların çekilen kemik grafilerinde riketse özgü radyolojik bulgular saptandı. Olguların hepsinde spot idrar kalsiyum/kreatinin oranı normaldi. CYP27B1 geni tüm hastalarda analiz edildi. Dört olguda mutasyon bulunurken, bir hastada herhangi bir mutasyon saptanmadı. Olgular oral elementer kalsiyum ve kalsitriol ile tedavi edildiler. Ortalama elementer kalsiyum (mg/kg/gün) ve kalsitriol (ng/kg/gün) dozları sırasıyla 83±32.7 ve 53.2±11.3 idi. Hastaların ortalama takip süresi 23.4±28.9 ay olarak bulundu. Serum biyokimyasal parametrelerde düzelmenin ortalama süresi 13.3±10 ay olarak saptandı. SONUÇ: Yeterli serum 25-hidroksi kolekalsiferol düzeyine rağmen, riketse özgü klinik ve laboratuvar bulgularının mevcut olduğu olgularda DVBR-tip1 düşünülmelidir. Bazı hastalarda klinik bulguların silik olabileceği bu nedenle tanı yaşının gecikebileceği ve biyokimyasal düzelmenin zaman alabileceği akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: D vitamini, bağımlı rikets, tip 1 155 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-086 Denosumab Tedavisinin Kesilmesini Takiben Üç Olguda Gelişen Hiperkalsemi Zeynep Alev Özön1, Gönül Büyükyılmaz1, Ayfer Alikaşifoğlu1, Elmas Nazlı Gönç1, Nilgün Kurucu2, Canan Akyüz2 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Ankara Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Onkoloji BD, Ankara 1 2 GİRİŞ: Denosumab, receptor activator of nuclear factor kappa B liganda (RANKL) karşı insan monoklonal antikoru olup, RANKL/RANK bağlanmasını bloke ederek, osteoklast aktivasyonunu güçlü bir biçimde inhibe eder. Bu etki kemik rezorbsiyonunu azaltarak, kemik dansitesini artırır. Ancak denosumab tedavisinden sonra osteoklastların yeniden aktive olarak kemik rezorpsiyonunu artırması sonucu hiperkalsemi ortaya çıkabilir. Burada uzun süreli denosumab tedavisinin kesilmesini takiben hiperkalsemi geliştiren 3 olgu sunulmuştur. OLGU: Olgu 1, 6 yaş 2 aylık kız olup, C2-C3 vertebraları tutan anevrizmal kemik kisti nedeniyle 11 ay süren denosumab tedavisi kesildikten 4 ay sonra bulantı kusma şikayetiyle başvurdu. Başvuruda Ca:18.9 mg/dl (N:8.8-10.8), P:5.09 mg/dl (N:3.3-5.6), ALP:215 U/L, PTH:<6 pg/ml (N:12-88), 25-OH Vit-D:18.6 µg/L, idrar Ca/kreatinin:1.9, deoksipiridinolin: 45.1 nM DPD ( N:3-7.4) ölçüldü. Olgu 2, 13 yaş 4 aylık erkek olup, Noonan sendromu, pulmoner stenoz, 4.derece hidronefroz, UP darlık, kanama bozukluğu yanı sıra çenede dev hücreli tümör nedeniyle 10 ay süren denosumab tedavisi kesildikten 2.5 ay sonra kusma, karın ağrısı şikayetiyle başvurdu. Başvuruda Ca:14.7 mg/dl, P:5.5 mg/dl, ALP:120 U/L, PTH:< 6 pg/ml, 25-OH VitD:33,6 µg/L idi. Olgu 3, 14 yaş 7 aylık erkek olup sağ asetabulum mediyalinde anevrizmal kemik kisti nedeniyle 9 ay süren denosumab tedavisi kesildikten 3 ay sonra bulantı, kusma, kabızlık ile başvurdu. Başvuruda Ca:14.2 mg/dl, P:5 mg/dl, ALP:237 U/L, PTH:< 6 pg/ml, 25-OH Vit-D:18 µg/L idi. Her üç hastada hiperkalsemi hidrasyon, furosemid ve bir yada daha çok kez pamidronat uygulanarak düzeltildi. Hiperkalsemi denosumabın kesilmesini izleyen dönemde ortaya çıkan osteoklast hiperaktivitesine bağlandı. SONUÇ: Denosumab erişkinlerde kullanılan bir ilaç olup çocuklarda da fibröz displazi, juvenil paget hastalığı, osteogenezis imperfekta tip 6, anevrizmal kemik kisti ve kemiğin dev hücreli tümöründe kullanılmaktadır. Erişkinde çok uzun süreli tedavide nadir görülse de, çocukluk çağında kemiğin yeniden yapılanması erişkinlere göre daha hızlı olduğundan tedavinin tamamlanmasından sonra hiperkalsemi ortaya çıkabilir. Anahtar Kelimeler: Denosumab, hiperkalsemi, osteoklast hiperaktivitesi 156 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-087 İnfantil Kortikal Hiperosteozis Olgusu Durmuş Doğan1, Gonca Koç2, Yasemin Altuner Tosun3 1 Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastanesi Çocuk Endokrinoloji 2 Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastanesi Çocuk Radyoloji 3 Kayseri Eğitim ve Araştırma Hastanesi Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastanesi Çocuk Hematoloji Bir aylık erkek hasta, her iki bacakta farkedilen şişlik ve huzursuzluk yakınması ile başvurdu. Fizik bakısında bilateral tibialarda şişlik ve hassasiyeti dikkat çekmekteydi. Diğer sistem muayeneleri normal saptandı. Biyokimyasal değerlerinde sadece serum alkali fosfataz değeri yüksek saptandı. Sepsis tetkikleri normal bulundu. Direkt grafilerinde tibia, femur humerusda bilateral periost reaksiyonu (kalınlaşması) gözlendi. Sfiliz, A hipervitaminozu, malignite ve osteomyelit dışlandı. Olgu klinik ve radyolojik bulguları ile infantil kortikal hiperosteozis tanısı aldı. Palyatif tedaviler ile takip edilen olgunun 6. ay direkt grafilerinde lezyonların gerilemekte olduğu farkedildi. Büyüme gelişmesi normal ve ek yakınması olmayan olgunun takibi devam etmektedir. İnfantil kortikal hiperosteozis erken infant döneminde ekstremitlerde yada vücudun diğer bölgelerinde kemiği ilgilendiren şişlik ve hassaiyet durumlarında ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Anahtar Kelimeler: İnfantil kortikal hiperosteozis, infant, periost reaksiyonu 157 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-088 Hipoparatiroidi, Sağırlık, Renal Displazi (HDR) Sendromlu Bir Olguda Strabismus ve Yeni Bir Mutasyon Hakan Döneray1, Ayşe Özden1, Anna Lindstrand2, Mustafa Özay3 1 Atatürk Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji BD, Erzurum Karolinska Üniversitesi Moleküler Tıp Merkezi, Stokholm, İsveç 3 Atatürk Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Erzurum 2 GİRİŞ: Hipoparatiroidi, sağırlık, renal displazi (HDR) sendromu otozomal resesif kalıtım gösteren genetik bir bozukluktur. Sendroma göz bulgularının eşlik etmesi oldukça nadirdir. Günümüze kadar HDR sendromu ve strabismus birlikteliği sadece bir olguda bildirilmiştir. Bu posterde klinik takip sırasında strabisbus gelişen HDR sendromlu bir olgu sunulmaktadır. OLGU: İki yaşında kız hasta sık idrar yolu enfeksiyonu geçirme yakınması ile getirildi. Ebeveynleri arasında akrabalık öyküsü bulunmayan olgunun 40 haftalık sorunsuz bir gebelikten sonra normal spontan vajinal yolla doğduğu ve hiç nöbet geçirmediği öğrenildi. Aile öyküsünde sağırlık ya da böbrek yetmezliği öyküsü yoktu. Hastaneye kabulünde vital bulguları normal sınırlar içerisindeydi. Hastanın vücut ağırlığı, boyu ve baş çevresi sırasıyla 9.3 kg (-2.1 SDS), 78.5 cm (-2.3 SDS) ve 45.5 cm (1.8 SDS) ölçüldü. Fizik muayene bulguları doğaldı. Laboratuvar çalışmalarında serum üre nitrojen, kreatinin, sodyum, potasyum, magnezyum, alkalen fosfataz, karaciğer enzimleri ve 25-hidroksi D vitamini düzeyleri, tam idrar ve spot idrar kalsiyum/kreatinin oranı normal sınırlarda bulunurken, serum kalsiyum 4.7 mg/dl (normali 8.8-10.3), fosfor 8.3 mg/dl (3.6-6.5) ve intakt paratiroid hormon 0.5 pg/ml (20-65) saptandı. Radyolojik ve sintigrafik incelemelerde bilateral vezikoüreteral reflü ve sağ böbrekte atrofi ve ileri derecede fonksiyon yetersizliği bulundu. İşitme testinde sağ kulakta 50 dB ve sol kulakta 40 dB işitme kaybı tespit edildi. Hastaya HDR sendromu tanısı konuldu. Oral yolla 50 mg/kg/gün dozunda elementer kalsiyum ve 0.25 mcg/gün dozunda kalsitriol başlandı. Serum kalsiyum ve fosfor düzeylerinin normal sınırlar içine gerilediği görüldü. Olgu 38 aylık iken sağ gözde içe kayma yakınması ile getirildi. Strabismus dışında göz muayenesi doğaldı. Beyin tomografisinde bazal ganglion düzeyinde punktat kalsifikasyonlar saptandı. GATA3 geni bilinen mutasyonlar için normaldi. Bununla birlikte, tüm ekzon dizi analizinde ekzon 1-5’i etkileyen 23 kb’lık yeni bir delesyon saptandı. SONUÇ: Göz bulguları HDR sendromunun bir parçası olabilir. Strabismusun eşlik ettiği HDR sendromlu olgularda GATA3 geni tüm ekzon dizi analizi ile incelenmelidir. Anahtar Kelimeler: hdr, sendromu, strabismus 158 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-089 CASR Mutasyonuna Bağlı Yenidoğanın Ciddi Hiperparatroidisi’nde Cinacalset Tedavi Etkinliği İhsan Turan1, Mehmet Taştan1, Yılmaz Kör2, Leman Damla Kotan1, Mustafa Kurthan Mert2, Fatih Gürbüz1, Ali Kemal Topaloğlu1, Bilgin Yüksel1 Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Adana Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Adana 1 2 GİRİŞ: Homozigot inaktive edici CASR mutasyonu Yenidoğanın Ciddi Hiperparatroidisi’ne (YCH) neden olur. Nadir görülen bu hastalık hayatı tehdit eden hiperkalsemi ile karakterizedir. CaSR’nin allosterik aktivatörü olan Cinacalset bu hastalık için bir tedavi seçeneğidir. OLGU: Birinci olgu; yedi aylık kız hastanın yenidoğan döneminde emmeme şikayeti ile başvurusunda hiperkalsemisi saptanmış, Hidrasyon+Diürez, Kalsitonin ve Bifosfanat tedavilerine cevap alınamamış ve iki aylıkken kliniğimize yönlendirilmiş. Soygeçmişinde akraba evliliği dışında özellik yoktu. Hafif hipotonisi dışında fizik muayenede ek özellik yoktu. Ca: 22,3mg/dL, i.ca: 2,8mg/dL, fosfor: 2,8mg/dL, ALP: 340u/L, 25-OH vitD3: 20ng/dL, Albumin: 3,7g/dL, PTH: 1342pg/mL. CASR dizi analizinde daha önce hastalıkla ilişkilendirilmiş homozigot p.C395R mutasyonu saptandı. Anne ve baba mutasyon için heterozigottu. Hastaya 3mg/kg/gün Cinacalset tedavisi başlandı. İkinci olgu; 2 aylık erkek hasta dış merkezde YCH nedeniyle takip edilmiş, Hidrasyon+Diürez, Kalsitonin ve Bifosfanat tedavilerine cevap alınamamış ve Cinacalset tedavisi başlanıp kademeli olarak 15mg/kg/gün’e çıkılmış. Soygeçmişinde akraba evliliği dışında özellik yoktu. Fizik muayenede özellik yoktu. Tedavi altında Ca: 19,1mg/dL, i.ca: 1,73mg/dL, fosfor: 3,2mg/dL, ALP: 440U/L, PTH: 1118pg/mL. CASR dizi analizinde novel homozigot p.N207Kfs*42 mutasyonu saptandı. Anne mutasyon için heterozigottu, baba değerlendirilemedi. In slico analizlerde, literatürle uyumlu olarak, nonsense-mediated decay sonucu gen ekspresyonu olmayacağının öngörülmesiyle mutasyon hastalık nedeni olarak değerlendirildi. SONUÇ: Her iki olguda da Cinacalset dozu literatürde bildirilen en yüksek doza kadar çıkılmış ancak cevap alınamamıştır. İlk olguya total paratroidektomi ve bir bezin sol kola implantasyonu yapılmıştır. İmplante edilen bez fonksiyon göstermemiş ve hipoparatrodi tedavisi verilmiştir. İkinci olgu için de operasyon planlanmıştır. TARTIŞMA: Cinacalset CaSR’ye bağlanarak etki göstermektedir. İlk olgudaki mutasyonun homozigot olması ve Interpro veri tabanına göre ligand bağlanma bölgesinde bulunması reseptöre bağlanamama nedeni olarak görülmüş, bu sebeple tedavinin başarısız olduğu düşünülmüştür. İkinci olgudaki homozigot mutasyonun prematür stop kodonu oluşturması, nonsense-mediated decay’e neden olmuş ve yüksek olasılıkla protein üretimi hiç olmamıştır. Moleküler genetik analizler Cinacalset tedavisi için yol gösterici olabilir. Anahtar Kelimeler: CASR, Yenidoğanın Ciddi Hiperparatroidisi, Cinacalset, Hiperkalsemi 159 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-090 İki Olgu İle Selim Geçici Hiperfosfatazemi Semih Bolu1, Fatih İşleyen2, İbrahim Hakan Bucak2, Mehmet Turgut2 Adıyaman Eğitim Araştırma Hastanesi Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Adıyaman 1 2 GİRİŞ Selim geçici hiperfosfatazemi (SGH) çoğunlukla 5 yaşından küçük çocuklarda serum alkalen fosfataz (ALP) düzeyinin normal değerlerin 3-50 katı yüksekliği ile karakterize bir durumdur. Hastaların çoğu başka bir nedenle tetkik edilirken tanı almaktadır. Hastalarda ALP yüksekliği dışında karaciğer ya da kemik hastalığı ile ilişkili klinik, laboratuvar ve radyolojik bulgu yoktur. OLGU 1: 13 aylık erkek hasta üst solunum yolu enfeksiyonu sonrası yapılan tetkiklerde alkalen fosfataz (ALP) değerinin yüksek olması nedeni ile tarafımıza yönlendirildi. Doğum ağırlığı 3000 gram olan hastanın 6 ay anne sütü aldığı, D vitamini profilaksisine 7-8 ay devam edildiği öğrenildi. Fizik incelemesi normal olan hastanın ağırlığı 9.7 kg (-0.38 SDS), boy 75cm (-0.57 SDS), baş çevresi 46cm (-0.75 SDS) ölçüldü. Yapılan tetkiklerde Ca: 10 mg/dl, P:5.5mg/dl ALP: 2304 U/L, 25-Hidroksi Vitamin D: 38 ng/ml, PTH: 26 pg/ml idi ve el bilek grafisinde osteopeni bulguları yoktu. Olgunun ALP düzeyi tedavi verilmeksizin 3 hafta sonra 400 U/L’e ve 6 hafta sonra ise 220 U/L’e kadar geriledi. OLGU 2: 16 aylık erkek hasta ishal ve kusma şikayeti nedeni ile yaptığı çocuk acil başvurusunda ALP değerinin yüksek olması nedeni ile polikliniğimize sevkedilmişti. Doğum ağırlığı 2800 gram olan hastanın 12 ay anne sütü aldığı, D vitamini profilaksisine 10 ay devam edildiği öğrenildi. Fizik incelemesi normal olan hastanın ağırlığı 9.3 kg (-1.25 SDS), boy 79cm (-0.36 SDS) ölçüldü. Yapılan tetkiklerde Ca: 9.8 mg/dl, P:4.8 mg/dl ALP: 4555 U/L, 25-Hidroksi Vitamin D: 32 ng/ml, PTH: 23 pg/ml idi ve osteopeni bulguları yoktu. Olgunun ALP düzeyi 2 hafta sonra 774 U/L’e ve 4 hafta sonra ise 201 U/L’e geriledi. SONUÇ SGH, herhangi bir kemik ya da karaciğer hastalığı bulgusu olmayan çocuklarda saptanan ALP yüksekliği durumudur ve çoğunlukla dört ay içinde laboratuar değerleri normale dönmektedir. Bu durumun bilinmesi hastayı gereksiz tetkikten ve psikolojik stresten kurtaracaktır. Ancak yapılan seri ölçümlerde düşüş gözlenmemesi halinde patolojik nedenler açısından inceleme yapılmalıdır. Anahtar Kelimeler: hiperfosfatazemi, alkalenfosfataz,çocuk 160 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-091 Yeni Mutasyon Saptanan Hipofosfatemik Raşitizm Olgusu Esra Kutlu1, İlker Tolga Özgen1, Yaşar Cesur1, Nilgün Duman2 Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakultesi, Çocuk Endokrinoloji BD Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakultesi, Tıbbi Genetik BD 1 2 GİRİŞ: Hipofosfatemik raşitizm izole renal fosfat kaybı ve D vitamini aktivasyonunun bozulması ile karakterize kalıtsal raşitizm nedenlerindendir. En sık görülen tipi olan X’e bağlı dominant kalıtılan hipofosfatemik raşitizm (XBHR), X kromozomu kısa kolunda (Xp22.1) bulunan PHEX (phosphate-regulating endopeptidase homolog, X-linked) genindeki mutasyon sonucu oluşur. Tipik klinik bulguları frontal bombelik, raşitik tespih, eklem mesafesinde genişleme, “O” veya “X” bacak deformitesi, boy kısalığı ve diş problemleridir. Burada klasik XBHR sendromu olup PHEX geninde yeni mutasyon saptanan olgu sunulmuştur. OLGU: Dört yaşında iken bacaklarda eğrilik şikayetiyle dış merkeze başvuran kız hastanın fizik muayemesinde kaput kuadratum, “O” bacak deformitesi, el ve ayak bilekleri metafizlerinde genişleme bulguları ile yapılan tetkiklerinde kalsiyum (Ca): 9,5mg/dl, fosfor (P): 2mg/dl, alkalen fosfataz (ALP): 527U/L, parathormon (PTH): 64,1pg/mL (12-72), 25 OH-D vitamini: 26,6 ng/ml(6-46) saptanarak hipofosfatemik raşitizm tanısı ile kalsitriol ve oral fosfat tedavisi başlanmış. Uzun süre takipsiz kalan hasta, boy kısalığı şikayeti ile 16 yaşında iken tekrar başvurdu. Aralarında 3. derece akraba evliliği olan sağlıklı anne ve babanın üçüncü çocuğu olup, diğer iki erkek kardeşleri sağlıklıdır. Fizik muayenesinde boy: 147 cm(-2,4 SDS), ağırlık: 48 kg(-0,8 SDS), “O” bacak deformitesi saptandı. Diğer sistemik muayeneleri normal olarak değerlendirildi. Tetkiklerinde Ca: 9,4mg/dl, P: 2,7mg/dl, ALP: 527U/L, PTH: 146,6pg/mL(12-72), 25 OH-D vitamini: 10,6ng/ml, idrar P: 2g/24 saat(0,3–1), idrar Ca: 1,3mg/kg/24 saat, BMD: 1,107g/cm2 (0,3 SDS) saptanan hastanın klinik ve laboratuvar bulguları XBHR ile uyumlu bulundu. PHEX geni dizi analizi sonucunda daha önce bildirilmemiş olan heterozigot c.2070+1G>A değişimi saptandı. Anne babasında mevcut değişim saptanamadı. Hasta mevcut tedavisi düzenlenerek takibe alındı. SONUÇ: PHEX mutasyonu ile fosfatoninlerden fibroblast growth factor-23’ün katabolizması bozulur, böbreklerde fosfat geri emilimi ve 1α-hidroksilaz aktivitesi azalır. Bu bozukluklar doğumdan itibaren vardır, ancak çocuğun yürümeye başlamasıyla klinik belirginleşir. Erken tanı ve tedavi ile tipik klinik bulguların gelişmesi önlenip erişkin boy uzunluğunda kazanç sağlanabilmektedir. Olgumuz PHEX geninde yeni bir mutasyon saptanması nedeniyle sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Hipofosfatemik Raşitizm, X'e bağlı hipofosfatemik raşitizm, PHEX MUTASYONU, 161 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-092 Hipofosfatemik Riketsli Olgularımızda Genotip/Fenotip İlişkisinin Değerlendirilmesi Elvan Bayramoğlu, Melikşah Keskin, Erdal Kurnaz, Zehra Aycan, Semra Çetinkaya Dr. Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara GİRİŞ: Hipofosfastemik rikets(HR); persistan hipofosfatemi ve hiperfosfatüri ile karakterize nadir görülen bir herediter rikets nedenidir. Bu ana başlık altında farklı patogenetik mekanizmalar ve farklı kalıtım şekli gösteren hipofosfatemik tablolar vardır. En sık görülen kalıtım tipi ise X’e bağlı geçiş gösteren ‘phosphate-regulatingendopeptidase homolog(PHEX)’ geninde oluşan mutasyonlardır. Ülkemizde de en sık PHEX mutasyonları olduğu bildirilmektedir. Kliniğimizde HR tanısı ile takip edilen olgularımızda genotip/fenotip özelliklerini değerlendirmeyi ve olguların ülkemizdeki durumunu belirlemeyi amaçladık. METHOD: Kliniğimizde HR tanısı ile takip edilen ikisi kardeş-altı olgu; klinik bulguları/tedavi süreleri/tedavi dozları/tedavi komplikasyonları açısından değerlendirildi. Olgulara ve ailelerine tüm dizi sekans analizi yöntemi ile genetik inceleme yapıldı. BULGULAR: Olguların tamamında ve annelerinde PHEX geninde mutasyon saptandı (Bir olguda yeni mutasyon). Olguların tüm özellikleri ve genetik sonuçları Tablo 1’de özetlenmiştir. Tartışma ve SONUÇ: Aynı genetik mutasyonu taşımasına rağmen kardeş olgularda tedavi dozlarının farklılığı ve nefrokalsinozis gibi komplikasyonların bir kardeşte görülürken diğer kardeşte saptanmaması, HR için genotip/fenotip korelasyonunun olmadığını, saptanan mutasyonların daha önce ülkemizden bildirilen diğer olgu serilerinden farklı olduğu, literatürde kız olguların fazla olduğu belirtilmesine rağmen farklı olarak erkek olgularımızın fazla olduğu, nefrokalsinozis gelişme riskinin yüksek fosfor dozları ile tedavi edilen olgularda arttığını, ancak yüksek doz fosfor alan olguların boy SDS değerlerindeki düzelmenin daha belirgin olduğu gözlendi. Genotip/fenotip ilişkilerinin belirlenmesinde vaka sayılarının arttığı çalışmalara ihtiyaç olduğu sonucuna ulaşıldı. Anahtar Kelimeler: hipofosfatemik rikets, genotip, fenotip, PHEX 162 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-093 Ailesel Sekonder Hipokalsemili Primer Hipomagnezemili Altı Olgunun Değerlendirilmesi Elvan Bayramoğlu, Melikşah Keskin, Zehra Aycan, Şenay Savaş Erdeve, Semra Çetinkaya Dr. Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara AMAÇ: Ailesel sekonder hipokalsemili primer hipomagnezemi (ASHPH); ‘transient receptor potential melastatin 6 (TRPM6)’ geninde oluşan mutasyonlara bağlı olarak magnezyum absorbsiyonunda selektif bozukluk gelişmesi ile karakterize otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Etkilenen olgular sıklıkla ciddi hipokalseminin neden olduğu nöbetler nedeni ile infant dönemde, magnezyum düşüklüğü ile tanı almaktadırlar. Erken tanı ve tedavi; gelişebilecek kalıcı nörolojik hasar ve az bazı nadir olgularda aritmiye bağlı gelişebilecek ani ölümlerin engellenmesi bakımından önem taşımaktadır. Çalışmamızda kliniğimizde primer hipomagnezemili tanılı altı olgunun klinik özelliklerini ve genotip/fenotip ilişkisini değerlendirmeyi. GEREÇ-YÖNTEM: Kliniğimizde PH tanısı ile izlemde olan ikisi kardeş, altı olgu çalışmaya dahil edildi. Olguların tanı yaşları, başvuru klinik/laboratuar ve izlem verileri değerlendirildi. Olgulara TRPM6 geni tüm sekans analizi yapıldı. BULGULAR: İkisi kardeş-beşi erkek-altı olgudan üçünde TRPM6 geninde mutasyon saptandı (Diğer üç olgunun ileri genetik çalışması devam etmekte). Olguların klinik ve laboratuvar bulguları ile saptanan mutasyonlar Tablo 1’ de gösterilmiştir Tartışma ve SONUÇ: Kliniğimizde takip edilen 6 olgunun uzun süreli izlem verileri değerlendirildiğinde erken tanı alan olguların yaşlarına uygun eğitimlerinin devam ettiği, 21 yıllık izlemi olan bir olgu üniversite düzeyinde eğitim alabilirken, daha geç tanı alan yine 19 yıllık izlemi olan diğer bir olgunun ise özel eğitim aldığı görüldü. Ülkemiz gibi akraba evliliklerinin sık olduğu toplumlarda nispeten sık görülen otozomal resesif geçişli hipomagnezemi olgularında etyolojinin aydınlatılması bu olgularda ve ailelerinde moleküler çalışmalar yapılması magnezyum homeostazisi konusunda bilgi birikimimizin artmasına ve bu olguların erken dönemde tanı alarak gelişebilecek olumsuz sonuçların engellenmesine katkı sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: primer hipomagnezemi, TRPM6 geni, sekonder hipokalsemi 163 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-094 Sekonder Osteoporoz Tanısıyla İzlenen Hastaların Değerlendirilmesi Zehra Yavaş Abalı, Firdevs Baş, Aslı Derya Kardelen, Şükran Poyrazoğlu, Rüveyde Bundak, Feyza Darendeliler İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Büyüme-Gelişme ve Pediatrik Endokrinoloji BD Giriş Kronik hastalık nedeniyle izlenen çocuklar, hastalığın etkisine ve/veya tedaviye bağlı olarak yetersiz kemik mineralizasyonu riski taşımaktadır. Bu çalışmada, kronik hastalıklara bağlı osteoporozu olan hastaların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Hastalar ve Yöntem Çocuk Endokrinoloji dışı kliniklerde kronik hastalık nedeniyle izlenen, DEXA (dual-enerji X-ray absorbtiometri) ile boy yaşına göre vertebra kemik mineral yoğunluğu (KMY) Z skoru -2.0 ve altında olan 44 hasta (22 kız) çalışmaya alındı. Hastaların başvuru klinik, laboratuvar ve radyolojik özellikleri kaydedildi. Kırık ve/veya vertebrada çökme kırığı olanlara öncelikle D vitamini ve kalsiyum desteği ve bifosfanat (BP) tedavisi başlanmıştı. BP tedavisi alan çocuklarda tedavi yanıtı değerlendirildi. Bulgular Kronik hastalık tanı yaşı ortalaması 3.4±3.9 (ortanca 2.4, 0.0-15.3 yıl) olan hastaların osteoporoz saptanma zamanı 9.2±4.9 yıl (1.4-17.7) idi. Kronik hastalık grupları gastroenterolojik (%29.5), nörolojik (%22.7), hematolojik (%18.2), doğumsal metabolik (%11.4), romatolojik (%9.1) ve renal (%9.1) olarak belirlendi. Steroid tedavisi alma oranı %63.6 idi. Başvuruda, boy ve vücut kitle indeksi SD ortalaması sırasıyla -1.4±1.4 ve -0.3±1.8 idi ve hastaların %61.4’ü (n=27) prepubertaldi. Boy kısalığı oranı %30.2 idi. Başvuruda DEXA Z skoru -2.8±0.9 idi. Ortalama izlem süresi 4.6±3.3 yıl idi. Uzun kemiklerde kırık oranı %20.5 idi. Hastaların %34.1’inde (n=15) BP tedavisi verilmişti (14 hasta pamidronat, 1 hasta alendronat). BP en sık nörolojik hastalıklarda (%50) kullanılmıştı. Pamidronat 1-3 mg/kg dozunda, intravenöz olarak 3-6 ayda bir uygulanmıştı. Kümülatif pamidronat dozu ortalama 12.8±8.7 mg/kg (3.0-33.0 mg/kg) idi. BP almayanlarda başlangıç ve son değerlendirmedeki DEXA Z skoru -2.5±0.8 ve -2.5±1.1 idi (p:0.075). BP alanlarda ise başlangıç ve son DEXA Z skorları arasında anlamlı fark saptandı (-3.3±1.0 ve -2.4±0.9; p:0.004). YORUM: Çalışmamızda farklı hastalık gruplarından heterojen bir grup değerlendirilmiş olup bifosfonat tedavisinin KMY’de anlamlı bir düzelme sağladığı görülmüştür. Her hastalık grubu için büyük gruplarda klinik ve radyolojik düzelmenin birlikte değerlendirildiği prospektif çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar Kelimeler: Bifosfonat, kemik mineral yoğunluğu, sekonder osteoporoz 164 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-095 Subkutan Yağ Dokusu Nekrozu & Hiperkalsemi Tedavisinde Bifosfonatların Akut ve Uzun Dönemdeki Etkinliği Filiz Mine Çizmecioğlu1, Ömer Karaca2, Fatih Kılıçbay3, Ayşe Engin Arısoy3, Ayie Sevim Gökalp3 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıları AD, Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet BD, Kocaeli Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıları AD, Kocaeli 3 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıları AD, Neonatoloji BD, Kocaeli 1 2 Cilt altı yağ doku nekrozu, nefrokalsinozis gibi ciddi morbiditeye ve hatta yaşamı tehdit edeci hiperkalsemiye sebep olabilen yağ dokusunun inflamatuar hastalığıdır. Hiperkalsemi tedavisinde hidrasyon, furosemid ve steroid tedavisi yer almakla birlikte intravenöz bifosfonatlar da önemli yere sahiptir. Olgular hiperkalsemik infantın akut tedavisinde pamidronatın yerini ve uzun süreli izlemde nefrokalsinozis üzerine etkisini tartışmak açısından sunulmuştur. Olgu 1: 32 yaşındaki anneden 40+3 haftalık C/S ile, 3730 gr, mekonyum aspirasyon sendromuyla doğan erkek bebek. Postnatal solunum sıkıntısı nedeniyle kısa süreli yoğun bakım ihtiyacı olan bebek, 25. günde omuz, sırt ve bacaklarında lokalize cilt/ciltaltı sertlikler ve kızarıklık yakınması ile başvurdu (Şekil 1). Yüzeyel ultrasonografi ve muayene bulguları ciltaltı yağ doku nekrozunu desteklemekteydi. Serum Ca 17.6mg/dl saptanan olguya IV hidrasyon, furosemid ve steroid tedavisi başlandı. Tedavinin 6. gününde serum Ca 15.4 mg/dl, PTH <5pg/ml, idrar Ca/Cr 2.5, 25Hidroksivitamin D 27.6ng/ml, 1-25dihidroksi vitaminD 63.5pg/ml saptandı. Üriner ultrasonografide tip C nefrokalsinozis izlendi. Standart tedavi ile serum Ca 12,6mg/dl’ye düşmesine rağmen izlemde hiperkalseminin tekrarlaması üzerine (Ca 15.3mg/dl) IV bifosfonat infüzyonu verildi. Bifosfonat tedavisi ile 3 gün içerisinde normokalsemi sağlanırken PTH üzerindeki baskılanma kalktı. Hasta yatışının 15. gününde (Ca 9.3mg/dl) oral steroid tedavisiyle yakın izleme çağırılarak taburcu edildi. Olgu 2: 35 yaşındaki anneden 37+2 haftalık, fetal distres nedeniyle C/S ile 3520gr, APGAR 7/8 olarak doğan erkek bebek. Dirençli bradikardisi nedeniyle yoğun bakımda entübe izlenen olgu postnatal 24. gününde sırtında eritematöz endurasyon, serum Ca 14.3mg/dl, PTH 1.56pg/ml saptanması nedeniyle IV hidrasyon, furosemid, steroid ve IV bifosfonat ile tedavi edildi. İdrar Ca/Kr oranı 7.5 saptanan olgunun üriner ultrasonografisinde tip B nefrokalsinozis izlendi. Tedavinin 3.gününde normokalsemi sağlandı. Tedavinin 7.gününde serum Ca 8.5mg/dl, idrar Ca/Cr 0.007 ile taburcu edilen olgunun izleminde hiperkalsemi tekrarlamadı, 8 yaşında yapılan üriner USG’de nefrokalsinozisin kaybolduğu görüldü. Pamidronat tedavisi orta-ağır hiperkalsemide hızlı yanıt ve nefrokalsinozis açısından uzun dönem etkileri nedeniyle ilk seçenek tedavi olarak tercih edilmelidir. Anahtar Kelimeler: Subkutan yağ dokusu nekrozu, hiperkalsemi, nefrokalsınozis, bifosfanat tedavisi 165 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-096 İnfantil Hiperkalsiürik Hiperkalsemiye Metabolik Bakış Açısı Filiz Mine Cizmecioglu1, Akbar Akbarov2, Jeremy Huw Jones3, Banu Aydın4, Beyza Doğan5, Hasan Önal5 Kocaelı Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet BD, Kocaeli Kocaelı Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Kocaeli 3 NHS Greater Glasgow and Clyde, Pediatric Endocrinology Department, Glasgow,UK 4 Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pedıatrik Endokrinoloji, İstanbul 5 Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Metabolizma Hastalıkları, İstanbul 1 2 Hiperkalsemik infantta plazma kalsiyumunun ivedilikle normal değerlere düşürülmesi ve altta yatan nedenin saptanarak etiyolojiye yönelik tedavinin başlanması kritik öneme haizdir. Ancak tanısal süreç kendine has güçlükler taşımaktadır. Burada yaşanılan güçlükler nedeniyle edinilen deneyimler 2 aylık bir olguda paylaşılmıştır. Akraba evliliğinden term, AGA doğan erkek bebek ilk ay sadece annesütü ile beslenmiş, 400 U/gün vitamin D almış. İki aylıkken tartı alamama, huzursuzluk yakınmalarıyla üriner enfeksiyonu tanısı alan bebeğin yakınmalarının düzelmemesi nedeniyle yapılan değerlendirmede hiperkalsiürik hiperkalsemi (serum Ca 14.4 mg/dl, PTH<6 pg/ml) ve metabolik alkaloz saptandı. Bartter sendromu ön tanısıyla hidrasyon, diürez tedavisi başlanan olgunun izleminde metabolik alkalozun gerilemesi, normokalemi nedeniyle bartter sendromundan uzaklaşılmıştı. 3 aylıkken hiperkalsemisi persiste eden ve nefrokalsinozis saptanan olguda vitaminD entoksikasyonu dışlandı. İdiopatik infantil hiperkalsemi ön-tanısı konulan ancak serum fosfor ve tübüler fosfat absorbsiyonu düşük saptanan hastanın ayırıcı tanısında Na-PO4 transport defekti düşünüldü. Furosemid ve sıvı tedavisiyle normokalsemi sağlanınca tedavi kesildikten sonra hiperkalseminin tekrarlamasıyla pamidronat tedavisi verildi. İzleminde yüksek ateş, metabolik asidoz, akut faz reaktanları ve transaminazlarda yükselme, hipoglisemi gelişen olgunun geriye yönelik değerlendirilmesinde; Klebsiella sepsisi ve metabolik alkalozu izleyen kompanse metabolik asidoz atağı, aralıklı laktat yüksekliği farkedildi. Doğumsal metabolik hastalık ön tanısıyla istenilen idrada redüktan madde negatif idi. Hipertrigliseridemi ve grade II hepatosteatoz saptanan olguda hipoglisemik atak sırasında glukagona yanıt elde edilemedi. Glukoz perfüzyon hızı 8-10 mg/kg/dk ve annesütü ile normoglisemi sağlandı. Hipoglisemi, metabolik asidozis, transaminazlarda artış, grade-II hepatosteatozis olan olgunun taş bebek yüzü, glukagon testine yanıt yokluğu ile glikojen depo hastalığı (GDH) düşünüldü. Moleküler genetik analiz GDH tip Ia ile uyumlu bulundu. Hipogliseminin kontrol altına alınması ile hiperkalsemi spontan düzeldi. Çocukluk çağında hiperkalseminin etiyolojik nedenini saptama zorlu bir süreç olabilir. Ancak akraba evliliği oranı yüksek olan ülkemizde metabolik nedenler de değerlendirilmelidir. Standart hiperkalsemi tedavisinin hipoglisemiyi maskeleyebileceği dikkate alınarak GDH ayırıcı tanıda düşünülmelidir. GDH tip 1’de hiperkalseminin nedeni tam bilinmemekle beraber kötü metabolik kontrol sonucu olabileceği düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Hiperkalsemi, Nefrokalsinozis, Glikojen Depa Hastalığı 166 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-097 Uzun Süreli Denosumab Tedavisini Takiben Gelişen Hiperkalsemi Berat Sabit1, Cansu Okur1, Dilek Bingöl Aydın1, Şükriye Pınar İşgüven2 1 Sakarya Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Sakarya 2 Sakarya Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Sakarya OLGU: Son 6 aydır giderek artan halsizlik, yorgunluk, iştahsızlık, çok su içme, idrara çıkma ve kabızlık yakınması olan 6 yaşındaki erkek hastanın bu sürede yaklaşık 6 kilo kaybettiği belirtildi. Özel bir klinikte hiperkalsemisi saptanarak polikliniğimize yönlendirilmişti. Hastanın 2.5 yaşından itibaren mandibulanın solunda gelişen dev hücreli granülom nedeniyle birçok kez opere edildiği ve Gazi Üniversitesi’nde okulo-ekdodermal sendrom tanısı aldığı, daha sonra yaklaşık 10 ay süre ile Denesumab tedavisi( 120 mg/doz/SC) aldığı ve 6 ay önce de tedavinin bırakıldığı, kontrollerinde kalsiyum değerleri ile ilgili bir sorun yaşanmadığı, sonrasında sadece 600 -900 Ü aralığında D-vit damla kullandığı öğrenildi. Burada tedavinin kesimini takiben 6 ay sonra ciddi hiperkalsemi (Ca: 15 mgdl) gelişen bir olgu sunulmaktadır. Hastalığa özgü cafe au lait lekeleri, yüzünde operasyon sekeli olan hasta ‘nın gözlerinde de epibulbar dermoidler saptandı. Boyu 75p, tartısı ise 25-50 p arasında idi. Hiperkalsemi sırasıda fosfor: 4 mg/dl, alkalen fosfataz: 131U/L ve PTH: 15.4pg/ml ölçüldü. Renal ultrasonografide medüller nefrokalsinozis saptandı. Hastaya klasik hiperkalsemi tedavisi (İV hidrasyon, furasemid, steroid) yanında 1 doz bifosfanat tedavisi (0.7 mg/kg/İV) verildi. Tedavinin 3. Günü Ca: 9.2 mg/dl ye düştü. Denosumab kemik rezobsiyonunu önlemek için osteoporoz tedavisinde kullanılır. Tedavi kesildikten sonra kemik rezorbsiyonu tekrar hızlanır ve tedavi sırasında kazanılan kemik kitlesi hızla azalır. Sonuç olarak, giderek artan bir sıklıkta kullanıldığı ve geç ve ağır hiperkalsemik etkisi olabildiği için; yan etkilerden korunmak ve kırılmayı önleyici etkiyi devam ettirmek amacıyla uzun süreli Denosumab tedavisinin sonlandırılmasının kanıta dayalı bir protokol gerektiğini düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: bifosfonat, denosumab, hiperkalsemi 167 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-098 Nadir Bir Hipofosfatemik Rikets Nedeni:Kolestaz Ülkü Gül Şiraz, Gül Direk, Zeynep Uzan Tatlı, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi, Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri Giriş Bilier Atrezi gibi kolestatik karaciğer hastalıkları genellikle vitamin D emilimini bozarak hipokalsemiye ve buna bağlı kalsiyopenik riketse neden olur. Fakat kronik karaciğer hastalıklarında D vitamini eksikliği giderildikten sonra veya 25 hidroksi vitamin D düzeyleri normal iken hastaların bir kısmında kemik ağrılarının olduğu ve osteomalazi ya da rikets geliştiği gözlemlenmiştir. Bu vakalarda karaciğerde artmış FGF23 mRNA ekspresyonuna sekonder hipofosfatemi ve fosfatüri saptanmıştır. Burada bilier atreziye bağlı geliştiği düşünülen hipofosfatemik rikets olgusu sunulmuştur. Olgu Bir buçuk aylıkken uzamış sarılık nedeni ile tetkik edilerek bilier atrezi tanısı alan kız hastanın 6 aylık iken yapılan kontrolünde el bileklerinde genişleme olduğu saptandı. Muayenesinde ağırlık 5330 gr (-2.7 SD), boy 57.5 cm (-3,4 SD), yaygın ikter ve hepatosplenomegali tespit edildi. Serum Ca 7.13 mg/dl, P 2.4 mg/dl, alkalen fosfataz 1137 U/L, PTH 450 pg/ml, 25-OH vitamin D 10.6 ng/ml saptandı. El bilek-diz eklemi grafilerinde fırçalaşma ve çanaklaşma tespit edildi. Vitamin D eksikliğine bağlı raşitizm düşünülerek tedavi verildi. İkinci kontrolde vitamin D düzeyi normale gelmesine ve ALP değeri görece düşmesine rağmen P düşüklüğü nedeniyle iki kez bakılan tübüler fosfor reabsorbsiyonu düşük (%75 ve %70) olarak hesaplandı. Diğer renal tübüler elektrolit atılımları normaldi. Proksimal tübüler disfonksiyon ve karaciğer tutulumu yapabilecek metabolik hastalıklar açısından yapılan tetkiklerinde patoloji saptanmadı. Hipofosfatemik rikets tedavisi için başlanan oral fosfor ve kalsitriol tedavisi sonrası hastanın biyokimyasal parametreleri normale döndü. Tartışma Kolestatik karaciğer hastalıklarında FGF23 aşırı üretimine bağlı kemik metabolizması bozukluğu yakın zamanda dikkati çeken önemli bir bulgudur. Literatürde infantil dönemde hipofosfatemik rikets kliniği ile başvuran ve biliyer atrezisi olan sadece iki olguda karaciğer nakli ile FGF23 değerlerinin normale döndüğü ve raşitizm bulgularının da ortadan kalktığı gösterilmiştir. Bu vaka sunumu ile kolestatik karaciğer hastalarında vitamin D eksikliğinin yanında nadiren FGF23 aşırı üretiminin de olabileceği, hipofosfatemik riketsin gözden kaçırılmaması gerektiği vurgulanmak istenmiştir. Anahtar Kelimeler: FGF 23, kolestaz, hipofosfatemi, rikets, 168 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-099 Adolesan Gebeliklerde Glukoz Hemostazının Değerlendirilmesi; Üç olgu nedeniyle Sevinç Odabaşı Güneş1, Ayça Törel Ergür1, Münevver Gümüşsoy2 Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 1 2 GİRİŞ: Malesef günümüzde gebelik yaşının adolesan döneme inmesi pediatrik ve adolesan endokrinoloji alanına yeni bilinmezleri getirmiştir. Adolesan gebelerde özellikle glukoz hemostazının ve diyabet riskinin değerlendirilmesi son derece önemli olup bu konuda daha fazla tecrübeye gereksinim bulunmaktadır. Bu yazıda kliniğimize danışılan üç adolesan gebe olgusuna yaklaşım sunulmuştur. OLGU: Gebeliğin son trimesterinde ve takipsiz olan iki adolesan gebe (olgu 1 ve 2) ve bir tane acil sezaryen sonrası hiperglisemisi saptanan adolesan olgu (olgu 3) gestasyonel diyabet (GDM) ön tanısıyla adolesan endokrinoloji bölümüne danışıldı. Olguların yaşları sırası ile 16 yaş, 17 yaş 9 ay ve 16 yaş 6 aydı. Öz ve soy geçmişlerinde özellik yoktu. Ultrasonografiye göre gebelik haftaları 32-36 hafta ile uyumluydu. Başvuru esnasında 1. olguda 24. haftada dış merkezde OGTT yapıldığı ve sözel olarak normal olduğu öğrenildi ancak hastanın başvuru esnasında bakılan HbA1c değeri üst sınırda saptandı. Takipsiz olan 1. ve 2. olgular servise yatırılarak 7’li kan şekeri takibi yapıldı, 3. olgunun ise operasyon sonrası kan şekeri takibi yapıldı. Hastaların biyokimyasal parametreleri ve kan şekeri takipleri tablo 2’de gösterilmiştir. Olguların kan şekerleri normal sınırlarda seyretti. Üçüncü olgunun bebeği düşük doğum ağırlığı nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesine alınırken diğer iki olgu sağlıklı bebekler dünyaya getirdi. TARTIŞMA: Henüz kendi gelişme sürecini tamamlamamış adolesanlar bir başka canlının büyümesi sorumluluğuna maruz kaldıklarında metabolik yüklerinin artacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Bu duruma da pubertenin doğal insulin direnci sorunu eklendiğinde fetusa olan etkilerinin nasıl olacağı halen açık değildir. Son yayınlarda özellikle beden kitle indeksi >27 kg/m2, ailede yoğun diyabet öyküsü, bilinen glukoz hemostaz bozukluğu olan olgularda 24-28. haftalar arasında OGTT önerilmektedir. Yine bu olgularda kan şekeri profilinde açlık kan şekerinin >95mg/dl, tokluk kan şekerinin >155mg/dl olması ve yüksek HbA1C değerleri olası bir gestasyonel diyabet açısından uyarıcı olması gerektiği bildirilmektedir. Bu olgular vesilesiyle, takipsiz adolesan gebelerde yedili kan şekeri profilinin en az HbA1c kadar önemli olduğuna dikkat çekmek istiyoruz. Anahtar Kelimeler: Adolesan gebelik, gestasyonel diyabet, glukoz hemostazı 169 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-100 Ağır Diyabetik Ketoasidozun Seyri Sırasında Nadir Bir Komplikasyon: Akut Böbrek Yetmezliği Ahmet Anık, Deniz İlgün, Tolga Ünüvar Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Aydın GİRİŞ: Diyabetik ketoasidoz (DKA) tip 1 diyabetes mellitusun (DM) hayatı tehdit eden ciddi bir komplikasyonudur. Tanı anında dehidratasyon ve renal hipoperfüzyona bağlı gözlenen prerenal akut böbrek yetmezliği sıktır ve rehidratasyon ile hızla düzelir. Tedavi sırasında akut tubuler nekroza bağlı akut böbrek hasarı/yetmezliği ise nadir görülen ciddi bir komplikasyondur. OLGU: Dört yaşında kız olgu bir hafta önce fark edilen çok su içme ve çok idrara çıkma yakınmaları ile başvurdu. Fizik muayenesinde asidotik solunumu olan hastanın Glasgow koma skoru 13, laboratuvarında venöz glukoz: 383 mg/dl, idrar ketonu (++++), venöz pH:6.7, HCO3:4 mmol/L, BE -30 olarak saptandı ve olguya ağır DKA tanısı kondu. Serum üre:68 mg/dl, kreatinin:0,85 mg/dl idi. %10 dehidrate olarak değerlendirilen parenteral sıvı ile rehidrate edilen, 0.1 IU/kg/saat intravenöz insülin tedavisi başlanan hastada kademeli normoglisemi sağlandı. İzleminde serum kreatinin değerlerinin progressif artış gösterdiği görüldü (tedavinin 6, 12, 24 ve 48. saatlerinde sırası ile 0.94, 1.3, 1.8, 1.97 mg/dl). İlk aşamada prerenal akut böbrek yetmezliğine bağı kreatinin artışı olabileceği düşünülen hastanın intravenöz rehidratasyonuna aynı şekilde devam edildi. Ancak kreatinin artışı devam ettiğinden tedaviye diüretik eklendi ve sonrasında sıvı kısıtlamasına gidildi. Altta yatacak başta renal ven trombozu gibi patolojileri dışlamak için yapılan renal ultrasonografi ve doppler ultrasonografi normal olarak bulundu. Bu sırada bakılan tam idrar tetkiki ve idrar elektrolitleri, kreatinin kinaz düzeyi normal idi. İzleminin 2, 3 ve 4. günlerinde kreatinin düzeyleri kademeli olarak artmaya devam eden (kreatinin: 2.05 mg/dl) olguda akut böbrek yetmezliğine bağlı komplikasyon gözlenmedi. İdrar çıkışı 0.5-1 cc/kg/saat olarak seyreden olguda renal replasman tedavisi gereksinimi olmadı ve kreatinin düzeyleri yavaş yavaş düşerek 9.gün normal aralığa geriledi. SONUÇ: Diyabetik ketoasidozun tedavisi sırasında akut tubuler nekroza bağlı akut böbrek yetmezliği nadir görülen ancak hayatı tehdit edebilecek bir komplikasyondur. Bu nedenle ağır diyabetik ketoasidoz nedeni ile takip edilen çocukların idrar çıkışının ve böbrek fonksiyon testlerinin yakından izlenmesi çok önemlidir. Anahtar Kelimeler: Diyabetik ketoasidoz, akut böbrek yetmezliği, çocuk 170 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-101 Diyabetik Ketoasidoz Tanısı Konan Çocuklarda Akut Böbrek Hasarının pRIFLE Kriterleri ile Değerlendirilmesi Ahmet Anık1, Sezer Acar2, Deniz İlgün1, Cemil Koçyiğit3, Ahu Paketçi2, Gönül Çatlı3, Ayhan Abacı2, Bumin Nuri Dündar3, Tolga Ünüvar1 Adnan Menderes Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Aydın Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, İzmir 1 2 3 GİRİŞ: Akut böbrek hasarı (ABH) diyabetik ketoasidozun (DKA) bilinen komplikasyonlarından biridir. ABH’nin derecelendirilmesinde kabul gören yeni sınıflama pRIFLE’ye göre R:Risk, I:Hasar, F:Yetmezlik, L:Kayıp, E:Son dönem böbrek yetmezliğini tanımlamaktadır. Çocukluk çağı DKA olgularında ABH’yi değerlendiren çalışma bulunmamaktadır. AMAÇ: DKA tanısı konan çocuklarda ABH sıklığını ve özelliklerini belirlemektir. Materyal-YÖNTEM: Çalışmaya üç farklı Çocuk Endokrinoloji merkezinde 2014-2016 yılları arasında DKA tanısı konan Tip 1 diyabetes mellituslu çocuk ve adölesanlar alınmıştır. Veriler dosya kayıtlarından ve geriye doğru taranarak elde edilmiştir. Öncesinde bilinen böbrek hastalığı veya diyabetik nefropatisi olan çocuklar çalışma dışı bırakılmıştır. DKA tedavi protokolleri her üç merkezde de benzer olup 2014 ISPAD önerilerine uygundur. SONUÇLAR: Çalışmaya yaş ortalaması 9,2 (5-12 yaş) olan toplam 86 olgu [37 erkek (%43)] alınmıştır. Olguların 61’i (%71) yeni tanı DM idi. Tanı anında hastaların 51’inde (%59) ABH mevcuttu. Tanı anında bu hastaların 33’ü (%38) risk, 14’ü (%16) hasar, 4’ü (%5) yetmezlik grubunda idi. Tedavinin 24. saatinde bir hasta dışında tüm hastaların böbrek fonksiyonlarının normale geldiği, 1 hastanın böbrek fonksiyonlarının 8. günde normale döndüğü görüldü. Renal replasman tedavisi gerektiren hasta olmadı. ABH olan grupta ABH olmayan gruba göre kız cinsiyetin daha fazla olduğu, kan glukoz, kreatinin, potasyum ve efektif osmolarite değerlerinin daha yüksek; hesaplanan kreatinin klerensi ile pH’ın daha düşük olduğu bulundu (p<0.05). Lojistik regresyon modelinde ABH için 5 risk faktörü saptandı: kız cinsiyet (tahmini rölatif risk 1.912, p=0.008), efektif osmolarite (tahmini rölatif risk 1.031, p=0.03), glukoz (tahmini rölatif risk 1.004, p=0.024), potasyum (tahmini rölatif risk 3.333, p=0.001) ve pH (tahmini rölatif risk 0.0011, p=0.029). TARTIŞMA: Diyabetik ketoasidozda ABH sık görülmektedir. ABH genellikle dehidratasyona ikincil ortaya çıkar ve parenteral sıvı tedavisi ile tamamen düzelir. Ancak, nadir de olsa böbrek fonksiyonlarının bozulabilmesi nedeniyle tedavi süresince hastaların böbrek fonksiyonlarının yakın takibi oldukça önemlidir. Kız cinsiyet, glukoz, efektif osmolarite, potasyum düzeyi ve pH başvuru sırasında ABH gelişimi ile ilişkilidir. Anahtar Kelimeler: Diyabetik ketoasidoz, akut 171 böbrek hasarı, pediyatrik RIFLE KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-102 Tip 2 Diyabetli İki Adölesanda Sitagliptin Deneyimi Gulay Can Yilmaz, Cengiz Kara, Jamala Mammadova, Eda Çelebi Bitkin, Murat Aydın Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi BD, Samsun GİRİŞ: Çocukluk döneminde tip 2 diyabet tedavisinde en çok kullanılan ajanlar Metformin ve insülinlerdir. DDP-4 (dipeptidilpeptidaz-4) inhibitörü olan sitagliptin de yeni kuşak oral anti-diyabetiklerden biridir. DDP-4 enzimini inhibe ederek GLP (glukagon-likepeptid) etkisini uzatır. Burada metformin ile regülasyon sağlanamayan iki adölesanda tedaviye sitagliptin eklenmesinin erken dönem sonuçları sunulmaktadır. Olgu 1: On altı yaşında erkek hasta 4 yıldır tip 2 diyabet tanısıyla 2x1000 mg Metformin kullanırken rutin kontrolde HbA1c’nin %10,6 saptanması üzerine servise yatırıldı. Boyu 169cm (-0,93 SD), ağırlığı 71 kg (0,18 SD) VKI 24,9 (0,73 SD) idi. Son 3 ayda 6 kilo kaybetmişti. Hipertansiyonu yoktu. Trigliserit düzeyi normal, HDL-K düşüktü. C-peptit 1,24 ng/dL, kan şekerleri 150-200 mg/dl arasında seyreden hastaya insülin tedavisi önerildi. Ancak aile insülin kullanmayı istemedi. Hasta ve ailesinden bilgilendirilmiş onam alınarak sitagliptin-metformin (50-1000 mg) kombinasyonu 2x1 tablet başlandı. Tedavisini düzenli kullanan hastanın üçüncü ay kontrolünde HbA1c %6,7 saptandı. Olgu 2: On yedi yaşındaki ikinci hasta 5 yıldır tip 2 diyabet tanısıyla takip ediliyordu. Onbeş yaşında iken kan şekeri yüksekliği nedeniyle Metformin tedavisine 0,8 U/kg/gün dozunda insülin eklenen hasta sonrasında kontrole gelmemişti. Tekrar kontrole geldiğinde insülin tedavisini kullanmıyor Metformin tedavisini ise düzensiz kullanıyordu. HbA1c % 10,4 olması üzerine servise yatırıldı. Boyu 150cm (-2,17 SD), ağırlığı 92kg (3,78SD), VKI 40,9 (3,97SD), bel çevresi 102cm (>97p) idi. Hipertansiyonu ve hiperlipidemisi yoktu. Metfromin 2x1000 mg ve insülin 0,7 U/kg/gün dozunda başlandı. C-peptid seviyesi 4,9 ng/ml olan hastanın tedavisine onay alınarak sitagliptin 2x50 mg eklendi. Bir ay içinde insülin dozu 0,4 U/kg/gün’e düşüldü. Hastanın 3. ay kontrolünde HbA1c %6,4 bulunarak insulin tedavisi kesildi. TARTIŞMA: DDP-4 inhibitörleri son 10 yılda tip 2 diyabetli erişkinlerde kullanılmaya başlanmıştır. Çocuk ve adölesan hasta grubunda kullanımı için ise çalışmalar halen devam etmektedir. İki olguya dayalı deneyimimiz Metformin tedavisinin yetersiz kaldığı ancak insülin üretim kapasitesi olan tip 2 diyabetli adölesanlarda bu kapasiteyi artırmak üzere sitagliptin kullanımının yararlı olabileceğini göstermiştir. Anahtar Kelimeler: tip2 diyabet, sitagliptin, adölesan 172 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-103 Ondört Yıldır İzlenen Wolcott Rallison Sendromu (WRS) Tanılı Bir Olgu Sevda Çam1, Ilknur Arslanoglu1, Semih Bolu1, Firdevs Baş2, Rüveyde Bundak2 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet BD, Düzce İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet BD, İstanbul 1 2 GİRİŞ: WRS, EIF2AK3 geninde OR mutasyona bağlı, erken başlangıçlı diyabet, akut hepatik-renal disfonksiyon, hipotiroidizm, büyüme ve gelişme geriliği, nötropeni, tekrarlayan enfeksiyonlar, ekzokrin pankreas yetersizliği ve iskelet displazisi ile prezante olan bir hastalıktır. Bildirilen olgu 2010 yılı itibari ile 60 dan azdır. İzlemdeki sorunlara dikkat çekmek amacıyla olgumuzu sunduk. OLGU: Dokuz yaşında erkek hasta diyabetik ketoasidoz, hepatik ve renal yetmezlik tablosu ile hastanemize başvurdu. Vücut ağırlığı:18 kg (-3,91 SDS), boy: 117 cm (-3.15 SDS) idi. Glukoz: 485mg/dl, HbA1C: 7,7, ph: 7,19, HCO3: 4.6, laktat: 146 (4.5-12.4), kreatinin: 9.61 mg/dl, ALT: 2980, AST: 27196 olup viral seroloji negatifti. Periton diyalizi ve destek tedavisiyle bulguları düzeldi. WRS düşünülerek genetik araştırma planlanan hastanın öyküsü derinleştirildiğinde akraba evliliğinden, miadında 3250 g doğduğu, beş aylık ateş ve sarılıkla başvurduğu ikinci basamak kuruluşta diyabet ve hepatit tanıları ile insulin tedavisi başlandığı öğrenildi. Üç yaşına kadar İstanbul Tıp Fakültesi’nde izlenen hastanın Exeter’de yapılan moleküler genetik analizinde “EIF2AK3 geninde c.225delG, exon 13 homozigot frameshift mutasyonu” saptanmıştı. Hastanın diyabet tedavisi düzenlendi, beş yılda HbA1C % 6.5-9.6, insülin dozu 0.7-1 U/kg/gün arasında seyretti. Normokrom anemi, nötropeni ve persistan platelet hacmi düşüklüğü mevcuttu. Tekrarlanan IGF1 ve IGFBP3 düzeyleri düşüktü. On iki yaşında sağ genu valgum düzeltme operasyonu yapıldı. Postoperatif uzun süren iştahsızlık gözlendi. On dört yaşında kusma, karın ağrısı ile yatırılarak izlendi. Ağırlık 21 kg, boy: 126,1 cm (-5,01 SDS), puberte evre 1 olup glukoz: 241 mg/dl, ALT: 1152, AST: 1414, böbrek işlevi ve kan gazı normaldi. Destek tedavisi ile kliniği düzeldi. Kemik surveyde femurda epifizyal displazi, asetabulumda sığlaşma, X bacak, kifoz, osteoporoz mevcuttu. Hasta eğitimine ve sosyal yaşamına aktif olarak devam etti. SONUÇ: Hastamız 14 yılda üç ağır hepatik yetmezlik geçirmişti. Erken yaşta fatal olabilen WRS, birçok sistemi tutan, diyabet kontrolü orta derecede sorunlu ancak yaşamsal işlevler hipo ve hiperglisemiye çok duyarlı ve ağır büyüme geriliğinin eşlik ettiği bir tablodur. Anahtar Kelimeler: WRS, diyabet, hepatik yetmezlik, renal yetmezlik 173 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-104 PTF1A Geninde Yeni Tanımlanan Mutasyona Bağlı Gelişen Neonatal Diyabet Olgusu Yılmaz Kör, Salim Reşitoğlu, Mustafa Kurthan Mert, Selvi Gülaşı, Eray Yurtçu, Ayşe Erdoğan Toker, Soner Kaya, Deniz Kör Sağlık Bakanlığı Sağlık Bilimler Üniversitesi Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Adana GİRİŞ: Hayatın ilk altı ayı içinde ortaya çıkan diyabet neonatal diyabet (NDM) olarak adlandırılır. Geçici (GNDM) ve kalıcı (KNDM) olmak üzere iki farklı klinik seyri vardır. Geçici neonatal DM olguları vakaların %50-60’ını oluşturur ve en sık 6. Kromozom anomalilerine bağlı gelişir. Kalıcı NDM olguları ise vakaların %40-50’sini oluşturur ve en sık KCNJ11 mutasyonlarıyla ilişkilidir. Daha az sıklıkta görülen PTF1A geni pankreas transkripsiyon faktör 1A proteinini kodlar ve bu genin mutasyonlarında çoğunlukla pankreas hipoplazisi veya aplazisi sonucu KNDM gelişir. Bu olguyu PTF1A geninde yeni tanımlanan mutasyon saptanması ve çok nadir görülmesi nedeniyle sunmayı amaçladık. OLGU: Prematürite, SGA ve solunum sıkıntısı nedeniyle takip edilen üç günlük kız bebek enfeksiyon belirteçleri menfiyken kan şekeri 651 mg/dL saptanması üzerine endokrinolojiye danışıldı. 27 yaşındaki anneden G5P4Y4. 33 haftalık NVY ile 1280 gram doğduğu ebeveynlerinin birinci derece kuzen olduğu ancak ailede bilinen bir hastalık olmadığı öğrenildi. Laboratuar incelemede; insülin 0.8 uU/ml, C-peptid 0.01 ng/ml, Anti-GAD <5, tiroid foksiyon testleri ve kortizol normal saptandı. Kan gazında asidozu yoktu. Kristalize insülin 0.05 ü/kg/s infüzyon şeklinde başlandı. Daha sonra NPH insülin 3 dozda subkutan olarak verildi. Günlük insülin dozu 3 ü/kg’ a kadar çıkıldı ancak takipte 1 ü/kg/gün ile kan şekeri kısmen stabil seyretti. Genetik incelemesinde PTF1A geninde daha önce tanımlanmamış homozigot g.23508336G>T mutasyonu saptandı. PTF1A gen mutasyonlarına bağlı gelişen KNDM olgularında nörogelişimsel bozukluklar da görülebilmektedir. Ancak olgumuz 9 aydır polikliniğimizde takip ve tedavi edilmekte gelişim basamakları normal seyretmekte ve kan şekerleri NPH insülin ile kısmen stabil seyretmektedir. SONUÇ: Neonatal diyabetli bebekler genellikle miadında ve düşük doğum ağırlığı ile doğarlar. İntrauterin dönemde büyüme üzerine olan etkisi nedeniyle bu olgularda insülin eksikliği IUGR ile sonuçlanır. Olguların yarısından çoğunun geçici olduğu daha az kısmının da kalıcı DM ile sonuçlandığı bilinmektedir. PTF1A geni mutasyonları pankreas hipoplazisi veya aplazisi sonucu kalıcı NDM’ye yol açtığı bilinen ve çok nadir saptanan bozukluklardır. Anahtar Kelimeler: neonatal diyabet, PTF1A geni, NPH tedavisi 174 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-105 Neonatal Diyabet ABCC8 Mutasyonu Olan Olguda Sülfonilüre Tedavisi Emregül Işık1, Duygu Sürmelihindi2, Derviş Gökdoğan2, Sian Ellard3 Gaziantep Cengiz Gökcek Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi, Pediatrik endokrinoloji Gaziantep Cengiz Gökçek Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi, Pediatri 3 University of Exeter, Molecular Genetics, UK 1 2 GİRİŞ: Neonatal diyabet yaşamın ilk 6 ayında gözlenen monojenik diyabet tipidir. KCNJ11 veya ABCC8 geninde aktive edici mutasyonlar kalıcı veya geçici neonatal diyabete yol açabilir. Sülfonilüre tipi ilaçlar direk olarak (ATP’den bağımsız bir mekanizma ile) KATP kanalını kapatarak insülin salınımını kolaylaştırır, daha az hipoglisemi ve daha kolay tedavi rejimi sağlar. OLGU: 43 günlük erkek bebek huzursuzluk nedeni ile acil serviste yapılan tetkiklerinde kan şekeri yüksekliği saptanması üzerine danışıldı. Fizik muayenesinde, genel durum orta, huzursuz, ağız kuru, cilt turgoru hafif azalmıştı. Tetkiklerinde, glukoz 970 mg/dl, insülin 3,91 mU/L (2,4-23,3), C-peptid 0,475 ng/ml (0,9-7,1), kan gazında pH 7,18, HCO3 9,4 mmol/lt,üre 48 mg/dl (10-50), kreatinin 0,83 mg/dl (0,4-1,3), Na 134 mmol/l, K 5,52 mmol/l, tam kan sayımı ve diğer biyokimya parametreleri normaldi, idrarda keton +++ idi. AntiGAD, anti-insülin ve adacık hücre antikorları negatif, HbA1c % 8,5 saptandı. Akraba evliliği olmayan ailenin 2. çocuğu olarak 2790 gram ağırlığında 37 haftalık doğmuştu. Prenatal öyküde özellik yoktu. Hastaya ilk 1 saat SF 10 cc/kg iv infüzyon tedavisi sonrası insülin regüler 0,05 ü/kg/saat başlandı. İzlemde subkutan insülin glarjin ve insülin regüler tedavisine geçildi. ABCC8 gen mutasyonu saptanan hastaya tedavinin 9. gününde glibenklamid 0,1 mg/kg/doz 2 dozda başlandı ve insülin tedavisi kesildi. Hasta en son muayenesinde 4,5 aylık, vücut ağırlığı 6600 gram (-0.6 SDS), boy 65,5 cm (0.4 SDS), baş çevresi 41,5 cm (-0.7 SDS) idi. EEG incelemesi ve nörolojik gelişimi normal olarak değerlendirildi ve kan şekeri glibenklamid 0,05 mg/kg/dozda gün aşırı tedavi ile normal aralıkta seyretmektedir. METOD: Neonatal diyabet etyolojisine yönelik KCNJ11, INS, ABCC8 and EIF2AK3 gen Sanger sekans analizi yapıldı. BULGULAR: ABCC8 misens mutasyonu, p.Leu225Pro heterozigot olarak saptandı. Anne ve babada mutasyon saptanmadı. SONUÇ: ABCC8 mutasyonuna bağlı geçici (daha sıklıkla) veya kalıcı neonatal diyabet görülebilir. KATP kanal aktive edici gen mutasyonlarının %90’ından fazlasında insülinden yüksek doz sülfonilüre’ye geçiş sağlanabilmektedir. Anahtar Kelimeler: neonatal diyabet, ABCC8 gen mutasyonu, sülfonilüre 175 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-106 Tip 1 Diyabetli Pubertal Kızlarda Düşük Karbonhidratlı Diyet Ve Piramit Diyetinin Sürekli Glukoz Monitorizasyonu İle Karşılaştırılması Nefise Arıbaş Öz1, Ilknur Arslanoglu2, Semih Bolu2, Şengül Cangür3 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri AD, Düzce Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet BD, Düzce 3 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik AD, Düzce 1 2 AMAÇ: Tip 1 diyabette (T1D) DSÖ’nün önerisi enerjinin % 50-60 ının bileşik karbonhidratlardan karşılandığı üç ana üç ara öğünden oluşan beslenme tedavisidir (piramit diyeti:PD). Son zamanlarda düşük karbonhidratlı diyetler (DKD) ADA vb kuruluşlar tarafından özellikle tip 2 diyabet ve obezite için önerilmektedir. Bu çalışmada prospektif randomize cross-over deney tasarımı ile DKD ve PD nin kısa dönemdeki metabolik etkisi araştırılmıştır. YÖNTEM: T1D geç pubertal (Tanner ≥3) 30 kız her hafta Pazar akşam üçerli gruplar halinde Çocuk Endokrin’e yatırıldı ve Dexcom Platinum G4 sensör takıldı. Pazartesi sabahı aç boy, tartı ve kanları alındı, PD veya DKD ye başlamak üzere randomize edildi. Oniki saat sensör uyumu, 60 saat çalışma, 36 saat arınma, 60 saat alternatif çalışma periyodu sonunda eksterne edildiler. Çalışmada beslenme eğitimleri tekrarlandı, yedikleri tartılarak listelendi ve TURCOMP web tabanında makrobesin analizi yapıldı. İnsülin rejimleri aynen devam etti, doz konusunda genel öneriler yapıldı. Istatistik değerlendirmede cross-over deney tasarımı ve independent samples t test kullanıdı. TEMEL SONUÇLAR: Yirmisekiz hasta çalışmayı tamamladı. Yaş 16.0±2.1, VKİ Persantili 71.5±33.1, HbA1c % 9.0 (5.5-15.2) idi. Sensör pratiği açısından beş hastada minör sorunlar yaşandı. Diyet periyodlarının başında ve sonunda toplam dörder kez bakılan kapiler beta-OH-butirat düzeyleri arasında anlamlı fark yoktu. DKD sırasında toplam enerji, protein ve yağ alımı yüksek (her üçü için p<.001), karbonhidrat alımı, hızlı ve uzun etkili insülin gereksinimi düşüktü (sırasıyla p<.001,=.002 ve =.013). Sensör verilerinde hedef, hiper ve hipoglisemi yüzdesi ve dalgalanmalar açısından DKD döneminde anlamlı olmayan olumlu fark vardı. Kapiler glukometre değerlerinde sabah tokluk, öğle açlık ve akşam açlık değerleri DKD döneminde düşüktü (sırasıyla p=.013,018,048). TARTIŞMA: DKD büyüme dönemi sonrasında T1D kız çocuklarında kısa dönemde ketoza yol açmamakta, daha düşük insülin dozlarıyla daha iyi metabolik kontrol sağlamaktadır. Obezite riskinin yüksek olduğu bu grupta tartı kontrolü de potansiyel avantajlarından biridir. Uzun dönemde hasta uyumu açısından sürdürülebilirlik ve kalp damar sağlığı açısından başka çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar Kelimeler: Diyet, düşük karbonhidratlı diyet, sürekli glukoz monitorizasyonu, Tip 1 diyabet, kız, puberte 176 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-107 Diyabetik Ketoasidoz Tanısı İle Yönlendirilen Bir Wilms Tümörü Olgusu Dicle Aydemir1, Gülay Karagüzel1, Nilgün Eroğlu2, Aysenur Bahadır2 Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji B.D. Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Onkoloji A.D. Trabzon 1 2 GİRİŞ: Diyabetik ketoasidoz (DKA) tip 1 diyabetin akut ve ağır bir metabolik komplikasyonudur. Tip 1 diyabetli çocukların %15-67'sinde tanı esnasında DKA tablosu mevcuttur. Wilms tümörü çocuk ve gençlerde rastlanan kanser hastalıklarının %5.5’ni oluşturur ve çocuklarda en sık görülen böbrek tümörüdür. Burada karın ağrısı yakınmasıyla doktora başvuran ve DKA tanısı ile kliniğimize yönlendirilen Wilms tümörlü bir olguyu sunuyoruz. OLGU: Altı yaşında erkek çocuk karın ağrısı şikayeti ile doktora götürüldüğünde hiperglisemi (274 mg/gl), glukozüri ve ketonüri saptanması üzerine bakılan kan gazında pH 7.22, HCO3 20.5 mmol/L, tekrarlanan serum glukoz ölçümlerinde hiperglisemisinin devam etmesi üzerine DKA tanısıyla kliniğimize yönlendirildi. Öyküsünde poliüri ve polidipsi yoktu, son bir gündür belirginleşen karın ağrısı ve sağda şişlik tanımlanıyordu. Özgeçmişinde özellik yoktu. Amca ve babaannesinde diyabet vardı. Fizik bakısında; genel durum orta, soluk, boyu 122 cm (10-25.p), ağırlığı 24 kg (10-25.p), kan basıncı 130/90 mmHg, dehidratasyonu yoktu. Batın sağda belirgin bombe, sağ kot altında 15 cm palpabl kitlesi vardı. Laboratuvarında; serum glukozu 384 mg/dl, kan gazı pH 7.22, HCO3 16.9 mmol/L, glukozürisi ve ketonürisi yoktu, HbA1c %5.1 idi. Batın ultrasonografisinde; sağ kesimini dolduran ve orta hatta uzanan 17x14 cm hipoekoikheterojen kitle (hematom?) izlendi. Batın MRG’de; sağ böbrek lojunda sub-hepatik bölgeden başlayan, karaciğeri superiora iten, iliak kemiğe kadar uzanan, septalı-hemorajik kitle lezyonu (166x140 mm) raporlandı. Opere edilen hastanın patolojisi Wilms tümörüyle uyumluydu. Stres hiperglisemisi nedeniyle kısa süreli insülin infüzyonu alan hasta izleminde normoglisemik seyretti. Kemoterapi ve radyoterapi programına alındı. SONUÇLAR: Wilms tümörü çocuklarda genellikle karın şişliği yakınmasına neden olmakla birlikte, olguların %10’u rutin muayene esnasında tesadüfen saptanır. Olgumuz, iyi bir anamnez ve dikkatle yapılan fizik muayenin doğru tanıya giden yolda önemini vurgulayan çarpıcı bir örnektir. Anahtar Kelimeler: diyabetik ketoasidoz, anamnez, fizik 177 muayene, wilms tümörü, stres hiperglisemisi KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-108 Tip 1 Diyabetli Çocuk ve Adolesanların Klinik ve Laboratuvar Özellikleri Said Saidov1, Aydilek Dağdeviren Çakır2, Hande Turan2, Oya Ercan2, Olcay Evliyaoğlu2 1 2 İstanbul Üniversitesi,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,İstanbul İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,Çocuk Endokrinoloji BD,İstanbul GİRİŞ-AMAÇ: Dünya genelinde tip 1 diyabet prevalansı, pek çok faktörle ilişkili olarak artmaktadır. Çalışmanın amacı tip 1 DM’li olguların klinik ve laboratuvar özelliklerini değerlendirmektir. GEREÇ-YÖNTEM: Haziran 2010 ile Haziran 2014 tarihleri arasında Tip 1 DM tanısı alan (0-18 yaş)184 olgu geriye dönük olarak dosya kayıtları aracılığıyla incelendi. Başvuru anındaki takvim yaşı, mevsim, başvuru kliniği, antropometik ölçümler, pubertal durum ve laboratuvar değerleri (glukoz, elekrolitler, kan gazı, HbA1c, insülin, c-peptit, lipid profili, tiroid fonksiyon testleri, pankreas ve tiroid otoantikorları) kaydedildi. BULGULAR: Olguların %53.9’u(n=99) kızdı.Tanıda yaş ortalaması 8.28±4.28’di. Olguların %3.2’si kısa boylu, %1,62’si fazla kiloluydu. Olguların çoğu prepubertaldi (%58,1)(p=0.019).Olguların %9.78’inin ailesinde tip 1DM, %44.6’sının ailesinde tip 2 DM öyküsü vardı. Diyabet gelişmeden önceki 3 ay içinde, enfeksiyon geçirme öyküsü olguların %20.4’ünde vardı. Tip 1 DM tanısı en çok sonbahar(%30.4) ve kış(%30.4) aylarında konuldu(p<0.05). Her iki cinsiyette hastalık en çok 8-12 yaş aralığında gözlendi. Yaş dağılımı açısından her 2 cinsiyet arasında fark yoktu. Olguların %37.5’i (n=69) diyabetik ketoasidoz ile başvurdu. Cinsiyet dağılımı, takvim yaşı ve antropometrik ölçümler açısından diyabetik ketoasidozla(DKA) başvuran ile başvurmayan gruplar arasında fark yoktu. Açlık c-peptid düzeyi DKA ile başvuranlarda daha düşük bulundu (p=0.019). Diyabetik ketoasidozla başvuranlarda %2.2, başvurmayanlarda %7.3 subklinik hipotiroidi mevcuttu. Hiçbir olguda aşikar hipotiroidi yoktu. Olguların %10.3’ünde Hashimoto tiroiditi mevcuttu. Olguların %71.1’inde en az bir pankreas otoantikoru (anti GAD, anti ICA, anti IAA) pozitifti. SONUÇ: Tip 1 DM insidansı soğuk havalarda artmaktadır. Herhangi bir nedensel ilişki olmamakla beraber, olguların ailelerinde tip 2 DM öyküsü yüksek bulundu. DKA ile başvuru oranının yüksek olması bulguların erken tanınmadığını göstermektedir. Anahtar Kelimeler: ketoasidoz, tip 1 DM,tip 2 DM 178 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-109 Daha Düşük Doz Bazal İnsülin Daha İyi Metabolik Kontrol Sağlar mı? Gülay Karagüzel, Dicle Aydemir, Recep Polat, Gülbeyaz İshak Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji B.D. Trabzon Amaç-GİRİŞ: Çalışmamızın amacı, bazal insülin dozu daha düşük olan tip 1 diyabetli (DM1) çocukların metabolik kontrolünün, yüksek doz bazal insülin alanlara göre daha iyi olup olmadığını araştırmaktı. METOD: Son bir yıl içinde kliniğimize başvuran ve çoklu insülin enjeksiyonu (ÇİE) alan 268 hastadan izlem süresi ≥3 yıl olanların, son altı aydaki insülin dozları değerlendirilerek (n: 57), bazal insülin dozu total dozun <%35 olanlar ‘‘düşük doz grubu (n: 18)’’, >%35 olanlar ‘‘yüksek doz grubu (n: 38)’’ olarak sınıflandırıldı. Hastaların klinik ve laboratuvar bulguları ile son 1 haftadaki hipoglisemi sayıları kaydedildi. İstatistiksel değerlendirmeler SPSS programı ile yapıldı. BULGULAR: Ortalama yaşı 13.2±3.5 yıl ve ortalama izlem süresi 5.4±2.8 yıl olan 57 hastanın %32’i DD grubundaydı. Her iki gruptaki hastaların beden kitle indeksi (BKİ), HbA1c ve hipoglisemi sıklığı Tablo’da gösterildi. BKİ, hipoglisemi sıklığı ve HbA1c kıyaslamalarında gruplararası anlamlı farklılık yoktu. Bununla birlikte ROC analizi yapıldığında, optimal HbA1c düzeyi 0.29 Ü/kg/G bazal insülin dozuyla ilişkili bulundu (p= 0.017). TARTIŞMA: Ülkemizde tip 1 diyabetli hastaların önemli bir kısmı ÇİE kullanmaktadır. Bununla birlikte ÇİE uygularken kullanılan bazal insülin miktarının HbA1c’ye etkisi ile ilgili yeterli kanıt yoktur. Çalışmamız ile, daha iyi metabolik kontrol sağlamak ve HbA1c düzeyini optimize etmek için daha yüksek dozda bazal insüline gereksinim olmadığı gösterilmiştir. Anahtar Kelimeler: tip 1 diyabet, bazal insülin dozu, metabolik kontrol, hemoglobin A1c 179 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-110 Wolfram Sendromu Olgu Sunumu: Farklı klinik antitelere sahip aynı gen defekti olan iki kardeş Hande Turan, Aydilek Dağdeviren Çakır, Oya Ercan, Olcay Evliyaoğlu İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Pediatrik Endokrinoloji BD, İstanbul Wolfram sendromu (WS) toplumdaki prevelansı 1/770000 olan; dıabetes insipitus, otoimmun olmayan diabetes mellitus, optik atrofi ve sağırlıkla tanımlanan otozomal resesif kalıtılan nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastaların çoğundan kromozom 4 üzerindeki WFS 1 gen (wolframin) mutasyonları sorumludur. Biz DM tanısı ile kliniğimizde takip edilen ve izleminde klinik olarak WS düşünülen ve genetik incelemesinde homozigot c.1523_1524delta(p.Y508Cfs*X34) mutasyon saptanan 16 ve 12 yaşlarında iki kardeşi sunduk. OLGU: Dört yaşında çok su içme, çok idrara çıkma yakınması olan, diyabetik ketozis saptanan kız olgu 12 yıldır Tip 1 DM tanısıyla takip edilmekte, yoğun insülin tedavisi almaktaydı. Olgu 16 yaşındayken işitme kaybı ve görmede azalma şikayetleri eklendi. Olgunun glisemik kontrolü kötü, HbA1C düzeyi % 8,6 idi. İşitme muayenesinde hafif nörosensoriyel işitme kaybı, göz muayenesindeyse optik diskler iki taraflı soluk saptandı. Görme keskinliği sağda 1/10, solda 9/10’du. Olgunun 8 yıldır Tip 1 Dm tanısıyla tedavisi alan 12 yaşındaki kardeşinde de görmede azalma yakınması mevcuttu, optik diskleri iki taraflı atrofik, görme keskinliği sağda 1/10 solda 1/10'du. Glisemik kontrolü kötü, HbA1C düzeyi 10,2’di.İşitme muayenesi normaldi. Olguların pankreatik otoantikorları negatifti. Poliüri yakınması olan olgulara susuzluk testi yapılarak diabetes insipidus tanısı konuldu. Olguların kranial MR incelemesinde iki taraflı optik sinirlerde incelme saptandı, nörohipofiz sinyali alınamadı. İlk olguda temporal ve perisilvian loblarda atrofi saptandı. Bu bulgularla olgularda WS düşünüldü, yapılan genetik incelemede her iki olgunun WFS1 geninde homozigot mutasyon saptandı. SONUÇ Hastalığın otozomal resesif geçiş göstermesi, aile bireylerinde bu hastalığın görülme insidansını artırmaktadır. Tip 1 DM tanısıyla takip edilen olguların,eşlik eden bulgularına dikkat edilmesi, özellikle otoantikorları negatif olan olgularda tip 1 DM dışında yada birlikte olabilecekdiğer tanılar açısından dikkatli olunmalıdır. Benzer yakınmaları olan akrabaların erken teşhis edilmesi için tarama son derece önemlidir. Hastalar multidisipliner bir yaklaşımla değerlendirilmeli ve takip edilmelidir. Erken tanı ve uygun tedavi komplikasyon gelişimini önleyecektir Anahtar Kelimeler: DİDMOAD sendromu, diabetes mellitus, diabetes insipidus, optik atrofi, sağırlık 180 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-111 İnsülin Reseptör(INSR) Geninde Yeni Mutasyon Saptanan Rabson Mendenhall Sendromu Olgusu: Hafif Klinik Form Aydilek Dağdeviren Çakır1, Hande Turan1, Oya Ercan1, Serdar Ceylaner2, Olcay Evliyaoğlu1 1 2 İstanbul Üniversitesi,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,Çocuk Endokrinoloji BD,İstanbul İntergen Genetik Hastalıklar Tanı Merkezi,Ankara GİRİŞ: İnsülin reseptör(INSR) genindeki mutasyonlar, reseptördeki işlev kaybının derecesine bağlı olarak hastalığın şiddeti değişen ağır insülin direnci sendromlarına neden olmaktadır. Homozigot mutasyonla kalıtılan Donohue sendromu(DS) ve Rabson Mendenhall sendromu(RMS) ağır büyüme geriliği, cilt altı yağ dokusu yokluğu, hiperinsülinemik hiperglisemi, dismorfik yüz bulguları, akantozis nigrikans, hipertrikoz ile karakterizedir. DS’de olgular ilk yılda kaybedilirken, RMS’de klinik daha hafiftir, olgular ikinci, üçüncü dekada kadar yaşamaktadır. Heterozigot mutasyonla kalıtılan Tip A insülin direnciyse postpubertal dönemde başlayan hiperandrojenizm, akantozis nigrikans ve insülin direnci ile karakterizedir. Akantozis nigrikans ile başvuran INSR geninde yeni bir mutasyon saptanan olguyu sunduk. OLGU: Sekiz yaşında kız olgu, yaklaşık 2 yıldır olan, koltuk altı ve boyunda başlayıp, kasıklara ve göbek çevresine yayılan, şiddeti gittikçe artan cilt renginde koyulaşma yakınması ile başvurdu. Öyküsünden olgunun sık sık acıktığı ve açlıkta ellerinin titrediği öğrenildi. Fizik bakıda, boyu:121cm(-0,73SD), ağırlığı:23kg(-0,43SD), VKİ:15,7(-0,02SD)’di. Boyun, koltuk altı, göbek çevresi ve kasıklarda akantozis nigrikans ile uyumlu hiperkeratotik cilt lezyonları, sırtta hipertrikozis vardı. Anormal diş ve tırnak yapısı mevcuttu. Sistemik incelemesi doğaldı, belirgin dismorfik bulgu yoktu. Pubertesi, T1/1,P1,A1’di. Anne babası 1.derece kuzen olan, miadında 2500 gr doğan, postnatal nöromotor gelişiminin normal olduğu öğrenilen olguda, 1.sınıfta öğrenme güçlüğü saptanmıştı. Laboratuvar incelemesinde açlık glukoz:88 mg/dl, insülin:280µU/ml, c-peptit:3,98 ng/ml, tokluk glukoz:120 mg/dl, tokluk insülin:861µU/ml c-peptit:11,6 ng/ml, HbA1c:6,2% idi. Hiperlipidemi ve hiperandrojenizm yoktu. OGTT’de 0.dk glukoz:52 mg/dl, insülin:238µU/ml, 120. dk glukoz:171mg/dl insülin>1000 µU/ml’di. Kan şekeri izleminde de açlıkta hipoglisemik, toklukta hiperglisemik değerleri vardı. Akantozis nigrikans ve ağır insülin direnci olan olguda INSR geninde homozigot IVS19+5G>A(c.3529+5G>A) mutasyonu saptandı. Saptanan mutasyon daha önce hastalıkla ilişkilendirilmemekle beraber Mutation Taster değerlendirmesine göre splice site bölgesini etkilemesi nedeniyle yüksek olasılıkla hastalık nedeni olarak değerlendirildi. Olguda ağır insülin direnci ve homozigot mutasyon olması klinik bulgularla beraber Rabson Mendenhall sendromu tanısını koydurdu. SONUÇ: Cilt renginde bölgesel koyulaşma ve hiperkeratoz obez olmayan çocuklarda akantozis nigrikans ve birincil insülin direnci olasılığını düşündürmelidir. Anahtar Kelimeler: akantozis nigrikans,İnsülin direnci, Rabson Mendenhall, 181 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-112 Tip-1 Diyabetli Çocuk ve Ergenlerde Yaşam ve Uyku Kalitesinin Değerlendirilmesi, Metabolik Kontrol ile İlişkilerinin Belirlenmesi Havva Nur Peltek Kendirci1, Selen Özakar Akça2, Ümran Karayurt1 Hitit Üniversitesi Erol Olçok Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi Bölümü, Çorum Hitit Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Çorum 1 2 GİRİŞ: Sağlıkla ilgili yaşam kalitesi, yaşam koşulları içinde elde edilebilecek kişisel doyumun düzeyini etkileyen hastalıklara ve günlük yaşamın fiziksel, ruhsal ve toplumsal etkilerine verilen kişisel tepkileri göstermektedir.Uyku da bireyin yaşam kalitesini etkileyen önemli bir sağlık değişkeni olarak görülmektedir.Yaşam kalitesi diyabetli bireylerin sonuçlarını değerlendirmede önemli bir faktör olarak kabul edilmektedir. AMAÇ: Bu çalışmada Tip-1 diyabetli çocuk ve ergenlerde sağlıkla ilgili yaşam ve uyku kalitesinin değerlendirilmesi, metabolik kontrol ile ilişkilerinin belirlenmesi amaçlandı. Olgular ve YÖNTEM: Çalışmaya en az 6 aydır Tip-1 Diyabet tanısı ile izlenen ve yandaş hastalığı/diyabet komplikasyonu olmayan 40 çocuk/ergen ile 40 sağlıklı çocuk/ergen(kontrol grubu) alındı. Veriler ‘Demografik Veri Toplama Formu’, ‘Çocuklarda Yaşam Kalitesi Ölçeği’(ÇYKÖ) ve ‘Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi’(PUKİ) kullanılarak elde edildi. Diyabetli hastalarda son HbA1c düzeyi<%7,5 iyi, %7,5-9 orta, >%9 kötü metabolik kontrol olarak değerlendirildi. BULGULAR: Diyabetli hastaların yaş ortalamaları 13,3±3,0 yıl (8-18) ve %55’i kız cinsiyetteyken, kontrol grubunun yaş ortalaması 12,5±3,3 yıl (8-18) ve % 67,5’i kız cinsiyetteydi. Gruplar arasında yaş ve cinsiyet açısından fark saptanmadı.Diyabetli hastalar ile kontrol grubu arasında ÇYKÖ’de çocuk/ergen ve ebeveyn Fiziksel Sağlık Toplam Puanı ve Ölçek Toplam Puanı açısından farklılık yokken,hem çocuk/ergen hem de ebeveyn Psikososyal Sağlık Toplam Puanı diyabetli hastalarda düşük bulundu(sırasıyla p=0,007,p=0,003).PUKİ skorunun diyabetli hasta grubunda yüksek (p=0,04) ve diyabetli hastalarda kötü uyku kalitesi oranının kontrol grubuna göre fazla olduğu izlendi (p=0,02). Diyabetli hastaların %40’ı (n=16)iyi, %25’i (n=10)orta, %35’i (n=14)kötü metabolik kontrollü idi. İyi, orta ve kötü metabolik kontrollüler arasında ÇYKÖ’de, PUKİ’de ve uyku kalitesinin iyi ve kötü olması oranlarında farklılık saptanmadı.Çalışma gruplarında PUKİ skorlarıyla ÇYKÖ skorları arasında negatif korelasyon saptandı. SONUÇ: Diyabetli çocuk/ergenlerde uyku kalitesinin ve psikososyal alandaki yaşam kalitesinin yaşıtlarına göre düşük olduğunu saptadık. Tip-1 diyabet yaşam boyu süren bir hastalık olduğundan, diyabet tedavisinde iyi metabolik kontrolün sağlanması ve komplikasyonların önlenmesi hedeflenirken hastaların uyku ve yaşam kalitesinin iyileştirilmesi de göz ardı edilmemelidir. Anahtar Kelimeler: tip-1 diyabet, yaşam kalitesi, uyku kalitesi 182 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-114 Tip 1 Diyabetli Çocuk Ve Ergenlerde İnsülin Pompası Kullanımı:Tek Merkez Deneyimi Ilknur Arslanoglu, Sevda Çam, Semih Bolu Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet BD, Düzce AMAÇ: İnsülin pompası tip 1 diyabette hem pratik olarak insülin enjeksiyonlarının uygulanmasını kolaylaştıran, hem de insülin salınımını fizyolojik gereksinimlere daha iyi uyarlayabilen bir yöntemdir. Ancak gerek geri ödemenin tam olmaması, gerekse kullanımla ilgili bireysel tercihler nedeniyle ülkemizde henüz çocukluk çağında kullanımı fazla yaygınlaşmamıştır. Bu retrospektif çalışmada merkezimizin klinik deneyimini paylaşmayı amaçladık. YÖNTEM: Pompa takılan tüm hastalarımızın kayıtları incelendi. Otomasyon sistemi ve BDnın özel elektronik arşivinden yararlanıldı. Genel özellikler, pompa takılma yaşı ve süresi kaydedildi. Pompa öncesi bir yıl ve pompa sonrası bir yıl içindeki tüm HbA1c değerlerinin ortalaması alınarak eşleştirilmiş t testi ile karşılaştırıldı. TEMEL SONUÇLAR: Toplam 54 hastanın K/E oranı 33/21, yaşı 13.2±4.7 yıl, tanı yaşı 7±3.9 yıl, pompa takılma yaşı 10.5±4.5 yıl, pompa kullanım süresi 2.6±2.5 yıl idi. Bir yıldan uzun süredir pompa kullanan 43 hastanın pompa sonrası bir yıllık ortalama HbA1c düzeyi pompa öncesine göre düşüktü (% 9±1.6 ya 8.3±1.4, p=.007). Hastaların 31 inin (%72) HbA1c si % 0.09-%2.68 puan düşmüştü. Hastane yatışı gerektiren ketoasidoz 165.2 hasta yılında bir kez kaydedildi. TARTIŞMA: Bu çalışmada tip 1 diyabetli çocuk ve ergenlerde insülin infüzyon pompası kullanımı kısa-orta vadede metabolik yönden yararlı ve güvenli bulunmuştur. Anahtar Kelimeler: Diyabet, insülin pompası, çocuk 183 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-115 Fulminan Gidişli Diyabetik Ketoasidoz Olgusu: Fournier Gangreni Tedavi Deneyimi Damla Gökşen1, Samim Özen1, İlkin Mecidov1, Bülent Karapınar2, Mehmet Arda Kılınç2, Mine Serin3, Yiğit Tiftikçioğlu4, Elvan Erhan5, Ayça Altıncık6, Şükran Darcan1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Diyabet BD Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım BD Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji BD 4 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi AD 5 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Algoloji BD 6 Denizli Devlet Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Birimi 1 2 3 GİRİŞ: Tip 1 diyabetli olgularda diyabetik ketoasidoz en önemli mortalite sebebidir. Bu sunumda ağır komplikasyonlarla seyreden DKA olgusu deneyimi sunulmuştur. OLGU: Dört yıldır başka merkezden kötü metabolik kontrollü (HbA1c: %10-12) T1DM olarak izlenen olgu DKA sonrası gelişen beyin ödemi şüphesi ile sevk edildi. Öyküsünde; Bir gün önce ateş, bulantı-kusma, karın ağrısı nedeni ile başvurduğu acil serviste gastroenterit tanısı ile ayaktan seftriakson ve parasetamol tedavisi verilmiş, ancak 24 saat sonra genel durumda bozulma, hızlı nefes alma yakınması ile başvurduğu aynı merkezde DKA tedavisi başlanmış. İzlemde jenarilize tonik klonik nöbet geçirme ve bilinç kaybı nedeni ile hasta tarafımıza sevk edildi. Başvuruda; genel durum kötü, bilinç skoru E1M1VE, hastanın ağırlık: 55 kg (0.4 SDS), boyu: 167 cm, (1.0 SDS), TA: 85 /50 mmHg, KN:120/dk, kapiller dolum zamanı >2 sn, gluteal bölge ve sağ kulak kepçesinde hiperemi ve milimetrik nekrotik alan mevcuttu. Olguya beyin ödemi, hipotansif şok, dissemine intravasküler koagulasyon öntanılarıyla tedavileri düzenlendi. Laboratuvarında asidozu (pH.7.1, HCO3: 7 mmol/L) olan hastanın üre: 75 mg/dl, kreatinin: 3.1 mg/dl saptandı. Hemodiafiltrasyon yapıldı. 2. günde bilinci açılan olguda anüri gelişmesi nedenile akut tubuler nekroz düşünüldü. Aralıklı hemodiyaliz yapıldı. İkinci haftada diurezi ve böbrek fonksiyonları düzeldi. 24-48 saatte gluteal bölgedeki deri lezyonu 8-10 cm’lik derin nekrotik yapıya ilerleyen olguda Fournier gangreni düşünüldü. Debridman, antibioterapi, “vacum assisted closure” ve greftleme yapıldı. İzlemin 1. haftasında sol alt ekstremitede kas gücü kaybı ve bilateral alt ekstremitede akut ağrılı nöropati gelişti. Çekilen EMG’sinde ileri aksonal sensoriomotor etkilenme saptandı. Yer kaplayan oluşum açısından çekilen kraniospinal MR normal değerlendirildi. Akut ağrılı polinöropati için Gabapentin, vitamin B6/B12, narkotik analjezik (Tramadol) kullanıldı. Takibinin 2. ayında olgunun ağrıları azaldı, analjezik tedavisi kesildi, atel ile destekli yürümeye başladı. Yatışının 70. gününde taburcu edilerek izlemine devam edildiği merkeze yönlendirildi. SONUÇ: Özellikle kötü kontrollü ve yaşlı diyabetlilerde nadir olarak görülen Fournier gangreni genç bir hastada sunulmuştur. Yönetimi oldukça zordur Anahtar Kelimeler: Tip 1 DM, Diyabetik Ketoasidoz, Fournier Gangreni, Diyabetik Nöropati, 184 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-116 Friedreich Ataksisi ve Tip 1 Diyabetes Mellitus Birlikteliği: Olgu Sunumu Emine Dilek1, Fatma Özgöç Çömlek2, Gülay Cesur3, Raif Yıldız3, Gökçe Ertal3, Gökhan Artçıyurt3, Filiz Tütüncüler2 1 Sultan 1.Murat Devlet Hastanesi Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD 3 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 2 GİRİŞ: Friedreich ataksisi (FA) otozomal resesif geçişli spinoserebellar yolların nörodejeneratif hastalığıdır. Kas güçsüzlüğü, alt ekstremitede spastisite, refleks yokluğu, pozisyon ve titreşim hissi kaybı, dizartri, görme ve işitme sorunları görülebilen bulgulardır. Ancak iskelet deformiteleri, kardiyomiyopati ve diyabet gibi ekstranörolojik bulgular da eşlik edebilir. Hastalığa neden olan frataksin geni 9. kromozomun uzun koluna (9q13-21) yerleşik olup birinci intronu, GAA üçlü nükleotid tekrarları içermektedir. Normalde 5-33 olan tekrar sayısı hastalarda artmıştır. Frataksin proteini mitokondri işlevlerinde önemli olup demir birikimini önlemektedir. Eksikliğinde mitokondriyal demir birikimi, ATP üretiminde bozukluk ve serbest radikallerin artışı ile hücre ölümü gerçekleşir. Pankreasta bulunan hücrelerin etkilenmesiyle de hastaların %10-30’unda tip 1 diyabet görülür. Burada izlem sırasında tip 1 diyabet gelişen FA tanılı bir olgu sunulmuştur. OLGU: On altı yaş 4 aylık erkek olgu 4 yıl önce yürüme bozukluğu şikayeti ile başvurduğu merkezde klinik ve genetik analize dayalı FA tanısı almış olup, kontrolünde yaklaşık son 1 aydır çok su içme, sık idrara çıkma ve kilo kaybının olduğunu söylemesi üzerine bakılan kan şekerinin 246 mg/dl saptanması nedeniyle ünitemize tetkik ve tedavi amacıyla yönlendirildi. Hastanın fizik muayenesinde boyu 165 cm (-1,3 SDS), vücut ağırlığı 56,7 kg (-0,7 SDS) idi. Bilinci açık ve hidrasyonu hafif azalmıştı. Solunumu normaldi. Cildinde akantozis nigrikans ve striası yoktu. Ataksik yürüyüşü ve kifoskolyozu vardı. Puberte muayenesinde aksiller ve pubik kıllanması evre 3, testisleri 15 ml idi. Laboratuvar bulgularında glukoz 235 mg/dl, kan ketonu 1,1 mmol/L, idrarda glukoz ve keton pozitif olup kan gazı normaldi. Serum insülin düzeyi 7,1 mU/L, c-peptit 0,746 ng/ml (KŞ 235mg/dl iken) ve HbA1c %12,2 idi. Anti-GAD ve ICA otoantikorları negatifti. Tip 1 diyabet tanısı konulan hastaya bazal/bolus insülin tedavisi başlandı. SONUÇ: FA tanısı ile izlenen olgularda hastalığın izlemi sırasında tip 1 diyabet gelişebileceğinin akılda tutulması gerektiğini vurgulamak amacıyla sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Ataksi, diyabet, 185 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-117 Ağır Diyabetik Ketoasidozda Nadir Bir Komplikasyon: Semptomatik Serebral Enfarkt Gamze Çelmeli, Mesut Parlak, Sema Akçurin, İffet Bircan Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD, Antalya GİRİŞ-AMAÇ: Diyabetik ketoasidoz (DKA) %0,3- %1 arasında intraserebral komplikasyonun eşlik ettiği, mortalite hızı %0.15 - %0.3 olan bir durumdur. İntraserebral komplikasyonların %10’unu serebrovasküler olaylar oluşturmaktadır. Amacımız ağır DKA komplikasyonu olarak semptomatik serebral enfarkt gelişen bir olguyu sunmak ve DKA tedavi yönetimine dikkat çekmektir. OLGU: 3,5 yaşında, erkek hasta solunum sıkıntısı ve bilinç kaybı ile başvurduğu ikinci basamak sağlık merkezinden DKA tanısı ile sevk edildi. Öyküsünden; iki gün önce üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle amoksisilin-klavulonat tedavisi aldığı, sonrasında solunum sıkıntısı ve kusma yakınmalarının eklenmesi ve kan şekeri yüksekliğinin saptanması üzerine intravenöz sıvı ve inhaler tedavi(içeriği bilinmiyor) başlandığı, bilinç kaybı ve Kussmaul solunumun fark edilmesi ile bakılan kan gazında pH:6.9, HCO₃:4,6mmol/L, BE:-28,3mmol/L saptanması üzerine 10 ünite kristalize insülin bolusu, sonrasında 0,1ü/kg/h insülin infüzyonu ve 4 kez NaHCO₃ uygulandığı öğrenildi. Öz-soygeçmişinde özellik yoktu. Fiziki muayenesi ve laboratuvar sonuçları Şekildedir. Çocuk yoğun bakım ünitesine (ÇYBÜ) alınan hasta monitörize edildi, idrar sondası ve nasogastrik sonda takıldı. Kültürleri alındı, iki ayrı damar yolu açıldı. Sıvı tedavisi: İdame+defisit (2 kısım SF +1 kısım %10 dextroz /36 saat) ve 0,05 ü/kg/saat insülin infüzyonu olarak başlandı. Saatlik kan şekeri, 2-3 saatte bir kan gazı, elektrolit, tam idrar tetkiki ve ozmolarite takipleri yapıldı. Yirmi saat süren insülin infüzyonu sonrasında subkutan tedaviye geçildi. ÇYBÜ’den çıkarken GKS:15 olan hastanın başvurudan 36 saat sonra sol kolda ve bacakta güçsüzlük gelişti. Nörolojik muayenesinde solda derin tendon refleksleri hafif artmış, patolojik refleksleri pozitif, kas gücü 3-4/5 saptandı. Beyin MR’da bilateral (sağda daha belirgin) frontoparietooksipital enfarkt saptandı. MR anjiografisi ve tromboz tetkikleri normaldi. Fizik tedavi programına alınan hastanın üç aylık takip sonunda nörolojik bulguları tama yakın düzeldi. Sonuç/TARTIŞMA: Mortal seyredebilmesi nedeniyle riskli (Yeni tanı, küçük yaş(<2yıl), gecikmiş tanı gibi) ve ağır DKA olguları çocuk endokrinolojisi uzmanlarıyla konsülte edilmeli, mümkünse yoğun ÇYBÜ koşullarında tedavi edilmelidir. Anahtar Kelimeler: diyabetik ketoasidoz, komplikasyon, serebral enfarkt 186 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-118 TiP 1 Diyabetes Mellitus Tanılı Hastaların Thiol Disülfid Düzeylerinin Sağlıklı Çocuklarla Karşılaştırılması Fatma Tuba Yıldırım1, Ayşe Derya Buluş2, Almila Şenat3, Özcan Erel3, Dilek Sarıca1 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi; Ankara 3 Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, tıbbi Biyokimya, Ankara 1 2 Thiol/disülfid homeostazisi; antioksidan savunma, apoptozis ve proteinin kimyasal yapısının stabilizasyonu gibi organizma için ihtiyaç olan birçok fizyolojik sürecin devamında önemli rol oynamaktadır. Disülfid oluşumuna karşı bu balanstaki kayma, bazı dejeneratif hastalıklar (diabetes mellitus, kardiyovasküler hastalıklar gibi…) ile ilişkili olduğu umulmaktadır. Tip1 diyabetes mellitus otoimmünite, hiperglisemi ve kronik inflamasyon ile dejeneratif bir hastalıktır. Bu çalışmada; biz tip 1 diyabetli çocuklarda dinamik thiol/disulfid homeostazisi ve thiol oksidasyonu ile ilişkili faktörleri belirlemeyi amaçladık. MATERYAL METOD Çalışmaya tip 1 diyabetli toplam 53 (25 erkek, 28 kız) çocuk ile, herhangi bir hastalığı olmayan sağlıklı gönüllü 44 (21 erkek,23 kız) çocukdahil edildi. Hastaların; yaş, cinsiyet, kilo, boy, vücut kitle endeksi, doğum yaşı, bel çevresi, HbA1c, glukoz, tiroid fonksiyon testleri, insulin, kalsiyum, fosfor, alkalen fosfotaz, d vitamini ve thiol/disulfid homeostazisi gibi laboratuar ve klinik bulgular kaydedildi. Thiol/disulfid homeostaziskonsantrasyonu Erel & Neselioglu tarafından geliştirilen yeni bir metodtur. Sonuçlar Tip 1 diyabetes mellituslu hastalar ile kontrol grubu karşılaştırıldığında disulfid (p=0,696), disulfid/native thiol (p=0,007), disulfid/total thiol (p=0,043) ve native thiol/total thiol (p=0,271) daha yüksek bulunmasına rağmen, native thiol (p<0,001) ve total thiol (p<0,001) seviyeleri daha düşük bulunmuştur. TARTIŞMA Sonuç olarak; bizim çalışmamız, Erel ve Neslioğlu tarafından geliştirilen bu yeni metod Tip 1 diyebetli çocuklarda thiol ve disulfide seviyeleri arasındaki önemli bir ilişki olduğunu göstermiştir. Çalışmamızda Tip I diyabetes mellituslu çocuklarda kontrol grubuna göre disulfit düzeylerinde artış saptanırken tiyol düzeylerinde azalma saptanmıştır. Dinamik tiyol/disülfit homeostasisindeki dengenin bozulmasını kronik inflamasyon ve hiperglisemi ile ilişkilendirdik. Anahtar Kelimeler: Disülfid, Diyabetes mellitus, Thiol 187 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-119 Tip 1 Diyabetes Mellitus'lu Çocuklarda Ağız Diş Sağlığı Parametrelerinin Değerlendirilmesi; Bir Pilot Çalışma Burcu Yağmur1, Gamze Çelmeli2, Zülfikar Zahit Çiftçi1, Mesut Parlak2, Hüseyin Karayılmaz1, Sema Akçurin2, İffet Bircan2 Akdeniz Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi, Pedodonti AD, Antalya Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD, Antalya 1 2 GİRİŞ: Literatürde Tip 1 Diyabetes Mellitus (DM) hastalarının ağız diş sağlığı üzerine yapılan sınırlı sayıdaki çalışmalarda elde edilen sonuçlar birbiriyle tutarlı değildir. Ülkemizde ise bu konu üzerine yapılmış çalışma sayısı yok denecek kadar az ve dar kapsamlıdır. AMAÇ: Bu pilot çalışmanın amacı; tip 1 DM’lu çocukların ağız ve diş sağlığı parametrelerinin incelenmesi, sağlıklı çocuklarla kıyaslanması ve elde edilen sonuçlar doğrultusunda alınabilecek önlemler ve yapılabilecek tedavilere yönelik uzun vadeli çalışmalar planlanmasıdır. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışmaya yaşları 7-15 arası değişen (ort; 11,1±2,5 yıl) 20 Tip 1 DM hastası (12 kız, 8 erkek) hastası ve yine aynı yaş grubundaki (9,95±2,3 yıl), sağlıklı 10 çocuk (4 kız 6 erkek) dahil edilmiştir. Çalışmaya katılmayı kabul eden hastaların DMFT, dft, tükrük akış hızı, tükrük tamponlama kapasitesi ve gingival/plak indeksleri klinik olarak değerlendirilmiştir. Toplanan tükrük örnekleri ile CRT Bacteria (IvoclarVivadent-Liechtenstein) kiti kullanılarak S.Mutans ve Laktobasil sayımları gerçekleştirilmiştir. Elde edilen değerler aynı yaş grubundaki sağlıklı çocuklardan oluşturulan kontrol grubu ile karşılaştırılmıştır. BULGULAR: Değerlendirilen parametrelerde (DMFT, dft, tükrük akış hızı, tükrük tamponlama kapasitesi ve gingival/plak indeksleri, S.Mutans ve Laktobasil sayımları) çalışma ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanamamıştır (p>0,05). Çalışma grubu, diyabet yılı 5 yıldan düşük olanlar (5kız, 6erkek, 11 DM hastası) ve 5 yıldan fazla olanlar (7kız, 2erkek, 9 DM hastası) şeklinde alt gruplara ayrıldığında, dft oranı ilk grupta istatistiksel olarak anlamlı yüksek tespit edilmiştir (p=0,012). SONUÇ: Çalışmamız hasta ve kontrol sayısının düşük olması nedeni ile kısıtlıdır. DMFT oranının, diyabet yılı 5 yıldan yüksek olan grupta diğer gruba göre, yaklaşık 2 kat daha fazla olduğu tespit edilmesine karşın, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0,258). Sonuç olarak; tip 1 DM’lu hasta çocukların ağız diş sağlığı parametrelerinin değerlendirilmesi için, alt grupların belirlenerek, daha kapsamlı çalışmaların planlanması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Ağız ve diş sağlığı, Tip 1 Diyabetes Mellitus 188 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-120 Türkiye’nin İki Farklı Bölgesindeki Tip 1 Diyabet Mellituslu Çocukların Çocuk Davranış Değerlendirme Ölçeği (CBCL/4-18) İle Psikometrik Değerlendirmesi, Metabolik Kontrol İle İlşkisi ve Bölgesel Farklılıkların İncelenmesi Rıza Taner Baran1, Aslı Sürer Adanır2, Melih Nuri Karakurt3, Münevver Dündar4, Mülkiye Aydın4, Mehmet Nuri Özbek4, Hüseyin Demirbilek5 Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği 3 Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği 4 Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği 5 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD 1 2 GİRİŞ-AMAÇ: Type 1 Diabetes Mellitus(T1DM), insülin tedavisi, yaşam tarzı değişiklikleri ihtiyacı, sosyal çevrenin hastalığa bakış açısı ve diğer sorumluluklar nedeniyle aileye ve çocuğa psikososyal açıdan yük getirmektedir. Bu nedenle T1DM çocuklar yaşıtlarına göre artmış bir psikiyatrik morbidite riskine sahiptirler. Bu çalışmanın amacı, T1DM çocukların psikososyal durumlarını, metabolik kontrol ile ilişkisini ve bölgesel farklılıkları incelemektir. Hastalar ve METOD: Çalışmaya Diyarbakır’dan 70(50 T1DM, 20 sağlıklı), Antalya’dan 71(48 T1DM, 23 sağlıklı) çocuk alındı. Hastaların hastane kayıtlarından diyabetleri (HbA1c, diyabet süresi vs…) ile ilgili veriler alındı. Ailelerin eğitim, ekonomik ve sosyal durumu ile ilgili bilgiler kaydedildi. T1DM ve kontrol grubundaki çocuklara “Çocuk Davranış Değerlendirme Ölçeği(CBCL/4-18)” ve “Çocukluk Çağı Depresyon Envanteri” anketleri uygulandı. Elde edilen skorlar önceden tanımlanan kriterlere göre değerlendirildi. T1DM ve kontrol grubu ile farklı bölgelerden çocukların skorları karşılaştırıldı. BULGULAR: T1DM ve kontrol grubunun yaşları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu(Tablo 1). T1DM’lu çocuların diyabet süreleri ve HbA1c düzeyleri ile T1DM’lu ve kontrol grubunun psikometrik değerlendirme puanları Tablo 1’de gösterildi. T1DM’lu çocukların puanları ile kontrol grubu arasında hiçbir parametrede istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Diyarbakır T1DM grubundaki çocukların puanları tüm parametreler için kontrol grubundan ve Antalya’daki T1DM’lu çocuklara göre kötü saptanırken, her iki bölgedeki kontrol grubunun puanları ve Antalya’daki T1DM çocuklar ile kontrol grubunun puanlarında hiçbir parametre için istatistik olarak anlamlı fark saptanmadı. Korelasyon analizinde hastalık süresinin hemen tüm parametreler üzerinde negatif etkisi olduğu saptanırken, HbA1c düzeyi ile anlamlı bir ilişki saptanmadı. SONUÇLAR: Diyarbakır ilinde T1DM, çocuklar üzerinde kendi illerindeki sağlıklı çocuklara ve Antalya ilindeki diyabetli ve sağlıklı çocuklara göre daha ağır bir psikososyal yük getirmiştir. Antalya ilindeki çocukların psikometrik değerlendirme puanlarının daha iyi olması hastalık süresinin kısa olması ile ilgili olabileceği gibi bölgesel sosyodemografk farklılıklara ve/veya aileler arasındaki sosyoekonomik farklılıklara bağlı da olabilir. Bu durumun daha iyi anlaşılabilmesi için daha büyük hasta serilerini içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: pediatrik T1DM, psikometrik değerlendirme, depresyon envanteri ölçeği, CBCL 189 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-121 Kistik Fibroziste Diyabetes Mellitus Tip 1 mi Tip 2 mi? Zeynep Uzan Tatlı, Gül Direk, Ülkü Gül Şiraz, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi, Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri GİRİŞ: Kistik fibrosis genellikle solunum ve gastrointestinal sistem problemleri ile karşımıza çıkan multisitemik bir hastalıktır. Hastalarda zamanla pancreas adacık hüerelerinde hasar gelişmekte ve insulin bağımlı diyabetes mellitusa neden olmaktadır. Bununla birlikte enfeksiyon durumlarında salınan sitokinler ve tedavide kullanılan glukokortikoidler insulin direncine neden olup var olan diyabeti kötüleştirebilir ya da kendisi primer diyabet nedeni olabilir. Burada kistik fibrozisli bir olgu adacık hücre fonksiyonları bozulmadan, mantar enfeksiyonunun tetiklediği insulin direncine bağlı diyabet gelişmesi nedeni ile sunulmuştur. OLGU: Yenidoğan döneminden itibaren Kistik fibrozis tanısı ile takip edilmekte olan 6 yaşındaki kız hasta solunum sıkıntısı ve ateş nedeni ile yatırıldı. Pulmoner Aspergillus enfeksiyonu saptanarak buna yönelik antifungal başlandı. Hastanın izleminde kan şekeri değerlerinin 200 mg/dl üzerinde seyrettiği görüldü. Bu dönemde alınan HbA1c %5.9, insülin 149.9 mcU/ml, C-peptid 7.49 ng/ml olarak ölçüldü. Kan şekeri yüksekliğinin insülin direncine bağlı olduğu düşünülerek hastaya subkutan insulin tedavisi başlandı. Takibi sırasında şeker regülasyonu için 2 Ü/kg/gün’a ulaşan insülin dozlarına gereksinim duyuldu. Antifungal tedavi ile insülin direncinin gerilediği subkutan insülin ihtiyacının azaldığı gözlemlendi. Enfekiyonun tamamen düzelmesi ile hastanın insulin ihtiyacı da tamamen ortadan kalktı. Hastanın kan şekeri ile birlikte serum insulin seviyesi 3.95 mc U/ml ile normal seviyeye geriledi. SONUÇ: Kistik fibrozisli hastalarda; hastamızda da olduğu gibi ortalama 6 yaşında diyabet gelişmektedir. Fakat bu durum genellikle pakreas fonksiyon bozukluğuna bağlı insülin rezervinin tükenmesine sekonder gelişir. Bununla birlikte geçirilen enfeksiyonlar ciddi periferik insulin direncine neden olabilir. Olgumuzda olduğu gibi, çok küçük yaşlarda bile özellikle mantar enfeksiyonları sırasında yüksek doz insulin tedavisi gerektirecek kadar ağır insulin direnci gelişebileceği akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: kistik fibrozis, insülin direnci, diyabet 190 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-122 Diabetik Ketoasidozlu Çocuklarda Sıvı ve Elektrolit Tedavisi için Yeni Bir Yaklaşım Hakan Döneray1, Ayşe Özden1, Kadri Gürbüz2, Zerrin Orbak1 1 Atatürk Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji BD, Erzurum Atatürk Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Erzurum 2 GİRİŞ: Diyabetik ketoasidoz (DKA)’un sıvı tedavisinde kan glukoz düzeyi 250 mg/dl'ye düşene kadar izotonik verilmesi ve glukozun bu değerin altına düşmesi halinde izotonik içinde glukoz infüzyonuna geçilmesi önerilmektedir. İzotonik infüzyonu sırasında kan glukozundaki hızlı düşüşlerle sık karşılaşılmaktadır. İzotonik içerisinde önerilen glukozun dozu net değildir. İzotonik kullanımı serum Na düzeyinin hızlı yükselmesine yol açabilir. Çalışmamızın amacı DKA’lı çocuklarda yeni bir sıvı elektrolit tedavisinin etkinliğini belirlemektir. METOD: Mayi hızı tüm hastalara 36 saat için 5250 ml/m2 idi. Regüler insülin 0.05- 0.1 ünite/kg/saat hızında verildi. Yöntemimizin uygulandığı çocuklar A grubunu oluşturdu. Bu grupta kan glukozu 250 mg/dl’ye düşene kadar her 1 ünite insülin için 3 gram glukoz ve kan şekeri 250 mg/dl’nin altına düştüğünde her 1 ünite insülin için 5 gram glukoz solüsyonu litrede 92 mmol NaCl içeren mayi içerisinde verildi. İzotonik içinde ampirik glukoz alan olgular B grubunu oluşturdu. BULGULAR: A grubunda 132 ve B grubunda 94 olgu mevcuttu. İki grup arasında yaş, cinsiyet, HbA1c düzeyi ve başlangıç kan gazında pH, PCO2 ve HCO3 düzeyleri bakımından fark yoktu. Başlangıç, ikinci, dördüncü, altıncı, sekizinci ve onuncu saat serum glukoz düzeyleri bakımından iki grup arasında anlamlı farklılık saptanırken, takibin diğer saatlerinde farklılık yoktu. Glukoz düzeyinin 250 mg/dl’nin altına düşmesi A ve B gruplarında sırasıyla 5.9±2.4 ve 2.1±1.3 saat idi (p<0.03) (Şekil 1-2). Başlangıç serum Na düzeyleri bakımından farklılık bulunmazken, tedavinin 24. saatine kadar B grubundaki serum Na düzeyi A grubundan anlamlı olarak daha yüksekti (Şekil 1-2). A ve B gruplarında tedavi süresi boyunca kullanılan ortalama mayi değişim sayısı sırasıyla 2.09±0.46 ve 3.7±1.45 (p<0.001) idi. Tedavi boyunca hiçbir olguda komplikasyon gelişmedi. SONUÇ: Çalışmamızın bulguları DKA tedavisi sırasında kan şekerinde kontrollü bir düşmenin sağlanması, mayi içindeki glukoz miktarının hassas olarak belirlenmesi sonucunda mayi değişim sayısının azalması ve serum sodyum düzeyinin tedricen yükselmesi bakımından yöntemimizin pratik ve başarılı olduğunu düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: Diyabet, ketoasidozis, tedavi 191 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-123 Tiamin Yanıtlı Megaloblastik Anemi Ülkemizde Gerçekten Çok Nadir mi? Banu Aydın, Melek Yıldız, Beyza Belde Doğan, Abdurrahman Akgün, Neval Topal, Teoman Akçay, Hasan Önal İstanbul Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Kliniği GİRİŞ: Tiamin yanıtlı megaloblastik anemi (TRMA) SLC19A2 geninde mutasyon sonucu ortaya çıkan, otozomal resesif kalıtımlı bir hastalıktır. Sıklığının 1/1000 000’un altında olduğu düşünülmektedir. Megaloblastik anemi, sensorinöral işitme kaybı ve diyabetes mellitus karakteristik bulgularıdır. Bulguların ortaya çıkma yaşı değişkendir ve tüm bulgular aynı anda saptanamayabilir, bu nedenle tanıda güçlükler yaşanabilir. Burada yakın zamanda polikliniğimizde tanı konulan 2 olgu sunulacaktır. Olgu 1: Sekiz yaşındaki erkek hasta diyabet takip ve tedavisi için polikliniğimize getirildi. Beş yıldır tip 1 diyabet tanısıyla başka bir merkezde takip edildiği ve çoklu doz insülin tedavisi kullandığı öğrenildi. Her iki kulakta sağırlık nedeniyle işitme cihazı kullanan hastanın kan sayımında hafif megaloblastik anemisi mevcuttu. Folat düzeyi normaldi ancak vitamin B12 düzeyi düşüktü. Hastaya vitamin B12 tedavisi verildi ve TRMA ön tanısıyla genetik analiz istendi. Vitamin B12 tedavisine rağmen anemisi devam eden hastanın genetik analizinde SLC19A2 geninde daha önce tanımlanmış olan homozigot bir mutasyon saptandı. Tiamin tedavisi başlanan hastanın anemisi düzeldi, insülin dozları azaltıldı ancak kesilemedi. Olgu 2: Dört yaş 8 aylık erkek hasta diyabet takip ve tedavisi için polikliniğimize getirildi. Tip 1 diyabet tanısıyla çoklu doz insülin tedavisi kullanmaktaydı. Altı ay önce anemi nedeniyle tetkik edilirken kan şekeri yüksek bulunarak diyabet tanısı konduğu ve 6 aydır 15 günde bir eritrosit transfüzyonu aldığı, trombositopenisinin de olduğu öğrenildi. Hastanın bisitopeni tetkikleri yapılmış ancak kesin bir tanı konulamamıştı. Anne ve babası arasında ikinci derece kuzen evliliği olan hastanın tip 1 diyabet için otoantikorları negatifti. Bu bulgularla TRMA düşünülen hastadan genetik analiz ve işitme testi istendi, sonuçlar uzun sürede alınacağı için tiamin tedavisi beklemeden başlandı. Tiamin başlandıktan sonra hastanın tekrar eritrosit transfüzyonu ihtiyacı olmadı, anemi ve trombositopenisi düzeldi. Kullanmakta olduğu insülin dozları azaltılabildi ancak çoklu doz insülin ihtiyacı devam etti. SONUÇ: Akraba evliliklerinin sık olduğu ülkemizde TRMA’nın sanıldığı kadar nadir olmayabileceğini düşünüyoruz. Hastalarımızın tüm bulgularını birlikte değerlendirdiğimizde bu önemli hastalığa tanı koyma olasılığımız artacaktır. Anahtar Kelimeler: Diyabetes mellitus, megaloblastik anemi, sensörinöral sağırlık, tiamin 192 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-124 Diyabette Nadir Bir Cilt Lezyonu: Nekrobiyozis Lipoidika Diabetikorum Zeynep Uzan Tatlı, Gül Direk, Ülkü Gül Şiraz, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinoloji BD GİRİŞ: Nekrobiyozis lipoidika diabetikorum kronik inflamatuar granülomatöz bir cilt lezyonudur. Diyabetli çocukların % 0.06’sında görülür. Kızlarda erkeklere göre 3-5 kat daha fazladır. En sık pretibial bölgede görülüp nadiren üst ekstremiteler, karın, popliteal bölge, yüz ve saçlı deriye de yerleşebilir. Lezyonların ortaya çıkması ile glisemik kontrol arasında ilişki yoktur. Tip 1 diyabetes mellitus ve otoimmun endokrin hastalıklara eşlik eder, hatta bunlardan önceki ilk bulgu olabilir. Tip 1 diyabet tanısı ile takip edilen bir olgu ağır seyreden bu cilt lezyonları, erişkinlerin aksine çocukluk yaş grubunda nadir görülmesi nedeni ile sunulmaya değer görülmüştür. OLGU: On bir yaşında kız hasta iki yıl önce başlayan özellikle bacaklarda kırmızı renkli yaralarının olması nedeni ile getirildi. Beş yıldır tip 1 diyabet tanısı olan hastanın takibinin düzensiz olduğu öğrenildi. Asfiksiye sekonder diplejik tip serebral palsisi mevcut olup fizik bakısında vücut ağırlığı 43 kg (25-50p), boyu 135 cm (3-10 p), sırtta, bacaklarda ve kollarda çok sayıda en büyüğü 13x15 cm büyüklüğünde ortası atrofik, eritemli yer yer kurutlanmış plaklar mevcuttu. Diğer sistem muayeneleri normaldi. HbA1c %11 saptandı, eşlik eden otoimmun hastalık yoktu. Cilt biyopsisi nekrobiyozis lipoidika diabetikorum ile uyumlu bulundu. Kan şeker regülasyonu için yapılan düzenlemeler dışında hastaya sistemik steroid tedavisi başlandı. SONUÇ: Nekrobiyozis lipoidika diabetikorum lezyonları sıklıkla tibia ön yüzünde bulunan ağrısız papüller lezyonlardır. Patofizyolojisi tam olarak belirlenememiş, otoimmunitenin şiddeti ile de ilişkili olabilen bu lezyonlar nadir görülmesi ve olgumuzda olduğu gibi kötü takipli diyabette tedaviye dirençli seyretmesi bakımından paylaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: diyabet, döküntü, nekrobiyozis lipoidika diabetikorum 193 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-125 İnsülin Direnci İle Elektroensefalografi Bulguları Ve Nörokognitif Fonksiyonların İlişkisinin Değerlendirilmesi Onur Akın1, İbrahim Eker3, Mutluay Arslan2, Süleyman Tolga Yavuz3, Sevil Akman2, Mehmet Emre Taşçılar1, Bülent Ünay2 Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi BD Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Nörolojisi BD Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 1 2 3 Giriş Bu çalışmada obez çocuklarda nörokognitif fonksiyonlar ve elektroensefalografi (EEG) verileri incelenerek, insülin direncinin santral sinir sistemi üzerine etkilerinin denetlenmesi amaçlanmıştır. Metod Çalışmaya 73 obez (38 erkek, 35 kız) ve 42 sağlıklı çocuk (21 erkek, 21 kız) dahil edildi. Biyokimyasal veriler çalışıldı ve insulin direnci varlığı araştırıldı. Tüm çocuklara Wechsler Intelligence Scale for Children-Revised (WISC-R) testi ve EEG uygulandı. Obez çocuklar insulin direnci varlığına göre 2 gruba ayrıldı. Tüm veriler iki grup arasında karşılaştırıldı. Bulgular WISC-R testinin sözel beceri skorları, insulin direnci olan grupta olmayan gruba kıyasla anlamlı düzeyde daha düşük bulundu. İki grup arasında WISC-R ve EEG uygulamalarının diğer parametreleri açısından fark bulunmadı. WISC-R testinin sözel beceri ve toplam skorları ile HOMA-IR düzeyleri arasında negatif korelasyon saptandı. EEG çalışmasında, fizyolojik bir durum olan hiperventilasyon sırasında yavaşlama obez çocuklarda obez olmayanlara kıyasla daha sık gözlendi. Sonuç Özellikle sözel beceriler olmak üzere, nörokognitif fonksiyonların insulin direnci mevcut obez çocuklarda bozulmaya başladığı görüldü. Sinir hasarlanmasında katkısı olduğu gösterilmiş insulin direncinin nörokognitif fonksiyon bozukluğu ile de ilişkisi olabilir. Anahtar Kelimeler: elektroensefalografi, nörokognitif fonksiyon, insülin direnci, obezite 194 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-126 Obezite Belirteçleri İle Solunum Fonksiyon Testlerinin İlişkisinin Değerlendirilmesi Onur Akın1, Mutluay Arslan3, Cem Haymana4, Erdem Karabulut5, Bülent Hacıhamdioğlu1, Süleyman Tolga Yavuz2 Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi BD Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Allerjisi BD 3 Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 4 Gülhane Eğitim Araştırma Hastanesi, Endokrinoloji BD 5 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik AD 1 2 GİRİŞ: Çocukluk çağı obezitesi solunum sistemi rahatsızlıklarını da içeren birçok komplikasyona neden olmaktadır. Obezitenin değerlendirilmesinde ise birçok antropometrik parametre kullanılmaktadır. Çalışmamızda bu antropometrik parametrelerden bazıları ile solunum fonksiyon test sonuçlarının ilişkisi araştırılmıştır. METOD: Çalışmaya solunum sistemini etkileyen herhangi bir hastalığı olmayan çocuklar dahil edildi. Çocukların boy, vücut ağırlığı, boyun çevresi ve bel çevreleri ölçüldü, vücut kitle indeksleri hesaplandı. Spirometre yardımıyla solunum fonksiyonları değerlendirildi. BULGULAR: Çalışmaya yaş ortalaması 9,7 olan 178 çocuk (106 erkek, %59.5) dahil edildi. Çocukların 65’inde boyun çevresi persentili 90’ın üzerinde bulundu. FEV1 ve FEV1/FVC boyun çevresi fazla olanlarda daha düşük saptandı (p=0,04 ve 0,01, sırasıyla). Bel çevresi, 67 çocukta 90 persentilin üzerindeydi. FEV1/FVC, bel çevresi 90 persentilin üstünde olan çocuklarda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük bulundu (p=0,01). FEV1 ve FEV1/FVC ile vücut kitle indeksi z skoru arasında anlamlı negatif korelasyon saptandı. Çok değişkenli lineer regresyon analizine göre ise FEV1 ve FEV1/FVC ile sadece boyun çevresi arasında ilişki mevcuttu. SONUÇ: Obezitenin yeni belirteçlerinden olan boyun çevresi solunum fonksiyonları ile en güçlü ilişkiyi gösteren parametre olarak değerlendirildi. Anahtar Kelimeler: boyun çevresi, bel çevresi, obezite, solunum fonksiyon testi 195 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-127 Çocukluk Yaş Grubunda Plazma NT-proCNP Düzeyleri Obeziteden Etkileniyor mu? Büyümeyi Değerlendirmede Bir Belirteç Olabilir mi? Seda Topçu1, Bayram Özhan2, Afra Alkan3, Mesut Akyol3, Filiz Şimşek Orhon1, Sevgi Başkan1, Betül Ulukol1, Merih Berberoğlu4, Zeynep Şıklar4, Lale Şatıroğlu Tufan5, Çevik Tufan6 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Sosyal Pediatri BD, Ankara Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, Denizli Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyoistatistik BD, Ankara 4 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara 5 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp AD, Adli Genetik Laboratuvarı, Ankara 6 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji AD, Ankara 1 2 3 AMAÇ: Çocukluk çağı obezitesi nedeniyle tüm dünyada giderek büyüyen bir sağlık problemi olup, beraberinde getirdiği riskler ve ilişkili hastalıklar nedeniyle bunu belirleyen bir biyobelirtecin varlığı önemlidir. Son yıllarda yapılan kısıtlı sayıda araştırmada fazla kilolu ve obez çocuklarda sistemik C-tipi natriüretik peptid (CNP) düzeyinin bir göstergesi olan CNP’nin propeptid formunun amino terminalinin (plazmaNT-proCNP) azaldığı belirtilmiştir. CNP çocukluk çağı obezitesinde potensiyel bir biyobelirteç olarak önerilmektedir. Bu araştırmada Türk populasyonunda sağlıklı, normal kilolu ve fazla kilolu/obez çocukluklarda plazma NT-proCNP düzeyinin ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır. YÖNTEM: Araştırmaya, Sağlıklı Çocuk İzlem Polikliniği ve Çocuk Endokrinoloji Polikliniğinde izlenen 0-18 yaş aralığında 317 çocuk ve adolesan alınmıştır. Tüm çocukların fizik muayeneleri yapılarak antropometrik ölçümleri değerlendirilmiştir. Araştırma örneklemindeki 10 tane yenidoğan bebek dışındaki çocuklar Ulusal büyüme eğrilerine göre 136’sı normal kilolu, 171’i fazla kilolu/obez çocuk olarak gruplanmıştır. PlazmaNT-proCNP düzeyleri ELİSA yöntemiyle analiz edilmiştir. BULGULAR: PlazmaNT-proCNP düzeyleri en yüksek olarak yenidoğanlarda bulunmuş ve ilk yıl içerisinde hızla azalma göstermiştir. Kademeli azalma puberteye kadar devam etmektedir. Kızlarda 10-12,5 yaşlarda plato seviyesi gözlenmiş, erkeklerde 12,5-14,5 yaşlarda hafif bir pik görülmüştür. Her iki cinste de bu seviyeler 18 yaşına kadar kademeli olarak azalmıştır. Plazma NT-proCNP düzeyleri çocuklarda anlamlı olarak yaş, vücut ağırlığı ve boyla ters korelasyon göstermekedir. Cinsiyet faktörü puberteye kadar yaş bağımlı PlazmaNT-proCNP düzeyini değiştirmemektedir. 12,5 yaştan sonra erkeklerde PlazmaNT-proCNP seviyeleri kızlardan daha yüksektir (14,5-18 yaş grubunda p<0,05). Normal kilolu çocuklarda Plazma NT-proCNP düzeyleri 8,22±1,85pmol/L, fazla kilolu/obez çocuklarda ise 8,76±2,72 pmol/L ölçülmüş olup bu ölçüm her iki grup arasında hiçbir yaşta değişiklik göstermemiştir. TARTIŞMA: Türk populasyonunda çalışılan tüm yaş gruplarındaki normal kilolu ve fazla kilolu/obez çocuklarda PlazmaNT-proCNP düzeyleri benzerdir. Bu nedenle obezite ve ilişkili hastalıkların erken dönemde önlenmesi için CNP sinyalizasyonunun biyobelirteç olarak kullanılmasını söylemek erkendir. Ancak bu ölçümün büyüme hızının en fazla olduğu yaşlarda yüksek olduğu görülmüştür. Bu sonuçlar plazmaNT-proCNP düzeylerinin çocuklarda önemli bir büyüme belirteci olabileceği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Anahtar Kelimeler: CNP, plazma NT-proCNP, büyüme, obezite, biyobelirteç 196 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-128 Şişman Çocuklarda Hidrasyon Durumunun Değerlendirilmesi- Ön Çalışma Akif Çelik1, Ayşe Nurcan Cebeci2 Bilim Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, İstanbul Çocuk Endokrinoloji BD 1 2 GİRİŞ: Sıvı alımı yetersiz olan erişkinlerde vücut kitle indeksinin (VKİ) daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Çocuklarda bu yönde az sayıda veri bulunmaktadır. Bu çalışmada obez çocukların hidrasyon durumunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çocuk Endokrinolojisi polikliniğimize başvuran 7-18 yaş arasında,VKİ standart sapma skoru (SSS) > 2 olan ekzojen obeziteli hastalar çalışma grubuna (Grup 1, n=31), normal kilolu sağlıklı çocuklar kontrol grubuna (Grup 2, n=30) alındı. Olguların iki günlük sıvı alımları kaydedildi. Antropometrik ölçümler ve biyoelektriksel impedans yöntemiyle vücut kompozisyon analizi (VKA) yapıldı (TANITA BC 418). Serbest su alımını takiben aynı saatte idrar yoğunluğu ölçüldü. BULGULAR: İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından fark yoktu. VKİ-SSS ortanca değeri Grup 1’de 2,57 (0,52), Grup 2’de 0,01 (1,48) idi (p<0,001). Grup 1'de bulunan olguların total vücut yağ yüzdesi daha yüksek (p<0,001), total vücut suyu ve yağsız vücut kütlesi yüzdesi daha düşüktü (p=0,007 ve p<0,001). Bel/kalça çevresi oranları gruplar arasında farklılık göstermedi (p=0,276). Grup 1’deki olguların vücut yüzeyine göre günlük sıvı alımı, kontrol grubundan anlamlı olarak düşüktü (p<0,001). Grup 1’deki olguların %55’i (n=17) yaşa göre önerilen düzeyde su alımı gerçekleştirirken bu oran Grup 2’de %80 (n=24) idi (p=0,036). Şekerli içecek tüketimi Grup 1’de 22 hastada (%71), Grup 2’de 6 kişide (%20) mevcuttu. Çalışma grubunun ortanca idrar yoğunluğu kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulundu (1020 (10), ve 1015 (10), p<0,001) (Tablo1). İdrar dansitesi ile VKİ-SSS doğru orantılı iken (r=0,508, p=<0,001), total vücut suyu yüzdesi ve yüzey başına sıvı alımı ters orantılı idi (sırasıyla; r=-0,412, p=0,001, ilk gün r=0,477, p<0,001, ikinci gün r=-0,519, p<0,001) SONUÇ: Bu kesitsel ön çalışmanın bulguları şişman çocukların normal kilolulara göre daha az sıvı tükettiğini, vücut su yüzdesinin daha düşük olduğunu ve idrar yoğunluğunun daha yüksek olduğunu göstermiştir. Anahtar Kelimeler: obezite, sıvı alımı, hidrasyon, idrar yoğunluğu, vücut kompozisyon analizi 197 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-129 Leptin Geninde Tam Delesyonu Olan Ağır Obezitesi Olan İnfant Elif Özsu1, Serdar Ceylaner2, Huseyın Onay3 Memorial Sağlık Grubu İntergen Tanı merkezi 3 Ege Üniversitesi, Tıbbi Genetik AD, İzmir 1 2 GİRİŞ: Monojenik obezite tek gen mutasyonlarına bağlı meydana gelir. Ağır obezite eşlik eden endokrinopatiler ve metabolik bozuklukları olan ve kilo almaya erken yaşlarda başlayan obez hastalarda monogenik obesite düşünmeliyiz. OLGU: 6 aylık erkek olgu anormal yeme davranışı ve ağır obezitesi nedeni ile basvurdu. Anne babası arasında birinci derece kuzen evliliği vardı ve 3400 gr ağırlığında doğan hastanın neonatal öyküsünde özellik yoktu. İkinci ayından sonra kilo almaya başlayan hastanın 6.ayda dislipidemisi hiperinsulinemisi ve karaciğerde grade 2 yağlanması saptandı. Leptin düzeyi düşük saptanan hastanın yapılan genetik incelemesinde leptin geninde tam delesyon saptandı. Bu durum daha önce raporlanmamıştı. SONUÇ: SONUÇ: Monogenik obezite tanısı koymak oldukça kolaydır. Seçilmiş hastalarda düşünülmesi yeterlidir. Anahtar Kelimeler: monogenik obesite,leptin, infant 198 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-130 Kardiyometabolik Sendrom: Şişman Çocukların Metabolik, Karaciğer Ultrasonografisi, Ambulatuar Tansiyon Monitorizasyonu Ve M-Mod Ekokardiyografi İle Değerlendirilmesi Enver Şimşek1, Çiğdem Binay1, Pelin Köşger2, Meliha Demiral1, Ali Yıldırım2, Cengiz Bal3, Zübeyir Kılıç2 Eskişehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, Eskişehir Eskişehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji BD, Eskişehir 3 Eskişehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyoistatistik AD, Eskişehir 1 2 GİRİŞ: Kardiyometabolik sendrom obezitenin yol açtığı insülin direnci, dislipidemi, glukoz metabolizması bozukluğu, hipertansiyon ve kalpte yapısal değişikliklerin bir arada bulgular kompleksidir. MATERYAL-METOD: Çalışmaya şişmanlık yakınması ile, VKİ ≥ 95.p olan 204 çocuk, ontrol grubu yaş ve cinsiyet dağolımı benzer 40 sağlıklı çocuk dahil edildi. Aile öyküsü, antropometrik değerlendirme ve 12 saat açlıkta alınan kandan biyokimyasal parametreler (glukoz, insülin, “high sensitive” CRP, lipid profili, tiroid fonksiyon testleri ve homosistein düzeyleri ölçüldü. Hepatobilier ultrasonografi yapıldı. Kan basıncı profilleri ambulatuar sürekli monitorizasyon ile değerlendirildi. Kardiyak parametreler M-mod ekokardiyografi ile değerlendirildi. Karotis arter intima media kalınlıkları ölçüldü. BULGULAR: Anne baba ya da kardeşinde obezite olanlarda obezite sıklığında artış olduğu gözlendi (x² =11,390 p=0,001). Obez grupta HOMA-IR, yüksek duyarlılıklı C-reaktif protein (hs-CRP), homosistein düzeylerinde anlamlı derecede artış olduğu saptandı (Tablo 1). Karaciğer USG yapılan 170 hastanın 81’inde hepatosteatoz olduğu gözlendi. Obez çocuklarda tüm gün sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri ile sistolik ve diyastolik kan basıncı yükü anlamlı yüksek idi (p<0,05). İnterventriküler septum kalınlığı, sol ventrikül arka duvar kalınlığı, sol ventrikül diyastolik çapı, sol ventrikül kitlesi obez çocuklarda daha yüksek tespit edildi. Obez çocuklarda mitral E “velosite” ve E/A “velosite” oranı daha düşük, izovolümetrik relaksasyon zamanı ve izovolümetrik kasılma zamanı daha uzun, myokardiyal performans indeksi daha yüksek tespit edildi (Tablo 2). VA, VKİ, bel çevresi ve HOMA-IR ile E/A “velosite” oranı arasında negatif, IVRT ve MPI arasında pozitif korelasyon tespit edildi. CIMT ile tüm gün sistolik kan basıncı ve sistolik basınç yükü arasında pozitif korelasyon saptandı. SONUÇ: Obez çocuklarda insülin direnci, tip 2 diyabetes mellitus ve hepatosteatoz riski yanında uygun yöntemler ile değerlendirildiğinde kardiyovasküler risk faktörlerinin de ciddi derecede erişkin dönemi için morbidite ve mortalite açısından yüksek olduğu gözlendi. Çocukluk çağı obezitenin kontrol altına alınması ile erişkin döneminin en önemli morbidite ve mortalite nedeni kardiyovasküler hastalıkların da azaltılmasına yardımcı olacaktır. Anahtar Kelimeler: obezite, kardiyovasküler tisk faktörleri, metabolik risk faktörleri 199 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-131 Erken Başlangıçlı Çocukluk Çağı Obezitesinde Risk Faktörlerinin Değerlendirilmesi İsmail Hakkı Akbeyaz, Saygın Abalı, Yasemin Akın Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Kliniği Giriş Obezite toplumun beslenme şeklinin hızla değişmesi ve hareketsiz yaşamla ilişkilendirilen bir halk sağlığı sorunudur. Bu çalışmada, beş yaş altı çocuklarda obezite ile ilgili çevresel risk faktörlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem Yaşları 12 ay ile 5 yaş arasında değişen 103(55 kız) obez çocuk çalışma grubunu, 52(24 kız) obez olmayan çocuk da kontrol grubunu oluşturdu. Aile özellikleri, prenatal, natal ve postnatal özellikler, beslenme ve yaşam koşulları bir anket formu ile değerlendirildi. Çocukların ve ebeveynlerin boy ve ağırlık ölçümleri yapıldı. Obezite, vücut kitle indeksinin (VKİ) Dünya Sağlık Örgütü standartlarına göre 2 standart deviasyonun (SD) üzerinde olması olarak tanımlandı. Bulgular Çalışma ve kontrol gruplarının yaş ortalaması (sırasıyla 3.4±1.3 ve 3.3±1.3 yıl; p:0.614) ve cinsiyet oranları benzerdi. VKİ SD skoru ise anlamlı olarak çalışma grubunda yüksekti (sırasıyla 3.9±1.4 ve -0.1±1.2, p<0.001). Anne VKİ ortalaması, çalışma grubunda anlamlı olarak yüksek bulundu (28.6±4.4 ve 26.9±4.0 kg/m2). Ebeveynlerin toplam eğitim süresi benzerdi. Ev içi kişi başı düşen gelir çalışma grubunda anlamlı olarak yüksek bulundu. Çalışan anne oranı çalışma grubunda anlamlı olarak yüksekti (sırasıyla, %25.7 ve 7.7, p:0.008). Çocukların kreşe devam ediyor olma oranı obez çocuklarda %28.7, kontrol grubunda %13.5 idi (p:0.035). Gestasyonel diyabet (%21.4 ve %7.7) ve gebelikte sigara kullanımı (%24.3 ve %7.7) obezlerde anlamlı olarak yüksekti. Sezaryen doğum, sadece anne sütü alma, doğumdan itibaren mama kullanımı her iki grupta benzer saptandı. Şekerli içecek, çikolata, fast-food, yüksek karbonhidratlı besin tüketimi her iki grupta benzer bulundu. Sadece anne sütü alma ve toplam anne sütü alma süreleri, ekran başında geçirilen süre ile çocukların VKİ SD skorları arasında anlamlı bir korelasyon saptanmazken; anne VKİ ve anne eğitim süresi ile çocukların VKİ SD skorları arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Tartışma Çalışmamızda annede artmış vücut ağırlığı ve eğitim düzeyi, gebelikte diyabet ve sigara kullanımı ile çocuğun kreşe gidiyor olması ve çalışan anne çocuğu olma, erken çocukluk çağı obezitesi için risk faktörleri olarak değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Obezite, beş yaş altı çocuklar, çevresel risk faktörleri 200 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-132 Bardet-Biedl Sendromlu İki Kardeş Olgu Emel Hatun Aytaç Kaplan1, Mehmet Keskin1, Doğan Öncü1, Özlem Keskin2 1 Gaziantep Üniversitesi,Çocuk Endokrinoloji BD,Gaziantep Gaziantep Üniversitesi, Çocuk Alerji İmmunoloji Kliniği, Gaziantep 2 Giriş Obezite endokrin kliniklerine sık başvuru nedenlerindendir. Obezitenin eşlik ettiği sendromlar açısından hastalar dikkatle incelenmelidir. Laurence Moon Bardet-Biedl sendromu (LMBBS); otozomal resesif geçişli, retinal distrofi, polidaktili, renal anomaliler, mental retardasyon, hipogonadizm ile karakterize genetik bir obezite sendromudur. Burada anne babası birinci derece kuzen evliliği olan iki kardeş olguyu sunarak sendromik obezitelere dikkat çekmek istedik. Olgu1 5 yaş 6 aylık kız hasta. Bebeklikten itibaren aşırı iştah ve hızlı kilo alma şikayeti vardı.Sağ elde polidaktli nedeniyle 15 aylıkken opere olduğu öğrenildi. Algılamasının yaşıtlarına göre geri olduğu ifade edldi. Fizik muayenede vücut ağırlığı 43,4 kg >97 p (SDS: 4,6)boyu 121,7 cm >97 p (SDS:1,8), VKİ: 29,4, relatif ağırlığı %193 idi. Tetkiklerinde ACTH: 23,5 Kortizol 26,5 insülin: 10,37 uIU/ml Glukoz: 78 mg/dl, c-peptid: 1,66 ng/ml tiroid fonksiyon testleri ve lipid profili normal sınırlardaydı. Göz muayenesi normaldi. Böbrek fonksiyon testleri ve üriner utrasonografisinde patoloji yoktu. Olgu 2 3 yaş 3 aylık erkek hasta. Bebeklikten itibaren aşırı iştah ve hızlı kilo alma şikayeti vardı. Özgeçmişinde postnatal dönemde solunum sıkıntısı nedeniyle kısa süreli yoğun bakımda yatış öyküsü vardı. Konjenital hipotroidi tanısıyla ltiroksin tedavisi almaktaydı. Sol ve ayakta polidaktili olması sebebiyle opere olmuştu. 1 yaşında atipik otizm tanısı almıştı. Fizik muayenede boy: 99 cm 50-75 p (SDS:0,09) vücut ağırlığı: 24,5 kg >97 p (SDS:3,07) vücut kitle indeksi: 25 relatif ağırlığı %160 idi. Yapılan tetkiklerde glukoz: 86 mg/dl İnsülin: 15,9 uIU/ml c-peptid: 2,5 ng/ml böbrek fonksiyon testleri, lipid profili, troid fonksiyon testleri, üriner ultrasonografi normaldi. Göz muayenesinde patoloji yoktu. Her iki olguda da obezite, mental retardasyon, polidaktili olması sebebiyle LMBBS düşünülerek genetik inceleme yapıldı. BBS5 geninde homozigot mutasyon saptandı. Hastalar sendromun eşlik edebilecek diğer komponentleri açısından yakın takibe alındı. Sonuç Obezite ile başvuran hastalarda eşlik eden ek bulgular halinde LMBBS sendromu ayırıcı tanıda akla gelmelidir. Tanı konduğunda eşlik eden diğer hastalıklar, böbrek hastalıkları açısından da hasta yakın izlenmelidir Anahtar Kelimeler: obezite, sendrom, polidaktili 201 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-133 Obez Çocuklarda Serum Galektin-1 Düzeyinin, Klinik ve Metabolic Parametreler ile Olan İlişkisi Sezer Acar1, Ahu Paketçi1, Tuncay Küme2, Hale Tuhan1, Özlem Gürsoy Çalan2, Korcan Demir1, Ece Böber1, Ayhan Abacı1 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisisi BD, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya AD, İzmir 1 2 GİRİŞ: Son yıllarda tanımlanmış bir peptid olan galektin-1 adipoz doku başta olmak üzere birçok dokudan salınmaktadır. Fonksiyonu net olarak bilinmemektedir. Deneysel hayvan çalışmalarında, kan düzeyinin obezite gelişimi ile birlikte yükseldiği ve galektin-1 uygulaması sonrasında yangı parametrelerinin düştüğü gösterilmiştir. AMAÇ: Bu çalışmada, çocukluk çağı obezitesinde serum galektin-1 düzeyinin klinik ve laboratuar parametreler ile olan ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Vücut kitle indeksi (VKİ) >95 persantil olan çocuklar obez guruba, yaş, cinsiyet, ve puberte açısından benzer olan ve VKİ 3-85. persentil arasında olan çocuklar kontrol gurubuna dahil edilmiştir. Tüm olguların antropometrik (vücut kitle indeksi, bel çevresi, orta kol çevresi, triseps deri kalınlığı, vücut yağ yüzdesi, sistolik ve diyastolik kan basıncı) ve biyokimyasal (glukoz, insülin, lipit profili, galektin-1, hsCRP ve leptin düzeyleri) parametreleri değerlendirildi. BULGULAR: Bu çalışmaya, 45 obez (29 erkek, 16 kız; ortalama yaş: 11,1±3,1 yıl) ve 35 sağlıklı çocuk (23 erkek, 12 kız; ortalama yaş: 11,8±2,2 yıl) dahil edildi. Obez olgularda insülin, HOMA-IR, trigliserid, total kolesterol, LDL, HDL, galektin-1, hsCRP ve leptin düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptanırken (p<0,05), serum glukoz düzeyleri açısından anlamlı fark saptanmadı (p=0,968). Obez olgulardaki insülin direnci durumuna göre serum galektin-1, hsCRP ve leptin düzeyleri arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Serum galektin-1 düzeyi ile yağ kitlesi arasında pozitif ilişki (r=0,326, p=0,026) saptanırken, galektin-1 ile açlık glukoz düzeyi arasında negatif ilişki (r=-0,346, p=0.020) saptandı. SONUÇ: Obezite üzerine olan net etkisi bilinmeyen galektin-1 peptidinin, obez olgularda yağ kitlesi ile orantılı olarak arttığını ve glukoz metabolizmasını düzenleyici yönde rol oynadığını düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: galektin-1, insülin direnci, glukoz, obezite 202 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-134 Nöronal Migrasyon Defekti (Şizensefali) ve Çoklu Ön Hipofiz Hormon Eksikliğinin Eşlik Ettiği Prader Willi Sendromu: Olgu sunumu Ahu Paketçi1, Sezer Acar1, Korcan Demir1, Altuğ Koç2, Kadri Murat Erdoğan2, Handan Güleryüz3, Ece Böber1, Ayhan Abacı1 1 Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi AD, İzmir 2 İzmir Tepecik Eğitim Araştırma Hastanesi, Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Genetik Hastalıklar Tanı Merkezi, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi, Radyoloji AD, İzmir GİRİŞ: Prader-Willi sendromu(PWS), çocukluk döneminde hiperfajiyle karakterize, sendromik, genetik nedenli obezitenin en sık nedenlerindendir. Karmaşık bir nörogenetik bozukluk olup, semptomları sadece hipotalamik olmayıp, santral sinir sistemi anomalileri de nadiren eşlik eder. OLGU: Sekiz yaşında erkek olgu, iki yıldır aşikar iştah artışı ve kilo alma şikayetleri nedeniyle kliniğimize başvurdu. Özgeçmişinden, zamanında, 3200 g olarak doğduğu, yaklaşık sekiz yıldır doğumsal santral hipotiroidi, şizensefali, ektopik nörohipofiz tanılarıyla dış merkez takibinde olduğu öğrenildi. Dört yaşında epilepsi nedeniyle 4 yıl süreyle valproat, hipotiroidi nedeniyle L-tiroksin tedavisi kullandığı saptandı. Soygeçmişinde akrabalık saptanmadı. Fizik muayenesinde, ağırlık 1,72 SDS, boy -0,78 SDS, VKİ 2,1 SDS, kan basıncı 120/70 mmHg saptandı. Jeneralize obezitesi, nazone konuşması mevcuttu. Testis volümü 2/2ml, penis gergin boyu 4cm olarak değerlendirildi. Laboratuvar değerlendirmesinde, sT4: 0,68 ng/dl (N:0,5-1,5), TSH: 1,78 IU/ml (N:0,38-5,33), ACTH: 27,6 pg/ml, sabah kortizol: 9 µg/dL, IGF-1:<25 ng/ml (N:74-388), IGFBP3: 1,88 µg/mL (N:1,8-7,8) olarak saptandı. İzleminde uzama hızı 2,8 cm/yıl (-3,25 SDS) saptanması üzerine yapılan büyüme hormonu (BH) uyarı testlerinde yetersiz yanıt alındı [zirve BH yanıtları: <1 ng/mL]. ITT testinde zirve kortizol yanıtı 8,74 µg/dL (glukoz 38 mg/dL) saptandı. Radyolojik değerlendirmesinde, beyin ve hipofiz manyetik rezonans görüntülemesinde şizensefali, nodüller gri cevher heterotopisi, hipofiz bez yüksekliği 4 mm (hipoplazik) ve ektopik nörohipofiz saptandı. Büyüme hormonu ve hidrokortizon tedavisi başlandı. Atipik bulgularının olması, izleminde hiperfaji semptomlarının aşikar hale gelmesi ve VKİ artması nedeniyle yapılan genetik analizinde PWS’den sorumlu 15q11.2 bölgesini içeren heterozigosite kaybı görülüp, yapılan anne baba üçlü SNP analizinde parsiyel izodizomik maternal UDP 15 saptandı. SONUÇ: Açıklanamayan obezite, hiperfaji ve uzama hızında yetersizlik saptanan atipik olgularda PWS düşünülmelidir. PWS'de nöronal migrasyonda rol oynayan gen bağlantılarındaki değişiklik nedeniyle santral sinir sitemi anomalileri (SSS) (polimikrogria, gri cevher heterotopisi ve volümünde azalma çoklu ön ve arka hipofiz hormon eksikliği) görülebilir. Ancak, literatürde şizensefali ve PWS birlikteliği raporlanmamış olup, olgular SSS anomalileri ve hipofiz eksiklikleri açısından düzenli olarak değerlendirilmelidirler. Anahtar Kelimeler: obezite, prader willi sendromu, şizensefali 203 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-135 Çocukluk Çağı Obezitesinde Vitamin D Reseptör Gen Polimorfizminin Metabolik Sendrom ve Karaciğer Yağlanması Üzerine Etkisi Bayram Ozhan1, Elif Bilgihan2, Gökhan Ozan Çetin3 Pamukkale Universitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Denizli Pamukkale Universitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı BD, Denizli 3 Pamukkale Universitesi Tıp Fakültesi, Tibbi Genetik BD, Denizli 1 2 AMAÇ: Çocuk obez hastalarda vitamin D reseptör (VDR) gen polimorfizminin obezite, metabolik sendrom, karaciğer yağlanması ile ilişkisini araştırmak ve karaciğer yağlanması, metabolik sendrom gelişiminde bu polimorfizmlerin rolünü belirlemektir. YÖNTEM: Çalışmaya yaşları 10–16 yaş arasında olan 130 obez ve 130 sağlıklı çocuk alındı. Obez grupta İDF tanı kriterlerine göre metabolik sendrom tanısı konuldu. Karaciğer yağlanması ultrasonografi ile değerlendirildi. VDR gen polimorfizmlerinden FokI, BsmI, ApaI ve TaqI hasta ve kontrol grubu olgularında çalışıldı. BULGULAR: Çalışmaya alınan obez çocukların 70’i kız (%53.8) ve 60’ı erkek (%46.2), ortalama yaş 13.0±2.25 yıl olarak bulundu. Kontrol grubunun 69’u kız (%53.1) ve 61’i erkek (%46.9) olup, ortalama yaşları 12.9±1.9 yıl idi. Obez çocukların 20 tanesinde (%15.4) metabolik sendrom tanısı ve 78’sinde (%60) B-Mod USG ile karaciğer yağlanması tespit edildi. BsmI, FokI ve TaqI polimorfizminin obez ve kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatiksel olarak anlamlı fark saptandı (p<0.001). BsmI polimorfizmin BB genotipi obezite gelişime riskini 36.92 kat arttırdığı tespit edildi (p<0.001; OR=36.92; %95 CI 5.71-248.77). Obez grupta metabolik sendromu olanlarda BsmI gen polimorfizmi anlamlı yüksek bulundu (p<0.001). BsmI gen polimorfizmin BB genotipi metabolik sendromu 27.82 kat arttırdığı (p=0.003, OR=27.82; %95CI 3.10-249.23), Bb genotipinin ise metabolik sendromu 20.13 kat arttırdığı tespit edildi (p=0.004, OR=20.13; %95CI 2.60-155.89). Çalışmamızda hepatosteatozu olan ve olmayan obez çocuklar karşılaştrıldığında VDR gen polimorfizmleri arasında anlamlı bir fark bulunmazken, kontrol grubu ile birlikte değerlendirldiğinde BsmI, FokI ve TaqI gen polimorfizminde hepatosteatozu olan ve olmayan çocuklarda anlamlı farklılık olduğu saptandı (p<0.05). BsmI gen polimorfizmin BB genotipi hepatosteatozu 6.10 kat arttırırken ( p=0.002, OR=6.10; %95CI 1.93-19.25), Bb genotipi hepatosteatozu 32.36 kat arttırdığı tespit edildi ( p<0.001, OR=32.36; %95CI 13.62-76.91). SONUÇ: BsmI gen polimorfizmi enerji kullanımı ve adipogenezisinde obez olmaya yatkınlığa sebeb olabilecek faktörlerden birisidir. BsmI gen polimorfizmi olan bireylerin erken tespit edilmesinin obezite gelişimi konusunda uyarıcı olabileceği ve önlem için gerekli tedbirlerin alınması için uyarı olabileceğini düşündürtmektedir. Anahtar Kelimeler: obezite, metabolik sendrom, gen polimorfizm, vitamin D 204 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-136 Obez Çocuklarda Demir Eksikliği ve Potansiyel Mediatör Olarak Serum Hepsidin ve D Vitamininin Rolü Sibel Aka1, Meltem Kilercik2, Müjde Arapoğlu1, Serap Semiz3 Acıbadem Üniversitesi Pediatri AD Acıbadem Üniversitesi Biyokimya AD 3 Acıbadem Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji BD 1 2 AMAÇ: Obezite ile demir eksikliği anemisi arasındaki ilişkinin mekanizması tümüyle bilinmemektedir. Hepsidin, sistemik demir metabolizmasında düzenleyici, inflamasyon ve bağışıklıkta aracı olan küçük bir peptid hormondur. Yağ dokusunun salgıladığı inflamatuarmediatörlerin serum hepsidin düzeyini arttırarak,demir biyoyararlanımını azalttığı bildirilmiştir. Ayrıca obez ve fazla kilolu çocuklarda serum D vitamini düzeylerinin düşük bulunduğu gösterilmiştir. Serum D vitamini düzeyinin kronik inflamatuar süreçlerde, anemi gelişimini önlemede önemli rol oynadığı ileri sürülmektedir. Bu çalışmada obez çocuklarda; vücut yağı ve bir inflamasyon belirteci olan hsCRPile demir eksikliği arasındaki ilişkide hepsidin ve D vitaminin rolünün varlığı araştırılmıştır. YÖNTEM-GEREÇLER: Bu çalışmada VKİ ve yaşa bağımlı düzeltilmiş %VKİ ölçümlerine göre 11.1 ± 3.5 yaşlarında 47 çocuk çalışmaya alındı. Bütün çocuklarda demir eksikliği anemisi ile ilgili laboratuvar parametreleri; tam kan sayımı,retikulosit hemoglobini (RHb), serum demir, total demir bağlama kapasitesi(TDBK), ferritin, hsCRP, hepsidin ve 25 (OH) Vitamin D düzeyleri ölçülerek obezite ile ilişkileri incelendi. BULGULAR: Özellikle obez çocuklarda 25 (OH) Vitamin D düzeyi anlamlı olarak düşük bulundu (p<0.001). % VKİ ile hepsidin arasında anlamlı negatif korelasyon saptanırken (r=-0.303, p>0.01), ferritin, hsCRP ve RHb arasında ilişki gözlenmemiştir (p>0.05). Hepsidin ile 25 (OH) Vitamin D ve ferritin arasında pozitif anlamlı (sırası ile r=0.343, r=0.688, p<0.01), serum demir, TDBK, MCV, RHb ile negatif anlamlı korelasyon (p<0.01). Hb ile VKİ arasında düşük düzeyde anlamlı korelasyon saptanırken (r=0.285, p<0.05), %VKİ ile korelasyonun kaybolduğu gözlenmiştir. SONUÇ: Çocukluk döneminde artan VKİ ile 25 (OH) Vitamin D ve hepsidin düzeylerinde düşüklük saptanırken,ferritin ve hsCRP düzeylerinde değişimin sınırlı olması,inflamatuar bir organ gibi görev yapan visseral yağın çocukluk çağında oluşma miktarı ve süresinin kısıtlı olduğunu veya obezite ve demir eksikliği ilişkisinde farklı mekanizmaların yer aldığını düşündürmektedir. Bu konuda daha geniş guruplarda, çok faktörlü regresyon modellerinin içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: obezite, demir eksikliği,hepsidin,D Vitamini 205 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-137 OGTT de Artmış Birinci Saat Kan Glukoz Düzeyi Metabolik Profili Yansıtmada Yeni Bir Belirteç Olabilir mi? Nursel Muratoğlu Şahin1, Aslıhan Araslı Yılmaz1, Ahmet Örnek2, Zehra Aycan1 Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi,Çocuk Endokrinoloji Kliniği,Ankara Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Kliniği, Ankara 1 2 GİRİŞ: Son çalışmalar normal glukoz toleransına (NGT) sahip yetişkinlerde oral glikoz tolerans testinde (OGTT) birinci saat glukoz konsantrasyonunun≥155mg/dL olmasının diyabet gelişimi için güçlü bir belirteç olabileceğini, ayrıca bu grupta subklinik inflamasyon, insülin direnci, dislipidemi ve serum transaminazlarında artış görüldüğünü ortaya koymaktadır. Bu sonuçlar NGT’ına sahip yetişkinlerde sadece tip 2 diyabet değil, kardiyovasküler hastalık ve alkolik olmayan karaciğer hastalığı gelişme riskinin de arttığını göstermektedir. Çocuklar üzerinde yapılmış olan araştırmalar sınırlı olup, çalışmamızda, NGT’ına sahip çocuklarda OGTT sırasında artmış birinci saat glukoz konsantrasyonunun metabolik parametrelerle olan ilişkisinin araştırılması amaçlandı MATERYAL-METOD: OGTT uygulanan 9-18 yaşları arasındaki 193 obez/aşırı kilolu çocuğun kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. NGT:Açlık plazma glukozu<100mg/dl, ikinci saat kan glukozu<140 mg/dl olması olarak tanımlandı. NGT’ına sahip 143 olgu çalışmaya alındı. OGTT birinci saat glikoz konsantrasyonu <155mg/dL olanlar grup 1, birinci saat glikoz konsantrasyonu ≥155mg/ dL olanlar grup 2 olarak belirlendi. Gruplar arasında BKİ, hipertansiyon, lipid profili, insülin direnci, serum transaminazları, ürik asit düzeyi ve hepatosteatoz varlığı karşılaştırıldı. BULGULAR: Olgularımızın yaş ortalaması 13,6±2,2 yıl olup, % 64,3 ü kız, %35,7 si erkeklerden oluşmaktaydı. % 8,4 ü Tanner evre1,% 49,7’si Tanner evre5 idi. OGTT birinci saat glukoz değeri; akantosis nigrikans, trigliserid, ürik asit, ALT, hepatosteatoz, HbA1C ve HOMA-IR ile pozitif, HDL ile negatif koreleydi (p<0,05). Grup 2 de sistolik, diastolik kan basıncı, serum trigliserid, ürik asit, ALT, HbA1C ve HOMA-IR düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek iken, HDL düzeyi belirgin olarak düşüktü (p<0,05). Grup 2 de bir hasta dışında tüm olgularda hepatosteatoz saptanırken; grup 1 de hepatosteatoz oranı anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,05) (Tablo1). SONUÇ: ADA kriterlerine göre normal olarak tanımlanmasına rağmen birinci saat plazma glukoz konsantrasyonu ≥155mg/dl olan çocuklar kardiyovasküler hastalık ve tip 2 diyabet gelişimi açısından daha kötü bir metabolik profile sahiptir. OGTT birinci saat glukoz konsantrasyonu, NGT’ına sahip olsalar bile riskli çocukların belirlenmesinde değerli bir belirteç olarak dikkate alınmalıdır. Anahtar Kelimeler: Obezite, OGTT- Birinci saat glukoz konsantrasyonu, metabolik profil 206 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-138 Yönetimi Zor Bir Durum: Hipotalamik Obezite Belma Haliloğlu Yeditepe Üniversitesi Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji BD GİRİŞ: Hipotalamik Obezite (HO), hipotalamustaki enerji homeostazını düzenleyen merkezin mekanik veya fonksiyonel hasarına bağlı hızlı kilo alımı ile karakterizedir. Diyet ve egzersize rağmen kilo alımının durdurulamaması en büyük problemdir. Genellikle uyku-apne sendromu veya kiloya bağlı sekonder problemler nedeniyle hastalar kaybedilir. Burada kraniofarengioma operasyonu sonrası HO gelişen bir vaka tartışılmıştır. OLGU: 4 y 10 aylık kız hasta. Kraniofarengioma nedeniyle operasyon planlanan hasta tarafımıza danışıldı. Öyküsünde; 1 yıldır baş ağrısı ve son 1-2 aydır bulantı-kusmasının olduğu öğrenildi. 1 hafta önce de görme kaybı gelişmesi üzerine çekilen MR'ında suprasellar bölgede 3.ventriküle uzanan 47x28 mm kitle saptanmış. Ameliyat öncesi hastanın boy: 108.8 cm (-0.07 SDS), kilo: 19.6 kg (+0.6 SDS), BMI: 16.9 (+0.9 SDS), fizik muayenesinde prepubertal olup görme kaybı dışında ek özellik saptanmadı. Hipofiz hormonları normal olan hastanın postop 5.gün santral hipotiroidi (L-thyroxine 25 mcg/g), 7.gün kalıcı santral DI (Desmopressin 60 mcg 2x1) ve takibinde santral adrenal yetersizlik (Hidrokortizon 8 mg/m2/g) geliştirmesi nedeniyle tedavisi düzenlendi (Tablo). Takiplerinde yoğun diyet ve egzersize rağmen 1.ayda 26 kg (BMI:22.4, +2.9 SDS), 3.ayda 32 kg (BMI:26.8, +3.8 SDS) olması nedeniyle hastada HO düşünüldü. Ciddi uyku problemi, gece uyuma zorluğu ve mevcut uykunun da çok hafif olması nedeniyle Melatonin 3 mg/gün başlandı. Hasta, melatonin sonrası uyku düzeni ve iştah kontrolü açısından takip edilmektedir. SONUÇ: HO'de, melatonin eksikliğinin uyku bozukluğuna yol açması ve yeme bozukluğunu daha da arttırması nedeniyle melatonin tedavisi bazı çalışmalarda önerilmektedir. HO tedavi açısından halen oldukça zor bir durum olup, en ideal tedavi kraniofarengiomalı hastalarda hipotalamusu koruyucu tedavi uygulayarak gelişim riskini en aza indirmektir. Anahtar Kelimeler: Kraniofaringioma, Hipotalamik Obezite, Melatonin 207 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-139 Obez Çocuk ve Adolesanlarda Uyku Süresi ve Ekran Karşısında Geçirilen Zamanın İnsülin Direnci Üzerine Etkisinin Saptanması Rukiye Bozbulut, Esra Döğer, Aylin Kılınç Uğurlu, Emine Demet Akbaş, Aysun Bideci, Orhun Çamurdan, Peyami Cinaz Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Ankara AMAÇ: Bu çalışmada obez çocuk ve adolesanlarda uyku süresi, ekran karşısında geçirilen zaman ile insülin direnci arasındaki ilişkinin saptanması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Araştırma Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji BD’na başvuran 9-17 yaş grubu 113 çocuk ve adolesan (53 erkek, 60 kız) üzerinde yürütülmüştür. BKI z-skor’u ≥90 olanlar çalışmaya dâhil edilmiştir. Bireylerin hafta içi ve hafta sonu uyku süreleri anketten elde edilmiştir. Uyku süresi =(5xhafta içi uyku süresi+2xhaftasonu uyku süresi)/7 formülüyle hesaplanmıştır. Ekran (televizyon, bilgisayar, cep telefonu) karşısında geçirilen zaman ise araştırmacı tarafından hazırlanan anket formu yardımıyla elde edilmiş ve ≤2, 3-4, ≥5 olarak gruplandırılmıştır. İnsülin direnci açlıkta ölçülen glukoz ve insülin değerleri kullanılarak hesaplanan HOMA-IR test ile belirlenmiştir. HOMA-IR >3.16 değeri cut-off olarak alınmıştır. BULGULAR: Araştırmaya katılan obez çocuk ve adölesanların BKI z-skoru ortalamaları 2.21±0.88 olarak bulunmuştur. Çocuklarda HOMA-IR değerlendirmesine göre insülin direnci olanların sıklığı %63.7’dir. HOMA-IR ortalaması 4.34±1.12’dir. Obez bireylerde ekran önünde geçirilen zaman 3.84±2.79 saat/gün olarak saptanmıştır. Ekran önünde ≤2 saat zaman geçiren çocuk ve adolesanlarda HOMA-IR değeri 3,87±1.7 iken, 3-4 saat geçirenlerde 3.62±7.4, ≥5 saat geçirenlerde ise 4.77±2.4 olarak bulunmuştur. 9-13 yaş grubu obez çocuklarda uyku süresi <8 saat olan grubun HOMA-IR değeri 4.82±3.15 iken, 8-9 saat olan grupta 3.05±1.30, ≥10 saat olan grupta ise 3.47±2.20 saptanmıştır. 1417 yaş grubu adolesanlarda ise HOMA-IR değeri uyku süresi <8 saat olanlarda 5.05±7.30 olmak üzere en yüksek iken, 8-9 saat ve ≥10 saat olanlarda bu değerler sırasıyla 3.38±1.40 ve 4.22±2.10 olarak bulunmuştur. SONUÇ: Ekran karşısında ≥5 saat geçiren obez çocuk ve adölesanlarda, uyku süresi <8 saat olan obez çocuk ve adolesanlarda HOMA-IR değerleri en yüksek bulunmuştur. Kısa uyku süresinin insülin direnciyle ilişkili olduğu saptanmıştır. Uyku süresinin iyileştirilmesi ve ekran karşısında geçirilen zamanın azaltılması obez çocuk ve adolesanlarda insülin direnci oluşum riskini önlemede yardımcı olacaktır. Anahtar Kelimeler: Çocuk ve adolesan, obezite, insülin direnci, uyku süresi, ekran 208 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-140 Obez Çocuk ve Adolesanlara Uygulanan Tıbbi Beslenme Tedavisinin Vücut Ağırlığı ve Beslenme Alışkanlıkları Üzerine Etkisi Rukiye Bozbulut, Esra Döğer, Aylin Kılınç Uğurlu, Emine Demet Akbaş, Aysun Bideci, Orhun Çamurdan, Peyami Cinaz Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Ankara AMAÇ: Obez çocuk ve adolesanların vücut ağırlığı denetiminde ve beslenme alışkanlıklarında tıbbi beslenme tedavisi etkinliğini vurgulamaktır. YÖNTEM: Araştırma Gazi Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji BD’na 1 ay içerisinde başvuran, yaşları 9-18 olan 55 fazla kilolu ve obez çocuk ve adolesan (erkek 20, kız 35) üzerinde yürütülmüştür. İzlem süresinin 8 hafta olduğu araştırmanın başlangıcında ve sonunda çocuk ve adolesanların beslenme alışkanlıkları KIDMED indeksi ile değerlendirilmiştir. BULGULAR: Araştırmanın başlangıcında BKİ değerleri 9-13 yaş grubu erkek çocukların tamamında, 14-18 yaş grubu erkek çocukların %96.8’inde, 9-13 yaş grubu kız çocukların % 80.2’sinde, 14-18 yaş grubu kız çocuklarının ise % 68.6’sında ≥97. percentil ve üzeri bulunmuştur. Araştırma başlangıcında 9-13 yaş grubu çocukların % 43.7’sinin, 14-18 yaş grubu çocukların ise % 45.2’sinin öğün atladığı saptanmıştır. KIDMED puanlarına göre çalışmanın başlangıcında 913 yaş grubu çocukların %40.8’i düşük, %48.6’sı orta, %10.6’sı ise iyi diyet kalitesine sahipken, 14-18 yaş grubu çocuklarda ise düşük, orta ve iyi diyet kalitesine sahip olma oranları sırasıyla %44.7, %51.1 ve %4.2 olarak bulunmuştur. Tıbbi beslenme tedavisi sonrası 9-13 yaş grubu çocukların % 40.4’ü orta, %59.6’sı iyi diyet kalitesine sahip grupta yer alırken, 14-18 yaş grubu kız ve erkek çocukların %2.1’i düşük, % 41.1’ü orta ve %56.8’i iyi beslenme sınıflamasına girdiği saptanmıştır. Araştırmanın sonunda çocukların tamamına yakınında (%95.3) vücut ağırlığı kaybı meydana gelmiştir (p<0.05). Araştırma başlangıcında 9-13 yaş grubu erkek çocukların BKİ değerleri 30.9±8.9 kg/m2, 14-18 yaş grubunun ise 35.2±3.7 kg/m2 iken kızlarda bu değerler 28.8±7.1 kg/m2 ve 31.4±4.5 kg/m2 olarak saptanmıştır. Tıbbi beslenme tedavisi sonunda ise BKI değerleri 9-13 yaş grubu erkek çocuklarda 29.2±5.2 kg/m2’ye, 14-18 yaş grubu erkeklerde 31.6±3.3 kg/m2’ye, 9-13 yaş kızlarda 27.5±6.1 kg/m2’ye, 14-18 yaş grubu kızlarda ise 29.1±3.9kg/m2’ye düşmüştür. 8. hafta sonunda çocukların öğün tüketimi düzenli hale gelmiştir. SONUÇ: Tıbbi beslenme tedavisi fazla kilolu ve obez çocuk ve adolesanlarda beslenme alışkanlıklarında iyileşme ve vücut ağırlığı kaybı sağlamıştır. Anahtar Kelimeler: Obezite, Tıbbi Beslenme Tedavisi, Besleme alışkanlıkları 209 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-141 Çocuk Endokrinoloji BD’na Başvuran İlköğretim 2. Kademe Öğrencilerinin Besin Tercihlerinin Saptanması Rukiye Bozbulut, Esra Döğer, Aylin Kılınç Uğurlu, Emine Demet Akbaş, Aysun Bideci, Orhun Çamurdan, Peyami Cinaz Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Ankara AMAÇ: Bu çalışma pediatrik endokrinoloji polikliniğine başvuran ilköğretim 2. kademe öğrencilerinin besin tercihlerinin saptanması amacıyla yürütülmüştür. YÖNTEM: Araştırma, Gazi Üniversitesi Çocuk polikliniğine başvuran 11-14 yaş arası 102 erkek, 148 kız olmak üzere toplam 250 çocuk üzerinde yürütülmüştür. Örnekleme alınan çocuk ve ailelerine ait demografik bilgiler ve besin tercihleri araştırmacılar tarafından geliştirilen anket formu ile toplanmıştır. beden kütle indeksi WHO referans normlarına göre değerlendirilmiştir. BULGULAR: Araştırmaya başvuran erkek çocukların %67.6’ sı şişman ve fazla kilolu, %17.2’si normal ve %15.2’si zayıf iken kızlarda bu oranlar %70.9, %14.5 ve %14.6 olarak saptanmıştır. Erkek çocukların % 47.3’ ünün, kız çocukların % 46.6’ sının günaşırı sandviç, erkek çocukların % 51.3’ ünün, kız çocukların % 40.6’ sının günaşırı kolalı içecek tükettiği saptanmıştır. Çalışmada erkek çocukların % 45.3’ü sütü, % 50.0’ si yoğurdu, % 35.3’ü peyniri en çok haftada 2-3 kez tüketirken, kızlarda bu oranlar sırasıyla % 30.0, % 40.6 ve % 38.6 olarak saptanmıştır. Erkeklerin en fazla tükettiği et çeşidi kırmızı et iken, kızlarınki tavuk etidir. Erkek çocukların % 26.0’sı her gün, % 29.3’ü günaşırı yumurta tüketirken; kız çocukların % 16.0’ sı her gün, % 22.6’sı günaşırı yumurta tüketmektedir( p<0.05). Kurubaklagil tüketiminde hem erkek hem de kızlarda nohut ve kuru fasulye yemeklerinin tercih edildiği görülmüştür. Pilav ve makarna tüketiminde her iki grupta da pirinç pilavının en çok tercih edilen pilav çeşidi olduğu saptanmıştır. Sebze ve meyve grubunda kız çocukları 79.8 yüzde tüketim puanı ile taze meyveleri ilk sırada tüketmektedir. Bunu taze sebze (47.7) takip etmektedir. Erkek çocuklarında da benzer durum söz konusudur. SONUÇ: Günümüzde çocuklarda sağlıklı olmayan beslenme alışkanlıkları ve davranışları giderek artmaktadır. Sağlıksız beslenmenin en önemli olumsuz sonuçlarından biri çocukluk çağı obezitesidir. Bu nedenle çocuklarda beslenme alışkanlıkları düzenlenirken yanlış alışkanlıkların düzeltilmesi ve yerine doğru ve kalıcı beslenme alışkanlıklarını kazandırmak amaçlanmalıdır. Anahtar Kelimeler: Beslenme durumu, besin tercihi, adolesan 210 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-142 Geç Çocukluk Çağında Görülen Obezitede Kilo Veriminde Etkili Sosyodemografik Faktörlerin Belirlenmesi Bahar Özcabı, Ruba Şendur, Abdülkadir Bozaykut, Gül Yeşiltepe Mutlu Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Bölümü GİRİŞ-AMAÇ: Obezite, sıklığı çocukluk çağında giderek artan, önemli bir sağlık sorunudur. Çalışmamızda geç çocukluk çağında görülen obezitede kilo vermede etkili sosyodemografik faktörlerin belirlenmesi amaçlanmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: 2012(Ocak) - 2016(Eylül) arasında polikliniğimizde obezite tanısı ile takip edilen ve en az iki kez poliklinik başvurusu olan 6 ile 18 yaş arasındaki 120 hastanın retrospektif olarak dosyaları incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, sosyoekonomik düzeyleri, ailede obezite varlığı, ek hastalık varlığı ve buna bağlı ilaç kullanıp kullanmadıkları, geçirdikleri operasyonlar, günlük ekran izleme süreleri ve fiziksel aktivite alışkanlıkları sorgulandı; izlem aralıkları, fizik bakı bulguları [boy, vücut ağırlığı, vücut kütle indeksleri(VKİ), puberte evreleri] ve laboratuvar tetkik sonuçları [TSH, serbest T4, açlık insulin, açlık glukoz, Homeostasis model assestment insulin resistance(HOMAIR), oral glukoz tolerans testi(OGTT) sonuçları ve kan lipid profilleri] kaydedildi. Hastalar “iyi kilo veren” (vaka grubu) ve “iyi kilo veremeyen” (kontrol grubu) olmak üzere iki gruba ayrıldı. İyi kilo veren hasta grubu başlangıç ve son ölçülen VKİ arasındaki farkın(ΔSDS) 0,2’den fazla olduğu grup olarak tanımlandı. İyi kilo veremeyen grup ise ΔSDS’nin 0,2’den az olduğu hasta grubu olarak tanımlandı. Her iki grup istatistiksel olarak analiz edildi, kilo vermeye etki eden faktörler belirlendi. BULGULAR: Gruplar arasında yaş, cinsiyet, puberte evreleri, aylık ortalama gelirleri, ailedeki obezite varlığı, eşlik eden hastalık varlığı, ilaç kullanımları, geçirilen operasyon varlığı, OGTT sonuçları, metformin kullanımları, başlangıç TSH düzeyleri, hiperkolesterolemi varlığı, izlem sıklıkları ve günlük ekran izleme sıklıkları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Vaka grubunda ilk ölçülen VKI SDS değeri, HOMA-IR ve egzersiz yapma sıklığı yüksek bulunurken, son ölçülen VKI SDS değeri düşük bulundu (p< 0,05). SONUÇ: Obezite oluşmasında ana neden enerji alımı ve harcanması arasındaki dengesizliktir. Çalışmamız sonucunda iyi kilo veren olgularda başlangıç VKI ve HOMA-IR değerlerinin daha yüksek olduğu ve egzersiz süresinin izlemde daha uzun olduğu gözlenmiştir. Olguların fiziksel aktivitelerinin artırılmasının kilo veriminde önemli bir adım olduğu görüşündeyiz. Anahtar Kelimeler: Obezite, fiziksel aktivite, kilo verimi 211 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-143 Obez Çocuklarda Glomeruler Filtrasyon Hızı ve İdrar Proteininin Değerlendirilmesi Rahime Renda1, Mesut Parlak2, Pınar Erturgut1 Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Nefroloji Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji 1 2 AMAÇ: Son yıllarda yapılan çalışmalar obezitenin renal hasara ve zaman içinde böbrek hastalığına neden olduğunu göstermektedir. Renal hasarın ilk bulgusu idrarda proteinüri görülmesidir. Bu çalışmamızda obez hastalarımızda idrarda proteinüri ve glomeruler filtrasyon hızlarını değerlendirip, metabolik sendrom ile ilişkili olup olmadığını araştırmayı amaçladık. MATERYAL-METOD: Çalışmamız fazla tartı ve obez 112 hasta (7-18 yaş) ile herhangi bir nefrolojik ve endokrin hastalığı olmayan normal tartıda ve, yaş ve cinsiyet uyumlu 35 kontrol grubundan oluşmaktadır. Tüm olguların antropometrik ölçümleri (Boy, kilo, SDS) ve tansiyon değerleri bakıldı. Açlık glikoz, insülin, HDL kolesterol, trigliserid, sT4, TSH, ALT, böbrek fonksiyon testleri, sistatin C, 24 saat idrar protein değerleri istenildi. Obez hastalar metabolik sendrom olan ve olmayan olarak ayrıldı ve kreatin, sistatin C, 24 saat proteinüri ve glomerüler filtarsyon hızları (Kreatin bazlı, sistatin C bazlı, kreatin ve sistatin C bazlı formüller) kontrol grubu ile karşılaştırıldı. SONUÇLAR: Hasta ve kontrol grubu arasında açlık glikoz, insülin, HbA1C, trigliserid, kolesterol ve tiroid fonksiyon testleri arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Ancak sistolik ve diastolik tansiyon değerleri, kreatin düzeyi ile 24 saatlik idrar proteini fazla tartı ve obez hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulundu (p<0.05). Metabolik sendromlu obez hastalarda daha belirgin olmak üzere tüm obez hastalarda kontrol grubuna göre kreatin bazlı ve sistatin C+kreatin birlikte kullanılarak hesaplanan glomeruler filtrasyon hızları hiperfiltarasyonu yansıtır şekilde yüksek bulundu ( p<0.05). Tartışma ve SONUÇ: Çocuklarda obezite metabolik sendrom, diyabet ve hipertansiyona neden olarak renal hasarlanmaya yol açabilir. Bu hasarın erken göstergesi kreatinde ve idrar proteininde artış olmasıdır. Bu nedenle bu hastaların rutin olarak tansiyon, böbrek fonksiyon testleri ve idrar proteinüri açısından takip edilmesi gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: obezite, proteinüri, sitatin c 212 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-144 Obez Çocuklarda İşeme Disfonksiyonuna Eşlik Eden Üroflow-EMG Anormallikleri Pınar Erturgut1, Rahime Renda1, Mesut Parlak2 Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Nefroloji Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji 1 2 AMAÇ: İşeme disfonksiyonu (İ.D.); nörolojik yada anatomik bir sorunu olmayan çocuklarda, 5 yaş üzerinde görülen işeme fazındaki bozukluklardır. İ.D. olan çocuk hastaların değerlendirilmesinde ve tedavisinde EMG-Üroflow noninvazif bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Obezitenin çocukluk çağında İ.D. üzerine olan etkisi çok az bilinmektedir. Biz bu çalışmamızda İ.D. tanısı alan obez çocukların üroflov-EMG paternlerini değerlendirdik. YÖNTEM: Ocak 2016 ile Aralık 2016 tarihleri arasında Çocuk Nefroloji polikliniğine başvuran ve işeme disfonksiyonu tanısı alan 36 obez (BMIsds +2>) hasta değerlendirilmeye alındı. Bu hastaların şikayet ve semptomları, öykü, fizik muayene, idrar ve idrar kültürü, üriner sistem ultrasonografi, disfonksiyonel işeme semptom skorlaması (DİSS) ile üroflov-EMG tetkikleri incelendi. BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 12,8 yıl olup, 13’ü erkek ve 24’ü kızdan oluşmaktadır. Hastalarda en sık acil işeme hissi ve az işeme semptomları saptanmıştır. Aile öyküsünde birinci derece yakınında enürezis saptanan hasta sayısı 4’tür. Hastaların üriner sistem ultrasonunda 3 tanesinde hidronefroz ve 7 hastada da rezidü idrar tespit edildi. Hastaların DİSS ortalaması Üroflov-EMG paternlerine bakıldığında 37 hastanın 18’sinde (%48,6) plato, 6 tanesinde (%16,2) kule, 7’sinde (%18,9) kesik kesik işeme paterni saptandı. 6 hastada normal işeme paterni ile birlikte 4 tanesinde pozitif EMG aktivitesi belirlendi. TARTIŞMA: Obez çocuklarda İ.D.’nin EMG-Üroflow ile değerlendirildiği çok az çalışma vardır. Hastalarımızda; literatürdeki erişkin çalışmalarına benzer şekilde obezitenin karın içinde yarattığı basınç artışına bağlı olarak EMGÜroflow patern anormallikleri tespit edilmiş olup işeme disfonksiyonu açısından da değerlendirilmesi önerilir. Anahtar Kelimeler: obezite, işeme disfonksiyonu, elektromiyografi, 213 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-145 Obez Türk Çocuklarının Klinik ve Laboratuvar Özellikleri ve Dört Yıllık İzlem Sonuçları İlker Tolga Özgen1, Nilay Kadakal2, Çiğdem Kırmacı2, Ezgi Yalçın2, Gülsüm Güzel2, Fatouma Khalif Abdillahi2, Mustafa Oğur2, Yaşar Cesur1 Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Çocuk Endokrinolojisi BD Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 1 2 GİRİŞ: Çocukluk yaş grubunda obezite sıklığı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de giderek artmaktadır. Çocukluklarda obezitenin gelişmesi için yeme içme ve egzersiz yapma alışkanlıkları önem taşımaktadır. Bu alışkanlıklar çocukluk yaş grubunda edinildiğinden bu dönemde obez olan bireylerin ileriki yaşamlarında obeziteden kurtulma şansları düşük bir olasılık olarak görülmektedir. Bu çalışmada obez çocukların dört yıllık izlemleri sunulmuştur. YÖNTEM: Ocak 2012-Ocak 2016 tarihleri arsında çocuk endokrinolojisi polikliniğine fazla kilo yakınması ile gelen ve vücut kitle indeksi (VKİ) standart sapma skoru (SDS)>1,5 olan hastalar arasından rastlantısal olarak seçilen toplam 374 hasta çalışmaya alındı. Dosyalarından antropometrik ölçümleri ve özelikle VKİ SDS değerleri, aynı zamanda serum lipid değerleri İnsülin direnci parametreleri, tiroid fonksiyon testleri kaydedildi. Hastaların dosyalarından 1-3 ay, 3-6 ay, 6-12 ay, 12-24 ay, 24-36 ay ve 36-48 ay içinde kontrolleri yapılmış olan hastaların kaçında VKİ SDS değerlerinde düşme olduğu ve bu düşüşün serum lipidleri ve insülin direnci parametreleri üzerine etkileri araştırıldı. BULGULAR: Hastaların ilk başvuru sırasındaki özellikleri tablo 1. de verilmiştir. Takipleri sırasında kontrole gelen hastaların; 1-3 ay arası %47’ sinin (42/89), 3-6 arası %60’ının (27/45), 6-12 ay arası %60’ının (35/58), 12-24 ay arası %54’ünün (29/53), 24-36 ay arası %62’sinin (18/29) ve son olarak 36-48 ay arası %63’ünün (12/19) VKİ SDS değerlerleri başvuruda geldiği değerden daha düşüktü. Üçüncü yıldan sonra kontrolü yapılabilen hastaların %12.5’inin (6/48) VKİ SDS değeri normal sınırlara inmişti. SONUÇ: Obez çocukların uygun yaklaşımlar ile yaklaşık %60 oranında VKİ SDS değerlerinde bozulma olmadığı gözlenmiştir. Buna karşın, bu çocukların normal kilolarına ulaşmasının çok zor olduğu görülmüştür ve bu nedenle çocuklar kilo almaya başlamadan, erken dönemde toplumsal bilinçlendirme ile obeziteye karşı önlemler geliştirilmelidir. Anahtar Kelimeler: Obezite, çocuk, klinik izlem 214 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-146 Obez Çocuklarda Solunum Fonksiyon Testleri ve Egzersiz Toleransının Değerlendirilmesi Gülin Tabanlı1, Şükriye Pı̇ nar İşgüven2, Öner Özdemir3, Pınar Dervişoğlu4, Mustafa Kösecik4 Sakarya Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Sakarya Sakarya Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Sakarya 3 Sakarya Üniversitesi, Çocuk Allerji ve İmmunoloji BD, Sakarya 4 Sakarya Üniversitesi, Çocuk Kardiyoloji BD, Sakarya 1 2 GİRİŞ: Bu çalışmamızda, çocukluk çağı obezitesinin büyük bir kısmını kapsayan “basit: egzojen obezite” tanısı alan çocuk ve gençlerin solunum fonksiyonlarının egzersizden nasıl etkilendiğini inceledik ve bu durumun günlük yaşam düzeni, antropometrik ölçümler ve biyokimyasal parametreler ile ilişkisini araştırdık. MATERYAL-METOD: Çalışmamız 2016 yılı Ekim-Kasım ayları arasında fakültemiz endokrin polikliniğinde %50’si kız(25 obez, 25 sağlıklı konrol), %50’si erkek( 25 obez, 25 sağlıklı kontrol ) olmak üzere toplam 100 olgu ile gerçekleştirildi. Olguların yaşları 12 ile 18 arasında değişmekte olup, ortalama 14.54±1.74 yıldı. Vücut ağırlığı yaş ve cinse göre 95. persantilin üstünde olan çocuklar obez olarak kabul edildi. Obez ve kontrol gruplarının önce antropometrik öiçüleri ve biyokimyasal değerleri alındı. Daha sonraki gün ise klasik treadmill testi öncesi ve hemen sonrası solunum fonksiyon testleri (SFT) değerlendirildi. Her iki grup arasında uyku süresi, TV ve bilgisayarda geçirilen süre, egzersiz süresi açısından anlamlı fark yoktu. Obez grubuna ait trigliserid, LDL-kolesterol, insülin ve HOMA-IR, HbA1C ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek, HDL ise düşük bulundu( p<0,01). SFT’de iki grup arasında cinsiyete bağlı minör farklılıklar olmasına rağmen test öncesi ve sonrası olarak anlamlı farklılık görülmedi. Treadmill testinde obez çocuklar daha çabuk yorularak sıklıkla evre 3 ‘de kontrol grubu ise evre 4’de testi bıraktılar. Kalp atım sayısı ve arteriel tansiyonda oluşan değişimler her grubun kendi içinde anlamlıydı ancak gruplar arası farklılık yoktu. Hemen sonrasında yapılan SFT’de ise iki grup arasında yine anlamlı bir fark bulunmadı. Obez erkeklerde; VKİ, tartı SDS ile SFT arasında zayıf bir negatif korelasyon saptandı. SONUÇ: Basit obezitede SFT başlangıçta ve egzersiz sonrasında kontrol grubundan anlamlı farklılık göstermedi. Sadece obez çocukların egzersize toleransları daha azdı ve daha çabuk yoruldular. Bu nedenle obez çocuklarda seçilecek egzersiz programlarının kardiovasküler fitness’i arttıracak şekilde değil daha çok kalori kaybını hedefleyen türde olması gerektiğini düşünüyoruz. Anahtar Kelimeler: egzersiz toleransı, obezite, solunum fonksiyon testleri 215 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-147 Ailesel Normosmik İdiyopatik Hipogonadotropik Hipogonadizmli Bir Olguda Androjen Tedavisinin Sonuçları Birgül Kirel1, Leman Damla Kotan2, Ali Kemal Topaloğlu2 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji BD. Çukurova Üniversitesi Balcalı Hastanesi Pediatrik Endokrinoloji BD., ADANA 1 2 İdiopatik hipogonadotropik hipogonadizm (HH), izole olarak GnRH’nın sentez, salınım veya etkisinde rol alan genlerdeki mutasyonların yol açtığı, yaşam boyu sexüel gelişim ve fonksiyonlarının yetersiz olduğu veya hiç olmadığı bir tablodur. Son yıllarda bu hastaların bir kısmında androjen tedavisi ile iyileşme olduğu, hipotalamus-hipofiz-gonad fonksiyonlarının düzeldiği, ancak bu iyileşmenin her hastada kalıcı olmadığı, değişik süreler sonunda yeniden bu aks fonksiyonlarının kaybolduğu ve hastaya tekrar androjen tedavisi başlanması gerektiği bildirilmektedir. İlk kez 11 yaş 6 aylıkken boy kısalığı, mikropenis şikâyeti ile başvuran hastamızın anne–babası ikinci dereceden akraba idi. Ailesinde üç kuşakta her iki cinsiyetten 8 bireyde hipogonadizm vardı. Boyu <3p idi. Mikropenis (penis boyu: 2 cm) için 3 ay süre ile testesteron (T) verildi. Penis boyu yaşa uygun normal standart boyuna büyüdü. Takiplerinde önceleri büyüme hızı normal olan hastanın daha sonra büyümesi durakladı. 14 yaşında yapılan testlerde büyüme hormonu eksikliği saptanmadı. Ancak 15 yaş 6 aylıkken büyüme hormonu eksikliği saptandı. Aile tedaviyi kabul etmedi. Takiplerinde ergenliğinin ilerlemediği, FSH, LH ve T düzeylerinin HH ile uyumlu olduğu gözlendi. Koku alma problemi yoktu. Hipofiz MRI normaldi. Hastamızda ve idiyopatik HH tanısı ile izlediğimiz bir kuzeninde kompound heterozigot GNRHR gen mutasyonu saptandı. 18 yaşında T tedavisi başlandı. Tedavi alırken 6 ay sonra testiküler volümün erişkin boyuta erişmesi üzerine T kesildi. Total T düzeyi 208 ng/dl idi. Ancak altı ay sonra T düzeyi prepubertal düzeylere (21 ng/dl) indi. Tekrar T tedavisi başlandı. On dört ay sonra T tedavisine kendisi son veren hastanın 70 gün sonra FSH, LH ve T düzeyleri pubertal düzeylerde idi. Nihai boyu: 158 cm idi. Ailesel normosmik idiyopatik HH tanısı konulan hastamızda androjen tedavisi ile hipotalamus-hipofiz–gonad fonksiyonları normale dönmüştür. Klinik bulgu ve seyrinin konstutisyonel puberte gecikmesi ile uyumlu olmadığı düşünülen hastamızda hipotalamus-hipofiz–gonad bütünlüğünün kalıcı olup olmadığı bilinmediğinden hastamızın yine düzenli olarak takip edilmesi gereklidir. Anahtar Kelimeler: GNRHR, mutasyon, hipogonadotropik hipogonadizm, reversal, androjen tedavisi 216 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-148 Endokrin Patolojisi Olmayan İki Prepubertal Jinekomasti Olgusu Elif Sağsak Gaziosmanpaşa Taksim Eğitim Araştırma Hastanesi, İstanbul GİRİŞ Prepubertal jinekomasti, erkek çocuklarda sekonder seks karakterleri gelişmeden tek veya çift taraflı meme gelişimi ile karekterizedir. Etyolojide farklı nedenler öne sürülmekte, sıklıkla endokrin hastalıklar, organik patolojilerle birlikte görülmektedir. Ayrıntılı öykü, dikkatli fizik muayene ve uygun laboratuvar tetkikleri ile olası patolojik durumlar dışlanarak idiopatik prepubertal jinekomasti tanısı konulabilir. Burada bilateral jinekomastiden başka spesifik semptom ve bulgusu olmayan iki prepubertal olgu sunulmuştur. OLGU1 1 yaş 10 aylık erkek hasta memelerde 5 aydır görülen şişlik nedeni ile getirildi. Antipiretik dışında ilaç kullanma öyküsü yoktu. Vücut ağırlığı 12,6 kg (0,20 sds), boy 82 cm ( 0,12 sds ) idi. Her iki memede yaklaşık 1x1 cm glandüler doku palpe ediliyordu. Memelerde kızarıklık, ısı artışı, galaktore yoktu. Testisler 2 ml, p1 idi. Diğer fizik muayene bulguları normaldi. Karaciğer, böbrek ve tiroid fonksiyon testleri normaldi. LH:0,06 mIU/ml, FSH: 0,99 mIU/ml, E2:<0,01 pg/ml, total testosteron: <0,01 ng/ dl, prolaktin 5 ng/ml saptandı. Hcg, AFP normaldi. Kemik yaşı 2 yaştı. Meme USG’de sol memede 10x5 mm, sağ memede 6x4 mm boyutunda fibroglandüler doku izlendi. Skrotal, adrenal görüntüleme normaldi. OLGU2 7 yaş 4 ay erkek hasta memelerinde 3 ay önce başlayan şişlik nedeni ile getirildi. İlaç kullanma öyküsü yoktu. Vücut ağırlığı 27,6 kg (0,92 sds), boy 124 cm ( 0,23 sds ) idi. Her iki memede yaklaşık 1,5x2 cm glandüler doku palpe ediliyordu. Memelerde kızarıklık, ısı artışı, galaktore yoktu. Testisler 3 ml, p1 idi. Diğer fizik muayene bulguları normaldi. Karaciğer, böbrek ve tiroid fonksiyon testleri normaldi. LH:0,48 mIU/ml, FSH: 1,70 mIU/ml, E2:8 pg/ml, total testosteron: <0,01 ng/ dl, prolaktin, DHEAOS4, hcg, AFP normaldi. Kemik yaşı 7 yaştı. Meme USG’de solda17x9x23 mm, sağda 29x7x24 mm boyutunda meme dokusu izlendi. Skrotal USG normaldi. TARTIŞMA Östrojen alımı veya endojen üretimi (aromataz fazlalığı, tümörler, androjen eksikliği-direnci) jinekomastiye neden olabilir. Tüm patolojiler dışlandıktan sonra idiopatik jinekomasti tanısı konulabilir. Hastalar puberteye kadar izlenmelidir. Anahtar Kelimeler: jinekomasti, prepubertal jinekomasti, 217 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-149 Anormal Uterin Kanamalı Adolesanların Değerlendirilmesi Mehtap Acar1, Ebru Yılmaz Keskin2, Zehra Aycan3 Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları E.A.H, Adolesan Bölümü, Ankara Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları E.A.H Çocuk Hematoloji-Onkoloji Bölümü, Ankara 3 Ankara Y.B.Ü Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD ve Dr.Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları E.A.H, Adolesan Bölümü,Ankara 1 2 GirişveAMAÇ: Adolesanlarda anormal uterus kanamalarının(AUK) en sık nedeni hipotalamo-hipofiz-over aksının fonksiyonel immatüritesinin meydana getirdiği anovulasyona bağlı gelişen disfonksiyonel uterus kanamalarıdır (DUK). DUK tanısında, kanamaya neden olabilecek hematolojik, endokrinolojik ve diğer hastalıkların,anatomik nedenlerin dışlanması gereklidir. Bu çalışmada anormal uterus kanamalı adolesanlarda; klinik, tanısal dağılım ve tedavi yanıtlarının değerlendirilmesi amaçlandı. OlgularveMETOD: Çalışmaya hastanemiz adolesan polikliniğne AUK ile başvuran 20 olgunun Demografik verileri, başvuru yakınmaları, klinik, laboratuvar, ve görüntüleme bulguları uygulanan tedaviler ve izlemleri değerlendirildi. Kanamaya neden olabilecek hematolojik,endokrinolojik hastalıklar ve anotomik problemler tarandı ve kanama nedeni bulunamayan hastalarda serum progesterone düzeyinin düşük bulunması DUK olarak kabul edildi. Hastaların Hb< 7 gr/dl; ağır, 7-10gr/dl; orta, >10gr/dl;hafif kanama olarak sınıflandırıldı. BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 14,38±2,18 yıl (11-17,9 yıl) menarş yaşı ortalaması 11,97±1,00 yıl (9,9-14yıl) bulundu. Başvuruda; 6 hastada menoraji, 1 hastada metroraji, 13 hastada menometroraji mevcuttu. Tam kan sayımına gore hastaların 5’inde ağır, 9’unda orta, 6’sında hafif derecede kanama bulundu. Etiyolojide AUK ile başvuran adolesanların18’inde(%90) DUK tanısı konuldu. Bir olguda hipotiroidi (TSH>100mIU/ml, sT4: 0,46ng/dl), bir olguda ise pelvic ultrasonografi ve MRI’da septat uterus saptandı. Ağır kanamalı ve ağıra yakın orta kanamalı hastalar hastanede tedavi edildi. Dört ağır kanamalı hastanın hemodinamileri stabil olmadığından eritrosit süspansiyonu verildi. Tüm olgulara demir tedavisi başlanmasına ilaveten DUK tanısıalan15 hastada oral kontraseptif, 4 hastada transamin, 1 hastada medroksiprogesteronasetat tedavisi kullanıldı. İzlemde tüm hastarımızın menstrual sikluslarının normale döndüğü görüldü.Hipotiroidi tanısı alan hastanın L-tiroksin tedavisini takiben menstrüasyonları normalleşti. Septat tuterusu bulunan hastada cerrahi planlandı. SONUÇ: Bu çalışmada AUK ile başvuran adolesanların %90’ının DUK tanısı aldığı, olguların en sık başvuru yakınmalarının menometroraji olduğu, oral kontraseptif ve transamin tedavisine yanıt alındığı görüldü. Bununla birlikte DUK tanısından önce diğer hastalıkların araştırılmasının önemine dikkat çekilerek vaka sayılarının artırılarak yapılacak çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünüldü. Anahtar Kelimeler: Adolesan, Disfonksiyonel uterus kanaması, Oral kontraseptif 218 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-150 Aydın Bölgesindeki Kız Çocuklarında Ortalama Puberte Ve Menarş Başlama Yaşlarının Saptanması Ve Menarş Başlama Yaşını Etkileyen Faktörler Ebru Ataş Aslan, Tolga Ünüvar, Ahmet Anık Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi BD AMAÇ: Adolesan dönem fiziksel, hormonal, ruhsal ve sosyal olarak çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecidir. Gelişmenin önemli bir basamağı olan menarş, kızların biyolojik açıdan olgunlaştıklarını gösteren bir takvim yaşıdır. Son gözlemler, kızlarda yüzyılın eğilimi olarak telarşın erkene kaymasının menarşın erkene kayışı ile beraberlik göstermediğini vurgulamaktadır. Bu çalışmada; Aydın bölgesindeki kız çocuklarında ortalama puberte ve menarş başlama yaşlarının sınırlarının belirlenmesi ve menarş başlama yaşını etkileyen faktörlerin saptanması amaçlanmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Aydın İli ilkokul-ortaokul ve lise düzeyindeki okullarda öğrenim gören 8-16 yaş arası 1891 kız çocuğu çalışmaya dahil edildi. Kesitsel bir çalışma olarak planlandı. Aydın ili sosyoekonomik ve coğrafi yerleşim durumu değerlendirilerek (doğu, batı, kuzey, güney ve merkez) olmak üzere beş bölgeye ayrıldı. Literatür bilgileri doğrultusunda oluşan bir anket formu kapalı zarf içerisinde öğrencilerin ailelerine ulaştırıldı. Çalışmaya katılmayı kabul eden olgulara deneyimli hekim tarafından boy, ağırlık ölçümleri yapılarak ve Tanner evrelemesine göre puberte muayenesi yapıldı. VKİ değereri hesaplandı. BULGULAR: Çalışmaya 2014-2015 eğitim-öğretim yılında öğrenim gören 8-16 yaş arasında 1520 kız öğrenci ailelerinin izni ile çalışmaya kabul edildi. Ortalama menarş başlama yaşı (MBY) 12.11±1.32 yıl olarak bulundu. Annelerinin ortalama MBY 13.12±1.46 yıl, ablalarının ortalama MBY 12.73±1.25 yıl olarak bulundu. Haziran ayı en sık ilk menarş görülen ay olarak saptandı. Kırsalda yaşayan çocukların menarş yaşının daha erken olduğu görüldü. Puberte başlama yaşı 9.71 ± 1.46 yıl olarak bulundu. SONUÇ: Bizim çalışmamız daha önce Aydın bölgesinde yapılmış ilk çalışma olarak 8-16 yaş arası kız çocuklarının menarş başlama yaşını ve puberte başlama yaşını vermesi açısından önemlidir. Çalışmamızda menarş yaşının erkene kaydığını fakat puberteye giriş yaşında erkene kaymanın olmadığını gördük. MBY ve PBY komşu bölgelerdeki diğer çalışmalarla benzerlik göstermektedir. Daha büyük ölçekli çalışmaların yapılmasının gerçek Türkiye ortalamasının saptanmasına katkısı olacağını düşünüyoruz. Anahtar Kelimeler: Puberte başlama yaşı, menarş yaşı, Aydın bölgesi 219 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-151 Adölesan Dönemde Müllerian Anomalisi Olan Olguların Değerlendirilmesi Elif Söbü1, Cansu Turan2, Özgecan Demirbaş1, Erdal Eren1, Halil Sağlam1, Ömer Faruk Tarım1 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 1 2 GİRİŞ ve AMAÇ Müllerian kanal anomalileri adölesan dönemde menstrüel bozukluklar, erişkin dönemde infertilite ile bulgu verebilen, üriner sistem anomalilerinin de eşlik edebildiği bir hastalık grubudur. Fetusta Müllerian kanalları oluşturacak paramezonefrik kanallar ve Wolf kanallarını oluşturacak mezonefrik kanallar 6. gestasyon haftasında birlikte bulunur. Bu haftadan itibaren dişi fetusta sertoli hücrelerinden salınan antimüllerian hormon olmaması nedeniyle Müllerian kanallar gelişirken Wolf kanalları geriler. Müllerian kanallar kaudale doğru gelişerek karşılıklı orta hatta birleşir ve ileride uterus ve üst vajinaya dönüşecek tek lümenli uterovajinal kanalı oluştururlar. Müllerian kanalların birleşmeyen üst kısımları tuba uterinalara farklılaşır. Vajinanın alt 1/3 lük kısmı ürogenital sinüsten gelişir. Bu gelişim sürecini etkileyen herhangi bir faktör Müllerian kanal anomalilerine yol açabilir. Burada Müllerian anomali tanısı alan 9 olgunun klinik özellikleri sunulmuştur. GEREÇ ve YÖNTEM Polikliniğimize 2000-2016 yılları arasında başvuran ve Müllerian kanal anomalisi saptanan 9 olgunun dosyaları retrospektif olarak değerlendirildi. SONUÇLAR Değerlendirilen 9 olgunun 6’sı primer amenore, ikisi rastlantısal, bir ise hipermenore ile başvurdu. Bir olgu hariç tüm hastalarda pelvik ultrason sonrasında pelvik MR görüntüleme yapıldı. MR görüntüleme yapılmayan olgu; faktör 7 eksikliği nedeniyle izlenmekte olup pelvik US’de uterus didelfis, çift vajen ve çift servikal kanal izlendi. Rastlantısal saptanan olguların birisi meningomiyelosel tanılı olup üriner sistem US sırasında uterus ve vajen görülmemesi nedeniyle tetkik edildi. Diğeri ise VUR tanısıyla değerlendirilirken tanı aldı. Üç olguda renal anomali eşlik ediyordu. TARTIŞMA Müllerian anomalili olgular prepubertal dönemde çoğunlukla bulgu vermezken pubertede non-kommunike rudimenter horn veya transvers vajinal septum varlığına bağlı tıkanıklık ve kitle bulguları ile başvurabilir. Olgular primer amenore, endometriyozis, ektopik gebelik veya tekrarlayan düşükler nedeniyle araştırılırken tanı alabilir. Adölesan dönemde reprodüktif yakınmalara sık rastlanmadığından olgular sıklıkla amenore yakınmasıyla başvurmaktadırlar. Müllerian anomalilere renal agenezi de eşlik edebileceğinden bu olguların üriner sistem anomalileri açısından değerlendirilmesi önerilmektedir. Görüntülemede tercih edilecek ilk yöntem non-invaziv olması, radyasyon içermemesi, sınıflama ve uygun cerrahi yöntemin seçilmesi açısından MR görüntülemedir. Anahtar Kelimeler: müllerian disgenezi, primer amenore, adölesan 220 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-152 GnRH Analog Tedavisi Alan Santral Erken Puberteli ve Hızlı Progressif Erken Puberteli Kızlarda Final Boyun Değerlendirilmesi Pınar Şimşek Onat1, Şenay Savaş Erdeve2, Semra Çetinkaya2, Zehra Aycan2 Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Kliniği, Ankara Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara 1 2 AMAÇ: Bu çalışmada santral erken puberteli ve hızlı progressif erken puberteli kız çocukların GnRH analog tedavisi altında ulaştıkları final boyun değerlendirilmesi ve final boy üzerinde etkili faktörlerin araştırılması amaçlandı. YÖNTEM: Sekiz yaş altında idiyopatik santral erken puberte tanısı alan ve GnRH analog tedavisi verilen kız olgular Grup 1'i (n=19), sekiz yaş ve üzerinde hızlı progressif erken puberte tanısı alan ve GnRH analog tedavisi verilen kız olgular Grup 2'yi (n=35) oluşturdu. Tüm gruptaki olgular final boya ulaşıncaya kadar izlenildi. BULGULAR: Tanıda takvim yaşı ortalaması Grup 1'de 7.26±0.53, Grup 2'de 8.97±0.51 yaştı. Tanıda boy sds, va sds, vki sds gruplar arasında benzerdi. KY/TY oranı Grup 1'de 1.22±0.14, Grup 2'de 1.19±0.11'di. Tedavi süresi ortanca değeri Grup 1'de 44.7 (37-59) ay, Grup 2'de 24.4 (14-48) aydı. Grup 1'de ve Grup 2'de final boy sds ile tanı boy sds arasında anlamlı fark bulunmadı. Grup 1 ve Grup 2'de final va sds ve vki sds ile tanı va sds ve tanı vki sds benzerdi. Grup 1'de 1. ve 2. yıl büyüme hızı sds'leri benzerken, Grup 2'de 2. yıl büyüme hızı sds 1. yıldan daha düşüktü. Grup 1'de ve Grup 2'de izlem yıllarında KY/TY, tanıdan anlamlı oranda düşüktü. Hedef boyları benzer olan Grup 1 ve Grup 2'de final boylarda benzerdi. Grup 1'de ve Grup 2'de hedef boy, tanı öngörülen son boy (ÖSB), 1. yıl ÖSB, 2. yıl ÖSB ve final boy arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (Tablo 1). Final boydaki değişkenliğin %74'ünden tanı yaşı ve tanı boyu sorumluydu. SONUÇ: Bu çalışmada GnRH analog tedavisi verilen 6.5-9.5 yaş aralığındaki idiyopatik santral erken puberteli kız olgular hedef boyları ile uyumlu final boya ulaştılar. Bu yaş grubunda final boy üzerinde etkili olan asıl faktörün tanı yaşı ve tanıdaki boy olduğu belirlendi. Anahtar Kelimeler: Erken puberte, GnRH analog, final boy 221 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-153 Gerçek Erken Puberte Ve Hızlı İlerleyen Puberte Olan Olgularda Demografik Özellikler ve GnRH Tedavisinin Son Boy Üzerine Etkileri Hande Turan, Seda Oral, Aydilek Dağdeviren Çakır, Oya Ercan, Olcay Evliyaoğlu İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Pediatrik Endokrinoloji BD, İstanbul AMAÇ: Gerçek erken puberte veya hızlı ilerleyen puberte nedeniyle tedavi edilen hastalarda tedavi öncesi ve sonrası demografik,antropometrik,laboratuvar ve radyolojik bulguları,final boylarını ve boy kazanımlarını saptamaktır. YÖNTEM Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji BD Polikliniği‘nde Ocak 2008–Ocak 2013 yılları arasında erken puberte tanısı alarak tedavi başlanıp tedavisi tamamlanan 33 olgunun poliklinik dosyaları geriye dönük olarak taranmıştır.Olgular gerçek erken puberte (GEP) (n=22) ve hızlı ilerleyen puberte (HİP) (n=11) olarak iki gruba ayrılıp;gruplar demografik özellikleri ve tedavi yanıtı açısından karşılaştırılmıştır. BULGULAR Olguların tanı anından itibaren ortalama takip süresi 6,26 /yıldır(min 4;max 8,7).Puberte başlama yaşı (6,9±0,95, 8,7±0,47; p<0,001)ve tedavi başlama yaşı (9,1±0,82, 10,1 ±0,47; p=0.001) GEP grubunda istatistiksel olarak anlamlı düşüktü. GEP grubundaki hastaların ortalama tedavi süreleri 24,1 ±10,6/ay,HİP grubunda 16,4 ±5,93/aydı ve iki grup arasında istatistiksel anlamlı fark yoktu. GEP grubundaki olguların boy sdslerinde(-1,34 ±0,97, 0,70±1,02;p<0,01)ve öngörülen hedef boylarında(159,5 ±7,1; 163,2±7,4;p=0,02)tedavi sonrası istatistiksel olarak anlamlı artış saptandı. HİP grubundaki olguların da boy sdslerinde(-0,8 ±0,64, 0,49±1,1; p<0,01)ve öngörülen hedef boylarında(156,5 ±3,2; 161,4 ±4,4;p=0,02) tedavi sonrasında istatistiksel olarak anlamlı artış saptandı.Her iki grubunda tedavi sonu vücut ağırlığı sds'lerinde (GEP 1,2 ±0,8; 1,4±0,91; HİP 0,9 ±0,71,06±1,26;p=0,04) istatistiksel olarak anlamlı artış saptandı.Bakılan diğer oksolojik veriler, demografik özellikler, laboratuar ve radyolojik bulgularda iki grup arasında anlamlı farklılık saptanmadı. SONUÇ Erken puberte bulguları gösteren olguların değerlendirilmesinde öykü, fizik bakı, hormonal inceleme ve görüntüleme yöntemleri önemlidir.Santral erken pubertede GnRH agonistleri ile tedavinin temel amaçlarından biri, popülasyona göre normal aralıkta bir final boya ulaşılmasını sağlamak olduğundan,biz de serimizde bu tedavinin başarılı olduğunu söyleyebiliriz.Ergenlik zamanlaması ve tedavi başlanma yaşı arasındaki farka rağmen,tedaviye verilen cevap birçok açıdan benzerdi.Hastaların tedavi sonrası öngörülen boylarında artış saptandı.Final boyları hedef boylarına benzerdi.Erken başlayan puberte de olduğu kadar,normal zamanında başlayıp pubertesi hızlı ilerleyen olgularda da zamanında başlanan ve zamanında sonlandırılan bir tedavi ile hedef boya ulaşılabilir.Daha geniş popülasyonlarda yapılacak prospektif çalışmalarla daha güvenilir sonuçlar elde edilebilir. Anahtar Kelimeler: santral erken puberte, hızlı ilerleyen puberte, GnRH analoğu 222 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-154 Turner Sendromunda nadir bir durum: Hızlı ilerleyici ergenlik Bahar Özcabı, Heves Kırmızıbekmez, Gül Yeşiltepe Mutlu Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinoloji Bölümü GİRİŞ: Turner Sendromu X kromozomunun tamamen ya da kısmi yokluğu sonucu oluşan genetik bir bozukluktur. Olguların %50’si 45,X karyotipine sahiptir; diğerlerinde mozaik form ya da X kromozomunun yapısal bozukluğu mevcuttur. Gonadal disgenezinin sık görüldüğü bu sendromda 45,X/46,XX karyotipine sahip olguların spontan adet görme oranının daha yüksek olduğu öne sürülmüştür. Erken veya hızlı ilerleyici puberte ise birkaç olguda bildirilmiştir. Hızlı ilerleyici pubertesi mevcut 45,X/46,XX karyotipinde Turner Sendromlu 8 yaş 8 aylık hastamızı sık karşılaşılmayan bu durum olması ve tedavi olasılıklarının tartışılması amacıyla sunmaktayız. OLGU: Antenatal dönemde amniyosentez yapılan, karyotip sonucu 45,X/46,XX saptanması üzerine postnatal dönemde periferik kan analizi ile (45,X[9]/46,XX[61]) Turner sendromu tanısı doğrulanan hasta takvim yaşı(TY) 3 yaş iken izlem amaçlı başvurdu. Fizik bakısında boy: 98,8cm(%97), vücut ağırlığı(VA): 17,5kg(%97) vücut kitle indeksi(VKİ): 17,5(%75-90), prepubertal idi; Turner sendromu açısından ek patolojik bulgu saptanmadı. Laboratuvar incelemelerinde tam kan ve biyokimyasal değerleri normal sınırlarda; LH: 0mIU/ml, FSH: 2,7mIU/ml, östradiol: 36pg/ml, TSH: 3,72mU/L, serbest t4: 1,26ng/dl, IGF1: 148ng/dl idi. Kardiyak, göz, işitme muayenelerinde ek bulgu saptanmadı. İzlemlerinde TY 8 yaş 3 ay iken iki aydır olduğu söylenen tek taraflı telarş gözlemlendi; TY 8 yaş 8 ay iken iki taraflı telarş ve lipomastisi olan hastanın VA: 41kg(>%97), boy: 136,3cm(>%97), VKİ:21,5(%90) idi. Yıllık boy uzama hızı 8 cm/yıl, kemik yaşı 11 yaş (ilerleme 3 yılda 6 yaş), öngörülen boy: 152cm, hedef boy 162,2cm idi. Anne adet yaşı 12 yaş olarak belirtildi; halasının erken yaşta (10 yaş) adet olduğu söylendi. Tetkiklerinde LH: 1,69mIU/ml, östradiol: 33 pg/ml, TSH: 3,92 mU/L, serbest t4: 0,87ng/dl, pelvik USG’de uterus 40x22x30mm, sağ over 4,1ml, sol over 4,8ml, endometrium kalınlığı 5mm olarak saptandı. Olguda hızlı ilerleyici puberte olduğu düşünüldü ve GnRH analoğu başlanması, büyüme hormonu tedavisi açısından değerlendirilmesi planlandı. SONUÇ: Hızlı ilerleyici ergenlik Turner sendromunda nadir görülen bir durum olup gerek boy kaybının önlenmesi, gerek ise gonadal işlevlerin korunması açısından tedavisi önem taşımaktadır. Anahtar Kelimeler: Turner sendromu, hızlı ilerleyici puberte, GnRH analoğu 223 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-155 Hipotalamik Hamartoma Bağlı Santral Puberte Prekoks Ve Faktör 7 Eksikliği Birlikteliği:Olgu Sunumu Beray Selver Eklioğlu1, Mehmet Emre Atabek1, Hüseyin Tokgöz2, Muhammed Burak Selver3, Ümran Çalışkan2 Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi ve Diyabet BD Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji BD Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD 1 2 3 GİRİŞ: Santral puberte prekoks etiyolojisinde organik nedenler kızlarda daha az sıklıkta görülmektedir.Organik etiyolojiler içerisinde hipotalamik hamartom en sık görülen patolojilerdendir.Hamartom konjenital neoplastik olmayan tümör benzeri bir lezyondur.Bu olgu hipotalamik hamartoma bağlı küçük yaşta santral puberte prekoks görülmesi ve beraberinde faktör yedi eksikliğinin eşlik etmesi nedeniyle sunulmuştur. OLGU: Üç yaş bir aylık kız hasta yedi ay önce başlayan meme büyümesi ve beş gün süren fazla miktarda adet kanaması şikayeti nedeniyle başvurdu.Anne baba arasında akrabalık yoktu. Öyküsünden NSVY ile miadında 3200 gr doğduğu, sistemik bir hastalığının olmadığı öğrenildi.Fizik muayenede ağırlığı: 17 kg (1,51 SDS) boyu 100,9 cm (1,64 SDS) olup meme gelişimi Tanner evre 3 ve pubik kıllanma Tanner evre 1 ile uyumlu idi.Aksiller kıllanma yoktu. Diğer sistem muayeneleri normal idi.Bazal LH: 2,67 mU/ml; FSH: 4,41 Mu/ML; estradiol 66,95 pg/ml idi. Suprapubik ultrasonografide Uterus uzun aksı 3,5 cm sağ over:15x9,5x9 mm sol over görüntülenemedi.Kemik yaşı 6 yaş 10 ay ile uyumlu idi. Beyim MR incelemesinde suprasellar mesafede 7,5 mm çapında izointens kontrast tutmayan hipotalamik hamartom ile uyumlu görünüm saptandı.GnRH analog tedavisi başlandı. Tedavinin 2. ayında LH: 0,54 mU/ml; FSH: 0,67 mU/mL; estradiol 11,8 pg/ml idi. Kanama diyatezi için yapılan tetkiklerinde PT: 16.3 sn (11-15), PT% 67 (70120); Faktör VII: %32 (%50 ve üzeri) saptandı. Hastaya faktör yedi eksikliği tanısıyla faktör replasmanı başlandı. TARTIŞMA: Bu vakada hipotalamik hamartomun santral puberte prekoks nedeni olarak karşımıza çıkabileceğini ve adet kanamsı uzun süren ve fazla miktarda olan kızlarda kanama diyatezi araştırılmasının uygun olacağını vurgulamak istedik. Anahtar Kelimeler: hipotalamik hamartom,puberte prekoks,faktör yedi eksikliği 224 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-156 Klinefelter Sendromlu Hastada Santral Puberte Prekoks: Tedavi Gerekli mi? Eda Çelebi Bitkin, Cengiz Kara, Gülay Can Yılmaz, Jamala Mammadova, Murat Aydın Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, Samsun GİRİŞ-AMAÇ: Klinefelter sendromu erkekte en sık görülen seks kromozom bozukluğudur. Sıklığı 1:500-1000 kadardır. Klinefelter sendromlu hastaların %80 kadarını klasik tip olarak adlandırılan 47,XXY karyotipi oluşturmaktadır.Erkek hipogonadizminin yaygın sebeplerinden biridir.Ancak Klinefelter sendromlu hastalarda nadiren santral puberte prekoks (SPP) da bildirilmiştir. Burada, Klinefelter sendromu tanısı ile takip edilmekte iken SPPgeliştiren bir olgu sunularak, tedavi yaklaşımı ele alınacaktır. OLGU: İleri anne yaşı ve riskli gebelik nedeni ile yapılan amniosentezde 46 XXY karyotipi belirlenerek Klinefelter sendromu tanısı alanaltı yaşında erkek hastanınizleminde büyüme hızının arttığı (9,2 cm/yıl)fark edildi. Fizik muayenedeboy 116,6 cm (0,11SDS), ağırlık 21,5 (0,27 SDS), testisleri bilateral 4 ml, penis boyu 6 cmve pubik kıllanma evre 1 idi.Kemik yaşı 5 yıl ile uyumlu olup, boy yaşı 6,5 saptandı. Hormon incelemesinde bazal LH 0,74 mIU/mL FSH 1,63 mIU/mL,testosteron<0,025 ng/ml veβ-HCG <0,1 U/L saptandı.GnRH uyarı testindeLH pik yanıtı 9,42 mIU/mL ve LH/FSH oranı 2,6 idi. Hastaya santral puberte prekoks tanısı konuldu. Beyin ve hipofiz MR görüntülemesi normal saptandı. Kemik yaşının geri olması ve öngörülen boy potansiyelinin iyi olması nedeni ilehastanın tedavisiz izlenmesinekarar verildi. TARTIŞMA: Olgumuzun beş yaşından sonra büyümesinin hızlandığı fark edilerek SPP tanısı konmuştur. Aslında,Klinefelter sendromlu hastalarda uzun boyluluğun 5-8 yaşlarında başlayan hızlı büyümenin sonucunda geliştiği bilinmektedir. Ancak beklenenin aksine, hastamızıntestis hacimlerinin yaşına göre büyük olması ve bazal LH değerinin artmış olması SPP tanısı için uyarıcı olmuştur. Klinefelter sendromunda puberte prekoks normal erkek populasyonuna göre daha sık olup genellikle HCG salgılayan tümör ile ilişkili bulunmuştur.SPP ise nadir görülen bir durumdur. Literatürde, az sayıdaki SPP’li olguda erişkin boy prognozununolumsuz etkilenmediği bildirilmiş ve genellikle tedavisiz izlem önerilmiştir. Hastamızın klinik özellikleri bu genel görüşü destekler niteliktedir. Anahtar Kelimeler: Klinefelter, Puberte Prekoks, Tedavi 225 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-157 GnRH Uyarı Testinde Örnek Zamanı ve Eşik Değerin Değerlendirilmesi Eda Çelebi Bitkin, Cengiz Kara, Gülay Can Yılmaz, Jamala Mammadova, Murat Aydın Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, Samsun GİRİŞ-AMAÇ: GnRH uyarı testi puberte prekoks (PP) tanısında standart olarak kullanılır, ancak protokol ve eşik değerler açısından farklı yaklaşımlar mevcuttur. Kliniğimizde son 10 yıldır uyarı sonrası 60 dakika içinde üç örnek alınarak kısa test uygulanmaktadır. Çalışmanın amacı örnek sayısı ve tanısal eşik değer açısından test protokolünü gözden geçirmek ve optimal yaklaşımı belirlemeye çalışmaktır. Hastalar ve YÖNTEM: 2007–2016 yılları arasında erken erkenlik şüphesi ile başvuran ve GnRH testi uygulanan 126 kız hastanın dosya kayıtları retrospektif olarak incelendi.Bazal ve 2,5 µg/kg IV GnRH enjeksiyonu sonrası 20., 40. ve 60. dakikalarda LH-FSH ölçümü için kan örneği alındı. Gonadotropin düzeyleri ICMA yöntemiyle ölçüldü. Hastalar klinik bulgular, büyüme hızı, kemik yaşı ve gonadotropin düzeylerine dayalı olarak santral PP (SPP) veya inkomplet puberte (prematüre telarş, pubarş veya menarş) olarak iki gruba ayrıldı.GnRH testinde SPP kriteri pik LH düzeyi >5 mIU/L olmasıydı.Ayrıca klinik bulguları, büyüme hızı ve kemik yaşı kuvvetle PP olasılığını destekleyen, uyarı testi ile LH yükselmesi saptanan hastalar da SPP kabul edildi. Pik LH düzeylerinin >5 mIU/L saptandığı dakikalar incelendi. ROC analizi ile pik LH için eşik değer belirlendi. BULGULAR: Tanı yaşı 6,9±1,2 olan 126 olgunun %73’ü telarş, %23,8’i pubarş, %1,6’sı menarş ve %1,6’sı büyümede hızlanma yakınmalarıyla başvurdu. Olguların 80’i (%63,5) SPP ve 46’sı (%36,5) inkomplet puberte tanısı aldı. SPP tanısı alan 80 hastanın 67’sinde LH>5 mIU/L saptandı. Bu 67 hastanın hiçbirinde tek başına 20. dk LH değeri >5 saptanmazken, 10 hastaya 40. dk ve 1 hastaya 60. dk LH değeri ile tanı konabildi. Dokuz hastada 40. ve 60. dk ölçümlerinde, 47 hastada ise her üç ölçümde LH>5 bulundu.Pik LH’nin 4 mIU/L olması SPP tanısı için %92,5 duyarlılık ve %93,5 özgülllüğe sahipti. SONUÇ: Çalışmamız SPP tanısı için 20. dakikada kan örneği alınmasının gerekli olmadığını ve 4 mIU/L pik LH eşik değerinin SPP tanısı için en yüksek duyarlılık ve özgüllüğe sahip olduğunu gösterdi. Anahtar Kelimeler: GnRH testi, Puberte Prekoks, cutt of değeri 226 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-158 Erken Puberte ile Başvuran Multipl Endokrin Neoplazi Tip 1: Olgu Sunumu Nese Akcan1, Umut Mousa2, Hasan Sav2, Rüveyde Bundak3 Yakın Doğu Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Lefkoşa, KKTC Dr. Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi, Endorinoloji Kliniği, Lefkoşa, KKTC 3 Girne Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Girne, KKTC 1 2 Multipl Endokrin Neoplazi Tip 1 (MEN1), bazı endokrin ve endokrin olmayan organların otozomal dominant geçişli nadir bir hiperplastik veya neoplastik bozukluğudur. Hipofiz tümörleri MEN1'li hastaların % 30-70'inde gelişir. MEN1 ile ilişkili hipofiz tümörlerinin ortalama başlangıç yaşı 4. dekat olarak bilinir ve ergenlik öncesi veya puberte sırasında ortaya çıkışı çok nadirdir. MEN1 ve gecikmiş ergenlik ilişkisi iki olgu sunumunda bildirilmiş olmasına rağmen, MEN1 ile erken puberte veya hızlı ilerleyen puberte henüz rapor edilmemiştir. Babası MEN1 olan 8 yaş 5 aylık kız hasta, ilk kez 10 ay önce başlayan pubik ve aksiller kıllanma ile başvurdu. Başvuru Tanner evresi evre 2 olarak tespit edildi ve LHRH testi sonucunda hastaya gerçek erken ergenlik tanısı konuldu. Kemik yaşı ileri, öngörülen erişkin boyu hedef boyundan çok daha kısa saptanan hastaya GNRH analog tedavisi başlandı. Hipofiz MR'de ara lobta, hipointens alan görüldü ancak adenom lehine değerlendirilmedi ve izlemde bu bölgenin stabil seyrettiği görüldü. Başvuru sırasında biyokimyasal testlerde serum kalsiyum düzeyi yüksek iken serum fosfor, PTH ve 25-OH vitamin D düzeyleri normal izlendi. Takibinde PTH düzeyleri arttı ve hiperparatiroidizm tespit edilerek, hastaya da babası ile benzer şekilde MEN1 tanısı konuldu. Ayrıca, izleminde büyüme hızı düşüş gösteren hastada büyüme hormonu tedavisine de ihtiyaç duyuldu. Bu olgu ile, MEN1'li aile üyelerinin çeşitli endokrin bozukluklar açısından erken taranmasının önemi vurgulanmaktadır. Bunun yanında, MEN1'li hastaların takibinde erken ergenliğin de tespit edilebileceği akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: Erken puberte, hiperparatiroidizm, Multipl Endokrin Neoplazi Tip 1 227 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-159 Septo-Optik Displazi (De Morsier Sendromu) ve Çoklu Hipofiz Hormon Eksikliği ile İzlenen Kız Olguda Puberte Prekoks Elmas Nazlı Gönç, Betül Yaman, Zeynep Alev Özön, Ayfer Alikaşifoğlu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara GİRİŞ: Septo-optik displazi (SOD) bileşenleri; optik sinir hipoplazisi, hipofiz hormon bozuklukları ve korpus kallosum yokluğu gibi orta hat defektleridir. Hipofiz hormon bozuklukları tekli hormon eksikliğinden çoklu hormon eksikliğine kadar değişen bir yelpazededir. Burada SOD, çoklu hormon eksikliği olan ve izlemde puberte prekoks gelişen bir olgu bildirilmektedir. OLGU: Üç aylıkken, doğumda fark edilen gözlerde kayma, 45 gündür devam eden ateş, huzursuzluk ile başvurdu. Fizik incelemesinde; VA:7600g (>97p), boy:62cm (75p) idi, çevreye ilgisiz ve huzursuzdu, gözlerde horizontal nistagmus vardı, obje ve ışık takibi yoktu, anneyi tanımıyordu, baş kontrolü gelişmemişti. İzlemde poliürik olan olgunun laboratuvar incelemelerinde; serum Na: 153 mEq/L, eş zamanlı idrar osmolalitesi:119 mosm/kg su, serum osmolalitesi:303 mosm/kg su idrar dansitesi 1002, plazma ADH <0.5 pmol/L saptandı, santral diyabet insipid tanısıyla desmopressin başlandı. Ön hipofiz hormonlarında; santral adrenal yetmezlik (kortizol:1.18 mcg/dl, ACTH:17.7 pg/ml, düşük doz ACTH testinde doruk kortizol:16.2 mcg/dl), santral hipotiroidi (serbest T4:12.2 pmol/L (12-22) TSH:3.56 mIU/ml (0.27-4.2)) Prolaktin:56.52 ng/ml saptandı, hidrokortizon ve Na L tiroksin başlandı. Beyin manyetik rezonans (MRG) ile korpus kallozum hipoplazisi, periventriküler heterotopi, kortikal gelişim anomalisi görüntülendi. Hipofiz (MRG)’de adenohipofiz ve sap hipoplazisi, optik sinirlerde hipoplazi saptanırken, nörohipofize ait sinyal izlenmedi. Beş yaş dört aylıkken büyüme hızı 2.6 cm/yıl olan olguya, BH uyarı testlerinde doruk BH yanıtları düşük (L dopa:0.956 ng/mL, klonidin:1.58 ng/mL) saptanarak BH tedavisi başlandı. Tedavinin ilk yılında 13 cm uzayan olgu, 1.5 yıl sonra (7 yaş) Taner E 3 meme gelişimi saptanarak incelendiğinde kemik yaşı 6.5 yaş, LH:2.93 mIU/ml, FSH:3.69 mIU/ml, E2:36.9 pg/ml idi. Pelvik ultrasonografide endometrium: 8.1 mm saptandı ve GnRH analog tedavisi başlandı. SONUÇ: Septo-optik displazi optik sinir hipoplazisi ve hipofizer hormon eksiklikleri ile tanımlanmaktadır. Puberte gelişmesine ilişkin hipogonadizm gözlenmekle birlikte daha nadir olarak puberte prekoks da bildirilmiştir. SOD’a eşlik eden puberte prekoksun mekanizması henüz tam anlamıyla çözümlenmiş değildir. BH tedavisi uygulanan olgularda BH tedavisine bağlı hızlı uzama puberte prekoksu maskeleyebilir. Anahtar Kelimeler: Septo-Optik Displazi, Puberte Prekoks, Çoklu Hipofiz Hormon Eksikliği 228 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-160 Kız Olguda İzoseksüel Puberte Prekoksa Neden Olan Feminizan Qdrenokortikal Karsinom: Olgu Raporu Gönül Çatlı1, Elif Perihan Öncel1, Özlem Nalbantoğlu2, Bumin Dündar1 İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, İzmir Dr.Behçet Uz Çocuk Hastanesi ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İzmir 1 2 GİRİŞ: Adrenokortikal karsinomlar çocuklarda çok nadirdir ve genellikle Cushing sendromuna neden olurlar. Feminizan adrenokortikal tümörler ise çok daha nadir olup tüm adrenokortikal tümörlerin %2’sini oluşturmaktadır. Normal adrenal bezde çok az aromataz aktivitesi varken, feminizan adrenokortikal karsinomlarda, onkogenez aromataz ekspresyonuna neden olarak feminizasyona neden olabilir. AMAÇ: İzoseksüel puberte prekoks ile başvuran ve virilizasyon bulgusu olmayan bir kız olguda saptanan feminizan adrenokortikal karsinom sunulmak istenmiştir. OLGU: Üç yaşında kız olgu, her iki memede 4 ay önce başlayan büyüme ve yeni başlayan genital kıllanma yakınması ile başvurdu. Öyküsünde anne ve babası arasında akrabalık dışında özellik saptanmadı. Fizik muayenesinde, vücut ağırlığı: 21 kg (2,9 SDS), boy: 104 cm (2,58 SDS), vücut kitle indeksi:19,4 kg/m2 (2,17 SDS) olarak saptandı. Meme gelişimi ve pubik kıllanma Tanner evre 2 ile uyumluydu. Dış genital yapı normal kız fenotipinde, kliteromegali yoktu. Laboratuvarında FSH: <0,1 mIU/mL, LH: <0,1 mIU/mL, östradiol: 63 pg/mL, kemik yaşı: 6 yaş (Greulich-Pyle) saptandı. Suprapubik pelvik USG’de överler ve uterus prepubertal boyutlarda olup folikül kisti saptanmadı. LH-RH testinde zirve FSH 1,3 mIU/mL, LH 0,64 mIU/mL saptandı. McCune Albright sendromu açısından çekilen kemik radyografileri ve kemik sintigrafisi normaldi. Prematür pubarş nedeniyle istenen DHEA-SO4: 77,1 mcg/dL, T.Testosteron: 109,2 ng/dL, 17-OH-Progesteron: 1,23 ng/mL saptandı. Sürrenal MRG’de solda saptanan 3,5 cm çapındaki solid kitlenin histopatolojik inceleme sonucu adrenokortikal karsinom olarak değerlendirildi. SONUÇ: Yakın zamana kadar adrenal karsinomların aromataz aktivitesinin olduğu bilinmiyor ve feminizasyon bulguları olan adrenal karsinom olgularında androjenlerin periferik dokularda östrojene dönüştüğü düşünülüyordu. Bu olguda tümör dokusunda aromataz aktivitesi histopatolojik olarak gösterilememiş olsa da hastanın meme gelişiminin pubik kıllanmadan çok önce başlamış olması ve virilizasyon bulgularının eşlik etmemesi nedeniyle feminizan adrenokortikal tümör olduğu düşünülmüştür. Anahtar Kelimeler: periferik puberte prekoks, adrenokortikal tümör, kız olgu 229 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-161 Erken Başlangıçlı ve Ağır Seyirli Polikistik Over Sendromu Olgusu Gamze Çelmeli, Mesut Parlak, Sema Akçurin, İffet Bircan Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Antalya GİRİŞ-AMAÇ: Polikistik over sendromu (PCOS) sıklıkla adolesan çağda heterojen klinik ve biyokimyasal tablo ile başlangıç göstermekte, erişkin çağdaki infertilitenin en yaygın nedenini oluşturmaktadır. Amacımız 11 yaşında PCOS tanısı alan, ağır virilizasyon ile seyreden ve hızla tip 2 diyabete ilerleyen bir olguyu sunmaktır. OLGU: 11 yaşında kız hasta son 2 yıl içinde hızlı boy uzaması, 27 kg tartı alımı, kıllanmada artış ve sesinde kalınlaşma yakınması ile başvurdu. Henüz menarş yoktu. Özgeçmişinde özellik yoktu. Soygeçmişinde annesinde de obezite, hirsutizm ve adet düzensizliği olduğu öğrenildi. Hedef boyu: 155 cm (Hedef boy sds: -1.38) idi. Hastanın başlangıç muayene, laboratuvar ve görüntüleme bulguları Tablodadır. Mevcut bulgular ile PCOS’un alt tipi olan HAİR-AN sendromu ve metabolik sendrom tanısı alan olguya diyet ve egzersiz programı önerildi. Metformin tedavisi başlandı. Dört aylık takip süresince 7 kg tartı alımı oldu ve tekrar yapılan metabolik değerlendirmede tip 2 diyabetes mellitus tanısı aldı. SONUÇ: Adolesan çağda obezite, insülin direnci, hiperandrojenizm, oligo/amenore ve US’da polikistik over yapısının görülmesi ile tanı alan PCOS olguları erişkin hayatta metabolik sendrom, kardiyovasküler hastalıklar ve tip 2 diyabet riski taşımaktadır. Olgumuzun 11 yaşında metabolik sendrom ve tip 2 diyabet geliştirmesi dikkat çekici olup, erken yaşta tanı alan hastaların yakın klinik ve metabolik takibi gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: HAİR-AN sendromu, polikistik over sendromu, tip 2 diyabetes mellitus 230 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-162 Santral ve Periferik Puberte Prekoks Ayrımı: Hangi Parametreye Göre? Ülkü Gül Şiraz, Zeynep Uzan Tatlı, Gül Direk, Nihal Hatipoğlu, Mustafa Kendirci, Selim Kurtoğlu Erciyes Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji AD, Kayseri Giriş Gonadotropin Salgılatıcı Hormon (GnRH) testi puberte prekoks (PP) tanısında altın standart yöntem olarak kabul edilmektedir. Fakat bazı durumlarda klinik bulgular ile GnRH testi arasında uyumsuzluklar ile karşılaşılabilmektedir. Özellikle obez çocuklarda kemik yaşı en az iki yıl kadar ileride seyretmekte, bu vakalarda gerçek erken puberteye sık rastlanmaktadır. Bununla birlikte bazı yayınlarda beden kitle indeksinin (BKI) artışı ile GnRH testinde pik FSH ve LH düzeyleri daha düşük saptanmaktadır. Hastaların klinik bulguları, obezite düzeyleri ve bazal gonadotropin değerleri ile GnRH test sonuçlarının ilişki belirlenmeye çalışıldı. Metod Çalışmaya Ocak 2014-Aralık 2016 tarihleri arasında pediatrik endokrinoloji polikliniğine 8 yaşından önce pubertal bulguların başlaması nedeni ile başvurmuş toplam 128 kız hasta alındı. Hastaların antropometrik ölçümleri, kemik yaşları ve pelvik ultrason bulguları kayıt edildi. 79 hastaya GnRH testi yapıldı. Sonuç Olguların tanı yaşları 7.6±1.3, BMI: 18.1±2.7, kemik yaşı: 9.3±1.9, bazal FSH: 3.13±1.9, bazal LH 0.7±0.7, bazal E2:18.4±19.3 idi. GnRH teti yapılan 79 hastada pik LH/FSH oranı: 0.62 ±0.7 idi. Bazal LH değeri 0.3 den büyük olanlar %50.4 iken bunlardan sadece %12.7’sinde pik LH/FSH oranı 1’den büyüktü. Olguların %12.8 inde obezite vardı ve %14.5 inde santral patoloji bulunmakta idi. Takiplerde %60.9’ una tedavi verildi. Obezitenin daha önceki yayınlarda iddia edildiği gibi bizim olgularda GnRH uyarı testi yanıtlarını etkilemediği bulundu. Ayrıca bazal LH veya FSH değerlerinin GnRH uyarı testinde pik değerleri yansıtmada yetersiz olduğu tespit edildi. Yine pelvik USG değerlendirmesinin olgular arasında belirgin farklılık göstermediği de bulundu. Tatışma Puberte prekoks tanısında önerilen pek çok parametreye rağmen net tanı kriterleri hala ortaya konulamamıştır. Kliniğimizde yapılan değerlendirmede de hastaların ayrıntılı yapılan laboratuar ve görüntüleme değerlendirmesine rağmen santral ve periferik puberte prekoks ayrımında başlangıç değerlendirmesinin önemli olduğu ancak asıl tanının takip paremetrelerine göre konulması gerektiği sonucuna varılmıştır. Anahtar Kelimeler: obezite,puberte, santral 231 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-163 Başkalaşmış (Metamorfik) Tiroid Otoimmunitesi: Hashimato tiroiditinden Graves hastalığına Dönüşen Bir Down Sendromu Vakası Selma Tunç, Özlem Nalbantoğlu, Özge Köprülü, Melek Yıldız, Behzat Özkan Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi GİRİŞ: Hashimato tiroiditinin Graves hastalığına ilerlediği bilinmektedir ve bu durum Down sendromlu hastalarda daha sık olabilir. AMAÇ: Down sendromu ile başkalaşmış (metamorfik) tiroid otoimmunitesi arasında ilişkiye ışık tutmak OLGU: Down sendromu tanısıyla izlenen 5 yaş erkek hasta, 37 haftalık, 2700 gr olarak doğmuş. Hastanemize 11 günlük iken dış merkezde bakılan st3: 3,74 pg/ml (2-6), st4: 1,06 (0,9-1,48) ng/dl, TSH: 53,2 uIU/mL (0,6-4,5), anti T:12,3 IU/ml (Normal: < 115), anti M: 53,2 IU/ml (Normal: < 34 IU/ml) ile başvurdu. Tiroid ultrasonografisi normal olan hastaya 13 mcg/kg/günden L-tiroxin başlandı. 1,5 yıl boyunca düzenli olarak L-tiroxin alırken ve TFT normal seyrederken, hastada doz değişikliği yapılmadığı ve aile tarafından doğru doz kullanıldığı halde bakılan st3:3,74 pg/ml, st4: 1,89 ng/dl, TSH: 0,03 uIU/mL oldu. Hastanın L-tiroxin dozu önce yarıya indirilip daha sonra kesilmesine rağmen st4:2,12 ng/dl sT3: 8,63 pg/ml, ve TSH: < 0,01 uIU/mL oldu. Anti T: 71 u/ml (<4,1), anti M: 379 IU/ml (<5,6 ) ve TRab: >100 (< 1,5) saptanması üzerine Graves hastalığı tanısı ile hastaya metimazol (0,8 mg/kg/gün) başlandı. Halen metimazol (0,5 mg/kg/gün) alan hastanın son st4:1,21 ng/dl sT3: 3,88 pg/ml TSH: 1,8 uIU/mL olarak seyrediyor. SONUÇ: Toplumdaki hashimato tiroiditinin Graves hastalığına başkalaşmasına kıyasla Down sendromu yada Turner sendromu gibi kromozomopatilerde hashimato tiroiditinin Graves hastalığına başkalaşma (metamorfoz) riski daha yüksektir. Anahtar Kelimeler: başkalaşmış otoimmünite, Down sendromu, Graves hastalığı 232 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-164 Tiroid Kanserli Yirmi Beş Çocuk Olgunun Klinik Özellikleri VeTedavi Seçeneklerinin Değerlendirilmesi Aydilek Dağdeviren Çakır1, Feride Tahmişcioğlu Bucak1, Hande Turan1, Olcay Evliyaoğlu1, Levent Kabasakal2, Oya Ercan1 1 2 İstanbul Üniversitesi,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD,Çocuk Endokrinoloji BD,İstanbul İstanbul Üniversitesi,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp AD,İstanbul GİRİŞ: Tiroid kanseri çocukluk çağının en yaygın endokrin malignitesidir; üç histolojik tipi vardır: diferansiye (papiller, foliküler ve Hurtle hücreli), medüller ve anaplastik. Diferansiye tiroid kanserleri, olguların %95’ini oluşturur. Çocukluk çağında tiroid kanserlerinin nüks oranı ve erken dönemde lokal ve uzak metastaz olasılığı erişkinlere kıyasla daha fazladır. Çalışmanın amacı tiroid kanserli çocukların klinik özelliklerini ve tedavi seçeneklerini değerlendirmektir. METHOD: Kliniğimizde 2001-2016 yılları arasında tiroid kanseri tanısıyla izlenen 25 olgu dosya kayıtları aracılığıyla geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, klinik bulguları, tümörün özellikleri, aldıkları tedaviler ve tedavi komplikasyonları kaydedildi . BULGULAR: Olguların 22’si(%88) kızdı. Ortalama başvuru yaşı 10.31± 3.9, takip süresi 7,9±5,7 yıldı. Boyunda şişlik, en sık başvuru yakınmasıydı, olguların 23’ünde(%92) mevcuttu, onu sırasıyla ses kısıklığı(%16), kilo kaybı(%4), öksürük(%4), saç dökülmesi(%4) izlemekteydi. Olguların 19’unda(%76) papiller tiroid kanseri(PTK) saptandı(9’u foliküler varyant,10’u klasik tip), 4’ünde(%16) foliküler karsinom, 1’inde(%4) hurtle hücreli neoplazi vardı. Birinde multiple endokrin neoplazi tip 2A ile ilişkili medüller tiroid kanseri vardı. Toplam 24 olguda diferansiye tiroid kanseri vardı. Olguların tamamında tümör boyutu 1cm’den büyüktü, 17’sinde(%68) lenf nodu, 3’ünde(%12) uzak metastaz(akciğer) vardı. Olguların 11’ine(%44) total tiroidektomi, 1’ine(%4) lobektomi, 13’üne(%52) total tiroidektomi ve boyun diseksiyonu yapıldı. Üç(%12) olguda geçici, 11(%44) olguda kalıcı hipoparatiroidi gelişti. Cerrahi sonrası 1(%4) olguda tek taraflı, 2(%8) olguda ise trakeostomi gerektiren çift taraflı vocal kord paralizi gelişti. Diferansiye tiroid karsinomu olan 23 olgu radyoaktif iyot(RAİ) tedavisi aldı. RAİ almayan 1 olguda tiroide sınırlı minimal invasiv foliküler karsinom, diğer olguda medüller tiroid kanseri vardı. Olguların 7’si(%28) lokal metastaz, 2’si (%8) ise lokal ve uzak (akciğer) metastaz nedeniyle tekrarlayan dozlarda RAİ aldı. Uzak metastazı olan 3 olguda PTK vardı ve tümör boyutları >4 cm idi. Tüm olgulara TSH baskılayıcı tedavi verildi. SONUÇ: Çocukluk çağında tiroid kanserinin prognozu iyi olmakla beraber olgularda lokal ve uzak metastaz olasılığı yüksektir. Olgular pediatrik endokrinolog, cerrah ve nükleer tıp uzmanından oluşan multidisipliner bir ekiple izlenmelidir. Anahtar Kelimeler: pediatrik,kanser,tiroid,hipoparatiroidi 233 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-165 Edinsel Aplastik Anemili Bir Olguda Allojeneik Kök Hücre Nakli Sonrası Gelişen Graves Hastalığı Ahu Paketçi1, Korcan Demir1, Özlem Tüfekçi2, Sezer Acar1, Ayhan Abacı1, Şebnem Yılmaz Bengoa2, Ece Böber1 Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Endokrinolojisi AD, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Çocuk Hematoloji AD, İzmir 1 2 GİRİŞ: Aplastik anemi ve Graves hastalığının temelinde bozulmuş T hücre fonksiyonu suçlanmaktadır. Ek olarak, hem aplastik anemi tedavisi bileşenleri Graves hastalığına, hem de Graves hastalığı tedavisi için kullanılan antitiroid ilaçlar aplastik anemiye yol açabilir. OLGU: On bir yaş altı aylık kız olgu ekzoftalmus ve tiroid fonksiyon testlerinde anormallik saptanması üzerine kliniğimize başvurdu. Özgeçmişinde, sağlıklı annenin ikinci gebeliğinden, zamanında, 3000 g olarak doğduğu, sekiz yaşında iken non-A, non-B hepatit sonrası aplastik anemi tanısı aldığı, antitimosit globülin ve siklofosfamidden oluşan hazırlık rejimi sonrası HLA doku grubu tam uyumlu kız kardeşten kök hücre nakli yapıldığı, naklin başarılı olduğu ve halen remisyonda izlendiği öğrenildi. Fizik muayenesinde, vücut ağırlığı 32,6 kg (-0,88 SDS), boyu 145,7 cm (-0,14 SDS), vücut kitle indeksi 15,5 kg/m2 (-1,01 SDS), nabız 110/dk, kan basıncı 120/70 mmHg olarak saptandı. Sistem muayenesinde, tiroid diffüz palpabl idi ve solda daha belirgin olmak üzere bilateral ekzoftalmus mevcuttu. Laboratuvar değerlendirmesinde, hemoglobin 11,1 g/dL, beyaz küre sayısı 7,500/ml, trombositler 172.000/ml, serbest T4 4,80 ng/dL (N, 0,5-1,51), serbest T3 17,7 pg/mL (N, 2,5-3,9), TSH 0,015 mIU/ml (N, 0,38-5,3), anti TPO 61,7 IU/ml (N, 0-9), anti TG <0,9 IU/ml (0-4), TRAB 14 U/L (N, 0-1) saptandı. Tiroid ultrasonografisi tiroidit ile uyumluydu. Doppler ultrasonografisi bez vaskülaritesi artmış olarak raporlandı. Hastaya otoimmün hipertiroidi tanısıyla 20 mg/gün (0,6 mg/kg/gün) metimazol tedavisi başlandı. Tedavinin 4. ayında hasta hipotiroidi hale geldiğinde tedavisine 50 µg/gün Ltiroksin eklendi. Hasta da tedavi süresince komplikasyon gelişmedi. Tedavinin 9. ayında metimazol kullanımının hastayı aplastik aneminin nüksü açısından risk altında bıraktığı göz önünde bulundurularak medikal tedavinin devam edilmemesine, düşük remisyon olasılığı nedeniyle total tiroidektomi uygulanmasına karar verildi. SONUÇ: Çocukluk yaş grubunda aplastik anemi ve Graves hastalığı birlikteliği çok nadir görülmektedir. Aplastik anemi tanısı sonrası Graves hastalığı gelişen olgularda olası hematolojik yan etkileri nedeni medikal tedavi olabildiğince kısa süre kullanılmalıdır. Anahtar Kelimeler: aplastik anemi, Graves hastalığı, antitiroid ilaç 234 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-166 Dikkat! Lingual Tiroid Tek Fonksiyonel Tiroid Dokusu Olabilir Jamala Jamala Mammadova1, Cengiz Kara1, Sinan Atmaca2, Gülay Can Yılmaz1, Eda Çelebi Bitkin1, Ayşe Çeçen2, Murat Aydın1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Çocuk Endokrin AD, Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Kulak Burun Boğaz AD, Samsun 1 2 GİRİŞ: Tiroid dokusunun tamamı ya da bir kısmının dil kökündeki embriyolojik defekte bağlı olarak hatalı bir inişe maruz kalması ile lingual tiroid dokusu meydana gelmektedir. Genelde asemptomatik olmakla birlikte disfoni, disfaji ve boğazda cisim hissi gibi semptomlara neden olabilir ya da lingual bir tümörü taklit edebilir. Burada, tesadüfen saptanan lingual tiroidli bir adölesan kız olgusu sunulmaktadır. OLGU: On beş yaşındaki kız dil arkasında şişlik yakınması ile getirildi. Dış merkezde boğaz enfeksiyonu nedeniyle KBB uzmanı tarafından muayene edilirken dil kökündeki şişliğin fark edildiği öğrenildi. Hastaya kitlenin tiroid dokusuna ait olabileceği ifade edilmiş ve operasyon ile kitlenin çıkarılması önerilmişti. Tiroid ultrasonografisinde her iki tiroid lobu ve isthimus izlenmedi. Tc99m ile yapılan tiroid sintigrafisinde alt çene düzeyinde orta hatta sintigrafik olarak yaklaşık 3x2cm boyutlarında belirgin radiotracer tutulumu gösteren odak izlendi. Görünüm ektopik tiroid dokusu (lingual tiroid) ile uyumlu bulundu. Tiroid fonksiyon testleri (ST4: 1,1 ng/dl, TSH: 3,37 mU/L) ve tiroglobulin düzeyi normaldi. Tiroid antikorları negatifti. Endoskopik incelemede dil kökünde tiroid dokusu ile uyumlu kitle gözlendi. Hastanın bası belirtisi olmaması ve ötiroid olması nedeniyle tedavisiz izlemi uygun görüldü. TARTIŞMA: Ektopik tiroid dokusu dil kökünün orta hattında meydana gelen nadir bir anomalidir. Bütün ektopik tiroid dokularının % 90’ı dilde olmakla birlikte, sublingual, submandibuler, prelaringeal, trakeal, mediasten, kalp, özefagus, diafram ve perifaringeal bölgede bildirilmiştir. Kadınlarda semptomalar puberte, gebelik veya menapoz dönemlerinde başlayabilir. Bu dönemlerde rölatif hormon yetersizliği plazma TSH seviyesinin yükselmesine neden olmakta ve ektopik tiroid dokusu büyüyerek semptomlara yol açabilmektedir. Ancak klinik olarak semptomatik hale gelmek için nadiren büyük boyutlara ulaşabilmektedir. Lingual tiroidli bütün olguların %14,5 ile %33’ünde hipotiroidizm olduğu bildirilmiştir. Olgumuzun tiroid hormon düzeyleri normal olduğu için takibi uygun görüldü. SONUÇ: Lingual tiroid sık rastlanılan bir lezyon olmamakla birlikte dil kökünde özellikle orta hatta bir kitle ile karşılaşıldığında akla gelmeli, bunun hastanın tek fonksiyonel tiroid dokusu olabileceği unutulmamalıdır. Anahtar Kelimeler: Ektopik Tiroidit,Lingual Tiroid, Ötiroid Hasta 235 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-167 Tiroid Nodülü Olgularında Na L-Tiroksin Tedavisi ile Nodül Durumlarının Değerlendirilmesi Ebru Özüdoğru, Elvan Bayramoğlu, Zehra Aycan, Semra Çetinkaya Dr. Sami Ulus Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Ankara GİRİŞ: Çocukluk çağı tiroid nodülleri; erişkinlere göre dört kat fazla malignite riski taşıdıklarından ayrı bir önem taşımaktadırlar. Soliter tiroid nodüllerinin tedavisinde sodyum l-tiroksin(Na L-T4) ile tiroid bez supresyon tedavisinin klinik etkinliği tartışmalı olsa da; uygulamaları yaygındır. Çalışmamızda, LT4 ile supresyon tedavisi verilmiş, tiroid nodullü olgularımızın, LT4 tedavisi ile nodül durumlarını retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık. MATERYAL-METOD: 2010-2015 yılları arasında, hastanemizde tiroid nodülü nedeni ile takip edilen, LT4 tedavisi başlanan, tedavi altında en az bir yıllık izlemi olan olgular geriye dönük olarak; yaş, cinsiyet, başvuru yakınmaları, antropometrik özellikleri, aile tiroid hastalığı öyküleri, tiroid fonksiyon testleri, tiroid otoantikorları, tiroid USG ve İİAB verileri açısından tarandı. BULGULAR: 26’sı kız, yaşları 12,3±3,7yıl olan 30 olgu çalışmaya dahil oldu. Olguların beşte biri(n: 6) boyunda şişlik yakınması ile değerlendirildiğinde, üçte biri(n: 11) rutin kontrollerde tiroid fonksiyon testlerinde bozukluk saptanması, yaklaşık yarısı(n: 13) diğer nedenlerle yapılan incelemelerde tiroid nodülü tanısı almışlardı. Başvuru TSH değerleri; %83 normal aralıkta iken; %10 subklinik hipotroidi, %6 aşikar hipotiroidi ile uyumlu bulundu. olguların, 12’sinde(%40) tek nodül, 9’unda(%30) iki nodül, 9’unda(%30) üç nodül mevcuttu.%56,7 olguda Hashimoto tiroiditi mevcuttu. LT4 tedavisi altında tiroid bez volümlerinin giderek küçüldüğü, başvuruda mevcut olan 57 nodülün beş yıl sonunda %88’inin kaybolduğu saptandı. En fazla küçülmenin nodülün derinlik boyutundan olduğu belirlendi. Üç olguda nodül boyutlarında LT4 tedavisi altında büyüme olduğu ve tiroid malignitesi (papillerca) saptandığı görüldü. Tartışma ve SONUÇ: LT4 tedavisi altında tiroid bezi volümlerinin küçüldüğü, nodül sayısının yıllar içinde belirgin azalma gösterdiği, nodül küçülmesinin en belirgin derinlik boyutundan olduğu, istmus yerleşimli nodullerin küçük olsa dahi malignite açısından riskli olduğu ve LT4 tedavisine yanıt vermediği sonucuna ulaşıldı. Ancak çalışmanın retrospektif olması, etyolojik verilerin tam ve tedavi uyumunun net bilinememesi nedeniyle, çalışmamızın bir pilot çalışma olarak değerlendirilmesinin uygun olacağı; prospektif, kontrollü ileri çalışmalara ihtiyaç olduğu kanaatine varıldı. Anahtar Kelimeler: tiroid nodül, na-LT4 tedavisi, tiroid US, tiroid malignitesi 236 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-168 Tiroid Hormon Direnci Olan İki Olgu Yaşar Cesur1, Esra Kutlu1, İlker Tolga Özgen1, Gözde Yeşı̇ l2 Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakultesi, Çocuk Endokrinoloji BD Bezm-i Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakultesi, Tıbbi Genetik BD 1 2 GİRİŞ: Tiroid hormon direnci (THR) sendromu hedef dokularda tiroid hormonuna duyarlılığın azaldığı otozomal dominant kalıtılan nadir bir sendromdur. Genellikle tiroid hormon reseptör beta genindeki (THR-β) mutasyon nedeniyle oluşmaktadır. Klinik olarak değişkenlik gösteren bu olgularda hipotiroidizm veya hipertiroidizm bulguları görülebilir. Tedavi yaklaşımı hastanın kliniğine göre değişkenlik göstermektedir. Burada THR sendromu tanısı alan iki olgu sunulmuştur. Olgu 1: Ön fontanel kapanması nedeni 3,5 aylık iken başvurdukları merkezde bakılan tiroid fonksiyon testi bozukluğu saptanması üzerine tarafımıza gönderilmiş. Sezeryan ile 36 gestasyon haftasında 2800 gr olarak doğmuş. Aralarında akraba evliliği olmayan sağlıklı anne ve babanın 3. çocuğudur. Hasta 3 yıldır takip edilmekte olup en son fizik muayenesinde takvim yaşı: 3 yıl 5 ay, baş çevresi 48 cm(-0,6 SDS), boy: 106 cm(2,1 SDS), ağırlık: 17,6 kg(1,3 SDS), sistemik muayeneleri normal bulundu. Kalp tepe atımı 98/dk sistolik/diyastolik kan basıncı 105/80 mmHg olan hastanın kardiyak incelemesi normal bulundu. Hastanın laboratuvar test sonuçları tablo 1’de verilmiştir. Hipofiz MR’ da patoloji saptanmadı. Laboratuvar ve klinik olarak kemik yaşı ileriliği dışında ötiroid olan hasta tedavisiz takip edilmektedir. Olgu 2: İki yıldır sinirlilik, ellerde titreme, terleme ve çarpıntı şikayeti olan erkek hasta 15 yaşında iken başvurdu. Aralarında 3. derece akraba evliliği olan sağlıklı anne ve babanın ikinci çocuğudur. Fizik muayenesinde boy: 173,4 cm (0,05 SDS), ağırlık: 74,5kg (1 SDS). Diğer sistemik muayeneleri normal bulundu. Kalp tepe atımı 104/dk, kan basıncı 110/70 mmHg olmakla birlikte kardiyak incelemesi normal bulundu. Laboratuvar test sonuçları tablo 1’de verilmiştir. Tiroid ultrasonografisi ve sintigrafisinde her iki lob boyutlarında hafif derecede artış saptandı. Kranial MR’da patolojik bulgu saptanmadı. Hipertiroidizm semptomları olan hasta propranolol tedavisi ile takibe alındı. SONUÇ: THR altta yatan mutasyon tipine göre THR-β, THR-alfa(THR-α), non-tiroid hormon reseptörü RTH(non-TRRTH) şeklinde sınıflandırılmaktadır. En sık görülen THR-β mutasyonudur. Klinik bulgular son derece değişken olan bu olgularda geçmişte kullanılan izole hipofizer, generalize, izole periferik doku direnci şeklinde sınıflandırma yeterli olmamaktadır. Anahtar Kelimeler: Tiroid hormon direnci, tiroid hormon reseptör beta gen (THR-β) mutasyonu, hipotiroidizm, hipertiroidizm 237 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-169 Tiroid Hormon Direnci: Triac (3,5,3'-Triiodotiroasetik Asit) Deneyimi Aylin Kılınç Uğurlu, Esra Döğer, Emine Demet Akbaş, Aysun Bideci, Mahmut Orhun Çamurdan, Peyami Cinaz Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Ankara GİRİŞ: Tiroid hormon direnci (THD), periferik dokularda tiroid hormonuna hücre membranı, metabolizması ya da nükleer reseptör düzeyinde duyarlılığın azalması ile karakterize bir hastalıktır. THRB gen mutasyonuna bağlı THD, guatr, sinüs taşikardisi, dikkat eksikliği-hiperaktivite bozukluğu ve yüksek serbest T4 ve normal sınırlarda TSH düzeyleri ile klinik ve laboratuvara yansımaktadır. BULGU: 10 yaşında kız hasta çarpıntı, sinirlilik şikayeti ile polikliniğimize başvurdu. Evlatlık olması nedeniyle öz ve soygeçmişi öğrenilemeyen hastanın fizik muayenesinde vücut ağırlığı 27 kg (3-10 p), boyu 132,8 cm (3-10 p), nabız: 150/dk, kan basıncı: 90/60 mmHg, Tiroid evre 1, pubertesi Tanner evre 2, aksilla negatifti. Yapılan tetkiklerinde TT3:2,4 ng/ml (0,92,3), sT3: 6,17 pg/ml (1,7-3,7),TT4:12,9 µg/dl (5,9-12,9), sT4:2,33 ng/dl (0,7-1,48), TSH: 3,29 µIU/ml, tiroglobulin:15,2 ng/ml (0,2-70), tiroid oto antikorları negatif saptandı. Tiroid ultrasonografide, tiroid bezi sağ lob 12x18x38 mm, sol lob 13x16x38 mm, parankim homojen görünümde, nodül yoktu. Tiroid hormon direnci düşünülen hastanın genetik analizinde THRB geninde 10. ekzonda P453A c.1357C>G mutasyonu heterozigot olarak tespit edildi. Takipte çarpıntı şikayeti devam eden ve taşikardisi saptanan hastaya β-bloker tedavisi başlandı. Β Blokör tedavisinden fayda görmeyen hastaya Triac tedavisi sonrası klinik şikayetlerinde gerileme oldu, tiroid fonksiyon testlerinde ötiroidizm sağlandı. SONUÇ: THRB gen mutasyonları arasında 453 en sık görülen mutasyondur. Bizim vakamızda 10. ekzonda yer alan 453 kodonunda sitozin yerine guanin transversiyonuna bağlı prolin aminoasiti yerine alanin geçmesi sonucunda T3’ ün reseptör afinitesi %17’ ye düşmektedir. THD de Triac tedavisi deneyimini aktarmak için paylaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: tiroid hormon direnci, triac, beta blokör 238 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-170 Bir Olgu Nedeniyle Konjenital Hipotiroidi Taramalarının Değerlendirilmesi Engin Aydın1, Dilek Bingöl Aydın1, Şükriye Pınar İşgüven2 Sakarya Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Sakarya Sakarya Üniversitesi, Çocuk Endokrinoloji BD, Sakarya 1 2 Ülkemizde 2006’dan beri yapılan yenidoğan hipotiroidi taramaları konjenital hipotiroidi vakalarının erken teşhis ve tedavisinde önemli bir artışa yol açmıştır. Burada yenidoğan taramasına rağmen gözden kaçan 4 ay 16 günlük konjenital hipotiroidili olgu paylaşılmaktadır. 4 ay 16 günlük kız hasta gelişim geriliği, hareketlerde yavaşlama ve kabızlık şikayetleri ile sağlam çocuk polikliniğine başvurdu. Hastanın genel görünümde dış uyaranlara tepkisinde azalma ve hafif hipotonisitesi mevcuttu. Kaba yüz görünümü, ciltte kuruluk, saçlarda kuruluk, batın distansiyonu ve makroglosisi mevcuttu (Resim 1). Ağırlığı 5400gr (3p), boyu 61cm (10-25p) ve baş çevresi 38cm (3p) idi. Özgeçmişinde 25 yaşında annenin ilk gebeliğinden 40. haftada 3410 gr normal spontan vajinal yolla doğmuştu. 1aylıkken uzamış sarılık nedeniyle polkliniğe başvurduğu tespit edildi. Yapılan tetkiklerinde TSH˃100µIU/L ve serbest T4˂0,4pmol/L gelen hastanın tiroid ultrasonografisi agenezi olarak raporlandı. Poliserozite açısından yapılan ekokardiyografisinde perikartta sıvı saptanmadı, batın ultrasonografisi normal saptandı. Hastaya konjenital hipotirodi tanısı ile 10mcg/kg’dan L-tiroksin tedavisi başlandı. Halk Sağlığı Müdürlüğü ile irtibata geçilerek hastanın topuk kanı tarama sonuçları sorgulandı. 10 günlükken alınan topuk kanında hastanın TSH’sının 84 µIU/L olarak sonuçlandığı ve venöz TSH istendiği fakat hastaya ulaşılamadığı tespit edildi. 1 hafta sonraki kontrolde hastanın apatik görünümünde (Resim 2) ve kabızlık şikayetlerinde gerileme mevcuttu. Hastanın mevcut tiroid fonksiyon testlerine göre ilaç dozu düzenlenerek kontrole çağırıldı. Sonuç olarak optimal tedavi yararı için yedidoğanda ilk 15-20 gün içerisinde Na L-Tiroksin tedavisine başlanması gerekmektedir. Tarama testlerindeki iletişim sorunlarının giderilmesi klinisyenlerin erken hipotiroidi bulguları konusunda dikkati, hastaların IQ değerlerinin korumasını ve sekelsiz tedavisini sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: konjenital hipotiroidi, L-tiroksin, yenidoğan tarama testleri 239 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-171 Konjenital Hipotiroidili Yenidoğanlarda Kardiyak Fonksiyonların Değerlendirilmesi Ayşe Ercan1, Ayşe Derya Buluş2, Şeyma Kayalı4, Elif Yağlı2, Dilek Sarıca3 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi Kliniği; Ankara 3 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Yenidoğan Bölümü, Ankara 4 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Kardiolojisi, Ankara 1 2 AMAÇ: Konjenital hipotiroidi (KH) tanısı alan yenidoğanlarda LT4 tedavisi öncesinde M-mod, rutin Doppler ve doku Doppler ekokardiyografi ile ölçülen kardiyak fonksiyonlarının sağlıklı yenidoğanlarla karşılaştırılması amaçlandı. MATERYAL-METOD: Çocuk Endokrinolojisi bölümündeKH tanısı almış3-30 gün arasındaki hastalar ile yaş ve cinsiyet açısından benzer olan sağlıklı yenidoğanlar çalışmaya alındı. Cinsiyeti, yaşı, gestasyon haftası, doğum ağırlığı,fizik muayene bulguları ve kalp tepe atımları kaydedildi.Tüm olguların tedavi öncesinde M-mod, rutin Doppler ve doku Doppler ekokardiyografi ile değerlendirilen verileri kontrol grubunun verileri ile karşılaştırıldı. BULGULAR: Çalışmaya KH tanısı almış 22 bebek ile 17 sağlıklı bebek alındı. M-mod ekokardiyografi sonuçlarında ejeksiyon fraksiyonu ve kısalma fraksiyonu değerleri dışında anlamlı fark saptanmadı(p>0,05). KH grubunun ejeksiyon fraksiyonu yüzdesi (64,38±7,75)kontrol grubuna (69,44±6,04) göre düşüktü(p=0,02).KH grubu kısalma fraksiyonu yüzdesi(32,88±5,29), kontrol grubuna(36,8±4,64) göre düşük olup istatiksel olarak anlamlıydı(p=0,01). Rutin pulse dalga Doppler ekokardiyografi sonuçları karşılaştırıldığında, KH grubunda mitral A hızı(0,70±0,16), kontrol grubuna(0,59±0,14) göre istatiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p=0,03). KH grubu triküspit deselerasyon zamanı (51,7±13,5), kontrol grubuna (77,88±28,45) göre kısaydı ve istatiksel olarak anlamlıydı (p=0,001). Sol ventrikül doku doppler ekokardiyografi sonuçları karşılaştırıldığında, KH grubunda miyokard performans indeksi değeri (0,55±0,12), kontrol grubuna (0,48±0,03) göre anlamlı yüksek saptandı (p=0,02)İzovolemik relaksasyon zamanı süresi konjenital hipotiroidi olgularında49,2±8,61, kontrol grubunda43,1±5,01 olarak hesaplandı ve konjenital grubunda kontrol grubuna göre anlamlı uzun saptandı (p=0,008). Sağ ventrikül doku doppler ekokardiyografi sonuçları triküspit deselerasyon zamanı KH grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı düşük saptandı (58,6±9,95 & 67,3±12,8, p=0,02). İki grup arasında S, E‘, A‘, izovolemik relaksasyon zamanı ve izovolemik kontraksiyon zamanı süreleri, E‘/A‘ ve E/E‘ oranları, miyokard performans indeksi değerleri açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). SONUÇ: çalışmada KH‘nin yenidoğan döneminde de kardiyak sistolik ve diyastolik fonksiyonlarında gizli bir bozukluğa yol açtığını, KHli hastalarda özellikle DDE‘nin erken miyokardiyal fonksiyon bozukluğunu göstermede yararlı bir yöntem olduğunu, bu yöntemlerle yenidoğan dönemi gibi hayatın ilk evrelerinde kardiyovasküler tutulumun gösterilmesinin KH‘li hastaların erken teşhis ve tedavisi açısından önemini göstermiştir. Anahtar Kelimeler: hipotiroidi, kardiak, konjenital 240 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-172 Nadir Bir Tiroid Hormon Metabolizması Bozukluğu Nedeni Olan Selenosistein İnsersiyon Sekans-Bağlayıcı Protein 2 (SECISBP2) Mutasyonunda Klinik, Laboratuvar ve Genetik Özellikler ile Tedavi Sonuçları Gönül Çatlı1, Özgür Kırbıyık2, Pınar Gençpınar3, Taha Reşid Özdemir2, Merve Onat4, Bumin Nuri Dündar1 İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, İzmir SBÜ İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genetik Hastalıklar Tanı Merkezi, İzmir İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Nörolojisi BD, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatrisi ABD, İzmir 1 2 3 GİRİŞ: Tiroid hormonunun metabolizması selenoprotein yapısındaki iyodotironin deiyodinazlar tarafından düzenlenir. SECISBP2 eksikliği deiyoidinaz 1 ve 2 aktivitelerinde azalma sonucu yüksek T4, düşük T3, yüksek rT3 ve hafif yüksek TSH düzeyleri ile karakterizedir. SECISBP2 gen defekti günümüze kadar sadece yedi hastada tanımlanmıştır. Hastalığın klinik spektrumu ve tedavisi ile ilgili yeterli bilgi yoktur. AMAÇ: SECISBP2 eksikliği bulguları olan bir indeks olgu ve aile bireylerinde fenotipik ve genetik özellikleri tanımlamak ve selenyum tedavisine yanıtı değerlendirmek amaçlanmıştır. Materyal – METOD: İndeks olgu ve aile bireylerinde hipotiroidi ile ilişkili klinik ve biyokimyasal incelemeler, elektromyografi (EMG), nöropsikiyatrik testler ve SECISBP2 gen analizi gerçekleştirildi. İndeks olgunun selenyum tedavisine yanıtı değerlendirildi. BULGULAR: On yaşındaki erkek olgu obezite nedeniyle araştırılırken yüksek sT4, düşük T3, yüksek TSH ve yüksek rT3 saptandı. Okul başarısında düşüklük, bacaklarında güçsüzlük ve çabuk yorulma şikayetleri vardı. Ağırlığı 2,02 SDS, boyu 0,06 SDS, vücut kitle indeksi 2,19 SDS’de idi. Guatr yoktu. Puberte Tanner Evre I ile uyumluydu. Nörolojik muayenede govers bulgusu saptandı. WISC-R testinde normal zeka puanı elde edildi. Stroop testinde görsel dikkat ve dikkati yönlendirme alanlarında patoloji saptanmadı. SECISBP2 geni sekans analizinde ekzon 5’de c.800_801insA (p.E269X) novel homozigot mutasyon tespit edildi. Anne ve baba aynı mutasyon için heterozigot olup, ötiroiddi. Erken stop kodon oluşturması, aile çalışması ve in silico analizler sonucunda mutasyonun hastalık sebebi olduğu tahmin edildi. EMG’de miyojenik tutulum ve MRG’de kaslarda yağlı dejenerasyon saptandı. Altı aylık sodyum selenit tedavisi sonrası serum selenyum, TSH ve sT3 düzeyleri normale gelmesine rağmen klinik veya elektromyografik iyileşme gözlenmedi. İki yıllık izlemde normal pubertal gelişime rağmen büyüme geriliği saptandı. Büyüme hormonu uyarı testlerinde yetersiz yanıt alınarak büyüme hormonu tedavisi başlandı. SONUÇ: SECISBP2 eksikliği deiyodinazlar dışındaki diğer selenoproteinlerin sentezini de etkilediği için multisistemik klinik bulgulara yol açmaktadır. Yeni olguların bildirilmesi hastalığın özelliklerinin daha iyi anlaşılmasında büyük öneme sahiptir. Selenyum tedavisinin uzun dönem etkilerini tahmin etmek için elimizdeki veriler yetersizdir. Anahtar Kelimeler: Selenosistein İnsersiyon Sekans-Bağlayıcı Protein 2, selenyum, nörolojik bulgu 241 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-173 Otoimmün Olmayan Subklinik Hipotiroidizmli Çocuklarda Dinamik ThiolDisulfid Homestazının Değerlendirilmesi S.ahmet Uçaktürk1, Murat Alışık2, Çağatay Uğur1, Selin Elmaoğulları1, Eda Mengen2, Figen Gunindi3, Özcan Erel4 Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi,Biyokimya BD 3 Medikal Park Hastanesi,Çocuk Endokrinolojisi BD 4 Yıldırım Beyazıt Üniversitesi,Biyokimya BD 1 2 Homestazının Değerlendirilmesi AMAÇ: Tiroid hormonları antioksidan proteinlerin, enzimlerin ve vitaminlerin sentez ve degradasyonunda önemli role sahiptir. Hipotiroidizm hem serbest radikal üretiminin artması hem de antioksidan defans kapasitesinin azalması sonucu oksidatif strese neden olur. Thioller önemli antioksidan tamponlar olup oksidan moleküllerle reaksiyona girerler ve onları indirgeyerek organizmayı oksidatif hasardan korurlar. Thioller bu reaksiyon sırasında disülfidlere dönüşür. Disülfidler tekrar thiol gruplarına indirgenebilir. Böylece dinamik thiol dengesi devam eder. Bu disulfidler reversible olup protein oksidasyonunun en erken bulgusudur. Çalışmanın amacı otoimmun olmayan subklinik hipotioidizmli çocuklarda dinamik Thiol-disulfid dengesinin değerlendirilmesidir. METHOD: Tsh değeri 5-10 mıu/l arasında, Tiroid oto antikorları( antiTPO ve Anti TG) negatif 60 hastada (K/E:27/33) ve TSH düzeyi normal (<5mıu/l), Tiroid oto anikorları negatif, 40 sağlıklı olguda (K/E:22/18) Thiol-disulfid hemostazı değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubunundaki olguların yaş (p=0,09), cinsiyet (p=0,21) ve vücut kitle indeksleri (p=0,89) benzerdi. SONUÇ: Subklinik hipotiroidizmli çocukların ve kontrol grubundaki olguların Native Thiol (466±32.8 μmol/L vs, 462±32.1 μmol/L p=0.59), Total Thiol (508±34.0 μmol/L vs 506±32.7 μmol/L, p=0.81), Disulfid (21±5.5 μmol/L,vs 22±5.8 μmol/L, p=0.41), Disulfid/Native Thiol (4.5±1.2%, vs 4.8±1.3%, p=0.36), Disulfid/Total Thiol(4.1±1.0%,vs 4.3±1.1%,p=0.36), Native Thiol/ Total thiol (91±2.1% vs 91±2.1% p=0.31) düzeyleri benzerdi (p>0.05). Hasta ve kontrol grubunun laboratuvar sonuçları Tablo1. de verilmiştir. Grupların Total kolesterol, Trigliserid, LDL düzeyleri arasında farklılık yoktu (p>0.05). Subklinik hipotiroidizm grubunda İyot eksikliği olan ve olmayan olguların thiol disülfid ve lipid düzeyleri arasında farklılık saptanmadı (p>0.05). TARTIŞMA: Otoimmun olmayan subklinik hipotiroidizmli çocuk ve adolesanlarda dinamik Thiol –disülfid dengesi bozulmamıştır. Ayrıca ağır olmayan iyot eksikliğinin oksidatif stres üzerine etki etmediği görülmüştür. Anahtar Kelimeler: subklinik hipotiroidizm,Thiol-disulfid hemostazı, Oksidatif stres 242 KONGRE POSTER BİLDİRİLERİ P-174 Metimazol Tedavisine Bağlı Vaskülit Ayşe Derya Buluş1, Elif Yağlı1, Bahar Karaman2 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara Keçiören Eğitim ve araştırma Hastanesi Çocuk sağlığı ve Hastalıkları, Ankara 1 2 Giriş Hipertiroidi, tiroid bezinden tiroid hormon sentez ve sekresyonunun artmasıdır Hipetiroidinin tedavi seçenekleri arasında antitiroid ilaçlar, radyoaktif iyot tedavisi ve cerrahi bulunmaktadır. Antitiroid ilaç kullanan hastaların %6’sında kaşıntı, deri döküntüsü, ürtiker, artralji gibi minör yan etkiler görülmektedir. Bu yan etkiler sıklıkla kendiliğinden düzelmekte, gerektiğinde antihistaminik ilaçlar tedaviye eklenmektedir. Hastaların %0,3’de ise metimazole bağlı agranülositoz, vaskülit, kolestatik hepatit ve propiltiourasile bağlı nekrotik hepatit gibi ciddi yan etkiler görülmektedir. Bu durumda antitiroid ilaç kullanımı kesilerek diğer tedavi seçenekleri önerilir. Burada hipertiroidi nedeniyle metimazol tedavisi başlanan ve ardından şiddetli döküntü ve eklem ağrısı şikâyeti ile başvuran 16 yaşındaki kız hastayı sunacağız. Olgu Sunumu On altı yaşında kız hasta, son bir aydır belirginleşen kilo kaybı, çarpıntı ve halsizlik şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Bilinen hastalığı olmayan ve ilaç kullanım öyküsü bulunmayan hastanın yapılan fizik muayenesinde; kan basıncı: 110/80 mmHg, nabız: ritmik, 120/dk idi. İnce tremoru mevcuttu. Boyun muayenesinde tiroid bezinin grade 1b olduğu tespit edildi. Diğer sistem muayeneleri normaldi. Laboratuvar tetkiklerinde, serum sT3 (13,4 ng/ml)ve sT4 (7,61 ng/ml) düzeyi yüksek, Tiroid stimulan hormon (TSH) (0,02 mIu/L) düzeyi baskılı olarak tespit edildi. Tiroid ultrasonografisinde, her iki lobun heterojen, psödonodüler görünümde olduğu, vaskülaritenin belirgin olarak arttığı saptandı. Hastaya hipertiroidi nedeni ile metimazol tb 2x10 mg ve propranolol tb 1x40 mg tedavisi başlandı. Tedavinin ikinci ayında el parmak eklerimde şişlik, döküntü ve ağrı şikayeti ile polikliniğe başvuran çocuk nefrolojiye konsülte edildi. Hastanın tetkiklerinde tiroid fonksiyon testleri kontrol altına alınan hastanın metimazole sekonder vaskülit tanısı tedavisi kesildi, hastaya antiinflamatuar tedavi başlandı, 1 hafta sonraki kontrolünde şiklayetlerinin gerilediği tespit edildi. Tartışma Vaskülit antitiroid ilçalarla görülebilen tan etkilerden biridir. Propiltiyourasil tedavisi ile metimazolden daha yüksek oranda görülür. Vaskülit ilacın kesilmesi ile genellikle düzelir. Ağır vakalarda, yüksek doz glukokortikoid veya siklofosfamid tedavisi gerekebilir. Anahtar Kelimeler: hipertiroidi, metimazol, vaskülit 243 DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLERİ DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLER 244 DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLERİ DS-01 Okulda Diyabet: Gaziantep Okullarında Diyabet Eğitim ve Farkındalık Faaliyetleri Nimet Barna1, Hakan Avan2 1 2 Cengiz Gökçek Kadın doğum ve Çocuk hastalıkları hastanesi / Gaziantep Hasan Kalyoncu Üniversitesi Meslek yüksekokulu / Gaziantep GİRİŞ-AMAÇ: Tip 1 diyabet çocukluk çağı kronik hastalıklarının başında gelmekte olup düzenli metabolik kontrol ve takip gerektiren aynı zamanda çocuk, aile ve diyabet ekibi için kontrolü son derece güç olan bir durumdur. Diyabet takibi ve kontrolünü zorlaştıran en önemli neden ise her yaş döneminde ayrı, farklı bakım ve eğitim stratejilerine gereksinim duyulmasıdır. Hastalığın başlaması genellikle çocukluk çağında (ortalama 7-15) olmaktadır. Okul dönemini kapsayan bu süreç zorlu ve kompleks sorunları barındırmaktadır. Tip 1 DM’li çocuk ve adölesanların okulda insülin enjeksiyonu, kan şekeri takibi, diyet, egzersiz yapma zorunlulukları yaşam kalitesini etkilemektedir. Bu kapsamda çalışmanın amacı, öğretmen ve öğrencilerin diyabet konusunda bilinçlenmeleri, diyabetli çocuğun bakımına destek olmak, sağlıklı beslenme, egzersiz konusunda doğru tutum ve davranış kazandırmak amacıyla yapılmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Gaziantep ilinde Aralık 2015 ve Şubat 2017 tarihleri arasında okul çağındaki tip 1 diyabetli çocuklar, öğretmenleri ve okuldaki diğer öğrenciler çalışma kapsamına dahil edilmiştir. Veriler Microsoft Exel ve Access 2010 yazılımları kullanılarak, karşılaştırmalı tablo ve grafiklerle hazırlanmıştır. BULGULAR: Elde edilen bulgular ışığında, Tip 1 diyabetli öğrencilerin çoğunluğu ilköğretimde olduğu % 34,5 daha azının %4 anaokulunda bulunduğu gözlenmiştir. Gaziantep çerçevesinde öğretmenlerin %2’ sine, öğrencilerin ise %1,2’ sine diyabet eğitimi verildiği gözlenmektedir. Eğitime katılan öğretmenlerin 267’ sinin kadın, 221’ inin erkek olduğu saptanmıştır. Diyabet eğitimine katılan öğrencilerin en fazla ortaokul (n:212), en az anaokulu (n:25) olduğu görülmüştür. Diyabet eğitimine katılan tip 1 diyabetli öğrencilerin sayısı 80 (n: 80), tip 1 diyabetli öğrenci ebeveynlerin 75 (n: 75) kişi olduğu gözlemlenmiştir. SONUÇ: Gaziantep’te bulunan 1121 okuldan 8 okula eğitim verildiği saptandı. Bu okullarda 24.413 öğretmen ve 51.990 öğrenciden 488 öğretmene, 616 öğrenciye diyabet eğitimi verildiği saptanmıştır. Öğretmen ve öğrencilerin diyabet konusunda yeterli farkındalıklarının olmadığı saptanmıştır. Bu amaçta öğretmen ve öğrencilerin düzenli eğitim seminerlerinin oluşturulması, Hayati öneme haiz ilaçların (Glucagen) uygulaması, müdahaleler için öğretmenlere yetki verilmesi, yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bu gibi çalışmaların arttırılması önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Çocukluk Çağı Diyabeti, Okul da Diyabet, Öğretmen Eğitimi. 245 DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLERİ DS-02 Tip 1 Diyabetli Kardeşi Olan Sağlıklı Çocukların Davranışlarının ve Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi Hasret Yağmur Sevinç, Nesrin Şen Celası̇ n Manisa Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi, Hemşirelik Bölümü, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı, Manisa GİRİŞ: Kronik bir hastalık olan Diyabet çocuğun yaşam tarzını etkilemekte ve rutinlerinde değişikliklere neden olmaktadır. Kardeşler arasındaki ilişki kronik hastalığın yol açtığı bu sonuçlarla zarar görmektedir. Çocuk hemşiresinin diyabetli çocuğun bakımında diyabetli çocuğun yanı sıra sağlıklı kardeşleri de ele alması, değerlendirmesi, yaşadıkları güçlükleri belirlemesi diyabetli çocukların ve sağlıklı kardeşlerinin içinde bulundukları duruma uyum sağlayabilmeleri için önem taşımaktadır. Bu araştırma, Tip 1 Diyabetli kardeşi olan sağlıklı çocukların davranışlarının ve etkileyen faktörlerin incelenmesi amacıyla yapılmıştır. MATERYAL-METOD: İlişkisel tarama ve analitik türde olan araştırma, Ocak-Ekim 2015 tarihleri arasında üç hastanenin Çocuk Endokrin Polikliniklerinde kayıtlı Tip 1 Diyabetli çocukların anneleri (n=147) ve sağlıklı kardeşlerden (N=634) yaşları 7-18 arasında olan, herhangi bir kronik hastalığı olmayan ve çalışmaya katılmayı kabul eden n=147 sağlıklı kardeş ile yürütülmüştür. Veriler; “Tanılama Formu”, “Kardeş Problemleri Anketi”, “Schaeffer Kardeş Davranışı Değerlendirme Ölçeği-Kardeş ve Anne Formları” ile toplanmıştır ve sayı-yüzde dağılımları, Kruskal Wallis, Mann Whitney U, Ki-kare testleri kullanılarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Araştırma kapsamına alınan annelerin yaş ortalaması 37.10±4.2, %66.7’si lise mezunu, %76,9’u ev hanımıdır; sağlıklı kardeşlerin yaş ortalaması 12,30±3,4, %54,4’ü kız, %94.6’sı öğrenci, %53.1’i diyabet yönetimi konusunda eğitim aldığı saptanmıştır. Yaş ortalaması 11.70±3.5 olan Tip 1 Diyabetli kardeşlerin ise %51’inin kız, %40,8’inin ikinci çocuk, %73’ünün diyabet tanı yaşının 1-5 yıl arasında olduğu, %11,6’sının Diyabet dışında başka bir kronik hastalığı olduğu, %25.2’sinin kan şekeri ölçümünü kendi kendine yapamadığı (%77’sinin anneden, %6’sının sağlıklı kardeşten yardım aldığı); %36.7’sinin insülin uygulamalarını kendi kendine yapamadığı (%77’sinin anneden, %10’nun sağlıklı kardeşten yardım aldığı) belirlenmiştir. Diyabetli kardeşin Diyabet yönetiminde evde sorumluluğun %78.9’unun annede, %18.4’ünün babada, %6.1’inin sağlıklı kardeşte, %14.3’ünün ebeveyn+diyabetli kardeşte ve sadece %25.2’sinin diyabetli kardeşte olduğu bulunmuştur. Yapılan analizler sonucunda, diyabet yönetimi konusunda eğitim almış olan sağlıklı kardeşlerin Tip 1 diyabetli kardeşleriyle daha az problem yaşadıkları belirlenmiştir (p=0.025; p<0.05). Sonuç olarak: Tip 1 diyabetli çocuğun diyabet eğitimi sırasında, ebeveynlerle birlikte sağlıklı kardeşlere de eğitim verilmesi önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Aile, Tip 1 Diyabetli Çocuk, Sağlıklı Kardeş 246 DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLERİ DS-03 İnsülin İnfüzyon Pompası Kullanımının Pratik Yaşamdaki Analizi: Anket Çalışmasına Dayalı Tek Merkez Deneyimi Figen Akçalı1, Gülşen Aytar2, Ilknur Arslanoglu3 1 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Diyabet Eğitim Hemşiresi, Düzce Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Sosyal Hizmet Birimi, Düzce 3 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Endokrinoloji Ve Diyabet Bilim Dalı, Düzce 2 AMAÇ: İnsülin pompası insülin veriliş yollarının günümüzdeki en gelişmiş şeklidir. Ancak değişik yaş dönemleri ve değişik psikososyal etmenlere göre uygulamada bir çok sorunla karşılaşılmaktadır. Biz de bu prospektif çalışmada kendi hasta grubumuzda pompa kullanımını bir çok farklı pratik açıdan irdelemek istedik. YÖNTEMLER: Aynı araştırıcı tarafından anketler merkezimizde izlenen hastalara telefonla soru yönelterek uygulandı. Tüm bilgilere ulaşmak için gerekirse aynı hastayla birden fazla görüşme yapıldı. Pompa takılmış olan 56 hastadan üç aydan uzun süre kullanan 51 kişiyle 8-28 dakika süren görüşme yapıldı. Anket 31 soruyu kapsıyordu. TEMEL SONUÇLAR: Ellibir hastanın toplam pompa kullanım süresi 165 hasta yılı idi. 11 kişi pompayı bırakmıştı, bunların 6 sı tekrar başlamayı düşünmekteydi. Dokuz kişi ise bir dönem ara verip tekrar başlamıştı. Yani pompaya istikrarlı devam etme oranı % 60 idi. Set değişimi sırasında bölge rotasyonunu yapmayan 16 kişi (% 31) mevcuttu. Bir kişi yatay, diğerleri dikey set kullanıyordu. Sekiz kişi set değişiminde lokal anestezi uyguluyordu. Yedi kişi nadir de olsa lokal sorun, 18 kişi terleme nedeniyle set çıkması bildirdi. Ondört hasta çeşitli teknik sorunları birer kez yaşamıştı (%27). Verilen ilk pompayı kullanan 36 kişinin kullanım süreleri median 2 (0,1-8) yıl, 4 yıl ve üzeri kullananların sayısı 8 idi. Otuz bir kişi (%60) aktif insülin süresini bilmiyordu. TARTIŞMA: Gözlemlerimize göre özellikle ergenler pompayı istikrarlı biçimde kullanmamaktadır. İnfüzyon pompasının gelişmiş menüsü bir çok olanak sunmakta ancak kullanıcılar bunların tümüne hakim olamamaktadır. Yine de hasta yılı bazında teknik sorunların sıklığının fazla olmaması cihazların güvenilir olduğunu düşündürdü. Merkezlerin kendi pompa eğitimi stratejilerini, üreticilerin de ürünlerini iyileştirmeleri için çalışmamızda olduğu gibi taramalar yapmanın yararlı olacağını düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Diyabet, insülin pompası, çocuk, uygulama 247 DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLERİ DS-04 Akıllı Koruyucu Sistemli İnsülin İnfüzyon Pompası Kullanımı Ön Sonuçları Günay Demir, Elif Gökçe Basa, Yasemin Atik Altınok, Hafize Işıklar, Samim Özen, Şükran Darcan, Damla Gökşen Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı,İzmir AMAÇ: Akıllı koruyucu sisteme sahip MiniMed® 640G insülin infüzyon pompa kullanımının glisemik değişkenlik ve metabolik kontrol üzerine etkisinin kısa dönem sonuçlarını göstermek. Gereç YÖNTEM: MiniMed® 640G insülin pompa tedavisi endikasyonu konulan 11 hastadan, düzenli sensör kullanımında 3 ayını tamamlamış 8 hastanın sonuçları değerlendirildi. MiniMed® Veo™ İnsulin pompası kullanan 3 hasta, çoklu doz kullana 4 olgu ve standart pompa tedavisi kullanan 1 olgu MiniMed® 640G insülin pompası geçiş yaptıktan sonra; başlangıç ve 3.ayda 5 günlük sensör verilerinden hipo ve hiperglisemi içinde eğri altında kalan verileri; başlangıç HbA1c ve 3.ay HbA1c verileri geriye dönük olarak değerlendirildi. SONUÇLAR: Olguların ortanca yaşı 12 (1-17) yıl, ortanca diyabet yaşı 2,6 (0,6-17,2) yıl ve MiniMed® 640G insülin pompası kullanım süresi ortanca 4,5 (3-6) ay idi. Ortalama sensör glukoz değerleri, hipo ve hiperglisemide geçen süreleri tablo 1 de verilmiştir. Başlangıçta ortanca HbA1c si % 6,85 (6,2- 8,2) iken, 3.ay ortanca HbA1c si % 7,3 (6,5-8,1) bulundu. Olguların başlangıç HbA1c değerlerine göre 3.ay HbA1c değerleri artmış olup istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,092) Tablo-1: Başlangıç ve 3.ay sensör glukoz ortalaması, eğri altında kalan alan hiperglisemi ve eğri altında kalan alan hipoglisemi değerleri 1. hafta 3. ay P* 0rtanca±IR (min-max) 0rtanca±IR (min-max) Sensör glukoz ortanca (mg/dl) 157±16,5 (144-189) 152±29,5 (134-177) 0,079 Eğri altında kalan alan (≥200) 8,5±8.8 (1,6-19,5) 6,0±11,3(0,6-17,1) 0,575 Eğri altında kalan alan (≤70) 0,1±0,1(0,0-0,3) 0,1± 0,3(0,0-0,5) 0.197 *Wilcoxon eşleştirilmiş iki örnek testi Sonuç olarak; hasta sayısı az olması nedeniyle istatiksel olarak anlamlı bir sonuç elde edilemese de, olguların sensör kullanımı ile hiperglisemide geçen süreleri azalmış ancak hipoglisemi sürelerinde değişkenlik olmamıştır. Hiperglisemide geçen zamanın azalmış olması olguların beklenen düşükte duraklatma aşamasındayken akıllı koruyucu sistemine güvendiklerini ve ek karbonhidrat tüketme sıklıklarının azaldığını göstermektedir. Olgulara eğitim verilirken akıllı koruyucuya güvenmeleri ve müdahale etmemeleri ancak aşağı ok ve aktif insülin varlığında ek karbohidrat alınması öğretilmelidir. Anahtar Kelimeler: Tip 1 Diyabet, Akıllı Koruyucu Sistem, İnsülin İnfüzyon Pompası 248 DİYABET EKİBİ KURSU SÖZLÜ BİLDİRİLERİ DS-05 Obez Çocukların Sağlık Davranışlarına İlişkin Sosyal Desteklerinin Metabolik Durumlarıyla İlişkisi Emriye Hilal Yayan1, Yeşim Erden Karabulut2, Ela Durdu2, Ayşehan Akıncı3 1 İnönü Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği AD, Malatya 2 İnönü Üniversitesi, Turgut Özal Tıp Merkezi, Malatya 3 İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Malatya AMAÇ: Dünyada ve ülkemizde sıklığı giderek artan obezite artık çocukluk çağında da karşımıza çıkmakta ve bu metabolik durum çocukların sosyal destek düzeylerini etkileyebilmektedir. Bu araştırmadaki amacımız obez çocukların sağlık davranışlarına ilişkin sosyal desteklerinin metabolik durumlarıyla olan ilişkisini belirlemektir. GEREÇ-YÖNTEM: Tanımlayıcı nitelikte olan araştırmanın evrenini İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi Pediatrik Endokrin Polikliniğinde takipli 322 obez çocuk oluşturmaktadır. Evrenden örneklem seçimine gidilmeyip evrenin tümüne ulaşılması hedeflenmiştir. Araştırmaya katılmayı kabul eden 322 obez çocuk araştırma kapsamına alınmıştır. Veri toplama aracı olarak, araştırmacılar tarafında hazırlanan 6 soruluk “Çocuklar İçin Demografik Veri Formu”, 60 maddelik “Çocuk Ergen Sağlık Davranışları Sosyal Destek Ölçeği (SDSDÖ)” kullanılmıştır. Verilerin analizinde SPSS18 for Windows istatistik programı kullanılmıştır. BULGULAR: Araştırmaya katılan çocukların %47.8’ kız, %52,2’si erkeklerden oluşmakta olup yaş ortalaması 12.23’tür. Yapılan 120. dakika ölçümlerine göre %16.1’inin kan şekeri 140 ve üzerinde ve %52.8’inin insülin düzeyi 80 üzerindedir. Çocukların beden kitle indeksleri hesaplanarak z skorları belirlenmiş %46’sı +2, %13.7’si +2.5 ve %11.2’si +3 aralığında olduğu tespit edilmiştir. Antropometrik ölçümlerin z skoru sınıflaması yaşa göre beden kitle indeksine bakıldığında çocukların %29.2’si birinci derece obez, %46’sı ikinci derece obez ve %24.8’i morbit obez olarak sınıflandırılmıştır. Yapılan sınıflandırma ile Sağlık davranışları sosyal destek ölçeği puanları karşılaştırıldığında SDSDÖ sıklık puan ortalaması, anne, baba, öğretmen, sınıf ve yakın arkadaş sıklık puan ortalamalarında gruplar arasında anlamlı farklılık bulunduğu, SDSDÖ önem puanlarında ise SDSDÖ önem puan ortalaması, anne, baba, öğretmen, sınıf arkadaşı önem puan ortalamaları ile gruplar arasında anlamlı fark oluştururken yakın arkadaşlar önem puan otalamasında istatistiksel olarak anlamlı fark görülmemiştir. SONUÇ: Obezite sorunu yaşamakta olan çocukların aile ve arkadaşlarından aldıkları sosyal desteğin sıklığından etkilendikleri, aile ve arkadaşlarından aldıkları sosyal desteğe önem verdikleri bulunmuştur. Obezite ile başa çıkmada yapılacak olan programlarda çocuğun aile ve arkadaşlarının dahil edilerek yapılması, konuyla ilgili olarak sosyal desteğin içeri ve boyutunun daha ileri çalışmalar ile incelenmesi önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Çocuk, Obezite, Sağlık Davranışları, Sosyal Destek 249 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLER 250 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DP-01 Sporda Tip 1 Diyabet Yönetimi: Anket Çalışması Gülşen Aytar1, Figen Akçalı2, Ilknur Arslanoglu3 1 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Sosyal Hizmet Birimi, Düzce Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Diyabet Eğitim Hemşiresi, Düzce 3 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı, Düzce 2 AMAÇ: Tip 1 diyabet (T1D) tanısı almış hastaların olimpiyat şampiyonluğu seviyesinde sportif başarılar kazandığı bilinmektedir(1,2). Ancak egzersize yönelik insülin dozunun ayarlanması, beslenme alışkanlığının düzenlenmesi ve diğer fizyolojik gereksinimlerin karşılanması iyi bir diyabet eğitimi temelinde mümkün olmaktadır. Çalışmamızda egzersiz sırasındaki diyabet yönetimi alışkanlıklarını irdelemek amacıyla bir grup diyabetliyle anket çalışması yapılmıştır. YÖNTEM: Anketler T1D tanılı üç grup bireye uygulanmıştır. Elit sporcular (ES), amatör sporcular (AS) ve beden eğitimi dersi dışında özel bir spor yapmayanlar (SY). Olgulara kişisel, diyabete ilişkin ve egzersizdeki tutumlarına ilişkin sorular yöneltilmiştir. Onaltı kişiye hastane görüşmesi sırasında anket formu iletilerek doldurmaları istenmiş, 12 kişiye e-posta veya whatsapp aracılığıyla sorular iletilmiştir. Ancak tüm katılımcılar araştırıcılarla önceden iletişim halindeydi ve anketin amacı en azından telefon görüşmesiyle anlatıldı. Elit ve amatör sporla uğraşan bireylere farklı olarak hangi sporu, kaç yıldır yaptıkları ve spor yapma süreleri, spor öncesi, sonrası ve gece insülin dozlarındaki değişiklikler gibi spor ve diyabet yönetimindeki farklılıkları ölçen sorular soruldu. Değerlendirmede ES ve AS grubu birleştirilmiş ve Aktif sporcu (AkS) adı verilmiştir, SY ayrı irdelenmiştir. Tanımlayıcı tipte istatistiksel yöntem kullanılmıştır. TEMEL SONUÇLAR: Çalışmaya 28 kişi katılmıştır (Tablo). AkS grubu spordan sonra insülin dozlarını ortalama %10’luk düşürmektedir. Spordan önce her iki gruptaki tüm bireyler, spor sırasında %80’i şeker ölçümü yapmakta, %70 i karbonhidrat saymaktadır. Yardım gerektiren hipoglisemi AkS grubunda % 37, SY grubunda % 30 oranında bildirilmiştir. Yalnız bir glukagon kullanımı bildirilmiştir. Her iki grupta 3er kişi pompa kullanmakta ve birer tanesi spor sırasında pompayı çıkarmaktaydı. AkS grubunda iki kişi sensör kullanmaktaydı.Median, iki yıllık minimal ve maksimal HbA1c AkS grubunda daha düşüktü. TARTIŞMA: Spor T1D de hem fiziksel hem psikososyal yararlar sağlamakla birlikte hipoglisemi üzerinde çalışılması gereken önemli bir sorundur. Anahtar Kelimeler: Diyabet, Tip 1, Spor, Egzersiz 251 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DP-02 Savaşın Gölgesinde Diyabet İle Yaşamak: Göçmen Diyabetler Aslıhan Araslı Yılmaz, Nurdan Yıldırım, Sevim Koçak, Semra Çetinkaya, Şenay Savaş Erdeve, Zehra Aycan Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Kliniği, Ankara GİRİŞ Savaş ve göç koşullarından hiç şüphesiz en çok etkilenen çocuklardır. Özellikle diyabetes mellitus (DM) gibi kronik hastalıklara sahip çocukların sağlıksız yaşam koşulları, sağlık hizmetlerine ulaşma, ilaç temini konusunda yaşadıkları zorluklar bu güç şartlar altında diyabetin hem akut hem de kronik komplikasyonlarına davetiye çıkarmaktadır. Bu sunumda tip 1 DM’ un nadir bir komplikasyonu olan, Mauriac sendromu tanısı alan iki olgu ile göçmen diyabetlerin sorunlarının tartışılması amaçlanmıştır OLGU1: Dört yıl önce tip 1 DM tanısı alan 10 yaş 3 aylık erkek hasta diyabetik ketoasidoz tablosu ile başvurdu. Öyküsünden öncesinde günde iki kez insülin yaptığı, üç hafta önce başka bir merkeze diyabetik ketoasidoz tablosu ile başvurduğu,1,1Ü/kg/gün dozunda çoklu insülin tedavisi düzenlenerek taburcu edildiği ancak diyet ve tedavi şemasına uymadığı öğrenildi. Muayenesinde ağırlığı 17,5 kg (-4,12sd), boyu 111,5 cm (-4,89 sd), puberte tanner evre 1 ile uyumlu, ince kırılgan saçlar, batın distandü ve karaciğer 6 cm palpabl idi. OLGU 2: İki yıl önce tip 1 DM tanısı alan 5 yaş 11 aylık kız hasta diyabetik ketoz ile başvurdu. Öyküsünden yirmi beş kez ketoz/ ketoasidoz nedeni ile başvurusunun olduğu, ailenin günde dört kez insülin aspart kullandığı öğrenildi. Muayenesinde ağırlığı 13,2 kg (-3,2 sd), boyu 89 cm (-5,1sd), puberte tanner evre 1, batın distandü ve karaciğer 5 cm palpabl idi. Olgularımızın tetkik ve görüntüleme sonuçları tablo-1 de verilmiştir Kötü kontrollü tip1 DM, ciddi büyüme geriliği,hepatomegali saptanan olgularımızda Mauriac sendromu düşünülerek diyabet eğitimi ve insülin tedavileri düzenenerek izleme alındı. SONUÇ: Göçmen diyabetlerin yönetiminde en sık karşılaşılan problemler insülinin temini ve iletişim sağlamada karşılaşılan güçlüklerdir. Çözüme yönelik olarak ilaç teminin kolaylaştırılarak süreklliğinin sağlanması, sağlık kurumlarında tercüman desteğinin arttırılması, taburculuk sonrası tıbbi ve sosyal desteğin sürdürülmesi, göçmen diyabetlerde diyabet komplikasyonlarının görülme sıklığını azaltacaktır. Anahtar Kelimeler: Savaş, göçmen diyabetler, komplikasyon 252 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DP-03 Tip1 Diyabetle Yaşamın Sürdürülebilirliği: Gezici Diyabet Etkinliği İle Saha Çalışması Gülşen Aytar1, Figen Akçalı2, Ilknur Arslanoglu3 1 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Sosyal Hizmet Birimi, Düzce Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Diyabet Eğitim Hemşiresi, Düzce 3 Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı, Düzce 2 AMAÇ: Tip 1 diyabet (T1D) tedavisi alan ve düzenli kontrole gelmeyen çocukların okul ve ev yaşantısını gözlemlemek amacıyla saha çalışması planlandı. Çalışmanın hedefi çocukların ihtiyaçlarını anlamak ve diyabetin yaşam boyu sürdürülebilirliğini “ ev, okul, toplum” gibi kurumsal ilişkiler içinde gözlemlemektir. Hastanemizde yaklaşık 365 çocuk takip edilmektedir. Bu çocukların büyük bir çoğunluğu civar il, ilçe ve köylerden gelmektedir. Uzak bölgelerde yaşayan Tip 1 diyabetli çocukların rutin diyabet kontrollerine gelmedikleri görülmüştür. YÖNTEM: Daha önceki uygulamalarımızın devamı olarak 2016 yılı Kasım diyabet haftası etkinliklerinde de diyabetli çocukların yaşadıkları yer ve okullara gidilerek bir saha çalışması yapılmıştır. Diyabetlilerin bilinmeyen ihtiyaçlarını anlayabilmek ve gerçek hayatta Tip1 diyabetli çocuk, aile ve etkileşime girdikleri toplum ve kurumsal ilişkilerini gözlemlemek için daha önceden belirlediğimiz çocukların yaşadığı illere gidildi. Üç ana uygulama; ev ziyareti, okul ziyareti, yerel sosyal ortam buluşması planlandı. BULGULAR: Üç gün içinde toplamda 63 T1D çocuk, 158 aile bireyi, 10 okul yöneticisi olmak üzere 231 bireyle ve bunların dışında dört sınıfın öğrencileriyle temas edildi. Bartın merkez ve Ulus ilçesinde 4 çocukla ilişkili iki okul ziyareti gerçekleştirildi. Okul yöneticileri, sınıf öğretmenleri, diğer öğrencilerle görüşme yapıldı. Zonguldak Devrek, Çaycuma, Kozlu, Ereğli ilçeleri ve Bolu il merkezinde çaylı ve yemekli aile görüşmeleri yapıldı. Adapazarı Hendek ilçesinde bir aile ziyareti yapıldı. Aile geniş aile tipinde olup, aile üyelerinin diyabet yaşam biçimleri yerinde gözlemlendi. Düzce Kaynaşlı ilçesinde diyabetli çocuk, yetişkinler ve aileler ile görüşüldü. Bolu’nun Mudurnu ilçesinde ilköğretim ve orta öğretim olmak üzere iki okul ziyaret edildi. Diyabetli çocuklar sınıflarında ziyaret edildi, okul yöneticileri ve öğretmenlerle görüşmeler yapıldı. Bolunun Göynük ilçesi Hasanlar Köyünde yeni tanılı diyabetli çocuğa evde ziyaret yapıldı. Yaşam koşulları ve diyabet yönetiminin kendi yaşam koşullarında sürdürülebilirliği gözlemlendi. Bolu Yeniçağa ilçesinde üç diyabetli ziyaret edildi. TARTIŞMA: Çalışmamızda çocukların Takip edildikleri merkezlere uzak olmaları, yoksulluk, okul, aile ve toplumda Tip1 diyabetin yeterince bilinmemesi diyabetin sürdürülebilirliğinde engel oluşturduğu sonucuna varıldı. Anahtar Kelimeler: Diyabet, Tip 1, çocuk, saha çalışması 253 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DP-04 Tip 1 Diyabetes Mellitus Ve MSUD Birlikteliğinde CGMS Eşliğinde Pompa Tedavisi Şebnem Ercan, Rukiye Bozbulut, Aylin Kılınç Uğurlu, Esra Döğer, Emine Demet Akbaş, Aysun Bideci, Mahmut Orhun Çamurdan, Peyami Cinaz Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Ankara Giriş Akçaağaç Şurubu Hastalığı (MSUD), idrarda akçaağaç şurubu gibi özel bir kokunun varlığı ile dikkati çeken, otozomal resesif geçişli metabolik bir hastalıktır. Lösin, izolösin ve valin dekarboksilasyonundaki defektler nedeniyle ortaya çıkar. Stres durumlarında ciddi ketoasidoz, hipoglisemi, hiperamonemi, hızlı nörolojik bozulma, serebral ödem ve ölüm gibi durumlara neden olabilir. Olgu 2 yaşındaki kız hasta kan şekeri yüksekliği ve keton pozitifliği nedeni ile başvurdu. Hastanın akçaağaç şurubu hastalığı (MSUD) tanısı ile Çocuk Metabolizma bölümünde takipli olduğu öğrenildi.. Hasta Va:13 kg (50-75 p ), Boy: 82.5 cm (10-25 p) idi. Fizik muayenesinde hafif dehidratasyonu mevcuttu. Hastanın tetkiklerinde kan şekeri 487 mg/dl, kan ketonu 1.9 mmol/L, insülin:3.44 mU/L cpeptİt 0.23 pmol/Ml, HbA1c’si % 6.6, Anti GAD: 52.48 IU/ml (0-10), Anti insülin antikorui %14.7(<%8.2), adacık antikoru negatif idi. Hastaya Tip1 Diyabetes Mellitus tanısı konularak çoklu doz insülin tedavisi başlandı. MSUD nedeniyle sabit bir beslenme programı olan hastanın ilk 3 aylık kontrolünde açlık kan şekerleri 64-395 mg/dl arasında seyrederken, tokluk kan şekeri ise 52-492 mg/dl arasında değişmekteydi ve HbA1c % 9.1 idi. Metabolik olarak sık dekompanze olan hastanın lösin yüksekliklerinde boşaltım diyeti uygulandı. Boşaltım diyetinde lösin içermeyen diyet ve katabolizmayı arttırmamak için intravenöz dekstroz tedavisi verildi. Boşaltım diyeti ani hiper ve hipoglisemileri olan hastaya glisemik kontrolü sağlamak için sensör eşliğinde pompa tedavisine geçildi.. Bu sayede gece ve gündüz bazal ve bolus dozlarında hassas düzenlemeler yapılarak açlık kan şekeri 99-141 mg/dl, tokluk kan şekeri 112-255 mg/dl arasında tutuldu. Üç ay sonraki HbA1c’si ise %7.8 idi. Sonuç Tip 1 diyabet ve MSUD birlikteliği daha önce literatürde tanımlanmamıştır. Hastalığın özelliği nedeniyle sıkı kan şekeri kontrolü, her iki hastalığında ketonemi ve asidoza yol açması nedeniyle çok önemlidir. Bu hastada CGMS eşliğinde pompa tedavisi ve diyabet ekibi ile iyi iletişim sayesinde glisemik kontrol sağlandığı görülmüştür. Anahtar Kelimeler: Tip 1 diyabetes mellitus, Akçaağaç şurubu hastalığı, insülin pompası, CGMS 254 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DP-05 Tip 1 Diyabet Tanılı Çocuk Sahibi Ebeveynlerde Uyku Kalitesinin Değerlendirilmesi (Ön Çalışma) Fatma Özgüç Çömlek1, Burcu Keskin1, Halime Çelik2, Emine Dilek3, Necdet Süt4, Filiz Tütüncüler1 1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı, Edirne Trakya Üniversitesi Hastanesi, Edirne 3 Sultan 1. Murat Devlet Hastanesi, Edirne 4 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim Dalı, Edirne 2 Uyku sağlıklı yaşamın en önemli gereksinimlerinden biridir. Birçok hastalık, özellikle kronik hastalıklar uyku bozukluğuna yol açabilir. Tip 1 diyabetes mellitus (DM) tanılı çocuk ve ergenlerin sık insülin injeksiyonu, kan şekeri takibi, sağlıklı beslenme ve egzersiz yapma zorunlulukları yaşamı zorlaştırabilir ve uyku kalitesini etkileyebilir. Birçok çalışmada özellikle tip1 DM tanılı ergenlerde uyku bozukluklarının sık görüldüğü belirtilmektedir. Ülkemizde tip1 DM tanılı çocuk ve ailelerinin uyku kalitesinin değerlendirilmesi yönelik çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada tip 1 DM tanılı çocuğu olan anneler ile kronik hastalığı olmayan çocuk sahibi annelerin uyku kalitesi açısından karşılaştırılması ve uyku kalitesini etkileyebilecek risk etmenlerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: TÜTF Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı’nda tip1 DM tanısı alan ve 1 aydan daha uzun süredir izlenen çocuğu olan 40 anne (çalışma grubu) ile aynı yaş ve cinsiyette ancak kronik hastalığı olmayan çocuk sahibi 25 anne (kontrol grubu) çalışmaya alındı. Çalışma için TÜTF etik kurulundan onay ve çalışmaya katılanlardan yazılı onam alındı. Çalışmaya katılanlara uyku kalitesinin değerlendirilmesi için 7 bölümden oluşan Pittsburg uyku kalitesi anketi (PUKİ) uygulandı. Grupların anket sonuçları Mann Whitney testi kullanılarak karşılaştırıldı. SONUÇLAR: Çalışma grubu ve kontrol grubundaki annelerin yaşları, çocuklarının yaşları, cinsiyeti, annelerin çalışma ve eğitim durumları ve çocuk sayıları benzerdi (tablo 1). PİKU sonucuna göre her iki grup arasında uyku kalitesini oluşturan 7 parametre açısından anlamlı fark bulunmadı (tablo 2). Çalışma grubundaki anneler çocukları 0-5yaş ve >5 yaş olarak 2 alt gruba ayrılarak uyku kalitesi açısından karşılaştırıldığında, annelerin PUKİ parametreleri benzer bulundu. Çalışma grubundaki annelerin uyku kalitesi ile çocuklarının diyabet süresi ve ortalama HbA1C düzeyi arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0,11, r=0,26 ve p=0,43, r=0,08 sırasıyla). SONUÇ: Tip 1 DM tanılı çocuğu olan annelerde uyku kalitesi parametrelerinde bozukluk saptanmamış olmasına karşın, bu sonuçlar ön çalışma verilerini yansıtmaktadır. Çalışmamız halen devam etmektedir. Tip1 DM tanılı çocuğu olan ebeveynlerin uyku kalitesinin değerlendirilmesine yönelik geniş serili çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Uyku kalitesi, PUKİ, tip1 DM 255 DİYABET EKİBİ KURSU POSTER BİLDİRİLERİ DP-06 Kötü Kontrollü Tip 1 Diyabetli Adölesanlarda Beslenme Bilgi Düzeyinin İncelenmesi Selin Karaer, Derya Karaman Aksakal, Pınar Kahraman, Ayla Güven İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul AMAÇ: Diyabette beslenme alışkanlıkları ve diyetleriyle ilgili bilgi düzeyleri, bireylerin metabolik kontrollerini etkilemektedir. Bu çalışma kötü kontrol nedeniyle hastaneye yatışı yapılan diyabetli adölesanlarda beslenme alışkanlıklarının ve diyetleriyle ilgili bilgi düzeylerinin metabolik kontrollerine etkisini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. GEREÇ-YÖNTEM: Çalışma Nisan 2016 - Şubat 2017 tarihleri arasında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrin Kliniğine yatışı yapılan kötü kontrollü Tip 1 diyabetli 60 adölesan ile yürütülmüştür. Bireylerin sosyo-demografik özellikleri, beslenme alışkanlıkları ve antropometrik ölçüm bilgileri anket formu aracılığı ile toplanmış, beslenme bilgi düzeylerini belirlemek için çoktan seçmeli, doğru-yanlış ve boşluk doldurma tarzında toplamda 50 soru sorulmuştur. Glikozillenmiş hemoglobin A1c değerleri ise güncel hastane kayıtlarından kaydedilmiştir. BULGULAR: Katılımcıların %63,3 (38 kişi) kadın, % 36,7 (22 kişi) erkektir. Çalışmaya 7-12 yaş grubunda 24 kişi, 1318 yaş grubunda 36 kişi katılmıştır. Yaş ortalaması 13.15 ± 2.9 yıldır. Beden kütle indeksi ortalaması (BKİ) kadınlarda 19.19±3.0 kg/m2, erkeklerde 18.49 ± 2.4 kg/m2 olarak bulunmuştur. Diyabet yaşı ve beslenme bilgi düzeyi arasında negatif ve anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Yeni tanı (<1 yıl) diyabetlilerin beslenme bilgi düzeyleri diğerlerine göre daha yüksektir. Yaş grubu, bilgi düzeyi ve HbA1c düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif bir ilişki saptanmıştır. 13-18 yaş grubundaki diyabetlilerin beslenme bilgi düzeyi ve HbA1c değerleri diğer gruba kıyasla anlamlı olarak daha yüksektir. SONUÇ: Yeni tanı diyabetlilerde beslenme eğitimlerine olan ilgi ve merak daha fazladır. Beslenme bilgi düzeyinin yüksek olması olağandır. Diyabet, yaşam tarzı değişikliği gerektirir. Bilgi düzeyinin yüksek olmasının yanı sıra bu bilgilerin davranışa dönüşmesiyle iyi metabolik kontrol sağlanabilmektedir. Çalışmamızda ergenlerde (13-18yaş) beslenme bilgi düzeyi iyi olmasına rağmen HbA1c değerleri yüksek risk grubunda yer almaktadır. Diyabette beslenme eğitimlerinin sürekliliği ve bilgi düzeyinin arttırılması kadar ergenlikte diyabet yönetimi ve iyi metabolik kontrol sağlamada davranış değişikliğinin ve çocuk-ergen psikoloğu ile multidisipliner çalışmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Anahtar Kelimeler: Tip 1 diyabet, adölesan, beslenme 256 KONGRE SEKRETERYASI Nevbahar Mah. Ahmet Hikmet Sok. Yayla Apt. No: 21 Fındıkzade/ İstanbul E-posta: [email protected] www.cocukendokrindiyabet.org KONGRE ORGANİZATÖRÜ Atatürk Mah. Vatan Caddesi No: 22/3 Keskin İş Merkezi 34758 Ataşehir / İstanbul Tel: 0216 580 90 00 pbx E-posta: [email protected]