Bilgiyurdu Gençlik Dergisi YIL: 2 SAYI: 10 KASIM - ARALIK 2008 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR 2 İÇİNDEKİLER İçindekiler Mustafa ÖZTÜRK Türk’e Kefen Biçenler ...................................................................3 Prof.Dr. Cihan DURA Sömürgeci Kristof Kolomp............................................................4 Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR Reisü’l-Kurra Hafız Mahmud Mahir Kuşçulu .................................7 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 2 SAYI: 10 KASIM - ARALIK 2008 İKİ AYDA BİR ÇIKAR ÜCRETSİZDİR. SAHİBİ: Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Mustafa İLHAN YAZIŞMA ADRESİ: Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON: (0352) 232 32 67 WEB: www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA: [email protected] GRAFİK TASARIM: DEĞİŞİM AJANS (0352) 336 08 48 www.degisimajans.net BASKI: ORKA MATBAACILIK SAN. TİC. LTD.ŞTİ. OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir. Yrd.Doç. A. Vehbi ECER İstiklal Marşına Saygı .................................................................10 Mustafa ÖZTÜRK Homojen Bir Ermenistan İçin Kaç Türk Öldürüldü? .....................12 Mustafa Aykut AKŞİT Ekonomik Krizler (1) ..................................................................14 Fazıl Ahmet BAHADIR Hudut Namustur (Şiir) ................................................................16 Özlem AKŞİT Bir Gençlik Daha Var ..................................................................17 Yılmaz KUZUGÜDENLİOĞLU Mülkiyet Sistemi ........................................................................19 İbrahim GÜNGÖR Yaratıcılık ve Öğretmenin Rolü...................................................20 Yunus Emre ÖZKAN Türk Ölür, Türklük Yaşar ............................................................22 Hasan Sami BOLAK Hem Sevmeyecek, Hem de İt Gibi Bacak mı Kapacaksın? ...........24 Mustafa İLHAN Dünya Ekonomi Bunalımları ve Türkiye ......................................25 Osman KARABABA Canavarlar ve Sfenksler ..............................................................27 Yusuf BİLTEKİN İşbirlikçi Artin Kemal ..................................................................28 Hakan BOZDOĞAN Kapitalizmin Sonu ve Türkiye .....................................................29 Dr. İhsan YAŞA “Yiğitliğin Ölçüsü” Üzerine ........................................................31 Ali Şükrü TUNÇEL Yağlı Tohum Bitkileri ve Türk Tarımındaki Önemi .......................33 Ahmet KAPLAN Anlayana (Şiir) ...........................................................................35 Ahmet ALTAY Musiki Mecmuası .......................................................................36 Ayşegül ERDOĞAN Hakimiyet Kimin?.......................................................................37 3 TÜRK’E KEFEN BİÇENLER Mustafa ÖZTÜRK B azen olaylar öyle üst üste ve yan yana geliyor ki “Bunlar tesadüf mü, yoksa büyük bir planın uyumlu parçaları mı?” diye düşünüyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde de böyle oldu. Birinci olay: Abdullah Öcalan’ın İmralı’da kötü muamele gördüğü iddiasıyla, bölücü örgütün birçok kentte ayaklanmayı andıran büyük eylemler yapması; İkinci olay: Bölücü örgütün siyasi uzantısı olan DTP’nin TBMM’de “Kürtçe program, Eyalet sistemi önerisi, Demokratik özerklik” adını taşıyan broşürü dağıtması; Üçüncü olay: Sözde İslamcı ve İkinci Cumhuriyetçi bazı yazarların gazetelerindeki köşelerinde ve televizyonlarda “Kürt kimliğinin tanınması, Kürtçe eğitime geçilmesi ve Kürtlere daha çok demokrasi” gibi söylem ve talepleri; Dördüncü olay: MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’in NTV’de Can Dündar’la yaptığı mülakat… Öneş diyor ki: “Öncelikle yeni Anayasa yapımına ihtiyaç var. Temel felsefesi evrensel değerlere bağlı olan bir anayasa. Ancak temel maddelerinde herhangi bir kimliğe ayrıcalık tanıyan maddeleri olmamalı.” Beşinci olay: Can Dündar’ın “Mustafa” adlı belgeselinin gösterime girmesi… Atatürk’ü Türk halkının gözünden düşürmek amacıyla hazırlandığı anlaşılan bu belgeselde “Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik sözü verdiği” iddiasının yer alması… Bu olayların kısa bir zaman diliminde art arda dizilmesi tesadüf olabilir mi? Elbette olamaz. Çünkü bu olayların failleri aklı başında insanlardır ve her ne yapmışlarsa bilinçli olarak yapmışlardır. Bu da bize, Türkiye’yi parçalamak için bir planın devrede olduğunu gösteriyor. Sinsi planda anahtar sözcük “demokrasi”… On binlerce kişinin ölümüne yol açan Abdullah Öcalan da “demokrasi” diyor. Türkiye’de herkes kanun önünde eşittir. Biz, bu kelimeyi ağızlarına sakız edenlerin amacını çok iyi biliyoruz. ABD’de Türkiye’nin doğusunu Kürdistan olarak gösteren haritalar, çalışma masalarında dolaşıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şeref konuğu olduğu Frankfurt Kitap Fuarı’nda yine Kürdistan haritası sergilenmiştir. Bunlara karşı, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü korumakla görevli her kurum ve her makamdan tavır ve tepki beklerdik. Yoksa, biz vatanseverlerin- milliyetçilerin de sokaklara inmemizi mi bekliyorlar? Tüm yetkililer önce Anayasa’yı iyice okumalı, özellikle de Başlangıç bölümünü ve değiştirilemez maddeleri… Çünkü onlar devletin temelleridir. Bu temeli sağlamlaştırmak, en önde gelen görevdir. Bu değişmez ve değiştirilemez maddelere karşı çıkanlar veya Türk’ süz bir anayasa düşleyenler de hangi makam ve mevkide bulunurlarsa bulunsunlar Türk milletinin düşmanlarıdırlar. Can Dündar’ın “Mustafa” belgeseli, adından içeriğine kadar Atatürk’ün aziz hatırasına bir saygısızlık… Ayaklanma provalarının yapıldığı bir günde, “Mustafa Kemal’in özerklik vaat ettiği” yalanı ise, hem Atatürk’e hem de Onun kurduğu millî devlete ihanettir. Çünkü böyle bir şey yok. Eğer böyle bir şey olsaydı, Mustafa Kemal, onlarca Kürt ayaklanmasını ordu sevk ederek silah zoruyla bastırmaz, özerklik vererek sorunu hallederdi. Atatürk, Türk kavramına dayanan millî bir devlet kurdu. “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir.” diyerek de “millet”ten ne anladığını açıkladı. O’na göre, “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı, Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” Ülkesinin iyiliğini isteyen adam, işte böyle konuşur. Millî birlik, işte böyle sağlanır. Atatürk, her çeşit bölücülüğe şu sözlerle karşı çıkmıştı: “Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerini Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir. Çünkü, millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyor.” Türk halkının en büyük ortak değeri olan Atatürk’e işte bunun için saldırıyor, onun fikirlerini işte bunun için unutturmaya çalışıyorlar. Türklüğünün bilincinde olan bizler de yine onun fikirleriyle ve O’ndan aldığımız ışıkla Türkiye üzerinde sahneye konan projeleri, hazırlayıp uygulamaya çalışanların beyninde parçalayacağız. Biz, ilkokul sıralarından beri, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” diye ettiğimiz yeminleri unutmadık. İnceleme Gündeme Bakış İnceleme 4 SÖMÜRGECİ KRİSTOF KOLOMB’UN AVRUPA’SI NASIL BİR AVRUPA İDİ? Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com Avrupa bize bilinçli olarak çok yanlış tanıtılır. Uygarlığın, bütün yüksek değerlerin beşiği olarak gösterilir o. Uygarlık yönü her fırsatta vurgulanır. Diğer yönü, barbarlık yönü ise olabildiğince gizlenir. Oysa Batı ne kadar uygar ise, o kadar da barbardır. B undan önceki birçok yazımda Batı’nın geçmişte işlediği insanlık suçlarını dilim döndüğünce duyurmaya çalıştım yurttaşlarıma. Neden gerekli gördüm bunu? İki sebepten dolayı: Birincisi, dünyadaki her varlık gibi Batı’nın da iyi tarafının yanında, kötü tarafı da var. Ancak kötü tarafı, Batı’nın çirkin yüzü özenle gizlenir insanlardan. Oysa her gerçeğin tam olarak bilinmesi gerekir. İkinci sebep, ABD başta olmak üzere, birçok ülkede Türkiye aleyhine çıkarılan ya da çıkarılmak istenen “soykırım” yasalarıdır. Bu girişim benim çok ağırıma gidiyordu, tabiî bizim yöneticilerimizin bu konudaki akıl almaz pasifliği de… Bir tepki ortaya koymalıydım, asıl soykırım suçlularının onlar, batılılar olduğunu halkıma duyurmalıydım. Avrupa bize bilinçli olarak çok yanlış tanıtılır. Uygarlığın, bütün yüksek değerlerin beşiği olarak gösterilir o. Uygarlık yönü her fırsatta vurgulanır. Diğer yönü, barbarlık yönü ise olabildiğince gizlenir. Oysa Batı ne kadar uygar ise, o kadar da barbardır. Onun için ben Batı’yı ikiye ayırırım, Güzel Batı, Çirkin Batı diye… Ne var ki bizim çoğu aydınımız Batı’ya çarpık bakar. Bu sözde aydınlar kendi milletlerini yerden yere çalarken, Batı’ya toz kondurmamakta birbirleri ile yarışır. Bunlar Attila İlhan’ın “Batı’nın manevi ajanları” olarak damgaladığı kimselerdir. Sömürgeci Avrupa’nın barbarlığından, insanı insanlığından utandıracak pek çok örneği şu kitaplarımda verdim: Sömürgeleşen Türkiye(2004), Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın (2005), Derin Komplo: Türkiye’nin Yeniden İşgali(2008). Son kitabımda yer alan iki örneği, Batı’nın kanındaki ve özündeki vahşeti çok iyi yansıttığı için burada da vermeden geçmek istemiyorum: Kristof Kolomb’un Yeni Dünya’ya ayak basmasından sadece 20 yıl sonra, bir İspanyol serüvenciye göre İspanyol istilacıların, Kızılderilileri soymak ve mahvetmek, bölgeyi yerle bir etmek için yaptıkları her şey yazıya dökülseydi, ne kâğıt yeterdi, ne de zaman. Bu İspanyol, sel gibi akıtılan yerli kanından bizzat kendisinin de haz duyduğunu kaydetmekten de utanmamıştır. Yazar Tzvetan Todorov 1492’deki olaylar hakkındaki çalışmasında Hıristiyan Avrupalının şu vahşetini anlatarak başlar: Yüzbaşı Alonso Lopez, Bacalan Savaşı sırasında genç ve güzel bir Kızılderili kadını esir alır. Kadın, savaşa katılan kocasına kendisinden başka hiçbir erkekle birlikte olmayacağına söz vermiştir. Lopez çok dil döker kadına; ancak boyun eğdiremez. Bunun üzerine zavallı kadın vahşi ve aç köpeklerin önüne atılır. Bundan daha korkuncu olur mu ey okur? Olur!... Okuyunca da insan, insanlığından utanır: 1864 yılının bir günü, Amerika’dayız. Doğu Colorado’da sakin bir derenin kenarı... Küçük bir Kızılderili çocuk oynuyor orada; ta ki Amerikan askerleri gelene kadar. Süvarilerden biri daha sonra, olup biteni anlatıyor: Arkadaşlarım yakalayabildikleri kadın ve çocukları öldürdüler. Kaçmaya çalışanlar arasında küçük bir Kızılderili çocuk vardı, üç yaşlarında olmalıydı. Büyükler önde gidiyordu, küçük çocuksa peşlerinden. Bir Amerikan askeri atından inerek tüfeğini çıkardı ve ateş etti çocuğun üzerine, ancak isabet ettiremedi. Başka biri çıktı ortaya, “bir de ben deneyeyim” dedi, “belki ben vurabilirim veledi.” Diz üstü çöküp ateş etti, ancak o da başaramadı. Sonunda üçüncü biri çıkageldi. O da benzer şeyleri geveleyerek tetiği çekti. Minik Kızılderili kanlar içinde yuvarlandı kumların üzerine. İnsan bunları okuyup öğrenince yüreği yanar, boğazı düğümlenir, gözleri yaşarır, hınçla dolar ve aklına türlü sorular gelir. Benim aklıma gelen sorulardan biri şudur: Böylesine vahşetlere imza atmış olan insanlar nasıl bir dünyadan çıkıp gelmiş olabilir? Yaşadıkları toplum nasıldı, hangi koşullarda yetişmişlerdi? Nasıl bir ruh hali içindeydi bu kana susamışlar? İşte okumakta olduğunuz yazının konusu budur, kısaca şu soruyu yanıtlamaktır: 1492 yılında Amerika istikametinde, altın ve zenginlik hırsıyla yola çıkan Kristof Kolomb döneminin Avrupa’sı nasıl bir Avrupa idi? Yararlandığım temel kaynak, “Güzel Batı”dan bir yazarın, David E. Stannard’ın şu ünlü kitabıdır: Amerika’nın Soykırım Tarihi, (Çeviren: Şaban Bıyıklı), Gelenek Yayıncılık, İst., 2004, s.111 ve dev. Sorumuzun yanıtı şu oluyor: Kristof Kolomb’un yetiştiği Avrupa bir hastalık ve sefalet dünyasıydı; her yerde soygun ve şiddet kol geziyordu, her yerde taassup ve yoksulluk, altın hırsı hâkimdi. I) HASTALIK VE SEFALET Kristof Kolomb 3 Ağustos 1492’de Palos’tan Atlantik’e doğru yola çıkarken, arkasında bıraktığı İspanya; halkının çoğu için bir şiddet, sefalet, ihanet ve hoşgörüsüzlük ülkesiydi. Yalnız o mu, Avrupa’nın diğer ülkeleri de öyleydi, onlar da İspanya’dan hiç de farklı değildi. Veba ve çiçek hastalığının salgınlar şeklinde ortaya çıkışı; grip, kızamık, difteri, tifüs, tifo ve başka hastalıkların olağan saldırıları ile birleşerek, Avrupa kentlerini kasıp kavuruyor; oralarda yaşayanların on binlercesini tek bir seferde alıp götürüyordu. Kıtlık ve hastalık bütün Avrupa’da çok yaygındı. Refah uçurumları vardı insanlar arasında: Zenginler yiyip içiyordu, hem de ifrat derecesinde. Geniş sofralarında tıkınırken, yüzlerce aç göz de onları seyrediyordu. Nüfusun çoğunluğu açlıktan kırılıyordu. Kırsal bölgelerde insanlar kümesimsi, ilkel evlerinde kara ekmek ve kök yiyerek yaşıyorlardı. Yol kenarlarında durgun suyla dolu hendekler XV. Yüzyıl şehirlerinde -daha sonraki yüzyıllarda da- umumi lağım işlevini görüyordu. Geniş ve derin çukurlarda yoksulların cesetleri yan yana, üst üste istifleniyordu; bu çukurlar ancak tamamen dolunca kapatılıyordu. Bunlardan özellikle çok sıcak, nemli mevsimlerde ve yağmurdan sonra yükselen koku çok iğrençti. Aramızdan bir insanın bu dönemin bir Avrupa şehrini ziyaret ettiğini düşünelim. Yalnız, insan ya da hayvan, açıkta bırakılan ölülerin iğrenç koku ve görüntüsünden değil, canlı olanların görüntü ve pis kokusundan da tiksinir, nefret ederdi. O çağlarda Avrupalıların çoğu, ömürleri boyunca bir kere bile yıkanmazdı. Körlük, sakatlık, kötürümlük, diş çürüklüğü, süreğen mide hastalıkları, kötü nefes kokusu, çıban, uyuz, diğer cilt hastalıkları,… son derecede yaygındı. II) SOYGUN, ŞİDDET VE TAASSUP XV.ve XVI. Yüzyıl Avrupa şehirleri birer hırsız ve eşkıya yuvasıydı. Her türden tehlikeli ayaktakımı insanlar, kent ve köylerin asayişini sürekli bozuyordu. Çoğu şehirde her köşe başında suç işleniyordu. En çok görülen soygun tekniklerinden biri ağır bir kayayı ya da bir duvar taşını bir pencereden kurbanın başına atmak ve ardından parası ile diğer kıymetli eşyasını soymaktı. Kıtlık yıllarında şehir ve kasabalar yiyecek ayaklanmalarına sahne oluyordu. 1524’de patlak veren Köylü Savaşı’nda 100 000’den fazla insan ölmüştü. İnceleme 5 6 İnceleme Öte yandan, zenginlerin de kendilerine özgü sorunları vardı. Onların da gözünü altın ve gümüş hırsı bürümüştü. Dört yüzyıl önce başlayan Haçlı Seferleri zengin Avrupalıların -ipek, baharat, pamuklu, parfüm, mücevherat, uyuşturucu gibi- egzotik ve lüks mallara büyük ödemeler yapmalarını gerektiren maddî zevklere karşı iştahını kabartıyordu. Avrupalılar için altın bütün yönetimin güç kaynağı, aklı ve ruhu, özü ve hayatı idi. Yaygın şiddet bazen son derecede sapkınca bir nitelik kazanıyordu. Günlük olaylardan olan cadıların yakalanıp diri diri yakılmasına ek olarak, 1476’da Milan’da bir adam kudurmuş bir kalabalık tarafından parça parça edilmiş, koparılan organları -inanılacak gibi değil ama- kendisini parçalayanlar tarafından yenilmişti. Paris ve Lyon’da Fransız Protestanlar koyun gibi boğazlanmış, türlü uzuvları sokaklarda alenen satılmıştı. Daha başka işkence ve yamyamlık patlamaları hiç de nadir değildi. Kristof Kolomb’un, deniz macerasına destek bulmak için bütün Avrupa’yı dolaştığı yıllar, İspanya’da Engizisyon’un azdığı yıllardı. Bu ülkede ve Avrupa’nın herhangi bir yerinde kudretli olanların gözünden düşenler, özellikle de Hıristiyan olmadıklarına inanılanlar; korkunç işkencelere maruz bırakılıyor, en ustalıklı yöntemlerle darağacında, kazıkta ya da işkence sehpasında öldürülüyorlardı. Diğerleri ise eziliyor, kafaları kesiliyor, canlı canlı derileri yüzülüyor, asılıyor veya bağırsakları çıkarılarak parçalanıyordu. İngiltere’de ve bütün Avrupa’da nüfusun neredeyse üçte biri cadılıkla suçlanmıştı. Sevgiden çok, nefret yaygındı. Bayram eğlencelerinden biri 10-15 kediyi canlı canlı yakmaktı. III) YOKSULLUK VE ALTIN HIRSI Kristof Kolomb’un yaşadığı Avrupa’da yoksullukun kol gezmediği yer yoktu. Evsiz fakirler her kış kendilerini forsa olarak satlığa çıkarıyor, daha şanssızları kış aylarında donarak ölüyorlardı. Çocuk ölüm oranları çok yüksekti. Bakılamayan on binlerce çocuk gübre yığınları üzerinde ya da yol kenarlarındaki hendeklerde ölüme terk ediliyor, bir kısmı da köle olarak satılıyordu. XIV. ve XV. yüzyıllarda yapılan köle ticaretinde köleleştirilen yetişkinlerin yanı sıra Doğu Avrupalı, özellikle de Romanyalı çocuklar revaçtaydı. Anavatanı İtalya olan, Kristof Kolomb adlı eski köle tüccarı ile onun tayfalarının, Ağustos 1492’de İspanya’nın Palos limanından denize açılırken arkalarında bıraktığı Batı işte bundan ibaretti! Bu; muazzam sayılarda insanın öldürüldüğü, geride kalanların ise hastalıklardan kırıldığı bir dünya idi. Çoğunlukla zenginlerden başka hiç kimsenin karnının doymadığı, zenginlerin ise altın peşinde koştuğu bir dünya idi. SONUÇ Gözlemlerimi yaptım, şimdi sıra bulgu ve yorumlarımda. Bir genelleme ile Çirkin Avrupa’nın şu temel karakterlerini belirleyebiliriz: Bâtıl inançlar, hukuksuzluk, acımasızlık, adaletsizlik, zenginlik hırsı,… Yorumlarım ise şunlar: i) Çirkin Avrupa’dan bugün de elbette her türlü cinayet beklenebilir. Nitekim gittikleri her yerde bu karakterlerini ortaya koymuşlardır. Çünkü hukuksuzluk ve acımasızlık onların genlerine, kültürlerine işlemiştir. İşte Vietnam, Afganistan ve Irak’ta, Afrika’da yaptıkları, işte Türkiye’de PKK cinayetlerine verdikleri destek. Bunlar geçmişteki marifetlerini hiç aratıyor mu? Dünyada bugün neden açlık ve sefalet var, ölüm var? Çirkin Batı ve dahilî bedhahlar yüzünden. ii) Kristof Kolomb’un yaşadığı Avrupa insanda tiksinti uyandırıyor. Ancak bugünkü güçlü ve maddî refah içinde yüzen Batı da böyle bir Avrupa’dan doğmuştur. Peki nasıl başardılar bunu? İki önemli faktörü bir araya getirebildiler: Bilimsel ilerleme ve sömürgecilik. Bu, günümüzün yoksul Çevre ülkeleri, Türkiye için bir örnek olabilir mi? Evet olabilir, şöyle: -Mürşit olarak bilimi alacağız. -Batılı sömürgecilere ve onlarla işbirliği yapan dahilî bedhahlara baş kaldıracağız. Başka çıkar yol göremiyorum. 7 HAFIZ MAHMUT MAHİR KUŞÇULU Yrd.Doç.Dr. Kadir ÖZDAMARLAR K ayseri’nin Anadolu coğrafyasında önemli bir yeri vardır. Selçuklu hükümdarları sefere buradan çıktıkları için darü’l feth/fetih kapısı, birçok ilim adamı burada yetiştiği için makarr-ı ulema /âlimler beşiği sıfatları verilmiştir. Kayseri, kaybolanların dışında bugün ayakta kalan sekiz adet medresesiyle önemli bir eğitim merkezidir. Bu medreselerde nice değerli ilim adamları görev almışlar ve yüzlerce, binlerce öğrencinin yetişmelerini sağlamışlardır. Kayseri’de, özellikle dini eğitim ve öğretiminde önemli bir isim de Kurra Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu’dur. Din derslerinin kaldırıldığı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şekillendiği dönemlerde bir küçük mescitte başlayıp büyük camilerde ve evinde talep eden gençlere yılmadan Kur’an-ı Kerim öğreten, meşhur Taşcıoğlu Kur’an Kursu’nun temelini atan, yüzlerce, binlerce hafızın yetişmesine sebep olan değerli bir hafızımızdır. Hayatı hakkında daha önce bir gazetede(1) hayatı hakkında kısa bir araştırmamız yayınlanmıştı. Ancak zaman içerisinde yeni bilgilere ulaştıkça, hayatı daha da aydınlandı. Kuşçulu Mahmut Efendi adıyla yaygın şöhreti olan bu hocamızın esas namı ve adı: Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu’dur. 1287/1870 yılında Kayseri’de doğmuştur.(2) Babası Kuşçulu-zâde Süleyman Efendi, annesi ise yine Kayseri’li Pembe Hanım’dır. Tahminen 1890 yılında askere alınmış ve İstanbul Selimiye Kışlası’nda askerliğini yapmıştır. (3) Dokuz yıla yakın İstanbul’da kalmışdır. Bu arada meşihat imamı Hafız Aciz Efendi namıyla anılan Hafız Mustafa Ragıp Efendi’nin tedrisinde bulunmuştur. Burada pişmiş ve Kur’an-ı Kerim’e vakıf bir sevdalı olarak Kayseri’ye dönmüş ve Hacı Torunağazade Hacı Nuh Efendi’nin kızı Sâre Hanım’la (1882–1960) evlenmiştir. Bu evlilikten dört çocuğu olmuştur:1.Süleyman Kuşçulu (1319 / 1901–1978), 2. Pembe Kızılçeç (1323/1905– 1986), 3. Gülsüm Özkök (1325/1907- 1975), 4. Akhanım Karaçağlar (1336/1917-). Görevine önce öğretmen olarak başlamış, daha sonra da Tutak Mescid’inde ve Kayseri’nin ünlü camilerinde hem imamlık yapmış, hem de Kur’an-ı Kerim öğretiminde görev almıştır. 1932 yılında emekli olmuş ve daha sonra da aynı hizmetlerine başka mekânlarda devam etmiştir. 1945 yılına kadar Kayseri’de kalmış ve aynı yıl hastalanmıştır. İkinci defa ailesiyle birlikte İstanbul’a gitmiştir. Burada 1368 / 01.01.01949 yılında ölmüştür. Kayseri Asrî Mezarlık’ta mezarı olmasına rağmen, Edirnekapı Mezarlığı’na defn edilmiştir. Ölümü üzerine Hulusi Satoğlu on dört bentlik bir mersiye yazarak hocanın meziyetlerini anlatmıştır: “Kıraat ilminin üstâdı külli Eylemiştir terk-i âlemi fâni Nice eş’ar-ı hakk kıldı tecelli Ağlattı binlerce ehl-i imânı ..................... Diye başlayan bu uzun mersiye: Ne hacet vasf etmek böyle bir kulu Yetişir kalbimiz firkatle dolu Hakir bendeyim soyu Satoğlu Haddim olmayarak yazdım destanı” bendi ile mersiye sona ermektedir. İlk tahsilini ve hafızlığını Kayseri’li Peşeker Hoca’dan almıştır.(4) Ayrıca birçok hocadan da ders görmüş ve özellikle Arapça’sını ilerletmiştir. Daha sonra medrese tahsilini Melikgazi Medresesi’nde görmüştür. Sözlü bilgilerden edindiğimize göre Hacı Torun, Küçük Hacı Hafız gibi İnceleme Reisü’ül Kurra: İnceleme 8 zamanın önemli hocalarından da Kur’an-ı Kerim talim etmiştir. Fakat askerlik hizmeti için gittiği İstanbul’da meşhur meşihat imamı Hafız Aciz Efendi namıyla tanınan Hafız Mustafa Ragıp Efendi ile tanıştırılması hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Yetişmesinde ve manevi havayı teneffüsünde, olgunlaşmasında, hocaları içerisinde herhalde Aciz Mustafa Efendi ( - )’nin ayrı bir yeri vardır Tam dokuz yıl yazlı-kışlı süren tahsillerini müteakip, âşere(5), tahrip(6) ve kıraat(7) ilimlerinden mezun olmuşlardır. Aciz Mustafa’nın Arapça,tefsir ve hadis ilimlerindeki gücü Mahmut M.Hoca’ya çok yansımıştır. Zaten bu hocasından; Fatiha-ı Şerife’den başlayarak maharic-i hurufu öğrenmiş ve ayrıca aşara ile takrib okuyarak Kur’an’ı hatmetmeyi başarmışdır. Hilafe / Kayseri Medresesi’ne yapılmıştır. Bu medresedeki görevi, hazırlık sınıfının başöğretmenliği idi. Ayrıca bütün sınıfların ulûm-ı diniye ve tertibü’lkıraat dersleri de kendisine verilmiştir Akşamları da kendisine müracaat edenlere Kur’an-ı Kerim, tecvit, muharic-i hurûf okutmuştur. Yine bir yazıdan anlıyoruz ki(10), Tacettin Mahallesi’nde Hacı Kolağasıların evinin selamlığında açılan erkek ilkokulu olan Fevziye Mektebi’nde de başöğretmenlik yapmıştır. Aynı okulda Mustafa Zamantılı, Halis Zeki Çivicioğlu, Yahya Palamutoğlu da öğretmenlik yapmışlardır. 1914’de İdare-i Hususiye-i Vilayet Kanunu / İl Özel İdare Kanunu uygulandığında idadiler, darü’l-muallimatlar, iptidaiyeler mâlî yapıları, illerin özel idare bütçelerine bırakılmıştır. İlk görevine İstanbul’da kaldığı sırada Süleymaniye Camii’nde. arzu edenlere ilm-i kıraat öğreterek başlamıştır. Daha sonra Kayseri’ye geldiklerinde 23.10.1317/1900–01 Kayseri İdadisinde açık bulunan mubassır(8) kadrosuna, imtihanı kazanarak atanmıştır.(9) Bu kadroda çalıştığı süre içerisinde zaman zaman ulûm-ı diniye der- 1332/1916’da Belediye Başkanı(11) İmamzâde Mehmet Bey zamanında yoksullara yardım etmek amacıyla(12) Kayseri Muin-i Fukara Cemiyeti(13) kurulmuştu. Bu cemiyet aynı zamanda eğitime de önem vermiş ve hafız yetiştirmek amacıyla Darü’l-Huffaz Mektebi’ni(14) açmıştır. Mahmut M. Hoca da bir taraftan medresedeki görevini yaparken, diğer yandan da bu okulda görev almış ve uzun süre devam etmiştir. Burada birçok hafız yetiştirmiştir. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Eğitimde Birlik Kanunu) çıkınca birçok okul kapatılmıştır. Kapatılan okullar arasında bu okul da vardır. 04.06.1335/1919’da öğretmenliği son bulmuş fakat hafızlık okulundaki görevine devam etmiştir. Hoca bu görevine devam ederken akşamları da evinin yakınındaki Tutak Mescidi’nde hafız yetiştirmeye devam etmiştir. Bu görevi esnasında Kur’an-ı Kerim’e hâkimiyeti ve okumadaki mahareti, sesinin güzelliği, vakarlı hali dolayısıyla Kayseri Müftülüğünce açılan Kur’an Kursu’nda görev almıştır. 1932’de öğretmenlik ve imamhatiplik görevlerini birleştirerek, emekli olmuştur. Emekli olduktan sonra da bu görevini devam ettirmiş, birinci imam-hatip olarak 21 yıl Hunat Hatun Camii’nde çalışmıştır. sine de girdiği anlaşılıyor.1321/I903 tarihli Maarif Salnamesi’nde bu kadroda Hafız Hilmi Efendi görülüyor. Yazmış olduğu biyografisinde bu görevde 1330 / 1911 yılına kadar kaldığı görülüyor. O halde bu görevi daha sonra Kayseri İdadisi’nin ikinci katı yapılınca Hafız Hilmi ile beraber devam ettirmişlerdir, diyebiliriz. Aynı zamanda o günün şartlarında öğretmen az olduğu için hoca iki gün Ahmet Paşa ile Terakki Mekteplerinde; bir gün de Darü’l-İrfan Mektebi’nde 100 krş. Maaşla görev yapmıştır. Bu okullardaki hizmeti on iki yılı bulmaktadır. 01.09.1331/1915–16 yılında nakli Darü’l- 1940 yılından itibaren İmam-hatiplik görevi yanında; boş zamanlarında da Hunat Hatun Medresesi’ndeki Matbah Emini Hacı Halil Efendi Kütüphanesi’nde hem hafız yetiştirmeye, hem de aşere, takrip ilimlerini okutmaya devam etmiştir. Kendisi bir vesile ile başlangıçtan 1945 yılına kadar devam eden Kur’an-ı Kerim öğretmenliğinde ”…benden talim-i Kur’an edenler ve hıfzını ikmal edenler yedi bini geçti ve sekiz bine yaklaştı.” demiştir.(15) 1941-45 yılları arasında da Ulu Camii’de görevlendirilmiştir. 9 Sadece Kayseri’de değil İstanbul, Ankara gibi önemli şehirlerimizde de önemli hafızlarımızın yetişmesine sebep olan hocanın tedrisinden geçen ve Kayseri’nin dini hayatına imzasını atmış ulemadan: Ahmet Leblebici, Ahmet Sade, Amaratlı Mehmet Karaca ve Bilâl, Esat Geredeli, Hacı Seyit, Hacı Zühtü, İzzet Hafız, Koccağızlı Eyup Hafız, Muharrem Keçeci, Mustafa Şerbetçioğlu, Müftü Mehmet Balcı, Recep Akyüz, Recep Özbakır, Yahya Mutlu(16) binlerce yetiştirdiği öğrencilerden bazılarıdır. Bunlar yanında ayrıca İstanbul Beyazıt Camii İmamı ve reisü’l-kurrası Hacı Abdurrahman Gürses ile Ankara Hacı Bayram Camii imamı Zekai Sarsılmaz,1940’lardan sonra Hasbekli Mümin Akan, Hasan Bulduk, Mehmet Kılıç da hocanın yetiştirdiği değerli hocalardandır.(17) Bunlardan Hacı Seyit ve Hacı Mustafa Şerbetçioğlu, Hoca İstanbul’a gittiğinde Kur’an öğretiminde görev almışlardır.(18) Ayrıca Hoca’nın talimatıyla Hacı Mümin Akan Hoca Mahmut Mahir Kuşçulu’nun yerine geçmiş ve Taşcıoğlu Ömer Efendi’nin vakfettiği binaya geçinceye kadar Hunat Camii’nde hem imam-hatiplik ve hem de Kur’an-ı Kerim öğreticiliğini beraber yürütmüştür.(19) Bugün çoğu ahrete göçen öğrencilerinden gelen bilgiler; hocanın son derece ciddi ve ilkeli bir kişiliğe sahip olduğunu gösteriyor. Sadece Kur’an-ı Kerim’i okurken değil, hutbelerinde ve konuşmalarında da sanki Kur’an-ı Kerim’i okur ve konuşur gibi davrandığı dillerdedir. Şu küçük fıkra O’nun bu özelliğini çok güzel anlatır: Hoca Efendi bir gün bir satıcıdan kabak satın almak ister ve Kur’an-ı Kerim mahreciyle satıcıya sorar: - Evladım! Kabağın kilosu kaç kuruş? - 5 kuruş. - O zaman bir kilo kabak verir misin? Böyle bir konuşmaya herhalde alışık olmayan satıcı, bir yandan kabağı tartarken bir yandan da: - Yahu, Hoca Efendi, kabağın kilosu kaç lira dosdoğru diye sorsan olmaz mı? deyince Hoca Efendi aynı vakur haliyle: - Evladım, ben beş kuruşluk kabağın için kıra- tımı bozamam, demiş. Kayseri Hafızları içerisinde seçkin bir yeri olan Mahmut Kuşçulu ciddi bir eğitimci ve öğretmendir. Yetiştirdiği binlerce öğrenci ve Kur’an-ı Kerim’i en dar ve zor zamanda büyük bir sabırla fakat şevkle ve vukûfla ezberlettiği İslam bülbülü hafızlar bunun en güzel şahidirler. Kütüphanelerde, konaklarda, mescitlerde, camilerde, okullarda ve evinde her yaştaki insanımızın eğitiminde ve bilhassa Kur’an-ı Kerim’i usulüyle okuyan hafızlarımızın yetişmesinde, Taşçıoğlu Hafız Kursu’nun kurulmasına ölümüne çalışan; bazı sosyal cemiyetlerde görev alarak insanımıza hizmet sunan ve hizmet zevkini aşılamaya çalışan Hafız Mahmut Mahir Kuşçulu Kayseri din eğitimi ve öğretiminde rahmetle anılacaktır. Acaba bir caddeye, bir parka adının verilmesini hak etmedi mi? DİPNOTLAR 1.Kayseri Hakimiyet Gaz.,1999 2.Halen hayatta olan kızı Akhanım’dan aldığım bilgiler. Ayrıca 28.09.1999 tarihinde Melikgazi Nüfus Müdürlüğü’nden aldığımız nüfus kaydı. M.Zeki Koçer, Kayseri Uleması, İstanbul 1972,s.90. doğum tarihi yanlış olarak 1285 /1868 gösterilmiştir. 3. Koçer, age,90 4. Koçer, age,89 5. Aşere: Hz.Peygamberimizin Cennetlik olduklarını belirttiği on kişi 6. Takrip: Tahmin, yolunu bulma. 7. Kıraat: Okuma 8. Mubassır: Okullarda düzeni sağlayan yardımcı hizmetli 9. Sal-nâme-i 1900,s.965 Nezaret-i Maarif-i Umumiye,1317 /1899- 10. Abdulkadir Zamantılı, Hafız Mahmut, Erciyes Derg., 1989. 6-7. 11. İmam-zâde Mehmet Bey’in görevi 1909–1914 tarihleri arasındadır. 12. Necmettin Çalışkan, Günümüze Kayseri Belediyesi, Kayseri 1995, s.53 13. Bu cemiyet Zeki Karakimseli ve Nafiz Soysal’a ait bir evde açılmıştı. Başkanı İmam-zâde Mehmet Bey, üyeliklerine ise: Hacı Zühtü Efendi, H.İbrahim Kahvecioğlu Efendi ve Aşıroğlu’nun Burhan getirilmişlerdir. 14. Bu okul 1924 yılında çıkan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na kadar devam etmiştir. Kadrosunda 4 öğretmen, 2 hademe bulunmuş ve geçen süre içerisinde 450 hafız yetişmiştir. Taşçıoğlu Hafız Okulu’nun temelini bu okul teşkil etmiştir. 15. Bozdoğan, Hasbekli Hafız Mümin Hoca ve Taşçıoğlu Hafız Okulu, Kayseri 1998, s.59 16. Bozdoğan,age.,61. 17. Bozdoğan, age,62 18. Bozdoğan, age,62 19. Bozdoğan,age.,61 İnceleme Tahminen 1945 yılında yorgun düşmüş ve resmi hayattan çekilmiştir. Fakat bütün ömrünü Kur’an-ı Kerim’i öğretmeye adamış olan Kuşçulu Hoca ölümüne kadar Kur’an-ı Kerim öğretmeye ve hafız yetiştirmeye gayret göstermiştir.1946’da ikinci defa İstanbul’a gelmiş ve İstanbul ulemâsı tarafından Reisü’ül Kurra Kürsüsü’ne oturtulmuştur. Ölümüne kadar da bu kürsüde kalmıştır. İnceleme 10 İSTİKLÂL MARŞINA SAYGI ATA KÜLTÜRÜMÜZDÜR Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: [email protected] Bağımsız devlet olmanın Türk ve İslâm tarihinde göstergeleri, o devlet adına para basılması, cuma namazı hutbelerinde devlet başkanının adının anılması, kendine mahsus bayrağının olması, millî marşının söylenmesi, devlet başkanının hil’at (kaftan) giymesi… gibi şartlardır. Türk tarihinde istiklâl marşının karşılığı bir ölçüde nevbet vurmaktır. Nevbet, Müslüman Türk devletlerinde merkezî yönetimin koruyuculuğu altında yapılan bir müzik türüdür. H er toplumun kültüründe atalarının emekleri ve uygulamaları vardır. Biz kendimizi doğar doğmaz bir dil, bir inanç sistemi, toplumu düzene sokan kanunlar, töreler, ahlâk ilkeleri… içinde buluruz. Tarihimiz, masallarımız, ninnilerimiz, destanlarımız kültürümüzün kaynaklarıdır. Millî kültür, millet ve devlet olmayı, birlikte yaşamayı sağlayan en kuvvetli elemandır. Şartlara, imkânlara göre değişikliklere uğrarsa da özü kaybolmadığı zaman toplumun millî kimliği devam eder. Türk millî kültüründe sosyal yapımızı perçinleştiren ve atalarımızdan bizlere miras olarak geçen kutsallarımız vardır. Atalarımız tam istiklâle (bağımsızlığa), halkının yaşayacağı ülke’ye (vatana), bu ülke üzerinde müşterek töre ile uyum içinde yaşayan halka, halk tarafından meşru ve karizmatik niteliklere (gök’ün oğlu) sahip olduğu, Tanrı’nın kutsadığı ve töreye göre halkı yönettiği kabul edilen hükümdar’a önem verirlerdi. Tam bağımsızlık ile ilgili semboller ve törenlerden birkaçını hatırlatmak istiyorum. Devlet olabilmenin en önemli şartlarından birisi “siyasî bakımdan müstakil (yani bağımsız), muntazam (düzenli) teşkilâtlı millet olmaktır. Bağımsız devlet olmanın Türk ve İslâm tarihinde göstergeleri, o devlet adına para basılması, cuma namazı hutbelerinde devlet başkanının adının anılması, kendine mahsus bayrağının olması, millî marşının söylenmesi, devlet başkanının hil’at (kaftan) giymesi… gibi şartlardır. Türk tarihinde istiklâl marşının karşılığı bir ölçüde nevbet vurmaktır. Nevbet, Müslüman Türk devletlerinde merkezî yönetimin koruyuculuğu altında yapılan bir müzik türüdür. Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi adlı (Ankara 1990, 263) kitabında şöyle bir açıklama yapar: “İslâmî devlet anlayışında nevbet aynı zamanda bir bağımsızlık simgesi olarak da değer kazanmıştır. Bağımsız olan veya bağımsızlığını ilân eden hükümdarların hutbelerde kendi adını söyletmesi, para basması gibi yapması zorunlu sayılan davranışlar yanında kapısında nevbet vurdurması da gerekli sayılmıştır.” Prof. Dr. Osman Turan’ın verdiği bilgilere göre Selçuklu Sultanlarından Mehmet Tapar’ın 5 nevbet çaldırarak saltanatını ilân ettiğini, Sultan Melikşah’ın oğlu Mahmud’u tahta çıkartanların ona da 5 nevbet vurdurup Bağdat’ta hutbe okuttuklarını (Bkz: Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İst. 1969, 180, 186, 200) anlıyoruz. Bu töre Türklerde Hunlar ve Göktürklerden beri bir egemenlik belirtisi, işareti olarak benimsenmiş ve bu gelenek Selçuklulara ve Osmanlılara kadar devam etmiştir (Bkz: Abdülkerim Özaydın, “Nevbet”, TDVİA, XXXIII, 38-41) Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’den itibaren saray ve ordugâhlarda, namaz vakitlerinde günde beş defa nevbet çaldırılmıştır. Selçuklu sultanlarına bağlı emir ve meliklerin de sabah, akşam, yatsı namaz vakitlerinde nevbet çalmalarına izin verilmiştir. Osmanlı döneminde, normal zamanlarda mehterhane tarafından her gün bir defa ikindi namazı sırasında nevbet çalınırdı. Bunun yanında Padişah’ın cülûsunda (yani tahta geçişinde), kılıç alaylarında, zafer haberi geldiğinde, düğünlerde sarayda nevbet çalınırda. Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı adlı kitabında anlatıldığına göre: (Sefere harekette ve harp esnasında Padişah Mehterhanesi saltanat sancaklarının altında durup çalınırdı. Sefere gidilirken konak yerlerinde ikindi divanı akd edilip ikindi ezanı okunduktan sonra Otağ-ı Hümayûn önünde nevbet vurulur ve bu esnada çavuşlar bir tarafta ve kapıcılar diğer tarafta saf tutup dururlar, nevbet sona erince dua okunup selamlayıp çekilirlerdi. Nevbet esnasında Otağ-ı Hümayûn perdeleri açılırdı” (Bkz: M. Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1971, II, 683-685) Osmanlı Devleti’nin kurucusu olarak bilinen Osman Gazi’nin ilk uygulaması hakkında Osmanlı Tarihi’nin önemli kaynaklarından biri olan Mehmet Neşrî’nin Neşrî Tarihi (Yay.M.A. Köymen, Ankara 1983, I, 55 vd) adlı eserinde şöyle anlatılır: “Osman Gazi divan mensuplarını, âyân erkânını süsledi, sultanlık divanını tertip etti. Anası Osman Gazi’yi Saygı İçin Ayak Üzeri Durdurdu. O, Nevbet vuruluncaya kadar ayakta durdu. Şahlık kaidesi ve emirlik gereğince Nevbet-i Osmanî vuruldu… Sefere çıkmak için her nevbet vurulduğunda padişahlar ayağa kalkarak, güya “Sefere çıkış vakti geldi, şimdiden sonra oturmak caiz değildir, seferde oldukları müddetçe sabah ve akşam nevbet vurulsun” diye ima ederlerdi. Padişah ve devlet erkânı “Nevbet vurulması tamamlanıncaya kadar ayakta dururlarda…” Görüldüğü gibi bir çeşit çağdaş devletlerin İstiklâl Marşı’na özdeş olan bir askeri musikî (daha sonraları mehter takımı ve musikisi adını alacaktır) bağımsız simgesi olarak kabul edilmiştir. Bu mehter musikisi ve mehterhane örneği batılılarca taklit edilerek askeri bando oluşturulmuştur (Bak: Halil İnalcık – G.Renda, Osmanlı Uygarlığı, Ankara 2004, II, 1067). Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduktan sonra bu ata geleneği yerine getirilmiş 1921 yılında Türk İstiklâl Marşı Büyük Millet Meclisi’nde Hamdullah Suphi Tanrıöven tarafından okunmuş ve okunurken Gazi Mustafa Kemal Paşa sıraların önünde ayakta dinlemiş ve alkışlamıştır (Bkz.: H.B. Çantay, Akifname, İst. 1966, İst. 1966, 73). Günümüzde bu ata yadigarı geleneği İstiklâl Marşı Okunurken oturmak, yürümek, saygısızca davranışlarda bulunmak cüretini gösterenler töreye, tarihe ihanet etmekle kalmıyorlar Yüce Tanrı’nın “… size kalkın denildiği zaman kalkın…” emrine (Mücadele Suresi/11) de uymuyorlar. Gençlerimize bayrak, vatan, millet, devlet din sevgi ve kültürü yanında İstiklâl Marşının da önemini kavratalım. Onu saygıyla ayakta okuyalım ve dinleyelim. İnceleme 11 İnceleme 12 HOMOJEN BİR ERMENİSTAN İÇİN KAÇ TÜRK ÖLDÜRÜLDÜ? D evletlerin kuruluşu, tarihin en dikkate değer konularından biridir. Hangi devlet bir ülkünün, hangi devlet dinî bir hareketin, hangi devlet askeri başarıların sonucunda doğmuştur ve hangi aşamalardan geçerek bugüne ulaşmıştır? Bu soruların doğru yanıtı, ancak tarihin kanıtı olan belgelerdedir. Bu belgeler bize ispatlıyor ki Ermenistan, Hınçak ve Taşnaksutyun adlı terör örgütlerinin kurduğu bir haydut devlettir. Bu tanım doğru olmakla beraber eksiktir de. Çünkü bir de “Ermeni yaygarası” denilen olay var. Şöyle ki, Ermeni komitacıları kendilerine katılmayan herkesi, hatta kendi ırk ve dinlerinden insanları öldürüyor ve Batı’nın dikkatini çekmek için suçu Osmanlı’ya atıyorlardı. “Hem suçlu, hem güçlü” deriz ya. Propagandayı çok iyi biliyorlardı. Bu sayede, Batılı devletleri aldatmayı başardılar ve onları ustaca kullandılar. Türk ve Müslüman düşmanlığı, batılıların gözlerini öylesine kör etmişti ki gerçeği görmeleri mümkün olamadı. Gerçekler gün yüzüne çıkınca, dünya şartları değişmişti ve bu defa da emperyalist devletler, kendi çıkarları doğrultusunda Ermenileri kullanmaya başladılar. Ermeniler, Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya’da yaşıyor olmakla beraber, hiçbir yerde çoğunluk değildiler. Nüfus yoğunluğunu Müslüman Türkler oluşturuyordu. Bugünkü Ermenistan toprakları, 150 yıl önce Türk ve Müslüman topraklarıydı. Bugün Ermenistan’da bir tek Türk yaşamıyor. Acaba neden? Çünkü öldürülmüş ve sürülmüşlerdir. Türkler için bir trajedi olan olaylar şöyle başlıyor: 1828 yılında Ruslar, emperyalist emelleri olan bir devlettir ve Güney Kafkasya’da üs olarak kullanacakları bir yer oluşturmak istemektedirler. Ermeniler, bu amaç için ideal bir toplumdur. Çünkü devlete ve vatana ihtiyaçları vardır. Ruslar da Ermenilere bunu vaat ederler. Bu mutabakat üzerine Güney Kafkasya’da büyük nüfus kaydırmaları başlar. Araştırmacı yazar Hüseyin Adıgüzel, Ermeni Sorunu’nun başlangıcını böyle anlatmaktadır. Yine Hüseyin Adıgüzel, Rusya’nın İran elçisi Griboyadev’den şu cümleleri nakletmektedir: “1830– 1929 tarihleri arasında Erivan bölgesine İran’dan 40 bin, Türkiye’den 84 bin Ermeni getirilerek yerleştirildi.” Amiral Bristol da günlüğüne şunları yazmıştır: Mustafa ÖZTÜRK “Korumasız köyler önceden bombalanır, sonra zaptedilir, kaçamamış köy sakinleri vahşice öldürülür, köy yağmalanır, bütün mal ve para götürülür, sonra ise yakılırdı. Bütün bunlar Müslümansız (Türksüz) bir Ermenistan için sistemli olarak yapılırdı.” Ermeni çetelerinin Van’da, Erzincan’da Kars’ta, Çukurova’da yaptıkları katliamlar öylesine vahşicedir ki bunları okumaya bile yürek dayanmıyor. Van’da görev yapan süvari çavuşu Osman’ın eşi Nigar, başına gelenleri ve gördüklerini şöyle anlatıyor: “Asker çekilirken, Kurubaş köyünde sıkıştık. Ermeniler çevirdiler. Şehir içindeki Amerikan Misyoner Hastanesi’ne doluştuk. Saatler geçti. Çok sayıda aile geldi. Adam başına birer somun verildi. Akşamları da yahni çorbası veriliyordu. Verilen somunları yiyenlerin saçları dökülmeye başladı. Kanlı ishal suları aktı. Ölenlerin cesetleri şişti. Beş çocuğumdan dördü bu şekilde öldü. Orada iki ay kadar kaldık. 8 bin kişiden ancak 150 kadarı kurtulabildi. Sonra bizi Hacı Ziya Bey’in evine doldurdular. Yedi yaşından yukarı çocuklar, Ermeni gençlerinin tecavüzüne uğrayarak öldürüldü. Geceleri Rus Kazak askerleri ve Ermeniler gelir, genç kız ve kadınları seçer götürürdü. Sabahları bunların pek azı geri gelirdi. Bizi dışarı çıkarır, vefat eden cenazelerin mahrem yerlerine gözümüzün önündü taş ile kazık çakar, sonra da kuyulara doldururlardı. Yapılanlara fazladan örnek vermek ar ve hayâya sığmaz”(Cezmi Yurtsever, Anaların Gözyaşları, Çukurova Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2005.) Ermeni sorunuyla ilgili araştırmalarıyla tanıdığımız Cezmi Yurtsever, Osmanlı Arşiv Araştırmaları topluluğunun yıllar süren çalışmalarının sonunda ulaştıkları önemli bir bilgiyi, “Anaların Gözyaşları” adlı eseriyle Türk halkına duyurmuştur. Belgelerin taranması üzerine ulaşılan sonuç şudur: Ermeni komitacıları, 1914–1921 yılları arasında, Anadolu’da 518 bin Türk’ü öldürmüşler. Değişik tarihlerde Kafkasya’da öldürülenleri de hesaba katarsak, bu sayı milyonu aşacaktır. Yurdundan yuvasından uzaklaştırılıp sürgün edilen Türkler bu sayıya dâhil değildir. 1849 yılında Rus çarının fermanı ile Özerk Erivan Bölgesi tesis edilir. Bu yıldan itibaren, Türkler, sistemli olarak buradan çıkarılır, yerlerine Ermeniler yerleştirilir. Amaç, Türksüz bir Ermenistan kurmaktır. Bunu da maa- 13 Türklere uygulanan etnik temizliği kanıtlamak için elimizde yeteri kadar delil ve vesika mevcuttur. Toplu mezarlardan başka, Rus ve İngiliz belgeleri de gerçekleri aksettiriyor. 1917 Rus Devrimi’nden sonra Osmanlı Devleti’ne karşı yapılan gizli antlaşmalar dünyaya nasıl açıklanmış ise, Hınçak ve Taşnak çetelerinin Rusya destekli katliamları da açıklanmıştır. Bunların yanında bazı Ermeni tarihçileri de Türk soykırımını görmezden gelmemişlerdir. Bunlardan A.A. Lalayan, şunları söylemiştir: “Ermeniler tarafından Azerbaycanlıların katledilmesi, etnik temizliğe tabi tutulması önceden planlanmış kilise-devlet politikasıydı. Bu politika sadece Azerbaycan topraklarıyla sınırlı kalmamıştır. Bu yüzden Ermenistan’da Taşnak hükümeti’nin otuz aylık iktidarı döneminde (1918–1920), Ermenistan arazisinde yaşayan Azerbaycan Türklerinin yüzde altmışının katledilmesine kimsenin şaşmaması gerekir.” Sovyetler, çoğu zaman, Rus Çarlığı’nın politikalarını sürdürmüşlerdir. Özellikle Türklere uygulanan yok etme politikası, hiç değişmemiştir. Hüseyin Adıgüzel, “Ermenistan’da Niye Tek Bir Tane Bile Türk Yok?” başlıklı makalesinde: “SSCB Politbürosu 23 Aralık 1947 tarih ve 00902 sayılı bir karar aldı. Bu karar gereği, Ermenistan denilen yapay ülkede yaşayan Azerbaycan Türkleri yerlerinden, yurtlarından zorla göç ettirildi. Gitmek istemeyen, direnmeye çalışan 476 Azerbaycan köyü yerle bir edildi, binlerce insan öldürüldü, binlerce insan zorla topraklarından sürüldü.” demektedir. Hüseyin Adıgüzel, söz konusu makalesinde, Ermeni ve Rus kaynaklarına dayanarak, 1897–2008 tarihleri arasında Ermenistan’daki Türk nüfusunun sistemli bir şekilde nasıl azaltıldığını gözler önüne seriyor ve soruyor: “1926 yılında Ermenistan’da 575 bin olan Türk nüfusun bugün en az 1 milyon 500 bin olması gerekirdi. Hâlbuki bugün Ermenistan’da hiç Türk yaşamamaktadır. Peki, bu 1 milyon 500 bin Türk’e ne oldu?” Özerk Erivan Ermeni Bölgesi’nde ilk nüfus sayımı 1827’de yapılmış. Aşağıdaki tabloda o günden bu güne Türk nüfusun azalıp yok edilişi görülecektir: Yıl Türk nüfus Ermeni nüfus Toplam nüfus 1897 313 178 500 000 829 550 1926 575 000 795 000 1 510 000 1960 107 700 1 301 000 1 501 600 1990 155 000 2 101 752 2 300 000 2001 5 568 2 963 000 2 969 555 2008 ----- 3 000 000 3 000 000 İnceleme lesef, Türk kanı içe içe başarmışlardır. Hınçak ve Taşnak örgütleri tarihe karıştıktan sonra, Ermeni Terörü Asala ile devam etti. Demek ki Ermeniler terörsüz yapamıyor. 40’ın üzerinde Türk diplomatını şehit ettiler, PKK ile ortak eylemlere imza attılar. “Demokrasi ve insan hakları” söylemlerinin ayyuka çıktığı çağımızda Ermeni vahşeti durmadı. 1992’de Hocalı’da devam etti. Çoğu çocuk ve kadın 653 Azeri Türkü’nü katlettiler. Karabağ’ın işgali üzerine yurtlarını terk edip Azerbaycan’a sığınan 1 milyon Türk ise çadır ve vagonlarda yaşıyor. Bütün bu tarihi gerçeklere rağmen, Ermeniler masum sayılıyor ve biz Türkler soykırım yapmakla suçlanıyoruz. Bu bir haksızlık… Bu haksızlığı, iftirayı ortadan kaldırmak için her Türk evladına, her Türk tarihçisine önemli görevler düşüyor. Bulduğumuz yeni belgeleri iftiracıların suratlarına fırlatmalıyız. Ulaşılacak daha çok belge var. Milletimizin hak ve hukukunu koruyabilmek için güçlü ve donanımlı olmaya mecburuz. Güçsüz kalıp dışarıdan yardım bekleyen milletlerin sonu, hep hüsran olmuştur. Bugünkü Türkiye, yüzde yüz haklı olduğu Kıbrıs ve Ermeni sorunlarında dahi tezlerini anlatamıyor, sözünü dinletemiyor. Çünkü haklı olması yetmiyor, güçlü olması da gerekiyor. Güçten anladığım ise şudur: Ülkü ve projesi olan ulusal-millî devlet, bu ülkü ve projelere inanmış bir millet, canlı bir millî kültür, sınırsız ilmi faaliyet, ileri teknoloji, güçlü bir ordu, millî gelirin adil paylaşımı… Gazetelerden öğrendik ki Türkiye’nin Belçika Büyükelçisi Fuat Tanlay, AB nezdindeki Türkiye Daimi Temsilcisi Büyükelçi Volkan Bozkır ve Nato Daimi Temsilcisi Tacan İldem, 21 Eylül’de Ermenistan’ın Brüksel’deki “Bağımsızlık Günü”ne katılmışlar. Bu zatların görevi, Türkiye’den toprak talep eden düşman bir devletin Türk kanı üzerinde yükselen bağımsızlığını kutlamak mı, yoksa Türkiye’ye yapılan soykırım iddiaları gibi iftiraları engellemek mi? Bu baylar Türkiye’nin gücü değil, zaafıdır. Bu yüzden, geleceğin güçlü Türkiye’sinde yerleri de olmayacaktır. İnceleme 14 Ekonomik Krizler (1) Mustafa Aykut AKŞİT Battılar mı batırıldılar mı? Kapitalist ekonomi anlayışının temelini para gücü ve kâr kavramları oluşturur. Bu sistem ile ekonomilerini sürdürmeyi kabul eden ülkeler arasında ortak bir para birimi kullanılır. Dış ticaret ve uluslar arası işlemlerde geçerli olan, bu paradır. Bu gün bu para birimi, Amerikan doları’dır. Avrupa Birliği ülkeleri kendi aralarında kurdukları para birliğini Euro (Avro) etrafında birleştirmişlerdir. Ticaretlerinin büyük kısmını euro ile yapmaktadırlar. Ancak, doların bu ülkeler üzerindeki egemenliği sürmektedir. Dünya Bankası, IMF ve borsalar, dolar üzerinden işlem yapmaya devam etmektedir. Şimdi büyük bir parasal kriz patlamış, hastalık gibi yayılmıştır. Söylenenlere bakılırsa dünyanın en büyük şirketleri sallanmakta, ülkelerin ekonomi planlamaları alt üst olmakta, uluslar arası ticaret dengeleri bozulmakta, finans kuruluşları günlük işlemlerini yapmakta zorlanmaktadır. Tüm borsalar bir anda on basamak düşüp bir kaç gün sonra da yükselmekte adeta kalp krizi geçirmektedir. Bu krizin Amerika tarihine “Kara Eylül” adı ile geçen, 1928 yılında başlayıp 1930 yılında durdurulduğu iddia edilen ekonomik krizden daha büyük olduğu açıkça söylenmektedir. Avrupa Birliği ülkeleri çare olarak kapitalist sistemde yeni bir yapılanma önermiştir. Bu yapılanmanın nasıl olacağına dair kesin bir açıklama da bu ana kadar yapılmamıştır. Onlar düşüne dursun, biz birkaç yıl geriden başlayarak dikkatimizi çeken önemli olaylar ve para hareketlerini gözden geçirelim: Çin ekonomisinin hızlı büyümesi ve dünya piyasalarındaki payının giderek artması zaten dikkatleri çekiyor ve durdurmak için çareler aranıyordu. SSCB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan boşluğu Amerikan sermayesi hızla doldurmuş, askeri olarak Varşova Paktı çökmüş, bağımsızlık ilanları ile eski Sovyet pazarı parçalanmış, “Turuncu devrim” adındaki batı yanlısı hükümetlerin işbaşına gelmesi ile sonuçlanan yeni bir süreç yaşanmıştı. Bir süre bocalayan Rusya umulandan daha kısa sürede toparlanmış; siyasi ve ekonomik güç gösterilerine başlamıştı. Irak’ın ABD orduları tarafından işgalinden sonra “pazar paylaşma” ve Irak’ın harap edilmesinden doğan iş alanlarından pay kapma yarışına girildi. Irak’ın işgal edilmesinden bir süre sonra petrol fiyatları hızla yükselmeye başladı. Geçen yüzyıl dâhil tüm zamanların en yüksek satış rakamlarına ulaşıldı. Petrole bağımlı ülkeler kaybetti, petrol tacirleri astronomik kârlar edindiler. Bunların başında Exsson, Shell, Texsako gibi şirketler gelmektedir. Son beş yılda, ahtapot gibi tüm dünyaya kollarını salmış bulunan Amerikan bankaları- kredi veren bankalarekonomik anlamıyla önce durgunluğa girmiş daha sonra sallanmaya başlamışlardı. Zeroks gibi büyük şirketler el değiştirmiş, bazıları batmıştı. Batma tehlikesi içinde bulunan şirketlerin en ünlüsü Morgage – verdiği konut kredilerinin geri dönüşünü sağlayamayınca- tam bir krize girmiş, çökme süreci başlamıştı. Birçok banka tüm dünyada aynı durumdaydı. Beş aydır dünya kamuoyundan gizlenen bu durum aniden patladı. Ekonomik kriz dalga dalga yayıldı. Borsalar çöktü. Şirketlerin hisse senetleri tabana vurdu. Mercedes, BMW, Ford gibi şirketler üretimi yavaşlattı. İşten çıkarmalar başladı. Halen sürüyor. Kapitalist batı dünyasının en büyüklerini oluşturan G- 9 ülkeleri acil toplantılar yaparak batan bankaları kurtarma operasyonları başlattılar. Bu tavır serbest rekabeti savunan Neo Liberalizm’in çökmesi anlamına geliyordu. Devletçi ve korumacı anlayışa dönülüyor olması “serbest piyasa ekonomisi” adı verilen sistemin savunucularını panikletti. ABD’nin batan bankalara el koymasını Keynesci uygulamaya ciddi şekilde geri dönüldüğünü sandılar. Ekonomik sistemin özü paradır. Krizler herkesi çökertmez. Kazanan taraf vardır kaybeden taraf vardır. Örneğin, şişirilmiş petrol fiyatlarından kim vurgunu vurdu? Vurgun paraları hangi ülke bankalarına gitti? İnce ayar verilmiş bu parasal krizden hangi şirketler kârlarını kat kat üstüne katladılar? Şimdi geriye dönelim. Yirminci yüzyılın başına… Birinci Dünya Savaşı hammadde kaynaklarının ve dünya pazarlarının paylaşılamayışı yüzünden çıkarılmış, karlı çıkan ise silah tüccarları olmuştu. 1930 krizi İkinci Dünya Savaşını tetikleyen kriz olmuş, tüm dünyayı saran dehşetli bir savaş başlamış beş yıla yakın sürmüştü. Her iki savaşı Amerikan ve İngiliz şirketleri kârlı kapatmışlar, General Motors, General Dynimicks, Ekxson , Shell gibi şirketler sermayelerini milyar doyarların çok üzerine taşımışlardı. 52 milyon insanın canı karşılığı olarak kârlarına kâr katmışlardı. Amerikan ordusunun masrafları yıllık bir trilyon doları aşmış, bütçe açığı 800 milyar doların üstüne çıkmış, doların dünya piyasalarındaki dolaşımında kara delikler oluş- 15 Ekonomik Kriz karşısında Türkiye Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin ileri gelenleri, ekonomik kriz karşısında sükûnetlerini koruyup, telaşlanmadılar. Türkiye kapitalistlerinin TÜSİAD’ı telaşlandı, Neo liberal ekonomistler ekonomiden anlamadıkları halde çığırtkanlığa başladılar. Neo liboş TARAF’lar canhıraş bağırmaya başladılar. Ekonomiden sorumlu altı bakan sükûnetle yüreklere su serpen açıklamalar yaptılar. Bizce bu aşamada yapmaları gereken de buydu. Çığırtkanları bir tarafa bırakırsak, ekonomiden sorumlu bakanların itidal tavsiyelerinden öteye sözler söylemeleri yanında krize karşı alınan tedbirleri hızla uygulamaya koymalarını beklerdik. Bu tedbirlerin başında, cari harcamalar açığını daha da büyütecek olan lüks yatırım harcamalarından, şehirlerin süslenmesinden öteye anlam taşımayan belediye harcamalarından ciddi oranlarda vazgeçilmeliydi. Türkiye’nin en büyük harcama kalemini oluşturan petrol giderlerine zam üstüne zam yaparak çare bulma yolu yerine petrol kaçakçılığının üstüne gidilmeliydi. Devlet kurumlarındaki yakıt israfının önüne geçecek tedbirler alınmalıydı. 1 Ocak’ta tedavüle sokulacak 200 TL’lik banknot, YTL’ye bir sıfır eklenmiş gibi etki yaratacak ve “gizli yapılan devalüasyon” rolü oynayacaktır. Krizden en çok etkilenecek kesim küçük orta boy işletmeler, küçük esnaf ve işçi- memur sınıfı olacaktır. 2009 bütçe taslağı hazırlanırken bu kesimlerin bu krizden en çok zarar görecek kesimler olduğu gerçeği pas geçilmiş olmaktadır. Bu tavrın etkisi yerel seçimlerde görülecektir. Ancak yerel seçimlerden galip çıkma sevdası “seçim yatırımları “ olarak bilinen harcamalara yol açarsa, ülkemiz bu krizin yıkımından kendisini kurtaramayacaktır. Şu anda Türk işçisinin büyük bir kesimi işten atılma endişesi içinde bulunmaktadır. Fırsatı ganimet bilerek işten çıkarmalar başlar ve hükümetde bunu seyrederse 2009, büyük sokak gösterilerinin yaşandığı alanlara dönecektir. Böyle bir kargaşa, terörle mücadelede zafiyetlerin doğmasına da yol açacaktır. Sosyal çalkantılar her zaman tehlikeli ortamları oluşturur. Kim bu “vatan sağ olsun” diyenler? Ekonomik geleceğimizin endişesine düştüğümüz bir zamanda; bu ülkenin can paresi evlatları şehitlerimizin cenaze törenlerinde “ Vatan sağ olsun komutanım!” diyebilen yiğit analara ve babalara bakarak yürek paralamaya devam ediyoruz. Buna karşın, ruhlarımız derin sarsıntılar geçirirken olaylar kendi seyri içinde gelişiyor ve siyasilerimiz tarafından sergilenen vurdumduymaz tavırlar, bizleri yaralıyor. Orta Doğunun en güçlü ordusuna kafa tutma cesareti gösteren dağdaki eşkıya ve dağdan inip gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında melanetlerini sürdüren uzantılarının eylem ve sözlü saldırılarına hâlâ demokrasi ve insan hakları savunuculuğu ile çıkan Sayın Başbakanı anlamak mümkün mü? Muhatap kabul ettiği güruh demokrasiden “Türkiye Cumhuriyetini bölme, parçalama hürriyetini” algılıyor da bunu Sayın Başbakan anlamıyor mu? Kim bu evlatlarının cenaze törenlerinde “vatan sağ olsun komutanım” diyenler? Onların demokratik hak ve özgürlükleri yok mu? Şehit olan yiğitlerin demokratik temel haklarının başında “yaşama hürriyeti” gelmiyor muydu? Dünyanın hangi ülkesinde ülkeyi bölme parçalama hürriyet gibi bir anlayış var? Böyle bir hürriyet hiçbir devlette ve Anayasa’da yoktur. Öyleyse Sayın Başbakanı yanılgıya götüren nedir? Yanılgısının temeli, Kürklerin sorunları ile bölücü kürtçü hareket arasındaki farkı tam olarak anlayamamış olmaktadır. İran, Irak, Türkiye ve Suriye topraklarından alınan parçalarda Büyük Kürdistan Devleti kurma idealine Kürtçülük denir. Bunu savunan unsurlar İran ve Türkiye’de silahlı eylem içindedirler. Silahlı eylem savaş demektir. Savaş, ülke ordusu tarafından yürütülür. Böyle bir savaşa sivillerin anlayışı ile bakınca böyle havada kalan ve ertesi gün de sözlerinizden pişman olacağınız eylemlerle karşılaşırsınız. İngiliz Başbakanı Wilson Chorcill’in ünlü sözünü hatırlatalım. Diyor ki, “Devlet idaresinin askerlere, savaşın da sivillere bırakılması büyük hatadır.” Ülkemize içerden ve dışardan gelen saldırılar sümekteyken siz ordunuzun taleplerini yerine getirmiyorsunuz. Aktütün saldırısından sonra açıklama yapan Genelkurmay ikinci Başkanı Orgeneral Iğsız Paşa’nın şu sözlerini nasıl anlayacağız acaba? “Sınır karakollarının korunması için alınacak tedbirleri Genel Kurmayımız kendi imkânları ile yapmaktadır. Aktütün Karakolunun güçlendirilmesine geçen yıl başladık ama imkânlar yetmedi. “ PKK denen terörist gurupların Avrupa devletlerinden destek aldıkları, eroin ticareti yaptıkları artık bilinmeyen bir husus olmaktan çıktı. Beş altı bin kişiyi silahlandıracak kadar maddi imkânı olan bu örgüt bu silahları kaç ton eroin satarak karşılayabilir acaba? Bu büyük miktar hangi araçla hangi yollardan geçirilerek eroin pazarlarına ulaşır? Eroin baronlarını devlet bilmiyor mu, yoksa bu baronlar gizli eller tarafından korunuyor mu? Ve bu silahlı kimler satar, hangi yollardan geçerek ellerine ulaşır? Bu silahlar üzerinde “ hamule “ yazılı konteynırlarla Türkiye’ye getirilip oradan Kuzey Irak’a taşınıyor olmasın? Yani bu silahları ikiyüzlü müttefik ABD’nin silah tacirleri karşılıyor olmasın? İster istemez soruyoruz: Hükümetin birincil görevi yukarda sıraladığımız endişeleri gidermek mi yoksa kömür dağıtmak mı? İnceleme muş, kapitalist sistemde çatlaklar çıkmış ise; Amerika’yı perde arkasında idare eden ELİT’lerin şimdi yaptığı yapılırdı. Denetlenebilir bir kriz yaratır, önce batırır, ileri zamanda da batan şirketleri yok pahasına satın alırdınız. İş daha bu aşamaya gelmedi. Şimdilik sallama, çırpıştırma aşamasındayız. Bir süre sonra çökmek üzere olan şirketleri yutmaya başlayacaklardır. Özet: Uluslar arası büyük sermaye küçük sermayeleri yutuyor. İnceleme 16 HUDUT NAMUSTUR Edirne’den Van’a, Muğla’dan Ardahan’a Arife, bayrama dönerken sessiz İki kadın, Kaderlerini yaşar Birbirinden habersiz. Birinin kaçmış uykusu Sabahı beklerken pencerede Kuş seslerine karışır “Oğul” diyen duası. Diğeri, uykusunu uzatmak ister Rüyasına girsin diye Yavrusunun babası. 3 Ekim Cuma Bayram ertesi İhanet, Bürünüp insan suretine “Esfele safilin” den geldi. Hayasızca kusup zehrini Döndüğü zaman geri Daha da alçalmış buldu Aşağıların aşağısındaki yerini Hudut namustur yazanlar Aktütün’ün kayalıklarına O gün Bayraklaştılar Bayraktepe’de Millet hatırladı unuttuğunu Ve öğrendi yeniden Bayrağın, Nasıl bayrak Ve toprağın Nasıl vatan olduğunu Fazıl Ahmet BAHADIR Her gecenin sonunda Bir el Güneş doğmadan evvel Uzanıp gökten Birer damla kan isteyecek Şehitlerden Sonra Şahadet parmağıyla En uzaktaki dağın taşına, toprağına “Hudut namustur” yazacak Namussuzluğun inadına. 17 BİR GENÇLİK DAHA VAR! İnceleme Aktütün Karakolunda ve terörle mücadelede can veren tüm şehitlerimizin anısına........... Özlem AKŞİT - [email protected] Hakkari’de kar yağsa Rize’de üşüyorum Bir asker şehit olsa yanıp tutuşuyorum.. İsmail TÜRÜT Ü nlü edebiyatçımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kurtuluş Savaşı dönemlerinde işgal altındaki İstanbul’u ve şehrin insanlarının özellikle elit denilebilecek zümreye mensup sözde Türk ailelerinin işgal esnasındaki ahlaki çöküntülerini, kokuşmuşluklarını ve kimlik çürümesi altında sergiledikleri eğreti manzaralarını özellikle de işgal subaylarıyla olan çarpık etkileşimleri anlatan “Sodom Ve Gomore” adlı bir eseri vardır. Bu eserde adı geçen Sodom ve Gomore dini yazınlarda söz edilen yoldan çıkmışlığı ve sapkın yaşam biçimleri yüzünden helak edilen Lut kavminin şehirleridir. Yazar İstanbul’un son hali ile bu dini efsaneyi kıyaslar. Eserde iki tipleme gençlik sembolü vardır; Birincisi Türk kimliğinden utanarak işgal subaylarıyla elele vermiş, ruhen batıyı tek kıble edinmiş, yoz bir biçimde gece sabahlara kadar flört edip eğlenen, gamsız, ruhsuz Anadolu’nun gerçeklerinden habersiz bir kitle; diğer yanda Cemil gibi toprağa vatan gözüyle bakan,içi sancıyla dolarak kurtuluş mücadelesine inanan bir başka kitle... “Sodom Ve Gomore” anlatmak istedikleri açısından önemli bir eserdir. Vatan, millet, bağımsızlık gibi sancılar çekilirken insanlar arasında var olan duvarları, anlayamama ve anlaşılamamayı anlatan önemli mesajları o dönemin gerçeklerinden yola çıkarak bugüne aktarır ve günümüz gerçekleriyle köprüler kurabilmemizi sağlar. Tarih benzeri sürekli yinelenen tekrar sayfalarına sahiptir. Günümüzde de Sodom ve Gomore tarihi kadar uzaklara gitmeye gerek olmadan İstanbul’un işgal günlerindeki manzaralarına neredeyse tıpatıp uyan örnekler sergilenmektedir. Anadolu’nun gerçeklerinden bihaber olan insanlar bugün de aynı çehreye sahiptirdirler. O dönemlerde işgal subayları ile gamsız partiler düzenleyen elit zümreye mensup olma gayretindeki bazı tipler bugün de Türkiye’nin içinde bulundu- İnceleme 18 ğu terör mücadelesinin sebeb-i mevcudiyetini oluşturan güç odaklarıyla flört etmekte, Türklüklerinden utanan bir tabiat sergilemekte ve kalamış marinalardaki mevcut cafe-bar dünyalarının pencerelerinden hayata bakmaktadırlar. Onlar dış sermayenin beslemesi sarhoşluğuyla ileri geri konuştukları ve gerçeklerinden bi-haber oldukları ülkelerinin ordusu ve savaşan güçleri aleyhinde peşpeşe demokrasi adına hodbince yazılar sıralarken çorabı üç yerinden delik yavrularını yol kıyısından 10 dakikalık bir molada gelişigüzel ayaküstü bir şekilde görebildikten tam yarımsaat sonra girdiği çatışmada şehit olan Anadolu evladının hissettiklerinden habersiz ve umursamaz bir biçimde, ruhsuzluk içinde Carrefoursa’da ya da Bağdat caddesinde, Nişantaşı’nda aldırışsız rahatlıkları içinde dolaşabilmektedirler. Bu dış-besili, babalarının çömezi yazarlardan ikisinin böyle bir çehresine, bizzat ben bahsettiğim yerlerde şahit oldum ve silüetlerini bir süre küçümseyerek izledim. İkinci cumhuriyetçi bu ruhsuz tipler toplumun ve cumhuriyetin temel değerlerine çomak sokma rahatlığını hodbince gösteren başlarını kaygı ve kasavetsizce yastıklarına gömerken, onların umrunda olmayan Güneydoğu Anadolu’nun dağlarında, sınır kapılarında, kayaların taşların karla yastık ve yorgan yapıldığı soğuk döşeklerde iliklerine kadar işleyen dondurucu buz gibi soğuk havada üzerindeki parkadan başka bir örtüye sarınmadan, birkaç dakikalık idarelik uykularla gövdesine can getirerek bu devletin bölünmez yapısını koruyan bir antikor gençlik var!. Üstelik bu gençlik “Ulus devletin sonu gelmiştir, Türk ordusu dokunulmaz bir kurum değildir, Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan Türklerin hayatından devletin ve ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır, yeni yüzyılın en önemli çatışması demokrasi güçleri ile despotizm yanlısı, baskıcı güçlerin çatışması olacaktır” söylemlerinden oluşan borazanlarını çalan bir grup kaleme ve “Türkiye’yi federalizm büyütecek” diyen CIA Türkiye masası şefi Paul Henz’e en güzel cevabı ana hayali, yuva hayali, yar hayali taşımayı hesap etmeksizin terörle mücadeleye baş koyarak vermekteler. Atatürk’ün mehmetçikleri olmaya and içmiş bu yiğit Anadolu çocuklarının Atatürksüz bir Türkiye’yi düşünmeye tahammülleri de yoktur. Az bir kesimin bildiği Küba gibi emperyalizm ile mücadele içinde olan ülkeler için Atatürk bir idoldür ve bu yüzden Küba’nın beş değişik bölgesinde Atatürk büstü dikilerek Küba halkının ilgi ve sevgisi yansıtılmakta ve okullarda ders kitaplarında “bu yüzyılı da yönlendirme gücüne sahip önemli bir lider” olarak okutulmaktadır. Oysa diğer yandan CIA’nın Ortadoğu şefi Graham Fuller Kemalizm’in bittiğine dem vurarak; “Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslâm’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi ile İslâm’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslâm dünyası için geleceğin modeli olur bu.” (26 Şubat 1990, Cumhuriyet) “Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslâm için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor.” diyerek zorla Atatürksüz bir Türkiyeyi dikte etmeye çabalamaktadır. TSK ise Cumhuriyetin kurucu ideolojisinden ödün verme niyetinde ve Kemalist bir ordu olarak Ortadoğu‘da taşeron olma taraftarı olmamıştır. Bunun içindir ki TSK’ya saldırılmasını, bu açıdan bakıldığında, yadırgamamak gerekir. Türk Silahlı Kuvvetlerini Türk demokrasisinin önünde devamlı bir duvar olarak görmek ve göstermek isteyen kafalar bu ülke gençlerinin farklı düşünce eksenlerine bölünmesini ve arada ortaya çıkan gri zeminin alabildiğince kaygan olması emelini beslemekteler. Böylelikle kaotik bir ortamda Türkiye’nin istendik yönde yapılandırılması sağlanacak, Türk insanının birbirine açık olan gönül gözü kapatılarak körler sağırlar diyaloğu başlatılacaktır. Şu an Türkiye’de bunu başarabilmek güçtür. Çünkü tarihsel, kültürel ve dinî bağlardan gelen geleneksel bir millî empati gücümüz vardır. Hâlâ bu topraklarda “Hakkari’de kar yağsa Rize‘de üşüyorum, bir asker şehit olsa yanıp tutuşuyorum.” diyen milyonlarca yürek vardır. Marinabarlardan değil, vatan toprağı ve şanlı mâziden olaylara bakan vatansever antikor gençlik, gizli servis oyunlarını bozacak kadar bilinçlidir. 19 MÜLKİYET SİSTEMİ Yılmaz KUZUGÜDENLİOĞLU E konomisi ağırlıklı olarak global-liberal sisteme kaydırılan bir Türkiye’de güçlü bir ekonomik sistemin önemini anlatmaya gerek yoktur. Böyle bir ekonomi için ise şahısların mali durumlarının açık ve net olarak bilinmesi yanında, iyi bir takip sisteminin oluşturularak, zengin şahıslarla beraber, zengin ve güçlü bir devlet hedef alınmalıdır. Böyle bir sistem için ilk temel nüfus vatandaşlık numaralarıdır. Bu numaralar 11 haneli olarak hazırlanmış olup, bana göre bu 9 haneye düşürülmeli, 3 erli şekilde herkes numarasını ezbere öğrenebilmelidir. 9 hane ilelebet Türkiye’ye ve hatta Türk dünyasına yetecek milyarlık bir nüfus ihtiyacını karşılayacaktır. Kişiler bizzat kendileri nüfusa müracaat edip, kendilerini açık ve net ispat ettiklerinde, nüfusta kendilerince oluşturup alacakları şifre ile internete bağlı her kurumun kendi ile ilgili bilgilerine o şifre ile girebilmeli,eksik,yanlış veya sahtekarlık gibi şeyler varsa anında ilgili birimlere haber vererek sağlıklı bir mülkiyet, ticari hayat ve toplum oluşması şartları sağlanmalıdır. Bu kayıtların 9 haneli vatandaşlık numarasına göre yapılmasını istemekle birlikte çok büyük oranda değerlerinden koparılmış, hasletleri kredi kartı tuzağı ve TV lerle köreltilmiş toplumumuzda her türlü sahtekarlık ile hırsızlıkların asgaride tutulabilmesi için ön planda her kurumun ayrı numaralarının kullanılması şu andaki toplumda gerekebilir. Mülkiyet tipleri ile alınacak tedbirleri şöylece sıralayabiliriz: 1- Gayrimenkullerin (arsa, bağ, bahçe, tarla, ev vs) tam olarak tespiti için Türkiye’nin kadastrosu en kısa zamanda hatasız olarak tamamlanmalı, bütün mülkler tapuya bağlanmalıdır. Mülklerin sahiplerinin isimleri ile birlikte vatandaşlık numaraları beraberce yer almalı, aynı isim ve soyaddan yüzlerce kişinin olduğu bir ülkede hiçbir yanlışlığa meydan verilmemelidir. 2- Trafiğe çıkan çıkmayan bütün araçlar il trafik müdürlüklerince yine vatandaşlık numarası da esas alınarak bütün özellikleri ile plakalandırılmalı,iş makinaları ile traktörler de eksiksiz kayıt altına alınmalı, amortismanlı değerleri tesbit edilmeli, ülkenin araç planlamasına imkan sağlanmalıdır. 3- Limited, AŞ, Holding gibi şirketlerin bir sıraya istinad eden şirketler numarası olmalı,isim benzerlikleri vs nedeni ile karışıklığa meydan verilmemeli, kayıtlar illerdeki ticaret odalarınca çok sıkı takip edilmelidir. Şirketlerdeki şahıs payları yine vatandaşlık numarası esasına göre değiştikçe anında odaca kaydedilmeli, şir- ketin şirkete ortaklıklarında ise şirketlerdeki şahıs payının vatandaşlık numarasına göre görülebileceği bir sistem oluşturulmalıdır. 4- İllerdeki esnaf kefalet kooperatifleri vasıtası ile o ildeki şirket olmayan işletmeler diğer kurumlarla birlikte kayıt altına alınmalı, herhangi bir ticari işyerinin kime ait olduğu, hisse oranı,yaklaşık sermayesi vs gibi konular eksiksiz takip edilmelidir. 5- İMKB’deki halka açılmış şirketlere ait senetler yine vatandaşlık numaraları da belirtilerek kaydolunmasında aksamalar olmamalı, senetlerin kimlere ait olduğu hatasız bilinebilmelidir. 6- Bankalardaki mevduatların şahıs ve şirket numaraları bazında takip edilmesi sistemi hatasız şekilde oluşturulmalı, büyük para hareketlerinin muhakkak bankalardan yapılması mecburiyeti ile kayıtlı ekonomi oranı yükseltilmelidir. 7- Ölen bir kişinin mal varlıklarının iki yıl içinde mirasçılar arasında mecburen bölünüp kendi adlarına geçirilmesi kanunla gerçekleştirilmeli, yapılmadığında bu malların hazineye irat kaydedilmesi hükmü konulmalı, bu durumdaki atıl mülkiyet iki yıl içinde tekrar kayıtlı, aktif ve belirgin hale getirilmelidir. İşte bu şekilde kayda geçirilmiş mülkiyet sistemi tamamlandığında,koltuğuna oturan bir yetkili devlet görevlisi, bilgisayarına incelemek istediği şahsın numarasını yazdığı anda bir tıklama ile bu şahsın; - bütün gayrimenkullerinin belediyeye verdiği en son mal beyanındaki değerine göre listesi ile birlikte değerini, - bütün araçları ile önceki yıl sonu itibariyle piyasa değerlerini, - şirketlerdeki payları ile önceki yıl sonu itibariyle değerlerini, - her hangi bir yerdeki işletmeleri ile değerlerini, -i mkb deki almış olduğu muhtelif şirketlere ait hisselerin miktarı ile bir gün önceki değerlerini, - bankalardaki mevduatlar, dövizler, fonlara yatırdığı paralar ile en son TL cinsinden değerlerine ulaşabilir, kayıtlar arasındaki ilişkileri araştırabilir, şahsın yaşayışı ile malvarlığı arasındaki çelişkileri yakalayabilir; kişileri kanunlara saygılı, vergisini veren, kayıtlı ekonomiye uyan, devletinin de güçlü olmasına katkı sağlayan bir vatandaş olmasını temin edebilir. Devlet bu bilgilerle vatandaşlarının servet yönünden zenginlik sıralamasını yapabilir, gelir dağılımı dengesini sağlama, devletin sosyal yönünü gerçekleştirme gibi temel görevlerini ifa edebilir, bu tabloya bakarak tedbirler alabilir. İnceleme Güçlü Türkiye için İnceleme 20 YARATICILIK VE ÖĞRETMENLERİN ROLÜ İbrahim GÜNGÖR Toplumların gelişimlerinde çeşitli dinamikler rol oynamaktadır. Coğrafyadan, yeraltı zenginliklerinden ya da toplumun kültüründen kaynaklanan özellikler, toplumları değişik zamanlarda öne çıkarıp diğerlerine göre daha başarılı kılmıştır. Bazı toplumların kaderinde ise, bir kişi (örneğin M. Kemal Atatürk) veya birkaç kişilik bir ekip etkili olmuştur. Artık günümüz toplumlarının ilerlemesinde her bireyin katkısı önem taşımaktadır. Özellikle günümüzün rekabetçi ekonomilerinde, kültür ve sanat hayatında bireylerin üretkenliği, yaratıcılığı çok önemli üstünlükler sağlamaktadır. Ülkeler de eğitim sistemlerinde yaratıcılığı destekleyen yöntem ve teknikleri benimseyerek, gelecek nesillerin yaratıcı potansiyellerini kullanabilmesinin yollarını aramaktadırlar. Bu noktada eğitimde program yenilikleri ve etkinlik temelli yaklaşımlar benimsenmektedir. Ancak sadece program ve etkinliklerle bireylerin yaratıcılıkları desteklenebilir mi? Evet demek zor, en az program ve etkinlikler kadar bu programı uygulayan, etkinlikleri yapan öğretmenler de önemlidir. Çünkü öğretmenlerin tutum ve davranışları yaratıcı düşünmeyi olumlu ve olumsuz yönde etkilemektedir. Ancak ayrıntıya girmeden önce yaratıcılığın tanımını vermek konunun anlaşılırlığı açısından önemlidir. Bu noktada yaratıcı düşünme, yaratıcı düşünce veya yaratıcılık olarak adlandırılsa da genel olarak yaratıcılık anlaşılmalıdır. Yaratıcı düşünmenin bazen tehlikeli olduğu belirtilmiş, bazen de yaratıcı düşünme, insanı başarıya götüren, zihinsel fonksiyonlarını en iyi şekilde geliştiren bir yetenek olarak görülmüştür. Yaratıcı düşünme gerçekten çok büyük bir kuvvettir. Yaratıcı düşünme sayesinde insanlık televizyonu, radyoyu, bilgisayarı, uzay gemisini kazanmıştır. Edebiyat, sanat, müzik ve mimari eserler onun sayesinde doğmuştur. Yaratıcı düşünme zihinsel yönden sağlıklı olabilmek açısından önemli olduğu kadar, eğitimde ve mesleki alanda başarı için de gereklidir. (Torrance, 1965; Akt. Erdoğdu, 2005). Yaratıcılık süreci, tüm duyuşsal ve düşünsel etkinliklerde, her türlü çalışma ve uğraşın içerisinde vardır. Yaratıcılık yalnız sanatsal süreçlerde ya da sanat eğitimi ve öğretimine ilişkin etkinliklerde rol oynayan bir yeti olmayıp, insan yaşamının ve insanlığın evriminin tüm yönlerinde yer alan temel bir yetenektir. İnsan tarafından tamamlanmış her işte yaratıcılık temel öğe olarak bulunmaktadır (San, 1985). Crutchfield (1962) ve Wilson (1956) ise, yaratıcılığı konformizm (uyguculuk-boyun eğme) sürecine karşıt bir kavram olarak ele almışlardır. Bu araştırmacılarca da genelde yaratıcılık, orijinal fikir katkıları, farklı görüş noktaları ve yeni problem çözme yolları olarak görülmüştür. Uyguculuk ise, bekleneni yapmak, başkalarını rahatsız etmemek ve başkaları için sorun yaratmamak olarak nitelendirilmiştir (Crutchfield (1962), Wilson (1956); Akt. Öncü, 1989). Marksberry (1963) yaratıcılığı biyolojik ve psikolojik olmak üzere iki bölüme ayırır. Ona göre yaratıcılık bütün yaşamın enerjisidir. İnsanlar da dâhil bütün organizmalar yaşamın sürdürülmesinde ve oluşturulmasında kullanılabilen çevreden yararlanırlar. Çoğu organizmalar için bu süreç sadece biyolojik yaratıcılığı temsil eder, fakat insanlar için o ayrıca psikolojik yaratıcılığı içerir. Rawlinson (1995) ise yaratıcılığı daha önce aralarında ilişki kurulmamış nesneler ya da düşünceler arasında ilişki kurulması olarak tanımlamıştır. Okullar yaratıcı düşünmenin köreltildiği kurumlar olarak değerlendirilmekle birlikte (Rogers,1972; Akt. Sungur, 1997) aynı zamanda yaratıcılıklarının geliştirilebileceği bir potansiyeli de sunmaktadır. Günümüz eğitim anlayışında öğrenciyi merkez alan yaklaşımların kabul görmesiyle birlikte bu potansiyel daha iyi anlaşılmaktadır. Son olarak Milli Eğitim Bakanlığımız ilköğretim programını değiştirmiş ve derslerin ortak amaçları arasına yaratıcı düşünmenin geliştirilmesini bir amaç olarak koymuştur. Modern bir toplum yaratabilmek için çağın gelişmelerini yakından izlemek ve bu gelişmeleri eğitim sistemimize uygulamak zorundayız. Hızla değişen dünyamızın hareketli yapısına uyabilmek; bilimde, teknolojide ve sanatta, kısacası yaşamın her alanında, yaratıcı bireylerden örülü bir toplum yaratmakla olanaklıdır. Çağdaş eğitimin anahtar sözcüğü olan “yaratıcılık”; bilginin kullanılması, bilinenlerin üzerine yeni bilgiler konulması, bilinenlerden bilinmeyen yeni durumlar, yeni sonuçlar elde edilmesiyle ilgilidir ve kimilerine göre sonuç, kimilerine göre de süreçtir. Çağdaş programlarda; bilgi depolamaya yönelik öğretmen ve konu odaklı eğitim yerine hedef ve öğrenci odaklı eğitim yaklaşımlarının öne çıkma nedeni; düşünen, sorgulayan, araştıran, yorumlayan, eleştiren, buluş yapan, yaratıcı ve üretken kimlik oluşturma arayışlarıdır (Mamur, 2002). Bu noktada öğretmenin yaratıcılığı desteklemesi, sınıf içindeki yaklaşımlarıyla doğrudan ilgilidir. Chambers (1973) birkaç yüz kimyager ve psikologdan oluşan yaratıcı bireylere kendilerini yaratıcı olmaya özendiren ve engelleyen öğretmeni tanımlamalarını istemiştir. Öğrencilerin bu sıralamalarına göre (Akt. Sungur, 1997); A. Yaratıcılığı Kolaylaştıran Öğretmen Özellikleri 1. Öğrencileri bir birey olarak kabul etme ve öyle davranma, 2. Öğrenciyi özgür olmaya özendirme, 3. Öğrencilere model olma, 4. Sınıfın dışında onlara çok zaman ayırma, 5. En iyiyi bekleme ve aşılabileceğini gösterme, 6. Heyecanlı olabilme, 7. Öğrencileri eşit kabul edebilme, 8. Öğrencileri doğrudan ödüllendirebilme, 9. Öğrenciye ilgi gösterme, 10. Sürekli okuyan kişiler olabilme, 11. İkili ilişkide kolay iletişim kurma olarak belirlenmiştir. B. Yaratıcılığı Engelleyen Öğretmen Özellikleri Chambers’ın araştırmasına göre yaratıcı olmayı engelleyen öğretmen özellikleri ise şunlardır (Akt. Sungur, 1997); 1. Öğrencinin cesaretini kıran, 2.Güvensiz, 3. Aşırı eleştiren, 4. Davranışlarında bir uçtan diğerine gidip gelen, 5. Heyecanı olmayan, 6. Düz okumayı vurgulayan, 7. Dogmatik ve katı, 8.Alanla ilişkisini sürdüremeyen, 9. Genelde yetersiz, 10. Dar ilgileri olan, 11. Sınıf dışında tartışma ve konuşma olanağı olmayan öğretmenler olarak tanımlanmışlardır. Yaratıcılığı destekleyen öğretmen özelliklerinde olumlu iletişim özellikleri daha öne çıkarken, yaratıcılığı engelleyen öğretmen özelliklerinde ise olumsuz, savunmacı bir iletişim ve mesleki olarak yetersizlik ile ilgilerdeki darlık öne çıkmaktadır. Konuya etkili öğretmen olabilme açısından da yaklaşmak gerekmektedir. Bu nedenle öğretmenlerimizde yaratıcılık konusunda bir duyarlılık geliştirilmeli, öğrencilerinin yaratıcılıklarını desteklemeleri konusunda amaç birliği sağlanmalıdır. Bunun yanında öğretmenlerin yaratıcı düşünme konusunda eğitilmeleri ve ideal eğitim ortamlarının da sağlanması gerekmektedir. KAYNAKÇA 1. Erdoğdu, M., Y. (2005). Williams Yaratıcılık Değerlendirme Ölçeği’nin Uyarlanması ve Yaratıcılık İle Algılanan Öğretmen Davranışları Arasındaki İlişki. Yayımlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara. İnceleme 21 22 İnceleme TÜRK ÖLÜR TÜRKLÜK YAŞAR Yunus Emre ÖZKAN - [email protected] “Şu dünyada bir nesneye Yanar içim, göynür özüm Yiğit iken ölenlere Göğ ekini biçmiş gibi”… Yunus Emre’nin bu dizelerini her okuyuşumda genç yaşta öldürülen yiğitlerimizi hatırlar ve derin bir hüzünle onları düşünürüm: Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i, Dursun Önkuzu’yu ve milli bilincimizin, Türklük ve tarih bilincimizin zapt edilmez kalemlerinden biri olan, kısa ömrünün en verimli çağında kahpe bir saldırı sonucu aramızdan ayrılan değerli Türkçü Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nu... Necip Hablemitoğlu gözü pek bir akademisyen, büyük bir araştırmacı ve yiğit bir yazardı. Bundan tam altı yıl önce uğradığı hain bir saldırı sonucu uçmağa varan Hablemitoğlu, daha çocuk denecek yaşta yüreğini ve beynini Türk milletine adamış yiğit bir Türk aydınıydı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olan Necip Haplemitoğlu uzun yıllar çeşitli kuruluşlarda basın müşaviri olarak çalıştı. Fakülteden mezun olduktan sonra yayınladığı “Dilde Fikirde İşte Birlik” adlı aylık dergi ile Gaspıralı İsmail’den günümüze uzanan Türkçü çizginin temsilcisi oldu. Yirmi yaşında kaleme aldığı ilk kitabı “Yüz Binlerin Sürgünü: Türksüz Kırım” adlı eseriyle Türkiye dışındaki Türk topluluklarına karşı kayıtsız kalmayan Hablemitoğlu Türk birliği için çok çalıştı. Türkiye dışındaki Türk topluluklarının tarihi ile ilgili olarak çalışmalar yapan Hablemitoğlu, Orta Avrupa ve Balkanlar’da Türk eserleri, Türk azınlıkları ve şehitliklerimiz konusunda çeşitli çalışmalar yürüttü. Bu çalışmalar çocuklarının adlarına da yansımıştır: Kanije, Uyvar. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir projesinde görev alarak Moldova’da Gagauz Türkleri’nin Latin alfabesine geçişi ile ilgili olarak danışmanlık hizmeti verdi. Buradaki görevi sırasında, Cumhuriyet döneminin başında bu bölgede Atatürk tarafından görevlendirilen öğretmenlerin bulunduğunu belirledi. Bu konuda derlediği bilgileri Kemal’in Öğretmenleri başlığı ile yayınladı. Necip Haplemitoğlu “Kemal’in Öğretmen- leri” adlı makalesinde Atatürk’ün isteği üzerine Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’ya giden 80 Türk öğretmeninden ve Atatürk’ün Balkanlarda bıraktığımız Türklerin eğitim ve kültürel sorunlarına gösterdiği ilgiden bahseder. Aşağıdaki satırlar Hablemitoğlu’nun bu makalesinden alınmıştır. “Ukrayna’nın Moldova sınırındaki Bolgrad kasabasının Ortodoks mezarlığında bir Türk’ün yattığını hiç biliyor muydunuz? Bu bakımsız, unutulmuş, üzerini otlar bürümüş kabirde, bir dönemin bilinmeyen tarihinin, koşulsuz vatanseverliğin gömülü olduğunu yaşlı bir Gagauz’un şu ifadesinden çıkarırsınız: Burada Kemal’in üüredicisi (öğretmeni) yatıyor!..” Evet Kemal’in öğretmenleri Türkiye dışındaki Hıristiyan Gagauz Türklerinin, Türklük bilincini unutmamalarını sağlamak amacıyla o bölgelere gönüllü olarak gitmişlerdir; ancak bu fedakar öğretmenlerin bir tanesi hariç hepsi Stalin tarafından Türk casusu oldukları gerekçesiyle şehit edilmiştir. Hablemitoğlu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletini sonsuz bir sevgiyle sevdi. Vatanımız üzerinde oynanan tehlikeli ve kirli oyunları fark eden Hablemitoğlu bu oyunları açığa çıkarmak için var gücüyle çalıştı. Bu uğurda birçok eser yazdı ve birçok araştırma yaptı. Hablemitoğlu’nun amacı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni korumak ve sonsuza dek yaşatmaktı. Hablemitoğlu, bu milletin çocukları kendi toprakları üzerinde bağımsız ve Türk olarak yaşasınlar, istedi. Vatanın ve milletin yararına olan her eser her çalışma gibi Hablemitoğlu’nun çalışmaları da vatanımız üzerinde hain emelleri olan dış düşmanlarımızı, hırsı akıllarını aşmış iş birlikçi hainleri son derece rahatsız etti. Özellikle üzerinde uzun zamandır çalıştığı “Gülen ve CIA İlişkisi”, “Alman Vakıfları” ve “Köstebek” adlı üç eser Hablemitoğlu’nu açık hedef haline getirdi. Hablemitoğlu 18 Aralık 2002 tarihinde hayatının en verimli döneminde evinin önünde uğradığı hain saldırı sonucu aramızdan ayrıldı. Hablemitoğlu’na düzenlenen hain suikastın ipuçları ve suçluları Hablemitoğlu’nun Türkiye’de 23 önemli davalara kaynaklık eden yukarda ismini zikrettiğimiz araştırmalarında aranmalıdır. Hablemitoğlu “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı eserinde Alman vakıflarının faaliyetlerini inceledi, bunların vakıf değil birer casus yuvası olduğunu belirtti. Türkiye’de altın çıkarılmasını engelleyen bu vakıfların yasa dışı yapılanmalarla, rejim karşıtı güçlerle iş birliği içerisinde olduğunu ve Türkiye’deki azınlık milliyetçiliğini körükleyerek milli devlet anlayışına ve Türkiye’nin ilerleyişine zarar vermeye çalıştıklarını ispatladı. “Gülen ve CIA İlişkisi” ile “Köstebek” adlı eserlerinde ise emniyet ve istihbarat birimlerindeki irticacı yapılanmayı gözler önüne serdi. Hablemitoğlu ömrü boyunca vatan ve Türklük için çalıştı. Bu yüzden de susturuldu. O bazı sözde aydınlar gibi Türkiye üzerinde hain planları olan dış güçlerle iş birliği yapmadı. Onların borazanı olmadı, onların himayesine girmedi. Hablemitoğlu bunları yapsaydı şu an hayatta olurdu. Hem devletten hem de iş birliği yaptığı yerlerden parasını alır, bir eli yağda bir eli balda rahat bir hayat sürerdi. Rahmetlinin ölümünden sonra onun aziz hatırasına ve şahsına kuduz köpek gibi saldıran, olmadık iftiraları atan mütareke basını ve televizyonları Hablemitoğlu’nu “ilerici aydın” olarak kabul eder, korur, el üstünde tutardı. Başka Türklüğün ve başka Türkiye’nin olmadığını çok iyi bilen Hablemitoğlu hiçbir zaman eğilmedi. Doğru bildiklerini ve inandıklarını canı pahasına bu milletin evlatlarına anlatmaya çalıştı. Türklüğün zapt edilmeyen kalemi Hablemitoğlu vatan ve Türklük yolunda kahramanca şehit oldu. Doç. Dr. Necip Haplemitoğlu’nu Hakk’a yürüyüşünün altıncı yılında minnetle anıyor, aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Mekânı cennet olsun. Türk’üm diyebilen herkesi Doç. Dr. Necip Haplemitoğlu’nun bıraktıklarına sahip çıkmaya ve onun verdiği kutlu mücadeleye destek olmaya çağırıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren devletle özdeşleşen TBMM, Yüksek Yargı Organları, Silahlı Kuvvetler ve MİT gibi vazgeçilmez temel kurum ve kuruluşları mevcut. Türkiye’nin kendine özgü koşulları, Anayasasında laikliğe yer vermesine karşın dünyada ilk ve tek ülke olarak, toplumumuzun “yumuşak karın bölgesi”ni oluşturan ve yüzyıllardır iç ve dış tehdit odaklarının kullanımına açık olan din konusunda devlet kontrolünü sağlayan-dolayısıyla gerçek İslamiyetin varlığına hizmet eden-Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ikincil nitelikli bir kurumu da devletle özdeşleştirmiş.Türkiye’nin sorunlu komşuları ve tüm Türk Dünyası ile olan ilişkileri de, böylesine devletin kontrolünde yeni ve çok özel bir yapılanmayı gerekli kılmış: “Milli Merkez.”ler!... …………………………………… Atatürk’den bu yana Türkiye’ye düşman olan devletler hiç değişmemiştir. Aynı şekilde, Atatürk’ün ilkeleri de. Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kuruluşları olarak TBMM.’nin Yüksek Yargı Organlarının, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin MİT’in, ikincil kuruluş olarak da, özel konumu bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önem ve ağırlığı değişmemiştir. İşte, Milli Merkezlerin Atatürk’ten bizlere kalıcı bir miras olarak, yeniden itibar ve sorumluluk iadesinin yapılması, eski işlevinin kazandırılması gerekmektedir. Bu bir tarihsel borçtur, zorunluluktur. Dr. Necip HABLEMİTOĞLU Yeni Hayat ,104.’üncü sayı, 2003 İnceleme MİLLİ MERKEZLER İnceleme 24 Hem sevmeyecek, hem de it gibi bacak mı kapacaksın? Hasan Sami BOLAK K im söylemiş olursa olsun, “Ya sev, ya terk et!” sözü; “Kaldığın yeri pislemeye hakkın yok.. Orası için düşmanlık besleyemez, kötülük düşünemezsin.. Hem ekmeğini yiyip, hem de it gibi bacak kapamazsın”, anlamındadır. Misafir kaldığın yer için de, hizmet için gittiğin ev için de, yaşadığın vatan için de bu, böyledir! Beğenmiyor, istemiyor, rahatsız oluyorsun ama, gidecek başka yerin de yok ise, o zaman da kuyruğunu kıçının altına kıvırır, verileni veya kazandığını yer, sesini çıkarmazsın.. Bu, doğa kanunudur. Son günlerde Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, herkesin konumunu seçmesi, aksi halde akacak kana ortak olacakları yolundaki haklı ve kararlı çıkışı karşısında; kimilerinin düşünerek, “konumumuz belli, istemeyen çeker gider”, türü beyanla tercihini ortaya koyması, kimilerinin de bu : -Hizaya geeeel... komutuna uymayıp, ne severim, ne de terk ederim... diye dikleşmesinin açılımı açıktır: Bu vatanı, bu devleti, bu milleti istemiyor ve üstelik bunlara karşı düşmanlık da besliyorsan yapacağın tek şey ya sesini çıkarmayacaksın veya başının çaresine bakacaksın. Bu, bu kadar açık iken; devletten-millettenordudan yana olmaktan başka çare olmadığını anladıklarını zannettiklerimizin; bu, ya sev, ya terk et sözünü hem söyleyip hem de patenti başkasına ait diyerek neden kabullenmediklerini anlayamıyorum, desem yalan söylerim... Her şeyi anlıyorum: Bu sözü birileri bilerek ve isteyerek, birileri bilerek fakat istemeyerek, diğerleri de küstahça karşı çıkarak dile getiriyorlar. Ne yani; geçtiğimiz günlerde 105 yaşındaki son gazimizi uğurladığımız bu vatanı bize birileri babalarının hayrına mı verdiler? Elbet de, ya sevecek veya en azından düşmanlık beslemeden, yakıp yıkmadan, ortalığı pislemeden adam gibi oturacaksın.. Aksi hâl mi? -Hizaya geeel... komutu sadece eğitim alanlarında söylenilen sıradan bir lâf değildir! 25 VE TÜRKİYE Mustafa İLHAN B ugünkü gibi büyük ekonomik krizinin ilki de ABD merkezlidir. Kuzey Amerika ve Avrupa’yı etkileyen ve büyük bunalım olarak da adlandırılan kriz, sanayileşmiş ülkelerde yıkıcı etkiler yapmıştır. 1929 büyük bunalımı çok sanayileşmiş ülke ve şehirleri vurmuş, işsizler ve evsizler ordusu ortaya çıkarmıştır. İnşaat faaliyetlerinde durma noktasına gelinmiş, tarım ürünlerinde fiyatlar % 40- 60 düşmüş, çiftçiler ve kırsal bölge halkı şaşkınlık yaşamıştır. “Büyük bunalım”ı her ülke farklı yaşamış, bunalım süresi de farklı olmuştur. Bugün olduğu gibi 1929 bunalımı da Amerika’da BORSANIN ÇÖKÜŞÜ gibi algılansa da, o yıllardaki ekonomik şartlar ve gelişmeler de bilinmelidir. Sonuçta, 50 milyon insan işsiz kalmış, üretim %42 gerilemiş, ticaret hacmi % 65 daralmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki siyasi ve ekonomik yapılanma, sosyal hayatı olumsuz etkilemeyi sürdürmüştür. Amerika, savaş sonuçlarını kazançlı gören İngiltere, savaştan yenik çıkan Almanya, bu krizin figüranlarıdır. Amerika’dan alınan borçlar, İngiltere’de ihracatın azalmasına neden oldu. Amerika’nın istediği savaş tazminatıyla karşı karşıya kalan Almanya yeni para basmayı denedi. Amerika 1924–1929 yılları arasında stabilizasyon dönemi yaşadı. Değişmezlik anlamına da gelen durum sayesinde ihracat fazlası ile tek kredi veren ülke oldu. Otomobil, yapı, elektrik endüstrisi gelişti. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla olması yüzünden, 1928 yılında verdiği kredileri New York Borsası geri çekmek zorunda kaldı. Diğer ekonomik göstergelerde üretim ve işlilik oranı oldukça yüksekti. Aşırı fakirlik yanında, halkın büyük çoğunluğu fazlasıyla rahat ve varlıklı idi. Şirketlerin büyük mali gücene karşın bankalar yapılanmada iyi gidişte değildi. Başkan Hoover yönetimi ise tecrübesiz ve başarısızdı. Amerika’da “ Kara Perşembe” olarak da anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. Bugün olduğu gibi Amerikan Başkanlık seçimi yapılacaktı. Hoover’in yerine, verdiği programla ekonomik sistemde köklü değişiklik vaat eden Roosevelt seçildi. Bankacılık sektörüyle işe başladı. Almanya, enflasyonsuz iç piyasa canlılığını yaşattı. Dünya pazarları Alman mallarına açık olmadığı için malın malla değişimi (Counter-trading) modeli ile hammadde sıkıntısını aştı. İyi bir alıcı ülke durumuna geldi. Amerika ve Fransa demokrasisi içinde kalarak çözüm ararken Almanya’da bu iyi gidiş uzun sürmedi. İşsizler, Adolf Hitler’in iktidar olmasına yol açan halk hareketi (Nazizm) içinde yer aldılar. Kriz, İtalya’da Benito Musolini’yi, İngiltere’de vesir Winston Churchill’i, Fransa’da De Gaul’ü iş başına getirdi. Avrupa’daki bu gelişmeler ekonomik kriz rekabetin açtığı yoldan, İkinci Dünya Savaşı gibi bir felakete yelken açacaktır. Almanya ve İtalya’daki siyasi değişim hem Avrupa, hem de Türkiye’yi içine alan “ tehdit merkezi” olma korkusu ikilemini birlikte getirdi. Ekonomik bunalım o yılların dünyasında üç ülkeyi az etkileyecek görünüyordu. SSCB (Rusya) Japonya ve Türkiye.Çünkü, kararlı, programlı ve dengeli bir kalkınma içinde idiler. … VE TÜRKİYE Türkiye 1929 bunalım yıllarında sanayileşmiş bir ülke değildi. Ancak 1929–1930 dünya sanayi üretim artışı ortalama yüzde 19 iken Türkiye’de 96 olmuştu. 1930–1937 arası dış ticarette fazlalık sağlandı. Dünyada ilk demokratik kalkınma planları 1931’de Türkiye’de uygulamaya konuldu. Birinci Kalkınma Planı 1933– 1938 yılları arasındadır. Ekonomik bunalım farklı ülkelerde farklı tarihlerde son bulmuştu. 1933’de takas ve kliring uygulamasına geçti. Bu sistemde ithalat, ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Türkiye ticaret ve ödeme anlaşması olan ülkelerden ihracata öncelik verdi. Türkiye, krizden güçlenerek çıktı. Bu arada, dışardan ithal edilmek zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesi gerçekleştirildi. Türkiye, Dünya ekonomik krizini, Türk Lirasının değerini koruma, Planlı kalkınma ve sanayileşme politikaları sayesinde başarı ile aştı. Hammadde kaynaklarını zenginleştiren Türkiye, tekstil, iplik ve dokuma fabrikaları yanında, 1925 yılında devlet sermayesiyle Sanayi ve Maadin Bankası kurdu. Alpullu ve Eskişehir Şeker Fabrikaları girişimlerini gerçekleştirdi. Bu bankanın kuruluş amacı, fabrika kurup yönetmek olarak belirlendi. Banka desteğiyle KayseriBünyan İplik Fabrikası, Isparta İplik Fabrikası, Kütahya Çini İşleri gibi kuruluşlar devletin ortak olmasıyla faaliyete geçti. 1935 yılına gelindiğinde Türkiye’nin Demir –Çelik Sanayi, Kayseri Pamuklu Dokuma Sanayi (Sümer Bez Fabrikası) gibi kuruluşları çok amaçlı ihtiyaç karşılayan milli ekonomisinde güçlenme unsurları olarak görülmelidir. İnceleme DÜNYA EKONOMİ BUNALIMLARI İnceleme 26 Atatürk Türkiyesinde,1838 yılında İngiltere ile Balta Limanı Ticaret Anlaşmasının imzalamasıyla başlayan sürecin etkileri yok edilmiştir. Üstelik 1954 yılında son bulacak “Osmanlı Borçları”nı ödemeye devam edilmiştir. Türkiye Osmanlıdan Amerikan dolarının 167 kuruş olduğu yıllarda 32 milyon Türk Lirası borç mirası almıştı. 90 yıl sonra, “AÇIK PAZAR” haline getirilmiş bir Türkiye’den milli ekonomisi güçlenmekte olan Atatürk dönemi başarılı ekonomik siyasetine gelinmişti. 1929– 1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikadaki başarıları, ekonomik bağımsızlığın sonuçları ile düşünüldüğünde daha da anlamlı olacaktır. İlk çok partili hayat denemesi, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası oldu. Bu parti, Şeyh Sait Ayaklanması üzerine(1925) kapatıldı 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası ikinci deneme olacaktır. Dünya Büyük Ekonomik Bunalımında (1929) tek parti ile yönetilen bir Türkiye görüyoruz. Tek partiden amaç demokrasiye geçişi hazırlamaktır. Yukarıdaki gelişmeler dikkate alındığında, parti baskı ve şiddet yöntemlerine başvurmadan kitlelerin siyasal yönden eğitilmesinin ön planda tutulduğu görülür. Komünist ve faşist tek parti rejimlerinden ayrılan özellik buradadır. (Doç. Dr. Mehmet Turhan, Siyasal Elitler Ankara 1991 s.131) Fransız Düverger, tek parti rejimiyle ilgili şunları söylüyor: “Türkiye Tek Parti sistemi hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş; onu sınıfsız bir toplumun varlığıyla da parlamenter çekişmeleri ve liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden dolayı daima rahatsızlık, hatta utanç duymuştur. Türk Tek Partisi, bir suçlu vicdana sahip olmuştur… Bütün bunlara karşılık M.Kemal çeşitli fırsatlarda bu tekele bir son vermeye çalışmıştır ki, bu olgu tek başına bile derin bir anlam taşımaktadır.”(Siyasi Partiler Çev.Ergun Özbudun. 1974. s.360) 1930’da M.Kemal, Paris Elçisi Ali Fethi Bey’i özel olarak çağırarak ona ansızın bir fırka (parti) kurdurmuştur. CHP ile kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın görüş ayrılığı, CHP’nin devletçiliğine karşın, Serbest Fırkanın, liberal bir ekonomik düzen önermesiydi. Radikal-devrimci yöntem yerine evrimci ve ılımlı bir yol izliyordu. M.Kemal yeni bir parti kurulmasını isterken 1929 Ekonomik bunalımı karşısında tek parti görüşü yerine sorumluluk alabilecek bir muhalefeti de görmek istemiştir. Böylece farklı görüşler de dikkate alınacaktı. Eğitim düzeyleri, meslek yönünden Halk Partisi milletvekillerinden yüksekti. Yüzde 80’i bürokrattı. Böylece, ekonomik kriz karşısında iktidar-muhalefet işbirliği 1929 krizinden Türkiye’nin güçlü çıkmasını sağlamıştır. Başbakan İnönü ilk defa “ Ilımlı Devletçilik” deyimini kullanıyor. M.Kemal, 1931 Ocak ayında İzmir’de yaptığı konuşmada “fırkamızın izlediği program, iktisadi açıdan devletçiliktir.” Derken; iberal mi, devletçi mi? Tartışmasına son noktayı koymuş oluyordu.(Atatürkçülük, ikinci kitap MEB 1988 s.265) 2008 DÜNYA EKOMOMİK BUNALIMI VE TÜRKİYE 2008 krizi de ABD merkezli olup Kara Avrupa’sında büyük ekonomileri harekete geçiren özelliktedir. Fransa’da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin ekonomileri ve bankaları güçlendirme görüşü değer bulmadı. ABD’nde borsanın çöküşü ve batık bankalarda ortaya çıkan kriz, 80 yıl önceki ile benzerlikler taşıyor; Avrupa’da Almanya, İngiltere ve Fransa’yı hareketlendiriyor. Farklı ülkelerde farklı sürelerde devam edecek olacağa benziyor. Türkiye bu krizi şöyle karşıladı: İç borç toplam: 224,9 milyar dolar Dış borç toplam: 284,4 milyar dolar Toplam ülke borcu: 509,3 milyar dolar Özel sektör borcu: 140 milyar dolar Cari açık: 50 milyar dolar Karşılıksız çek:1.397.166 (2007) Protestolu Senet: 1.470.758 Kredi Kartı (Ödenmeyen) 3 Milyar 610 Milyon YTL (5 Eylül 2005) Böyle bir tablo karşısında çıkış yolları aranması gerektiği ortadadır. İktidar-muhalefet derin görüş farklılığı içinde. Temmuz 2008’de 202 bin işsizin katılımı ile işsizlik oranının 9,4 olduğu açıklandı. Bu süreçten çıkmanın tek yolu “ özel sektör ve kamu sektörü yatırımlarını artırmaktır” deniliyor. Bölgesel kalkınma projelerine ağırlık verilmesi gerektiğini vurgulanıyor. Bankaların 6 ay, 1 yıl olan kredilerini “olsun ben şimdi istiyorum” söylemleri karşısında Maliye Bakanı uyarıcı oluyor: Bankaların uyarılması gerekiyor. Başbakan kriz karşısında sağlam duruyoruz diyor. 2009 bütçesine bunalım ayarı veriliyor. Hedef olan 4,5 büyüme hedefi yüzde 4’e çekiliyor. Mali disipline bağlı kalınacağı açıklamaları yapılıyor. Vergi indirimi yok deniliyor. Dolar 1.50, Euro 200 ile TL’sinin değerini koruma çabası var.9 aylık enflasyon rakamları çift haneli. Memura zam yüzde 4 olarak belirlendi. 1929’da tek parti iktidarı siyasi ve ekonomik tedbirleriyle krizi aştı. 2008 Türkiye’de tek parti iktidarı, bunalım karşısında muhalefeti ve görüşlerini dikkate almıyor, önemsemiyor. Ekonomik bunalımın sosyal sorunlar yumağı giderek büyüyor. İşsizlik çığ gibi büyüyor. İşli iken 6 yılda sadece Kayseri’de işini kaybedenlerin sayısı 10 bin ile ifade ediliyor. Esnafın hali ortada, üretemeyen tarım sektörü, ithalat-ihracat dengesini kuramayan bir Türkiye manzarası. Elinde 100 binlerce ev- daire kalan bir TOKİ gerçeği… Hâlâ biz bu krize hazırlıklıyız deme sorumluluğunu kendilerinde görenlerin, yeni sonuçları ile şaşırtıcı olan küresellikte kaybolan ülkelerin vay haline! Bunalımlar, aynı coğrafyada, aynı nedenlerle aynı sonuçları veriyorsa; yarının dünyası, ekonomide olduğu gibi, siyasette de değişimler görecektir. Bu nedenle, iktidar muhalefet partilerini de dinlemeli, ekonomik krize de bölücü teröre de birlikte çözüm aranmalıdır. Zira ekonomik kriz de, bölücü terör de gemi azıya almıştır; göz ardı edilemez, edilmemeli. CANAVARLAR… SFENSKLER.. Osman KARABABA S fenksler… İnsan başlı aslan vücutlu masal canavarı… Hayal ürünü; ama kutsallaşmış…Tarihte cerahatlerin değişik sembolü… Mısır sfenksi; başı firavunun yüzünü tasvir eden, uzanmış durumda bir aslan… Az mı insan yedi bu canavar... Yunan mitolojisindeki canavar ise dişileşmiş…Kartal kanatlı, kadın çehreli ve göğüslü... Efsaneye göre Thebai şehri yakınlarında ulu bir kayanın tepesinde durur ve “sorularımı bilemediniz” bahanesiyle yolcuları yermiş. Sfenks, bir gün Thebai şehrinin kapılarına dayanan Oidupus’a şu bilmeceyi sormuş: “Sabah dört ayak, öğleyin iki ayak ve akşam üç ayak üzerinde yürüyen hayvan hangisidir?” Oidupus sorunun karşılığını bulmuş: “İnsan çocukken dört ayak emekler, erişkin yaşta iki ayağının üzerinde durur, yaşlanınca da üçüncü ayak görevi yapan bastona dayanır.” Canavar bu cevap karşısında yenilgiye uğradığına kızmış ve kendisini denize atarak intihar etmiş. Yunan canavarının hiç olmazsa haysiyeti, arı, şerefi varmış be... Bizdeki çok farklı… Kabuklu keferelerden gebe… Bu yüzden HİV virüsü taşır; bulaşıcı ve iğrenç…Dedem Korkut’un asırlar önce belirttiği çağımızın “Tepegöz”ü... Doğu ve güneydoğumuzun sarp dağlarında yaşar. Ara sıra yolları keser; kafayı yediği zaman ovaya iner. İnsandan bozma… Yarı insan, yarı domuz… Kendi uzvunu yiyen cinsten… Kulağı, burnu mecliste… Dişleri doğu ve güneydoğu bölgemizde, gövdesi komşu ülkemizde, beyni ABD’de... Geçenlerde ininden çıkarak Aktütün’de ve Diyarbakır’da insanlara saldırdı yine. Malumunuz, bir günde 17 şehit... “İnsanlık” sabaha kadar ayakta... Devletin zirvesinde toplantı üstüne toplantı… “Terör”e çözüm arıyoruz güya Irak’ta. Sonuç mu? “Kararlılık”, “Duyarlılık”…mış. Bu, neye duyarlılık? Bu neyin kararlılığı? Sınır ötesi sıcak takibin... İçerde bir kısım hain basın… Mehmetçiğin üzerine yürürken, yetmedi, masum halkı kin ve tahrike sürüklerken… Mecliste hainlerin yandaşları ulu orta ürürken… İktidarın; “Terör örgütü askerimize ve polisimize düşman gözüyle bakıyor. Ama biz onları düşman gibi görmüyoruz.”sözleriyle… Neye duyarlılık? “Canavar”a “insani yaklaşım”… Peki, bu hangi emelin kararlılığı? Şimdiye kadar orduyu hep çıkmaza sürdünüz; yetmedi mi? Mehmetçiğe yetki verdiniz de üç buçuk çapulcunun soyunu tüketmedi mi? Çekilin önünden Mehmetçiğin, bakın o zaman hainler nasıl tükeniyor kendiliğinden… Beş on yıldır sesi çıkmıyordu; kulağını, kuyruğunu kesmiştik, başını da İmralı’ya tıkmıştık canavarın. Lakin son genel seçimde burnunu meclise yine soktu. Şimdi “okyanuslar ötesi ilah”ı için kan istiyor ondan. Uyan ey millet, uyan! Bu iktidarın bir şey yapacağı yok! BOP’a kurban ediliyor Türkiye… Canavarın kulağıyla, kuyruğuyla uğraşacağımıza önce meclisten burnunu keserek sonra beynine çomak sokmak ve gözlerini çıkarmak lazım değil mi? Dünya tarihinde sayısız kahraman çıkaran bu milletin neye ihtiyacı var ki? Söyler misiniz? Neye? İnceleme 27 28 İŞBİRLİKÇİ İnceleme ARTİN KEMÂL Yusuf BİLTEKİN A li Kemal; Müslüman Türk görünümünde olan bir ajan. Kendisini Müslüman Türk göstermese, içimize giremezdi zaten. İçimizdeki hainler bizi hep böyle kandırıyorlar. Belki bana: “Ali Kemal’in kalbini açıp da baktın mı ki, Müslüman değil diyorsun?” diyebilirler. Onlara Allah’ın ayetiyle cevap veririm: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları veli/dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları veli kabul ederse o da onlardandır. Allah, zalim topluma hidayet vermez . (Maide 51) Ali Kemal’i biraz tanıyalım: 20 Mayıs 1919 yılında İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kuranlar arasındadır. Bu cemiyetin başkanı Sait Molla adında bir İngiliz ajanıdır. Diğer kurucuları da Rahip Frew, Mustafa Sabri Efendi ve Ali Kemal’dir. 26 Haziran 1919’da İçişleri Bakanı Ali Kemal, Mustafa Kemal’in milli hareketi başlatma gayretlerini engellemek amacıyla “Milli ordu teşkil etmenin ve müdafaayı milliye hazırlamak gibi faaliyetlerin felaket olduğu” hakkında bir genelge yayınlamıştır. Budan sonra tartışmalar ve tepkiler olmuş ve Ali Kemal istifa etmek zorunda kalmıştır. Ancak Osmanlı Padişahı Vahdettin istifa eden Ali Kemal’e şunları söyler: “Saray her dakika ve kayıtsız şartsız size açıktır… Telkinlerinizi sabırsızlıkla bekleyeceğim.” Koskoca Osmanlı Devleti’nin padişahına bu sözler hiç yakışmamıştır. Ali Kemal; Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına “Haydutlar” demiş ve Türk ordusunun Kars’ı Ermenilerden geri almasını sert bir dille eleştirmiştir. Bu yüzden halk da ona “Artin Kemal“ lakabını layık görmüştür. Kars’ın Ermenilerden alındığı gün başyazısını öven misafirlerle otururken Ali Kemal onlara şöyle demiştir: “Ankara’dakiler yine köpürecekler. Haydutların işi gücü savaş. Siyasetten zerre kadar anladıkları yok. Ellerinde derme çatma bir ordu, birkaç tane de düzme kahraman dövüşüp duruyorlar. Hükümet ölçmüş biçmiş, uygun görmüş, Sevr Antlaşmasını imzalamış size ne oluyor a zirzoplar? Beyhude yere kan dökme- nin âlemi var mı? Öğrendiğime göre, Londra’da çocuk gibi İzmir’i isteriz, Edirne’yi isteriz Adana’yı isteriz, hatta tam istiklal isteriz diye tutturmuşlar.” Ali Kemal, sözlerinden de anlaşıldığı gibi bakar kör, çünkü ileriyi görememiş. Türk Milleti savaşın kazanılacağına inanmış ama Ali Kemal inanmamış. Türk Milli Mücadelesi’nin başarıya ulaşmasından sonra Mazlum ve Cem adında iki sivil polis onu Beyoğlu’ndan alıp işgal kuvvetlerinin gözü önünde Kumkapı’ya kaçırırlar, oradan bir tekneyle İzmit’e getirirler. İzmit’te 1.Ordu Karargâhında Nurettin Paşa vardır. Haber alma şubesi başkanı da Albay Rahmi Apak’tır. Nurettin Paşa öğle yemeğinden dönen Rahmi Apak’ı görünce “Ali Kemal’i yakalamışlar, buraya getirt.” emrini verir. Rahmi Apak, Ali Kemal’i odasına getirtir, sorgu hâkimliği yapan yedek subay Necip Ali Küçükağa’ya ilk ifadesini almasını söyler. “Ali Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmayacağını sandığı için yazılar yazdığını söyler.” “Demek yanılmışsınız” müdahalesini duyan Ali Kemal: “Evet çok doğru söylüyorsunuz. Ben Türk Milleti’nde bu kadar büyük yaşama gayreti ve mücadele ruhu mevcut olduğunu bilmiyordum, bu bilgisizliğimden dolayı mazur görülmeliyim; çünkü hayatımın büyük kısmı Avrupa’da geçmiştir, Türk Milleti’ni tanımıyormuşum, tanıyamamışım” der. Nurettin Paşa, Ali Kemal’i odasına çağırır, Rahmi Apak da yanındadır. Nurettin Paşa sorar : - Sen kimsin? - Ali Kemal bendeniz. - Haa Artin Kemal dedikleri adam sen misin? - Hayır, Efendim, ben Artin Kemal değil, Ali Kemal’im. - Seni askeri mahkemeye sevk edeceğiz. - Adaletin karşısına çıkmaya hazırım. Ancak mahkemeye çıkma fırsatı bulamaz. Cezasını Türk Milleti verir. Dışarı çıkar çıkmaz üzerine saldırırlar ve onu linç edip öldürürler . Ali Kemal doğru düzgün adam olsaydı, halk onu sırtında taşır, yemez yedirir, içmez içirirdi. O, işbirlikçi vatan hainiydi. Günümüz Türkiye’sinde bir değil binlerce “Artin Kemal” var. Bunların akıbeti, Artin Kemal’in ki gibi olur mu? Bekleyip göreceğiz. 29 Hakan BOZDOĞAN VE TÜRKİYE D ünya kaynaklarının sınırsız tüketimi ve serbest piyasa şartlarındaki acımasız rekabet anlamına gelen kapitalizm, “Yeni Dünya Düzeninin” sonunu da beraberinde getirmeye başlamıştır. Geçtiğimiz haftalarda dünyayı sarsan ekonomik krizler, aslında 90’lı yıllarda tek kutuplu dünyanın geleceğe dönük belirsiz yönünü de göstermekteydi. Özellikle küresel sermayenin yoğun bir şekilde yönetildiği ABD’de birçok düşünür daha 90’lı yılların ortalarında kapitalizmden kaynaklanan krizlerin çıkacağı öngörüsünde bulunmaktaydılar. Ama ne ilginçtir ki ABD’li yetkililer, krizin yaklaşan ayak seslerini bizde var olan oldukça trajikomik vurgusuyla, “Hamdolsun biz krizden etkilenmeyeceğiz”, aymazlığıyla savunmaya çalışmışlardır. Bu durum, ABD’li yetkililerin daha 90’lı yılların ortalarında çıkan krizi bir takım hisseleri şişirerek geçiştirmeye çalıştıklarını açıkça göstermiştir. Böylece yıllarca şişirilen küresel mali sistem birden bire patlamıştır. ABD’li ünlü iktisatçı Lester C. Thurow 1996 yılında kaleme aldığı “Kapitalizmin Geleceği” adlı kitapta dünyayı etkisine alan kapitalizmin sonunun geldiğine ilişin öngörülerde bulunmuştur. Thurow’a göre bireycilik üzerine kurulu olan kapitalizm, bireyin doğasındaki kısa vadeli düşünme eğilimini dengeleyerek sosyal kuralları içermeyen bir sistem olduğu için kendini tehlikeye atmaktadır. Yine Thurow eserinde, kapitalizmin rakipsiz kalmasının yaratacağı sorunları şu şekilde dile getirmektedir: Tarihsel olarak, dışarıdan gelen askeri tehditler, içerdeki toplumsal huzursuzluklar ve alternatif ideolojiler, statükoda kazanılmış hakları aramak için bir bahane olarak kullanıldı. Bunlar kapitalizmin varlığını sürdürmesini ve gelişmesini sağlayan şeylerdi. Eğer kapitalizm tehdit edilmiş olmasaydı, Roosvelt başarı sağlayamazdı. Tarihte de geçerli sosyal sistemlerin hiçbir rakiplerinin olamadığı dönemler vardır. Eski Mısır, Roma İmparatorluğu, Amiral Perry gelmeden önceki Japonya gibi. Tüm bu durumlarda egemen olan sosyal sistem egemenliğini yitirmiştir. Aynı şekilde Paul Kenndy, dünyadaki varlıklı ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek arttığına dikkati çekmiş, yoksul ülkelerin varlıklı ülkelere yasadışı baskısını önlemek için yoksul ülkelerin sorunlarına eğilmek gerektiğini belirtmiştir. Paul Kenndy’in görüşlerini destekleyen New York Times gazetesi köşe yazarlarından Thomas Friedman şöyle demişti: “Kötü durumdaki komşunuzun ziyaretine gitmezseniz, o sizi ziyarete gelir”. Ayrıca dünyada mevcut sorunlara çevresel bir değerlendirme amacıyla kurulan ve her yıl yayımladığı “Dünyanın Durumu” serisiyle çevresel sorunları anlatan Worldwatch Enstitüsünün başyazarlarından Lester R. Brown da kapitalizmle ilgili bir takım öngörülerde bulunmuştur. Brown’a göre dünyanın mevcut kaynakları insanoğullunun sınırsız istekleri karşısında giderek yok olma tehlikesi altındadır. Özellikle kapitalist sistemin dünyanın mevcut kaynaklarını tüketme yolunda sarf ettiği yoğun üretim faaliyetleri, ileri dönemlerde çevrenin bozulmasına paralel olarak dünyada ciddi gıda sorunları yaşatacaktır. Brown, kapitalizminin sonunu bu şekildeki bir kapitalist anlayışının getireceğinden bahsetmektedir. Yukarıdaki ifadeler kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazı göstermektedir. Zaten adil olmayan gücün adaletsiz kuralları, günün birinde kendine de bulaşır. Dünya siyasetinde karşılıklılık, eşitler arası temel ilişkiler gibi kavramlar kapitalizmin baskıcı tutumlarına karşı geliştirilmiştir. Özellikle hâkim gücün olmadığı tek kutuplu dünya düzeninde “uluslararası adalet” en çok aranan kavramlar arasında yer almaktadır. Bu açıdan bakacak olursak, Türk Kurtuluş Savaşı ve sonrasında uygulanan ve tam bağımsızlığa dayalı milli ekonomik yapı günümüz sorunlarına çözüm oluşturacak bir model niteliği taşımaktadır. Ünlü İngiliz tarihçi David Fromkim, Barışa Son Veren adlı kitabında bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “Mustafa Kemal siyasi sınırları belirlerken sadece kendi ülkesinin neler alacağını değil komşularının da neleri kabul edeceğine dalyalı siyasi sınırları belirlemiştir.” diyerek cumhuriyetin kurtuluş temelle- İnceleme KAPİTALİZMİN SONU 30 İnceleme rinde uluslar arası ilişkilere karşılılık esasına dayalı bir bakış açısı geliştirdiğini göstermiştir. Türk ekonomisinin temeli, Kurtuluş Savaşı sonrasında toplanan İzmir İktisat Kongresi sonrasında şekillenmiştir. Bu kongre bugün bütün dünyanın örnek alması gereken bir kongredir. Çünkü kongreye katılanlar arasında toplumun en ileri meslek kuruluşlarından tutun da en küçük meslek guruplarına kadar her kesimden temsilciler katılmıştır. Yani o dönem ekonomisine yön verenler ne uluslar arası dev şirketler, ne zengin işadamlarının oluşturduğu dernek ne de borsada hissesi bulunan rant ekonomisinden kazanç elde eden çıkar çevreleriydi. Ekonomiyi halk yönetiyordu. Halkın istekleri ekonomik kararlarda uygulamaya sokuluyordu. Günümüzde ikide bir “milletin egemenliği”, “milli egemenlik” gibi sloganları ağızlarında sakız edenlere sormak istiyorum: Ne işiniz var IMF ve AB kapılarında, Dünya Bankası’nın koridorlarında ve Soros gibi kişilerin yanında? Ne zaman döneceksiniz halka? Ne zaman halkın ihtiyaçlarına göre karar alacaksınız? Ülke ekonomisi, halka kömür dağıtmakla değil; halkı kömür alacak ekonomik duruma getirmekle yönetilir. Yoksa Ulu Önder’in belirttiği şu acı duruma düşeriz: “Çalışmadan, yorulmadan, hazır kazanç yolunu seçenler evvela hassasiyetlerini, sonra haysiyetlerini, daha sonra da istikballerini kaybederler.” Ekonomimizin kamburu haline gelen gelir dağılımı adaletsizliğini, kişi başına düşen borç oranının artmasına ve cari açığın her ay rekor üstüne rekor kırmasına kadar meydana gelen bütün olumsuzlukları, kendi gerçeklerimizi, değerlerimizi ve kaynaklarımızı kullanarak halledebiliriz. Kendimize güvenmeme hastalığından kurtulmadığımız sürece ekonomik göstergeler, yarınları belirsiz hale getirir. DİPNOTLAR 1. Ayrıntılı bilgi için bkz., Thurow, L.C., Kapitalizmin Geleceği, İstanbul, 1997. 2. Ayrıntılı bilgi için bkz., Kennedy, P., Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, Ankara, 1999. 3. Renner, M., Güvenliği Yeniden Tanımlamak, Worldwach Enstitüsü, 2005 Dünyanın Durumu, Küresel Güvenliği Yeniden Tanımlamak, İstanbul, 2005, s.10 4. Ayrıntılı bilgi için bkz., Brown, L.R.,Tarih Hızlanıyor, Dünyanın Durumu 1996. Ankara, 1997, S.1-22. 5. Ayrıntılı bilgi için bkz., David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? İstanbul, 1989. GENEL KURULA ÇAĞRI Derneğimizin Olağan Genel Kurul Toplantısı aşağıda belirtilen gündemi görüşmek üzere 20 Aralık 2008 Cumartesi günü saat 14.30’da dernek binasında yapılacaktır. Çoğunluğun sağlanamaması durumunda genel kurul 27 Aralık 2008 Cumartesi günü aynı saat ve aynı yerde toplanacaktır. Üyelerimize duyururuz. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanlığı Adres: Sahabiye Mahallesi Otak Sokağı Kamer Apt. A Blok No:4/3 Kocasinan/KAYSERİ Tel: 232 32 67 GÜNDEM 1) Açılış, yoklama 2) Saygı duruşu ve İstiklâl Marşı’nın okunması 3) Divan Teşekkülü 4) Faaliyet Raporu’nun okunması 5) Denetleme Kurulu Raporu’nun okunması 6) Raporların müzakeresi 7) İbra 8) Tüzük değişikliği: Yönetim Kurulu asıl ve yedek üye sayısının 5’ten 7’ye çıkarılması teklifinin görüşülmesi 9) Yönetim Kurulu’na şube açma yetkisinin verilmesi teklifinin görüşülmesi 10) Seçimler 11) Dilek ve temenniler 12) Kapanış “YİĞİTLİĞİN ÖLÇÜSÜ “ ÜZERİNE Dr. İhsan YAŞA / Nöroloji uzmanı B ilgiyurdu’ndaki “Yiğitliğin Ölçüsü” başlıklı yazıyı büyük bir zevkle okudum. Çok önemli tesbitler ve güçlü mesajlar içerdiğine inandığım bu güzel yazıya bir iki ilave yapmak istiyorum. Eski Türk toplumundaki ideal insanın Alp İnsan Tipi olduğu ifade edildikten sonra, Alp olabilmek için de cesaret, yiğitlik, cömertlik ve fedarkârlık melekelerine sahip olmak gerektiği, ayrıca o zamanki savaş aletleri olan kılıç-kalkan, ok-yay ve süngüyü çok iyi kullanmak icap ettiği ve de iyi bir at binicisi olmanın de lazım geldiği belirtilmiştir. Bedenen de (pazu kuvveti olarak) güçlü ve kuvvetli olmanın şart olduğu eklenmiştir. (Dede Korkut Kitabından ve Aşık Paşanın Garipname isimli eserinden istifade edilerek bu özelliklerin çıkarıldığı ifade edilmiştir). Günümüzdeki yiğitlik ölçüsünün biraz farklı olduğuna işaret edildikten sonra şöyle devam ediliyor; “Artık kılıç, kalkan,ok ve yay devrinde yaşamıyoruz. Günümüzün savaşları da ok, yay ve kılıçla yapılmıyor. Ancak cesaret, gayret, cömertlik, doğruluk, bilgi, erdem, fedakârlık, kararlılık, sabır ve sebat, dün olduğu gibi bugün de geçerli olan yiğitlik değerleridir. Tabii ki hem erkekler, hem de kadın ve kızlar için…” Günümüzdeki Alp’lere mehmetçikler, Doğu ve Güneydoğuda görev yapan öğretmenler ve diğer devlet memurları, ayrıca ilim adamları, Türk’lüğe hizmet yolunda gecesini gündüzünü laboratuvarlarda geçiren ilim adamları örnek gösterilmiştir. İşte tam burada konuyu biraz daha açmak istiyorum. Türkiye’yi tehlikelerden koruyacak ve kurtaracak, çağımızın en güçlü ülkesi haline getirecek gençlerin (yani günümüzdeki Alplerin) yukarıda yazılan kişilik özelliklerine sahip olmalarının yanında, kendi mesleklerinde de çok iyi yetişmiş olmaları lazım. Bu da yetmez. Bir genç, hangi meslekten olursa olsun, kendi mesleğiyle alâkalı bilgilerin yanında, Türk tarihini, dilini, dinini ve kültürünü de bilmesi icab eder. Kendi milletinin tarihinden, kültüründen, edebiyatından, dininden, musikisinden, kısacası kültüründen habersiz bir insan düşünülemez. Böyle bir insan mesleğinde ne kadar başarılı olursa olsun daima kendisini boşlukta hisseder. Hiçbir zaman kendi toplumundan yeterince takdir toplayamaz. Yaptığı çalışmaların tam olarak tadına varamaz. Türk milletinin gönlünde bir yer edinemediğinden dolayı , içinde bir uhde kalır. Bir tarafının eksik olduğunu daima hisseder. Yabancıların iltifatını alsa bile o iltifatlardan tam olarak tatmin olmaz. (Meselâ Nobel Ödülü’nü alan Pamuk soyadlı yazar, kendisinin Türk milleti tarafından yeterince sevilmediğini bilse, eminim ki huzursuz ve rahatsız olacaktır. O, sanıyor ki Türkiye’deki halk kendisini seviyor ve beğeniyor. Fark etse ki kendi ülkesindeki insanların büyük bir kısmı -mutlu azınlık dışındakilerkendisini ciddiye almıyor. Hatta zararlı bir mahluk olarak görenler de çoktur . Bu durumda huzurlu ve rahat olması mümkün değil). Demek ki herşeyden önce, hangi dalda olursa olsun, kazanılan bir başarıdan önce, insanın evvela kendi toplumuna yabancılaşmaması lazım. Kendi insanının ortak değerlerini, tarihini, kültürünü, tamamen olmasa da, kısmen bilmesi ve benimsemesi gerekir. Benimsemese bile, kendi toplumunun değerlerine düşman olmaması beklenir. ( Orhan Pamuk denilen şahıs, kendi toplumunun ortak değerlerini ve tarihini bilmiyor, bilse bile kısmen dahi olsa benimsemiyor, tarafsız bile olamıyor, kendi milletinin değer hükümlerine düşmanlarla beraber saldırıyor. ) Günümüzdeki Alperenler’de aranan diğer bir özellik de çağımızın iletişim bilgilerine sahip olması, yani bilgisayar tekniklerini iyi kullanıyor olmalarıdır. Malum, artık fikirler ve tanıtımlar sadece gazete ve televizyonlarla değil, WEB siteleriyle ve e-mailllerle de yapılıyor. Bütün bunlardan bihaber bir gençlik de düşünülemez. Dünyanın öbür ucundaki herhangi bir hadise, insanlığı ilgilendiren herhangi bir olumlu veya olumsuz gelişme, Türklüğü alâkadar eden herhangi bir çalışma, anında öğrenilmeli ve değerlendirilmelidir. Ayrıca yabancı bir dili iyi derecede bilmek ve yabancı kül- İnceleme 31 İnceleme 32 türlerden de az da olsa haberdar olmak, dünyanın gidişatını doğru bir şekilde okuyabilmek için elzemdir. Dünyadaki siyasî, sosyal ve ilmî çalışmalardan ve teknolojiden habersiz bir gençlik de düşünülemez. Elbetteki her konuda insanların geniş bilgilere sahip oması ve her hadiseyi yakından takip etmesi mümkün değildir. Ama temel bilgilere sahip olması mümkündür. Her hususta Türkiye’nin çıkarlarının önde tutulması için birtakım temel bilgilere sahip olmanın şart olduğunu bilmek gerekir. Şuurlu bir Türk, dünyanın neresinde olursa olsun, mesleğini icra ederken veya işini yaparken insanlığın ortak menfaatlerini gözetsin ama Türk dünyasının ve İslam aleminin var olduğunu, üstelik dünyanın bu bölgesinde yaşayan milyarlarca insanın sürekli olarak sömürüldüğünün, ezildiğinin ve adeta kanlarının emildiğinin de farkında olsun. Alperenleri yönlendirecek ve yönetecek mevkide olan önderlerin ise, bütün bunların daha fazlasına sahip olması gerektiği de başka bir gerçektir. Yani, millî kaygıları ve İslamî hassasiyetleri olan aydınlara daha büyük işler düşmektedir. Onların işleri çok daha zordur. Önce kendilerini çok iyi bir şekilde yetiştirmek, daha sonra gençleri gerçekçi bir şekilde yönlendirmek durumundadırlar. Altı doldurulmamış bilgilerle, uçuk söylemlerle ve gençlere taşıyamayacağı yükler yükleyerek bir yere varılamayacağının farkında olmaları gerekir. Ayaklar yere sağlam basılmalıdır. Gençlerin ilgileri ve yönelişleri gözardı edilmeden, duyguları ve zevkleri de dikkate alınarak gerçekçi söylemler geliştirilmelidir. Dünkü yiğitlik ölçüleriyle bugünkü yiğitlik ölçüleri arasında fark olduğu gibi, dünkü üslup ile bugünkü üslup arasında da fark var. Tıpkı dünkü giyim şekli ve zevk ile bugünkü giyim ve zevk arasındaki fark gibi. Ama ana tema ve ana hedefler şaşmamalıdır. Yani, öz değişikliği olmadan metod ve üslup değişikliğinden söz ediyoruz. Çocukları olan, milliyetçi fikirlere sahip pek çok anne ve babanın bu hususlarda yeterince hassas olduklarını ve evlatlarını iyi bir şekilde yetiştirdiklerini söyleyebilmek ne yazık ki mümkün değil. 1980 öncesinde, Türkiye ve Türk İslam Ülküsü için herşeyini vermeyi göze almış olan o günkü gençler, bugün artık evlat sahibi olmuşlardır. Âdeta ateş çemberinden geçmiş o altın nesil, bugün baba ve anne mevkiindedirler. Bu insanların bir kısmı, ne yazık ki “Biz çok çektik, bari çocuklarımız çekmesin” zihniyetiyle evlatlarını millî ve manevî faaliyetlerden uzak tutmayı tercih etmiştir . Bir kısmı da çocuklarının ilgilerini ve zaaflarını tam olarak anlayamadıklarından dolayı onlar için bir şey ya- pamamaktadırlar . Ailece, günün rüzgârına kapılmış gidiyorlar. Ama 1980 öncesi milliyetçi neslin büyük bir kısmı ise Millî kaygılarını ve İslamî hassasiyetlerini bütün zorluklara rağmen hâlâ sürdürmektedir. Çocuklarını da bu duygu ve düşünceler içinde yetiştirmeye çalışıyorlar. Ama ne ölçüde başarılı olduklarını tahmin etmek güç. İşte burada da eksikliklerin ve yetersizliklerin olduğu kanaatindeyim. Bir hekim olarak, işin psikolojik boyutuna birkaç cümle ile temas etmek istiyorum. İyi niyetin, hamasî duygu ve sözlerin yetmediğini düşünüyorum. Akılcı ve gerçekçi olmak icab ediyor. Çağımız insanındaki özellikleri dikkate almak gerekiyor. Ona göre ve her ailenin özel durumu gözönünde bulundurularak bir metod ve üslup geliştirilebilir. En önemlisi de “Ya hep ya hiç” prensibinin burada geçerli olmadığını hatırlamak lazım. Yani çocuğum ya “tam olarak istediğim gibi bir kişi olacak” ya da “böyle olmayacak ise ne hali varsa görsün” gibi bir yaklaşım elbette doğru değil. “Nereden dönülürse kârdır” prensibi daha uygun olur. Evlatlarımızın, yanlışlarını ve eksiklerini görerek asla ümitsizliğe kapılmamak lazım. Böyle olsalar bile ilgi ve sevgi göstermeye devam etmenin faydası mutlaka olacaktır. Ama bu noktada belki söylemleri değiştirmek, farklı tarz ve ifadeleri denemek icab edebilir. Her konuda olduğu gibi burada da ince eleyip sık dokumak gerekiyor . İnsan ilişkilerinde kelimelerin, tavırların ve hatta mimiklerin bile bazen çok önemli olduğunu unutmadan, hele hele bu ilişkiler, evlat – ana baba ilişkileriyse, bu inceliklerin çok daha önemli ve anlamlı olduğunu bilerek diyalogu devam ettirmek lazım. Küçük bir ayrıntının, güzel bir sözün bazen bir evladı kazandırabileceğini, tersine, bazen de gene küçük gibi görünen bir sözün veya davranışın evladı kaybettirebileceğinin de farkında olunmalıdır. Bir şey daha var. “Çok söyleme arsız edersin” misâli hep tenkit, hep azar veya hep nasihat da iyi olmaz. Anne ve babaların çocuklarını zaman zaman takdir etmeyi ve bu duygularını kelimelere dökmeyi de ihmal etmemelidir. Hatta takdir etmek veya sevmek için çocuğun olumlu bir yönünü bulmaya çalışmak,iyi bir hareketini yakalamak için fırsat kollamak da icap edebilir. Bunu da yapmak lazım. (Böylesi anlarda gururu ve çekinmeyi bir tarafa bırakmakta yarar var). Unutmuyalım ki sevgi ve takdir, insanları kazanmanın en tesirli yoludur. YAĞLI TOHUM BİTKİLERİ VE TÜRK TARIMINDAKİ ÖNEMİ Ali Şükrü TUNÇEL - Ziraat Yüksek Mühendisi Ü lkemizde bitkisel yağ üretim sektöründe 5 milyon ton yağlı tohum işlenmektedir. Bitkisel yağ tüketimimiz ise 1.7 milyon tondur. Bunun 1.130 milyon ton’u likit, 550 bin ton’u margarin olarak üretilmekte, 20 bin ton civarındaki yağ da yem, boya ve sabun sanayinde kullanılmaktadır. Ülkemizde son birkaç yılda desteklerin de etkisiyle ortalama 500 bin ton bitkisel ham yağ üretimi gerçekleştiğinden, 1,2 milyon ton bitkisel ham yağ da yurt dışından ithal edilmektedir. Üretilen miktar tüketimin yaklaşık % 30’unu karşıladığından % 70’i de yurt dışından ithal edilmekte ve ham yağ fiyatları, yıllara göre farklılıklar arz etmektedir. Dünyamızın yaşamakta olduğu küresel ısınma ve bunun getirdiği kuraklık sonucunda oluşan üretim kayıpları sonucu yağlı tohum bitkileri ürün fiyatları 2006 yılından itibaren yükselmeye başlamış ve artış eğilimi 2007 yılında da devam etmiştir. İçinde bulunduğumuz 2008 yılının ilk altı ayında tarihinin en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Hasat döneminin başlaması ile fiyat artışı önce durmuş, daha sonra da gerilemeye başlamıştır. 2007 Yılı ocak ayında CIF (Deniz taşımacılığında “mal bedeli, sigorta ve nakliye dahil”) 320 USD(United States Dolar) olan ayçiçeği tohumu 2007/Kasım ayında 700 USD, 2008 Ocak ayında 925 USD, Haziran başında ise 940 USD’a kadar yükselmiştir. Son haftalarda ise bu fiyat 500-520 USD civarlarına kadar düşmüştür. Tabii ki aynı durum, ham yağ fiyatlarında da görülmüş, 2007 ocak ayında CIF 650 USD olan ham ayçiçeği yağı, 2007 Kasım ayında 1335 USD, 2008 Ocak ayında 1750 USD ve haziran başında da 1940 USD’a kadar yükselmiştir. 28.08.2008 Tarihi itibariyle ayçiçeği ham yağ fiyatı 1150-1200 USD civarında olup, Dünya piyasalarına arz edilen ayçiçeği ham yağ miktarı arttığı takdirde fiyatlardaki düşüş devam edebilecektir. Soya, mısırözü ve palm yağlarında da bu iniş ve çıkışlar yaşanmaktadır: Dünyamızda yağlı tohum üretimi, artan petrol fiyatları karşısında bitkisel yağların kısmen biyoyakıt olarak kullanımıyla da artış göstermiş- tir. Son beş yılda Dünyamızdaki ham yağ üretimi 330 milyon tonlardan 400 milyon tonların üzerine çıkmıştır. Talebin artmasıyla 2007 yılındaki fiyat artışları, yağlı tohum ekim alanlarını genişletmiş, bu yıl yağışın iyi olması ile de rekoltenin % 20 civarında arttığı tahmin edilmektedir. Çin ve Hindistan başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik büyüme ve gelir artışı gıda maddelerinin talep yapısını değiştirdiği kadar, Arjantin, Çin, Rusya, Ukrayna ve Tayland gibi üretici ve ihracatçı ülkelerin ihracata getirdikleri ek vergi ve kısıtlamalar, son iki yıldaki fiyat artışlarında etkili olmuşdur. Ayrıca, yağlı tohum üreticisi ülkeler kendi kırma ve yağ sanayilerini de geliştirdiklerinden, yarı mamül ya da mamül madde ihracına yönelmektedirler. Tüm bu gelişmelerin sonucunda ülkemiz yakın bir gelecekte mamül madde ithal etmek zorunda kalacaktır. Bu konuda yağ sanayimizin alabileceği en sağlıklı önlem, tarım servislerini oluşturarak bulundukları yörede sözleşmeli yağlı tohum bitkileri tarımını başlatmaktır. Görülüyor ki bitkisel yağ sektörümüzün çözüm bekleyen en önemli problemi, yağlı tohum üretimindeki yetersizliktir. Tarım Bakanlığı, adeta tahıl bakanlığı haline gelmiş, tarım ürünleri üretiminde ciddi bir planlama yapılmadığından bir çok üründe yeterli üretim potansiyelimiz olduğu halde ülkemiz tarım ürünleri ithalatçısı bir ülke haline gelmiştir. Türkiye İstatistik Kurumunun verilerine göre 2008 yılının Ocak-Haziran döneminde tarım ürünlerinin dış alımı, 2007 yılının aynı dönemine göre %53.4 artarak, 2 milyar 348 milyon dolardan, 3 milyar 602 milyon dolara yükselmiştir. Buna karşılık dış satım %11.8 artarak 1 milyar 610 milyar dolardan, 1 milyar 800 milyon dolara çıkmıştır. Bu çerçevede, yılın ilk yarısındaki (OcakHaziran) tarımsal dış ticaret açığı 1 milyar 992 milyon dolara ulaşmıştır. 2007 yılının bütününde 900 milyon dolar olan tarım ürünleri dış ticaret açığı, bu hızla gidilirse, 2008 yılında 3,6 milyar dolara ulaşacaktır. İnceleme 33 İnceleme 34 Bu durum, yalnızca 2007 yılında yaşanan kuraklık ile açıklanamaz. IMF-Dünya Bankası güdümünde uygulanan “yoksulluk yönetimi” politikaları destekleri üretimden bağımsızlaştırmakta, girdi fiyatlarında yaşanan artışlar ve iç ticaret hadlerinde tarım aleyhine olan hareketler ekim alanlarını daraltmakta, verimlilik ve kalite geriye gitmektedir. Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak, aşağıdaki tablodan da izleneceği üzere, Türkiye tarım sektöründe net dışalımcı konuma doğru sürüklenmektedir. Yıllara Göre Tarımsal Dış Ticaret (Milyon $)* Yıllar 1999 2001 2002 İhracat 2.058 1.976 1.754 İthalat 1.649 1.409 1.703 Denge +409 +567 +51 2003 2004 2005 2006 2007 2.121 2.542 3.329 3.481 3.724 2.535 2.757 2.801 2.902 4.640 -414 -215 +528 +579 -916 *Uluslararası Standart Sanayi Sınıflamasına göre Tarım ve gıda krizinin tüm dünyayı sardığı bir ortamda, yılda 700 - 800 bin nüfus artıran Türkiye‘nin tarımsal üretimden giderek kopuşu, 6 aylık tarımsal dışalım için 3.6 milyar dolar ödemesi, ülke için kaygı vericidir. Üretim kotalarındaki kısıtlamalar ve kuraklığın bunalttığı İç Anadolu çiftçisi,alternatif bir ürün ve gelir arayışı içindedir. Yağlı tohum bitkileri tarımı, içinde bulunduğumuz ülke ve Dünya şartları gereği olabilecek alternatiflerin en iyisi olarak görülmektedir. BİLGİYURDU CUMA SOHBETLERİ GERÇEKLEŞTİRİLEN TOPLANTILAR TARİH KONUŞMACI KONU Çevresindeki olaylar karşısında Türk Devleti’nin politikaları Türkiye’de misyonerlik Sohbet Atatürk’çe düşünmek AB mi? Türk Birliği mi? Eski Türk Yazıtları 10 EKİM 2008 Yrd. Doç. Dr. Hakkı BÜYÜKBAŞ 17 EKİM 24 EKİM 31 EKİM 07 KASIM 14 KASIM 2008 2008 2008 2008 2008 Prof. Dr. Mustafa ÜNAL Gazeteci-Yazar Hasan Sami BOLAK Doç. Dr. Ayhan ÖZTÜRK Kemal YÜCEL Yrd. Doç. Dr. Erhan AYDIN YAPILACAK TOPLANTILAR 21 KASIM 2008 Doç Dr. Yıldıray ÖZBEK Sanatta Milliyetçilik 28 KASIM 2008 İbrahim GÜNGÖR Yenilikçi düşünme ve eğitim 05 ARALIK 2008 Mehmet ÇAYIRDAĞ Millî Mücadelede Kayseri’nin Yeri 12 ARALIK 2008 Yunus Emre ÖZKAN H.Nihal ATSIZ’ı anmak, anlamak 19 ARALIK 2008 Yard. Doç Dr. A. Vehbi ECER İslam Dini’nin Cazibesi 26 ARALIK 2008 Fazıl Ahmet BAHADIR Mehmet Akif ERSOY Sohbet toplantılarımız her cuma saat:19.00’da dernek binamızda yapılmaktadır. Üyelerimiz ve vatandaşlarımız davetlidir. Adres: Sahabiye Mah. Otak Sok. Kamer Ap. No:4/3 A Blok Tel: 0(352) 232 32 67 KAYSERİ 35 ANLAYANA Yaşar Şener’in kızı Seher, 01.11.2008 tarihinde Eskişehir’de Aydın Gündoğdu ile evlendi. Şener Sök sök tak İşçi az paraya Taş çok paraya gidiyor Ne de olsa. Sök sök tak Fabrikası sende ne de olsa Yağmur yağınca eriyor Nasıl oluyorsa? Siz de haklısınız Onu da insan yapıyor sonuçta Ben de yazıp yazıp Gönül eğlendiriyorum Zor iş tabi Taş dizmiyorum Söz diziyorum… Aslında. Emekli öğretmen arkadaşımız ve Gündoğdu ailelerini tebrik eder, gençlere ömür boyu mutluluklar dileriz. ** Dergimiz yazarlarından Yrd. Doç. Kadir Özdamarlar’ın oğlu Taha Özdamarlar ile Mehmet Cavcav’ın kızı Buket Cavcav 22 Kasım 2008 Cumar- tesi günü Flamingo Sosyal Tesisleri’nde evleniyorlar. Cavcav ve Özdamarlar ailelerini tebrik eder, gençlere mutluluklar dileriz. Ahmet KAPLAN TÜRK GENÇLERİNE DAVET Ülke sorunlarının ele alındığı “gençlik sohbetleri” her Cumartesi saat 14.30’da derneğimizde yapılmaktadır. Eğitici ve öğretici bir nitelik taşıyan bu toplantılarımıza gençlerimizi davet ederiz. Gelin birlik olalım, fikrinizi alalım, zoru kolay kılalım. BİLGİYURDU Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği ** Derneğimizin başkanı Mustafa ÖZTÜRK’ün 27 Ekim 2008 tarihinde bir kız torunu dünyaya geldi. Öztürk ailelerini tebrik eder, Gülce adı verilen bebeğin Türk milleti ve vatanı için hayırlı bir evlat olarak yetişmesini dileriz. ** Stajını ve askerlik görevini tamamlayarak meslek hayatına başlayan Av. Fatih Karababa’yı tebrik eder, adalet yolunda kendisine başarılar dileriz. BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ İnceleme TEBRİK 36 İnceleme Söz: Müzik 60 yaşında bir yayın organı: Ahmet ALTAY - [email protected] Yeni bir konu ve 10. sayımızla merhaba değerli okurlar. Bu sayıdaki konumuz tüm müzik sevenleri ilgilenen herkesi ilgilendiren bir müzik dergisidir. Konuyla ilgili olarak Musiki Mecmuası’nın 1 Mart 1948 tarihli 1.sayısı iç kapağında yer alan “İLK SÖZ” başlıklı kısa paragrafı aktarıyorum: “Yeni çıkan mecmuaların upuzun yazılmış parlak programlarla kendilerini okuyucuya takdim etmeleri bizde gelenek halini almıştır. Fakat neşriyat hayatımızda vaitlerini yerine getirebilmiş kaç dergi sayabiliriz? Bunu düşünerek biz, söze hacet görmeden, doğrudan doğruya iş ile meydana çıkmayı tercih ettik. İşte elinizdeki ‘Musiki Mecmuası’ bir alay lakırdıdan daha kuvvetli olan belagatiyle düşüncelerimizi ifade ediyor… hem de ‘ yapacağız’ diye değil, ‘yaptık’ diye! En sağlam vaitler, gerçekleşmiş olanlardır.” Farabi, İbni Sina, el-Kindi ve Safiyüddin gibi öncülerden bu yana yüzlerce yıldır malzeme ve yazılı kaynak biriktiren müziğimiz, günümüzde de yaşamaktadır ve milli kimliğimiz öncülüğünde yaşamaya devam etmektedir. Müziğin kendisinin bilimsel bir zeminde incelendiği ve açıklandığı “edvar” adı verilen kitaplar haricinde bestecilerin biyografilerinin ve şarkı güftelerinin yer aldığı el yazması güfte mecmuaları vardır. Bu eserlere 10. asırdan bu yana muhtelif yüzyıllarda rastlamaktayız. 1727 yılında İbrahim Müteferrika tarafından Osmanlı’da ilk matbaa kurulmuş ve 1729’da ilk kitap basılmıştır. Bu bilgiden hareketle 1730 sonrasında, nadir de olsa, basılı yayınlara rastlamak mümkündür. Fakat uzun bir zaman diliminden sonra müzik konusunda matbu olarak karşımıza çıkan ilk eser 1851 yılında basılan “Mecmua-i Şarkı” adlı eserdir.Basıldığı yer ve kim tarafından neşredildiği belirtilmemiştir. Bu tarihten sonra yazı devriminin yapıldığı 1928 yılına kadar muhtelif kitaplar, güfte mecmuaları, antolojiler ve yaprak notalar eski yazı ile basılmıştır. Cumhuriyet öncesi ve sonrasını içine alan bu yayınlardan “Haşim Bey Mecmuası, Mecmua-i Arifi, Hanende, Ahenk, Şehbal, Malumat, Milli Tetebbular, Darülelhan Mecmuası, Milli Mecmua en önemlileridir. Yazı devriminden sonra müstakil olarak sadece müziği konu edinen ilk dergi ise Mildan Niyazi Ayomak’ ın çıkardığı “Nota” adlı müzik dergisidir. 1930’ lu yıllardan itibaren 33 sayı yayımlanabilmiştir. Yine bu tarihten sonra yayın hayatı kısa sürmüş olan “Türk Musikisi Dergisi” ve “Musiki Ansiklopedisi” gibi yayın organlarına rastlamaktayız. Esas olarak yazımızın konusunu teşkil eden “Musiki Mecmuası” ise ünlü müzikolog ve besteci Hüseyin Sadettin AREL öncülüğünde faaliyet gösteren “İleri Türk Musikisi Konservatuarı”nın yayın organı olarak 1948 yılının Mart ayından itibaren çıkarılmaya başlanmıştır. Musiki tarihinden, nazariyattan, bestecilerin biyografilerinden bahseden bu mecmua, her sayısında Türk Musikisinin klasik eserlerini de nota olarak yayımlamıştır. Hüseyin Sadettin AREL, 1955 yılındaki vefatına kadar derginin ilk 87 sayısının sorumluluğunu üstlenmiş; çok kıymetli yazılar yazmıştır. AREL’ den sonra dergi yayın hayatına öğrencilerinden Tanburi Laika Karabey Hanım öncülüğünde devam etmiştir.176.sayıya kadar Laika Hanım, daha sonraları ise 60’lı yılların ortaları itibariyle müzikolog, organolog, koleksiyoner ve araştırmacı Etem Ruhi ÜNGÖR derginin yayımını üstlenmiştir. Çok uzun yıllar boyunca derginin imtiyaz sahibi ve genel yayın yönetmeni olan E.R.ÜNGÖR, beraberindeki musikişinaslarla birlikte (Dr.-Bestekar Teoman Önaldı, Fırat Kutluğ, İbrahim Sevinç vs…) büyük zahmetlerle dergiyi yayın hayatında tutmuştur. Tabir caizse, “el yordamıyla” dergiyi baskıya hazırlamış, gerekli yazışmaları yapmış ve abonelerine tek tek postalamak suretiyle dağıtımını yapmıştır. Bu hizmet kendi ifadesiyle bir “deli işi” olarak 46 yıl boyunca sürmüştür. Yayıncılık faaliyetlerinin zorluğu göz önünde bulundurulduğu zaman,bu fedakarlığı takdir etmemek elde değil. 1997 yılı itibariyle Kaf Müzik çatısı altında faaliyet devam etmiş, 458. sayıdan itibaren Kültür Bakanlığı ses sanatçısı ve topluluk şeflerinden Mehmet GÜNTEKİN’de bu yüke omuz vermiştir. Kaf Müziğin yayın haklarını üstlendiği mecmua, Mehmet GÜNTEKİN’in de özverili çalışmalarıyla, yurt çapında genel dağıtımdan çekildiği halde, abone sayısını artırmış ve yayın hayatına bin bir zorlukla devam etmiştir. Yine bu dönemde sayfa sayısı ve içeriği genişlemiş, ayrıca 465. sayıdan itibaren derginin ilk sayıları “tıpkıbasım” olarak yeni sayıları içerisinde yer almıştır. M. GÜNTEKİN’ in derginin önsözünde yer alan bütün çağrılarına rağmen abone sayısı gittikçe azalmış, bunun sonucunda dergi, masraflarını karşılayamaz duruma gelmiştir. 474. sayısından itibaren derginin editörlüğünü “Türk Müzik” firması üzerinden İhsan TOY üstlenmiştir. Şimdilerde 485. sayısına yaklaşan Musiki Mecmuası bütün zorluklara rağmen sessiz-sedasız yayın hayatına devam etmektedir. Musiki Mecmuası, şimdilerde halen hayatta olan ve 86.yaşını süren Etem Ruhi ÜNGÖR’ ün ifadesiyle, Alman Besteci Robert SCHUMANN’ ın 1834’te çıkarmaya başladığı ve 170 yılı aşkın süredir devam eden “Neu Zeitchrift für Musik” (Yeni Müzik Dergisi) adlı dergiden sonra 60 yıllık ömrüyle (1948-2008) dünyadaki en uzun ömürlü 2. müzik dergisidir. Temennimiz, yarım asırdan fazla bir süre içerisinde hala hayatta kalabilmiş bu yayın organının, kurumsal ya da bireysel olarak desteklenmesi ve abone sayısının hızla artırılarak yayımına devam etmesidir. Şu anda yılda 4 sayı olarak (üç ayda) bir çıkan dergiye abone olmak ve tanıtımını yapmak, musikimize ve yayımcılık faaliyetlerimize yapılacak en güzel yardım olacaktır. Müzikle kalın… İrtibat İçin: Türk Müzik, Halıcılar Caddesi No:100 Kat:5/6 Fatih / İSTANBUL Tel: 0212 631 25 64 Yıllık: (4 sayı- 30 YTL) HÂKİMİYET KİMİN? Ayşegül ERDOĞAN T ürkiye’de milli egemenlik fikri ilk kez, padişahın cülusunda “anayasaya riayet ve vatana ve millete sadakat” yemini etmesini zorunlu kılan 3 Ağustos 1909 tarihli Kanun-ı Esasi değişikliğiyle gündeme geldi. 1876 Anayasası’nda hükümranlık hakkının temelleri tanımlanmamış, sadece bu hakkın “ eski usul gereğince” Osmanlı hanedanından bir kimse tarafından kullanılacağı belirtilmişti. 1909 Anayasa değişikliğiyle hükümranlık hakkı vatan ve millete sadakat koşununa bağlanıyor. “vatan ve milletin” anayasa yoluyla ifade bulan üstünlüğü teyit ediliyordu. Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi, “Hâkimiyet bila kayd ü şart milletindir” (egemenlik koşulsuz ve sınırsız olarak ulusundur) ilkesini ilan ederek radikal bir adım attı. Bu ilke, öncelikle padişaha ve onun şahsında somutlaşan geleneksel güçler dengesine verilmiş bir cevaptı. “Milleti” temsil ettiği kabul edilen Meclis’in, kendi dışında hiçbir güç ve irade tanımadığını bildiriyordu.(1) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, ülkemizin demokrasiye giden yolda attığı en önemli adımdır. Çünkü bu tarihten sonra devleti yönetme yetkisi padişahın değil milletin olmuştur. Millet kendisini idare edecek olanları kendisi seçmeye başlamıştır. Böylece egemenlik millete geçmiştir. Milli egemenlik; halkın, kendi kendini yönetme hakkını elinde bulundurmasıdır. Bu hak, anayasada yer alan, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” maddesiyle de güvence altına alınmıştır. Milli egemenliğin halka tanıdığı en önemli haklardan birisi seçme ve seçilme hakkıdır. Seçme hakkı, vatandaşlara, devlet yönetimine katılarak yöneticilerini belirleme imkânı verir. Halk, yöne- İnceleme 37 38 İnceleme ticileri oylarıyla belirler. Seçilme hakkı ise isteyen kişinin yönetimde yer almasını sağlar. Böylece, yönetme yetkisi bir aile ya da gruba değil halka ait olmuştur. Ulusal egemenlik dediğimiz kavram, Batılı ülkeler, yani genelde emperyalist dünya için önemli ve vazgeçilmez bir ilkedir. Çünkü tek tek varlıklarını sürdürebilmelerinin asgari şartı budur. Bu ilke hayata geçmeden ne varlıklarını ne de bağımsızlıklarını koruyabilirler. Araya başka ilişkiler, başka menfaatler girer ki bu ilişki ve menfaatlerin ülkeyi nerelere götüreceği önceden kestirilemez. Onlar kendileri için vazgeçilmez olan, hatta bir anlamda üzerine kutsallık atfedilen bu ilkenin; başka milletler için de önemi olduğunu hiç düşünmezler. O nedenle çeşitli manevralarla mazlum milletlerin hem zenginlik kaynaklarına hem de varlıklarına kastedecek eylemlerde bulunurlar. Gün gelir Irak’ta olduğu gibi bir ülkeye demokrasi(!) getirerek milyonları katlederler; gün gelir Türkiye’de olduğu gibi zenginlik kaynaklarımızı, bağımsızlığımızın teminatı kuruluşları ve topraklarımızı parayla satın alırlar. İşte böylesine acımasız bir dünyaya karşı bağımsızlığımız ve varlığımızı korumanın yolu, önce ulusal egemenlikten geçer. Bir anlamda ulusal egemenlik; laikliğin, demokrasinin, bağımsızlığın vazgeçilmez önkoşuludur. Egemenliğin millete kalabilmesi için siyasi anlamda bağımsızlık da yetmez. Her alanda bağımsız olmak zorunluluğu vardır. Bunlardan en önemlisi ise ekonomik bağımsızlıktır. Dışardan alına borçlarla idare edilen bir milletin bağımsızlık ve egemenliği ciddi yara almış demektir. Bugün ülkemizin kamu ve özel sektörlerde hayati önemi olan işletmeleri zenginlik kaynaklarının büyükçe bir bölümü yabancıların eline geçmiş durumdadır. Telekom, Tekel, Limanlar, Oyakbank, Finansbank ve daha niceleri; bugün ya doğrudan yabancıların elinde ya da yabancılarla bağlantılı işbirlikçi yerlerin denetimine girmiş durumda. Hal böyle olunca, ister istemez, ekonomimiz yabancılardan gelecek, borçlarla işletilmeye başlanacak, giderek de işleyemez duruma gelecek ve nihayetinde bağımsızlığımızı tümden kaybetme noktasına sürükleneceğiz. Sonunda zaman gelecek, tümüyle IMF ve Dünya Bankası tarafından idare edilir hale geleceğiz. Ulu Önder’in dediği gibi, “Bir millet, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Milli hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız, buna pek güzel bir delildir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli egemenlik…” Bugün Meclis’te egemenlik üzerine parlak nutuklar atılıyor. Siyasi parti liderleri konuşmalarında Meclis’in duvarındaki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünü tekrar ediyor, milli iradenin tecellisi olan TBMM’nin önemini vurguluyorlar. Peki, gerçekten öyle mi? Egemenlik kayıtsız şartsız milletin mi sahiden? Kayıtlı ve şartlı egemenlik mi söz konusu yoksa? “Ulusal Egemenlik”, “Milli irade” ve “Bağımsızlık” gibi kavramların her biri diğeri ile ilişkilidir. Biri olmadan ötekinin gerçekleşme şansı hemen hemen hiç yoktur. “Mili egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.” Miletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Bugün yıllık ihracatımız 107 milyar dolar. Özel sektörümüzün dış borcu ise 158 milyar dolar. Bu borcun yüzde 32’si kısa vadeli, yani 1 yıldan önce ödenmesi gereken borç, bir kısmı da orta vadeli. Fakat vadesi gelip de 1 yıl içinde ödenecek borçlardan oluşuyor. Hepsinin de devlet güvencesinde olduğu düşünülürse önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi nelerin beklediğini düşünmek bile istemiyorum. Bu durumda egemenlik gerçekten ve tam anlamıyla milletin mi oluyor? Borç alan, emir de alır. Emir alan Türkiye ne kadar bağımsız olabilir ki. (1) tr.wikipedia.org/wiki/Egemenlik - 28 GEÇMİŞ OLSUN Dergimiz yazarlarından Özlem Akşit ve ailesi 18.10.2008 tarihinde bir trafik kazası geçirmişlerdir. Kendilerine, geçmiş olsun, der; sağlık ve esenlikler dileriz. BİLGİYURDU Gençlik Dergisi İnceleme 39 İnceleme 40