Muhteşem Osmanlı ve Ecdâda Saygı

advertisement
Muhteşem Osmanlı ve Ecdâda Saygı
(Editörün Notu: Bu sohbet, 9 Ocak 2011 tarihinde yapılmıştır. O günlerde bir
televizyon dizisi ile alâkalı sürüp gitmekte olan tartışmalara dahil olmamak ve
polemiklere sebebiyet vermemek için beklettiğimiz bu güzel sohbeti şimdi arz
ediyoruz.)
Soru: 1) Geçmişte olduğu gibi son dönemde de sinema filmleri, televizyon dizileri ve
onlar hakkındaki medya yorumları vasıtasıyla Osmanlı Sultanları harem, içki ve sefahet
müptelası, saray da sefalet yuvası ve entrika arenası şeklinde tavsif ediliyor. Bazı duyarlı
insanlar, ecdadın yanlış anlatılmasına karşı tepkilerini ortaya koyarken bir kısım çevreler de
“sanat adına hoşgörü” gösterilmesi gerektiğini savunuyorlar. Selefe saygı anlayışımız
zaviyesinden meseleyi değerlendirir misiniz?
-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Seleflerinizi (sizden
önce yaşayıp giden büyüklerinizi) iyi ve güzel yanlarıyla yâd edin, onların
kötülüklerini sayıp dökmekten sakının!” buyurmuştur. (Ebu Dâvud, Edeb 50)
(01:14)
-Bir mü’min kardeşini herhangi bir hata, kusur ya da (tevbe ettiği) günahından
dolayı kınayan kimse, aynı ölçüde ayıplanmadıkça ölmez. Kimileri bizzat
kendilerinin başına gelen bir musibetle aynı şekilde kınanırlar; kimileri de aile
fertlerinden birisi sebebiyle ayıplanmaya düçar olurlar. (01:45)
-Kur’an, geçmişlerimize dua etmemizi tavsiye buyurarak bizde onları hayırla yâd
etme duygusunu uyarır. Bu cümleden olarak bir ayet-i kerimede şöyle denilir:
“Onlardan sonra gelenler (başta muhacirler olarak, kıyamete kadar gelecek
mü’minler), ‘Ey kerim Rabb’imiz! Bizi ve bizden önceki mü’min kardeşlerimizi
affeyle! İçimizde mü’minlere karşı hiçbir kin ve gıll u gış bırakma! Duamızı
kabul buyur ya Rabbenâ, çünkü Sen raufsun, rahîmsin!’ derler.” (Haşr, 59/10)
(02:05)
-Müslümanlar geçmişlerini yâd edecek ve seleflerini anacaklarsa, zikredilen bu
disiplinler çerçevesinde hareket etmelidirler. Fakat, bu esaslardan habersiz bazı
kimseler, ecdad hakkında yakışıksız tarif ve tavsiflerde bulunuyorlarsa, müminler
onlara karşı tepki gösterirken de ölçülü ve dengeli olmalı, haksız o insanları haklı,
mazlum ve mağdur durumuna düşürmemelidirler. Makulun ortaya konmasına
çalışmalı, bilhassa tarihçilerin belgelerle konuşmalarına zemin hazırlamalıdırlar.
(03:44)
-Hazreti Üstad’ın ifadeleriyle diyecek olursak, “Senin bir sene zarfında attığın
tükürük, bir günde senden çıkmış bulunsa, içinde boğulacaksın. Müteferrik
zamanda istimal ettiğin sulfato gibi acı ilâçları bir günde birkaç kişi istimal etse,
hepsini de öldürebilir.” İşte aynı bunun gibi, Osmanlı’nın bazı fertlerinin hataları
herbiri tarafından işlenmiş ve farklı zamanlardaki kusurları toplanıp bir anda
yapılmış gibi tasavvur edilirse, karşımıza çok çirkin bir tarih çıkabilir. Oysa,
Osmanlı’nın bir de fetih ve medeniyet tarihi vardır. Fakat maalesef, zaaflarının
esiri bazı kimseler, o yüce kâmetleri kendi seviyelerine indirirerek kendilerine
mazeret uydurma ve kendi cürümlerini hafif gösterme psikolojisinin de tesiriyle
yalan yanlış tasvirlerde bulunuyorlar. (05:00)
-Batılıların garezli çarpıtmaları bir yana, ecdad hakkındaki çoğu yanlış yorumlar
onların şahsiyet, tabiat ve karakterlerinin bilinememesinden kaynaklanmaktadır.
Mesela, Kanunî Sultan Süleyman hazretlerinin karıncalar karşısındaki hassasiyeti
bilinse, sair itham ve iftiraların asla mümkün olamayacağı kendiliğinden
anlaşılacaktır. Rivayetlere göre; Kanunî Sultan Süleyman’ın bahçesindeki
güzelim ağaçları ya da çadırının direklerini karıncalar sarmıştır. Padişah bu
konuda danışmak için Şeyhülislam Ebussuud Efendi’yi arar ama bulamaz. Bir
kağıdın üst kısmına şu sözleri yazar:
“Dirahta ger ziyan etse karınca
Günah var mıdır ânı kırınca?”
(Eğer karınca ağaca zarar verir, onu kurutursa onu yok etmenin bir günahı var mıdır?)
Ebussuud hazretleri kağıdı görünce Sultan’ın manzum sorusuna nazmen cevap verir:
“Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca!..” (06:10)
-Yarım asra yakın devletin başında durmuş ama başı dönmemiş bir insan olan
Kanunî Sultan Süleyman, kılı kırk yararcasına yaşayan adalet timsali ve
hakperestlik âbidesi bir insandı. Hakk’ın emanetini harp meydanında teslim etmek
istemiş ve öyle de olmuştur; Sefer-i Hümayun’da, ordu Zigetvar kalesi
önlerindeyken teslim-i ruh eylemiştir. Menkıbeye göre; Kanunî, hastalığı
esnasında Ebussuud Efendi’ye bir sandık vererek vefatında bu sandığın da
kendisiyle beraber gömülmesini vasiyyet etmiştir. Ulemâ arasında yapılan
tartışmalar neticesinde, dinimizde eşya ile gömülmek caiz görülmediğinden
sandık kabre konulmamıştır; fakat merak üzere açılıp bakıldığında sandıkta,
Kanuni’nin verdiği hükümler için Şeyhulislam’dan aldığı fetvalar bulunmuştur.
Bunu gören Ebussuud efendi ağlayarak “Sultanım, sen kendini kurtardın; bilmem
ki, biz ne yapacağız...” demiştir. (07:47)
-Endülüs’ü fethettiği gün hazine dairesine girip altınları, mücevherleri görünce
kendi kendine “Tarık, dün bir köleydin. Bugün muzaffer bir komutansın. Yarın ne
olacağını da ancak Allah bilir. Şımarma…” diyen ve sonra gurura, çalıma
girmemek için yatağını kraliyet dairesine değil ahıra serdiren Tarık b. Ziyad’ın
tevazuu aynıyla Osmanlı sultanlarında da mevcuttu. Kanunî Sultan Süleyman ve
Yavuz Sultan Selim gibi büyük insanlar, çıktıkları seferlerden zaferle dönerken,
pâyitahta yaklaştıkları bir anda, halkın kendilerini muhteşem bir törenle
karşılayacağını öğrenince, şehre girmek için gece karanlığını bekler; nefsani
duygulara kapılmaktan, tevazu ve mahviyeti yaralayacak hislere girmekten endişe
ederlerdi. (10:04)
-Sinema filmleri, televizyon dizileri ve onlar hakkındaki medya yorumları
vasıtasıyla Osmanlı Sultanlarını harem, içki ve sefahet müptelası, sarayı da sefalet
yuvası olarak göstermek hem tarihi gerçeklere terstir hem de kaynaklarında
Osmanlı’yı yerden yere vuran bir kısım Batılı yazarların kötü niyetlerine alet
olmak demektir. Böyle bir yanlışı masum göstermek için sanat düşüncesinin
ardına da sığınılamaz. İlla sanat ortaya konmak isteniyorsa, mücerred figür ve
figüranlar kullanılabilir. Millete mal olmuş şahsiyetleri tahkir ve tezyif etmek,
sanatın gölgesinde de olsa küstahlıktır. (12:00)
-Osmanlı, tütün ile 17. yüzyılda tanıştı. Tütünün Osmanlı pazarına girişiyle, 4.
Murat tarafından yasaklanması da bir oldu. O Hazret, sigara ve içki gibi zararlı
alışkanlıklara karşı caydırıcı tedbirler aldı. Dinin emirlerine karşı çok hassas
davranan Osmanlı sultanlarının çoğu ömürlerini atın üzerinde ve cihad
meydanlarında geçirdirler. Böyle insanların içki bağımlısı olmaları ve sefih bir
hayat yaşamaları nasıl düşünülebilir?!. (17:45)
-Kendi döneminde en çok bir bayraktara ihtiyaç duyulduğundan, Osmanlı, İslam
bayrağını dalgalandırma misyonunu üstlenmiştir. Osmanlı’nın üstüste zulüm ve
ihanetlere uğradığı, İslâm âleminin müstemlekeciler tarafından âdeta tırpanlandığı
ve fikir, düşünce adına dümdüz edildiği, geriye sadece Osmanlı’ya sövme ve
vefasızlığın miras kaldığı bir dönemin akabinde, Malik bin Nebi’nin, “Eğer İslâm
dünyasının şimalinde Osmanlı olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı.
Osmanlı olmasaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık da kalmazdı.” deyişi de bu
gerçeği ifade etmektedir. (19:26)
-Şayet Osmanlı sultanları harem, içki ve sefahet müptelası, saray da sefalet yuvası
olsaydı, peşi peşine yapılan o fütühâtın gerçekleşmesi asla mümkün olamazdı.
Allah Teâlâ Osmanlı’ya o büyük vazifeleri yaptırmışsa, demek ki onlarda manevî
bir kıvam ve yüksek bir mefkure vardı. (20:41)
-Sultân Süleyman’a “Kanunî” unvanının verilmesinin asıl ve birinci sebebi;
Osmanlı Hukuk tarihinde, sınırlı yasama yetkisini kullanarak en çok ve en
muntazam kanunların, Sultân Süleyman zamanında tedvîn olunmasıdır; bir diğer
sebep de, O’nun döneminde, kanunların hiçbir fark gözetilmeksizin herkese âdil
bir şekilde tatbik edilmesidir. Onun bu isimle yâd edilişinin Avrupa’dan kanunlar
almasıyla bir alakası yoktur. Kaldı ki, Avrupa’dan kanunlar aldığı ve İslam
hukukunu terkettiği iddiaları da kat’iyen gerçeği yansıtmamaktadır. Kanunî
Sultan Süleyman, İslam’a aykırı kanunlar hazırlatmamıştır; bazı meselelerde,
Ebussuud gibi büyük İslâm hukukçularının fetvalarına dayanarak ve İslâm
Hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanarak, kanun
hükümleri ortaya koydurtmuştur. (23:13)
-Henüz “devlet-i âliyye-i osmaniyye”nin şafağı atmadan yaşamış olan Muhyiddin
İbn Arabî hazretleri, “Şecere-i Numaniye” isimli eserinde der ki; “Raşit
Halifelerden sonra en mükemmel İslam devleti, devlet-i âl-i Osman’dır.
Sahabe-i kiramdan sonra, Allah’ın muradını en iyi şekilde yerine getirenler
Osmanlılardır.” (26:26)
Download