BilgiyurduGençlik Dergisi

advertisement
Bilgiyurdu
Gençlik Dergisi
YIL: 2
SAYI: 10
KASIM - ARALIK 2008
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR
2
İÇİNDEKİLER
İçindekiler
Mustafa ÖZTÜRK
Türk’e Kefen Biçenler ...................................................................3
Prof.Dr. Cihan DURA
Sömürgeci Kristof Kolomp............................................................4
Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
Reisü’l-Kurra Hafız Mahmud Mahir Kuşçulu .................................7
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 2 SAYI: 10
KASIM - ARALIK 2008
İKİ AYDA BİR ÇIKAR
ÜCRETSİZDİR.
SAHİBİ:
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:
Mustafa İLHAN
YAZIŞMA ADRESİ:
Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı
Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3
Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON:
(0352) 232 32 67
WEB:
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA:
[email protected]
GRAFİK TASARIM:
DEĞİŞİM AJANS
(0352) 336 08 48
www.degisimajans.net
BASKI:
ORKA MATBAACILIK SAN. TİC.
LTD.ŞTİ.
OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir.
Yrd.Doç. A. Vehbi ECER
İstiklal Marşına Saygı .................................................................10
Mustafa ÖZTÜRK
Homojen Bir Ermenistan İçin Kaç Türk Öldürüldü? .....................12
Mustafa Aykut AKŞİT
Ekonomik Krizler (1) ..................................................................14
Fazıl Ahmet BAHADIR
Hudut Namustur (Şiir) ................................................................16
Özlem AKŞİT
Bir Gençlik Daha Var ..................................................................17
Yılmaz KUZUGÜDENLİOĞLU
Mülkiyet Sistemi ........................................................................19
İbrahim GÜNGÖR
Yaratıcılık ve Öğretmenin Rolü...................................................20
Yunus Emre ÖZKAN
Türk Ölür, Türklük Yaşar ............................................................22
Hasan Sami BOLAK
Hem Sevmeyecek, Hem de İt Gibi Bacak mı Kapacaksın? ...........24
Mustafa İLHAN
Dünya Ekonomi Bunalımları ve Türkiye ......................................25
Osman KARABABA
Canavarlar ve Sfenksler ..............................................................27
Yusuf BİLTEKİN
İşbirlikçi Artin Kemal ..................................................................28
Hakan BOZDOĞAN
Kapitalizmin Sonu ve Türkiye .....................................................29
Dr. İhsan YAŞA
“Yiğitliğin Ölçüsü” Üzerine ........................................................31
Ali Şükrü TUNÇEL
Yağlı Tohum Bitkileri ve Türk Tarımındaki Önemi .......................33
Ahmet KAPLAN
Anlayana (Şiir) ...........................................................................35
Ahmet ALTAY
Musiki Mecmuası .......................................................................36
Ayşegül ERDOĞAN
Hakimiyet Kimin?.......................................................................37
3
TÜRK’E KEFEN BİÇENLER
Mustafa ÖZTÜRK
B
azen olaylar öyle üst üste ve yan yana geliyor ki “Bunlar tesadüf mü, yoksa büyük bir
planın uyumlu parçaları mı?” diye düşünüyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde de böyle oldu.
Birinci olay: Abdullah Öcalan’ın İmralı’da kötü
muamele gördüğü iddiasıyla, bölücü örgütün birçok
kentte ayaklanmayı andıran büyük eylemler yapması;
İkinci olay: Bölücü örgütün siyasi uzantısı olan
DTP’nin TBMM’de “Kürtçe program, Eyalet sistemi
önerisi, Demokratik özerklik” adını taşıyan broşürü
dağıtması;
Üçüncü olay: Sözde İslamcı ve İkinci Cumhuriyetçi bazı yazarların gazetelerindeki köşelerinde ve
televizyonlarda “Kürt kimliğinin tanınması, Kürtçe
eğitime geçilmesi ve Kürtlere daha çok demokrasi” gibi söylem ve talepleri;
Dördüncü olay: MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in NTV’de Can Dündar’la yaptığı mülakat…
Öneş diyor ki: “Öncelikle yeni Anayasa yapımına ihtiyaç var. Temel felsefesi evrensel değerlere bağlı
olan bir anayasa. Ancak temel maddelerinde herhangi bir kimliğe ayrıcalık tanıyan maddeleri olmamalı.”
Beşinci olay: Can Dündar’ın “Mustafa” adlı belgeselinin gösterime girmesi… Atatürk’ü Türk halkının
gözünden düşürmek amacıyla hazırlandığı anlaşılan
bu belgeselde “Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik
sözü verdiği” iddiasının yer alması…
Bu olayların kısa bir zaman diliminde art arda
dizilmesi tesadüf olabilir mi? Elbette olamaz. Çünkü
bu olayların failleri aklı başında insanlardır ve her ne
yapmışlarsa bilinçli olarak yapmışlardır. Bu da bize,
Türkiye’yi parçalamak için bir planın devrede olduğunu gösteriyor.
Sinsi planda anahtar sözcük “demokrasi”… On
binlerce kişinin ölümüne yol açan Abdullah Öcalan da
“demokrasi” diyor. Türkiye’de herkes kanun önünde
eşittir. Biz, bu kelimeyi ağızlarına sakız edenlerin amacını çok iyi biliyoruz.
ABD’de Türkiye’nin doğusunu Kürdistan olarak
gösteren haritalar, çalışma masalarında dolaşıyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şeref konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı’nda yine Kürdistan haritası
sergilenmiştir.
Bunlara karşı, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü korumakla görevli her kurum ve her makamdan
tavır ve tepki beklerdik. Yoksa, biz vatanseverlerin-
milliyetçilerin de sokaklara inmemizi mi bekliyorlar?
Tüm yetkililer önce Anayasa’yı iyice okumalı, özellikle de Başlangıç bölümünü ve değiştirilemez maddeleri… Çünkü onlar devletin temelleridir. Bu temeli
sağlamlaştırmak, en önde gelen görevdir. Bu değişmez
ve değiştirilemez maddelere karşı çıkanlar veya Türk’
süz bir anayasa düşleyenler de hangi makam ve mevkide bulunurlarsa bulunsunlar Türk milletinin düşmanlarıdırlar.
Can Dündar’ın “Mustafa” belgeseli, adından içeriğine kadar Atatürk’ün aziz hatırasına bir saygısızlık…
Ayaklanma provalarının yapıldığı bir günde, “Mustafa
Kemal’in özerklik vaat ettiği” yalanı ise, hem Atatürk’e
hem de Onun kurduğu millî devlete ihanettir. Çünkü
böyle bir şey yok. Eğer böyle bir şey olsaydı, Mustafa
Kemal, onlarca Kürt ayaklanmasını ordu sevk ederek
silah zoruyla bastırmaz, özerklik vererek sorunu hallederdi.
Atatürk, Türk kavramına dayanan millî bir devlet
kurdu. “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk
milleti denir.” diyerek de “millet”ten ne anladığını
açıkladı. O’na göre, “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu,
Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı, Makedonyalı, hep
bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”
Ülkesinin iyiliğini isteyen adam, işte böyle konuşur.
Millî birlik, işte böyle sağlanır.
Atatürk, her çeşit bölücülüğe şu sözlerle karşı çıkmıştı: “Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerini Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri
hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda
edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan
bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci
beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir. Çünkü, millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı
müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyor.”
Türk halkının en büyük ortak değeri olan Atatürk’e
işte bunun için saldırıyor, onun fikirlerini işte bunun
için unutturmaya çalışıyorlar. Türklüğünün bilincinde
olan bizler de yine onun fikirleriyle ve O’ndan aldığımız ışıkla Türkiye üzerinde sahneye konan projeleri,
hazırlayıp uygulamaya çalışanların beyninde parçalayacağız.
Biz, ilkokul sıralarından beri, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” diye ettiğimiz yeminleri unutmadık.
İnceleme
Gündeme Bakış
İnceleme
4
SÖMÜRGECİ KRİSTOF
KOLOMB’UN AVRUPA’SI NASIL
BİR AVRUPA İDİ?
Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com
Avrupa bize bilinçli
olarak çok yanlış
tanıtılır. Uygarlığın,
bütün yüksek
değerlerin beşiği
olarak gösterilir o.
Uygarlık yönü her
fırsatta vurgulanır.
Diğer yönü,
barbarlık yönü ise
olabildiğince
gizlenir. Oysa Batı ne
kadar uygar ise, o
kadar da barbardır.
B
undan önceki birçok yazımda Batı’nın
geçmişte işlediği insanlık suçlarını dilim döndüğünce duyurmaya çalıştım
yurttaşlarıma. Neden gerekli gördüm bunu? İki
sebepten dolayı: Birincisi, dünyadaki her varlık
gibi Batı’nın da iyi tarafının yanında, kötü tarafı da
var. Ancak kötü tarafı, Batı’nın çirkin yüzü özenle
gizlenir insanlardan. Oysa her gerçeğin tam olarak
bilinmesi gerekir. İkinci sebep, ABD başta olmak
üzere, birçok ülkede Türkiye aleyhine çıkarılan ya
da çıkarılmak istenen “soykırım” yasalarıdır. Bu
girişim benim çok ağırıma gidiyordu, tabiî bizim
yöneticilerimizin bu konudaki akıl almaz pasifliği
de… Bir tepki ortaya koymalıydım, asıl soykırım
suçlularının onlar, batılılar olduğunu halkıma duyurmalıydım.
Avrupa bize bilinçli olarak çok yanlış tanıtılır.
Uygarlığın, bütün yüksek değerlerin beşiği olarak
gösterilir o. Uygarlık yönü her fırsatta vurgulanır.
Diğer yönü, barbarlık yönü ise olabildiğince gizlenir. Oysa Batı ne kadar uygar ise, o kadar da barbardır. Onun için ben Batı’yı ikiye ayırırım, Güzel Batı, Çirkin Batı diye… Ne var ki bizim çoğu
aydınımız Batı’ya çarpık bakar. Bu sözde aydınlar
kendi milletlerini yerden yere çalarken, Batı’ya
toz kondurmamakta birbirleri ile yarışır. Bunlar
Attila İlhan’ın “Batı’nın manevi ajanları” olarak
damgaladığı kimselerdir.
Sömürgeci Avrupa’nın barbarlığından, insanı
insanlığından utandıracak pek çok örneği şu kitaplarımda verdim: Sömürgeleşen Türkiye(2004),
Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın (2005), Derin Komplo: Türkiye’nin Yeniden İşgali(2008).
Son kitabımda yer alan iki örneği, Batı’nın kanındaki ve özündeki vahşeti çok iyi yansıttığı için burada da vermeden geçmek istemiyorum:
Kristof Kolomb’un Yeni Dünya’ya ayak basmasından sadece 20 yıl sonra, bir İspanyol serüvenciye göre İspanyol istilacıların, Kızılderilileri
soymak ve mahvetmek, bölgeyi yerle bir etmek
için yaptıkları her şey yazıya dökülseydi, ne kâğıt
yeterdi, ne de zaman. Bu İspanyol, sel gibi akıtılan
yerli kanından bizzat kendisinin de haz duyduğunu kaydetmekten de utanmamıştır. Yazar Tzvetan
Todorov 1492’deki olaylar hakkındaki çalışmasında Hıristiyan Avrupalının şu vahşetini anlatarak
başlar: Yüzbaşı Alonso Lopez, Bacalan Savaşı sırasında genç ve güzel bir Kızılderili kadını esir
alır. Kadın, savaşa katılan kocasına kendisinden başka hiçbir erkekle birlikte olmayacağına
söz vermiştir. Lopez çok dil döker kadına; ancak
boyun eğdiremez. Bunun üzerine zavallı kadın
vahşi ve aç köpeklerin önüne atılır. Bundan daha
korkuncu olur mu ey okur? Olur!... Okuyunca
da insan, insanlığından utanır: 1864 yılının bir
günü, Amerika’dayız. Doğu Colorado’da sakin
bir derenin kenarı... Küçük bir Kızılderili çocuk
oynuyor orada; ta ki Amerikan askerleri gelene
kadar. Süvarilerden biri daha sonra, olup biteni
anlatıyor: Arkadaşlarım yakalayabildikleri kadın ve çocukları öldürdüler. Kaçmaya çalışanlar arasında küçük bir Kızılderili çocuk vardı, üç
yaşlarında olmalıydı. Büyükler önde gidiyordu,
küçük çocuksa peşlerinden. Bir Amerikan askeri
atından inerek tüfeğini çıkardı ve ateş etti çocuğun üzerine, ancak isabet ettiremedi. Başka biri
çıktı ortaya, “bir de ben deneyeyim” dedi, “belki
ben vurabilirim veledi.” Diz üstü çöküp ateş etti,
ancak o da başaramadı. Sonunda üçüncü biri
çıkageldi. O da benzer şeyleri geveleyerek tetiği
çekti. Minik Kızılderili kanlar içinde yuvarlandı
kumların üzerine.
İnsan bunları okuyup öğrenince yüreği yanar,
boğazı düğümlenir, gözleri yaşarır, hınçla dolar ve
aklına türlü sorular gelir. Benim aklıma gelen sorulardan biri şudur: Böylesine vahşetlere imza atmış olan insanlar nasıl bir dünyadan çıkıp gelmiş olabilir? Yaşadıkları toplum nasıldı, hangi
koşullarda yetişmişlerdi? Nasıl bir ruh hali içindeydi bu kana susamışlar?
İşte okumakta olduğunuz yazının konusu
budur, kısaca şu soruyu yanıtlamaktır: 1492 yılında Amerika istikametinde, altın ve zenginlik
hırsıyla yola çıkan Kristof Kolomb döneminin
Avrupa’sı nasıl bir Avrupa idi?
Yararlandığım temel kaynak, “Güzel Batı”dan
bir yazarın, David E. Stannard’ın şu ünlü kitabıdır: Amerika’nın Soykırım Tarihi, (Çeviren: Şaban Bıyıklı), Gelenek Yayıncılık, İst., 2004, s.111
ve dev.
Sorumuzun yanıtı şu oluyor: Kristof
Kolomb’un yetiştiği Avrupa bir hastalık ve sefalet
dünyasıydı; her yerde soygun ve şiddet kol geziyordu, her yerde taassup ve yoksulluk, altın hırsı
hâkimdi.
I) HASTALIK VE SEFALET
Kristof Kolomb 3 Ağustos 1492’de Palos’tan
Atlantik’e doğru yola çıkarken, arkasında bıraktığı İspanya; halkının çoğu için bir şiddet, sefalet,
ihanet ve hoşgörüsüzlük ülkesiydi. Yalnız o mu,
Avrupa’nın diğer ülkeleri de öyleydi, onlar da
İspanya’dan hiç de farklı değildi.
Veba ve çiçek hastalığının salgınlar şeklinde
ortaya çıkışı; grip, kızamık, difteri, tifüs, tifo ve
başka hastalıkların olağan saldırıları ile birleşerek,
Avrupa kentlerini kasıp kavuruyor; oralarda yaşayanların on binlercesini tek bir seferde alıp götürüyordu.
Kıtlık ve hastalık bütün Avrupa’da çok yaygındı.
Refah uçurumları vardı insanlar arasında:
Zenginler yiyip içiyordu, hem de ifrat derecesinde. Geniş sofralarında tıkınırken, yüzlerce aç göz
de onları seyrediyordu. Nüfusun çoğunluğu açlıktan kırılıyordu. Kırsal bölgelerde insanlar kümesimsi, ilkel evlerinde kara ekmek ve kök yiyerek
yaşıyorlardı.
Yol kenarlarında durgun suyla dolu hendekler XV. Yüzyıl şehirlerinde -daha sonraki yüzyıllarda da- umumi lağım işlevini görüyordu. Geniş ve
derin çukurlarda yoksulların cesetleri yan yana,
üst üste istifleniyordu; bu çukurlar ancak tamamen dolunca kapatılıyordu. Bunlardan özellikle
çok sıcak, nemli mevsimlerde ve yağmurdan sonra yükselen koku çok iğrençti. Aramızdan bir insanın bu dönemin bir Avrupa şehrini ziyaret ettiğini düşünelim. Yalnız, insan ya da hayvan, açıkta
bırakılan ölülerin iğrenç koku ve görüntüsünden
değil, canlı olanların görüntü ve pis kokusundan
da tiksinir, nefret ederdi. O çağlarda Avrupalıların
çoğu, ömürleri boyunca bir kere bile yıkanmazdı. Körlük, sakatlık, kötürümlük, diş çürüklüğü,
süreğen mide hastalıkları, kötü nefes kokusu, çıban, uyuz, diğer cilt hastalıkları,… son derecede
yaygındı.
II) SOYGUN, ŞİDDET VE TAASSUP
XV.ve XVI. Yüzyıl Avrupa şehirleri birer hırsız
ve eşkıya yuvasıydı. Her türden tehlikeli ayaktakımı insanlar, kent ve köylerin asayişini sürekli
bozuyordu. Çoğu şehirde her köşe başında suç
işleniyordu. En çok görülen soygun tekniklerinden biri ağır bir kayayı ya da bir duvar taşını bir
pencereden kurbanın başına atmak ve ardından
parası ile diğer kıymetli eşyasını soymaktı. Kıtlık
yıllarında şehir ve kasabalar yiyecek ayaklanmalarına sahne oluyordu. 1524’de patlak veren Köylü
Savaşı’nda 100 000’den fazla insan ölmüştü.
İnceleme
5
6
İnceleme
Öte yandan, zenginlerin de kendilerine özgü
sorunları vardı. Onların da gözünü altın ve gümüş
hırsı bürümüştü. Dört yüzyıl önce başlayan Haçlı
Seferleri zengin Avrupalıların -ipek, baharat, pamuklu, parfüm, mücevherat, uyuşturucu gibi- egzotik ve lüks mallara büyük ödemeler yapmalarını
gerektiren maddî zevklere karşı iştahını kabartıyordu. Avrupalılar için altın bütün yönetimin güç
kaynağı, aklı ve ruhu, özü ve hayatı idi.
Yaygın şiddet bazen son derecede sapkınca
bir nitelik kazanıyordu. Günlük olaylardan olan
cadıların yakalanıp diri diri yakılmasına ek olarak,
1476’da Milan’da bir adam kudurmuş bir kalabalık tarafından parça parça edilmiş, koparılan organları -inanılacak gibi değil ama- kendisini parçalayanlar tarafından yenilmişti. Paris ve Lyon’da
Fransız Protestanlar koyun gibi boğazlanmış, türlü uzuvları sokaklarda alenen satılmıştı. Daha başka işkence ve yamyamlık patlamaları hiç de nadir
değildi.
Kristof Kolomb’un, deniz macerasına destek bulmak için bütün Avrupa’yı dolaştığı yıllar,
İspanya’da Engizisyon’un azdığı yıllardı. Bu ülkede ve Avrupa’nın herhangi bir yerinde kudretli
olanların gözünden düşenler, özellikle de Hıristiyan olmadıklarına inanılanlar; korkunç işkencelere maruz bırakılıyor, en ustalıklı yöntemlerle
darağacında, kazıkta ya da işkence sehpasında öldürülüyorlardı. Diğerleri ise eziliyor, kafaları kesiliyor, canlı canlı derileri yüzülüyor, asılıyor veya
bağırsakları çıkarılarak parçalanıyordu.
İngiltere’de ve bütün Avrupa’da nüfusun neredeyse üçte biri cadılıkla suçlanmıştı. Sevgiden
çok, nefret yaygındı. Bayram eğlencelerinden biri
10-15 kediyi canlı canlı yakmaktı.
III) YOKSULLUK VE ALTIN HIRSI
Kristof Kolomb’un yaşadığı Avrupa’da yoksullukun kol gezmediği yer yoktu. Evsiz fakirler
her kış kendilerini forsa olarak satlığa çıkarıyor,
daha şanssızları kış aylarında donarak ölüyorlardı.
Çocuk ölüm oranları çok yüksekti. Bakılamayan
on binlerce çocuk gübre yığınları üzerinde ya da
yol kenarlarındaki hendeklerde ölüme terk ediliyor, bir kısmı da köle olarak satılıyordu. XIV. ve XV.
yüzyıllarda yapılan köle ticaretinde köleleştirilen
yetişkinlerin yanı sıra Doğu Avrupalı, özellikle de
Romanyalı çocuklar revaçtaydı.
Anavatanı İtalya olan, Kristof Kolomb adlı eski
köle tüccarı ile onun tayfalarının, Ağustos 1492’de
İspanya’nın Palos limanından denize açılırken arkalarında bıraktığı Batı işte bundan ibaretti! Bu;
muazzam sayılarda insanın öldürüldüğü, geride
kalanların ise hastalıklardan kırıldığı bir dünya
idi. Çoğunlukla zenginlerden başka hiç kimsenin
karnının doymadığı, zenginlerin ise altın peşinde
koştuğu bir dünya idi.
SONUÇ
Gözlemlerimi yaptım, şimdi sıra bulgu ve yorumlarımda.
Bir genelleme ile Çirkin Avrupa’nın şu temel
karakterlerini belirleyebiliriz: Bâtıl inançlar, hukuksuzluk, acımasızlık, adaletsizlik, zenginlik
hırsı,…
Yorumlarım ise şunlar:
i) Çirkin Avrupa’dan bugün de elbette her
türlü cinayet beklenebilir. Nitekim gittikleri her
yerde bu karakterlerini ortaya koymuşlardır. Çünkü hukuksuzluk ve acımasızlık onların genlerine,
kültürlerine işlemiştir. İşte Vietnam, Afganistan ve
Irak’ta, Afrika’da yaptıkları, işte Türkiye’de PKK
cinayetlerine verdikleri destek. Bunlar geçmişteki marifetlerini hiç aratıyor mu? Dünyada bugün
neden açlık ve sefalet var, ölüm var? Çirkin Batı ve
dahilî bedhahlar yüzünden.
ii) Kristof Kolomb’un yaşadığı Avrupa insanda tiksinti uyandırıyor. Ancak bugünkü güçlü ve maddî refah içinde yüzen Batı da böyle
bir Avrupa’dan doğmuştur. Peki nasıl başardılar
bunu? İki önemli faktörü bir araya getirebildiler:
Bilimsel ilerleme ve sömürgecilik.
Bu, günümüzün yoksul Çevre ülkeleri, Türkiye için bir örnek olabilir mi? Evet olabilir, şöyle:
-Mürşit olarak bilimi alacağız.
-Batılı sömürgecilere ve onlarla işbirliği yapan
dahilî bedhahlara baş kaldıracağız.
Başka çıkar yol göremiyorum.
7
HAFIZ MAHMUT MAHİR KUŞÇULU
Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR
K
ayseri’nin Anadolu coğrafyasında
önemli bir yeri vardır. Selçuklu hükümdarları sefere buradan çıktıkları
için darü’l feth/fetih kapısı, birçok ilim adamı burada yetiştiği için makarr-ı ulema /âlimler beşiği
sıfatları verilmiştir.
Kayseri, kaybolanların dışında bugün ayakta
kalan sekiz adet medresesiyle önemli bir eğitim
merkezidir. Bu medreselerde nice değerli ilim
adamları görev almışlar ve yüzlerce, binlerce öğrencinin yetişmelerini sağlamışlardır.
Kayseri’de, özellikle dini eğitim ve öğretiminde önemli bir isim de Kurra Hafız Mahmut
Mahir Kuşçulu’dur. Din derslerinin kaldırıldığı,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şekillendiği dönemlerde bir küçük mescitte başlayıp büyük camilerde ve evinde talep eden gençlere yılmadan
Kur’an-ı Kerim öğreten, meşhur Taşcıoğlu Kur’an
Kursu’nun temelini atan, yüzlerce, binlerce hafızın yetişmesine sebep olan değerli bir hafızımızdır. Hayatı hakkında daha önce bir gazetede(1)
hayatı hakkında kısa bir araştırmamız yayınlanmıştı. Ancak zaman içerisinde yeni bilgilere ulaştıkça,
hayatı daha da aydınlandı.
Kuşçulu Mahmut Efendi adıyla yaygın şöhreti olan bu hocamızın esas namı ve adı: Hafız
Mahmut Mahir Kuşçulu’dur. 1287/1870 yılında
Kayseri’de doğmuştur.(2) Babası Kuşçulu-zâde
Süleyman Efendi, annesi ise yine Kayseri’li Pembe
Hanım’dır.
Tahminen 1890 yılında askere alınmış ve İstanbul Selimiye Kışlası’nda askerliğini yapmıştır.
(3) Dokuz yıla yakın İstanbul’da kalmışdır. Bu
arada meşihat imamı Hafız Aciz Efendi namıyla
anılan Hafız Mustafa Ragıp Efendi’nin tedrisinde
bulunmuştur. Burada pişmiş ve Kur’an-ı Kerim’e
vakıf bir sevdalı olarak Kayseri’ye dönmüş ve
Hacı Torunağazade Hacı Nuh Efendi’nin kızı Sâre
Hanım’la (1882–1960) evlenmiştir. Bu evlilikten
dört çocuğu olmuştur:1.Süleyman Kuşçulu (1319
/ 1901–1978), 2. Pembe Kızılçeç (1323/1905–
1986), 3. Gülsüm Özkök (1325/1907- 1975), 4.
Akhanım Karaçağlar
(1336/1917-).
Görevine
önce
öğretmen olarak başlamış, daha sonra da
Tutak Mescid’inde ve
Kayseri’nin ünlü camilerinde hem imamlık yapmış, hem de
Kur’an-ı Kerim öğretiminde görev almıştır.
1932 yılında emekli
olmuş ve daha sonra
da aynı hizmetlerine başka mekânlarda devam etmiştir.
1945 yılına kadar Kayseri’de kalmış ve aynı
yıl hastalanmıştır. İkinci defa ailesiyle birlikte
İstanbul’a gitmiştir. Burada 1368 / 01.01.01949
yılında ölmüştür. Kayseri Asrî Mezarlık’ta mezarı
olmasına rağmen, Edirnekapı Mezarlığı’na defn
edilmiştir.
Ölümü üzerine Hulusi Satoğlu on dört bentlik bir mersiye yazarak hocanın meziyetlerini anlatmıştır:
“Kıraat ilminin üstâdı külli
Eylemiştir terk-i âlemi fâni
Nice eş’ar-ı hakk kıldı tecelli
Ağlattı binlerce ehl-i imânı
.....................
Diye başlayan bu uzun mersiye:
Ne hacet vasf etmek böyle bir kulu
Yetişir kalbimiz firkatle dolu
Hakir bendeyim soyu Satoğlu
Haddim olmayarak yazdım destanı”
bendi ile mersiye sona ermektedir.
İlk tahsilini ve hafızlığını Kayseri’li Peşeker Hoca’dan almıştır.(4) Ayrıca birçok hocadan
da ders görmüş ve özellikle Arapça’sını ilerletmiştir. Daha sonra medrese tahsilini Melikgazi
Medresesi’nde görmüştür. Sözlü bilgilerden edindiğimize göre Hacı Torun, Küçük Hacı Hafız gibi
İnceleme
Reisü’ül Kurra:
İnceleme
8
zamanın önemli hocalarından da Kur’an-ı Kerim
talim etmiştir. Fakat askerlik hizmeti için gittiği İstanbul’da meşhur meşihat imamı Hafız Aciz
Efendi namıyla tanınan Hafız Mustafa Ragıp Efendi ile tanıştırılması hayatında bir dönüm noktası
olmuştur. Yetişmesinde ve manevi havayı teneffüsünde, olgunlaşmasında, hocaları içerisinde
herhalde Aciz Mustafa Efendi ( - )’nin ayrı bir
yeri vardır Tam dokuz yıl yazlı-kışlı süren tahsillerini müteakip, âşere(5), tahrip(6) ve kıraat(7)
ilimlerinden mezun olmuşlardır. Aciz Mustafa’nın
Arapça,tefsir ve hadis ilimlerindeki gücü Mahmut
M.Hoca’ya çok yansımıştır. Zaten bu hocasından;
Fatiha-ı Şerife’den başlayarak maharic-i hurufu öğrenmiş ve ayrıca aşara ile takrib okuyarak Kur’an’ı
hatmetmeyi başarmışdır.
Hilafe / Kayseri Medresesi’ne yapılmıştır. Bu medresedeki görevi, hazırlık sınıfının başöğretmenliği
idi. Ayrıca bütün sınıfların ulûm-ı diniye ve tertibü’lkıraat dersleri de kendisine verilmiştir Akşamları
da kendisine müracaat edenlere Kur’an-ı Kerim,
tecvit, muharic-i hurûf okutmuştur. Yine bir yazıdan anlıyoruz ki(10), Tacettin Mahallesi’nde Hacı
Kolağasıların evinin selamlığında açılan erkek
ilkokulu olan Fevziye Mektebi’nde de başöğretmenlik yapmıştır. Aynı okulda Mustafa Zamantılı,
Halis Zeki Çivicioğlu, Yahya Palamutoğlu da öğretmenlik yapmışlardır. 1914’de İdare-i Hususiye-i
Vilayet Kanunu / İl Özel İdare Kanunu uygulandığında idadiler, darü’l-muallimatlar, iptidaiyeler
mâlî yapıları, illerin özel idare bütçelerine bırakılmıştır.
İlk görevine İstanbul’da kaldığı sırada Süleymaniye Camii’nde. arzu edenlere ilm-i kıraat
öğreterek başlamıştır. Daha sonra Kayseri’ye geldiklerinde 23.10.1317/1900–01 Kayseri İdadisinde açık bulunan mubassır(8) kadrosuna, imtihanı kazanarak atanmıştır.(9) Bu kadroda çalıştığı
süre içerisinde zaman zaman ulûm-ı diniye der-
1332/1916’da Belediye Başkanı(11) İmamzâde Mehmet Bey zamanında yoksullara yardım etmek amacıyla(12) Kayseri Muin-i Fukara
Cemiyeti(13) kurulmuştu. Bu cemiyet aynı zamanda eğitime de önem vermiş ve hafız yetiştirmek
amacıyla Darü’l-Huffaz Mektebi’ni(14) açmıştır.
Mahmut M. Hoca da bir taraftan medresedeki görevini yaparken, diğer yandan da bu okulda görev
almış ve uzun süre devam etmiştir. Burada birçok
hafız yetiştirmiştir. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat
Kanunu (Eğitimde Birlik Kanunu) çıkınca birçok
okul kapatılmıştır. Kapatılan okullar arasında bu
okul da vardır. 04.06.1335/1919’da öğretmenliği
son bulmuş fakat hafızlık okulundaki görevine devam etmiştir. Hoca bu görevine devam ederken
akşamları da evinin yakınındaki Tutak Mescidi’nde
hafız yetiştirmeye devam etmiştir. Bu görevi esnasında Kur’an-ı Kerim’e hâkimiyeti ve okumadaki
mahareti, sesinin güzelliği, vakarlı hali dolayısıyla Kayseri Müftülüğünce açılan Kur’an Kursu’nda
görev almıştır. 1932’de öğretmenlik ve imamhatiplik görevlerini birleştirerek, emekli olmuştur. Emekli olduktan sonra da bu görevini devam
ettirmiş, birinci imam-hatip olarak 21 yıl Hunat
Hatun Camii’nde çalışmıştır.
sine de girdiği anlaşılıyor.1321/I903 tarihli Maarif
Salnamesi’nde bu kadroda Hafız Hilmi Efendi görülüyor.
Yazmış olduğu biyografisinde bu görevde
1330 / 1911 yılına kadar kaldığı görülüyor. O halde bu görevi daha sonra Kayseri İdadisi’nin ikinci katı yapılınca Hafız Hilmi ile beraber devam
ettirmişlerdir, diyebiliriz. Aynı zamanda o günün
şartlarında öğretmen az olduğu için hoca iki gün
Ahmet Paşa ile Terakki Mekteplerinde; bir gün de
Darü’l-İrfan Mektebi’nde 100 krş. Maaşla görev
yapmıştır. Bu okullardaki hizmeti on iki yılı bulmaktadır.
01.09.1331/1915–16 yılında nakli Darü’l-
1940 yılından itibaren İmam-hatiplik görevi yanında; boş zamanlarında da Hunat Hatun
Medresesi’ndeki Matbah Emini Hacı Halil Efendi
Kütüphanesi’nde hem hafız yetiştirmeye, hem de
aşere, takrip ilimlerini okutmaya devam etmiştir.
Kendisi bir vesile ile başlangıçtan 1945 yılına kadar devam eden Kur’an-ı Kerim öğretmenliğinde
”…benden talim-i Kur’an edenler ve hıfzını ikmal edenler yedi bini geçti ve sekiz bine yaklaştı.” demiştir.(15) 1941-45 yılları arasında da Ulu
Camii’de görevlendirilmiştir.
9
Sadece Kayseri’de değil İstanbul, Ankara gibi
önemli şehirlerimizde de önemli hafızlarımızın
yetişmesine sebep olan hocanın tedrisinden geçen ve Kayseri’nin dini hayatına imzasını atmış
ulemadan: Ahmet Leblebici, Ahmet Sade, Amaratlı
Mehmet Karaca ve Bilâl, Esat Geredeli, Hacı Seyit, Hacı Zühtü, İzzet Hafız, Koccağızlı Eyup Hafız,
Muharrem Keçeci, Mustafa Şerbetçioğlu, Müftü
Mehmet Balcı, Recep Akyüz, Recep Özbakır, Yahya Mutlu(16) binlerce yetiştirdiği öğrencilerden
bazılarıdır. Bunlar yanında ayrıca İstanbul Beyazıt
Camii İmamı ve reisü’l-kurrası Hacı Abdurrahman
Gürses ile Ankara Hacı Bayram Camii imamı Zekai Sarsılmaz,1940’lardan sonra Hasbekli Mümin
Akan, Hasan Bulduk, Mehmet Kılıç da hocanın yetiştirdiği değerli hocalardandır.(17)
Bunlardan Hacı Seyit ve Hacı Mustafa Şerbetçioğlu, Hoca İstanbul’a gittiğinde Kur’an öğretiminde görev almışlardır.(18) Ayrıca Hoca’nın talimatıyla Hacı Mümin Akan Hoca Mahmut Mahir
Kuşçulu’nun yerine geçmiş ve Taşcıoğlu Ömer
Efendi’nin vakfettiği binaya geçinceye kadar Hunat
Camii’nde hem imam-hatiplik ve hem de Kur’an-ı
Kerim öğreticiliğini beraber yürütmüştür.(19)
Bugün çoğu ahrete göçen öğrencilerinden
gelen bilgiler; hocanın son derece ciddi ve ilkeli bir kişiliğe sahip olduğunu gösteriyor. Sadece
Kur’an-ı Kerim’i okurken değil, hutbelerinde ve
konuşmalarında da sanki Kur’an-ı Kerim’i okur ve
konuşur gibi davrandığı dillerdedir. Şu küçük fıkra O’nun bu özelliğini çok güzel anlatır:
Hoca Efendi bir gün bir satıcıdan kabak satın
almak ister ve Kur’an-ı Kerim mahreciyle satıcıya
sorar:
- Evladım! Kabağın kilosu kaç kuruş?
- 5 kuruş.
- O zaman bir kilo kabak verir misin?
Böyle bir konuşmaya herhalde alışık olmayan
satıcı, bir yandan kabağı tartarken bir yandan da:
- Yahu, Hoca Efendi, kabağın kilosu kaç lira
dosdoğru diye sorsan olmaz mı? deyince Hoca
Efendi aynı vakur haliyle:
- Evladım, ben beş kuruşluk kabağın için kıra-
tımı bozamam, demiş.
Kayseri Hafızları içerisinde seçkin bir yeri
olan Mahmut Kuşçulu ciddi bir eğitimci ve öğretmendir. Yetiştirdiği binlerce öğrenci ve Kur’an-ı
Kerim’i en dar ve zor zamanda büyük bir sabırla
fakat şevkle ve vukûfla ezberlettiği İslam bülbülü
hafızlar bunun en güzel şahidirler.
Kütüphanelerde, konaklarda, mescitlerde, camilerde, okullarda ve evinde her yaştaki insanımızın eğitiminde ve bilhassa Kur’an-ı Kerim’i usulüyle okuyan hafızlarımızın yetişmesinde, Taşçıoğlu
Hafız Kursu’nun kurulmasına ölümüne çalışan;
bazı sosyal cemiyetlerde görev alarak insanımıza
hizmet sunan ve hizmet zevkini aşılamaya çalışan
Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu Kayseri din eğitimi
ve öğretiminde rahmetle anılacaktır.
Acaba bir caddeye, bir parka adının verilmesini hak etmedi mi?
DİPNOTLAR
1.Kayseri Hakimiyet Gaz.,1999
2.Halen hayatta olan kızı Akhanım’dan aldığım bilgiler. Ayrıca 28.09.1999 tarihinde Melikgazi Nüfus Müdürlüğü’nden
aldığımız nüfus kaydı. M.Zeki Koçer, Kayseri Uleması, İstanbul 1972,s.90. doğum tarihi yanlış olarak 1285 /1868
gösterilmiştir.
3. Koçer, age,90
4. Koçer, age,89
5. Aşere: Hz.Peygamberimizin Cennetlik olduklarını belirttiği on kişi
6. Takrip: Tahmin, yolunu bulma.
7. Kıraat: Okuma
8. Mubassır: Okullarda düzeni sağlayan yardımcı hizmetli
9. Sal-nâme-i
1900,s.965
Nezaret-i Maarif-i Umumiye,1317 /1899-
10. Abdulkadir Zamantılı, Hafız Mahmut, Erciyes Derg.,
1989. 6-7.
11. İmam-zâde Mehmet Bey’in görevi 1909–1914 tarihleri
arasındadır.
12. Necmettin Çalışkan, Günümüze Kayseri Belediyesi, Kayseri 1995, s.53
13. Bu cemiyet Zeki Karakimseli ve Nafiz Soysal’a ait bir
evde açılmıştı. Başkanı İmam-zâde Mehmet Bey, üyeliklerine ise: Hacı Zühtü Efendi, H.İbrahim Kahvecioğlu Efendi ve
Aşıroğlu’nun Burhan getirilmişlerdir.
14. Bu okul 1924 yılında çıkan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na
kadar devam etmiştir. Kadrosunda 4 öğretmen, 2 hademe
bulunmuş ve geçen süre içerisinde 450 hafız yetişmiştir. Taşçıoğlu Hafız Okulu’nun temelini bu okul teşkil etmiştir.
15. Bozdoğan, Hasbekli Hafız Mümin Hoca ve Taşçıoğlu Hafız Okulu, Kayseri 1998, s.59
16. Bozdoğan,age.,61.
17. Bozdoğan, age,62
18. Bozdoğan, age,62
19. Bozdoğan,age.,61
İnceleme
Tahminen 1945 yılında yorgun düşmüş ve
resmi hayattan çekilmiştir. Fakat bütün ömrünü
Kur’an-ı Kerim’i öğretmeye adamış olan Kuşçulu
Hoca ölümüne kadar Kur’an-ı Kerim öğretmeye
ve hafız yetiştirmeye gayret göstermiştir.1946’da
ikinci defa İstanbul’a gelmiş ve İstanbul ulemâsı
tarafından Reisü’ül Kurra Kürsüsü’ne oturtulmuştur. Ölümüne kadar da bu kürsüde kalmıştır.
İnceleme
10
İSTİKLÂL MARŞINA SAYGI
ATA KÜLTÜRÜMÜZDÜR
Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: [email protected]
Bağımsız devlet olmanın Türk ve İslâm tarihinde göstergeleri, o devlet
adına para basılması, cuma namazı hutbelerinde devlet başkanının adının
anılması, kendine mahsus bayrağının olması, millî marşının
söylenmesi, devlet başkanının hil’at (kaftan) giymesi… gibi şartlardır.
Türk tarihinde istiklâl marşının karşılığı bir ölçüde nevbet vurmaktır.
Nevbet, Müslüman Türk devletlerinde merkezî yönetimin koruyuculuğu
altında yapılan bir müzik türüdür.
H
er toplumun kültüründe atalarının emekleri ve uygulamaları vardır. Biz kendimizi
doğar doğmaz bir dil, bir inanç sistemi,
toplumu düzene sokan kanunlar, töreler, ahlâk ilkeleri…
içinde buluruz. Tarihimiz, masallarımız, ninnilerimiz,
destanlarımız kültürümüzün kaynaklarıdır. Millî kültür,
millet ve devlet olmayı, birlikte yaşamayı sağlayan en
kuvvetli elemandır. Şartlara, imkânlara göre değişikliklere uğrarsa da özü kaybolmadığı zaman toplumun millî
kimliği devam eder.
Türk millî kültüründe sosyal yapımızı perçinleştiren ve atalarımızdan bizlere miras olarak geçen kutsallarımız vardır. Atalarımız tam istiklâle (bağımsızlığa),
halkının yaşayacağı ülke’ye (vatana), bu ülke üzerinde
müşterek töre ile uyum içinde yaşayan halka, halk tarafından meşru ve karizmatik niteliklere (gök’ün oğlu)
sahip olduğu, Tanrı’nın kutsadığı ve töreye göre halkı
yönettiği kabul edilen hükümdar’a önem verirlerdi. Tam
bağımsızlık ile ilgili semboller ve törenlerden birkaçını
hatırlatmak istiyorum. Devlet olabilmenin en önemli şartlarından birisi “siyasî bakımdan müstakil (yani bağımsız),
muntazam (düzenli) teşkilâtlı millet olmaktır.
Bağımsız devlet olmanın Türk ve İslâm tarihinde
göstergeleri, o devlet adına para basılması, cuma namazı
hutbelerinde devlet başkanının adının anılması, kendine
mahsus bayrağının olması, millî marşının söylenmesi,
devlet başkanının hil’at (kaftan) giymesi… gibi şartlardır. Türk tarihinde istiklâl marşının karşılığı bir ölçüde
nevbet vurmaktır. Nevbet, Müslüman Türk devletlerinde
merkezî yönetimin koruyuculuğu altında yapılan bir müzik türüdür. Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Kültür
Tarihi adlı (Ankara 1990, 263) kitabında şöyle bir açıklama yapar:
“İslâmî devlet anlayışında nevbet aynı zamanda
bir bağımsızlık simgesi olarak da değer kazanmıştır. Bağımsız olan veya bağımsızlığını ilân eden hükümdarların hutbelerde kendi adını söyletmesi, para basması gibi
yapması zorunlu sayılan davranışlar yanında kapısında
nevbet vurdurması da gerekli sayılmıştır.”
Prof. Dr. Osman Turan’ın verdiği bilgilere göre
Selçuklu Sultanlarından Mehmet Tapar’ın 5 nevbet çaldırarak saltanatını ilân ettiğini, Sultan Melikşah’ın oğlu
Mahmud’u tahta çıkartanların ona da 5 nevbet vurdurup
Bağdat’ta hutbe okuttuklarını (Bkz: Selçuklu Tarihi ve
Türk-İslâm Medeniyeti, İst. 1969, 180, 186, 200) anlıyoruz. Bu töre Türklerde Hunlar ve Göktürklerden beri bir
egemenlik belirtisi, işareti olarak benimsenmiş ve bu gelenek Selçuklulara ve Osmanlılara kadar devam etmiştir
(Bkz: Abdülkerim Özaydın, “Nevbet”, TDVİA, XXXIII,
38-41) Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’den itibaren saray ve
ordugâhlarda, namaz vakitlerinde günde beş defa nevbet
çaldırılmıştır. Selçuklu sultanlarına bağlı emir ve meliklerin de sabah, akşam, yatsı namaz vakitlerinde nevbet
çalmalarına izin verilmiştir.
Osmanlı döneminde, normal zamanlarda mehterhane tarafından her gün bir defa ikindi namazı sırasında
nevbet çalınırdı. Bunun yanında Padişah’ın cülûsunda
(yani tahta geçişinde), kılıç alaylarında, zafer haberi
geldiğinde, düğünlerde sarayda nevbet çalınırda. Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı adlı kitabında anlatıldığına göre: (Sefere harekette ve
harp esnasında Padişah Mehterhanesi saltanat sancaklarının altında durup çalınırdı. Sefere gidilirken konak
yerlerinde ikindi divanı akd edilip ikindi ezanı okunduktan sonra Otağ-ı Hümayûn önünde nevbet vurulur ve bu
esnada çavuşlar bir tarafta ve kapıcılar diğer tarafta saf
tutup dururlar, nevbet sona erince dua okunup selamlayıp çekilirlerdi. Nevbet esnasında Otağ-ı Hümayûn perdeleri açılırdı” (Bkz: M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1971, II, 683-685) Osmanlı
Devleti’nin kurucusu olarak bilinen Osman Gazi’nin ilk
uygulaması hakkında Osmanlı Tarihi’nin önemli kaynaklarından biri olan Mehmet Neşrî’nin Neşrî Tarihi
(Yay.M.A. Köymen, Ankara 1983, I, 55 vd) adlı eserinde
şöyle anlatılır:
“Osman Gazi divan
mensuplarını, âyân erkânını
süsledi, sultanlık divanını
tertip etti. Anası Osman
Gazi’yi Saygı İçin Ayak
Üzeri Durdurdu. O, Nevbet vuruluncaya kadar ayakta durdu. Şahlık kaidesi ve
emirlik gereğince Nevbet-i
Osmanî vuruldu… Sefere çıkmak için her nevbet
vurulduğunda padişahlar
ayağa kalkarak, güya “Sefere çıkış vakti geldi, şimdiden sonra oturmak caiz
değildir, seferde oldukları
müddetçe sabah ve akşam
nevbet vurulsun” diye ima
ederlerdi. Padişah ve devlet
erkânı “Nevbet vurulması
tamamlanıncaya kadar
ayakta dururlarda…”
Görüldüğü
gibi
bir çeşit çağdaş devletlerin İstiklâl Marşı’na özdeş olan bir askeri musikî
(daha sonraları mehter
takımı ve musikisi adını
alacaktır) bağımsız simgesi
olarak kabul edilmiştir. Bu
mehter musikisi ve mehterhane örneği batılılarca
taklit edilerek askeri bando
oluşturulmuştur (Bak: Halil
İnalcık – G.Renda, Osmanlı Uygarlığı, Ankara 2004,
II, 1067).
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra bu ata geleneği yerine
getirilmiş 1921 yılında Türk İstiklâl Marşı Büyük Millet Meclisi’nde Hamdullah Suphi Tanrıöven tarafından
okunmuş ve okunurken Gazi Mustafa Kemal Paşa sıraların önünde ayakta dinlemiş ve alkışlamıştır (Bkz.: H.B.
Çantay, Akifname, İst. 1966, İst. 1966, 73).
Günümüzde bu ata yadigarı geleneği İstiklâl Marşı
Okunurken oturmak, yürümek, saygısızca davranışlarda bulunmak cüretini gösterenler töreye, tarihe ihanet
etmekle kalmıyorlar Yüce Tanrı’nın “… size kalkın denildiği zaman kalkın…” emrine (Mücadele Suresi/11) de
uymuyorlar. Gençlerimize bayrak, vatan, millet, devlet
din sevgi ve kültürü yanında İstiklâl Marşının da önemini
kavratalım. Onu saygıyla ayakta okuyalım ve dinleyelim.
İnceleme
11
İnceleme
12
HOMOJEN BİR
ERMENİSTAN İÇİN
KAÇ TÜRK ÖLDÜRÜLDÜ?
D
evletlerin kuruluşu, tarihin en dikkate değer konularından biridir. Hangi devlet bir
ülkünün, hangi devlet dinî bir hareketin,
hangi devlet askeri başarıların sonucunda doğmuştur ve
hangi aşamalardan geçerek bugüne ulaşmıştır? Bu soruların doğru yanıtı, ancak tarihin kanıtı olan belgelerdedir.
Bu belgeler bize ispatlıyor ki Ermenistan, Hınçak
ve Taşnaksutyun adlı terör örgütlerinin kurduğu bir haydut devlettir. Bu tanım doğru olmakla beraber eksiktir
de. Çünkü bir de “Ermeni yaygarası” denilen olay var.
Şöyle ki, Ermeni komitacıları kendilerine katılmayan
herkesi, hatta kendi ırk ve dinlerinden insanları öldürüyor ve Batı’nın dikkatini çekmek için suçu Osmanlı’ya
atıyorlardı. “Hem suçlu, hem güçlü” deriz ya. Propagandayı çok iyi biliyorlardı. Bu sayede, Batılı devletleri aldatmayı başardılar ve onları ustaca kullandılar. Türk ve
Müslüman düşmanlığı, batılıların gözlerini öylesine kör
etmişti ki gerçeği görmeleri mümkün olamadı. Gerçekler
gün yüzüne çıkınca, dünya şartları değişmişti ve bu defa
da emperyalist devletler, kendi çıkarları doğrultusunda
Ermenileri kullanmaya başladılar.
Ermeniler, Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya’da
yaşıyor olmakla beraber, hiçbir yerde çoğunluk değildiler.
Nüfus yoğunluğunu Müslüman Türkler oluşturuyordu.
Bugünkü Ermenistan toprakları, 150 yıl önce Türk
ve Müslüman topraklarıydı. Bugün Ermenistan’da bir tek
Türk yaşamıyor. Acaba neden? Çünkü öldürülmüş ve sürülmüşlerdir.
Türkler için bir trajedi olan olaylar şöyle başlıyor:
1828 yılında Ruslar, emperyalist emelleri olan bir devlettir ve Güney Kafkasya’da üs olarak kullanacakları bir yer
oluşturmak istemektedirler. Ermeniler, bu amaç için ideal
bir toplumdur. Çünkü devlete ve vatana ihtiyaçları vardır.
Ruslar da Ermenilere bunu vaat ederler. Bu mutabakat
üzerine Güney Kafkasya’da büyük nüfus kaydırmaları başlar. Araştırmacı yazar Hüseyin Adıgüzel, Ermeni
Sorunu’nun başlangıcını böyle anlatmaktadır.
Yine Hüseyin Adıgüzel, Rusya’nın İran elçisi
Griboyadev’den şu cümleleri nakletmektedir: “1830–
1929 tarihleri arasında Erivan bölgesine İran’dan 40
bin, Türkiye’den 84 bin Ermeni getirilerek yerleştirildi.”
Amiral Bristol da günlüğüne şunları yazmıştır:
Mustafa ÖZTÜRK
“Korumasız köyler önceden bombalanır, sonra zaptedilir, kaçamamış köy sakinleri vahşice öldürülür, köy
yağmalanır, bütün mal ve para götürülür, sonra ise
yakılırdı. Bütün bunlar Müslümansız (Türksüz) bir
Ermenistan için sistemli olarak yapılırdı.”
Ermeni çetelerinin Van’da, Erzincan’da Kars’ta,
Çukurova’da yaptıkları katliamlar öylesine vahşicedir ki
bunları okumaya bile yürek dayanmıyor.
Van’da görev yapan süvari çavuşu Osman’ın eşi
Nigar, başına gelenleri ve gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Asker çekilirken, Kurubaş köyünde sıkıştık. Ermeniler çevirdiler. Şehir içindeki Amerikan Misyoner
Hastanesi’ne doluştuk. Saatler geçti. Çok sayıda aile
geldi. Adam başına birer somun verildi. Akşamları da
yahni çorbası veriliyordu. Verilen somunları yiyenlerin saçları dökülmeye başladı. Kanlı ishal suları aktı.
Ölenlerin cesetleri şişti. Beş çocuğumdan dördü bu
şekilde öldü. Orada iki ay kadar kaldık. 8 bin kişiden
ancak 150 kadarı kurtulabildi. Sonra bizi Hacı Ziya
Bey’in evine doldurdular. Yedi yaşından yukarı çocuklar, Ermeni gençlerinin tecavüzüne uğrayarak öldürüldü. Geceleri Rus Kazak askerleri ve Ermeniler
gelir, genç kız ve kadınları seçer götürürdü. Sabahları
bunların pek azı geri gelirdi. Bizi dışarı çıkarır, vefat
eden cenazelerin mahrem yerlerine gözümüzün önündü taş ile kazık çakar, sonra da kuyulara doldururlardı. Yapılanlara fazladan örnek vermek ar ve hayâya
sığmaz”(Cezmi Yurtsever, Anaların Gözyaşları, Çukurova Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2005.)
Ermeni sorunuyla ilgili araştırmalarıyla tanıdığımız Cezmi Yurtsever, Osmanlı Arşiv Araştırmaları topluluğunun yıllar süren çalışmalarının sonunda ulaştıkları
önemli bir bilgiyi, “Anaların Gözyaşları” adlı eseriyle
Türk halkına duyurmuştur. Belgelerin taranması üzerine
ulaşılan sonuç şudur: Ermeni komitacıları, 1914–1921
yılları arasında, Anadolu’da 518 bin Türk’ü öldürmüşler. Değişik tarihlerde Kafkasya’da öldürülenleri de
hesaba katarsak, bu sayı milyonu aşacaktır. Yurdundan
yuvasından uzaklaştırılıp sürgün edilen Türkler bu sayıya
dâhil değildir.
1849 yılında Rus çarının fermanı ile Özerk Erivan
Bölgesi tesis edilir. Bu yıldan itibaren, Türkler, sistemli
olarak buradan çıkarılır, yerlerine Ermeniler yerleştirilir.
Amaç, Türksüz bir Ermenistan kurmaktır. Bunu da maa-
13
Türklere uygulanan etnik temizliği kanıtlamak için
elimizde yeteri kadar delil ve vesika mevcuttur. Toplu
mezarlardan başka, Rus ve İngiliz belgeleri de gerçekleri aksettiriyor. 1917 Rus Devrimi’nden sonra Osmanlı
Devleti’ne karşı yapılan gizli antlaşmalar dünyaya nasıl
açıklanmış ise, Hınçak ve Taşnak çetelerinin Rusya destekli katliamları da açıklanmıştır. Bunların yanında bazı
Ermeni tarihçileri de Türk soykırımını görmezden gelmemişlerdir. Bunlardan A.A. Lalayan, şunları söylemiştir:
“Ermeniler tarafından Azerbaycanlıların katledilmesi, etnik temizliğe tabi tutulması önceden planlanmış
kilise-devlet politikasıydı. Bu politika sadece Azerbaycan topraklarıyla sınırlı kalmamıştır. Bu yüzden
Ermenistan’da Taşnak hükümeti’nin otuz aylık iktidarı döneminde (1918–1920), Ermenistan arazisinde
yaşayan Azerbaycan Türklerinin yüzde altmışının
katledilmesine kimsenin şaşmaması gerekir.”
Sovyetler, çoğu zaman, Rus Çarlığı’nın politikalarını sürdürmüşlerdir. Özellikle Türklere uygulanan yok
etme politikası, hiç değişmemiştir. Hüseyin Adıgüzel,
“Ermenistan’da Niye Tek Bir Tane Bile Türk Yok?”
başlıklı makalesinde: “SSCB Politbürosu 23 Aralık
1947 tarih ve 00902 sayılı bir karar aldı. Bu karar gereği, Ermenistan denilen yapay ülkede yaşayan Azerbaycan Türkleri yerlerinden, yurtlarından zorla göç
ettirildi. Gitmek istemeyen, direnmeye çalışan 476
Azerbaycan köyü yerle bir edildi, binlerce insan öldürüldü, binlerce insan zorla topraklarından sürüldü.”
demektedir.
Hüseyin Adıgüzel, söz konusu makalesinde, Ermeni ve Rus kaynaklarına dayanarak, 1897–2008 tarihleri
arasında Ermenistan’daki Türk nüfusunun sistemli bir şekilde nasıl azaltıldığını gözler önüne seriyor ve soruyor:
“1926 yılında Ermenistan’da 575 bin olan Türk nüfusun bugün en az 1 milyon 500 bin olması gerekirdi.
Hâlbuki bugün Ermenistan’da hiç Türk yaşamamaktadır. Peki, bu 1 milyon 500 bin Türk’e ne oldu?”
Özerk Erivan Ermeni Bölgesi’nde ilk nüfus sayımı
1827’de yapılmış. Aşağıdaki tabloda o günden bu güne
Türk nüfusun azalıp yok edilişi görülecektir:
Yıl
Türk nüfus Ermeni nüfus
Toplam nüfus
1897
313 178
500 000
829 550
1926
575 000
795 000
1 510 000
1960
107 700
1 301 000
1 501 600
1990
155 000
2 101 752
2 300 000
2001
5 568
2 963 000
2 969 555
2008
-----
3 000 000
3 000 000
İnceleme
lesef, Türk kanı içe içe başarmışlardır.
Hınçak ve Taşnak örgütleri tarihe karıştıktan sonra, Ermeni Terörü Asala ile devam etti. Demek ki Ermeniler terörsüz yapamıyor. 40’ın üzerinde Türk diplomatını
şehit ettiler, PKK ile ortak eylemlere imza attılar.
“Demokrasi ve insan hakları” söylemlerinin ayyuka çıktığı çağımızda Ermeni vahşeti durmadı. 1992’de
Hocalı’da devam etti. Çoğu çocuk ve kadın 653 Azeri
Türkü’nü katlettiler. Karabağ’ın işgali üzerine yurtlarını
terk edip Azerbaycan’a sığınan 1 milyon Türk ise çadır
ve vagonlarda yaşıyor.
Bütün bu tarihi gerçeklere rağmen, Ermeniler masum sayılıyor ve biz Türkler soykırım yapmakla suçlanıyoruz. Bu bir haksızlık… Bu haksızlığı, iftirayı ortadan
kaldırmak için her Türk evladına, her Türk tarihçisine
önemli görevler düşüyor. Bulduğumuz yeni belgeleri iftiracıların suratlarına fırlatmalıyız. Ulaşılacak daha çok
belge var.
Milletimizin hak ve hukukunu koruyabilmek için
güçlü ve donanımlı olmaya mecburuz. Güçsüz kalıp dışarıdan yardım bekleyen milletlerin sonu, hep hüsran olmuştur.
Bugünkü Türkiye, yüzde yüz haklı olduğu Kıbrıs
ve Ermeni sorunlarında dahi tezlerini anlatamıyor, sözünü dinletemiyor. Çünkü haklı olması yetmiyor, güçlü olması da gerekiyor.
Güçten anladığım ise şudur: Ülkü ve projesi olan
ulusal-millî devlet, bu ülkü ve projelere inanmış bir millet, canlı bir millî kültür, sınırsız ilmi faaliyet, ileri teknoloji, güçlü bir ordu, millî gelirin adil paylaşımı…
Gazetelerden öğrendik ki Türkiye’nin Belçika
Büyükelçisi Fuat Tanlay, AB nezdindeki Türkiye Daimi Temsilcisi Büyükelçi Volkan Bozkır ve Nato Daimi Temsilcisi Tacan İldem, 21 Eylül’de Ermenistan’ın
Brüksel’deki “Bağımsızlık Günü”ne katılmışlar. Bu zatların görevi, Türkiye’den toprak talep eden düşman bir
devletin Türk kanı üzerinde yükselen bağımsızlığını kutlamak mı, yoksa Türkiye’ye yapılan soykırım iddiaları
gibi iftiraları engellemek mi? Bu baylar Türkiye’nin gücü
değil, zaafıdır. Bu yüzden, geleceğin güçlü Türkiye’sinde
yerleri de olmayacaktır.
İnceleme
14
Ekonomik Krizler (1)
Mustafa Aykut AKŞİT
Battılar mı batırıldılar mı?
Kapitalist ekonomi anlayışının temelini para gücü ve
kâr kavramları oluşturur. Bu sistem ile ekonomilerini sürdürmeyi kabul eden ülkeler arasında ortak bir para birimi
kullanılır. Dış ticaret ve uluslar arası işlemlerde geçerli olan,
bu paradır. Bu gün bu para birimi, Amerikan doları’dır. Avrupa Birliği ülkeleri kendi aralarında kurdukları para birliğini Euro (Avro) etrafında birleştirmişlerdir. Ticaretlerinin
büyük kısmını euro ile yapmaktadırlar. Ancak, doların bu
ülkeler üzerindeki egemenliği sürmektedir. Dünya Bankası, IMF ve borsalar, dolar üzerinden işlem yapmaya devam
etmektedir.
Şimdi büyük bir parasal kriz patlamış, hastalık gibi
yayılmıştır. Söylenenlere bakılırsa dünyanın en büyük şirketleri sallanmakta, ülkelerin ekonomi planlamaları alt üst
olmakta, uluslar arası ticaret dengeleri bozulmakta, finans
kuruluşları günlük işlemlerini yapmakta zorlanmaktadır.
Tüm borsalar bir anda on basamak düşüp bir kaç gün sonra da yükselmekte adeta kalp krizi geçirmektedir. Bu krizin
Amerika tarihine “Kara Eylül” adı ile geçen, 1928 yılında
başlayıp 1930 yılında durdurulduğu iddia edilen ekonomik
krizden daha büyük olduğu açıkça söylenmektedir.
Avrupa Birliği ülkeleri çare olarak kapitalist sistemde
yeni bir yapılanma önermiştir. Bu yapılanmanın nasıl olacağına dair kesin bir açıklama da bu ana kadar yapılmamıştır.
Onlar düşüne dursun, biz birkaç yıl geriden başlayarak dikkatimizi çeken önemli olaylar ve para hareketlerini gözden
geçirelim:
Çin ekonomisinin hızlı büyümesi ve dünya piyasalarındaki payının giderek artması zaten dikkatleri çekiyor ve
durdurmak için çareler aranıyordu. SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan boşluğu Amerikan sermayesi hızla
doldurmuş, askeri olarak Varşova Paktı çökmüş, bağımsızlık
ilanları ile eski Sovyet pazarı parçalanmış, “Turuncu devrim” adındaki batı yanlısı hükümetlerin işbaşına gelmesi ile
sonuçlanan yeni bir süreç yaşanmıştı. Bir süre bocalayan
Rusya umulandan daha kısa sürede toparlanmış; siyasi ve
ekonomik güç gösterilerine başlamıştı.
Irak’ın ABD orduları tarafından işgalinden sonra
“pazar paylaşma” ve Irak’ın harap edilmesinden doğan iş
alanlarından pay kapma yarışına girildi. Irak’ın işgal edilmesinden bir süre sonra petrol fiyatları hızla yükselmeye
başladı. Geçen yüzyıl dâhil tüm zamanların en yüksek satış
rakamlarına ulaşıldı. Petrole bağımlı ülkeler kaybetti, petrol
tacirleri astronomik kârlar edindiler. Bunların başında Exsson, Shell, Texsako gibi şirketler gelmektedir.
Son beş yılda, ahtapot gibi tüm dünyaya kollarını
salmış bulunan Amerikan bankaları- kredi veren bankalarekonomik anlamıyla önce durgunluğa girmiş daha sonra
sallanmaya başlamışlardı. Zeroks gibi büyük şirketler el değiştirmiş, bazıları batmıştı. Batma tehlikesi içinde bulunan
şirketlerin en ünlüsü Morgage – verdiği konut kredilerinin
geri dönüşünü sağlayamayınca- tam bir krize girmiş, çökme
süreci başlamıştı. Birçok banka tüm dünyada aynı durumdaydı. Beş aydır dünya kamuoyundan gizlenen bu durum
aniden patladı. Ekonomik kriz dalga dalga yayıldı. Borsalar
çöktü. Şirketlerin hisse senetleri tabana vurdu. Mercedes,
BMW, Ford gibi şirketler üretimi yavaşlattı. İşten çıkarmalar başladı. Halen sürüyor.
Kapitalist batı dünyasının en büyüklerini oluşturan
G- 9 ülkeleri acil toplantılar yaparak batan bankaları kurtarma operasyonları başlattılar. Bu tavır serbest rekabeti savunan Neo Liberalizm’in çökmesi anlamına geliyordu. Devletçi ve korumacı anlayışa dönülüyor olması “serbest piyasa
ekonomisi” adı verilen sistemin savunucularını panikletti.
ABD’nin batan bankalara el koymasını Keynesci uygulamaya ciddi şekilde geri dönüldüğünü sandılar. Ekonomik
sistemin özü paradır. Krizler herkesi çökertmez. Kazanan
taraf vardır kaybeden taraf vardır. Örneğin, şişirilmiş petrol fiyatlarından kim vurgunu vurdu? Vurgun paraları hangi
ülke bankalarına gitti?
İnce ayar verilmiş bu parasal krizden hangi şirketler
kârlarını kat kat üstüne katladılar?
Şimdi geriye dönelim. Yirminci yüzyılın başına…
Birinci Dünya Savaşı hammadde kaynaklarının ve dünya
pazarlarının paylaşılamayışı yüzünden çıkarılmış, karlı çıkan ise silah tüccarları olmuştu.
1930 krizi İkinci Dünya Savaşını tetikleyen kriz olmuş, tüm dünyayı saran dehşetli bir savaş başlamış beş yıla
yakın sürmüştü. Her iki savaşı Amerikan ve İngiliz şirketleri
kârlı kapatmışlar, General Motors, General Dynimicks, Ekxson , Shell gibi şirketler sermayelerini milyar doyarların çok
üzerine taşımışlardı. 52 milyon insanın canı karşılığı olarak
kârlarına kâr katmışlardı.
Amerikan ordusunun masrafları yıllık bir trilyon doları aşmış, bütçe açığı 800 milyar doların üstüne çıkmış, doların dünya piyasalarındaki dolaşımında kara delikler oluş-
15
Ekonomik Kriz karşısında Türkiye
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin ileri gelenleri,
ekonomik kriz karşısında sükûnetlerini koruyup, telaşlanmadılar. Türkiye kapitalistlerinin TÜSİAD’ı telaşlandı, Neo
liberal ekonomistler ekonomiden anlamadıkları halde çığırtkanlığa başladılar. Neo liboş TARAF’lar canhıraş bağırmaya
başladılar. Ekonomiden sorumlu altı bakan sükûnetle yüreklere su serpen açıklamalar yaptılar. Bizce bu aşamada yapmaları gereken de buydu. Çığırtkanları bir tarafa bırakırsak,
ekonomiden sorumlu bakanların itidal tavsiyelerinden öteye
sözler söylemeleri yanında krize karşı alınan tedbirleri hızla
uygulamaya koymalarını beklerdik. Bu tedbirlerin başında,
cari harcamalar açığını daha da büyütecek olan lüks yatırım harcamalarından, şehirlerin süslenmesinden öteye
anlam taşımayan belediye harcamalarından ciddi oranlarda vazgeçilmeliydi. Türkiye’nin en büyük harcama
kalemini oluşturan petrol giderlerine zam üstüne zam
yaparak çare bulma yolu yerine petrol kaçakçılığının üstüne gidilmeliydi. Devlet kurumlarındaki yakıt israfının
önüne geçecek tedbirler alınmalıydı.
1 Ocak’ta tedavüle sokulacak 200 TL’lik banknot,
YTL’ye bir sıfır eklenmiş gibi etki yaratacak ve “gizli yapılan devalüasyon” rolü oynayacaktır.
Krizden en çok etkilenecek kesim küçük orta boy işletmeler, küçük esnaf ve işçi- memur sınıfı olacaktır. 2009
bütçe taslağı hazırlanırken bu kesimlerin bu krizden en çok
zarar görecek kesimler olduğu gerçeği pas geçilmiş olmaktadır. Bu tavrın etkisi yerel seçimlerde görülecektir. Ancak
yerel seçimlerden galip çıkma sevdası “seçim yatırımları
“ olarak bilinen harcamalara yol açarsa, ülkemiz bu krizin
yıkımından kendisini kurtaramayacaktır.
Şu anda Türk işçisinin büyük bir kesimi işten atılma
endişesi içinde bulunmaktadır. Fırsatı ganimet bilerek işten
çıkarmalar başlar ve hükümetde bunu seyrederse 2009, büyük sokak gösterilerinin yaşandığı alanlara dönecektir. Böyle bir kargaşa, terörle mücadelede zafiyetlerin doğmasına da
yol açacaktır. Sosyal çalkantılar her zaman tehlikeli ortamları oluşturur.
Kim bu “vatan sağ olsun”
diyenler?
Ekonomik geleceğimizin endişesine düştüğümüz bir
zamanda; bu ülkenin can paresi evlatları şehitlerimizin cenaze törenlerinde “ Vatan sağ olsun komutanım!” diyebilen
yiğit analara ve babalara bakarak yürek paralamaya devam
ediyoruz. Buna karşın, ruhlarımız derin sarsıntılar geçirirken
olaylar kendi seyri içinde gelişiyor ve siyasilerimiz tarafından sergilenen vurdumduymaz tavırlar, bizleri yaralıyor.
Orta Doğunun en güçlü ordusuna kafa tutma cesareti gösteren dağdaki eşkıya ve dağdan inip gelerek Türkiye
Büyük Millet Meclisi çatısı altında melanetlerini sürdüren
uzantılarının eylem ve sözlü saldırılarına hâlâ demokrasi ve
insan hakları savunuculuğu ile çıkan Sayın Başbakanı anlamak mümkün mü? Muhatap kabul ettiği güruh demokrasiden “Türkiye Cumhuriyetini bölme, parçalama hürriyetini”
algılıyor da bunu Sayın Başbakan anlamıyor mu?
Kim bu evlatlarının cenaze törenlerinde “vatan sağ
olsun komutanım” diyenler? Onların demokratik hak ve özgürlükleri yok mu? Şehit olan yiğitlerin demokratik temel
haklarının başında “yaşama hürriyeti” gelmiyor muydu?
Dünyanın hangi ülkesinde ülkeyi bölme parçalama
hürriyet gibi bir anlayış var?
Böyle bir hürriyet hiçbir devlette ve Anayasa’da
yoktur. Öyleyse Sayın Başbakanı yanılgıya götüren nedir?
Yanılgısının temeli, Kürklerin sorunları ile bölücü kürtçü
hareket arasındaki farkı tam olarak anlayamamış olmaktadır. İran, Irak, Türkiye ve Suriye topraklarından alınan parçalarda Büyük Kürdistan Devleti kurma idealine Kürtçülük
denir. Bunu savunan unsurlar İran ve Türkiye’de silahlı eylem içindedirler. Silahlı eylem savaş demektir. Savaş, ülke
ordusu tarafından yürütülür. Böyle bir savaşa sivillerin anlayışı ile bakınca böyle havada kalan ve ertesi gün de sözlerinizden pişman olacağınız eylemlerle karşılaşırsınız. İngiliz
Başbakanı Wilson Chorcill’in ünlü sözünü hatırlatalım. Diyor ki, “Devlet idaresinin askerlere, savaşın da sivillere
bırakılması büyük hatadır.”
Ülkemize içerden ve dışardan gelen saldırılar sümekteyken siz ordunuzun taleplerini yerine getirmiyorsunuz. Aktütün saldırısından sonra açıklama yapan Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Iğsız Paşa’nın şu sözlerini
nasıl anlayacağız acaba? “Sınır karakollarının korunması
için alınacak tedbirleri Genel Kurmayımız kendi imkânları
ile yapmaktadır. Aktütün Karakolunun güçlendirilmesine
geçen yıl başladık ama imkânlar yetmedi. “
PKK denen terörist gurupların Avrupa devletlerinden
destek aldıkları, eroin ticareti yaptıkları artık bilinmeyen bir
husus olmaktan çıktı. Beş altı bin kişiyi silahlandıracak kadar maddi imkânı olan bu örgüt bu silahları kaç ton eroin
satarak karşılayabilir acaba? Bu büyük miktar hangi araçla
hangi yollardan geçirilerek eroin pazarlarına ulaşır? Eroin
baronlarını devlet bilmiyor mu, yoksa bu baronlar gizli eller
tarafından korunuyor mu? Ve bu silahlı kimler satar, hangi yollardan geçerek ellerine ulaşır? Bu silahlar üzerinde “
hamule “ yazılı konteynırlarla Türkiye’ye getirilip oradan
Kuzey Irak’a taşınıyor olmasın? Yani bu silahları ikiyüzlü
müttefik ABD’nin silah tacirleri karşılıyor olmasın?
İster istemez soruyoruz: Hükümetin birincil görevi
yukarda sıraladığımız endişeleri gidermek mi yoksa kömür dağıtmak mı?
İnceleme
muş, kapitalist sistemde çatlaklar çıkmış ise; Amerika’yı
perde arkasında idare eden ELİT’lerin şimdi yaptığı yapılırdı. Denetlenebilir bir kriz yaratır, önce batırır, ileri zamanda
da batan şirketleri yok pahasına satın alırdınız. İş daha bu
aşamaya gelmedi. Şimdilik sallama, çırpıştırma aşamasındayız. Bir süre sonra çökmek üzere olan şirketleri yutmaya
başlayacaklardır. Özet: Uluslar arası büyük sermaye küçük sermayeleri yutuyor.
İnceleme
16
HUDUT
NAMUSTUR
Edirne’den Van’a,
Muğla’dan Ardahan’a
Arife, bayrama dönerken sessiz
İki kadın,
Kaderlerini yaşar
Birbirinden habersiz.
Birinin kaçmış uykusu
Sabahı beklerken pencerede
Kuş seslerine karışır
“Oğul” diyen duası.
Diğeri, uykusunu uzatmak ister
Rüyasına girsin diye
Yavrusunun babası.
3 Ekim Cuma
Bayram ertesi
İhanet,
Bürünüp insan suretine
“Esfele safilin” den geldi.
Hayasızca kusup zehrini
Döndüğü zaman geri
Daha da alçalmış buldu
Aşağıların aşağısındaki yerini
Hudut namustur yazanlar
Aktütün’ün kayalıklarına
O gün
Bayraklaştılar Bayraktepe’de
Millet hatırladı unuttuğunu
Ve öğrendi yeniden
Bayrağın,
Nasıl bayrak
Ve toprağın
Nasıl vatan olduğunu
Fazıl Ahmet BAHADIR
Her gecenin sonunda
Bir el
Güneş doğmadan evvel
Uzanıp gökten
Birer damla kan isteyecek
Şehitlerden
Sonra
Şahadet parmağıyla
En uzaktaki dağın taşına, toprağına
“Hudut namustur” yazacak
Namussuzluğun inadına.
17
BİR GENÇLİK DAHA VAR!
İnceleme
Aktütün Karakolunda ve terörle mücadelede can veren
tüm şehitlerimizin anısına...........
Özlem AKŞİT - [email protected]
Hakkari’de kar yağsa Rize’de üşüyorum
Bir asker şehit olsa yanıp tutuşuyorum..
İsmail TÜRÜT
Ü
nlü edebiyatçımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kurtuluş Savaşı dönemlerinde işgal altındaki İstanbul’u
ve şehrin insanlarının özellikle elit denilebilecek
zümreye mensup sözde Türk ailelerinin işgal esnasındaki ahlaki çöküntülerini, kokuşmuşluklarını ve kimlik çürümesi altında sergiledikleri eğreti
manzaralarını özellikle de işgal subaylarıyla olan
çarpık etkileşimleri anlatan “Sodom Ve Gomore”
adlı bir eseri vardır. Bu eserde adı geçen Sodom
ve Gomore dini yazınlarda söz edilen yoldan çıkmışlığı ve sapkın yaşam biçimleri yüzünden helak
edilen Lut kavminin şehirleridir. Yazar İstanbul’un
son hali ile bu dini efsaneyi kıyaslar.
Eserde iki tipleme gençlik sembolü vardır; Birincisi Türk kimliğinden utanarak işgal subaylarıyla elele vermiş, ruhen batıyı tek kıble edinmiş, yoz
bir biçimde gece sabahlara kadar flört edip eğlenen, gamsız, ruhsuz Anadolu’nun gerçeklerinden
habersiz bir kitle; diğer yanda Cemil gibi toprağa
vatan gözüyle bakan,içi sancıyla dolarak kurtuluş
mücadelesine inanan bir başka kitle...
“Sodom Ve Gomore” anlatmak istedikleri
açısından önemli bir eserdir. Vatan, millet, bağımsızlık gibi sancılar çekilirken insanlar arasında var
olan duvarları, anlayamama ve anlaşılamamayı
anlatan önemli mesajları o dönemin gerçeklerinden yola çıkarak bugüne aktarır ve günümüz gerçekleriyle köprüler kurabilmemizi sağlar.
Tarih benzeri sürekli yinelenen tekrar sayfalarına sahiptir. Günümüzde de Sodom ve Gomore tarihi kadar uzaklara gitmeye gerek olmadan
İstanbul’un işgal günlerindeki manzaralarına
neredeyse tıpatıp uyan örnekler sergilenmektedir. Anadolu’nun gerçeklerinden bihaber olan
insanlar bugün de aynı çehreye sahiptirdirler. O
dönemlerde işgal subayları ile gamsız partiler düzenleyen elit zümreye mensup olma gayretindeki
bazı tipler bugün de Türkiye’nin içinde bulundu-
İnceleme
18
ğu terör mücadelesinin sebeb-i mevcudiyetini
oluşturan güç odaklarıyla flört etmekte, Türklüklerinden utanan bir tabiat sergilemekte ve kalamış
marinalardaki mevcut cafe-bar dünyalarının pencerelerinden hayata bakmaktadırlar.
Onlar dış sermayenin beslemesi sarhoşluğuyla
ileri geri konuştukları ve gerçeklerinden bi-haber
oldukları ülkelerinin ordusu ve savaşan güçleri
aleyhinde peşpeşe demokrasi adına hodbince yazılar sıralarken çorabı üç yerinden delik yavrularını
yol kıyısından 10 dakikalık bir molada gelişigüzel
ayaküstü bir şekilde görebildikten tam yarımsaat
sonra girdiği çatışmada şehit olan Anadolu evladının hissettiklerinden habersiz ve umursamaz bir
biçimde, ruhsuzluk içinde Carrefoursa’da ya da
Bağdat caddesinde, Nişantaşı’nda aldırışsız rahatlıkları içinde dolaşabilmektedirler.
Bu dış-besili, babalarının çömezi yazarlardan
ikisinin böyle bir çehresine, bizzat ben bahsettiğim yerlerde şahit oldum ve silüetlerini bir süre
küçümseyerek izledim. İkinci cumhuriyetçi bu
ruhsuz tipler toplumun ve cumhuriyetin temel
değerlerine çomak sokma rahatlığını hodbince
gösteren başlarını kaygı ve kasavetsizce yastıklarına gömerken, onların umrunda olmayan Güneydoğu Anadolu’nun dağlarında, sınır kapılarında,
kayaların taşların karla yastık ve yorgan yapıldığı
soğuk döşeklerde iliklerine kadar işleyen dondurucu buz gibi soğuk havada üzerindeki parkadan
başka bir örtüye sarınmadan, birkaç dakikalık idarelik uykularla gövdesine can getirerek bu devletin bölünmez yapısını koruyan bir antikor gençlik
var!.
Üstelik bu gençlik “Ulus devletin sonu gelmiştir, Türk ordusu dokunulmaz bir kurum
değildir, Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan Türklerin hayatından devletin ve
ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır, yeni yüzyılın en önemli çatışması demokrasi güçleri ile despotizm yanlısı,
baskıcı güçlerin çatışması olacaktır” söylemlerinden oluşan borazanlarını çalan bir grup kaleme ve “Türkiye’yi federalizm büyütecek” diyen CIA Türkiye masası şefi Paul Henz’e en güzel
cevabı ana hayali, yuva hayali, yar hayali taşımayı
hesap etmeksizin terörle mücadeleye baş koyarak
vermekteler.
Atatürk’ün mehmetçikleri olmaya and içmiş bu yiğit Anadolu çocuklarının Atatürksüz bir
Türkiye’yi düşünmeye tahammülleri de yoktur.
Az bir kesimin bildiği Küba gibi emperyalizm
ile mücadele içinde olan ülkeler için Atatürk bir
idoldür ve bu yüzden Küba’nın beş değişik bölgesinde Atatürk büstü dikilerek Küba halkının
ilgi ve sevgisi yansıtılmakta ve okullarda ders kitaplarında “bu yüzyılı da yönlendirme gücüne
sahip önemli bir lider” olarak okutulmaktadır.
Oysa diğer yandan CIA’nın Ortadoğu şefi Graham Fuller Kemalizm’in bittiğine dem vurarak;
“Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece
güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslâm’ın günlük yaşamdaki yerini
yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi
ile İslâm’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslâm dünyası için geleceğin
modeli olur bu.” (26 Şubat 1990, Cumhuriyet)
“Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslâm için daha hürmet görmeyi,
Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor.” diyerek
zorla Atatürksüz bir Türkiyeyi dikte etmeye çabalamaktadır. TSK ise Cumhuriyetin kurucu ideolojisinden ödün verme niyetinde ve Kemalist bir
ordu olarak Ortadoğu‘da taşeron olma taraftarı
olmamıştır. Bunun içindir ki TSK’ya saldırılmasını,
bu açıdan bakıldığında, yadırgamamak gerekir.
Türk Silahlı Kuvvetlerini Türk demokrasisinin
önünde devamlı bir duvar olarak görmek ve göstermek isteyen kafalar bu ülke gençlerinin farklı
düşünce eksenlerine bölünmesini ve arada ortaya çıkan gri zeminin alabildiğince kaygan olması
emelini beslemekteler. Böylelikle kaotik bir ortamda Türkiye’nin istendik yönde yapılandırılması sağlanacak, Türk insanının birbirine açık olan
gönül gözü kapatılarak körler sağırlar diyaloğu
başlatılacaktır.
Şu an Türkiye’de bunu başarabilmek güçtür.
Çünkü tarihsel, kültürel ve dinî bağlardan gelen
geleneksel bir millî empati gücümüz vardır.
Hâlâ bu topraklarda “Hakkari’de kar yağsa Rize‘de üşüyorum, bir asker şehit olsa
yanıp tutuşuyorum.” diyen milyonlarca yürek
vardır.
Marinabarlardan değil, vatan toprağı ve şanlı
mâziden olaylara bakan vatansever antikor gençlik, gizli servis oyunlarını bozacak kadar bilinçlidir.
19
MÜLKİYET SİSTEMİ
Yılmaz KUZUGÜDENLİOĞLU
E
konomisi ağırlıklı olarak global-liberal sisteme kaydırılan bir Türkiye’de güçlü bir
ekonomik sistemin önemini anlatmaya gerek yoktur. Böyle bir ekonomi için ise şahısların mali
durumlarının açık ve net olarak bilinmesi yanında, iyi
bir takip sisteminin oluşturularak, zengin şahıslarla beraber, zengin ve güçlü bir devlet hedef alınmalıdır.
Böyle bir sistem için ilk temel nüfus vatandaşlık
numaralarıdır. Bu numaralar 11 haneli olarak hazırlanmış olup, bana göre bu 9 haneye düşürülmeli, 3 erli
şekilde herkes numarasını ezbere öğrenebilmelidir. 9
hane ilelebet Türkiye’ye ve hatta Türk dünyasına yetecek milyarlık bir nüfus ihtiyacını karşılayacaktır. Kişiler
bizzat kendileri nüfusa müracaat edip, kendilerini açık
ve net ispat ettiklerinde, nüfusta kendilerince oluşturup alacakları şifre ile internete bağlı her kurumun kendi ile ilgili bilgilerine o şifre ile girebilmeli,eksik,yanlış
veya sahtekarlık gibi şeyler varsa anında ilgili birimlere
haber vererek sağlıklı bir mülkiyet, ticari hayat ve toplum oluşması şartları sağlanmalıdır.
Bu kayıtların 9 haneli vatandaşlık numarasına göre
yapılmasını istemekle birlikte çok büyük oranda değerlerinden koparılmış, hasletleri kredi kartı tuzağı ve TV
lerle köreltilmiş toplumumuzda her türlü sahtekarlık
ile hırsızlıkların asgaride tutulabilmesi için ön planda
her kurumun ayrı numaralarının kullanılması şu andaki toplumda gerekebilir.
Mülkiyet tipleri ile alınacak tedbirleri şöylece sıralayabiliriz:
1- Gayrimenkullerin (arsa, bağ, bahçe, tarla, ev vs)
tam olarak tespiti için Türkiye’nin kadastrosu en kısa
zamanda hatasız olarak tamamlanmalı, bütün mülkler
tapuya bağlanmalıdır.
Mülklerin sahiplerinin isimleri ile birlikte vatandaşlık numaraları beraberce yer almalı, aynı isim ve soyaddan yüzlerce kişinin olduğu bir ülkede hiçbir yanlışlığa meydan verilmemelidir.
2- Trafiğe çıkan çıkmayan bütün araçlar il trafik
müdürlüklerince yine vatandaşlık numarası da esas
alınarak bütün özellikleri ile plakalandırılmalı,iş makinaları ile traktörler de eksiksiz kayıt altına alınmalı,
amortismanlı değerleri tesbit edilmeli, ülkenin araç
planlamasına imkan sağlanmalıdır.
3- Limited, AŞ, Holding gibi şirketlerin bir sıraya istinad eden şirketler numarası olmalı,isim benzerlikleri
vs nedeni ile karışıklığa meydan verilmemeli, kayıtlar
illerdeki ticaret odalarınca çok sıkı takip edilmelidir.
Şirketlerdeki şahıs payları yine vatandaşlık numarası
esasına göre değiştikçe anında odaca kaydedilmeli, şir-
ketin şirkete ortaklıklarında ise şirketlerdeki şahıs payının vatandaşlık numarasına göre görülebileceği bir
sistem oluşturulmalıdır.
4- İllerdeki esnaf kefalet kooperatifleri vasıtası ile
o ildeki şirket olmayan işletmeler diğer kurumlarla
birlikte kayıt altına alınmalı, herhangi bir ticari işyerinin kime ait olduğu, hisse oranı,yaklaşık sermayesi vs
gibi konular eksiksiz takip edilmelidir.
5- İMKB’deki halka açılmış şirketlere ait senetler
yine vatandaşlık numaraları da belirtilerek kaydolunmasında aksamalar olmamalı, senetlerin kimlere ait olduğu hatasız bilinebilmelidir.
6- Bankalardaki mevduatların şahıs ve şirket numaraları bazında takip edilmesi sistemi hatasız şekilde
oluşturulmalı, büyük para hareketlerinin muhakkak
bankalardan yapılması mecburiyeti ile kayıtlı ekonomi
oranı yükseltilmelidir.
7- Ölen bir kişinin mal varlıklarının iki yıl içinde
mirasçılar arasında mecburen bölünüp kendi adlarına
geçirilmesi kanunla gerçekleştirilmeli, yapılmadığında
bu malların hazineye irat kaydedilmesi hükmü konulmalı, bu durumdaki atıl mülkiyet iki yıl içinde tekrar
kayıtlı, aktif ve belirgin hale getirilmelidir.
İşte bu şekilde kayda geçirilmiş mülkiyet sistemi
tamamlandığında,koltuğuna oturan bir yetkili devlet
görevlisi, bilgisayarına incelemek istediği şahsın numarasını yazdığı anda bir tıklama ile bu şahsın;
- bütün gayrimenkullerinin belediyeye verdiği en
son mal beyanındaki değerine göre listesi ile birlikte
değerini,
- bütün araçları ile önceki yıl sonu itibariyle piyasa
değerlerini,
- şirketlerdeki payları ile önceki yıl sonu itibariyle
değerlerini,
- her hangi bir yerdeki işletmeleri ile değerlerini,
-i mkb deki almış olduğu muhtelif şirketlere ait
hisselerin miktarı ile bir gün önceki değerlerini,
- bankalardaki mevduatlar, dövizler, fonlara yatırdığı paralar ile en son TL cinsinden değerlerine ulaşabilir,
kayıtlar arasındaki ilişkileri araştırabilir, şahsın yaşayışı
ile malvarlığı arasındaki çelişkileri yakalayabilir; kişileri kanunlara saygılı, vergisini veren, kayıtlı ekonomiye
uyan, devletinin de güçlü olmasına katkı sağlayan bir
vatandaş olmasını temin edebilir. Devlet bu bilgilerle
vatandaşlarının servet yönünden zenginlik sıralamasını yapabilir, gelir dağılımı dengesini sağlama, devletin
sosyal yönünü gerçekleştirme gibi temel görevlerini ifa
edebilir, bu tabloya bakarak tedbirler alabilir.
İnceleme
Güçlü Türkiye için
İnceleme
20
YARATICILIK VE
ÖĞRETMENLERİN ROLÜ
İbrahim GÜNGÖR
Toplumların gelişimlerinde çeşitli dinamikler rol oynamaktadır. Coğrafyadan, yeraltı zenginliklerinden ya da toplumun kültüründen kaynaklanan özellikler, toplumları değişik zamanlarda
öne çıkarıp diğerlerine göre daha başarılı kılmıştır. Bazı toplumların kaderinde ise, bir kişi (örneğin M. Kemal Atatürk) veya birkaç kişilik bir ekip
etkili olmuştur.
Artık günümüz toplumlarının ilerlemesinde her bireyin katkısı önem taşımaktadır. Özellikle günümüzün rekabetçi ekonomilerinde, kültür
ve sanat hayatında bireylerin üretkenliği, yaratıcılığı çok önemli üstünlükler sağlamaktadır. Ülkeler
de eğitim sistemlerinde yaratıcılığı destekleyen
yöntem ve teknikleri benimseyerek, gelecek nesillerin yaratıcı potansiyellerini kullanabilmesinin yollarını aramaktadırlar. Bu noktada eğitimde
program yenilikleri ve etkinlik temelli yaklaşımlar
benimsenmektedir. Ancak sadece program ve etkinliklerle bireylerin yaratıcılıkları desteklenebilir
mi? Evet demek zor, en az program ve etkinlikler
kadar bu programı uygulayan, etkinlikleri yapan
öğretmenler de önemlidir. Çünkü öğretmenlerin
tutum ve davranışları yaratıcı düşünmeyi olumlu
ve olumsuz yönde etkilemektedir. Ancak ayrıntıya
girmeden önce yaratıcılığın tanımını vermek konunun anlaşılırlığı açısından önemlidir. Bu noktada yaratıcı düşünme, yaratıcı düşünce veya yaratıcılık olarak adlandırılsa da genel olarak yaratıcılık
anlaşılmalıdır.
Yaratıcı düşünmenin bazen tehlikeli olduğu belirtilmiş, bazen de yaratıcı düşünme, insanı
başarıya götüren, zihinsel fonksiyonlarını en iyi
şekilde geliştiren bir yetenek olarak görülmüştür.
Yaratıcı düşünme gerçekten çok büyük bir kuvvettir. Yaratıcı düşünme sayesinde insanlık televizyonu, radyoyu, bilgisayarı, uzay gemisini kazanmıştır. Edebiyat, sanat, müzik ve mimari eserler onun
sayesinde doğmuştur. Yaratıcı düşünme zihinsel
yönden sağlıklı olabilmek açısından önemli olduğu kadar, eğitimde ve mesleki alanda başarı için de
gereklidir. (Torrance, 1965; Akt. Erdoğdu, 2005).
Yaratıcılık süreci, tüm duyuşsal ve düşünsel
etkinliklerde, her türlü çalışma ve uğraşın içerisinde vardır. Yaratıcılık yalnız sanatsal süreçlerde ya
da sanat eğitimi ve öğretimine ilişkin etkinliklerde
rol oynayan bir yeti olmayıp, insan yaşamının ve
insanlığın evriminin tüm yönlerinde yer alan temel bir yetenektir. İnsan tarafından tamamlanmış
her işte yaratıcılık temel öğe olarak bulunmaktadır (San, 1985).
Crutchfield (1962) ve Wilson (1956) ise,
yaratıcılığı konformizm (uyguculuk-boyun eğme)
sürecine karşıt bir kavram olarak ele almışlardır.
Bu araştırmacılarca da genelde yaratıcılık, orijinal fikir katkıları, farklı görüş noktaları ve yeni
problem çözme yolları olarak görülmüştür. Uyguculuk ise, bekleneni yapmak, başkalarını rahatsız
etmemek ve başkaları için sorun yaratmamak olarak nitelendirilmiştir (Crutchfield (1962), Wilson
(1956); Akt. Öncü, 1989).
Marksberry (1963) yaratıcılığı biyolojik ve
psikolojik olmak üzere iki bölüme ayırır. Ona göre
yaratıcılık bütün yaşamın enerjisidir. İnsanlar da
dâhil bütün organizmalar yaşamın sürdürülmesinde ve oluşturulmasında kullanılabilen çevreden yararlanırlar. Çoğu organizmalar için bu süreç sadece biyolojik yaratıcılığı temsil eder, fakat
insanlar için o ayrıca psikolojik yaratıcılığı içerir.
Rawlinson (1995) ise yaratıcılığı daha önce aralarında ilişki kurulmamış nesneler ya da düşünceler
arasında ilişki kurulması olarak tanımlamıştır.
Okullar yaratıcı düşünmenin köreltildiği kurumlar olarak değerlendirilmekle birlikte
(Rogers,1972; Akt. Sungur, 1997)
aynı zamanda yaratıcılıklarının geliştirilebileceği bir potansiyeli de
sunmaktadır. Günümüz eğitim anlayışında öğrenciyi merkez alan
yaklaşımların kabul görmesiyle birlikte bu potansiyel daha iyi anlaşılmaktadır. Son olarak Milli Eğitim
Bakanlığımız ilköğretim programını değiştirmiş ve derslerin ortak
amaçları arasına yaratıcı düşünmenin geliştirilmesini bir amaç olarak
koymuştur.
Modern bir toplum yaratabilmek için çağın gelişmelerini yakından izlemek ve bu gelişmeleri
eğitim sistemimize uygulamak zorundayız. Hızla değişen dünyamızın hareketli yapısına uyabilmek; bilimde, teknolojide ve sanatta,
kısacası yaşamın her alanında, yaratıcı bireylerden
örülü bir toplum yaratmakla olanaklıdır. Çağdaş
eğitimin anahtar sözcüğü olan “yaratıcılık”; bilginin kullanılması, bilinenlerin üzerine yeni bilgiler
konulması, bilinenlerden bilinmeyen yeni durumlar, yeni sonuçlar elde edilmesiyle ilgilidir ve kimilerine göre sonuç, kimilerine göre de süreçtir.
Çağdaş programlarda; bilgi depolamaya yönelik
öğretmen ve konu odaklı eğitim yerine hedef ve
öğrenci odaklı eğitim yaklaşımlarının öne çıkma
nedeni; düşünen, sorgulayan, araştıran, yorumlayan, eleştiren, buluş yapan, yaratıcı ve üretken
kimlik oluşturma arayışlarıdır (Mamur, 2002).
Bu noktada öğretmenin yaratıcılığı desteklemesi, sınıf içindeki yaklaşımlarıyla doğrudan ilgilidir. Chambers (1973) birkaç yüz kimyager ve
psikologdan oluşan yaratıcı bireylere kendilerini
yaratıcı olmaya özendiren ve engelleyen öğretmeni tanımlamalarını istemiştir. Öğrencilerin bu sıralamalarına göre (Akt. Sungur, 1997);
A. Yaratıcılığı Kolaylaştıran Öğretmen
Özellikleri
1. Öğrencileri bir birey olarak kabul etme
ve öyle davranma,
2. Öğrenciyi özgür olmaya özendirme,
3. Öğrencilere model olma,
4. Sınıfın dışında onlara çok zaman ayırma,
5. En iyiyi bekleme ve aşılabileceğini gösterme,
6. Heyecanlı olabilme,
7. Öğrencileri eşit kabul edebilme,
8. Öğrencileri doğrudan ödüllendirebilme,
9. Öğrenciye ilgi gösterme,
10. Sürekli okuyan kişiler olabilme,
11. İkili ilişkide kolay iletişim kurma olarak belirlenmiştir.
B. Yaratıcılığı Engelleyen
Öğretmen Özellikleri
Chambers’ın araştırmasına göre
yaratıcı olmayı engelleyen öğretmen özellikleri ise şunlardır (Akt.
Sungur, 1997);
1. Öğrencinin cesaretini kıran,
2.Güvensiz,
3. Aşırı eleştiren,
4. Davranışlarında bir uçtan diğerine gidip
gelen,
5. Heyecanı olmayan,
6. Düz okumayı vurgulayan,
7. Dogmatik ve katı,
8.Alanla ilişkisini sürdüremeyen,
9. Genelde yetersiz,
10. Dar ilgileri olan,
11. Sınıf dışında tartışma ve konuşma olanağı olmayan öğretmenler olarak tanımlanmışlardır.
Yaratıcılığı destekleyen öğretmen özelliklerinde olumlu iletişim özellikleri daha öne çıkarken, yaratıcılığı engelleyen öğretmen özelliklerinde ise olumsuz, savunmacı bir iletişim ve mesleki
olarak yetersizlik ile ilgilerdeki darlık öne çıkmaktadır. Konuya etkili öğretmen olabilme açısından
da yaklaşmak gerekmektedir. Bu nedenle öğretmenlerimizde yaratıcılık konusunda bir duyarlılık
geliştirilmeli, öğrencilerinin yaratıcılıklarını desteklemeleri konusunda amaç birliği sağlanmalıdır.
Bunun yanında öğretmenlerin yaratıcı düşünme
konusunda eğitilmeleri ve ideal eğitim ortamlarının da sağlanması gerekmektedir.
KAYNAKÇA
1. Erdoğdu, M., Y. (2005). Williams Yaratıcılık Değerlendirme Ölçeği’nin Uyarlanması ve
Yaratıcılık İle Algılanan Öğretmen Davranışları
Arasındaki İlişki. Yayımlanmamış doktora tezi,
Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü,
Ankara.
İnceleme
21
22
İnceleme
TÜRK ÖLÜR
TÜRKLÜK YAŞAR
Yunus Emre ÖZKAN - [email protected]
“Şu dünyada bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Göğ ekini biçmiş gibi”…
Yunus Emre’nin bu dizelerini her okuyuşumda
genç yaşta öldürülen yiğitlerimizi hatırlar ve derin
bir hüzünle onları düşünürüm: Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i, Dursun Önkuzu’yu ve milli bilincimizin, Türklük ve tarih bilincimizin zapt edilmez
kalemlerinden biri olan, kısa ömrünün en verimli
çağında kahpe bir saldırı sonucu aramızdan ayrılan
değerli Türkçü Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nu...
Necip Hablemitoğlu gözü pek bir akademisyen, büyük bir araştırmacı ve yiğit bir yazardı. Bundan tam altı yıl önce uğradığı hain bir saldırı sonucu uçmağa varan Hablemitoğlu, daha çocuk denecek yaşta yüreğini ve beynini Türk milletine adamış
yiğit bir Türk aydınıydı. Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan
mezun olan Necip Haplemitoğlu uzun yıllar çeşitli
kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştı. Fakülteden mezun olduktan sonra yayınladığı “Dilde
Fikirde İşte Birlik” adlı aylık dergi ile Gaspıralı
İsmail’den günümüze uzanan Türkçü çizginin temsilcisi oldu.
Yirmi yaşında kaleme aldığı ilk kitabı “Yüz
Binlerin Sürgünü: Türksüz Kırım” adlı eseriyle
Türkiye dışındaki Türk topluluklarına karşı kayıtsız
kalmayan Hablemitoğlu Türk birliği için çok çalıştı.
Türkiye dışındaki Türk topluluklarının tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve
şehitliklerimiz konusunda çeşitli çalışmalar yürüttü. Bu çalışmalar çocuklarının adlarına da yansımıştır: Kanije, Uyvar. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün
bir projesinde görev alarak Moldova’da Gagauz
Türkleri’nin Latin alfabesine geçişi ile ilgili olarak
danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bu bölgede
Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin
bulunduğunu belirledi. Bu konuda derlediği bilgileri Kemal’in Öğretmenleri başlığı ile yayınladı.
Necip Haplemitoğlu “Kemal’in Öğretmen-
leri” adlı makalesinde Atatürk’ün isteği üzerine
Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’ya giden 80
Türk öğretmeninden ve Atatürk’ün Balkanlarda
bıraktığımız Türklerin eğitim ve kültürel sorunlarına gösterdiği ilgiden bahseder. Aşağıdaki satırlar
Hablemitoğlu’nun bu makalesinden alınmıştır.
“Ukrayna’nın Moldova sınırındaki Bolgrad kasabasının Ortodoks mezarlığında bir
Türk’ün yattığını hiç biliyor muydunuz? Bu
bakımsız, unutulmuş, üzerini otlar bürümüş
kabirde, bir dönemin bilinmeyen tarihinin,
koşulsuz vatanseverliğin gömülü olduğunu
yaşlı bir Gagauz’un şu ifadesinden çıkarırsınız: Burada Kemal’in üüredicisi (öğretmeni)
yatıyor!..”
Evet Kemal’in öğretmenleri Türkiye dışındaki Hıristiyan Gagauz Türklerinin, Türklük bilincini unutmamalarını sağlamak amacıyla o bölgelere
gönüllü olarak gitmişlerdir; ancak bu fedakar öğretmenlerin bir tanesi hariç hepsi Stalin tarafından
Türk casusu oldukları gerekçesiyle şehit edilmiştir.
Hablemitoğlu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk
milletini sonsuz bir sevgiyle sevdi. Vatanımız üzerinde oynanan tehlikeli ve kirli oyunları fark eden
Hablemitoğlu bu oyunları açığa çıkarmak için var
gücüyle çalıştı. Bu uğurda birçok eser yazdı ve birçok araştırma yaptı. Hablemitoğlu’nun amacı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni korumak ve sonsuza
dek yaşatmaktı. Hablemitoğlu, bu milletin çocukları kendi toprakları üzerinde bağımsız ve Türk olarak yaşasınlar, istedi.
Vatanın ve milletin yararına olan her eser her
çalışma gibi Hablemitoğlu’nun çalışmaları da vatanımız üzerinde hain emelleri olan dış düşmanlarımızı, hırsı akıllarını aşmış iş birlikçi hainleri son derece rahatsız etti. Özellikle üzerinde uzun zamandır
çalıştığı “Gülen ve CIA İlişkisi”, “Alman Vakıfları”
ve “Köstebek” adlı üç eser Hablemitoğlu’nu açık
hedef haline getirdi. Hablemitoğlu 18 Aralık 2002
tarihinde hayatının en verimli döneminde evinin
önünde uğradığı hain saldırı sonucu aramızdan ayrıldı. Hablemitoğlu’na düzenlenen hain suikastın
ipuçları ve suçluları Hablemitoğlu’nun Türkiye’de
23
önemli davalara kaynaklık eden yukarda ismini zikrettiğimiz araştırmalarında aranmalıdır.
Hablemitoğlu “Alman Vakıfları ve Bergama
Dosyası” adlı eserinde Alman vakıflarının faaliyetlerini inceledi, bunların vakıf değil birer casus yuvası olduğunu belirtti. Türkiye’de altın çıkarılmasını
engelleyen bu vakıfların yasa dışı yapılanmalarla,
rejim karşıtı güçlerle iş birliği içerisinde olduğunu
ve Türkiye’deki azınlık milliyetçiliğini körükleyerek
milli devlet anlayışına ve Türkiye’nin ilerleyişine zarar vermeye çalıştıklarını ispatladı. “Gülen ve CIA
İlişkisi” ile “Köstebek” adlı eserlerinde ise emniyet ve istihbarat birimlerindeki irticacı yapılanmayı
gözler önüne serdi.
Hablemitoğlu ömrü boyunca vatan ve Türklük
için çalıştı. Bu yüzden de susturuldu. O bazı sözde
aydınlar gibi Türkiye üzerinde hain planları olan dış
güçlerle iş birliği yapmadı. Onların borazanı olmadı,
onların himayesine girmedi. Hablemitoğlu bunları
yapsaydı şu an hayatta olurdu. Hem devletten hem
de iş birliği yaptığı yerlerden parasını alır, bir eli
yağda bir eli balda rahat bir hayat sürerdi. Rahmetlinin ölümünden sonra onun aziz hatırasına ve şahsına kuduz köpek gibi saldıran, olmadık iftiraları atan
mütareke basını ve televizyonları Hablemitoğlu’nu
“ilerici aydın” olarak kabul eder, korur, el üstünde
tutardı. Başka Türklüğün ve başka Türkiye’nin olmadığını çok iyi bilen Hablemitoğlu hiçbir zaman
eğilmedi. Doğru bildiklerini ve inandıklarını canı
pahasına bu milletin evlatlarına anlatmaya çalıştı.
Türklüğün zapt edilmeyen kalemi Hablemitoğlu
vatan ve Türklük yolunda kahramanca şehit oldu.
Doç. Dr. Necip Haplemitoğlu’nu Hakk’a yürüyüşünün altıncı yılında minnetle anıyor, aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Mekânı cennet
olsun. Türk’üm diyebilen herkesi Doç. Dr. Necip
Haplemitoğlu’nun bıraktıklarına sahip çıkmaya ve
onun verdiği kutlu mücadeleye destek olmaya çağırıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren devletle özdeşleşen TBMM,
Yüksek Yargı Organları, Silahlı Kuvvetler
ve MİT gibi vazgeçilmez temel kurum ve
kuruluşları mevcut. Türkiye’nin kendine
özgü koşulları, Anayasasında laikliğe yer
vermesine karşın dünyada ilk ve tek ülke
olarak, toplumumuzun “yumuşak karın
bölgesi”ni oluşturan ve yüzyıllardır iç ve
dış tehdit odaklarının kullanımına açık
olan din konusunda devlet kontrolünü
sağlayan-dolayısıyla gerçek İslamiyetin
varlığına hizmet eden-Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ikincil nitelikli bir kurumu da
devletle özdeşleştirmiş.Türkiye’nin sorunlu komşuları ve tüm Türk Dünyası ile
olan ilişkileri de, böylesine devletin kontrolünde yeni ve çok özel bir yapılanmayı
gerekli kılmış: “Milli Merkez.”ler!...
……………………………………
Atatürk’den bu yana Türkiye’ye düşman olan devletler hiç değişmemiştir.
Aynı şekilde, Atatürk’ün ilkeleri de. Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kuruluşları olarak
TBMM.’nin Yüksek Yargı Organlarının,
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin MİT’in, ikincil
kuruluş olarak da, özel konumu bulunan
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önem ve
ağırlığı değişmemiştir. İşte, Milli Merkezlerin Atatürk’ten bizlere kalıcı bir miras
olarak, yeniden itibar ve sorumluluk iadesinin yapılması, eski işlevinin kazandırılması gerekmektedir. Bu bir tarihsel
borçtur, zorunluluktur.
Dr. Necip HABLEMİTOĞLU
Yeni Hayat ,104.’üncü sayı, 2003
İnceleme
MİLLİ MERKEZLER
İnceleme
24
Hem sevmeyecek,
hem de it gibi bacak mı
kapacaksın?
Hasan Sami BOLAK
K
im söylemiş olursa olsun,
“Ya sev, ya terk et!” sözü;
“Kaldığın yeri pislemeye
hakkın yok.. Orası için düşmanlık
besleyemez, kötülük düşünemezsin..
Hem ekmeğini yiyip, hem de it gibi
bacak kapamazsın”, anlamındadır.
Misafir kaldığın yer için de, hizmet için gittiğin ev için de, yaşadığın
vatan için de bu, böyledir!
Beğenmiyor, istemiyor, rahatsız
oluyorsun ama, gidecek başka yerin
de yok ise, o zaman da kuyruğunu
kıçının altına kıvırır, verileni veya kazandığını yer, sesini çıkarmazsın.. Bu,
doğa kanunudur.
Son günlerde Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, herkesin konumunu seçmesi, aksi halde akacak
kana ortak olacakları yolundaki haklı
ve kararlı çıkışı karşısında; kimilerinin düşünerek, “konumumuz belli,
istemeyen çeker gider”, türü beyanla
tercihini ortaya koyması, kimilerinin
de bu :
-Hizaya geeeel... komutuna uymayıp, ne severim, ne de terk ederim... diye dikleşmesinin açılımı açıktır:
Bu vatanı, bu devleti, bu milleti
istemiyor ve üstelik bunlara karşı
düşmanlık da besliyorsan yapacağın tek şey ya
sesini çıkarmayacaksın veya başının çaresine bakacaksın.
Bu, bu kadar açık iken; devletten-millettenordudan yana olmaktan başka çare olmadığını
anladıklarını zannettiklerimizin; bu, ya sev, ya terk
et sözünü hem söyleyip hem de patenti başkasına
ait diyerek neden kabullenmediklerini anlayamıyorum, desem yalan söylerim... Her şeyi anlıyorum: Bu sözü birileri bilerek ve isteyerek, birileri
bilerek fakat istemeyerek, diğerleri de küstahça
karşı çıkarak dile getiriyorlar.
Ne yani; geçtiğimiz günlerde 105 yaşındaki
son gazimizi uğurladığımız bu vatanı bize birileri
babalarının hayrına mı verdiler?
Elbet de, ya sevecek veya en azından düşmanlık beslemeden, yakıp yıkmadan, ortalığı pislemeden adam gibi oturacaksın.. Aksi hâl mi?
-Hizaya geeel... komutu sadece eğitim alanlarında söylenilen sıradan bir lâf değildir!
25
VE TÜRKİYE
Mustafa İLHAN
B
ugünkü gibi büyük ekonomik krizinin ilki
de ABD merkezlidir. Kuzey Amerika ve
Avrupa’yı etkileyen ve büyük bunalım olarak da adlandırılan kriz, sanayileşmiş ülkelerde yıkıcı
etkiler yapmıştır.
1929 büyük bunalımı çok sanayileşmiş ülke ve şehirleri vurmuş, işsizler ve evsizler ordusu ortaya çıkarmıştır. İnşaat faaliyetlerinde durma noktasına gelinmiş,
tarım ürünlerinde fiyatlar % 40- 60 düşmüş, çiftçiler ve
kırsal bölge halkı şaşkınlık yaşamıştır.
“Büyük bunalım”ı her ülke farklı yaşamış, bunalım süresi de farklı olmuştur. Bugün olduğu gibi 1929
bunalımı da Amerika’da BORSANIN ÇÖKÜŞÜ gibi algılansa da, o yıllardaki ekonomik şartlar ve gelişmeler
de bilinmelidir. Sonuçta, 50 milyon insan işsiz kalmış,
üretim %42 gerilemiş, ticaret hacmi % 65 daralmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki siyasi ve ekonomik yapılanma, sosyal hayatı olumsuz etkilemeyi
sürdürmüştür. Amerika, savaş sonuçlarını kazançlı gören İngiltere, savaştan yenik çıkan Almanya, bu krizin
figüranlarıdır. Amerika’dan alınan borçlar, İngiltere’de
ihracatın azalmasına neden oldu. Amerika’nın istediği savaş tazminatıyla karşı karşıya kalan Almanya yeni
para basmayı denedi.
Amerika 1924–1929 yılları arasında stabilizasyon
dönemi yaşadı. Değişmezlik anlamına da gelen durum
sayesinde ihracat fazlası ile tek kredi veren ülke oldu.
Otomobil, yapı, elektrik endüstrisi gelişti. Yeni gelişen
endüstrilere talebin fazla olması yüzünden, 1928 yılında verdiği kredileri New York Borsası geri çekmek
zorunda kaldı. Diğer ekonomik göstergelerde üretim
ve işlilik oranı oldukça yüksekti. Aşırı fakirlik yanında,
halkın büyük çoğunluğu fazlasıyla rahat ve varlıklı idi.
Şirketlerin büyük mali gücene karşın bankalar yapılanmada iyi gidişte değildi. Başkan Hoover yönetimi
ise tecrübesiz ve başarısızdı. Amerika’da “ Kara Perşembe” olarak da anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. Bugün olduğu gibi Amerikan Başkanlık
seçimi yapılacaktı. Hoover’in yerine, verdiği programla
ekonomik sistemde köklü değişiklik vaat eden Roosevelt seçildi. Bankacılık sektörüyle işe başladı.
Almanya, enflasyonsuz iç piyasa canlılığını yaşattı. Dünya pazarları Alman mallarına açık olmadığı için
malın malla değişimi (Counter-trading) modeli ile
hammadde sıkıntısını aştı. İyi bir alıcı ülke durumuna
geldi. Amerika ve Fransa demokrasisi içinde kalarak
çözüm ararken Almanya’da bu iyi gidiş uzun sürmedi.
İşsizler, Adolf Hitler’in iktidar olmasına yol açan halk
hareketi (Nazizm) içinde yer aldılar. Kriz, İtalya’da Benito Musolini’yi, İngiltere’de vesir Winston Churchill’i,
Fransa’da De Gaul’ü iş başına getirdi. Avrupa’daki bu
gelişmeler ekonomik kriz rekabetin açtığı yoldan, İkinci Dünya Savaşı gibi bir felakete yelken açacaktır. Almanya ve İtalya’daki siyasi değişim hem Avrupa, hem
de Türkiye’yi içine alan “ tehdit merkezi” olma korkusu
ikilemini birlikte getirdi.
Ekonomik bunalım o yılların dünyasında üç ülkeyi
az etkileyecek görünüyordu. SSCB (Rusya) Japonya ve
Türkiye.Çünkü, kararlı, programlı ve dengeli bir kalkınma içinde idiler.
… VE TÜRKİYE
Türkiye 1929 bunalım yıllarında sanayileşmiş bir
ülke değildi. Ancak 1929–1930 dünya sanayi üretim
artışı ortalama yüzde 19 iken Türkiye’de 96 olmuştu.
1930–1937 arası dış ticarette fazlalık sağlandı. Dünyada
ilk demokratik kalkınma planları 1931’de Türkiye’de
uygulamaya konuldu. Birinci Kalkınma Planı 1933–
1938 yılları arasındadır. Ekonomik bunalım farklı ülkelerde farklı tarihlerde son bulmuştu. 1933’de takas ve
kliring uygulamasına geçti. Bu sistemde ithalat, ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Türkiye
ticaret ve ödeme anlaşması olan ülkelerden ihracata
öncelik verdi. Türkiye, krizden güçlenerek çıktı. Bu
arada, dışardan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesi gerçekleştirildi. Türkiye,
Dünya ekonomik krizini, Türk Lirasının değerini koruma, Planlı kalkınma ve sanayileşme politikaları sayesinde başarı ile aştı.
Hammadde kaynaklarını zenginleştiren Türkiye,
tekstil, iplik ve dokuma fabrikaları yanında, 1925 yılında devlet sermayesiyle Sanayi ve Maadin Bankası kurdu.
Alpullu ve Eskişehir Şeker Fabrikaları girişimlerini gerçekleştirdi. Bu bankanın kuruluş amacı, fabrika kurup
yönetmek olarak belirlendi. Banka desteğiyle KayseriBünyan İplik Fabrikası, Isparta İplik Fabrikası, Kütahya Çini İşleri gibi kuruluşlar devletin ortak olmasıyla
faaliyete geçti. 1935 yılına gelindiğinde Türkiye’nin
Demir –Çelik Sanayi, Kayseri Pamuklu Dokuma Sanayi
(Sümer Bez Fabrikası) gibi kuruluşları çok amaçlı ihtiyaç karşılayan milli ekonomisinde güçlenme unsurları
olarak görülmelidir.
İnceleme
DÜNYA EKONOMİ BUNALIMLARI
İnceleme
26
Atatürk Türkiyesinde,1838 yılında İngiltere ile Balta Limanı Ticaret Anlaşmasının imzalamasıyla başlayan
sürecin etkileri yok edilmiştir. Üstelik 1954 yılında son
bulacak “Osmanlı Borçları”nı ödemeye devam edilmiştir. Türkiye Osmanlıdan Amerikan dolarının 167 kuruş
olduğu yıllarda 32 milyon Türk Lirası borç mirası almıştı. 90 yıl sonra, “AÇIK PAZAR” haline getirilmiş bir
Türkiye’den milli ekonomisi güçlenmekte olan Atatürk
dönemi başarılı ekonomik siyasetine gelinmişti. 1929–
1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikadaki başarıları, ekonomik bağımsızlığın sonuçları
ile düşünüldüğünde daha da anlamlı olacaktır.
İlk çok partili hayat denemesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası oldu. Bu parti, Şeyh Sait Ayaklanması
üzerine(1925) kapatıldı 1930’da Serbest Cumhuriyet
Fırkası ikinci deneme olacaktır.
Dünya Büyük Ekonomik Bunalımında (1929) tek
parti ile yönetilen bir Türkiye görüyoruz. Tek partiden
amaç demokrasiye geçişi hazırlamaktır. Yukarıdaki gelişmeler dikkate alındığında, parti baskı ve şiddet yöntemlerine başvurmadan kitlelerin siyasal yönden eğitilmesinin ön planda tutulduğu görülür. Komünist ve
faşist tek parti rejimlerinden ayrılan özellik buradadır.
(Doç. Dr. Mehmet Turhan, Siyasal Elitler Ankara 1991 s.131)
Fransız Düverger, tek parti rejimiyle ilgili şunları
söylüyor: “Türkiye Tek Parti sistemi hiçbir zaman bir
tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş; onu sınıfsız bir toplumun varlığıyla da
parlamenter çekişmeleri ve liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır.
Sahip olduğu tekelden dolayı daima rahatsızlık, hatta
utanç duymuştur. Türk Tek Partisi, bir suçlu vicdana sahip olmuştur… Bütün bunlara karşılık M.Kemal çeşitli
fırsatlarda bu tekele bir son vermeye çalışmıştır ki, bu
olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır.”(Siyasi
Partiler Çev.Ergun Özbudun. 1974. s.360)
1930’da M.Kemal, Paris Elçisi Ali Fethi Bey’i özel
olarak çağırarak ona ansızın bir fırka (parti) kurdurmuştur. CHP ile kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
görüş ayrılığı, CHP’nin devletçiliğine karşın, Serbest
Fırkanın, liberal bir ekonomik düzen önermesiydi.
Radikal-devrimci yöntem yerine evrimci ve ılımlı bir
yol izliyordu.
M.Kemal yeni bir parti kurulmasını isterken 1929
Ekonomik bunalımı karşısında tek parti görüşü yerine
sorumluluk alabilecek bir muhalefeti de görmek istemiştir. Böylece farklı görüşler de dikkate alınacaktı.
Eğitim düzeyleri, meslek yönünden Halk Partisi milletvekillerinden yüksekti. Yüzde 80’i bürokrattı. Böylece,
ekonomik kriz karşısında iktidar-muhalefet işbirliği
1929 krizinden Türkiye’nin güçlü çıkmasını sağlamıştır. Başbakan İnönü ilk defa “ Ilımlı Devletçilik” deyimini kullanıyor. M.Kemal, 1931 Ocak ayında İzmir’de
yaptığı konuşmada “fırkamızın izlediği program, iktisadi açıdan devletçiliktir.” Derken; iberal mi, devletçi mi?
Tartışmasına son noktayı koymuş oluyordu.(Atatürkçülük, ikinci kitap MEB 1988 s.265)
2008 DÜNYA EKOMOMİK BUNALIMI
VE TÜRKİYE
2008 krizi de ABD merkezli olup Kara Avrupa’sında
büyük ekonomileri harekete geçiren özelliktedir.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ekonomileri ve
bankaları güçlendirme görüşü değer bulmadı. ABD’nde
borsanın çöküşü ve batık bankalarda ortaya çıkan kriz,
80 yıl önceki ile benzerlikler taşıyor; Avrupa’da Almanya, İngiltere ve Fransa’yı hareketlendiriyor. Farklı ülkelerde farklı sürelerde devam edecek olacağa benziyor.
Türkiye bu krizi şöyle karşıladı:
İç borç toplam: 224,9 milyar dolar
Dış borç toplam: 284,4 milyar dolar
Toplam ülke borcu: 509,3 milyar dolar
Özel sektör borcu: 140 milyar dolar
Cari açık: 50 milyar dolar
Karşılıksız çek:1.397.166 (2007)
Protestolu Senet: 1.470.758
Kredi Kartı (Ödenmeyen) 3 Milyar 610 Milyon YTL
(5 Eylül 2005)
Böyle bir tablo karşısında çıkış yolları aranması
gerektiği ortadadır. İktidar-muhalefet derin görüş farklılığı içinde. Temmuz 2008’de 202 bin işsizin katılımı
ile işsizlik oranının 9,4 olduğu açıklandı. Bu süreçten
çıkmanın tek yolu “ özel sektör ve kamu sektörü yatırımlarını artırmaktır” deniliyor. Bölgesel kalkınma projelerine ağırlık verilmesi gerektiğini vurgulanıyor.
Bankaların 6 ay, 1 yıl olan kredilerini “olsun ben
şimdi istiyorum” söylemleri karşısında Maliye Bakanı
uyarıcı oluyor: Bankaların uyarılması gerekiyor. Başbakan kriz karşısında sağlam duruyoruz diyor. 2009 bütçesine bunalım ayarı veriliyor. Hedef olan 4,5 büyüme
hedefi yüzde 4’e çekiliyor. Mali disipline bağlı kalınacağı açıklamaları yapılıyor. Vergi indirimi yok deniliyor.
Dolar 1.50, Euro 200 ile TL’sinin değerini koruma çabası var.9 aylık enflasyon rakamları çift haneli. Memura
zam yüzde 4 olarak belirlendi.
1929’da tek parti iktidarı siyasi ve ekonomik tedbirleriyle krizi aştı. 2008 Türkiye’de tek parti iktidarı,
bunalım karşısında muhalefeti ve görüşlerini dikkate
almıyor, önemsemiyor. Ekonomik bunalımın sosyal
sorunlar yumağı giderek büyüyor. İşsizlik çığ gibi büyüyor. İşli iken 6 yılda sadece Kayseri’de işini kaybedenlerin sayısı 10 bin ile ifade ediliyor. Esnafın hali
ortada, üretemeyen tarım sektörü, ithalat-ihracat dengesini kuramayan bir Türkiye manzarası. Elinde 100
binlerce ev- daire kalan bir TOKİ gerçeği… Hâlâ biz bu
krize hazırlıklıyız deme sorumluluğunu kendilerinde
görenlerin, yeni sonuçları ile şaşırtıcı olan küresellikte
kaybolan ülkelerin vay haline! Bunalımlar, aynı coğrafyada, aynı nedenlerle aynı sonuçları veriyorsa; yarının
dünyası, ekonomide olduğu gibi, siyasette de değişimler görecektir. Bu nedenle, iktidar muhalefet partilerini de dinlemeli, ekonomik krize de bölücü teröre de
birlikte çözüm aranmalıdır. Zira ekonomik kriz de, bölücü terör de gemi azıya almıştır; göz ardı edilemez,
edilmemeli.
CANAVARLAR…
SFENSKLER..
Osman KARABABA
S
fenksler…
İnsan başlı aslan vücutlu masal canavarı… Hayal ürünü; ama kutsallaşmış…Tarihte cerahatlerin değişik
sembolü…
Mısır sfenksi; başı firavunun yüzünü tasvir
eden, uzanmış durumda bir aslan…
Az mı insan yedi bu canavar...
Yunan mitolojisindeki canavar ise dişileşmiş…Kartal kanatlı, kadın çehreli ve göğüslü...
Efsaneye göre Thebai şehri yakınlarında ulu
bir kayanın tepesinde durur ve “sorularımı bilemediniz” bahanesiyle yolcuları yermiş.
Sfenks, bir gün Thebai şehrinin kapılarına
dayanan Oidupus’a şu bilmeceyi sormuş: “Sabah
dört ayak, öğleyin iki ayak ve akşam üç ayak üzerinde yürüyen hayvan hangisidir?”
Oidupus sorunun karşılığını bulmuş: “İnsan
çocukken dört ayak emekler, erişkin yaşta iki
ayağının üzerinde durur, yaşlanınca da üçüncü
ayak görevi yapan bastona dayanır.”
Canavar bu cevap karşısında yenilgiye uğradığına kızmış ve kendisini denize atarak intihar
etmiş.
Yunan canavarının hiç olmazsa haysiyeti, arı,
şerefi varmış be...
Bizdeki çok farklı… Kabuklu keferelerden
gebe… Bu yüzden HİV virüsü taşır; bulaşıcı ve
iğrenç…Dedem Korkut’un asırlar önce belirttiği
çağımızın “Tepegöz”ü... Doğu ve güneydoğumuzun sarp dağlarında yaşar. Ara sıra yolları keser;
kafayı yediği zaman ovaya iner. İnsandan bozma…
Yarı insan, yarı domuz… Kendi uzvunu yiyen cinsten…
Kulağı, burnu mecliste… Dişleri doğu ve güneydoğu bölgemizde, gövdesi komşu ülkemizde,
beyni ABD’de...
Geçenlerde ininden çıkarak Aktütün’de ve
Diyarbakır’da insanlara saldırdı yine. Malumunuz, bir günde 17 şehit... “İnsanlık” sabaha kadar
ayakta...
Devletin zirvesinde toplantı üstüne toplantı… “Terör”e çözüm arıyoruz güya Irak’ta.
Sonuç mu?
“Kararlılık”, “Duyarlılık”…mış.
Bu, neye duyarlılık? Bu neyin kararlılığı?
Sınır ötesi sıcak takibin...
İçerde bir kısım hain basın… Mehmetçiğin
üzerine yürürken, yetmedi, masum halkı kin ve
tahrike sürüklerken… Mecliste hainlerin yandaşları ulu orta ürürken…
İktidarın; “Terör örgütü askerimize ve polisimize düşman gözüyle bakıyor. Ama biz onları
düşman gibi görmüyoruz.”sözleriyle…
Neye duyarlılık?
“Canavar”a “insani yaklaşım”…
Peki, bu hangi emelin kararlılığı?
Şimdiye kadar orduyu hep çıkmaza sürdünüz;
yetmedi mi? Mehmetçiğe yetki verdiniz de üç buçuk çapulcunun soyunu tüketmedi mi?
Çekilin önünden Mehmetçiğin, bakın o zaman hainler nasıl tükeniyor kendiliğinden…
Beş on yıldır sesi çıkmıyordu; kulağını, kuyruğunu kesmiştik, başını da İmralı’ya tıkmıştık canavarın. Lakin son genel seçimde burnunu meclise yine soktu. Şimdi “okyanuslar ötesi ilah”ı için
kan istiyor ondan.
Uyan ey millet, uyan! Bu iktidarın bir şey yapacağı yok! BOP’a kurban ediliyor Türkiye…
Canavarın kulağıyla, kuyruğuyla uğraşacağımıza önce meclisten burnunu keserek sonra beynine çomak sokmak ve gözlerini çıkarmak lazım
değil mi?
Dünya tarihinde sayısız kahraman çıkaran bu
milletin neye ihtiyacı var ki?
Söyler misiniz? Neye?
İnceleme
27
28
İŞBİRLİKÇİ
İnceleme
ARTİN KEMÂL
Yusuf BİLTEKİN
A
li Kemal; Müslüman
Türk
görünümünde
olan bir ajan. Kendisini
Müslüman Türk göstermese, içimize giremezdi zaten. İçimizdeki hainler bizi hep böyle kandırıyorlar.
Belki bana: “Ali Kemal’in
kalbini açıp da baktın mı ki, Müslüman değil diyorsun?” diyebilirler. Onlara Allah’ın ayetiyle cevap
veririm: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli/dost
edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları veli
kabul ederse o da onlardandır. Allah, zalim topluma hidayet vermez . (Maide 51)
Ali Kemal’i biraz tanıyalım:
20 Mayıs 1919 yılında İstanbul’da İngiliz Muhipleri
Cemiyeti’nin kuranlar arasındadır. Bu cemiyetin başkanı Sait
Molla adında bir İngiliz ajanıdır. Diğer kurucuları da Rahip Frew,
Mustafa Sabri Efendi ve Ali Kemal’dir.
26 Haziran 1919’da İçişleri Bakanı Ali Kemal, Mustafa
Kemal’in milli hareketi başlatma gayretlerini engellemek amacıyla “Milli ordu teşkil etmenin ve müdafaayı milliye
hazırlamak gibi faaliyetlerin felaket olduğu” hakkında
bir genelge yayınlamıştır. Budan sonra tartışmalar ve tepkiler
olmuş ve Ali Kemal istifa etmek zorunda kalmıştır. Ancak Osmanlı Padişahı Vahdettin istifa eden Ali Kemal’e şunları söyler:
“Saray her dakika ve kayıtsız şartsız size açıktır…
Telkinlerinizi sabırsızlıkla bekleyeceğim.” Koskoca Osmanlı Devleti’nin padişahına bu sözler hiç yakışmamıştır.
Ali Kemal; Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına “Haydutlar” demiş ve Türk ordusunun Kars’ı Ermenilerden geri almasını sert bir dille eleştirmiştir. Bu yüzden halk da ona “Artin
Kemal“ lakabını layık görmüştür.
Kars’ın Ermenilerden alındığı gün başyazısını öven
misafirlerle otururken Ali Kemal onlara şöyle demiştir:
“Ankara’dakiler yine köpürecekler. Haydutların işi
gücü savaş. Siyasetten zerre kadar anladıkları yok.
Ellerinde derme çatma bir ordu, birkaç tane de düzme kahraman dövüşüp duruyorlar. Hükümet ölçmüş
biçmiş, uygun görmüş, Sevr Antlaşmasını imzalamış
size ne oluyor a zirzoplar? Beyhude yere kan dökme-
nin âlemi var mı? Öğrendiğime göre, Londra’da çocuk
gibi İzmir’i isteriz, Edirne’yi isteriz Adana’yı isteriz,
hatta tam istiklal isteriz diye tutturmuşlar.”
Ali Kemal, sözlerinden de anlaşıldığı gibi bakar kör, çünkü
ileriyi görememiş. Türk Milleti savaşın kazanılacağına inanmış
ama Ali Kemal inanmamış.
Türk Milli Mücadelesi’nin başarıya ulaşmasından sonra
Mazlum ve Cem adında iki sivil polis onu Beyoğlu’ndan alıp
işgal kuvvetlerinin gözü önünde Kumkapı’ya kaçırırlar, oradan
bir tekneyle İzmit’e getirirler. İzmit’te 1.Ordu Karargâhında Nurettin Paşa vardır. Haber alma şubesi başkanı da Albay Rahmi
Apak’tır. Nurettin Paşa öğle yemeğinden dönen Rahmi Apak’ı
görünce “Ali Kemal’i yakalamışlar, buraya getirt.” emrini verir.
Rahmi Apak, Ali Kemal’i odasına getirtir, sorgu hâkimliği yapan
yedek subay Necip Ali Küçükağa’ya ilk ifadesini almasını söyler.
“Ali Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmayacağını sandığı için
yazılar yazdığını söyler.” “Demek yanılmışsınız” müdahalesini
duyan Ali Kemal: “Evet çok doğru söylüyorsunuz. Ben
Türk Milleti’nde bu kadar büyük yaşama gayreti ve
mücadele ruhu mevcut olduğunu bilmiyordum, bu
bilgisizliğimden dolayı mazur görülmeliyim; çünkü
hayatımın büyük kısmı Avrupa’da geçmiştir, Türk
Milleti’ni tanımıyormuşum, tanıyamamışım” der.
Nurettin Paşa, Ali Kemal’i odasına çağırır, Rahmi Apak da
yanındadır. Nurettin Paşa sorar :
- Sen kimsin?
- Ali Kemal bendeniz.
- Haa Artin Kemal dedikleri adam sen misin?
- Hayır, Efendim, ben Artin Kemal değil, Ali Kemal’im.
- Seni askeri mahkemeye sevk edeceğiz.
- Adaletin karşısına çıkmaya hazırım.
Ancak mahkemeye çıkma fırsatı bulamaz. Cezasını Türk
Milleti verir.
Dışarı çıkar çıkmaz üzerine saldırırlar ve onu linç edip
öldürürler . Ali Kemal doğru düzgün adam olsaydı, halk onu
sırtında taşır, yemez yedirir, içmez içirirdi. O, işbirlikçi vatan
hainiydi.
Günümüz Türkiye’sinde bir değil binlerce “Artin Kemal”
var. Bunların akıbeti, Artin Kemal’in ki gibi olur mu? Bekleyip
göreceğiz.
29
Hakan BOZDOĞAN
VE TÜRKİYE
D
ünya kaynaklarının sınırsız tüketimi
ve serbest piyasa şartlarındaki acımasız rekabet anlamına gelen kapitalizm, “Yeni Dünya Düzeninin” sonunu da beraberinde getirmeye başlamıştır.
Geçtiğimiz haftalarda dünyayı sarsan ekonomik krizler, aslında 90’lı yıllarda tek kutuplu
dünyanın geleceğe dönük belirsiz yönünü de
göstermekteydi. Özellikle küresel sermayenin yoğun bir şekilde yönetildiği ABD’de birçok düşünür daha 90’lı yılların ortalarında kapitalizmden
kaynaklanan krizlerin çıkacağı öngörüsünde bulunmaktaydılar. Ama ne ilginçtir ki ABD’li yetkililer, krizin yaklaşan ayak seslerini bizde var olan
oldukça trajikomik vurgusuyla, “Hamdolsun biz
krizden etkilenmeyeceğiz”, aymazlığıyla savunmaya çalışmışlardır. Bu durum, ABD’li yetkililerin
daha 90’lı yılların ortalarında çıkan krizi bir takım
hisseleri şişirerek geçiştirmeye çalıştıklarını açıkça
göstermiştir. Böylece yıllarca şişirilen küresel mali
sistem birden bire patlamıştır.
ABD’li ünlü iktisatçı Lester C. Thurow 1996
yılında kaleme aldığı “Kapitalizmin Geleceği”
adlı kitapta dünyayı etkisine alan kapitalizmin sonunun geldiğine ilişin öngörülerde bulunmuştur.
Thurow’a göre bireycilik üzerine kurulu olan kapitalizm, bireyin doğasındaki kısa vadeli düşünme
eğilimini dengeleyerek sosyal kuralları içermeyen
bir sistem olduğu için kendini tehlikeye atmaktadır. Yine Thurow eserinde, kapitalizmin rakipsiz
kalmasının yaratacağı sorunları şu şekilde dile
getirmektedir: Tarihsel olarak, dışarıdan gelen
askeri tehditler, içerdeki toplumsal huzursuzluklar ve alternatif ideolojiler, statükoda kazanılmış
hakları aramak için bir bahane olarak kullanıldı.
Bunlar kapitalizmin varlığını sürdürmesini ve gelişmesini sağlayan şeylerdi. Eğer kapitalizm tehdit
edilmiş olmasaydı, Roosvelt başarı sağlayamazdı.
Tarihte de geçerli sosyal sistemlerin hiçbir rakiplerinin olamadığı dönemler vardır. Eski Mısır, Roma
İmparatorluğu, Amiral Perry gelmeden önceki
Japonya gibi. Tüm bu durumlarda egemen olan
sosyal sistem egemenliğini yitirmiştir. Aynı şekilde
Paul Kenndy, dünyadaki varlıklı ülkelerle yoksul
ülkeler arasındaki uçurumun giderek arttığına
dikkati çekmiş, yoksul ülkelerin varlıklı ülkelere
yasadışı baskısını önlemek için yoksul ülkelerin
sorunlarına eğilmek gerektiğini belirtmiştir. Paul
Kenndy’in görüşlerini destekleyen New York Times gazetesi köşe yazarlarından Thomas Friedman şöyle demişti: “Kötü durumdaki komşunuzun ziyaretine gitmezseniz, o sizi ziyarete
gelir”. Ayrıca dünyada mevcut sorunlara çevresel
bir değerlendirme amacıyla kurulan ve her yıl yayımladığı “Dünyanın Durumu” serisiyle çevresel
sorunları anlatan Worldwatch Enstitüsünün başyazarlarından Lester R. Brown da kapitalizmle ilgili bir takım öngörülerde bulunmuştur. Brown’a
göre dünyanın mevcut kaynakları insanoğullunun
sınırsız istekleri karşısında giderek yok olma tehlikesi altındadır. Özellikle kapitalist sistemin dünyanın mevcut kaynaklarını tüketme yolunda sarf
ettiği yoğun üretim faaliyetleri, ileri dönemlerde
çevrenin bozulmasına paralel olarak dünyada
ciddi gıda sorunları yaşatacaktır. Brown, kapitalizminin sonunu bu şekildeki bir kapitalist
anlayışının getireceğinden bahsetmektedir.
Yukarıdaki ifadeler kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazı göstermektedir. Zaten adil olmayan
gücün adaletsiz kuralları, günün birinde kendine
de bulaşır.
Dünya siyasetinde karşılıklılık, eşitler arası temel ilişkiler gibi kavramlar kapitalizmin baskıcı tutumlarına karşı geliştirilmiştir. Özellikle hâkim gücün olmadığı tek kutuplu dünya düzeninde “uluslararası adalet” en çok aranan kavramlar arasında
yer almaktadır. Bu açıdan bakacak olursak, Türk
Kurtuluş Savaşı ve sonrasında uygulanan ve
tam bağımsızlığa dayalı milli ekonomik yapı
günümüz sorunlarına çözüm oluşturacak
bir model niteliği taşımaktadır. Ünlü İngiliz
tarihçi David Fromkim, Barışa Son Veren adlı kitabında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “Mustafa Kemal siyasi sınırları belirlerken sadece kendi
ülkesinin neler alacağını değil komşularının da
neleri kabul edeceğine dalyalı siyasi sınırları belirlemiştir.” diyerek cumhuriyetin kurtuluş temelle-
İnceleme
KAPİTALİZMİN SONU
30
İnceleme
rinde uluslar arası ilişkilere karşılılık esasına dayalı
bir bakış açısı geliştirdiğini göstermiştir.
Türk ekonomisinin temeli, Kurtuluş Savaşı
sonrasında toplanan İzmir İktisat Kongresi sonrasında şekillenmiştir. Bu kongre bugün bütün dünyanın örnek alması gereken bir kongredir. Çünkü
kongreye katılanlar arasında toplumun en ileri
meslek kuruluşlarından tutun da en küçük meslek
guruplarına kadar her kesimden temsilciler katılmıştır. Yani o dönem ekonomisine yön verenler ne
uluslar arası dev şirketler, ne zengin işadamlarının
oluşturduğu dernek ne de borsada hissesi bulunan
rant ekonomisinden kazanç elde eden çıkar çevreleriydi. Ekonomiyi halk yönetiyordu. Halkın istekleri ekonomik kararlarda uygulamaya sokuluyordu. Günümüzde ikide bir “milletin egemenliği”,
“milli egemenlik” gibi sloganları ağızlarında sakız
edenlere sormak istiyorum: Ne işiniz var IMF ve
AB kapılarında, Dünya Bankası’nın koridorlarında ve Soros gibi kişilerin yanında? Ne
zaman döneceksiniz halka? Ne zaman halkın
ihtiyaçlarına göre karar alacaksınız?
Ülke ekonomisi, halka kömür dağıtmakla değil; halkı kömür alacak ekonomik duruma getirmekle yönetilir. Yoksa Ulu Önder’in belirttiği şu
acı duruma düşeriz: “Çalışmadan, yorulmadan,
hazır kazanç yolunu seçenler evvela hassasiyetlerini, sonra haysiyetlerini, daha sonra da istikballerini kaybederler.”
Ekonomimizin kamburu haline gelen gelir dağılımı adaletsizliğini, kişi başına düşen borç oranının artmasına ve cari açığın her ay rekor üstüne
rekor kırmasına kadar meydana gelen bütün olumsuzlukları, kendi gerçeklerimizi, değerlerimizi ve
kaynaklarımızı kullanarak halledebiliriz. Kendimize güvenmeme hastalığından kurtulmadığımız sürece ekonomik göstergeler, yarınları belirsiz hale
getirir.
DİPNOTLAR
1. Ayrıntılı bilgi için bkz., Thurow, L.C., Kapitalizmin
Geleceği, İstanbul, 1997.
2. Ayrıntılı bilgi için bkz., Kennedy, P., Yirmi Birinci
Yüzyıla Hazırlanırken, Ankara, 1999.
3. Renner, M., Güvenliği Yeniden Tanımlamak, Worldwach Enstitüsü, 2005 Dünyanın Durumu, Küresel Güvenliği Yeniden Tanımlamak, İstanbul, 2005, s.10
4. Ayrıntılı bilgi için bkz., Brown, L.R.,Tarih Hızlanıyor,
Dünyanın Durumu 1996. Ankara, 1997, S.1-22.
5. Ayrıntılı bilgi için bkz., David Fromkin, Barışa Son
Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? İstanbul,
1989.
GENEL KURULA ÇAĞRI
Derneğimizin Olağan Genel Kurul Toplantısı aşağıda belirtilen gündemi görüşmek üzere 20 Aralık 2008
Cumartesi günü saat 14.30’da dernek
binasında yapılacaktır. Çoğunluğun
sağlanamaması durumunda genel
kurul 27 Aralık 2008 Cumartesi günü
aynı saat ve aynı yerde toplanacaktır.
Üyelerimize duyururuz.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanlığı
Adres:
Sahabiye Mahallesi Otak Sokağı Kamer
Apt.
A Blok No:4/3 Kocasinan/KAYSERİ
Tel: 232 32 67
GÜNDEM
1) Açılış, yoklama
2) Saygı duruşu ve İstiklâl Marşı’nın okunması
3) Divan Teşekkülü
4) Faaliyet Raporu’nun okunması
5) Denetleme Kurulu Raporu’nun okunması
6) Raporların müzakeresi
7) İbra
8) Tüzük değişikliği: Yönetim Kurulu asıl ve
yedek üye sayısının 5’ten 7’ye çıkarılması
teklifinin görüşülmesi
9) Yönetim Kurulu’na şube açma yetkisinin
verilmesi teklifinin görüşülmesi
10) Seçimler
11) Dilek ve temenniler
12) Kapanış
“YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ “
ÜZERİNE
Dr. İhsan YAŞA / Nöroloji uzmanı
B
ilgiyurdu’ndaki “Yiğitliğin Ölçüsü”
başlıklı yazıyı büyük bir zevkle okudum. Çok önemli tesbitler ve güçlü
mesajlar içerdiğine inandığım bu güzel yazıya bir
iki ilave yapmak istiyorum.
Eski Türk toplumundaki ideal insanın Alp
İnsan Tipi olduğu ifade edildikten sonra, Alp
olabilmek için de cesaret, yiğitlik, cömertlik ve
fedarkârlık melekelerine sahip olmak gerektiği,
ayrıca o zamanki savaş aletleri olan kılıç-kalkan,
ok-yay ve süngüyü çok iyi kullanmak icap ettiği
ve de iyi bir at binicisi olmanın de lazım geldiği
belirtilmiştir. Bedenen de (pazu kuvveti olarak)
güçlü ve kuvvetli olmanın şart olduğu eklenmiştir.
(Dede Korkut Kitabından ve Aşık Paşanın Garipname isimli eserinden istifade edilerek bu özelliklerin çıkarıldığı ifade edilmiştir).
Günümüzdeki yiğitlik ölçüsünün biraz farklı
olduğuna işaret edildikten sonra şöyle devam ediliyor; “Artık kılıç, kalkan,ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve
kılıçla yapılmıyor. Ancak cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi, erdem, fedakârlık, kararlılık,
sabır ve sebat, dün olduğu gibi bugün de geçerli
olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler,
hem de kadın ve kızlar için…”
Günümüzdeki Alp’lere mehmetçikler, Doğu
ve Güneydoğuda görev yapan öğretmenler ve diğer
devlet memurları, ayrıca ilim adamları, Türk’lüğe
hizmet yolunda gecesini gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamları örnek gösterilmiştir.
İşte tam burada konuyu biraz daha açmak
istiyorum. Türkiye’yi tehlikelerden koruyacak ve
kurtaracak, çağımızın en güçlü ülkesi haline getirecek gençlerin (yani günümüzdeki Alplerin)
yukarıda yazılan kişilik özelliklerine sahip olmalarının yanında, kendi mesleklerinde de çok iyi
yetişmiş olmaları lazım. Bu da yetmez. Bir genç,
hangi meslekten olursa olsun, kendi mesleğiyle
alâkalı bilgilerin yanında, Türk tarihini, dilini, dinini ve kültürünü de bilmesi icab eder. Kendi milletinin tarihinden, kültüründen, edebiyatından,
dininden, musikisinden, kısacası kültüründen
habersiz bir insan düşünülemez. Böyle bir insan
mesleğinde ne kadar başarılı olursa olsun daima
kendisini boşlukta hisseder. Hiçbir zaman kendi
toplumundan yeterince takdir toplayamaz. Yaptığı
çalışmaların tam olarak tadına varamaz. Türk milletinin gönlünde bir yer edinemediğinden dolayı ,
içinde bir uhde kalır. Bir tarafının eksik olduğunu
daima hisseder. Yabancıların iltifatını alsa bile o
iltifatlardan tam olarak tatmin olmaz. (Meselâ Nobel Ödülü’nü alan Pamuk soyadlı yazar, kendisinin Türk milleti tarafından yeterince sevilmediğini
bilse, eminim ki huzursuz ve rahatsız olacaktır. O,
sanıyor ki Türkiye’deki halk kendisini seviyor ve
beğeniyor. Fark etse ki kendi ülkesindeki insanların büyük bir kısmı -mutlu azınlık dışındakilerkendisini ciddiye almıyor. Hatta zararlı bir mahluk
olarak görenler de çoktur . Bu durumda huzurlu
ve rahat olması mümkün değil).
Demek ki herşeyden önce, hangi dalda olursa
olsun, kazanılan bir başarıdan önce, insanın evvela
kendi toplumuna yabancılaşmaması lazım. Kendi
insanının ortak değerlerini, tarihini, kültürünü, tamamen olmasa da, kısmen bilmesi ve benimsemesi gerekir. Benimsemese bile, kendi toplumunun
değerlerine düşman olmaması beklenir. ( Orhan
Pamuk denilen şahıs, kendi toplumunun ortak
değerlerini ve tarihini bilmiyor, bilse bile kısmen
dahi olsa benimsemiyor, tarafsız bile olamıyor,
kendi milletinin değer hükümlerine düşmanlarla
beraber saldırıyor. )
Günümüzdeki Alperenler’de aranan diğer
bir özellik de çağımızın iletişim bilgilerine sahip
olması, yani bilgisayar tekniklerini iyi kullanıyor
olmalarıdır. Malum, artık fikirler ve tanıtımlar sadece gazete ve televizyonlarla değil, WEB siteleriyle ve e-mailllerle de yapılıyor. Bütün bunlardan
bihaber bir gençlik de düşünülemez. Dünyanın
öbür ucundaki herhangi bir hadise, insanlığı ilgilendiren herhangi bir olumlu veya olumsuz gelişme, Türklüğü alâkadar eden herhangi bir çalışma,
anında öğrenilmeli ve değerlendirilmelidir. Ayrıca
yabancı bir dili iyi derecede bilmek ve yabancı kül-
İnceleme
31
İnceleme
32
türlerden de az da olsa haberdar olmak, dünyanın gidişatını doğru bir şekilde okuyabilmek için
elzemdir. Dünyadaki siyasî, sosyal ve ilmî çalışmalardan ve teknolojiden habersiz bir gençlik de düşünülemez. Elbetteki her konuda insanların geniş
bilgilere sahip oması ve her hadiseyi yakından takip etmesi mümkün değildir. Ama temel bilgilere
sahip olması mümkündür.
Her hususta Türkiye’nin çıkarlarının önde tutulması için birtakım temel bilgilere sahip olmanın şart olduğunu bilmek gerekir. Şuurlu bir Türk,
dünyanın neresinde olursa olsun, mesleğini icra
ederken veya işini yaparken insanlığın ortak menfaatlerini gözetsin ama Türk dünyasının ve İslam
aleminin var olduğunu, üstelik dünyanın bu bölgesinde yaşayan milyarlarca insanın sürekli olarak
sömürüldüğünün, ezildiğinin ve adeta kanlarının
emildiğinin de farkında olsun.
Alperenleri yönlendirecek ve yönetecek mevkide olan önderlerin ise, bütün bunların daha fazlasına sahip olması gerektiği de başka bir gerçektir. Yani, millî kaygıları ve İslamî hassasiyetleri olan
aydınlara daha büyük işler düşmektedir. Onların
işleri çok daha zordur. Önce kendilerini çok iyi
bir şekilde yetiştirmek, daha sonra gençleri gerçekçi bir şekilde yönlendirmek durumundadırlar.
Altı doldurulmamış bilgilerle, uçuk söylemlerle
ve gençlere taşıyamayacağı yükler yükleyerek bir
yere varılamayacağının farkında olmaları gerekir.
Ayaklar yere sağlam basılmalıdır. Gençlerin ilgileri ve yönelişleri gözardı edilmeden, duyguları ve
zevkleri de dikkate alınarak gerçekçi söylemler geliştirilmelidir. Dünkü yiğitlik ölçüleriyle bugünkü
yiğitlik ölçüleri arasında fark olduğu gibi, dünkü
üslup ile bugünkü üslup arasında da fark var. Tıpkı dünkü giyim şekli ve zevk ile bugünkü giyim ve
zevk arasındaki fark gibi. Ama ana tema ve ana hedefler şaşmamalıdır. Yani, öz değişikliği olmadan
metod ve üslup değişikliğinden söz ediyoruz.
Çocukları olan, milliyetçi fikirlere sahip pek
çok anne ve babanın bu hususlarda yeterince hassas olduklarını ve evlatlarını iyi bir şekilde yetiştirdiklerini söyleyebilmek ne yazık ki mümkün değil.
1980 öncesinde, Türkiye ve Türk İslam Ülküsü için
herşeyini vermeyi göze almış olan o günkü gençler, bugün artık evlat sahibi olmuşlardır. Âdeta ateş
çemberinden geçmiş o altın nesil, bugün baba ve
anne mevkiindedirler. Bu insanların bir kısmı, ne
yazık ki “Biz çok çektik, bari çocuklarımız çekmesin” zihniyetiyle evlatlarını millî ve manevî faaliyetlerden uzak tutmayı tercih etmiştir . Bir kısmı
da çocuklarının ilgilerini ve zaaflarını tam olarak
anlayamadıklarından dolayı onlar için bir şey ya-
pamamaktadırlar . Ailece, günün rüzgârına kapılmış gidiyorlar. Ama 1980 öncesi milliyetçi neslin
büyük bir kısmı ise Millî kaygılarını ve İslamî hassasiyetlerini bütün zorluklara rağmen hâlâ sürdürmektedir. Çocuklarını da bu duygu ve düşünceler
içinde yetiştirmeye çalışıyorlar. Ama ne ölçüde başarılı olduklarını tahmin etmek güç. İşte burada da
eksikliklerin ve yetersizliklerin olduğu kanaatindeyim.
Bir hekim olarak, işin psikolojik boyutuna
birkaç cümle ile temas etmek istiyorum.
İyi niyetin, hamasî duygu ve sözlerin yetmediğini düşünüyorum. Akılcı ve gerçekçi olmak icab
ediyor. Çağımız insanındaki özellikleri dikkate almak gerekiyor. Ona göre ve her ailenin özel durumu gözönünde bulundurularak bir metod ve üslup geliştirilebilir. En önemlisi de “Ya hep ya hiç”
prensibinin burada geçerli olmadığını hatırlamak
lazım. Yani çocuğum ya “tam olarak istediğim
gibi bir kişi olacak” ya da “böyle olmayacak ise
ne hali varsa görsün” gibi bir yaklaşım elbette
doğru değil. “Nereden dönülürse kârdır” prensibi
daha uygun olur.
Evlatlarımızın, yanlışlarını ve eksiklerini görerek asla ümitsizliğe kapılmamak lazım. Böyle olsalar bile ilgi ve sevgi göstermeye devam etmenin
faydası mutlaka olacaktır. Ama bu noktada belki
söylemleri değiştirmek, farklı tarz ve ifadeleri denemek icab edebilir.
Her konuda olduğu gibi burada da ince eleyip
sık dokumak gerekiyor . İnsan ilişkilerinde kelimelerin, tavırların ve hatta mimiklerin bile bazen çok
önemli olduğunu unutmadan, hele hele bu ilişkiler, evlat – ana baba ilişkileriyse, bu inceliklerin çok
daha önemli ve anlamlı olduğunu bilerek diyalogu
devam ettirmek lazım. Küçük bir ayrıntının, güzel
bir sözün bazen bir evladı kazandırabileceğini, tersine, bazen de gene küçük gibi görünen bir sözün
veya davranışın evladı kaybettirebileceğinin de farkında olunmalıdır.
Bir şey daha var. “Çok söyleme arsız edersin”
misâli hep tenkit, hep azar veya hep nasihat da iyi
olmaz. Anne ve babaların çocuklarını zaman zaman takdir etmeyi ve bu duygularını kelimelere
dökmeyi de ihmal etmemelidir. Hatta takdir etmek
veya sevmek için çocuğun olumlu bir yönünü bulmaya çalışmak,iyi bir hareketini yakalamak için
fırsat kollamak da icap edebilir. Bunu da yapmak
lazım. (Böylesi anlarda gururu ve çekinmeyi bir tarafa bırakmakta yarar var).
Unutmuyalım ki sevgi ve takdir, insanları kazanmanın en tesirli yoludur.
YAĞLI TOHUM BİTKİLERİ VE
TÜRK TARIMINDAKİ ÖNEMİ
Ali Şükrü TUNÇEL - Ziraat Yüksek Mühendisi
Ü
lkemizde bitkisel yağ üretim sektöründe 5 milyon ton yağlı tohum
işlenmektedir. Bitkisel yağ tüketimimiz ise 1.7 milyon tondur. Bunun 1.130 milyon
ton’u likit, 550 bin ton’u margarin olarak üretilmekte, 20 bin ton civarındaki yağ da yem, boya ve
sabun sanayinde kullanılmaktadır. Ülkemizde son
birkaç yılda desteklerin de etkisiyle ortalama 500
bin ton bitkisel ham yağ üretimi gerçekleştiğinden, 1,2 milyon ton bitkisel ham yağ da yurt dışından ithal edilmektedir. Üretilen miktar tüketimin
yaklaşık % 30’unu karşıladığından % 70’i de yurt
dışından ithal edilmekte ve ham yağ fiyatları, yıllara göre farklılıklar arz etmektedir. Dünyamızın
yaşamakta olduğu küresel ısınma ve bunun getirdiği kuraklık sonucunda oluşan üretim kayıpları
sonucu yağlı tohum bitkileri ürün fiyatları 2006
yılından itibaren yükselmeye başlamış ve artış
eğilimi 2007 yılında da devam etmiştir. İçinde bulunduğumuz 2008 yılının ilk altı ayında tarihinin
en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Hasat döneminin
başlaması ile fiyat artışı önce durmuş, daha sonra
da gerilemeye başlamıştır.
2007 Yılı ocak ayında CIF (Deniz taşımacılığında “mal bedeli, sigorta ve nakliye dahil”) 320
USD(United States Dolar) olan ayçiçeği tohumu
2007/Kasım ayında 700 USD, 2008 Ocak ayında
925 USD, Haziran başında ise 940 USD’a kadar
yükselmiştir. Son haftalarda ise bu fiyat 500-520
USD civarlarına kadar düşmüştür. Tabii ki aynı durum, ham yağ fiyatlarında da görülmüş, 2007 ocak
ayında CIF 650 USD olan ham ayçiçeği yağı, 2007
Kasım ayında 1335 USD, 2008 Ocak ayında 1750
USD ve haziran başında da 1940 USD’a kadar yükselmiştir. 28.08.2008 Tarihi itibariyle ayçiçeği ham
yağ fiyatı 1150-1200 USD civarında olup, Dünya
piyasalarına arz edilen ayçiçeği ham yağ miktarı
arttığı takdirde fiyatlardaki düşüş devam edebilecektir. Soya, mısırözü ve palm yağlarında da bu
iniş ve çıkışlar yaşanmaktadır:
Dünyamızda yağlı tohum üretimi, artan
petrol fiyatları karşısında bitkisel yağların kısmen
biyoyakıt olarak kullanımıyla da artış göstermiş-
tir. Son beş yılda Dünyamızdaki ham yağ üretimi
330 milyon tonlardan 400 milyon tonların üzerine çıkmıştır. Talebin artmasıyla 2007 yılındaki
fiyat artışları, yağlı tohum ekim alanlarını genişletmiş, bu yıl yağışın iyi olması ile de rekoltenin
% 20 civarında arttığı tahmin edilmektedir. Çin
ve Hindistan başta olmak üzere gelişmekte olan
ülkelerdeki ekonomik büyüme ve gelir artışı gıda
maddelerinin talep yapısını değiştirdiği kadar, Arjantin, Çin, Rusya, Ukrayna ve Tayland gibi üretici
ve ihracatçı ülkelerin ihracata getirdikleri ek vergi
ve kısıtlamalar, son iki yıldaki fiyat artışlarında etkili olmuşdur. Ayrıca, yağlı tohum üreticisi ülkeler
kendi kırma ve yağ sanayilerini de geliştirdiklerinden, yarı mamül ya da mamül madde ihracına yönelmektedirler. Tüm bu gelişmelerin sonucunda
ülkemiz yakın bir gelecekte mamül madde ithal
etmek zorunda kalacaktır. Bu konuda yağ sanayimizin alabileceği en sağlıklı önlem, tarım servislerini oluşturarak bulundukları yörede sözleşmeli
yağlı tohum bitkileri tarımını başlatmaktır.
Görülüyor ki bitkisel yağ sektörümüzün çözüm bekleyen en önemli problemi, yağlı tohum
üretimindeki yetersizliktir. Tarım Bakanlığı, adeta
tahıl bakanlığı haline gelmiş, tarım ürünleri üretiminde ciddi bir planlama yapılmadığından bir
çok üründe yeterli üretim potansiyelimiz olduğu
halde ülkemiz tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke
haline gelmiştir. Türkiye İstatistik Kurumunun
verilerine göre 2008 yılının Ocak-Haziran döneminde tarım ürünlerinin dış alımı, 2007 yılının
aynı dönemine göre %53.4 artarak, 2 milyar 348
milyon dolardan, 3 milyar 602 milyon dolara yükselmiştir. Buna karşılık dış satım %11.8 artarak 1
milyar 610 milyar dolardan, 1 milyar 800 milyon
dolara çıkmıştır.
Bu çerçevede, yılın ilk yarısındaki (OcakHaziran) tarımsal dış ticaret açığı 1 milyar 992
milyon dolara ulaşmıştır. 2007 yılının bütününde
900 milyon dolar olan tarım ürünleri dış ticaret
açığı, bu hızla gidilirse, 2008 yılında 3,6 milyar dolara ulaşacaktır.
İnceleme
33
İnceleme
34
Bu durum, yalnızca 2007 yılında yaşanan
kuraklık ile açıklanamaz. IMF-Dünya Bankası güdümünde uygulanan “yoksulluk yönetimi” politikaları destekleri üretimden bağımsızlaştırmakta, girdi fiyatlarında yaşanan artışlar ve iç ticaret
hadlerinde tarım aleyhine olan hareketler ekim
alanlarını daraltmakta, verimlilik ve kalite geriye
gitmektedir.
Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak,
aşağıdaki tablodan da izleneceği üzere, Türkiye
tarım sektöründe net dışalımcı konuma doğru sürüklenmektedir.
Yıllara Göre Tarımsal Dış Ticaret (Milyon $)*
Yıllar
1999
2001
2002
İhracat
2.058
1.976
1.754
İthalat
1.649
1.409
1.703
Denge
+409
+567
+51
2003
2004
2005
2006
2007
2.121
2.542
3.329
3.481
3.724
2.535
2.757
2.801
2.902
4.640
-414
-215
+528
+579
-916
*Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına göre
Tarım ve gıda krizinin tüm dünyayı sardığı bir ortamda, yılda 700 - 800 bin nüfus artıran
Türkiye‘nin tarımsal üretimden giderek kopuşu,
6 aylık tarımsal dışalım için 3.6 milyar dolar ödemesi, ülke için kaygı vericidir.
Üretim kotalarındaki kısıtlamalar ve kuraklığın bunalttığı İç Anadolu çiftçisi,alternatif bir ürün
ve gelir arayışı içindedir. Yağlı tohum bitkileri tarımı, içinde bulunduğumuz ülke ve Dünya şartları
gereği olabilecek alternatiflerin en iyisi olarak görülmektedir.
BİLGİYURDU CUMA SOHBETLERİ
GERÇEKLEŞTİRİLEN TOPLANTILAR
TARİH
KONUŞMACI
KONU
Çevresindeki olaylar karşısında
Türk Devleti’nin politikaları
Türkiye’de misyonerlik
Sohbet
Atatürk’çe düşünmek
AB mi? Türk Birliği mi?
Eski Türk Yazıtları
10 EKİM
2008
Yrd. Doç. Dr. Hakkı BÜYÜKBAŞ
17 EKİM
24 EKİM
31 EKİM
07 KASIM
14 KASIM
2008
2008
2008
2008
2008
Prof. Dr. Mustafa ÜNAL
Gazeteci-Yazar Hasan Sami BOLAK
Doç. Dr. Ayhan ÖZTÜRK
Kemal YÜCEL
Yrd. Doç. Dr. Erhan AYDIN
YAPILACAK TOPLANTILAR
21 KASIM 2008
Doç Dr. Yıldıray ÖZBEK
Sanatta Milliyetçilik
28 KASIM 2008
İbrahim GÜNGÖR
Yenilikçi düşünme ve eğitim
05 ARALIK 2008
Mehmet ÇAYIRDAĞ
Millî Mücadelede Kayseri’nin Yeri
12 ARALIK 2008
Yunus Emre ÖZKAN
H.Nihal ATSIZ’ı anmak, anlamak
19 ARALIK 2008
Yard. Doç Dr. A. Vehbi ECER
İslam Dini’nin Cazibesi
26 ARALIK 2008
Fazıl Ahmet BAHADIR
Mehmet Akif ERSOY
Sohbet toplantılarımız her cuma saat:19.00’da dernek binamızda yapılmaktadır.
Üyelerimiz ve vatandaşlarımız davetlidir.
Adres: Sahabiye Mah. Otak Sok. Kamer Ap. No:4/3 A Blok Tel: 0(352) 232 32 67 KAYSERİ
35
ANLAYANA
Yaşar Şener’in kızı Seher,
01.11.2008 tarihinde Eskişehir’de
Aydın Gündoğdu ile evlendi. Şener
Sök sök tak
İşçi az paraya
Taş çok paraya gidiyor
Ne de olsa.
Sök sök tak
Fabrikası sende ne de olsa
Yağmur yağınca eriyor
Nasıl oluyorsa?
Siz de haklısınız
Onu da insan yapıyor sonuçta
Ben de yazıp yazıp
Gönül eğlendiriyorum
Zor iş tabi
Taş dizmiyorum
Söz diziyorum… Aslında.
Emekli öğretmen arkadaşımız
ve Gündoğdu ailelerini tebrik eder, gençlere ömür boyu mutluluklar dileriz.
**
Dergimiz yazarlarından
Yrd. Doç. Kadir Özdamarlar’ın
oğlu Taha Özdamarlar ile
Mehmet Cavcav’ın kızı
Buket Cavcav 22 Kasım 2008 Cumar-
tesi günü Flamingo Sosyal Tesisleri’nde evleniyorlar. Cavcav ve Özdamarlar ailelerini
tebrik eder, gençlere mutluluklar dileriz.
Ahmet KAPLAN
TÜRK GENÇLERİNE
DAVET
Ülke sorunlarının ele alındığı
“gençlik sohbetleri”
her Cumartesi saat 14.30’da
derneğimizde yapılmaktadır. Eğitici
ve öğretici bir nitelik taşıyan bu
toplantılarımıza
gençlerimizi davet ederiz.
Gelin birlik olalım, fikrinizi alalım,
zoru kolay kılalım.
BİLGİYURDU
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
**
Derneğimizin başkanı
Mustafa ÖZTÜRK’ün
27 Ekim 2008 tarihinde bir kız torunu
dünyaya geldi. Öztürk ailelerini tebrik
eder, Gülce adı verilen bebeğin Türk
milleti ve vatanı için hayırlı bir evlat olarak
yetişmesini dileriz.
**
Stajını ve askerlik görevini tamamlayarak
meslek hayatına başlayan
Av. Fatih Karababa’yı tebrik eder,
adalet yolunda kendisine başarılar dileriz.
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
İnceleme
TEBRİK
36
İnceleme
Söz:
Müzik
60 yaşında bir
yayın organı:
Ahmet ALTAY - [email protected]
Yeni bir konu ve 10. sayımızla merhaba değerli okurlar.
Bu sayıdaki konumuz tüm müzik sevenleri ilgilenen herkesi
ilgilendiren bir müzik dergisidir. Konuyla ilgili olarak Musiki Mecmuası’nın 1 Mart 1948 tarihli 1.sayısı iç kapağında
yer alan “İLK SÖZ” başlıklı kısa paragrafı aktarıyorum:
“Yeni çıkan mecmuaların upuzun yazılmış parlak programlarla kendilerini okuyucuya takdim etmeleri bizde gelenek halini almıştır. Fakat neşriyat hayatımızda vaitlerini
yerine getirebilmiş kaç dergi sayabiliriz? Bunu düşünerek
biz, söze hacet görmeden, doğrudan doğruya iş ile meydana
çıkmayı tercih ettik. İşte elinizdeki ‘Musiki Mecmuası’ bir
alay lakırdıdan daha kuvvetli olan belagatiyle düşüncelerimizi ifade ediyor… hem de ‘ yapacağız’ diye değil, ‘yaptık’
diye! En sağlam vaitler, gerçekleşmiş olanlardır.”
Farabi, İbni Sina, el-Kindi ve Safiyüddin gibi öncülerden bu yana yüzlerce yıldır malzeme ve yazılı kaynak
biriktiren müziğimiz, günümüzde de yaşamaktadır ve milli
kimliğimiz öncülüğünde yaşamaya devam etmektedir. Müziğin kendisinin bilimsel bir zeminde incelendiği ve açıklandığı “edvar” adı verilen kitaplar haricinde bestecilerin
biyografilerinin ve şarkı güftelerinin yer aldığı el yazması
güfte mecmuaları vardır. Bu eserlere 10. asırdan bu yana
muhtelif yüzyıllarda rastlamaktayız. 1727 yılında İbrahim
Müteferrika tarafından Osmanlı’da ilk matbaa kurulmuş ve
1729’da ilk kitap basılmıştır. Bu bilgiden hareketle 1730
sonrasında, nadir de olsa, basılı yayınlara rastlamak mümkündür. Fakat uzun bir zaman diliminden sonra müzik konusunda matbu olarak karşımıza çıkan ilk eser 1851 yılında
basılan “Mecmua-i Şarkı” adlı eserdir.Basıldığı yer ve kim
tarafından neşredildiği belirtilmemiştir. Bu tarihten sonra
yazı devriminin yapıldığı 1928 yılına kadar muhtelif kitaplar, güfte mecmuaları, antolojiler ve yaprak notalar eski yazı
ile basılmıştır. Cumhuriyet öncesi ve sonrasını içine alan bu
yayınlardan “Haşim Bey Mecmuası, Mecmua-i Arifi, Hanende, Ahenk, Şehbal, Malumat, Milli Tetebbular, Darülelhan Mecmuası, Milli Mecmua en önemlileridir. Yazı devriminden sonra müstakil olarak sadece müziği konu edinen
ilk dergi ise Mildan Niyazi Ayomak’ ın çıkardığı “Nota” adlı
müzik dergisidir. 1930’ lu yıllardan itibaren 33 sayı yayımlanabilmiştir. Yine bu tarihten sonra yayın hayatı kısa sürmüş
olan “Türk Musikisi Dergisi” ve “Musiki Ansiklopedisi” gibi
yayın organlarına rastlamaktayız. Esas olarak yazımızın konusunu teşkil eden “Musiki Mecmuası” ise ünlü müzikolog
ve besteci Hüseyin Sadettin AREL öncülüğünde faaliyet
gösteren “İleri Türk Musikisi Konservatuarı”nın yayın
organı olarak 1948 yılının Mart ayından itibaren çıkarılmaya başlanmıştır. Musiki tarihinden, nazariyattan, bestecilerin
biyografilerinden bahseden bu mecmua, her sayısında Türk
Musikisinin klasik eserlerini de nota olarak yayımlamıştır.
Hüseyin Sadettin AREL, 1955 yılındaki vefatına kadar derginin ilk 87 sayısının sorumluluğunu üstlenmiş; çok kıymetli yazılar yazmıştır. AREL’ den sonra dergi yayın hayatına
öğrencilerinden Tanburi Laika Karabey Hanım öncülüğünde
devam etmiştir.176.sayıya kadar Laika Hanım, daha sonraları ise 60’lı yılların ortaları itibariyle müzikolog, organolog,
koleksiyoner ve araştırmacı Etem Ruhi ÜNGÖR derginin
yayımını üstlenmiştir. Çok uzun yıllar boyunca derginin imtiyaz sahibi ve genel yayın yönetmeni olan E.R.ÜNGÖR,
beraberindeki musikişinaslarla birlikte (Dr.-Bestekar Teoman Önaldı, Fırat Kutluğ, İbrahim Sevinç vs…) büyük zahmetlerle dergiyi yayın hayatında tutmuştur. Tabir caizse, “el
yordamıyla” dergiyi baskıya hazırlamış, gerekli yazışmaları
yapmış ve abonelerine tek tek postalamak suretiyle dağıtımını yapmıştır. Bu hizmet kendi ifadesiyle bir “deli işi”
olarak 46 yıl boyunca sürmüştür. Yayıncılık faaliyetlerinin
zorluğu göz önünde bulundurulduğu zaman,bu fedakarlığı
takdir etmemek elde değil. 1997 yılı itibariyle Kaf Müzik
çatısı altında faaliyet devam etmiş, 458. sayıdan itibaren
Kültür Bakanlığı ses sanatçısı ve topluluk şeflerinden Mehmet GÜNTEKİN’de bu yüke omuz vermiştir. Kaf Müziğin
yayın haklarını üstlendiği mecmua, Mehmet GÜNTEKİN’in
de özverili çalışmalarıyla, yurt çapında genel dağıtımdan çekildiği halde, abone sayısını artırmış ve yayın hayatına bin
bir zorlukla devam etmiştir. Yine bu dönemde sayfa sayısı
ve içeriği genişlemiş, ayrıca 465. sayıdan itibaren derginin
ilk sayıları “tıpkıbasım” olarak yeni sayıları içerisinde yer
almıştır. M. GÜNTEKİN’ in derginin önsözünde yer alan
bütün çağrılarına rağmen abone sayısı gittikçe azalmış, bunun sonucunda dergi, masraflarını karşılayamaz duruma gelmiştir. 474. sayısından itibaren derginin editörlüğünü “Türk
Müzik” firması üzerinden İhsan TOY üstlenmiştir. Şimdilerde 485. sayısına yaklaşan Musiki Mecmuası bütün zorluklara rağmen sessiz-sedasız yayın hayatına devam etmektedir. Musiki Mecmuası, şimdilerde halen hayatta olan ve
86.yaşını süren Etem Ruhi ÜNGÖR’ ün ifadesiyle, Alman
Besteci Robert SCHUMANN’ ın 1834’te çıkarmaya başladığı ve 170 yılı aşkın süredir devam eden “Neu Zeitchrift für
Musik” (Yeni Müzik Dergisi) adlı dergiden sonra 60 yıllık
ömrüyle (1948-2008) dünyadaki en uzun ömürlü 2. müzik
dergisidir. Temennimiz, yarım asırdan fazla bir süre içerisinde hala hayatta kalabilmiş bu yayın organının, kurumsal
ya da bireysel olarak desteklenmesi ve abone sayısının hızla
artırılarak yayımına devam etmesidir. Şu anda yılda 4 sayı
olarak (üç ayda) bir çıkan dergiye abone olmak ve tanıtımını
yapmak, musikimize ve yayımcılık faaliyetlerimize yapılacak en güzel yardım olacaktır. Müzikle kalın…
İrtibat İçin: Türk Müzik, Halıcılar Caddesi No:100 Kat:5/6
Fatih / İSTANBUL Tel: 0212 631 25 64 Yıllık: (4 sayı- 30 YTL)
HÂKİMİYET
KİMİN?
Ayşegül ERDOĞAN
T
ürkiye’de milli egemenlik fikri ilk kez,
padişahın cülusunda “anayasaya riayet ve vatana ve millete sadakat” yemini etmesini zorunlu kılan 3 Ağustos 1909 tarihli
Kanun-ı Esasi değişikliğiyle gündeme geldi.
1876 Anayasası’nda hükümranlık hakkının temelleri tanımlanmamış, sadece bu hakkın “ eski
usul gereğince” Osmanlı hanedanından bir kimse
tarafından kullanılacağı belirtilmişti. 1909 Anayasa değişikliğiyle hükümranlık hakkı vatan ve
millete sadakat koşununa bağlanıyor. “vatan ve
milletin” anayasa yoluyla ifade bulan üstünlüğü
teyit ediliyordu. Ankara’da toplanan Büyük Millet
Meclisi’nin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi, “Hâkimiyet
bila kayd ü şart milletindir” (egemenlik koşulsuz ve sınırsız olarak ulusundur) ilkesini ilan
ederek radikal bir adım attı. Bu ilke, öncelikle
padişaha ve onun şahsında somutlaşan geleneksel güçler dengesine verilmiş bir cevaptı. “Milleti”
temsil ettiği kabul edilen Meclis’in, kendi dışında
hiçbir güç ve irade tanımadığını bildiriyordu.(1)
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, ülkemizin demokrasiye giden yolda attığı en önemli
adımdır. Çünkü bu tarihten sonra devleti yönetme yetkisi padişahın değil milletin olmuştur.
Millet kendisini idare edecek olanları kendisi
seçmeye başlamıştır. Böylece egemenlik millete
geçmiştir. Milli egemenlik; halkın, kendi kendini
yönetme hakkını elinde bulundurmasıdır. Bu hak,
anayasada yer alan, “egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir.” maddesiyle de güvence altına alınmıştır. Milli egemenliğin halka tanıdığı en önemli
haklardan birisi seçme ve seçilme hakkıdır. Seçme
hakkı, vatandaşlara, devlet yönetimine katılarak
yöneticilerini belirleme imkânı verir. Halk, yöne-
İnceleme
37
38
İnceleme
ticileri oylarıyla belirler. Seçilme hakkı ise isteyen
kişinin yönetimde yer almasını sağlar. Böylece,
yönetme yetkisi bir aile ya da gruba değil halka ait
olmuştur.
Ulusal egemenlik dediğimiz kavram, Batılı ülkeler, yani genelde emperyalist dünya için önemli
ve vazgeçilmez bir ilkedir. Çünkü tek tek varlıklarını sürdürebilmelerinin asgari şartı budur. Bu ilke
hayata geçmeden ne varlıklarını ne de bağımsızlıklarını koruyabilirler. Araya başka ilişkiler, başka
menfaatler girer ki bu ilişki ve menfaatlerin ülkeyi
nerelere götüreceği önceden kestirilemez. Onlar
kendileri için vazgeçilmez olan, hatta bir anlamda
üzerine kutsallık atfedilen bu ilkenin; başka milletler için de önemi olduğunu hiç düşünmezler.
O nedenle çeşitli manevralarla mazlum milletlerin hem zenginlik kaynaklarına hem de varlıklarına kastedecek eylemlerde bulunurlar. Gün gelir
Irak’ta olduğu gibi bir ülkeye demokrasi(!) getirerek milyonları katlederler; gün gelir Türkiye’de
olduğu gibi zenginlik kaynaklarımızı, bağımsızlığımızın teminatı kuruluşları ve topraklarımızı parayla satın alırlar.
İşte böylesine acımasız bir dünyaya karşı bağımsızlığımız ve varlığımızı korumanın yolu, önce
ulusal egemenlikten geçer. Bir anlamda ulusal
egemenlik; laikliğin, demokrasinin, bağımsızlığın vazgeçilmez önkoşuludur. Egemenliğin millete kalabilmesi için siyasi anlamda bağımsızlık da
yetmez. Her alanda bağımsız olmak zorunluluğu
vardır. Bunlardan en önemlisi ise ekonomik bağımsızlıktır. Dışardan alına borçlarla idare edilen
bir milletin bağımsızlık ve egemenliği ciddi yara
almış demektir. Bugün ülkemizin kamu ve özel
sektörlerde hayati önemi olan işletmeleri zenginlik kaynaklarının büyükçe bir bölümü yabancıların eline geçmiş durumdadır. Telekom, Tekel, Limanlar, Oyakbank, Finansbank ve daha niceleri;
bugün ya doğrudan yabancıların elinde ya da yabancılarla bağlantılı işbirlikçi yerlerin denetimine
girmiş durumda. Hal böyle olunca, ister istemez,
ekonomimiz yabancılardan gelecek, borçlarla işletilmeye başlanacak, giderek de işleyemez duruma
gelecek ve nihayetinde bağımsızlığımızı tümden
kaybetme noktasına sürükleneceğiz. Sonunda zaman gelecek, tümüyle IMF ve Dünya Bankası tarafından idare edilir hale geleceğiz.
Ulu Önder’in dediği gibi, “Bir millet, varlığı
ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikri
ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir
millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını
ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Milli
hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare
tarzımız, buna pek güzel bir delildir. Bugün
bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli egemenlik…”
Bugün Meclis’te egemenlik üzerine parlak
nutuklar atılıyor. Siyasi parti liderleri konuşmalarında Meclis’in duvarındaki “Egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir” sözünü tekrar ediyor, milli
iradenin tecellisi olan TBMM’nin önemini vurguluyorlar. Peki, gerçekten öyle mi? Egemenlik kayıtsız şartsız milletin mi sahiden? Kayıtlı ve şartlı
egemenlik mi söz konusu yoksa?
“Ulusal Egemenlik”, “Milli irade” ve “Bağımsızlık” gibi kavramların her biri diğeri ile ilişkilidir. Biri olmadan ötekinin gerçekleşme şansı
hemen hemen hiç yoktur. “Mili egemenlik öyle
bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir,
taç ve tahtlar yanar, yok olur.” Miletlerin esareti
üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
Bugün yıllık ihracatımız 107 milyar dolar.
Özel sektörümüzün dış borcu ise 158 milyar dolar. Bu borcun yüzde 32’si kısa vadeli, yani 1 yıldan önce ödenmesi gereken borç, bir kısmı da
orta vadeli. Fakat vadesi gelip de 1 yıl içinde ödenecek borçlardan oluşuyor. Hepsinin de devlet
güvencesinde olduğu düşünülürse önümüzdeki
yıllarda Türkiye’yi nelerin beklediğini düşünmek
bile istemiyorum.
Bu durumda egemenlik gerçekten ve tam anlamıyla milletin mi oluyor? Borç alan, emir de alır.
Emir alan Türkiye ne kadar bağımsız olabilir ki.
(1) tr.wikipedia.org/wiki/Egemenlik - 28
GEÇMİŞ OLSUN
Dergimiz yazarlarından
Özlem Akşit ve ailesi 18.10.2008
tarihinde bir trafik kazası geçirmişlerdir.
Kendilerine, geçmiş olsun, der; sağlık ve
esenlikler dileriz.
BİLGİYURDU
Gençlik Dergisi
İnceleme
39
İnceleme
40
Download