Marx – Kilit Fikirler

advertisement
Marx – Kilit Fikirler
Gill Hands
Çeviren: Melis İnan
ISBN 978-605-5655-92-1
© 2011 Optimist Yayım ve Dağıtım
Orijinal adı ve yayıncısı: Marx The Key Ideas, Hodder Teach Yourself
Optimist Yay›nlar›
Telefon : 0216 481 29 17-18
Faks
: 0216 521 10 64
e-posta: [email protected]
www.optimistkitap.com
facebook.com/optimistkitap
twitter.com/optimistkitap
Optimist yay›n no.
Konu
Yay›na haz›rlayan
: 249
: Kişisel Gelişim
: Zülfü Dicleli
Bas›m Dü­zel­ti
Düzenleme Bas­k› ve cilt
: Haziran 2011, ‹stanbul
: Esen Güray
: Selim Talay
: Tor Ofset San. Tic. Ltd. Şti.
Hadımköy Yolu Akçaburgaz Mah.
4. Bölge 9. Cadde 116. Sokak. No: 2
Esenyurt - ‹STANBUL
Tel: 0212 886 34 74
Aileme ve arkadaşlar›ma.
Ayr›ca harika karikatürlerinden ötürü
çizere teşekkürlerimle.
İçindekiler
Yazarla tanışın Sadece bir dakikanız mı var? Sadece beş dakikanız mı var? Sadece on dakikanız mı var? Giriş ›x
x
x››
xv›
xx›
1 Marx’ın hayatının ilk yılları Marx zamanında Avrupa Marx’ın hayatının ilk yılları Üniversite hayatı Gazetecilik hayatı
Komünist Manifesto Sürgün 1
4
5
11
19
20
2 Marx’ın hayatının sonraki yılları Londra’ya taşınma Londra’daki aile hayatı Marx ve Engels Londra’daki çalışmaları Kapital Enternasyonal Son Yılları 25
26
32
35
36
39
43
3 Marx ve felsefe Kısa bir felsefe tarihi Marx’ı hangi filozoflar etkiledi? Antik Yunan filozofları 49
50
50
Avrupa felsefesi Ütopik sosyalistler Devrimciler ve anarşistler Hegel ve Feuerbach’ın önemi Marx kendinden önce gelenlerden nasıl ayrılır? Politik iktisat Engels’in rolü neydi? 4 Ekonomi kuramı Diyalektik materyalizm, tarihsel materyalizm ve ekonomi
Kapitalist ekonomi Meta Artı değer kuramı Kâr ve işbölümü Krizdeki kapitalizm Ücret ve kârların düşmesi Toplumsal emek
Birikim ve kriz
Ekonominin merkezileşmesi Marx ekonomi konusunda haklı mıydı? 51
52
58
60
64
66
67
74
75
77
78
83
84
85
86
89
89
90
5 Ekonomi ve toplum Emperyalizm ve sömürgecilik Fetişizm
Sömürü 95
100
108
6 Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim Giriş Kapitalist toplumun gelişimi Diyalektik materyalizm ve sınıfın yapısı Kapitalist toplumda sınıf İdeoloji 113
114
117
120
120
Sınıf mücadelesi İşçilerin gücü ve eğitimi Komünist Birlik ve sınıf mücadelesi Uluslararası İşçi Birliği Devrim kaçınılmaz mı? 123
124
126
128
132
7 Marksist düşüncenin başka yönleri Devrimden sonra Komünist toplum Din Kadın hakları ve aile Sanat ve kültür Özgürlük ve birey 138
141
144
147
150
151
8 Marx sonrası Marksizm - dünyayı değiştiren fikirler Marksist düşüncenin yayılması Sosyalizmin gelişimi Rus komünizmi Çin komünizmi Soğuk Savaş Komünizmin gerilemesi Marksizm başarısız mı oldu? 156
159
161
166
168
171
172
9 Marx sonrası Marksizm - Marksist düşüncenin gelişimi
Marksizm türleri Marx nereye uygundur? Marksizm yirmi birinci yüzyılda geçerli midir? Gelecek 176
190
192
196
Kavram dizini Bir adım daha 201
211
Yazarlarla tanışın
Marx – Kilit Fikirler kitabına hoş geldiniz!
Wales’de doğdum ama hayatımın çoğunu Kuzey İngiltere’de
geçirdim. Söylence ve folklor da dahil toplumsal tarihin bütün
yönleri her zaman ilgimi çekmiştir. Viktorya Dönemi hakkında
uzmanlığımı yaparak İngilizce ve Tarih öğretmenliği üzerine eğitim
aldıktan sonra engelli yetişkinlere ve çeşitli nedenlerden ötürü
örgün eğitim alamamış birçok yetişkine eğitim vermeye başladığım
Yetişkinlere Eğitim’de çalıştım. Ayrıca, kırsal alanlardaki
kadınların seslerini yükseltmeleri için üç kadın grubunun ve
küçük bir basımevinin kurulmasına da yardımcı oldum. Karmaşık
konuları kolay adımlara bölme ve zor kavramlara açıklık getirme
becerisini, böylesi farklı türde insanlarla birlikte çalışmam
sayesinde edindim. Yıllardır bağımsız yazar olarak çalışmaktayım
ve gazetelerle dergiler için yazdığım çok sayıda makalenin, şiirin
ve edebi yazının yanı sıra Marx ve Darwin’e Yeni Başlayacaklar
için Kılavuzlar (Beginner’s Guides to Marx and Darwin) kitabını
yazdım. Tıpkı Marx gibi ben de, bireyin özgürleşmesinin ilk
adımının eğitim olduğuna inanıyorum.
Gill Hands, 2010
IX
Sadece bir dakikanız mı var?
Karl Marx 1818 yılında, sanayileşme ve devrimin
sonucu olarak Avrupa’nın büyük toplumsal
değişimler yaşadığ› bir dönemde Almanya’da doğdu.
Hukuk ve felsefe eğitimi aldıktan sonra Friedrich
Engels’le tanıştığı Paris’e taşındı ve ikili birlikte,
Komünist Birlik adına Komünist Manifesto’yu yazdılar.
Daha sonra Marx Paris’ten sürüldü ve yıllarını, en
önemli eseri olan Kapital’i yazarak geçirdiği Londra’ya
taşındı.
Marx, işçilerin (proletarya) kapitalist sınıf (burjuvazi)
tarafından sömürüldüğü çevresindeki toplumun
adaletsiz olduğunu gördü. Marx, bu iki karşıt grubun
toplumu istikrarsızlaştırdığına ve bu istikrarsızlığın
da kaçınılmaz bir şekilde devrime yol açacağına
inanıyordu. Devrimden sonra daha adil bir komünist
toplumun kurulacağını, sanayinin ve paranın
merkezileştirileceğini ve sınıf ayrımlarının ortadan
kalkacağını öngörüyordu.
X
Marx 1883 yılında öldü, ama fikirleri yaşamaya
devam edip dünyada birçok değişime neden oldu.
1917 yılında yapılan devrimin ardından Rusya,
dünyanın ilk komünist devleti haline geldi ve yirminci
yüzyıl boyunca başka pek çok ülke onu takip etti.
Ortaya çıkan komünist toplumlar çoğu kez Marx’ın
ideallerinden çok uzaktı ve neticede komünizm birçok
ülkede başarısız oldu.
Marx’ın fikirlerinin revaçta olduğu ya da pek
tutulmadığı zamanlar olsa da, bu fikirler bugün hâlâ
önem taşıyor, çünkü Marx, kapitalistlerin neden
olduğu sömürü ve yabancılaşmayı, tüketim odaklı
toplumu inceleyen ilk insanlardan biridir. 2008’de
başlayan küresel ekonomik durgunluktan dolayı
Marx’ın ekonomi öngörülerine duyulan ilgi yeniden
canlanmıştır.
Sadece bir dakikanız mı var?
‹çindekiler
XI
5
Sadece beş dakikanız mı var?
Karl Marx 1818 yılında, sanayileşme ve devrimin sonucu olarak
Avrupa’nın büyük toplumsal değişimler yaşadığı bir dönemde
Almanya’da doğdu. Geleneksel bir orta sınıf ailede yetişti ve
bir kasaba avukatı olan babasının mesleğini takip edeceği
zannediliyordu. Marx başlangıçta üniversitede hukuk eğitimi
alıyordu ama radikallerle kurduğu ilişki onu hukuk yerine felsefe
çalışmaya yönlendirdi. Üniversiteden sonra gazeteciliğe yoğunlaştı
ve köylülerin kötü durumları hakkındaki makaleleri kısa zamanda
otoritelerin tepkisini çekti. Paris’te geçirdiği kısa süre, radikallerle
ve devrimcilerle kaynaşmasını sağladı; burada hem Komünist
Birlik’e katıldı, hem de hayatı boyunca arkadaşı ve eşyazarı olacak
Friedrich Engels’le tanıştı. 1847 yılında beraberce Komünist
Manifesto’yu yazdılar.
Marx çocukluk aşkıyla evlenip büyük bir aile kurdu. Paris’ten
sürüldü ve ailesiyle birlikte Londra’ya taşınıp burada Uluslararası
İşçi Birliği’ne katıldı. Politika, ekonomi ve kapitalizm üzerine
bilimsel bir çalışma girişimi olarak Kapital’i yazdı. Londra’daki
yaşamının büyük bir kısmı yoksulluk içinde geçti ve maddi olarak
Engels tarafından desteklendi. Kapital, Marx hayattayken pek
anlaşılamadı ve Marx, 1883’te bilinmezlik içinde hayata gözlerini
kapadı. Buna rağmen ölümünden sonra başlattığı fikirler zinciri
devrime sebep olacak ve toplumu değiştirecekti.
Felsefesi
Marx, hem felsefeci hem de iktisatçıydı, ama felsefenin dünyayı
değiştirmeye yetmeyeceğine inanıyordu. Felsefenin gelişimine
yaptığı temel katkı, fikirler dünyasıyla maddi dünya arasındaki
ilişkiyi incelemenin bir yolu olan tarihsel materyalizmdir. Felsefe
ve tarih çalışması, toplumun bir dizi çelişki yoluyla geliştiğine
inanmasına sebep olmuştur.
XII
Ekonomi ve Toplum
Marx, toplumun kapitalist bir topluma dönüştüğüne dikkat
çekmiştir. Bu toplum metaların üretimine odaklanır ve insanın
emek gücünün kendisi de bir meta haline gelmiştir. Bu meta, kâr
elde etmek için kapitalistler tarafından sömürülür. Kapitalistler
(burjuvazi), fabrika ve makinelerin sahibi olacak kadar zengin
olanlardır ama işçiler (proletarya) yaşamak için emek güçlerini
satmak zorundadır.
Marx, kapitalizmin para, sermaye ve meta fetişizmine (bir çeşit
tapınmaya) yol açtığına ve bunun da insanları yabancılaştırdığına
inanmıştır. Bu yabancılaşmanın sebebi, tüketicilerin, satın aldıkları
ürünle onu yapmak için harcanan emek arasındaki ilişkiyi
görmemeleridir.
Sınıf mücadelesi ve devrim
Marx, kapitalizmin toplumu iki karşıt kutba böldüğüne
inanıyordu: Burjuvazi ve Proletarya. İnsanların ideoloji tarafından
etkilendiklerini düşünüyordu; örneğin içinde yaşadıkları toplumun
değişmesi mümkün olmayan adil bir toplum olduğuna, herkesin
bir yerinin bulunduğuna ve işlerin hep böyle yürüdüğüne inanma
yönündeki egemen toplum anlayışları. Marx, proletaryanın
eğitimli hale gelip sömürüldüğünü fark ettiği anda bir devrimi
başlatacağına inanmıştır.
Marksist düşüncenin başka yönleri
Marx, toplumdaki bütün adaletsizliklerin, kaçınılmaz devrimin
sonucu olarak kurulacak komünist toplum tarafından
iyileştirileceğine inanmıştır. Üretim araçları merkezileştirilecek, özel
mülkiyet kaldırılacak ve paranın varlığına son verilecektir. Bunların
yanı sıra, Marx’ın toplumların afyonu, yani yabancılaşma ve
yoksulluktan acı çekenlere aldatıcı bir destek sunan bir şey olarak
gördüğü din de kaldırılacaktır.
Sadece beş dakikanız mı var?
Önsöz
XIII
Marksizm dünyayı nasıl değiştirdi?
Marx’ın ölümünden sonra Engels onun çalışmalarına devam etti
ve Marx’ın fikirleri tüm dünyaya yayılmaya başladı. 1917 yılında
yapılan devrimin ardından Rusya ilk komünist devlet oldu ve 1949
yılında Mao Zedung Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan edene dek tek
başına kaldı. Ardından, ağırlıklı olarak gelişmekte olan dünyada
başka ülkeler de onları takip etti. Bu devrimler sonucu ortaya çıkan
komünist toplumlar çoğu kez Marx’ın ideallerinden çok uzaktı
ve komünizm, büyük oranda ekonomik sorunlardan ötürü birçok
ülkede başarısız oldu.
Marx sonrası Marksizm
Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişti ve akademik
dünya, Marx’ın mirasının “doğru” anlamı üzerine heyecanlı
tartışmalara girdi. Marx’ın 21. yüzyıldaki geçerliliği hakkında
yoğun bir fikir çatışması yaşandı ve Marx akademik çevrede bir
rağbet gördü, bir gözden düştü. Jean Baudrillard gibi postmodern
kuramcılar, Marx’ın ekonomi teorilerinin kitle iletişim araçlarını
ve modern tüketicilik akımını hesaba katmadığını öne sürmüştür.
Jean-Francois Lyotard’ın felsefesini takip edenler, Marx’ın
Kapital’de tarif ettiğine benzer, her şeye dair büyük teorilerin
ve “büyük anlatıların” kusurlu olduğunu düşünürler. 2008’de
başlayan dünya ekonomik krizinin ardından Marx’ın ekonomi
öngörülerine duyulan ilgi yeniden canlanmıştır. Diğer yandan,
kapitalizmi çevrenin baş düşmanı olarak gören yeşil hareketteki
insanlar da, Marx’ın tüketicilik hareketine dair fikirlerine ilgi
göstermektedir.
XIV
Marx’ın hayatının ilk yılları
10 Sadece on dakikanız mı var?
Marx’ın hayatı
Karl Marx 1818 yılında, Sanayi Devrimi ve Fransız Devriminin
Avrupa’nın çehresini değiştirdiği bir dönemde Almanya’da
doğdu. Üniversite yıllarında Marx, Georg Hegel’in felsefesine ve
değişimin iki karşıt hareket arasındaki çatışmanın sonucu olarak
ortaya çıktığına dair bir fikir olan diyalektik kuramına ilgi duydu.
Üniversiteden sonra Paris’e taşınıp hayatı boyunca arkadaşı ve
eşyazarı olacak Friedrich Engels’le işbirliği yapmaya başladı. 1847
yılında Komünist Manifesto’yu birlikte yazdılar.
Marx ve ailesi Londra’da yaşadılar ve Marx burada Uluslararası
İşçi Birliği’ne katıldı. Bu birlik, pek çok ülkenin sendikacılarının,
bir araya gelmenin kendi çıkarlarına olacağına karar vermeleriyle
1864 yılında kurulmuştu. Marx’ın Londra’daki yaşamının büyük
bir kısmı yoksulluk içinde geçti ve maddi olarak Engels tarafından
desteklendi. Marx burada, politika, ekonomi ve kapitalizm üzerine
bilimsel bir çalışma girişimi olarak Kapital’i yazdı. Bu kitap
Marx hayattayken pek anlaşılamadı. Ne var ki Marx’ın 1883’te
ölmesinin ardından, başlattığı fikirler zinciri en sonunda devrime
sebep olacak ve toplumu değiştirecekti.
Felsefesi
Marx, hem felsefeci hem de iktisatçıydı. Felsefenin gelişimine
yaptığı temel katkı da, fikirler dünyasıyla maddi dünya arasındaki
ilişkiyi incelemenin bir yolu olan tarihsel materyalizmdir.
Marx Berlin Üniversitesi’nde felsefe okudu ve antik Yunan
filozofları Demokritos ve Epikuros’un çalışmalarıyla ilgilenmeye
başladı. Marx iki filozofu daha çalıştı: Georg Wilhelm
XVI
Friedrich Hegel ve Ludwig Andreas Feuerbach. Hem Hegel
hem de Feuerbach, insanların Tanrı’dan koparıldıkları için
yabancılaştıklarına inanıyordu, ama Marx insanları toplum içinde
yabancılaştıran şeyin para olduğunu fark etti.
Ekonomi
Marx, ekonomi kuramını Kapital, Ücretli Emek ve Sermaye ve
Değer, Fiyat ve Kâr isimli çalışmalarında açıklamıştır. Sanayi
Devriminden bu yana toplumun meta üretimine odaklandığını
ve insanın emek gücünün kendisinin bir meta haline geldiğini
görmüştü.
Marx, sanayileşmiş toplumda işçilerin sömürüldüğünü ancak bu
sömürünün gizli olduğunu anladı. Sadece sanayileşmiş kapitalist
toplumda pahalı makine ve fabrikalara, diğer bir deyişle üretim
araçlarına ürünlerin yapılmasından önce ihtiyaç vardır. Bu yolla
kapitalistler veya burjuvazi, yani üretim araçlarına sahip olmaya
yetecek kadar zengin olanlar, yeni yönetici sınıf olmuştur. Gitgide
daha fazla insan, fabrikalarda çalışmak üzere topraklarını terk
ettikçe, emek güçleri alınıp satılabilen bir meta haline gelmiştir.
Marx, fabrika sahipleri kendi işçilerinden kâr elde edip sonra
da bununla daha fazla kâr elde etmek üzere yatırım yaptığı için
işçilerin sömürüldüğüne inanıyordu. Marx’ın artı değer kuramı
denen şey de işte budur.
Marx, bu kâr elde etme dürtüsünün ücretleri gittikçe daha aşağıya
çekeceğine ve bu durumun, en sonunda küresel ekonomik krize yol
açacak etmenlerden biri olduğuna; yüksek ücretlerin kapitalistin
kârının azalması ama düşük ücretin de işçilerin, ekonomiyi yaşar
durumda tutmaya yetecek kadar mal ve hizmet satın alamamaları
anlamına geldiğine inanıyordu. Kapitalistler birbirleriyle rekabet
halinde oldukları ve kimin ne ürettiğine dair bir düzenleme
sistemi olmadığı için aşırı üretim tehlikesi vardır; fiyatlar düşer ve
ekonomi durgunlaşır ya da çöker. Fabrika sahipleri aynı zamanda
birbirlerine bağımlıdır, çünkü hiçbir üretici kendi ihtiyaçlarının
Sadece on dakikanız mı var?
XVII
tümünü kendi fabrikasının ürünlerinden karşılayamaz ve bu
yüzden ürünlerini, başka metalar almak için meta olarak satmak
zorundadır. Marx bu unsurları, kapitalist toplumun doğasında
var olan istikrarsızlıklar olarak düşündü ve bir dizi patlama ve
periyodik bunalımlar yaşanacağını öngördü. Önerdiği çözüm,
komünist bir hükümet çatısı altında üretimin ve ekonominin
merkezileştirilmesiydi.
Toplum
Marx, kapitalizmin dünyanın dört bir yanına hızla yayılmasının,
bir ülkenin başka bir ülkeyi kâr amacıyla sömürdüğü sömürgeciliğe
nasıl yol açtığını anlamıştı. Dünya pazarlarının küreselleşmesinin
kaçınılmaz olduğunu, çünkü yurt içi pazarlardaki kârlar düştükçe
fabrika sahiplerinin denizaşırı yeni pazarları deneyip sömüreceğini
görmüştü. Gelişmekte olan dünyanın oluşmasına katkıda
bulunduğu düşünülen şey de bu sömürüdür.
Marx, çalışmanın insanlık durumu için gerekli olduğunu
düşünüyordu, fakat fabrika sisteminin insanları birbiriyle
rekabete sokarak aralarındaki doğal ilişkileri çarpıklaştırdığına
inanıyordu. Dahası, insanların ürettikleri ürünlerle “doğru
ilişki” içinde olmadıklarını ve bu durumun toplum içinde
insanların yabancılaşmasına sebep olduğunu düşünüyordu.
Marx, kapitalizmin para, sermaye ve meta fetişizmine (bir çeşit
tapınmaya) yol açtığına ve bu fetişizmin yabancılaşmanın bir
parçası olduğuna inanıyordu. Bunun nedeni, tüketicilerin, satın
aldıkları ürünle onu yapmak için harcanan emek arasındaki ilişkiyi
görmemeleridir. Bu, toplumdaki insanlar için görünür olmayan
sömürüyle bağlantılıdır.
Sınıf mücadelesi ve devrim
Marx, kapitalizmin toplumu iki karşıt kutba böldüğüne inanır:
burjuvazi ve proletarya.
XVIII
Burjuvalar, üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emekçileri
çalıştıran kapitalist sınıftır. Proletarya, kendilerine ait hiçbir üretim
aracına sahip olmayan ve emeklerini satmak zorunda kalan işçilerdir.
İşçiler sömürülüyor olmalarına rağmen mevcut durumu
kabullenirler, çünkü sömürülmekte olduklarını anlamazlar.
Marx, bunu değiştirmenin tek yolunun, çalışan insanları eğitecek
devrimci bir işçi partisi kurmak olduğuna inanmıştır. Komünist
Birliğe katılıp Komünist Manifesto’yu yazmasının nedenlerinden
biri de budur. Proletaryanın “kendisi için” sınıf haline gelmesinin
ardından devrimin geleceğini düşünmüştür.
Marksist düşüncenin başka yönleri
Komünist bir toplumda özel mülkiyet kaldırılacak, sınıf ayrımları
ortadan kalkacak ve en sonunda da toplum, kendi kendini yöneten
bir topluluk haline gelecektir. Çalışma yine devam edecek ama
yabancılaşma ya da sömürü olmayacaktır.
Her ne kadar Komünist Manifesto, komünist bir toplumun
nasıl yürütülebileceğine dair bazı yollar ileri sürse de, Marx’ın
hiçbir yazısında bu konuda çok fazla ayrıntı bulunmaz. Bu konu
hakkında bildiklerimizin çoğu Engels’in çalışmalarından, özellikle
de 1847’de yazdığı Komünizmin İlkeleri kitabından alınmıştır.
Engels bankalarla sanayinin kamulaştırılacağını, eğitimin
ücretsiz olacağını, ortak konutların önünü açmak için gecekondu
mahallelerinin yıkılacağını, özel mülkiyetin kaldırılacağını ve en
nihayetinde de paranın varlığına son verileceğini ileri sürmüştür.
Marksizm dünyayı nasıl değiştirdi?
Marx’ın 1883 yılında ölümünden sonra Engels onun çalışmalarını
sürdürdü. Marx’ın en genç kızı olan Eleanor Marx’ın yardımıyla
Kapital’in sonraki bölümlerini basıma uygun bir hale getirmeye
başladı. Marx’ın fikirleri, 1917’de Rusya’nın dünyadaki ilk
Sadece on dakikanız mı var?
XIX
komünist ülke haline gelmesine yol açtı. Bunu takiben yaşanan
içsavaş, ekonominin bir enkaz haline gelmesi ve hakiki bir
komünist devletin ortaya çıkmaması sonucunu getirdi. Aksine
Sovyetler Birliği, Josef Stalin’in liderliği altında fiili olarak bir
diktatörlük haline geldi.
Marx sonrası Marksizm
Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişti ve bu esnada
akademik dünya, Marx’ın mirasının “doğru” anlamı üzerine
heyecanlı tartışmalara girdi. Klasik Marksizm, Marx ve Engels’in
geliştirdiği Marksizm kuramıdır. Marx’ın söylediklerine veya
yazdıklarına dayanır. Sovyetler Birliği’nde Lenin ve Stalin, Çin’de
de Mao Zedung, komünizmin işlemesi için mücadele verirken
kendi Marksizm biçimlerini geliştirdiler. Marx’ın fikirleri, ideoloji
kuramının geliştirilmesiyle elde edilen hegemonya kuramını bu
literatüre sunan İtalyan komünist Antonio Gramsci gibi düşünürler
tarafından daha da geliştirildi.
Frankfurt Okulu felsefecileri, kimi kez Batı Marksizmi olarak
bilinen bir Marksizm biçimi geliştirmişlerdir. Arzu edilen
değişiklikleri gerçekleştirmek için topluma bir bütün olarak eleştirel
gözle bakmışlardır.
Marx’ın yirmi birinci yüzyıldaki geçerliliği hakkında yoğun bir
fikir çatışması yaşanmış ve Marx akademik çevre içinde bir rağbet
görmüş, bir gözden düşmüştür. Jean Baudrillard gibi postmodern
kuramcılar, Marx’ın ekonomi teorilerinin kitle iletişim araçlarını
ve modern tüketicilik akımını hesaba katmadığını öne sürmüştür.
Jean-Francois Lyotard’ın felsefesini takip edenler, Marx’ın
Kapital’de tarif ettiğine benzer “büyük anlatıların” kusurlu
olduğunu düşünürler. 2008’de başlayan dünya ekonomik krizinin
ardından Marx’ın ekonomi öngörülerine duyulan ilgi yeniden
canlanmıştır. Diğer bir yandan, kapitalizmi çevrenin baş düşmanı
olarak gören yeşil hareketteki insanlar da, Marx’ın tüketicilik
hareketine dair fikirlerine ilgi göstermektedirler.
XX
Giriş
Karl Marx, son bin yılın en büyük düşünürlerinden biri olarak
nitelendirilir. 1818 yılında Almanya’da doğan Marx büyük
bir filozof, tarihçi, iktisatçı ve sosyal kuramcıydı. Bu uzmanlık
alanlarının hiçbirinde uzman olmamasına rağmen yazılarının,
devrime ve dünyanın politik yapısında topyekûn bir değişime neden
olmasını hayranlık verici buluyorum.
Marx Avrupa’da büyük toplumsal ve endüstriyel değişimlerin
gerçekleştiği bir dönemde yaşadı. Bu kitap, Marx’ın yazılarını
yazdığı tarihsel bağlamı, bu yazıların ölümünden sonra devrime
nasıl yol açtığını ve komünist devletlerin yükselmesiyle düşüşlerini
açıklayacaktır. Ben, toplumun, ahlakın ve âdetlerin yıllar içinde
nasıl değiştikleriyle ilgileniyorum. Marx da bu unsurların
birçoğuyla ilgileniyordu ve ideoloji analizi (toplumların her birinin
dünyanın doğası hakkında yaptıkları varsayımlar) bugün bizim
için gün gibi aşikârdır. Oysa o zamanlar, insanların sadece, kendi
dillerinin ve onlara miras kalan kavramların müsaade ettiği yollarla
düşünebileceğini söylemek radikal bir fikirdi.
Marx, komünizm altında yaşayanlar için neredeyse bir tanrı haline
gelmişti. “Dinin toplumların afyonu” olduğuna inandığı için bu
durumu çok ironik buluyorum. Marx, komünist dünyanın içinde
tanınmış biri haline gelmiş, bu yüzden de hayatının ayrıntılarıyla
ilgili pek çok propaganda yapılmış, ama çalışmaları çoğu kez yanlış
anlaşılmıştır. Bu unvanı kendisi koymamış olsa da “komünizmin
babası” olarak bilinir. “Komünist” sözcüğü, Londra Komünist
Propaganda Topluluğunun kurucusu olan Goodwyn Barmby
tarafından icat edilip 1840 yılında İngilizce diline kazandırılmıştır.
Barmby bu sözcüğü, Fransız Devriminin ardından toplumsal
yapıyı tarif etmek için kullanılan Fransızca “komün” sözcüğünden
türetmiştir. Buna rağmen herkesin kafasında bu sözcükle Marx’ın
özdeşleştirilmesi, onun simgesel gücünü gösterir. Benzer şekilde
Marx’ın sözlerinin çoğu çok iyi bilinir, ama genellikle yanlış
aktarılır veya yanlış anlaşılır. İnsanlar “burjuvaziden” veya
Giriş
XXI
“proletaryadan” çoğu kez bu terimlerin ne anlama geldiğini
bilmeden bahsederler. Bu kitap Marx’ın düşüncesine bir giriş
olduğundan dolayı bütün terimler ve jargon metin içinde
açıklanacaktır.
Simgesel bir figür olmasına rağmen Marx da insani zayıflıkları ve
önyargılarıyla sadece bir insandı. Büyük bir zekâsı ve döneminin
diğer düşünürleriyle çarpışan uçucu ve etkileyici bir kişiliği vardı,
ama sevgi dolu bir aile babasıydı. Ailesiyle birlikte hayatlarının
büyük kısmında yoksulluk içinde yaşadılar, çünkü Marx inandığı
bir dava hakkında yazıp bu davayı desteklemeye devam etti.
Fabrika sisteminin dehşet verici yanlarını canlı bir biçimde
yazmasına rağmen, büyük şaheseri olarak addedilecek eserini
yazmak için babası fabrikatör olan Engels’ten maddi destek aldı.
Sınıf mücadelesi analizi ve endüstriyel kapitalist sistem analizi, çok
uzun yıllarını aldı ve sağlığına büyük zararlar verdi.
Marx cam bir fanusun içinde yaşamadı. Alman filozoflar Georg
Wilhelm Friedrich Hegel ve Ludwig Feuerbach; politik iktisatçılar
Adam Smith ve David Ricardo; ve Charles Fourier, Henri de
Saint-Simon, Pierre-Joseph Proudhon ve Louis Blanc dahil
olmak üzere Fransız sosyalistlerden büyük oranda etkilenmiştir.
Bu kişilerin Marx üzerindeki etkileri, kendi düşünme sürecinin
Marksist felsefeye doğru gelişiminin gösterildiği bu kitabın felsefe
bölümünde ayrıntılarıyla açıklanacaktır.
Marx, döneminin kabul edilen aklına meydan okuyup toplumların
doğası ve sınıf mücadelesi hakkında soruları kışkırtmıştır.
İnsanlık tarihinde gelişme modelleri aramış ve bunları, kapitalist
sistemi anlayıp yorumlamak için kullanmıştır. Sanayi Devriminin
yükselmesini ve kapitalist toplumun gücünü belgelemiştir. Modern
sanayinin hayatı iyileştirmek yönünde büyük bir potansiyele sahip
olduğunu, ama bunun yerine insanları ezip yoksullaştırdığını,
çünkü kendisinin eleştirdiği kapitalist sistemin bir aracı olduğunu
görmüştür. Kapitalist sistem altında yaşayan insanların bu sistem
tarafından sömürülüp yabancılaştırıldığına, bu yüzden paranın hem
zenginlerin hem de fakirlerin hayatlarını yönettiğine inanmıştır.
XXII
Marx, içinde yaşadığımız tüketim toplumunun esaslarını inceleyen
ilk yazarlardan biridir ve bunun bütün dünyaya yayılacağını
öngörmüştür.
Marx’ın dünya görüşü, bir egemen sınıfın diğerini ezdiği toplumda
sınıf mücadelesi verileceğini söyler. Marx, bu ilişkinin sonsuza
dek böyle süremeyeceğine ve bunun dünya çapında kaçınılmaz
bir devrime yol açacağına inanıyordu. Bu devrimi, komünizm
altında eşitler toplumunun kurulması takip edecekti. Yirminci
yüzyılda, gitgide daha fazla ülke komünist devlet haline geldikçe
onun düşünceleri çok daha gerçekçi bir olasılık gibi göründü,
ama Marx’ın tasavvur ettiği hakiki komünizm takip edilmedi ve
komünist devletlerin çoğu, bu yüzyılın sonuna dek çöktü.
Komünist rejimlerin birçok ülkede çökmesi, Marx’ın yirmi birinci
yüzyılda geçerli olup olmadığına dair şüphelere yol açtı. Marx
dünya çapında bir devrimi öngörmüştü, ama bu gerçekleşmedi ve
bu olgular, kuramlarının geçerliliği konusunda büyük tartışmalara
sebep oldu. Acaba Marx’ın kuramları sadece yazıldığı dönemde
mi uygulanabilirdi yoksa hâlâ uygulanabilir mi? Devrim hâlâ bir
olasılık olabilir mi? 2008’de başlayan dünya finans krizi, Marx’ın
kapitalist sistemin istikrarsızlığı hakkında haklı olduğunu mu
gösteriyor? Bu sorulara verilebilecek kolay yanıtlar yok, fakat bu
kitap birçok kilit olgu ve fikir sunacak ve bu sayede okur, kendi
fikrini oluşturmaya davet edilecektir.
Piyasada Marx üzerine çok sayıda kitap var, ama hepsi de okurun
ekonomi ve felsefe bildiğini varsayıyor. Birçok kitap, Marx’ın
ne yazdığını zaten bilip fikirlerinin ince noktalarını ayrıntılarıyla
tartışmak isteyen akademisyenler tarafından diğer akademisyenler
için yazılmıştır. Bu kitap, Marx’ın hayatı ve dönemi hakkında
bir arka plan ve Marx’ın düşüncelerinin kilit alanları hakkında
bir kavrayış sunmayı ve ayrıca Marx’ın fikirlerinin bugün içinde
yaşadığımız dünyayı nasıl etkilediğini göstermeyi hedeflemektedir.
Bölümler ayrı ayrı okunabilir olsa da, Marx’ın düşüncesinin
gelişimini takip ettiği için bölüm bölüm sırayla okunursa daha
anlamlı olacaktır.
Giriş
XXIII
Marx çok üretken bir yazardı ve onun kuramlarını tanıtan bir
kitabın, Marx’ın değindiği bütün noktaları kapsaması veya
inandığı şeylerin lehinde ve aleyhindeki bütün fikirleri analiz etme
girişiminde bulunması mümkün değildir. Bu kitabın sonunda,
Marx’ın söyledikleri hakkında daha derin bir anlayışa ve onun
çalışmalarının son yüzyıl içerisinde ilham verdiği felsefi, politik
ve akademik fikirler hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak
isteyenler için bir okuma listesi bulunuyor.
XXIV
1
Marx’ın hayatının ilk yılları
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
• Marx’ın özel hayatı ve karakteri
• içinde yaşadığı topluma dair bir arka plan
• hayatının ilk yılları ve kariyeri hakkında kilit olgular
• Komünist Manifesto üzerine çalışmaları
• neden mülteci olduğu.
Marx zamanında Avrupa
Karl Marx, Avrupa’da hızlı toplumsal değişikliklerin olduğu
bir dönemde, 5 Mayıs 1818’de dünyaya geldi. Bu hızlı değişimi
tetikleyen iki ana kuvvet vardı. Bunlardan ilki, Britanya’da
başlamış olan Sanayi Devrimi’ydi. Bu devrim, fabrika sisteminin
bütün Avrupa’da büyümesine ve şehirlerin boyutlarıyla sayısında
artış olmasına yol açtı. Buharlı motorun icat edilmesi ve fabrika
sisteminin yayılması insanların, atalarından tamamen farklı
şekillerde yaşamaya başlamaları anlamına geliyordu. Geçmişte
insanlar, birbirine oldukça bağlı topluluklar içinde yaşayıp çalışıyor
ve geleneksel olarak çiftçilik veya zanaatkârlık yapıyordu. Oysa bu
devrimden sonra, kırsal alanlardan Avrupa’nın dört bir yanında
belirmeye başlayan yeni büyük şehirlere göç etmeye başlamışlardı.
Tarım reformları ve makineler, tarlalardaki verimliliği artırıp kırsal
alanlarda işsizliğe sebep oldu. Buna ek olarak toprak sahipleri,
ortak kullanım haklarını ve feodal sistem altındayken herkese ait
olan otlakları kendilerine mal etti. Bu durum da kırsal kesimdeki
yoksulluğu artırmıştı.
Marx’ın hayatının ilk yılları
1
Yeni kasaba ve şehirler kısa zamanda, her koşul altınada çalışmaya
çaresizce muhtaç olan yoksul çiftçiler, zanaatçılar ve onların
aileleriyle dolup taşmıştı. Bu insanlar, tamamıyla kontrolsüz olan
fabrika ve madenlerde geçimlik ücretler karşılığında uzun saatler
boyunca çalışıyorlardı. Küçük çocuklar bile korunmasız olarak
tehlikeli makinelerde saatlerce çalışıyorlardı. Bu talihsiz insanlar
ağır şartlar altında yaşıyorlardı: sağlığa uygun olmayan koşullar
içindeki, yiyeceklerin kıt olduğu ve temiz içme suyunun olmadığı
gecekondu mahallelerine sıkıştırılmışlardı. Salgın hastalıklar kol
geziyordu ve ölüm oranları çok yüksekti.
İkinci olarak, 1789 yılındaki Fransız Devrimi ve Napolyon
Savaşları (1799–1815) monarşinin yıkılmasına ve feodalizmin
Avrupa’nın dört bir yanında lağvedilmesine yol açtı. Feodal sistem,
yönetici sınıf veya aristokrasinin gücünün işlenebilir topraklar
veya tımarlar üstündeki kontrolüne dayandığı bir toplumdu. Bu
toplumların işleyiş tarzı ülkeden ülkeye değişirdi, ama genel olarak
topraklar, aristokrasi adına toprak karşılığı askeri hizmet sunan
vassallar (özgür erkekler) arasında bölünürdü. Topraklar daha
sonra, özgür olmayan serf ve köylüler tarafından işlenirdi. Marx
bunun, toprakları işleyen köylülerin sömürülmesine dayanan
sınıflı bir topluma yol açtığına inanıyordu. Marx’ın bu konudaki
görüşlerine kitabın ilerleyen bölümlerinde değinilecektir.
Marx’ın doğum yeri, o zamanlar orta Avrupa’da yer alan Prusya’ya
bağlı Rheinland’daki Trier kentiydi. Prusya, bugün Almanya olarak
bilinen yerleri ve şimdiki Polonya ve İsveç’in bazı bölümlerini
kapsayan büyük bir yarı feodal imparatorluktu. Prusya Fransızlar
tarafından birçok kez istilaya uğradı ve Trier, Napolyon’un
Rhein Konfederasyonu’nun bir parçası haline geldi. Napolyon en
sonunda bozguna uğratılıp 1815’te sürüldüğünde, Prusya tekrar
monarşiyle yönetilen bir dizi krallık ve beyliğe dönüştü. Napolyon
savaşlarının sonunda devlet sınırları yeniden çizilmiş ve Prusya,
Rusya ve Avusturya arasında “Kutsal İttifak” olarak bilinen bir
anlaşma imzalanmıştı. Bu ittifak, yönetici sınıfın toplumsal düzeni
koruma girişimiydi; aristokrasi ve toprak sahipleri, artık yeniden
kazandıkları güce asılmayı kararlaştırmışlardı.
2
Aslında Prusya, dağınık ülkelerden meydana gelmiş gevşek bir
yamalı bohça gibiydi. Bu yüzden düzeni korumak üzere büyük bir
ordusu ve hükümet kontrolünde bir ekonomisi vardı. Devrimler
Avrupa’nın büyük bir kısmını silip süpürüyordu ve bu değişimlerin
korkusu Prusya devletinin aşırı bürokratik, geçmişe dönük ve
ticaretle sanayiye dirençli hale gelmesine sebep oldu. Özellikle
de polis çok güçlüydü, çünkü toprak sahipleri Fransız Devrimine
yol açan demokratik ideallerden çok korkuyorlardı. Her türlü
yeni fikre, özellikle de özgürlükçü gibi görünenlere derin bir
şüpheyle bakılıyordu. Sanatçı, yazar ve şairler de dahil pek çok
düşünür, baskıcı rejimden kaçmak için Paris’e veya İsviçre’ye
taşınmıştı. Prusya’daki özgürlükçü düşünürlerin çoğu, demokratik
bir anayasaya sahip birleşik bir Alman devleti görmek istiyordu.
Bunun aksine o zamanın muhafazakârları, Almanya’nın Prusya
İmparatorluğunun altında ayrı devletler halinde kalmasından
yanaydı.
Marx’ın babası Heinrich Marx bir avukattı. Yahudiydi ve
tarihinde pek çok haham çıkarmış bir aileden geliyordu. Ne var ki
Yahudilerin kamusal konumlara gelmesini engellemek için yasalar
çıkarılınca Protestan Hıristiyan olarak kayıt yaptırdı. Marx’ın
annesi Henriette de pek çok haham çıkarmış bir aileden gelen bir
Hollanda Yahudisiydi. Marx’ın kendisi herhangi bir güçlü dini
inanca sahip değildi ve hayatı sona erdiğinde de ateistti. Buna
rağmen Rheinland’da gençliğinde şahit olduğu güçlü Yahudilik
karşıtı duygular onu mutlaka etkilemiş olmalıdır.
Prusya esasen bir tarım ülkesi olsa da Marx’ın büyüdüğü
Rheinland bölgesi Prusya’nın en sanayileşmiş kesimiydi. Marx’ın
hayatının burada geçen ilk yılları, tehdit altındaki kır hayatını
gözlemlemesine, dini inançların bastırılmasını yaşamasına ve
devletin ve özel mülkiyetin gücünü anlamasına ve bunların
hepsini birinci elden deneyimlemesine yol açmıştır. Bu
biçimlendirici deneyimler, sonraki felsefesini şekillendirmesinde
rol oynayacaktır.
Marx’ın hayatının ilk yılları
3
Marx’ın hayatının ilk yılları
Marx orta sınıf bir ailede yetişti. Hayatının ilerleyen yıllarında
ailesinden uzaklaştığından dolayı, ilk yılları hakkında çok fazla
şey bilinmez. Hem erkek hem de kız kardeşlerin olduğu büyük bir
aileden gelir. Marx en büyük erkek çocuktur ve ne yazık ki bütün
erkek kardeşleri genç yaşta ölürler.
Babasının iyi eğitim almış ama hiç hayalci olmayan ciddi bir
adam olduğu söylenir. Çocuklarının çevrelerindeki topluma
uymasını istemiş ve onları, devletin ve kilisenin iyi üyeleri olmaya
cesaretlendirmeye çalışmıştır. Babası yüksek statülü insanların
arasına girmeye çalışan biriydi ve Gazino Kulübüne üye olmuştu.
1816’da burada, aristokrat bir aileden gelen üst düzey bir devlet
görevlisi olan Baron von Westphalen’le tanıştı. İki aile kısa sürede
dost oldular. Marx’ın ablası Sophie, Baron’un kızı Jenny’yle yakın
arkadaşlık kurdu; Karl da Baron’un oğullarından Edgar’la aynı
okula gidiyordu.
Marx’ın annesi örgün eğitim almamıştı ama bu o zamanki kadınlar
için oldukça normal bir durumdu. Annesi bütün enerjisini ailesini
yetiştirmeye adamış ve büyüyüp evi terk ettikleri zaman bile onlar
için endişelenmekten hiç vazgeçmemiş bir kadındı.
Genç Karl kısa zamanda güçlü ve yaratıcı bir zekâya sahip
olduğunu gösterdi. Genç yaşlarından itibaren otoriter ve eleştirici
kişiliğiyle bağımsız davranıyordu. Marx’ın kız kardeşlerinin, kızı
Eleanor’a anlattıklarına göre Marx, kardeşlerini çamurdan pasta
yemeye zorlarmış kızlar da dinlemekten çok hoşlandıkları hayali
hikâyeler anlattığı için Marx’ın dediğini yaparlarmış.
Marx’ın zekâsı kısa zamanda aile dostları Baron von Westphalen’in
dikkatini çekti. Baron çok kültürlü ve eğitimli bir adamdı,
görüşlerinde bir miktar radikaldi ve edebiyata, özellikle de orijinal
İngilizce dilinden alıntılar yapmaktan hoşlandığı Shakespeare’e
çok düşkündü. Baron genç Karl’la arkadaşlık kurdu ve onu
çalışmalarında cesaretlendirdi; birlikte sık sık yürüyüşe çıkıp Yunan
şiirinden bahsederlerdi. Baron, eğitimini ilerletebilsin diye kendi
4
kitaplarının çoğunu bu çocuğa ödünç verdi ve ilerleyen yıllarda
Marx, doktora tezini minnettarlıkla ona ithaf etti.
Marx’ın 1830 yılında 13 yaşındayken Trier Lisesine girene kadar
evde özel eğitim aldığı sanılmaktadır. Okul kayıtları belli bir
dehanın parıltılarını göstermiyordu, ama okulda devlet tarafından
önemli bir göreve getirilen yeni müdürle konuşmayı reddederek
bağımsız düşünme ve kalabalıkla birlikte gitme yanlısı olmamanın
işaretlerini göstermişti.
Eski müdür oldukça özgürlükçü düşünceleri olan bir adamdı ve bu
yüzden 1832 yılında okula bir polis baskını düzenlenmişti: serbest
konuşma özgürlüğüyle ilgili bir metnin okulda dolaştığı tespit
edildi ve öğrencilerin elebaşlarından biri kovuldu. Müdür gözaltına
alındı ve en sonunda otoriteler oldukça muhafazakâr olan diğer
müdür yardımcısını göreve getirdi. Marx bu adamla hiç konuşmadı
ve babasını çok utandırsa da okuldan mezun olduktan sonra onu
ziyaret etmeyen birkaç kişiden biriydi.
Entelektüel olarak güçlü olmasına rağmen Marx hiçbir zaman
güçlü bir bünyeye sahip olmadı ve hayatının büyük çoğunluğunda
hastalıklarla uğraştı. Zayıf bir göğsü vardı ve bu sebeple 1836
yılında askerliğe elverişsiz olduğu düşünüldü. 17 yaşında üniversite
için Bonn’a gittiğinde, ailesi sürekli onun sağlığı için endişe etti.
Onu, sağlığının elverdiğinden daha fazla çalışmamasını, sigara
içmemesini, çok geç saatlere kadar ayakta kalmamasını, çok şarap
içmemesini ve odasıyla kendisini temiz ve hijyenik tutmasını tavsiye
eden mektup bombardımanına tuttular. Marx ailesinin tavsiyelerini
hiçbir zaman fazla ciddiye almadı ve hayatının büyük bir kısmında
düzensiz yaşadı, sigara ve çok fazla içki içti, çalışıp yazı yazarak
geç saatlere kadar ayakta kaldı.
Üniversite hayatı
Marx 1835 yılında Bonn Üniversitesine hukuk öğrenimi maksadıyla
girdi. Kısa sürede hukukun kendisine uygun olmadığını anlayıp
Marx’ın hayatının ilk yılları
5
yılının çoğunu eskiden kalma öğrenci gelenekleriyle harcamaya
başladı: borç kabartmak ve içmek. Onu uçarılıkla, bir sabahlık
içinde ve darmadağınık saçlarla aylaklık yapmakla ve çalışmalarını
yeterince ciddiye almamakla suçlayan babasının mektupları
şikâyetlerle doluydu. İçkiliyken yaptığı davranışlar ve kavga etmesi
yüzünden bir gece tutuklanıp gözaltına alınan öğrenci Marx’ın
üstünde bir silah bulunduğundan (tamamen yasadışıydı ama babası
araya girdiği için soruşturma görmeden kurtuldu) ve daha sonra
da bir düelloda yaralandığından dolayı babasının böyle hissetmesi
pek şaşırtıcı değildi. Düelloda aldığı yara sol gözünün üstündeydi ve
kalıcı bir iz bıraktı. Karşısındaki kişi eğitimli bir asker olduğundan
dolayı böyle hafif bir sıyrıkla kurtulduğu için şanslıydı.
Marx, taranmamış koyu saçları, delici bakışları ve bir hayli
geniş ve fazla olan sakallarıyla dikkat çekici biriydi. Esmer teni
yüzünden bütün hayatı boyunca taşıdığı Moor (Mağripli) lakabını
aldı. Bu lakap, kendi çocuklarının bile kullandığı özel bir aile ismi
haline geldi. Sesi çok etkili olmasa bile (hafif peltek konuşuyordu)
entelektüel yetenekleri ve kelimeleri hünerli kullanışı, daha yaşlı
öğrencilerin onu dinlemesine ve ona saygı göstermesine yol
açıyordu. Edebiyatın yanı sıra politik fikirlerin de tartışıldığı
Şiir Kulübünde kendi fikirlerini ortaya serebiliyordu. Bu yüzden
okuluna harcaması gereken zamanı harcamıyordu ve en sonunda
babası da bu “deli divane yaşamı” bırakıp çok daha sıkı bir
akademik atmosferin bulunduğu bir yere geçmesi konusunda
ısrarlarını artırdı.
Marx, 1836 yılının sonbaharında, yine hukuk öğrenimi maksadıyla
Berlin Üniversitesine girdi. Berlin, Bonn’dan çok daha büyük
bir şehirdi ve üniversitenin, cidden akademik ve oradaki “Genç
Hegelciler” sayesinde radikal düşüncenin merkezi olduğu şeklinde
bir şöhreti vardı. Genç Hegelciler, Alman filozof Georg Wilhelm
Friedrich Hegel’in (1770–1831) fikirlerini tartışıp geliştiren
akademisyen, entelektüel ve öğrencilerden oluşan bir gruptu.
Hegel bu üniversitede rektörlük yapmıştı ve orada çok tanınıyordu.
Hegel, Prusya İmparatorluğuna hizmetlerinden ötürü III. Friedrich
6
Wilhelm tarafından nişan takılmış, filozof olduğu yaşarken
resmen kabul edilmeye en yakın olmuş biriydi. Takipçilerinin
çoğu, devletin kontrolü altındaki üniversitelerde göreve
getirilmişti. Hegel’in felsefesi bir hayli karışıktır ve 3. bölümde
ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Ama esasından bahsetmek gerekirse,
toplumun entelektüel gelişim veya “Akıl” yoluyla ilerlediğine
ve Akıl’ın, “Mutlak” olarak adlandırdığı Tanrısal bir figürle
belirlenebileceğine inanır. Hegel, Mutlak olanın tarih boyunca
geliştiğini ama artık kendi bilincine vardığını ve Prusya devleti
altında gelişiminin doruğuna ulaştığını ileri sürer. Mutlak olan,
idealine ulaştığı için daha fazla ilerlemesi mümkün değildir.
Genç Hegelciler, bir dereceye kadar Devlet’in Akıl’ın cisimleşmiş
hali olduğuna katılıyorlardı, fakat Hegel’in kuramlarını gitgide
daha radikal şekillerde yorumluyorlardı. Mutlak olanı Tanrısal
bir figür olarak değil de insanlığın kendisi olarak görüyorlardı.
Yirmi birinci yüzyılda yaşayan bir okur için bu pek şaşırtıcı
olmayabilir, ama o zamanlar Kilise, toplum içinde çok güçlü bir
kuvvetti. Evrenin merkezinde bir Tanrı veya Mutlak olanın değil
de insanoğlunun olabileceğini iddia etmek cesaret isteyen bir şeydi.
Charles Darwin’in evrim kuramını Türlerin Kökeni kitabıyla
halka açması bundan çok sonra, ancak 1859’un Kasım ayında
gerçekleşmişti. Ayrıca, bilimsel keşiflerin Batı toplumunu çok daha
seküler bir hale getirdiğini gören ve bunun, dünyanın bir anlam
taşımadığı nihilist bir bakış açısına sebep olabileceğini düşünen
Nietzsche de, ancak 1882 yılında “Tanrı Öldü” diye ilan etmişti.
Genel bakış
Charles Darwin’in insanoğlunun maymundan geldiğine
dair ileri sürdüğü fikir, zamanında, Marx’ın bütün
çalışmalarından daha fazla kamuoyu itirazına neden
olmuştur ve derin dini inançlara sahip bazı insanlar için hâlâ
tartışmalı bir meseledir.
Marx’ın hayatının ilk yılları
7
Genç Hegelciler, potansiyel olarak güçlü bir politik kuvvetti;
birçoğu ateistti ve özgürlükçüydü. Prusya devletinin Akıl’ın eriştiği
en son nokta ve Mutlak olanın ifadesi olmadığını iddia ediyorlardı.
İşlerin değişebileceğine ve Almanya’nın daha demokratik bir hale
gelebileceğine inanıyorlardı. Bu, otoritelerin onların faaliyetlerinden
gitgide daha fazla endişe duymasına neden oldu ve Prusya devleti,
büyük bir polis kuvvetinin yanı sıra ajan ve muhbirler tarafından
iyi beslendiği için, gözünü Genç Hegelcilerin faaliyetlerinden
ayırmadı. Bu faaliyetlerin çoğu kuramsaldı: sorunlar hakkında
yazılar yazıyor, bunları birahanelerde tartışıyor ve felsefi noktaları
akademik anlamda ayrıntılarıyla ele alıyorlardı. Ne var ki
harekete geçmiyorlardı ve bu durum, Marx’ın en sonunda onlara
tahammülünün kalmamasına neden oldu. Daha sonra Feuerbach
Üzerine Tezler’de şöyle yazacaktı: “Filozoflar dünyayı yalnızca
değişik biçimlerde yorumladılar; sorun onu değiştirmektir.”
Marx, Berlin Üniversitesine ilk geldiğinde, Hegel’in felsefesi üzerine
pek düşünmüyordu. Aslına bakılırsa, her ne kadar derslerini pek
ilgi çekici bulmamış olsa da bu üniversiteye hukuk okumak için
geldiğinden dolayı bu felsefeyi hiç önemsemiyordu. Okuldaki ilk
dönemini daha çok, çocukluk arkadaşı Jenny von Westphalen
için romantik şiirler yazarak geçirdi. Jenny güzel, kültürlü ve
akıllı bir genç kız olmuştu. Yaz tatilinde çok sık görüşmüşler
ve gizlice birbirlerine söz vermişlerdi. Marx, Jenny’ye duyduğu
aşkı ailesine anlatmıştı, ama bu durum bir yıldan uzun bir süre
Jenny’nin ailesinden saklandı. Birbirlerine deli gibi âşıklardı ve çok
romantik mektuplar yazıyorlardı. Jenny, Marx’a sevgiyle “küçük
yabandomuzum” diye hitap ediyordu.
Her ne kadar Baron von Westphalen Marx’a çok düşkün olsa da,
Marx’ın ailesi genç bir hanımefendinin evlenip gitmeyi düşüneceği
türde bir aile olmadığı için ikili, Baron’un bu evliliğe onay
vermeyeceğini düşünüyordu. Von Westphalen ailesi, bir avukatın
ailesinin ait olduğu sınıftan çok daha yüksek bir sınıftandı. Ayrıca
Jenny, Marx’tan dört yaş büyüktü ve genç bir subayla resmen
nişanlıydı. Jenny, babasıyla konuşmak için uygun bir zaman bulana
kadar aşklarını saklamanın en iyisi olacağını düşünüyordu.
8
Akademik yıl devam ederken Marx, hukuk öğreniminin gitgide
daha az ilgisini çektiğini anladı, ama hayatında ne yapacağı
konusunda kararsızdı. Açgözlü bir şekilde okuyordu ve okuduğu
her şey hakkında not alma alışkanlığı edindi; bu, hayatı boyunca
devam edecekti. Bir hukuk felsefesi yazmaya çalıştı, bunun dışında
şiirler, oyunlar ve kısa bir mizahi roman yazdı, fakat görünüşe
göre birdenbire, asla istediği türde “gerçek” bir şair veya yazar
olamayacağını fark etti. En sonunda ruhsal bir çöküntü yaşadı ve
doktoru tarafından dinlenmek üzere taşraya gönderildi. Hegel’i
okuyup uzun zamandır direndiği bir şey olan Hegelci bakış açısına
yönelmesi burada gerçekleşti.
Bu noktadan sonra Marx, Berlin’deki Hegelci toplulukların aktif
bir üyesi haline geldi. 1837 yılında Doktorlar Kulübüne katıldı.
Bu kulüp, teoloji dalında öğretim görevlisi olan Bruno Bauer ve
radikal bir felsefeci olan Arnold Ruge’nin de dahil olduğu bir grup
genç Hegelciden oluşuyordu.
Babası bu tür radikal fikirleri onaylamıyor ve oğlunun, hukuk
çalışmalarından kendisinin küçümsediği felsefe ve entelektüalizm
dünyasına doğru çekildiğini gördüğü için bilhassa korkuyordu.
Bir mektubunda bu çalışmaları “saçmalığın ve akılsız bilgeliğin
atölyeleri” diye tarif etmişti. Bu, Marx’la ailesi arasındaki büyük
ayrılığın başlangıcıydı, çünkü bir daha hiçbir zaman tatillerde eve,
onların yanına dönmedi ve mektuplarına çok az yanıt verdi. O
yılın sonlarında babası tüberkülozdan ölünce, işlerinin çok yoğun
olduğunu söyleyerek cenazesine gitmedi. Ne var ki aslında ömrü
boyunca babasının fotoğrafını yanında saklamış ve en sonunda
öldüğünde o fotoğrafla birlikte gömülmüştü.
Marx, Berlin Üniversitesindeki üç yıl boyunca çok az derse katıldı
ve enerjisinin çoğunu felsefeye ayırdı. Zamanının çoğunu, orta
sınıf ve taşraya özgü yetişme tarzından alışkın olduğundan daha
bohem bir yaşam tarzına sahip özgür düşünen ve özgürce içen
entelektüeller ve onların arkadaşlarıyla geçirdiği için nişanlısı
Jenny’yi de bir hayli ihmal ediyordu.
Marx’ın hayatının ilk yılları
9
Genel bakış
Bohem yaşam tarzı, on dokuzuncu yüzyılın başlarında tarif
edilmeye başlanan sanatsal yönlü bir özgürlük hayatıdır.
Pek çok yaratıcı insan yoksulluğu genellikle kendisi tercih
etmiş ve sınırlayıcı toplumsal kurallardan kaçmak için
veya alışılmadık bir ahlaka ya da yerleşik olmayan bakış
açılarına sahip olduğu için şehirlerin daha yoksul bölgelerine
taşınmıştı.
Marx, annesi yaşındaki ünlü bir şair olan Bettina von Armin’e
geçici bir romantik ilgi bile duymuştu. Bu ilişkisi, onu bilhassa
nişanlısıyla tanıştırmak üzere evine götürdükten sonra çok uzun
sürmedi.
O zamanlar en yakın arkadaşlarından biri olan Bruno Bauer, daha
sonra düşmanlarından biri olacaktı. Marx, hayatı boyunca çok
yakın arkadaşlıklar kurmuştu, ama kendi fikirleri ilerlemeye devam
edip arkadaşlarınınki yerinde sayınca, her ne kadar bir zamanlar
aynı fikirleri paylaşmış ve aynı ilkelere inanmış da olsa (hatta belki
de bu yüzden), oldukça kişisel nedenlerle kendilerini iğneleyerek
çoğu kez onlara tamamen düşman olma noktasına geliyordu.
Bauer teoloji dalında öğretim görevlisiydi ve Genç Hegelcilerin
önde gelenlerinden biriydi. Marx’ı hukuk öğrenimini bırakıp
felsefeye yoğunlaşması için cesaretlendirdi. Marx’ın küçük bir
kasabada avukat olmaktan çok akademik hayata uygun olduğunu
düşünüyordu.
Bu yüzden Marx, “Demokritos ile Epikuros’un Doğa
Felsefelerindeki Ayrım” konulu tezi üzerinde çalışmaya başladı.
Bunun, doktorasını alıp Berlin Üniversitesinde ders vermesine
imkân sağlayacağını umuyordu. Bu tez, görünürde antik Yunan
felsefesine dair bir tartışmaydı ama Marx, felsefenin dinden
çıkarılması ve her türlü dogmadan özgürleştirilmesi gerektiğini ileri
sürdüğünden dolayı o dönem için oldukça radikal bir çalışmaydı.
10
Ne yazık ki Marx, böylesi tartışmalı bir konuyu yazmak için kötü
bir zaman seçmişti, çünkü o sıralar üniversitenin politikasında
köklü değişiklikler yapılıyordu ve birçok Genç Hegelci işini
kaybetmişti. Marx bu tezinin, muhtemelen kendisini başarısız
bulacak çok tutucu ve gerici bir öğretim görevlisi tarafından
damgalanacağını bildiği için, tezini hızlı ve kolay bir şekilde
derece vermekle ünlü bir yer olan Jena Üniversitesine gönderdi.
Nisan 1841’de buradan Doktora derecesini aldı ve sonra da o
yazın büyük bir kısmını Bruno Bauer ile felsefe üzerine düşünüp
içki içerek geçirdi. Birlikte her türlü muziplik ve şakayla uğraşıp
durdular: mesela ana caddede dörtnala eşek koşturdular ve
Hegel’in ateizminin kendilerini şoka uğrattığını ileri sürdükleri
alaycı bir kitapçık kaleme aldılar. Bu son şakaları geri tepti. Bauer
üniversitedeki görevinden atıldı ve onunla birlikte, Marx’ın da
orada öğretim görevlisi olma şansı uçup gitti.
Gazetecilik hayatı
Marx hayal ettiği akademik görevi alma şansı artık kalmadığı
için ne yapacağı konusunda kararsızlık çekiyordu. Babasının
ölümünden sonra harçlıksız kalmıştı ve ziyaret etmediği annesi,
aile varlığından ona düşen payı kendisine vermiyordu. İlk ve tek
kariyerine koyulmadan önce birkaç
ay amaçsızca seyahat etti. Her zaman açık ve berrak bir şekilde
yazıyordu ve bu yüzden yazılarından bazılarını yayınlamaya
başladı.
Gazetecilik kariyerine, 1842’nin Şubat ayında Genç Hegelcilerin
Deutsche Jahrbücher adlı bültenine sansür hakkında yazdığı bir
makaleyle başladı. Makale ustalıklı bir biçimde yazılmıştı, fakat ne
üzücü ki daha yayınlanmadan kaçınılmaz olarak sansüre uğradı.
Buna rağmen bu bülten o tarihte çok radikaldi ve birkaç ay sonra
da kapatıldı.
Marx daha sonra Köln’e taşındı ve varlıklı fabrikatörlerle
sanayicilerden oluşan bir konsorsiyum tarafından 1841’de
Marx’ın hayatının ilk yılları
11
kurulmuş özgürlükçü bir gazete olan Rheinische Zeitung’da
gazeteci olarak çalışmaya başladı.
O dönemlerde Köln, Sanayi Devriminin kazandırdığı yeni
teknolojik ve endüstriyel ilerlemelerin önde gelen şehirlerinden
biriydi ve Rheinland’ın en büyük şehriydi. Daha demokratik veya
birleşik bir Almanya arzusu taşıyan ve basın özgürlüğüyle konuşma
özgürlüğüne inanan herkesi mıknatıs gibi kendine çekiyordu.
Sanayiciler ilerlemeye inanıyorlardı ve Alman toplumunda
ilerlemeye yol açacak projeleri finanse etmek istiyorlardı.
Gazetenin, bu amaçlarını desteklemenin iyi bir yolu olacağını
düşünüyorlardı.
Rheinische Zeitung’un yazı işleri müdürü Adolf Rutenberg, Marx’ı
çok iyi tanıyordu. Marx’ın Doktorlar Kulübünden içki arkadaşıydı
ve ayrıca Bruno Bauer’in kayınbiraderiydi. Marx’ın gazetedeki
yardımcısı, kısa zamanda iyi bir arkadaşı olan Moses Hess’ti. Gerçi
her zaman olduğu gibi daha sonraları araları bozuldu.
Marx kısa süre sonra, hem hükümeti hem de hükümete yetersiz
biçimde muhalefet eden bazı liberalleri eleştirdiği saldırgan
makaleler yazmaya başladı. Etkileyici kişiliği sayesinde, Ekim
1842’de gazetenin yazı işleri müdürü oldu. Sorumluluğu alır
almaz, çalışmalarının anlamsız olduğuna inandığı, gazeteye yazı
vermekte olan insanların çoğunu küstürdü. Düzgün bir şekilde
düşünülmemiş veya tartılmamış olduğunu hissettiği kuramları
şiddetle eleştiriyordu.
Sansür memuruyla da birçok kez ihtilafa düştü. Prusya’da çıkan her
gazetenin, yayın izni almadan önce bir sansür memuru tarafından
kontrol edilmesi gerekiyordu ve Marx, üstü kapalı göndermeler
ve kelime oyunlarıyla sansür memuruna eziyet edip onu
kızdırmaktan zevk alıyordu. Sansür memuru, bir şeyin basılmaya
uygun olmadığına inandığında (ve bunu sık sık yapıyordu), Marx
onunla saatlerce tartışıyordu. Marx, sansür memurunun fikrini
değiştirmesi için etkileyici entelektüel gücünü kullanıyordu ve
sansür memuru da çoğu kez, Marx’ın sonunda işini kaybetmesine
yol açacağından endişe ediyordu.
12
Tipik kapitalist
işte. Bize yardım
etmek için hiçbir
şey yapmıyor.
Marx bu gazetede geçirdiği dönemde toplumsal ve ekonomik
meselelerle ilgili bilgisinin çok engin olmadığını ve fazlasıyla
kuramsal olduğunu fark etmişti. Ciddi bir şekilde politik iktisat
çalışmaya girişti ve etrafındaki dünyaya daha nesnel ve materyalist
bir ilgi duymaya başladı. Çok tartışmaya yol açan makalelerinden
birini, odun hırsızlığıyla ilgili yeni bir yasanın çıkması üzerine
köylülerin kötü durumu üzerine kaleme almıştı.
Eski feodal yönetim sisteminde, köylülerin ormandan yakacak
odun toplama hakları vardı. Ormanlar özel mülkiyete geçince,
köylüler odun için para ödemek zorunda kaldı ve çoğu da bunu
karşılayamadı. Yasalar o kadar katı ve mantıksızdı ki insanlar yere
düşmüş çıraları toplamaktan ötürü bile ceza alabiliyorlardı. Marx,
bu konuda sert bir makale yazmakta tereddüt etmedi. Gümrük
vergilerinin konmasından ve gümrüksüz şarap ithalinden kötü
yönde etkilenen Mosel bölgesindeki bağcıların kötü durumları
hakkında da yazdı. Bunlar, belgesel habercilik yaptığı ilk
vakalardan bazılarıydı ve Marx ilk kez bu zamanlar özel mülkiyet,
ekonomi, sınıf mücadelesi ve devlet iktidarı meseleleri hakkında
düşünüp yazmaya başladı.
Marx’ın hayatının ilk yılları
13
Gazetenin okur sayısı Marx’ın yazı işleri müdürü olduğu dönemde
çok arttı ve hükümet çevrelerinde şaşkınlık yaratmaya başladı.
Ocak 1843’te gazeteye ve yazı işleri müdürüne köylülerin yakacak
odunlarıyla ilgili makaleden dolayı dava açıldı ve gazete, Berlin
hükümetinin talimatıyla kapatıldı. Gazetenin kapanması büyük
oranda, yine Ocak ayında gazetede çıkan Rusya karşıtı bir
makaleye itiraz eden Rusya Çarı I. Nicolas’ın müdahalesinden
dolayıydı.
Her ne kadar Marx tekrar işsiz kalsa da bu yüzden mutsuz olmadı,
çünkü hükümet politikaları, sansürler ve resmi yetkilileri memnun
etme ihtiyacı yüzünden sınırlandığını fark etmeye başlamıştı.
Bauer’in ve Doktorlar Kulübündeki diğer eski arkadaşlarının
entelektüel olarak yalnız kaldıklarını ve gereğinden fazla zamanı
akademik fikirlere ve dinin kötü yanlarını açığa çıkarmaya
harcayarak fazlasıyla kuramsal dünyaya sıkıştıklarını görüyordu.
Marx bundan daha fazlasını yapmayı arzuluyordu. İnandığı şeyleri
özgür bir şekilde ve tutkuyla yazabilmek istiyordu. Bunu Prusya’da
yapmasının artık mümkün olmadığını bildiği için 1843’te Paris’e
taşındı.
Marx, yedi yıllık bir nişanlılık süresinden sonra en sonunda
Jenny’yi eşi olarak kabul edip Paris’e evli bir adam olarak
taşınmıştı. Baron von Westphalen nihayet bu evliliğe onay
vermişti ama düğünden önce öldü. Mutlu çift Haziran 1843’te
kibar bir kaplıca kasabası olan Kreuznach’ta evlendiler.
Jenny’nin üvey kardeşi Ferdinand ailenin reisiydi ve bu
evliliğe onay vermediğini düğüne katılmayarak gösterdi, fakat
küçük kardeşi Edgar ve onlara bir ev kurmaları için büyük
miktarda para veren annesi katıldılar. Bu parayı balaylarında
iyi vakit geçirmek için harcayarak kısa zamanda bitirdiler.
Hediye olarak, ailelerine ait eski bir gümüş çatal bıçak takımı
da almışlardı. Bu hediye evliliklerinin ilerleyen zamanlarında
onların çok işine yarayacaktı, ama muhtemelen Jenny’nin
annesinin tasarladığı şekilde değil. Takım sık sık rehinci dükkânını
boylayacaktı!
14
Marx balayında bile yazmaya devam etti ve Hegel’in Hukuk
Felsefesinin Eleştirisi üzerinde çalıştı. Bu çalışması 1927’ye
kadar basılmadı, ama bu kitapta Marx’ın, Alman toplumunda
demokratik araçlar yoluyla radikal politik değişimin
gerçekleşmesini umduğunu görebiliyoruz. Bu dönemde henüz,
işçilerin devrimi üzerine herhangi bir kuramı net bir biçimde dile
getirmiş değildi.
Paris, Avrupa’nın devrimciler başkentiydi; binlerce Alman sürgün
de dahil büyük bir mülteci nüfusuna sahipti. Her ne kadar Fransa
tekrardan monarşiyle yönetilmeye başlamış olsa da, geçmişteki
devrimlerin şöhreti muhalifleri bu şehre çekiyordu. Marx’ın
sanatçılarla işçiler de dahil her kesimden çok sayıda üyeye sahip
komünist ve devrimci hiziplerle tanışması burada gerçekleşti.
Marx Paris’e, Berlin Üniversitesinden eski bir arkadaşı olan
Arnold Ruge’nin kendisini ikna etmesi üzerine taşınmıştı. Ruge,
kendi ailesinin, Marx’la Jenny’nin ve Alman şair Heine’yle
karısının bir çeşit deney olarak komünal bir biçimde birlikte
yaşayabileceklerini umuyordu. Heine’nin karısının böyle şeylere
hiç ilgisi yoktu ve Ruge’yle karısı da Marx’ın dağınıklığına ve
geceleri yazmasına tahammül edemedikleri için bu deney sadece iki
haftada başarısızlıkla sonuçlandı. Marx ve Jenny kendi dairelerine
taşındılar ve Jennychen olarak da bilinen ilk çocukları Jenny 1844
Mayısında dünyaya geldi.
Marx, Ruge’nin kurduğu Deutsch-Französchische Jahrbücher
adlı yeni derginin yazı işleri müdürü oldu. Her ne kadar sansür
sorunlarından dolayı sadece bir sayısı çıkmış olsa da bu dergi
Marx’ın düşünme süreçlerinin gelişiminin önemli bir parçasıydı,
çünkü ilk kez entelektüellere değil işçilere yönelik bir şey yazıyordu.
Marx’ın işçi sınıfıyla gerçekten yüz yüze gelmesi Paris’te
gerçekleşmişti ve bu, komünizmin olanakları hakkındaki düşünme
biçimini tamamen değiştirmişti.
Marx’ın hayatının ilk yılları
15
Genel bakış
Komünizmin, Fransız Devriminin ideallerinin gelişmesi
sonucu, henüz Marx onun hakkında yazmadan önce de
var olduğunu unutmamamız gerekir. Bununla beraber, bu
terimi ilk yaygınlaştıranlar, Komünist Birlik’in önde gelen
üyelerinden Marx ve Engels oldu.
Marx öğrenciyken kuramsal ve soyut terimlerle yazıyordu;
gazeteci olunca, yoksulların gerçekçi sorunları ve özel mülkiyete
karşı mücadeleleri hakkında yazmaya başladı, ama hakiki
anlamda onların arasına karışmadı. Buna rağmen en sonunda
Paris’te işçilerle tanışmaya ve Adam Smith gibi politik iktisatçıları
incelemeye başladı. Toplum ve ekonomi üzerine materyalist
terimlerle, yani soyut bakışlarla değil hakiki terimlerle düşünmeye
başladı. Silezyalı dokumacıların çıkardığı bir ayaklanma esnasında
işçilerin toplumu değiştirme gücüne ikna oldu. Bu, dokumacıların
isyanını çok eleştirel bir dille kaleme alan Ruge’yle arasında büyük
bir tartışmaya yol açtı. Bu tartışma, arkadaşlıklarının ve Marx’ın
Genç Hegelcilerle bağlantısının sonu oldu.
Marx Paris’te pek çok devrimci ve özgürlükçü düşünürle tanıştı.
Anarşist Pierre Joseph Proudhon ile Mikhail Bakunin ve Alman şair
Heinrich Heine’yle çok iyi arkadaş olmuştu.
Genel bakış
Anarşistler, devletin bir hükümete ihtiyacı olmadığını
savunurlar. On dokuzuncu yüzyılda anarşinin yükselmesi
Fransız Devrimi neticesinde gelişti. Bu, anarşi teriminin
politik ve toplumsal bir kaos durumunu tarif etmek üzere
kullanılmasına yol açmıştır ki kelimenin asıl kullanımında
kast edilen bu değildi.
Jahrbücher dergisi kapanmış olmakla birlikte Almanya’da
ve Alman sürgünler arasında geniş bir okur kitlesine sahip
16
olmuştu. Bunun sebeplerinden biri Marx’ın, Heine’yi hiciv dolu
birkaç sosyalist şiir yazmaya ikna etmesiydi. Bu arada Heine,
Marx’ın zaman içinde arasının açılmadığı birkaç arkadaşından
biriydi, çünkü Marx, şairlere hoşgörülü davranmak gerektiğine
inanıyordu. Kızı Eleanor’un söylediğine göre şairlerin, diğer
insanların yargılandığı ölçülere göre yargılanmaması gerektiğine
inanırdı. Kuşkusuz bu sebebin yanı sıra, küçük Jennychen havale
geçirdiğinde onu soğuk suyun altına sokarak hayatını kurtardığına
inandığı için Heine’ye duyduğu sonsuz minnettarlık da vardır.
Marx’ın Paris’te uyandırdığı yeni etkiler onu, 1844 yılında
Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nı yazmaya yönlendirmiştir.
Her ne kadar bu çalışması 1932 yılına kadar yayınlanmamış olsa
da bu eserde, tarihin materyalist bir bakış açısıyla incelenmesi ve
işçilerin kapitalizm içindeki rolleri üzerine daha sonra geliştirdiği
bazı kuramlara yaklaştığını görebiliyoruz. Marx’ın sözü geçen
kuramları, kitabın ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarıyla ele
alınacaktır.
O yıl içinde Marx, gazetecilik kariyerinin başlarında da kısa bir
süreliğine yolunun kesişmiş olduğu Friedrich Engels’le tekrar bir
araya gelme fırsatı yakaladı. Engels, radikal bir gazeteci ve genç
bir Hegelci olarak nam salmıştı ve Jahrbücher’e katkıda bulunmak
istiyordu. Engels önceden Rheinische Zeitung’da da yazmıştı, ama
o zamanlar Marx, onun fazlasıyla teoriye kaçtığını düşünmüş
ve fikirlerine pek güven duymamıştı. O dönemden sonra Engels
babasının fabrikasında çalışmak üzere Manchester’a gitmişti.
Şehirdeki dehşet verici yoksulluğa ve Sanayi Devrimine bizzat tanık
olmuştu. Sendikacılığın ilk biçimi olan Chartist harekete katıldı ve
sonradan birlikte yaşamaya başladığı fabrika kızı Mary Burns’le
tanıştı. Bunlardan anlaşılabileceği gibi Engels, kendi sınıfından
insanların normalde adım bile atmayacağı gecekondu bölgelerine
sık sık gidiyordu. Bu deneyimlerinin sonucunda yoksulların
hayatlarına dair korkunç raporların da yer aldığı sarsıcı kitabı
İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nu kaleme aldı. Bu kitap Marx’ı
gerçekten çok etkilemişti ve 1844’ün Ağustos ayında Engels Paris’i
ziyaret ettiğinde onunla yeniden bir araya geldiği için çok memnun
Marx’ın hayatının ilk yılları
17
olmuştu. Bu ziyaretinin büyük kısmını birlikte geçirdiler, kısa
zamanda dost oldular ve yazdıkları makalelerde işbirliği yapmaya
başladılar.
Birlikte yazacakları ilk yazının, Bruno Bauer ve yandaşları
hakkında kısa bir eleştiri olmasını planlamışlardı, ama bu makale
büyük kısmını Marx’ın kaleme aldığı 200 sayfalık bir kitapçığa
dönüştü. Kutsal Aile, felsefi ve edebi eleştiriler içeriyor ve
işçilerin haklarını savunuyordu, ama aslında Marx’ın, Bauer ve
yandaşlarına dair yüksek perdeden eleştirilerini de içeriyordu.
Marx artık Almanya’nın yanı sıra Fransa’da da kötü bir şöhret
kazanmaya ve Fransız otoritelerini endişelendirmeye başlamıştı.
Marx’ın Fransa’dan sınır dışı edilmesi için Prusya hükümetinin
çok çaba harcamasına gerek bile kalmamıştı. 1845 yılında buradan
sınır dışı edildikten sonra Marx, Brüksel’e taşındı ve kısa süre
sonra Engels de işini bırakıp onun ardından gitti. Birlikte, tarihsel
materyalizmin ilk kez yapılandırılmış bir şekilde tanımlandığı
Alman İdeolojisi üzerine çalıştılar. Bu kitap Marx’ın ölümünden
önce basılamadı, ama Marx o zamanlar, bu kitabın asıl amacının
kendi fikirlerini netleştirmesine yardımcı olmak olduğunu fark
etmişti.
Marx ve Engels burada, çok sayıda Alman üyeye sahip gizli bir
devrimci topluluk olan Adiller Birliğine katıldılar. Bu sürgün
kişilere öncülük yapan kişi, devrime inanan Fransız radikal
Auguste Blanqui’yle aynı görüşleri paylaşan Alman terzi Wilhelm
Weitling’di. Weitling, işçilerin çoğunluğunun komünizm tarafına
çekilemeyeceğini ve azınlığın, onlar adına yönetimi ele geçirmesi
gerektiğini düşünüyordu. Bu Birlik Fransa’da yasaklanmıştı ve bu
yüzden de genel merkezi Londra’daydı. Nihayetinde, Weitling’in
fikirlerine inananlarla işçilerin eğitim yoluyla gitgide komünizm
tarafına çekilebileceğine ve komünizme barış içinde geçiş
yapılabileceğine inananlar arasında büyük bir ayrılık oluştu.
1847 yılında, Marx ve Engels Birlik’in başına geçtiler ve bu
Birlik’i gizli bir topluluktan Komünist Birlik adında açık bir
18
örgüte dönüştürdüler. Yeni Birlik’in Aralık ayında yapılan ikinci
toplantısında Marx ve Engels’ten, Birlik’in temel görüşlerini
kaleme alıp bir ilkeler bildirisi yani bir manifesto yazmaları istendi.
Komünist Birlik’in şimdiden bir sloganı vardı bile: “Dünyanın
bütün işçileri, birleşin!”
Komünist Manifesto
Komünist Birlik’in hedefi, eski burjuva toplumunu alaşağı etmekti.
Marx ve Engels’in, Birlik’in amaçlarını açıklığa kavuşturan bir
belge hazırlamaları gerekiyordu. Ne yazık ki Marx, bu göreve
hemen yoğunlaşamadı ve ancak komiteden, söz verdiği ürünü
teslim etmediği takdirde “kendisine karşı birtakım tedbirler
alınacağı” doğrultusunda tehdit yüklü bir mektup aldıktan
sonra bu işin başına geçebildi. Belge Şubat 1848’de nihayet
tamamlanabildi ve açılış cümlesi şöyleydi: “Avrupa’da bir hayalet
dolaşıyor – Komünizm hayaleti.”
Bu broşür, en eski sosyalist yazılardan biridir, ama bununla
beraber, biçimsel anlamda zamanı geçmiş ve oldukça arkaik
görünmesine rağmen, bugün hâlâ basımı yapılmaktadır ve
günümüze uygun bölümleri bulunmaktadır. Her ne kadar Marx
Manifesto’yu Engels’le önceden görüşmüş ve Engels de onu kaleme
almak için birkaç girişimde bulunmuş olsa da, belgenin son hali
neredeyse tamamen Marx’ın çalışmasıdır ve Marksizm’in henüz
gelişmemiş ilk biçimi bu belgede görülebilir.
Komünist Manifesto:
• o zamanlar mevcut olan kapitalist sistemi tarif eder ve nasıl
alaşağı edileceğini açıklar
• proletaryayı ve nasıl ortaya çıktığını tarif eder
• proletarya ve burjuvazi arasındaki çatışmayı inceler
• devrim fikrini ortaya koyar
• komünizmin uygulamada nasıl işleyeceğini açıklar
Marx’ın hayatının ilk yılları
19
Manifesto şu sözlerle biter: “Proleterlerin zincirlerinden başka
kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları bir dünya
var. Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” Bu söz, devrimci metinler
arasında en meşhur sözlerden biridir. İşçilere çağrı yapmak
amacıyla yazıldığı için propaganda hissi taşır. Manifesto içindeki
fikirler, bu kitap boyunca çok daha ayrıntılarıyla ele alınacaktır.
Sürgün
Marx, Almanya ve Fransa’dan zaten sürülmüştü. Komünist
Manifesto’nun yayınlanmasının ardından şimdi de Belçika
otoriteleri ona şüpheyle bakmaya başlamıştı. Buna rağmen 1848,
Marx ve Engels için heyecan verici bir yıldı, çünkü Manifesto’nun
yayınlanmasından kısa bir süre sonra, birçok Avrupa şehrinde
devrimler ve ayaklanmalar baş göstermişti. Fransa’yı süpüren yeni
huzursuzlukların sonucu olarak Şubat 1848’de Kral Louis Philippe
tahttan çekildi. Yeni bir Fransa Cumhuriyeti ilan edildi. Bu, Marx
ve Engels’in bekledikleri devrimlerin başlangıcı olabilir miydi?
Prusyalı polis ajanları Marx’ı izlemeye devam ediyorlardı.
Nisan 1847’de, Prusya’nın Brüksel elçisi, Marx’ın yazı işleri
müdürü olduğu gazetenin basılmasını talep etmişti. Ve şimdi de,
ayaklanmalar baş gösterdiği için otoriteler onun ülkeden atılmasını
istiyordu.
Mart 1848’de Belçika Kralı I. Leopold tarafından, Marx’ın bir
daha asla geri dönmemek üzere ülkeden ayrılmasının istendiği bir
ferman imzalandı. Marx, bir süredir Fransa’daki hayatına geri
dönmeyi düşündüğü için bu karara pek üzülmedi. Bir zamanlar
Marx’ın Paris’ten ihraç edilmesi emrini taşıyan formu imzalayan
devlet görevlisi işinden atılmıştı ve şu anda geçici hükümetin üyesi
olan eski sosyalist yoldaşlardan Ferdinand Flocon, Marx’ı ülkeye
geri davet ediyordu.
Ayrılmayı kendisinin de istemesine rağmen, uygun bir pasaport
taşımama gibi uydurma sebeplerle tutuklandı ve bir hapishane
20
hücresine atıldı. Tutuklanmasının resmi sebebi bu olsa da asıl
neden muhtemelen, Belçika’da çalışan muhalif Almanlara sağladığı
finansman olmalıydı. Bu paranın bir kısmı, otoritelerin endişelenip
endişelenmeyeceği önemsenmeden tüfek, bıçak ve başka silahlar
almak üzere kullanılmıştı. Jenny Marx da geniş kapsamlı yersiz
yurtsuzlar yasalarına dayanılarak tutuklandı, ama ertesi gün ikisi
de jüri tarafından suçsuz bulundu. Onlara, ülkeyi terk etmeleri
için sadece birkaç saat verildi. Polis eşliğinde Fransa sınırına
götürülmeden önce bütün varlıklarını hızlı bir şekilde satmaları
gerekiyordu.
Marx, 5 Mart’ta Paris’e ulaştı. Kısa zamanda Fransızların
örneğinden ilham alarak Engels’le birlikte bir Alman devrimi
yolunda çalışmaya başladılar. Komünist Manifesto üzerinde
değişiklik yapıp onu Almanya’daki Komünist Parti’nin Talepleri’ne
dönüştürdüler ve dağıtabildikleri kadar dağıttılar.
Marx, daha etkin olmak için Almanya’ya geri dönmesi gerektiğini
fark etti ve bu yüzden tekrar Köln’e taşınmaya karar verdi. Orada
hâlâ bağlantıda olduğu insanlar vardı ve bazılarının yeni uğraşında,
adı Neue Rheinische Zeitung olacak gazetede kendisine yardım
edeceklerini umuyordu. Köln’e ulaştığında otoritelere haber verip
onlardan Prusya vatandaşlığını yenilemelerini istedi, ama bu isteği
reddedildi. Engels de ailesini bu yeni girişime finans sağlama
konusunda ikna etmeyi umarak ailesinin yanına döndü, ama o da
başarısız olmuştu.
Marx’ın aile mirası da dahil olmak üzere bütün paralarını ortaya
koyarak Haziran 1848’de güçlüklerle ilk sayılarını çıkarmayı
başardılar ve gazete, kısa zamanda büyük bir tiraja ulaştı. Bu
başarının bir kısmını, gazetenin cesur ve çoğu kez nükteli tarzına
borçluydular. Bu gazete, daha kuru ve tutarsız felsefelerle dolu olan
diğer Alman gazetelerinin aksine bilgilendiriciydi ve asıl noktaları
kaçırmıyordu. O sıralar Almanya’da da devrimci ayaklanmalar
başladığı ve Berlin’de sokak çatışmaları gerçekleştiği için, bu gazete
otoritelerin pek hoşuna gitmedi. Gazeteye ve editörlerine karşı polis
zorbalığı başladı. Ekim 1848’de Engels Belçika’ya gitmek üzere
Marx’ın hayatının ilk yılları
21
buradan ayrıldı ama orada tutuklanıp Fransa’ya sınır dışı edildi ve
gazete de birkaç hafta basılmama cezası aldı.
Engels döndükten sonra Marx’la birlikte “savcıya hakaret”
suçuyla yargılandı. Çok sürmeden, Marx’ın zekice ve nükteli
savunması sayesinde bu suçlamadan kurtuldular. Hemen ardından
Marx, insanları vergi ödemeye gerekirse zor kullanarak direnmek
konusunda cesaretlendirmek sebebiyle “isyana teşvik” suçlamasıyla
tekrar tutuklandı. Ve tekrar beraat etti. Art arda iki kez beraat
ettiği için yasaların üstünde olduğunu hissetmeye başlamıştı ve
otoriteleri kızdırmaya devam eden makaleler yazmayı sürdürdü ve
hatta daha da cüretkâr davrandı. Artık bu kadarı çok olmuştu ve
otoriteler Mayıs 1848’de gazetenin üstüne atıldılar, onu kapattılar
ve çalışanların tümüne dava açtılar. Prusyalı olmayanların hepsi
sınır dışı edilecekti ve vatandaşlığını yenileyemediği için Marx da
sınır dışı edilecekler arasında yer alıyordu. Her şeyini sattı, aile
yadigârı gümüş takımlar rehin dükkânına gitti ve Marx’la ailesi
Paris’e taşındı.
Paris, bir zamanlar terk ettiği şehirden tamamen farklıydı. Devrime
karşı kral taraftarı bir tepki büyümüştü ve yabancı devrimcilerin
tümü tahliye edilmişti. Silahlı polisler, onu Brittany’nin kırsal bir
bölgesine sürmek üzere kapısına dayandığında, Marx Paris’e daha
yeni varmıştı. Jenny hamile olduğu için Marx’ın peşinden gitmeden
önce ona bir ay mühlet verildi. Marx, hiçbir yerin ortasındaki bir
bataklık olarak gördüğü bu yerde yaşamak istemiyordu. Almanya
veya Belçika’ya geri dönemedi. İsviçre’ye gitmeye çalıştı ama
pasaport vermediler. Bu yüzden İngiltere Dover’a giden ilk gemiye
bindi.
22
BUNLARI UNUTMAYIN
• Karl Marx 5 Mayıs 1818’de, Almanya’nın o zamanlar
Prusya’ya ait olan Trier kentinde doğdu.
• Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi yüzünden o dönemde
Avrupa büyük toplumsal ve politik çalkantılar içindeydi.
• Marx’ın çocukluğunun ilk yılları hakkında çok fazla şey
bilinmemektedir.
• Akıllıydı ve nükteci bir karakteri vardı, ama bazen karamsar
ve hırçın olabiliyordu ve genellikle arkadaşlarıyla arası
açılıyordu.
• Üniversitede hukuk okuyordu, ama felsefe alanına geçti.
• Üniversiteden ayrılması üzerine gazeteci olarak çalışmaya
başladı ve köylülerin kötü durumu hakkında yazdığı
tartışma yaratan yazılarla kısa zamanda otoritelerin
dikkatini çekti.
• Kültürlü ve aristokrat bir aile dostlarının kızı olan Jenny von
Westphalen ile 1843 yılında evlendi.
• Yine 1843’te, radikallerle devrimcilerin arasına karıştığı ve
Komünist Birlik’e katıldığı Paris’e taşındı.
• Hayatı boyunca arkadaşı ve eşyazarı olacak Friedrich
Engels’le bu dönemde tanıştı ve 1847’de beraberce Komünist
Manifesto’yu yazdılar.
• Marx Fransa’dan, Prusya’dan ve Belçika’dan sürüldü ve bu
yüzden İngiltere’ye taşındı.
Marx’ın hayatının ilk yılları
23
2
Marx’ın hayatının sonraki yılları
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
• Marx’ın hayatının sonraki yılları ve Londra’daki çalışmasının
kilit olguları
• Engels’le arkadaşlığı ve çalışma ortaklığı
• Kapital üzerine ve Enternasyonal’daki çalışmaları
• hayatının sonu.
Londra’ya taşınma
Marx 1849’da Londra’ya taşındığında, orada en fazla birkaç ay
kalmayı umuyordu. Ancak her şey tersyüz olduğu için, 1883’te
ölene dek yaklaşık 35 yıl boyunca orada yaşamak durumunda
kaldı. Highgate mezarlığına gömüldüğü için Londra’dan bir daha
asla ayrılmadığı da söylenebilir.
Londra birçok göçmeni hoş karşılamış ve birçok politik muhalife
barınak olmuştur. O zamanlar dünyanın en büyük şehriydi ve
zenginlerle yoksulların yaşamları arasında belirgin bir karşıtlık
bulunuyordu.
Yoksulların dünyası; havaya yoğun dumanlar salan, Thames
nehrine pis sularını akıtan fabrikalarla dolu ve insanların, temiz
sularıyla doğru düzgün tuvaletleri bile olmayan sağlığa elverişsiz
koşullara sahip gecekondularda tıklım tıkış yaşadıkları geniş bir
Marx’ın hayatının sonraki yılları
25
vahşi endüstriyel doğa gibiydi. Hastalıklar kol geziyordu, kolera
salgını çok yaygındı ve ölüm oranları çok yüksekti.
Genel bakış
Viktorya döneminde yaşayan yoksulların hayatlarıyla
ilgili daha çok fikir sahibi olmak için Charles Dickens’ın
romanlarına, özellikle de Oliver Twist, Küçük Dorrit ve Zor
Zamanlar’a ve ayrıca Elizabeth Gaskell’in Kuzey ve Güney
romanına bakılabilir.
Marx, bu dünyayı bizzat gözlemledi. Londra’daki ilk yılları
yoksulluk içinde geçti ve ne yazık ki bu durum aile hayatını da
etkiledi. Biri yeni doğmuş bir bebek olan üç çocuğu burada hayatını
kaybetti. Her ne kadar çocuk ölümleri o dönemde bütün toplumsal
sınıflar arasında yaygın olsa da, genç yaşta ölenler genellikle
yoksullardı. Marx’ın kendi hayatı ve etrafındakilerin hayatlarına
dair gözlemleri, yoksulluğu işleyen yazılarının oldukça canlı ve
insanları böylesi korkunç koşullarda yaşamak durumunda bırakan
sisteme karşı nefret dolu olmasını getirmiştir.
Hayat şartlarında böylesi bir düşüş yaşamak özellikle de, bolluk
ve ayrıcalıklarla dolu aristokrat bir yaşamdan gelen karısı Jenny
için zor olmuş olmalı. Jenny, Eylül 1849’da üç küçük çocuğuyla
Londra’ya ulaşmıştı: Jenny (Jennychen), Laura ve Edgar. Dördüncü
çocuğuna da hamileydi. Bu çocuk 5 Kasım’da Guy Fawkes
gününde dünyaya geldi. Marx, oğlunun, Parlamento Binasının
devrimciler tarafından havaya uçurulma girişiminin anıldığı bugün
doğmasından çok hoşlanmıştı ve ona, suikastçıların önderi anısına
Heinrich Guido adını verdi. Ama çocuğa aile içinde genellikle
Fawkesy deniyordu.
Londra’daki aile hayatı
Marx o kadar ünlü bir simgedir ki onun da bir insan ve aile babası
olduğunu unutmak çok kolaydır. Marx ve ailesi ilk başta, başka
26
pek çok mültecinin de yaşadığı Soho civarındaki kiralık evlerde
kaldılar. Bir kez daha mahkemeye verildiler ve icraya düştüler.
İcra memurları gelip zaten birkaç parça olan eşyalarını, hatta
çocukların oyuncaklarını bile aldılar. Mobilyalarını dışarıdaki
kaldırıma taşıyıp henüz küçük Fawkesy’yi emziren Jenny’yi boş
zemin üstünde bıraktılar.
Zavallı Fawkesy sağlıksız bir çocuktu, sürekli havale geçiriyordu
ve Aralık 1850’de hayatını kaybetti. Bu esnada Jenny Marx yine
hamileydi ve kızları Franziska Mart 1851’de dünyaya geldi.
Franziska, ciddi bir bronşit nöbeti geçirdikten sonra daha
bir yaşındayken öldü. Babası cenaze masraflarını bile
karşılayamamıştı. En sonunda iyi niyetli bir Fransız komşuları, bir
cenaze levazımatçısı tutup küçük kızın onuruyla ebedi istirahatine
gittiğini görmeleri için aileye borç verdi.
Aile, 1850’nin sonunda Dean Caddesi 28 numaradaki daha kalıcı
bir eve taşındı. Bu ev bir apartmanın çatı katındaydı ve sadece iki
odası vardı. Bir erkek ve karısı, çocukları, hizmetçileri (Helene
Demuth) ve arada bir gelen kâtip (Wilhelm Pieper) için bu ev
mengene gibi olmalıydı. Lenchen olarak bilinen Helene Demuth
hamile kalmıştı. İddialara göre bu çocuğun babası da Marx’tır.
Helene’in oğlu Haziran 1851’de dünyaya geldi ve Freddy Lewis
Demuth ismini aldı. Evlatlık verildi ve hayatının büyük bir kısmını
Londra’da Hackney semtinde geçirdi. Doğum belgesinde baba adı
yazmıyordu ve her ne kadar söylentilere göre oğlan Marx’a çok
benzese de o zamanlar birçok insan, çocuğun babasının Engels
olduğuna inanıyordu. Engels hayatının ilerleyen döneminde, bu
dedikoduya kendisinin müsaade ettiğini, çünkü Marx’ın ailesini
utançtan kurtarmak istediğini söylemiştir. Bu konuda kesin bir
kanıt olmasa da, bu çocuğun babası hakkında ipucu veren pek çok
aile mektubu vardır ve bugün akademisyenlerin çoğu, Freddy’nin
de Marx’ın oğlu olduğuna inanır. Pek tabii bu arada Prusyalı
polis ajanlar Marx’ın “gerçek bir bohem” hayatı yaşadığını rapor
etmişlerdir.
Marx’ın hayatının sonraki yılları
27
Marx’ın ailesi, Prusya polisinin gizli ajanları tarafından düzenli
olarak gözetleniyordu, çünkü pek çok Avrupa devletinin
hükümetlerini alaşağı edip yönetici sınıflarıyla hükümdarlarını
giyotine göndermek isteyen tehlikeli devrimciler olduklarına
inanılıyordu. Jenny’nin üvey kardeşi Ferdinand von Westphalen
Prusya’nın içişleri bakanı olduğu için, bu konuya kötü aile
duyguları da bulaşmıştı. Ferdinand, kardeşinin Marx’la evliliğine
en baştan beri karşıydı.
Ne var ki bu ajanlar çok etkili değillerdi ve Marx’la Engels
genelde kendilerini takip eden veya aylak aylak dolaşıp not alan
ajanları tespit edebiliyorlardı. Kendilerini sahte komplolara
çekme oyunlarına da gelmiyorlardı. Bununla beraber bir ajan
evlerine sızmayı başarabilmiş ve evlerinin korkunç kirli hali ve
özellikle de Marx hakkında bir rapor yazmıştı. Bu raporda Marx’ı
yıkanmayan, çok sigara içen, çok içki içen ve düzensiz saatlerde
yaşayan biri olarak tarif ediyordu. Evlerine gelen ziyaretçiler
de, hepsinin üstü toz tabakasıyla kaplı kırık eşyalarla, her yere
dağılmış kâğıtlar, kitaplar, pipolar ve tütünlerle, orada burada
duran oyuncaklarla burada tam bir kaosun hâkim olduğunu
söylüyorlardı.
Evin bohem havasına, buraya gelen pek çok ziyaretçi ve Marx’la
politik tartışmalar yapmak için gece gündüz demeden eve
uğrayan Komünist Birlik üyeleri de katkıda bulunuyordu. Marx,
çalışmalarını düzgün bir sırada tutması için bir kâtip tuttuğundan
dolayı ev iyice tıkış tıkış olmuştu. Gerçi bu kâtibe ödeyecek pek
fazla parası yoktu ve genç adam, Wilhelm Pieper da işinde pek
etkili sayılmazdı.
Pieper kendisini havalı bir Byroncu romantik olarak görüyordu.
Marx için makaleler çevirmesi gerektiği halde çevirileri o kadar
kötü oluyordu ki çoğu kez Engels bunları tekrar çeviriyordu. Jenny
Marx onu pek önemsemiyor ve onun yaptığı işleri kendisinin
kolaylıkla yapabileceğine ve böylece aileye para tasarrufu
sağlayabileceğine inanıyordu. Ne var ki bu kâtip zaman zaman
romantik maceralarından ötürü ortadan kaybolan faydasız biri de
28
olsa Marx kâtip fikrinden hoşlanıyordu. Pieper, birkaç yıl boyunca
ara ara Marx ailesiyle birlikte yaşadı ve çoğu kez Marx’la aynı
yatağı paylaştı, çünkü ev aşırı kalabalıktı. En sonunda öğretmen
olmak üzere evi terk etti ve Jenny de nihayet mükemmel bir kâtip
olabileceğini kanıtlama fırsatına erişti.
İşte Marx’ın çocukları bu tuhaf evde, genellikle art arda günlerce
sadece ekmek ve patates yiyerek büyüdüler. Marx neredeyse
hiçbir zaman faturalarını ödeyemiyor ve ailesinden biri
hastalanınca ilaç alamıyordu. O dönemler sosyal devlet diye bir şey
olmadığı için, doktor faturalarının ve ilaçların parasının ödenmesi
gerekiyordu. Kötü koşullar ve düzgün beslenmeme sonucu aile
bireyleri sık sık hastalanıyordu. O dönemler antibiyotik de
yoktu, bu yüzden enfeksiyonlar insanları çok çabuk etkisi altına
alıyordu ve bugün kolaylıkla tedavi edilebilen hastalıklar yüzünden
insanlar ölüyordu.
Acaba rehincinin işareti neden
üç top şeklinde?
Marx’ın hayatının sonraki yılları
29
Marx, hayatı boyunca göğüs hastalığıyla mücadele etti ve
yinelenen bronşit nöbetleri geçirdi. Çok fazla sigara içiyordu ve
Kapital’den elde ettiği paranın, o kitabı yazarken içtiği sigaraların
parasını bile çıkarmadığı konusunda sık sık espri yapıyordu.
Mektuplaşmalarında sık sık şikâyet ettiği çıbanlar yüzünden
sıkıntı çekiyordu. Bunlar, kızgın veya stresli olduğunda alevlenen
kabarcıklardı ve bazen o kadar kötü oluyorlardı ki oturamıyordu.
Muhtemelen zayıf beslenme yüzünden de kötüleşiyorlardı ve çok
fazla içtiğinden dolayı karaciğer sorunları yaşıyordu. Ayrıca,
bugün olsa stres diyeceğimiz sıkıntıyı da çekiyordu. Bir aileyi
geçindirmeye, yazmaya ve politik bir hareketi örgütlemeye çalışmak
sık sık nükseden uykusuzluk ve baş ağrısı krizlerine yol açıyordu.
Marx, biraz para bulmak için eşine miras kalan gümüş takımı
ve arada bir de sırtındaki paltoyu götürdüğü rehinci dükkânının
müdavimi olmuştu. Bir keresinde bir gece boyunca gözaltında
kalmıştı, çünkü rehinci dükkânına böyle güzel bir gümüş
takımla gelen pejmürde bir mültecinin kesinlikle bunu çaldığını
düşünmüşlerdi. Ancak Jenny polise gidip durumu açıklayınca
serbest bırakılmıştı. Bu dönemlerde Engels onlara çok yardımcı
oldu ve borçlarını ödeyebilmeleri için babasının fabrikasından sık
sık para yolladı.
Marx, alacaklılar ve öfkeli esnaf kapıya dayandığında, evde
olmadığını söyletmek için genellikle çocuklarına kapıyı açtırıyordu.
Özellikle küçük Edgar, onları uzaklaştırmak konusunda çok
başarılıydı ve tek erkek çocuk olduğu için babasının gözdesiydi.
Marx’ın aile hayatı biraz kaotikti, ama çocuklarını çok sevdiği ve
o dönem için alışılmışın tersine onlarla çok zaman geçirdiği için
çok sıcaktı. Hepsi de Marx’ı eski lakabı olan Moor (Mağribi)
diye çağırırdı. Çocuklarına klasiklerle Shakespeare okur ve kötü
efendilere karşı yoksulların zaferi hakkında peri masalları ve
hikâyeler uydururdu.
1855 yılında bir çocuğu daha oldu. Eleanor adını alan bu kız
çelimsiz ve hasta bir çocuktu. O doğduğunda Edgar henüz altı
yaşındaydı ve o da ateşlenip hasta ve zayıf düştü. En sonunda
30
doktorlar, o zamanlar verem olarak adlandırılan tüberküloza
yakalandığını teşhis ettiler. Bu, oldukça bulaşıcı bir hastalıktır ve o
zamanlar tedavisi de yoktu. Ne yazık ki Edgar günden güne eriyip
Nisan 1855’te öldü.
Bütün aile büyük bir üzüntüye kapıldı, ama en çok da Marx,
Edgar’ın ölümünü çok kötü karşıladı ve bir türlü avunamadı.
Engels aileyi kısa bir tatile çıkardı, ama geri döndüklerinde
Edgar’ın etrafa dağılmış oyuncaklarının görüntüsü Jenny ve Marx’ı
çok daha fazla kederlendirdi. Üç çocuklarının hayata gözlerini
yumduğu bu yerden taşınmaya karar verdiler. Bugün, Marx ve
ailesinin o evdeki hayatları, oraya konmuş mavi bir plaketle
anılmaktadır.
Londra’nın daha iyi bir bölgesine, Hampstead Fundalıklarının
yanında daha büyük bir eve taşındılar. Bu, Jenny’nin amcalarından
biri ölüp de ona biraz para bıraktığı ve kısa süre sonra da annesi
öldüğü için mümkün olmuştu. Böylelikle rehinci dükkânındaki
eşyalarını kurtarıp daha rahat bir hayat yaşadılar. Kızların hepsi
özel bir okula gidip o zamanki genç kızlara yaraşır şekilde dans
dersleri aldılar. Çocuklar bu günlerini çok mutlu geçirdiler, çünkü
bir bahçeleri vardı ve Marx at gibi yaparak çocuklarını sırtına alıp
sık sık onlarla oynardı. Bazen piknik yapmak için fundalıklara
giderlerdi ve Marx bir eşek kiralayıp parkta onunla gezerken
çocukları ona kahkahalarla gülerdi.
Buraya taşınmalarından kısa bir süre sonra Jenny Marx bir
düşük yaptı. Bu evi, şehir merkezindeki keşmekeşe göre çok ıssız
buluyordu. Özellikle büyük kızları artık okula gittiği için ve Marx
da yazıları ve sosyalist toplantılarıyla meşgul olduğu için uzun süre
kendini bitkin ve oldukça yalnız hissetti.
Aile hâlâ borca batıp çıkıyordu ve bazen kızlar, kıyafetleri
rehinci dükkânına bırakıldığı için okula gidemiyorlardı. Engels
gönderebildiği kadar para göndererek geçinmelerini sağlıyordu.
Jenny Marx onu pek tasvip etmese de, her zaman bu ailenin hakiki
bir dostu olmuştu.
Marx’ın hayatının sonraki yılları
31
Marx ve Engels
Marx, 1849 yazında Prusya’dan sürgün edildiğinde, Engels’le
arkadaşlığına giderek daha çok dayanmaya başlamıştı. Engels
mükemmel bir dilbilimciydi; 12 dilde derdini anlatabileceğini
iddia ediyordu ve Marx, onun çeviri konusundaki yardımlarına
oldukça güveniyordu. Bu arkadaşlık, Marx’ın oynak karakteri
göz önüne alındığında şaşırtıcı sayılabilecek bir süre boyunca,
tam 40 yıl sürmüştür. Marx, çok yakın ahbapları olarak ilan
ettiği kişilerle genellikle bozuşurdu, ama Engels onun biricik ve
gerçek dostu olarak kaldı. Bu, Engels’in oldukça uyumlu doğası
ve Marx’ı ve onun zekâsını idealleştirmesi sayesinde mümkün
olmuştur. İlerleyen yıllarda bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Bir
insanın nasıl olup da dehayı kıskanabileceğini hiç anlayamıyorum”
diyordu.
Kendisi de çok zeki olmasına rağmen Engels, Marx gibi yaratıcı
bir yetenekle yazamıyordu ve ikisinin de inandığı davayı ilerletmek
için elinden gelen her yolla ona yardımcı olmaktan mutluluk
duyuyordu. Bununla beraber düzenli ve anlaşılır bir yazardı ve
İngiltere’deki İşçi Sınıfının Durumu kitabı Marx’ta büyük bir iz
bırakmış, onun bazı yazılarını etkilemişti. Çalışma ortaklıkları çok
faydalıydı, çünkü Engels, Marx’ın tuhaf ve kaotik düşüncelerini
daha basit ve düzenli bir hale sokmasını sağlıyordu.
Engels, Marx’ın ailesine ve hayatındaki başka pek çok insana
karşı cömert bir iyilikseverdi. Sözgelimi Marx’ın gayrimeşru
oğlunun bakımı için para veriyordu. Kızıl saçlı güzel bir İrlandalı
olan dostu Mary Burns ve onun kız kardeşi Lizzie’yle birlikte
üçlü bir yaşam sürdürüyorlardı. Onların ailesine karşı da oldukça
cömertti. Bu insanlara destek olmaktan, parasal sorumluluklarını
yerine getirmek için şirketin kasasından para tırtıklamak zorunda
kaldığında bile, asla şikâyet etmedi.
Marx ile Engels’in arasına sadece Mary öldüğünde bir soğukluk
girdi. Marx, taziye mektubunda bu ölüm karşısında anlayışsız
davranıp iflasın eşiğinde olduğunu ileri sürüp Engels’ten para
32
istemişti. En hafif deyimiyle bu tam bir duyarsızlıktı, ama Marx
kısa süre sonra özür dilemiş ve ikili tekrar arkadaş olmuştu.
Engels’in parası, Ermen ve Engels adlı şirketi sanayinin geliştiği
Kuzey İngiltere’nin kalbindeki Manchester’da bir şube sahibi
zengin bir tekstil tüccarı olan babasından geliyordu. İlk başta,
1842’de kendisi de orada çalışmıştı. Chartist ve fabrika işçilerinin
güçlü bir destekçisi olan Mary’yle de o zaman tanışmıştı.
Genel bakış
Chartizm, Britanya işçi sınıfının ilk kitlesel emekçi
hareketlerinden biriydi. 1838 yılında Halk Bildirgesinin
yayınlanmasının ardından popülerlik kazanmıştı. Bu
bildirgeyle oy kullanma sisteminde, 21 yaşın üzerindeki
bütün erkeklere oy verme hakkının verilmesi gibi
değişiklikler talep edilmişti.
Engels’in işçi sınıfının durumu hakkındaki yazılar yazmasına sebep
olan da bir yerde Mary’yle bu beraberliğiydi. Engels 1850’de,
Marx’a parasal olarak yardımcı olabilmek için çalışmak üzere
gönülsüzce Manchester’a geri döndü. Fabrika kapanana kadar
orada tam 20 yıl kaldı ve ancak bundan sonra temelli yaşamak
üzere Londra’ya dönebildi.
Sosyalist faaliyetlerinin ve “gizli” evinin büyük bir bölümünü
ailesinden saklamayı başardı. Kendisini tanıyan birçok kişinin
gözünde yerel bir işadamından başka bir şey değildi. Babası,
eğlenmesi ve misafir ağırlaması için ona aylık veriyordu ve bu
aylığın çoğu Marx’ın evine giriyordu.
Bunun yanı sıra Engels, Cheshire’de ava gidiyor ve dostunun hiçbir
zaman görülmediği saygıdeğer evinde misafir ağırlıyordu. Jenny
Marx onun yaşam tarzını onaylamıyor ve Mary’den her zaman
“senin karın” diye söz ediyor ve Lizzie’den ise hiç bahsetmiyordu.
Marx’ın hayatının sonraki yılları
33
Marx ailesi Engels’e hep “General” diye hitap ederdi. Bu, askeri
stratejilere duyduğu ilgi ve silahlı kuvvetlerde geçirdiği zamandan
ötürü elde ettiği bir lakaptı. Sık sık birbirlerine mektup
yazıyorlardı ve bu mektuplaşmalar, özel hayatlarına dair ilgi
çekici olayları sergiliyordu. Marx ve Engels birbirlerinden hiç sır
saklamadılar ve yazışmalarını polis ajanlarının meraklı gözlerinden
uzak tutmak için kendilerine özgü şifreli bir dil bile oluşturdular.
Mektupların çoğu, politik ayrıntıların yanı sıra kişisel ayrıntılar
da taşıyordu, çünkü Engels bazen dedikodu yapıp en sevdiği
hobilerinden bahsetmekten de hoşlanırdı: şarap, bira, kadınlar ve
şarkılar!
Engels, aile şirketinde çalışmanın yanı sıra Marx’ın, ABD’de
yüksek tirajlı radikal bir gazete olan New York Tribune’de makale
yazmasına da yardımcı oluyordu. Marx Londra’ya ilk geldiğinde
İngilizce dilinde çok iyi yazamıyordu ve her zamanki gibi Engels
imdadına yetişmişti. Çeviri konusunda Marx’a yardım ediyor, hatta
bazen, özellikle askeri meselelerde uzmanlık gerektiren konulardaki
Marx’ın makalelerini o yazıyordu.
New York Tribune’ün yazı işleri müdürü tarafından ısmarlanan
Yeni Amerikan Ansiklopedisi için Marx’ın yazması gereken
başlıkların birçoğunu Engels yazmıştı. Bu iş, Engels hasta düşünce
yavaşlamış ve Marx da sanki yazıların bir kısmı New York’a
giderken postada kaybolmuş gibi yapmıştı.
Engels, Marx’ın el yazısını okuyabilen birkaç kişiden biriydi ve bu
sebeple doğal olarak, Marx öldükten sonra onun belgelerini kızı
Eleanor’un yardımıyla düzenleyen de o oldu. Engels, komünizmle
ilgili olarak artık kendisinin uzman sayıldığını gördü ve Kapital’in
Marx’ın yazmaya niyetlendiği ama yazamadığı daha sonraki
bölümlerini tamamlamak üzere çalışmaya devam etti. Marx’ın
yazdığı veya söylediği her şeyin yorumcusu haline gelmişti. 1895
yılında ölene kadar muazzam bir yazışma sürdürdü.
34
Londra’daki çalışmaları
Londra’da yaşadığı süre boyunca, zaman zaman ailesi çok muhtaç
duruma düşse de Marx’ın hiç “doğru dürüst” bir işi olmadı.
Bir keresinde tren memuru olmak için başvurdu, ama tamamen
okunaksız olan el yazısı sebebiyle reddedildi. Zamanının çoğunu
komünizm davasına ve sonradan Kapital haline gelecek olan
kitabını yazmaya adamıştı. Zaten Engels de yapabildiği her
durumda ona mali destek sunmaktan oldukça memnundu.
Her ne kadar çalışmaların büyük kısmına Engels yardımda
bulunmuş olsa da Marx, New York Tribune’e yazdığı her makale
başına 1 sterlin aldığı dönemlerde (o zaman için iyi bir paraydı)
düzenli bir gelire sahipti. Marx, Tribune’ün Amerikalı okurları
arasında ünlü bir gazeteci haline gelmiş ve on yıl boyunca haftada
bir bu gazeteye yazı yazmıştı. Makaleleri esprili ve kendisine
saldıranlara karşı çoğu kez iğneleyiciydi. Marx, ateşli coşkusunu
hayatının sonuna dek korumuş ve bunu da genellikle makalelerine
yansıtmıştır. İngiliz politikası ve sosyal analiz konularında, örneğin
Chartizm, dış politika, Hindistan ve İrlanda’daki İngiliz yönetimi,
ekonomi, milliyetçilik ve İskoçya’da toprakların çitle çevrilmesi
üzerine makaleler yazıyordu.
Bunun yanı sıra, Almanya ve Londra’da satılan bir politik iktisat
dergisi olan Neue Rheinische Zeitung için de yazılar kaleme aldı.
Bu dergi, devrim davasının taraftarı bir başka Alman, Conrad
Schramm tarafından yönetilip finanse ediliyordu. Dergi, sadece
Alman devrimciler ve sürgünler arasında az bir dolaşıma sahip
olduğu için çok satmıyordu ve yalnızca beş sayı çıktı. Marx, bu
dergiden çok az para kazandı, ama Yeni Amerikan Ansiklopedisi
için yazdığı başlıklardan, her ne kadar çalışmanın büyük kısmını
Engels yapmış olsa da iyi para kazanmıştı.
Marx, çalışmaları karşısında bir şey kazanamasa da her zaman
çok meşguldü. Ücretsiz görevlerinden biri, Alman İşçileri Eğitim
Topluluğuna yardımcı olmakla ilgiliydi. Bazı genç öğrencilerinin
gözünü biraz korkutsa da ilham verici bir öğretmendi.
Hitabetinden ve politik söyleminden etkilenen insanlarla tıka basa
Marx’ın hayatının sonraki yılları
35
dolu olan dersler veriyordu. Sonuna kadar dolu geçen bir ders
dizisi, “Burjuva mülkiyeti nedir?” konusu üzerineydi. Bunların yanı
sıra, haftalık tartışma gruplarına ve ayrıca astronomiden dillere
uzanan türlü konularda derslere katılıyordu. Alman İşçileri Eğitim
Topluluğunun üyelerinin çoğunu oluşturan Alman mülteciler için
şarkı söyleyip dans etme ve müzikli eğlence olanakları da vardı.
Marx eskrime düşkündü ve kılıç kullanmada ustalaşmak üzere
egzersiz yapabildiği, Fransız göçmenlere ait bir kulübe de katılmıştı.
Belli ki hayatının önceki bir döneminde düelloda yara almış olması
onu bundan alıkoymaya yetmemişti.
Londra’ya geldikten sonra birkaç gün içinde diğer mültecilerle
tanışıp Komünist Birlik’in Londra merkezini kurmaya girişti.
Karizmatik ve etkileyici kişiliği sayesinde kısa zamanda bu
merkezin en nüfuzlu üyelerinden bir haline geldi. Daha sonra
Birlik içinde bir bölünme ortaya çıkmasının ve en sonunda
da Birlik’in dağılmasının bir nedeni de buydu. Marx, kendi
kontrolünde olmayan projelerde çalışmak zorunda kalmayı
sevmezdi ve fikirleri başkalarının fikirleriyle çatıştığında, öfkelenip
onları açıkça suçlardı. Zamanının mümkün olduğunca büyük
bir kısmını Kapital üzerine çalışarak ve kendisine bir şekilde
haksızlık ettiğini düşündüğü insanlara karşı uzun ve sert eleştiriler
yazarak geçiriyordu. Buna verilebilecek bir örnek, Karl Vogt’a
karşı başlattığı kampanyaydı. Vogt, Marx’ı, kişisel güçten başka
hiçbir şey istemeyen aristokrasi âşığı biri olarak ilan ettiği bir kitap
yazmıştı. Bu kitap Londra’da basılmadı, ama Marx çok büyük bir
öfkeye kapıldı ve bir hakaret davası açmaya parası yetmeyeceği için
karşılık olarak, Vogt’u ve onu destekleyen herkesi açıkça suçlayan
bir kitap kaleme aldı.
Dikkatini dağıtan bu gibi şeyler onu, gerçek amacı olduğuna
inandığı Kapital’i yazmaktan alıkoyuyordu.
Kapital
Londra’daki hayatının neredeyse her gününde Marx, yazıları
üzerine çalışmak için Britanya Kütüphanesi’nin okuma odasına
36
giderdi. Orada genellikle 12 saat kalırdı. Ayrıca sabahın erken
saatlerinde evde de yazardı. Bu yazılar en sonunda, Das Kapital
olarak da bilinen Kapital haline gelecekti. Kapital’in birinci cildi
nihayet Ağustos 1867’de bitti, ama o zamandan sonra bile Marx,
basmaya niyetlendiği sonraki ciltler için notlar alarak çalışmasını
gözden geçirmeye ve düzeltmeler yapmaya devam etti. Mektupları,
bu çalışmanın kendisine neye mal olduğuna dair referanslarla
doludur. Devamlı olarak çalışmasını tamamlamak üzere olduğunu
öngörüyor, ama sonra hakkında yazması gereken daha fazla şey
olduğunu anlıyordu.
Marx, Kapital’i kapitalizm, politika ve ekonomi üzerine bilimsel
bir çalışma olarak düşünmüştü. Yoksulların kötü durumu
hakkında ilk elden kanıtlar toplamak için hükümetin kütüphanede
bulunan Mavi Kitaplarını kullandı. Bu kitaplar, fabrika ve
kamu sağlığı müfettişlerinden gelen istatistikler, nüfus sayımı
verilerini ve raporları içeriyordu. Engels bunları, İngiltere’de İşçi
Sınıfının Durumu kitabı için kaynak olarak kullanmıştı. Marx,
Engels’in çalışmasından çok etkilenmiş ve kendi şaheserinde de bu
kitaplardan benzer şekilde yararlanmaya karar vermişti.
Kapital’in erdemleri hakkında görüşler çeşitlidir. Pek çok kişi
okunmasının güç olduğunu düşünür. Marx, hicivli söz oyunlarına
çok düşkündü ve bunun yanı sıra bugünün genel okur kitlesi
tarafından kolaylıkla anlaşılamayan pek çok edebi referans
kullanmıştı.
Genel bakış
Kapital’in edebi arka planına dair bir değerlendirme, Francis
Wheen’in Marx’ın Kapital’i: Bir Biyografi adlı kitabında
bulunabilir.
Kapital, kitabı ilk kez eline alan birisine itici gelebilecek birçok
dipnotla birlikte oldukça uzun bir eserdir. Benim fikrime göre
dipnotlar kitabın en ilginç kısımlarından biridir, çünkü Marx
Marx’ın hayatının sonraki yılları
37
işçilerin hayatıyla ilgili ilk elden bazı anlatımlara burada yer verir.
Bu anlatımlar endüstriyel geçmişimize dair etkileyici kısa bakışlar
sunar. “Çocukların Çalıştırılmasıyla ilgili 1865 tarihli Komisyon
Raporu”ndan alınan bir örnek, cam fabrikasında aralıksız
çalışmasını sürdüren çocukların altı saatte 15-20 mile eşit bir
mesafe kat etmesiyle ilgilidir. Büyük ocaklar soğumasın diye yemek
arası vermelerine bile izin verilmez ve genellikle 14 ila 15 saatlik
vardiyalar halinde çalışırlar.
Engels, Kapital’in biçimini değiştirmesi için Marx’ı ikna etmeye
çalışmıştı, çünkü kitabın anlaması zor soyut kavramlarla açıldığını
fark etmişti. Provaları gördüğünde, “Fazlasıyla yorucu ve ayrıca
kafa karıştırıcı” diye not düşmüştü. Marx’ın, bölümleri, kitabı
okumayı kolaylaştırmak için başlıklarla birlikte çok daha kısa
kesimlere bölmesi gerektiğini düşünmüştü. Ne var ki Marx, onun
bu yorumlarını pek dikkate almadı.
Kapital’in yayınlanması Marx’ı kişisel olarak çok sevindirdi, ama
umduğu muazzam karşılığı göremedi. Her zaman hakiki bir dostu
olan Engels, kamuoyunu biraz olsun kışkırtmak umuduyla Alman
gazetelerine sahte eleştiri yazıları gönderdi, ama bunların da bir
faydası olmadı. İngiliz basınında birkaç olumlu eleştiri yazısı çıktı,
ama yine de kitap büyük bir satış yakalayamadı veya Marx’ın
umduğu gibi işçilerden gelen herhangi bir politik eyleme yol
açmadı.
Kitabın ilk dokuz bölümü, Marx’ın ekonomi teorisinin
soyut ifadelerle açıklanmasını içerirken, geri kalan bölümler
kapitalistlerin işçileri nasıl sömürdüğünü gösteren kanıtları
inceler. Marx kitapta pek çok tarihsel örnek kullanmıştır, çünkü
kapitalizmin toplumsal tarihin ilerleyişi içinde kaçınılmaz ve nihai
olarak kendi çöküşüne yol açacak bir aşama olduğuna inanıyordu.
Kapital’i okumanın zor olduğunu düşünenler, Marx’ın ekonomi
teorisinin esaslarını Değer, Fiyat ve Kâr ile Ücretli Emek ve
Sermaye adlı kitaplarda bulabilir. Bu çalışmalar, işçi birliklerinde
verdiği derslere dayanır ve çok daha kolay anlaşılır metinlerdir.
Kapital’de yer alan fikirler, 5. Bölümde daha ayrıntılı olarak ele
alınacaktır.
38
Enternasyonal
Marx’ı yazmaktan alıkoyan bir diğer şey de Uluslararası İşçi
Birliğindeki çabalarıydı. Enternasyonal olarak bilinen bu Birlik,
1864 yılında Marx’ın da davet edildiği bir açık toplantıyla
kurulmuştu. O zamana dek Avrupa ve Amerika’daki işçiler,
dünyanın dört bir yanında kendileriyle benzer durumlarda
olan başkalarını pek düşünmeden kendi mücadelelerine
yoğunlaşıyorlardı. Birlikten kuvvet doğacağını ve birleştikleri
takdirde hedeflerine çok daha sonuç alıcı bir biçimde ulaşacaklarını
nihayet fark edenler Fransız ve İngiliz sendikacılardı.
İlk toplantı Londra’da St Martin Salonunda gerçekleşti. Oturum
başkanlığını eski çağ tarihi profesörü Edward Beesly yapıyordu.
Beesly radikal bir kişiydi ve aynı zamanda bir sendika destekçisiydi.
Toplantıda mevcut ekonomik ilişkiler sistemini yıkmak üzere
çalışacak uluslararası bir federasyon tüzüğü oluşturma lehinde
oylama yapıldı. Bu sistemi, üretim araçlarına işçilerin sahip olduğu,
sömürüye son veren, kârların paylaşılmasını sağlayan ve özel
mülkiyeti kaldıran bir sistemle değiştirmeyi hedefliyorlardı.
Marx, Alman zanaatkârlarının temsilcisi olarak yürütme kuruluna
seçildi ve ikinci toplantı yapılıp tüzük hazırlandığında, kontrolü
etkin biçimde ele almıştı. Marx, kendisinin ön ayak olmadığı
gruplarla bağlantılı gösterilmekten genelde hoşlanmazdı. Her şeyin
kendi kontrolü altında olmasını tercih ettiği herkesçe bilinirdi
ve sadece Edward Beesly’ye büyük bir saygı duyduğu için ilk
toplantıya katılarak bir istisna yapmıştı. İşçilerin ilkelerine de
fazlasıyla inanıyor ve onların, kendi yazılarından büyük oranda
etkilendiğini görebiliyordu.
Tüzüğü yazma görevini üstlenen delegeler iyi bir iş çıkarma
konusunda başarısız oldukları için Marx büyük oranda kontrolü
ele geçirip görevi kendisi üstlenmiş ve tüzükle açılış konuşmasını
kaleme almıştı. Açılış konuşması, “İşçi sınıfının kurtuluşu, işçi
sınıfının kendisi tarafından kazanılmalıdır” diye başlıyordu.
Marx’ın hayatının sonraki yılları
39
Tüzük o zaman için oldukça cesur bir açıklamaydı. Tüzük,
Enternasyonal üyelerine, “ortak durumlarını” iyileştirmek üzere
birbirlerine yardım etme ve mevcut kapitalist rejime karşı çalışma
ve mümkün olduğunda açık politik eylemle onu devirme görevi
veriyordu. Bunu demokratik araçlarla, mümkün olan yerlerde
parlamentoya girmeye çalışarak yapacaklardı. Her ne kadar Marx
hayattayken hiçbirini görememiş olsa da İngiliz İşçi Partisinin ve
pek çok Avrupalı sosyalist partinin temelleri, Enternasyonalin
başlarındaki çalışmalara dek gider.
Marx açılış konuşmasında, yönetici sınıfların işçileri diğer ülkelerin
işçileriyle karşı karşıya getirerek yarar sağladığını gösteren
ekonomik ve sosyal koşullarla ilgili kısa bir araştırmaya da yer
vermişti. Savaşların sıradan insanlara değil yalnızca yönetici
sınıflara yarar sağladığına işaret etmişti. Bu sistemde değişiklik
yapabilmek için işçilerin kendi hükümetlerini protesto etmeleri,
gösteriler düzenlemeleri ve tedirgin etmeleri gerektiğini söyleyerek
konuşmasına devam etmişti. Mevcut toplumsal yapıda değişiklik
yapmak sadece işçilerin elindeydi, çünkü bu değişiklikten
fayda sağlayacak tek sınıf işçi sınıfıydı. Konuşmasını Komünist
Manifesto’nun meşhur sözleriyle bitirmişti: “Dünyanın bütün
işçileri, birleşin.”
Enternasyonalin amaçları, o zamana dek genelde birbirlerine
karşı çalışan çeşitli ülkelerdeki işçiler arasında yakın ilişkiler ve
işbirlikleri geliştirmek ve değişik meslekler ve sendikalar arasında
yakın ilişkiler kurmaktı. Bu, uygun istatistikleri toplayıp işçilerin
koşulları, ihtiyaçları ve planlarıyla ilgili enformasyonu ülkeden
ülkeye aktararak sağlanacaktı. Bunun yanı sıra, tartışma grupları
olacak, düzenli raporlar yayınlanacak ve kriz dönemlerinde
uluslararası işbirliği kurulacaktı. Demokratik yollarla seçilmiş bir
konsey tarafından yıllık toplantılar düzenlenecekti.
Marx, en azından sosyalist çevrelerde tanınan kamusal bir
kişilik haline geldiğini gördü; kısa sürede zamanının çoğunu
Enternasyonal almaya başladı. Enternasyonal, gitgide daha çok
sendika katıldıkça hızla büyüyordu ve etkin olmasının yanı sıra
40
iyi örgütlenmişti. Enternasyonalin toplantı ve belgelerine, engin
deneyimi ve etkileyici kişiliğinden ötürü Marx hâkimdi. Grupta,
onun zekâsı ve idealizmiyle yarışabilecek başka kimse yoktu
ve Marx, hiç para almamasına rağmen günler ve geceler boyu
örgüt için çalışıyordu. Yazışmalarla ve yürütmeyle ilgilenmeyi
ve faaliyetin merkezi olan Londra’da kalmayı tercih ettiği için
kongrenin toplantılarına genellikle katılmıyordu.
Bu durum sonunda, Rus anarşist lider Bakunin’le sürtüşmeye
yol açtı. Marx ve Bakunin eski hasımlardı. Marx’ın, insanları
coşkuyla kucaklamak, ama kendi teorisini paylaşmadıklarında
onları tümüyle reddetmek gibi bir alışkanlığı vardı. İkisi
birbirlerinin zekâsını isteksizce takdir etse de aralarında büyük
bir kişisel husumet vardı. Daha sonra 3. Bölümde görülebileceği
gibi, Bakunin, işçilerin kapitalizmin zincirlerinden kurtulmasının
tek yolunun şiddet ve bütün hükümetlerin yıkılması olduğuna
inanıyordu.
Bakunin Enternasyonalin yarı bağımsız yerel kurullardan oluşan
gevşek bir federasyon olarak yürütülmesini istiyordu ve İtalya’yla
İsviçre’de yandaşları vardı. Bunlar sonuçta Enternasyonale
gevşek bir şekilde bağlı olacak, kendi kurumsal yapısına sahip
ayrı bir grup kurmaya karar verdiler. Bu, birleşik bir parti olması
öngörülen Enternasyonalin ilkelerine aykırıydı. Marx sonunda
Bakunin ve yandaşlarını, Rus terörist Neçayev ile ilişkiye geçtikleri
gerekçesiyle Enternasyonalden çıkarttırdı.
Marx, 1870’teki Fransa-Prusya Savaşı ve Paris Komünü zamanında
Enternasyonalin birçok üyesinin gözünden düştü. Paris Komünü,
gönüllü vatandaşlardan oluşan bir birlik olan Ulusal Muhafızların
Paris’in yönetimini ele almasının ardından gerçekleşen bir devrimin
sonucuydu. İsyancılar hükümet yetkililerini görevden uzaklaştırmış
ve Fransa’nın gerçek hükümeti olduğunu söyledikleri devrimci bir
komite seçmişlerdi.
Marx’ın hayatının sonraki yılları
41
Genel bakış
Paris, Prusya’yla yapılan savaşın sonucunda 1870 yılında
kuşatma altına girmişti. Bu durum, korkunç zorluklara
sebep olmuş ve Paris Komünü olarak bilinen kısa ömürlü
bir halk iktidarına yol açmıştı. Bu hükümet 1871 yılının
Mart ve Mayıs ayları arasında var oldu, ama sonra devrildi.
Bu kısa sürede Komüncüler, kiliseyle devleti birbirinden
ayırmak ve çalışanlara işletmeleri devralma hakkı vermek
gibi sosyal politikalar uygulamaya başlamışlardı. Eğitim
ve öğretimin bütün vatandaşlara ücretsiz sağlanmasını da
planlamışlardı.
Bu, komünist bir devrim değildi ama açık sınıf savaşının o zamana
dek görülen ilk örneklerinden biriydi. İşçiler, askerler, sanatçılar,
yazarlar, her türlü özgür düşünür, adaletsiz olarak gördükleri
yönetimi devirmek için birliğe katılmıştı. Kitlesel bir histeri
yaşanıyordu ve Komüncülerin, başlangıçta şiddet yoluyla devrimi
gerçekleştirdikten sonra nasıl bir yönetim kuracaklarına dair belirli
bir planları yoktu. Paris, askeri birlikler tarafından kuşatılmış
durumdaydı ve bir terör dönemi başladı. Yiyecek tükendi, masum
insanlar suçlandı ve Paris’in başpiskoposu da dahil olmak üzere
tutsaklar giyotine gönderildi. Orta sınıfların çoğu, Komüncülerin
cezai ehliyeti olmayan bir grup cani olduğuna inanıyordu.
Komüncülerin eylemleri, Avrupa’nın burjuva vatandaşlarını, hatta
devrimi hoş karşılayan Enternasyonaldekileri bile korkutmuştu.
Ancak Marx, Komüncülerin aldığı tedbirlere alkış tutan ve
yeterince ileriye gitmediklerini söyleyen Fransa’da İç Savaş adlı
bir broşür yazdı. Bu broşür yüzünden Enternasyonal üyeleri kötü
bir şöhret kazandı ve halkın gözünde şiddet ve aşırı davranışlarla
özdeşleştiler. Bu, tüzüklerinde ifade edilen inançlarla tutarlılık
içinde değildi ve pek çok üye, grubun itibarını zedelediği için
Marx’ı suçladı. Grup içinde hizipleşmeler oldu ve grubun gücü
zayıfladı.
42
Nihayet Enternasyonal, konsey, Marx’ın talebi üzerine ABD’ye
nakledildikten sonra 1876’da fiyaskoyla sonuçlandı. Marx, Komün
üzerine yazdıkları yüzünden kendisi hakkında çok fazla kötü
duygular beslendiğini hissediyordu ve bu talebi getirerek somut
bir şey yapmadan olayın üstünü giderek kapatmayı planlıyordu.
Enternasyonalin meselelerini ve çatışan hiziplerini sonsuza dek
kontrolü altında tutamayacağını biliyordu, ama kontrol kendisinde
olmadığında orada yer almak niyetinde de değildi. Arkadaşlarına,
artık yorulduğunu ve her şeyin onu yıprattığını söylemişti. Üyeler
şaşırıp serseme dönseler de, küçük bir çoğunlukla genel merkezin
ABD’ye taşınması yönünde oy verdiler. ABD’deki sosyalist
hareket Avrupa’dakine uzaktı ve Avrupa’nın desteği olmayınca
Enternasyonalin itibarı kalmadı. Enternasyonal, Marx’ın ölümünden
sonra tekrar bir araya geldi, ama bu kez Marx’ın hayatta olduğu
döneme kıyasla çok daha uzlaşmacı bir doğaya sahipti.
Son yılları
Marx, Enternasyonal feshedildikten sonra kamusal bir kişilik
olmaktan büyük ölçüde çıktı. Zamanının çoğunu yazarak
geçiriyordu. Engels’in Londra’ya taşınmasının ardından onunla sık
sık görüşüyordu. İkisi artık, sosyalizm konusunda dünya otoritesi
haline gelmişti.
Genel bakış
Marx ve Engels’in yazdıkları dönemde, sosyalizm
ve komünizm terimleri neredeyse birbirinin yerine
kullanılabiliyor ve mallar üstünde kolektif mülkiyetin ve
herkes için eşitliğin olduğu bir toplum anlamına geliyordu.
Marx’a göre sosyalizm, hakiki komünizmden bir önceki
aşamaydı.
Marx yaşlandıkça ateşli mizacı az da olsa duruldu ve karşıtlarına
yönelik geçmişte yaptığı gibi iğneleyici saldırı yazıları yazmaktan
Marx’ın hayatının sonraki yılları
43
vazgeçti. Onu görmeye gelen ziyaretçiler, bu kadar güler yüzlü
birisini gördüklerine şaşırıyordu, çünkü kendisini aksi ve asabi bir
canavar gibi gösteren bir şöhreti vardı.
Marx, torunlarından büyük keyif alıyordu ve onlarla çok zaman
geçiriyordu. Jennychen, Londra Üniversitesinde öğretim görevlisi
olan Fransız sosyalist Charles Longuet’le evlenmişti ve beş erkek
çocukları olmuştu. Laura da bir başka Fransız sosyalist Paul
Lafargue’la evlenmişti. Onların da üç çocuğu oldu ama üçü de
öldü.
Eleanor evlenmedi ve ailesiyle birlikte kaldı. O günlerde pek
itibarlı bir meslek olmasa da aktris olmak istiyordu. Saygıdeğer
genç bayanlara yaraşmasa da sigara içiyor ve insanların tepkisini
çekiyordu. Koyu ve keskin bakışlarıyla mizaç ve görünüş olarak
Marx’a en fazla benzeyen kızıydı. Babasının sinirsel sağlık
sorunlarını da paylaşıyordu ve birlikte, cilt ve akciğer sorunlarına
tedavi bulmak umuduyla Avrupa’daki kaplıcaları ziyaret
ediyorlardı. Bu ziyaretleri muhtemelen işe yaramamıştır, çünkü ikisi
de tedavi görürken bile sigarayı ağzından bırakmıyordu.
Jenny Marx 1880 yılında ağır bir şekilde hastalandı ve o günlerde
pek meşhur olduğu üzere aile, deniz kenarında tatil yapmak üzere
Ramsgate’e gitti. Jenny’nin sağlığı düzelmedi ve korkunç bir şekilde
zayıfladı. Kansere yakalandığı tespit edildi ve ne yazık ki 1881’in
Aralık ayında ölene kadar korkunç acılar içinde yaşadı. Tam o
günlerde bronşlarından çok hasta olduğu için Marx karısının
cenazesine bile gidememişti.
Engels, Jenny’nin ölümünün ardından Marx’ın da “fiilen
öldüğünü” söylemişti. Yazı yazacak gücü yoktu ve bakıcısı olarak
Eleanor’a bel bağlamıştı, ama Eleanor da engellenmiş arzularının
sebep olduğu bir çeşit sinirsel bitkinlik yaşıyordu. Sahneye çıkmak
için her şeyi göze alabilirdi, gene de babasıyla birlikte kaldı. Ama
babası, kızının evlenmek istediği adamı onaylamadı. Bunun üzerine
Eleanor bir çeşit ruhsal baskı altında yaşamaya başladı; çaydan
başka hiçbir şey yiyip içmeyerek kendini aç bıraktığı bir dönem
44
geçirdi. Sonunda Marx, onun kendi hayatını yaşamasına izin
vermesi gerektiğini fark etti ve bunun ardından zamanını, sağlığını
iyileştirebilecek bir iklim bulmak için Avrupa ve Kuzey Afrika’yı
ziyaret ederek geçirmeye başladı. Akciğerleri çok zayıf düşmüştü ve
kronik bronşit teşhisi konmuştu.
1883 yılında artık çok zayıf ve yorgundu. En sevdiği kızı Jennychen
mesane kanserinden ölünce, sonunda bütün yaşama isteğini
yitirdi. Umduğu devrimci değişiklikleri görememişti ve bunların
ileride gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini de bilmiyordu. Kendisini
çalışmasının çoğu boşa gitmiş gibi ümitsiz hissediyordu. Eleanor,
Longuet’in çocuklara bakmasına yardımcı olmak için Fransa’ya
gittiğinde, babasının ölmek üzere eve gittiğine inandığını söylemişti.
Marx’ta bronşit ve ciğerlerinde apseler yapan akciğer zarı iltihabı
vardı ve okuyamayacak kadar bitap düşmüştü. Engels onun için
çok endişeleniyor ve sık sık ziyaretine gidiyordu.
Lenchen, 14 Mart 1883 günü yine ziyarete gelen Engels’e, Marx’ın
yatak odasındaki ateşin önünde, en sevdiği koltuğunda şekerleme
yaptığını söyledi. Engels yukarı çıktığında, Marx çoktan hayata
gözlerini yummuştu.
Highgate mezarlığına gömüldü. Cenaze töreninde sadece 11
kişi vardı ve The Times gazetesinin ölüm ilanları köşesinde bir
paragraflık kısa bir duyuru yer alıyordu. Sosyalist çevreler dışında
çok tanınan ve saygı gören biri değildi ve Marx’ın söylediği
herhangi bir şeyin çevresindeki dünyayı etkileyeceğine inanan çok
az insan vardı.
Marx’ın hayatının sonraki yılları
45
BUNLARI UNUTMAYIN
• Marx, 1849’da sürgün edilmesinden sonra sadece birkaç
aylığına Londra’ya taşındı ama ölene dek orada yaşadı.
• Marx ve ailesi burada uzun bir süre boyunca yoksulluk
içinde yaşadılar ve meşru yedi çocuğundan sadece üçü
yetişkinlik çağına kadar yaşadı.
• Marx, hem maddi anlamda hem de yazılarında büyük
oranda Engels’in desteğine dayandı.
• Marx, günlerinin çoğunu Enternasyonal için çalışmanın yanı
sıra Kapital üzerine çalışmak için Britanya Kütüphanesinde
geçirdi.
• Kapital, politika, ekonomi ve kapitalizm üzerine bilimsel bir
çalışma yapma girişimiydi. O dönemde pek ilgi görmedi.
• 1883 yılında bilinmezlik içinde öldü ve cenazesine sadece 11
kişi katıldı.
46
3
Marx ve felsefe
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
•
•
•
•
Marx’tan önce gelen filozoflar
politik iktisatçılar ve ütopik sosyalistler
Marx’ın düşüncesini nasıl etkiledikleri
Marx’ın onlardan hangi yönlerde ayrıldığı.
Marx kimilerine göre büyük bir filozof, kimilerine göreyse
büyük bir iktisatçıdır. Her ne kadar kendisinden önce gelen
filozoflara ayıracak fazla zamanı olmadığını iddia etse de aslında
hem filozof hem de iktisatçıdır. Marx, Alman filozof Feuerbach
üzerine bir tezinde “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde
yorumladılar; sorun onu değiştirmektir” diye yazmıştı. Bu kimi
zaman, felsefe incelemelerine tümüyle karşı çıkan ve felsefeyi
zaman kaybı olarak düşünen bir deyiş gibi görülür. Aslında Marx,
felsefenin bilimsel çalışmalarla daha anlaşılır hale getirilip sonra
da toplumsal değişimi gerçekleştirmek için kullanılması gerektiğine
inanıyordu.
Marx’ın felsefe çalışmalarına ciddi şekilde ilgi duyması Berlin’de
üniversitedeyken başladı. Doktora tezi iki antik Yunan
filozofunun—Demokritos ve Epikuros—karşılaştırılması üzerine
yazılmıştı. Marx bu antik çağ filozoflarının düşünceleriyle Hegel
felsefesinin yorumu arasında paralellikler görmüştü. Hegel, o
zamanlar Almanya’da önemli bir kişilikti ve fikirleri, ortalıkta
Marx ve felsefe
47
dolanıp dünyanın ne kötü bir durumda olduğunu ve bu durumu
değiştirmekten ne kadar zevk alacaklarını konuşmaktan her zaman
çok hoşlanan öğrenciler tarafından heyecanla tartışılıyordu. Babası
Marx’ı, “robdöşambrlı sarhoş” diye itham ettiğinde, muhtemelen
oğlunun dünyayı ciddi bir şekilde değiştirmeye kalkışacak birkaç
öğrenciden biri olacağını aklının ucundan bile geçirmemişti.
Saçlarını kestir ve kendine düzgün bir iş bul!
O zamanın pek çok felsefecisi arasında ana tartışma, idealist ve
materyalist filozoflar arasındaki farklar üzerine yoğunlaşmıştı.
Basit bir şekilde açıklamak gerekirse, idealist filozoflar
insanoğlunun fikir ve inançlarının gelişmesinden sorumlu olan
bir tür kutsal kuvvetin bulunduğunu varsayarlar; buna karşılık
materyalist filozoflar bütün fikir ve inançların herhangi bir kutsal
varlık veya doğaüstü kuvvetten değil hayatın ve onun koşullarının
içinden çıktığına inanırlar.
İdealistler ve materyalistler arasındaki tartışma antik Yunan’dan
beri sürmekteydi fakat Marx’ın öğrenci olduğu dönemde
48
Hegel’in Almanya’daki popülerliği sayesinde iyice alevlenmişti.
Batı felsefesinin on dokuzuncu yüzyıla kadar geçirdiği gelişime
bakarsak, bu tartışmanın ve Hegel’in felsefesinin Marx tarafından
geliştirilmesinin önemini anlamak daha kolay olacaktır.
(Psikolog Carl Jung’un [1875–1961] ve Friedrich Nietzsche’nin
[1844–1900] çalışmalarıyla popüler hale gelen Doğu felsefesinin
Avrupa düşüncesiyle kaynaşması, aslına bakılırsa ancak Marx’ın
ölümünden sonra gündeme gelmiştir.)
Kısa bir felsefe tarihi
Felsefe, hayatın ardındaki hakikati açıklamaya çalıştığı için,
insanoğlu var olduğundan bu yana var olmuştur. İlk insanların
inandıkları şeyleri kaydetme araçları yoktu, bu yüzden yalnızca
onların batıl inançlara sahip olduğunu, doğa olaylarını bazı kutsal
kuvvetlerin eseri olarak açıklamaya çalıştıklarını varsayabiliriz.
Ateş ve su gibi doğal elementlere tanrı gibi tapılıyordu ve örgütlü
dinler de bundan gelişti.
Batı dünyasının ilk filozofları (bugünün kavramlarıyla anladığımız
biçimiyle) dini inançların eleştirisini başlatan antik Yunanlılardı.
İçinde bulundukları dünyayı açıklamak için o dönemde ellerinde
bulunan bilimsel bilgiyi kullandılar ve kimi zaman bu, örgütlü
dinlerle ters düşüp zulüm görmelerine yol açtı.
Örgütlü dinlerle özgür düşünürler arasındaki çatışma yüzlerce
yıl sürdü. Avrupa’da Hıristiyan kilisesinin egemenliği, felsefi
düşüncenin gelişimini cesaretlendirmedi. Ortodoks Hıristiyan
öğretilerine katılmayan herhangi birisi büyük olasılıkla kâfir olarak
damgalanıp ölene kadar işkence görüyordu.
Daha özgür tartışmalar ancak on beşinci yüzyıldan sonra başladı
ve Kilisenin, kitlelerin düşünceleri üstündeki egemenliğini
kaybetmesiyse ancak on sekizinci yüzyılda, Fransız ve Amerikan
Devrimleriyle gerçekleşti.
Marx ve felsefe
49
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılların materyalist filozofları,
Tanrının varlığını ve bunun bilimsel yöntemlerle kanıtlanıp
kanıtlanamayacağını tartıştılar. O dönemde bilimsel gelişmeler
matematik ve mekanik yasalar alanındaydı; örneğin Newton’un
Hareket Yasaları. Bu, toplumu sabit ve değişmez gibi gören,
toplumun kesin bilimsel kuralları takip ettiğine inanan
filozofların dünya görüşünü etkiledi. Bu, insanların, toplumda
asla değişmeyecek sabit bir yere sahip olduklarına inanmaları
anlamına geliyordu. İnsanların hiçbir şeyin sabit olmadığını ve
kendilerinin de tarihin akışını etkilemede oynayacak bir rollerinin
olduğunu anlamaya başlamaları, ancak Hegel’in diyalektik fikrini
geliştirmesiyle mümkün oldu.
Marx’ı hangi filozoflar etkiledi?
Marx kendi felsefesine elbette hiç çalışma yapmadan varmış
değildir, kendinden önce gelen filozofları incelemiş ve onlardan
etkilenmiştir. “Ne sınıfların varlığını…ne de onlar arasındaki
mücadeleyi keşfetmenin itibarı bana ait değildir” diye yazmıştır.
Aristoteles gibi çok eski filozoflar sınıfın etkisini görmüştü. Marx,
bu antik çağ filozoflarının düşüncelerini analiz etti ve büyük
bir istekle pek çok konu hakkında okumalar yaptı. Bunun yanı
sıra Avrupa’da, toplumu değiştirmek isteyen birçok idealistle ve
devrimciyle tanışmıştı. Onların söylediklerini okuyup sindirirken,
belli düşünür grupları onun için daha önemli bir hale gelmeye
ve politik ve ekonomik felsefesinin bir parçası olmaya başladı.
Bu gruplar içinde bazı bireylerin, Marx’ın felsefesini kesinlikle
etkilediği görülebilir.
Antik Yunan filozofları
Antik Yunan felsefesi üzerine çalışma, Marx’ın zamanında genç
Avrupalıların eğitiminin önemli bir parçasıydı. Hatta Hegel’in
etkisi altındaki Almanya’da çok daha popüler hale gelmişti.
Marx’ın felsefesinin üzerinde başlıca üç antik Yunanlının etkisi
vardır.
50
Demokritos (MÖ 460-370) her ne kadar yaşadığı dönemde bilim,
teorisini kanıtlamasına imkân verecek kadar ilerlemiş olmasa da
dünyanın bilimsel yasalarla açıklanabileceğine inanan Yunanlı
bir materyalist filozoftu. Bunu kanıtlamasını sağlayacak hiçbir
aracı olmamasına rağmen maddenin atomik parçacıklardan
meydana geldiğine inanıyordu. Bu dünya görüşü, her şeyin hareket
ve değişim içinde olduğunu gördüğü anlamına geliyordu. Diğer
filozofların çoğu, maddeyi sabit ve değişmez olarak görüyorlardı.
Evrene dair bu sabit düşünce, Hegel zamanına kadar felsefenin
ana akımı olmaya devam etti ve Kilise ile Devlet gibi kurumlar da
içinde olmak üzere dünyanın yapısı hakkında insanların düşünme
biçimini belirledi.
Epikuros (MÖ 341-271), eğer dünya mekanik ilkelere göre
çalışıyorsa, o halde ölümden ve tanrılardan korkulmaması
gerektiğine inanan Yunanlı bir filozoftu. Korkudan bu şekilde
özgürleşmenin insanların haz almaya adanmış huzur dolu
komünler içinde yaşamasını mümkün kılacağını düşünüyordu.
Fikirleri hem Marx’ı hem de Nietzsche’yi etkilemiştir.
Aristoteles (MÖ 384-322) Yunanlı filozof, bilimci ve öğretmendi.
Çok çeşitli konular üzerinde okumalar yaptı ve çok sayıda felsefi
çalışma kaleme aldı. Bütün bilgiyi birleşik bir felsefi sistem
halinde bütünleştirmeye çalıştı. Hegel on dokuzuncu yüzyılda
Mantık Bilimi’ni yazana dek başka hiç kimse, her şeyi felsefi bir
sistemle sarmalamaya çalışmış değildi. Aristoteles evreni sabit ve
değişmez olarak görüyordu; resmi Kilise tarafından kullanılan
ve Ortaçağ’ın sonuna dek Batı felsefesine hâkim olan da onun
görüşüydü. Bunun yanı sıra, bir toplumdaki çatışmaların genellikle
ekonomik koşullardan ve toplumun yapısındaki eşitsizliklerden
kaynaklandığını yazan ilk kişilerden biriydi; Marx daha sonra bu
fikri geliştirecekti.
Avrupa felsefesi
Zaman içinde büyük bir zincirin halkaları gibi birbirlerine
bağlanan, her biri kendisinden önce gelenlerin fikirleri üzerine
Marx ve felsefe
51
kendi fikirlerini inşa eden çok sayıda filozof vardır. Filozofların
düşünceleri arasındaki bağlantıları ve her birinin bir diğerini nasıl
etkilediğini anlatmak için büyük bir kitap yazmak gerekir; bu
yüzden ben yalnızca, Marx’ın yazdıklarını ve bunların yazılmasını
doğrudan etkilemiş gibi görünen birkaç filozofa değinebileceğim.
René Descartes (1596-1650) Fransız filozof ve matematikçidir
ve modern felsefenin babasıdır. Felsefe ve bilginin matematiksel
araçlarla birleştirilip sınıflandırılabileceğine inanıyordu. Bu,
Marx’ın tarihsel araştırmalarına uygulamaya çalıştığı bilimsel
yöntemin esin kaynaklarından biriydi.
John Locke (1632-1704) İngiliz filozof ve hekimdi. Dinin mutlak
hakikati elinde tutmadığına ve bilginin “duyular üstüne kurulu
olduğuna ve en nihayetinde duyulardan türediğine” inanıyordu.
Toplumsal eşitliğe inancının—“Hepimiz eşitiz, aynı türdeniz ve
aynı durumdayız… doğanın nimetlerinden yararlanmak için eşit
haklara sahibiz”—ve doğal yasalara karşı geldiklerinde toplumun
yöneticilerinin görevlerinden alınması gerektiğine dair inancının
Amerikan ve Fransız Devrimleri üzerinde güçlü bir etkisi oldu.
Thomas Hobbes (1588-1679) İngiliz filozof ve özel öğretmendi.
1651’de yayınlanan Leviathan kitabıyla toplumu bilimsel olarak
incelemeye ilk çalışanlardan biri oldu. İnsan doğasıyla ona
hükmeden yasaları anlamaya çalışıyordu ve evrenin hareket içinde
olduğuna ve yerkürenin bu hareketin merkezi olmadığına inanan
bilimciler Galileo ile Gassendi’nin görüşlerine katıldığı için Katolik
Kilisesi tarafından şeytan olduğu ilan edildi. Toplum üzerine
görüşleri otoriterdi: mutlak bir hükümdarın olması gerektiğine
inanıyordu. Doğal halindeki yaşam (toplumlar var olmadan önce)
“ıssız, yoksul, berbat, hayvani ve kısa” olduğu için insanların
toplumsal bir yapıya ihtiyaç duyduklarını düşünüyordu.
Ütopik Sosyalistler
Kusursuz bir hayali yerle ilgili anlamına gelen “ütopik” kelimesi,
İngiliz avukat, yazar ve devlet adamı olan Thomas More’un
52
Ütopya adlı kitabının basılmasının ardından 1515’te İngilizce diline
girdi. Ütopya More’un hayalindeki özel mülkiyetin kaldırıldığı ve
dini hoşgörünün yaşandığı ideal devletin adıydı. More, Ütopya’nın
gerçekleşebileceğini düşünmüyordu; ona göre bu, dini hoşgörünün
bulunmadığı bir çağda inançlara ters düşen tartışmalı düşünceleri
tartışma özgürlüğüne sahip olduğunu gösteren edebi bir araçtı.
Buna karşılık Ütopik Sosyalistler ideal toplumlarının gerçekten inşa
edilebileceğine inanıyorlardı.
Ütopik sosyalistler on dokuzuncu yüzyılın başlarında yaşayıp
yazdılar ve etraflarında gerçekleşen toplumsal değişiklikleri
gözlemlediler. O zamanlar pek çok kişi sanayileşmenin ve
fabrika sisteminin toplumda kötü yönde değişimlere sebep
olduğuna inanıyordu. Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau’nun
düşüncelerini takip eden bu insanlar yaşamın daha iyi olduğu
geçmişte kalan bir altın çağa geri dönmek istiyorlardı. Ütopistler
onlara hiç katılmıyorlardı: En meşhur Ütopiklerden biri olan
Saint-Simon, “insan ırkının altın çağı ardımızda değil önümüzde
uzanıyor” diye yazmıştı.
Kendisine Ütopik Sosyalizm adını veren belli bir hareket hiç
olmamıştır—bu terimi ilk kez kullananlar Marx ve Engels’tir—
fakat Ütopik Sosyalistlerin hepsi hemen hemen aynı dönemde
yaşamıştır ve bazı düşünme biçimlerinde, onları tutarlı bir grup
olarak ele almaya imkân veren benzerlikler bulunur.
Marx ve Engels’i etkilemiş başlıca üç Ütopik Sosyalist Robert
Owen, Charles Fourier ve Claude Henri de Saint-Simon’dur. Bu
kişilerin her biri, kendi ideal toplumunu farklı bir şekilde tahayyül
etmiştir. Bu toplumların nasıl hayata geçeceği konusunda kafaları
her zaman net değildi, fakat hepsi de kendi dönemlerindeki
toplumsal yapının adil olmadığı, eşitsizliklerle dolu olduğu
ve değiştirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdi. Bu tümüyle
hayırseverlik değildi; Ütopik Sosyalistlerin önerilerinin çoğu,
Fransa’daki son ayaklanmaların deneyiminin ardından gerçek
bir devrim korkusunun yaşanmış olmasının sonucuydu. Eğer
toplumsal yapı iktidardakiler tarafından değiştirilmezse aşağıdan
devrilebileceğini görmüşlerdi.
Marx ve felsefe
53
Robert Owen (1771-1858), karakterin toplumsal koşullar
tarafından biçimlendirildiğine ve azami sayıdaki kişinin azami
mutluluğunun toplumun amacı olması gerektiğine inanan Galli
bir sosyal reformcuydu. Her ne kadar başarılı bir pamuklu kumaş
imalatçısı olsa da, yıkıcı rekabet olduğuna inandığı şeye yol
açtığı için fabrika sisteminden nefret ediyordu. Tümüyle “köy
kooperatiflerinden” oluşan bir toplum tahayyül ediyordu. 1800’de
deney olarak İskoçya’nın New Lanark bölgesinde kendi imalathane
işçileri için okulları ve güzel evleri olan model bir topluluk kurdu.
Genel bakış
New Lanark bugün bir dünya mirası sit alanıdır ve ziyarete
değer bir yerdir.
İşçiler kısa çalışma saatlerinden, çalışma saatleri dışındaki dinlenme
imkânlarından, sigorta planlarından ve görece güvenli ve sağlıklı
çalışma koşullarından çok memnundu. Owen çocuk emeğinden de
uzak durdu ve tüm bunlara rağmen yine de kâr etmeyi başarabildi.
Bu, onu diğer sanayiciler karşısında oldukça popülerleştirdi ve
dünyanın her yerinden çeşitli iş adamları New Lanark’ı ziyaret etti.
Her şeye rağmen yine de fabrikanın sahibi Owen olduğu için ve
işçilerin hayatını oldukça baskıcı ataerkil bir biçimde yönettiği için,
işçiler yine de ona şüpheyle bakıyorlardı.
Owen, insanlar bir kez onun modelini görünce, buna uygun
köylerin bütün ülkeye hızla yayılacağına inanıyordu, fakat hiçbir
özel mali destek veya hükümet desteği almadığı için bu deney
sonuçta başarısız oldu. New Harmony’yi başka Owencı topluluklar
kurarak ABD’de bir kez daha denedi, ama bu çabalarının hiçbiri
birkaç yıldan uzun sürmedi ve ölümünün ardından da unutulup
gitti.
New Lanark kelimenin tam anlamıyla hakiki bir komünist toplum
değildi, çünkü sahibi ve yöneticisi Owen ile ortaklarıydı; işçilerin
54
demokratik bir temsil hakları yoktu ve özel mülkiyet temelinde
ve de kâr amaçlı olarak yürütülüyordu. Buna rağmen Owencı
topluluklar, daha sonra komünizm için önemli hale gelecek olan
paranın kaldırılması ve yerine emeğin değiş tokuşunun getirilmesi
gibi ortaklaşa hayata ve merkezi örgütlenmeye dairbir takım ön
girişimleri barındırıyordu.
Charles Fourier (1772-1837) toplumun, zenginliğin
yeniden bölüşümü için ortak mülkiyet temelinde ve tüketici
kooperatifleriyle işleyen kendi kendine yeterli birimler ya da
komünlerle yeniden örgütlenmesi gerektiğine inanan Fransız bir
toplum teorisyeniydi. Sanayileşmeyi iyileştirmeye çalışan Owen’ın
aksine bunu tümüyle reddediyordu. Fourier daha çok, bazı garip ve
anlaşılmaz düşüncelere sahip tuhaf bir hayalperestti, fakat tüm bu
düşüncelerinin içinde, insani koşullar ve toplumun doğası hakkında
bazı özgün içgörüleri vardı.
Fourier’in herhangi bir resmi akademik eğitim aldığına dair bir
bilgi yoktur ve filozoflardan sıkıldığı iddia edilebilir. Kumaş tüccarı
bir aileden gelmesine rağmen alçaltıcı bulduğu ticaretten nefret eder
ve el emeğinin küçültücü olduğuna inanırdı. Fabrika sisteminin
insanlık dışı olduğunu, doğal olmadığını ve eğer Tanrı bizim bu
şekilde çalışmamızı tasarladıysa, sanayileşmeden zevk alacak
şekilde karıncalar ve arılar gibi yaratılmış olmamız gerektiğini
söylüyordu. Çalışmanın zevkli ve eğlenceli kılınması, böylelikle
fiziksel ve ruhsal olarak tatmin edici hale gelmesi gerektiğini iddia
ediyordu. Toplum, kimsenin üretmek ya da yapmak istemediği
ürün ve hizmetler olmaksızın yaşamayı öğrenerek hoş olmayan
bütün çalışma yerlerini tasfiye etmeye çalışmalıydı. Bu yaklaşım
zamanında Engels’i etkilemişti ve hararetle onun hakkında Marx’a
mektuplar yazmıştı.
Fourier duygusal bağların da önemli olduğuna, insanların
maddi servet ve doygunluk kadar aşka ve arkadaşlığa da ihtiyaç
duyduğuna inanıyordu. Bu açıdan, daha sonra Hegel ve Marx
tarafından geliştirilecek yabancılaşma hakkında ilk konuşanlardan
biriydi.
Marx ve felsefe
55
Fourier’in ideal toplumu, her birinde tam olarak 1620 kişinin
yaşadığı ve kendisinin phalanstèries olarak adlandırdığı
topluluklardan oluşuyordu. Bunun nedeni, kendi icat ettiği Tutkulu
Cazibeler Yasası altında 810 tane olduğuna inandığı kişilik
türünün uyumlu bir karışımının birlikte mutlu yaşayabileceğine
inanmasıydı. İnsanların dini kurallar tarafından cinsel anlamda
bastırıldığına inandığı için, onun toplulukları, cinsel özgürlük ve
çok eşli ilişkiler de dahil olmak üzere daha “serbest bir toplumun”
habercisiydi. Aynı zamanda da, on dokuzuncu yüzyıldaki
kadınların kölelerden farksız olduğunu düşündüğü için bir
feministti (bu sözcüğü o bulmuştu). Onun toplumunda kadınlar
azat edilecekti ve bir kadının dört kocaya sahip olma hakkı
olacaktı.
Genel bakış
Modern feministler dört kocaya sahip olmanın kadınlara
herhangi bir fayda sağlayacağına katılmayacaklardır!
Fourier bu toplumun nasıl gerçekleşeceği hakkında pek bir şey
belirtmemişti, fakat Fransa’daki devrimin etkilerini bizzat gördüğü
için devrime karşıydı.
Her ne kadar “Ahenk” adını verdiği gelecek ütopyasıyla ilgili bazı
görüşleri zorlama olsa da—örneğin dünyanın uydusu olan altı tane
ayın olması ve denizlerin limonataya dönüştürülmesi— çalışmanın,
toplumun ve yabancılaşmanın doğasına dair bugün halen geçerliliği
olan psikolojik içgörüleri, o zamanlar için önemli buluşlardı.
Claude Henri de Saint-Simon (1760-1825), Fransız devriminde
giyotinden zor bela kurtulan Fransız bir aristokrattı. Bu onu,
devrime ihtiyaç olmadan toplumsal ilerlemenin gerçekleşmesine
ateşli bir şekilde inanan biri yapmıştı. Zamanının çoğunu daha
yüksek toplumsal sınıfların, entelektüellerin ve sanatçıların
arasında geçiren renkli bir kişilikti. Bir tür sinirsel çöküntünün
56
ardından bir süre akıl hastanesinde yattı. Sosyalist değildi fakat
takipçilerinin çoğu böyle bilindiler. Toplumla ilgili derslerin
sistemli bir biçimde tarih çalışarak çıkarılabileceğine inanıyordu
ve tarih boyunca sınıf mücadelesinin öneminin farkındaydı.
Her ne kadar Fransız devrimcilerinin amaçları “özgürlük,
kardeşlik ve eşitlik” olsa da devrimin sonucu olarak zenginle
fakir arasındaki uçurum iyice genişlediği için toplumdaki eşitliğin
çok daha azaldığını görmüştü. Bu düşüncesini, endüstriyeller
(işçiler) ile aylaklar (onların sırtından geçinen parazitler) arasında
bölündüğünü düşündüğü toplum görüşüne yansıtmıştı.
Saint-Simon krallar, soylular ve rahiplerden oluşan üst sınıfların,
geçmişte belli işlevleri yerine getirdiğine fakat Sanayi Devriminin
bu işlevleri geçersiz kıldığına inanıyordu. Toplumun büyümesinin
anahtarı olduğuna inandığı büyük bilimsel ilerlemeleri
sunduğundan dolayı kapitalizmi hoş karşılıyordu. Gerek Fourier
gerekse Owen kapitalizmi ve Sanayi Devrimini, toplumu kötü
yönde değiştiren bir musibet olarak görüyorlardı; onların
ütopyaları, kırsal ve kolektif bir yaşam tarzını popüler hale getirme
yönünde bir çabaydı. Buna karşılık Saint-Simon gerçekleşmekte
olan teknolojik değişimleri hoş karşılıyordu ve bu değişimlerden
faydalanmak istiyordu. Sıradan işçilere dair pek deneyimi olmadığı
için onların toplumu yürütme yeteneğine sahip olmadığına
inanıyordu ve gelecek önerisi, teknokrat seçkinlerin onların üstünde
otorite sahibi olmasıydı. Teknokrasi, akıllı ve yaratıcı insanlardan
oluşacaktı. Ölümünden sonra yandaşları çok sayıda fraksiyona
bölündüler ve bazıları, işçileri çekebilmek için onun fikirlerini daha
sosyalist bir hale getirmeye başladı: örneğin özel mülkiyetin miras
kalmasının kaldırılmasını desteklediler.
Seçkinciliğine rağmen Saint-Simon’un düşünceleri Marksizmin
gelişiminde önemli bir adımdır, çünkü Saint-Simon, endüstriyel
değişimin toplumu nasıl dönüştürdüğünü tam olarak kavrayan ve
bunu, bütünsel tarihsel bakış açısının bir parçası olarak gören ilk
kişiydi.
Marx ve felsefe
57
Devrimciler ve anarşistler
Marx, devrim zamanında yaşadı; Fransız devrimi (1789-99) Marx
doğduğunda etkisini hâlâ sürdürüyordu ve bu, Avrupa tarihinin
önemli bir dönemiydi. Devrimden sonra Fransız toplumu ve din
radikal değişiklikler geçirdi ve bütün toplum yeniden yapılandı.
Her ne kadar Marx’ın hayatı boyunca Fransa önce bir cumhuriyet
olsa, sonra bir imparatorluk haline gelse ve nihayet monarşiye
dönse de, aristokratlar çağının kapandığı ve artık dikkate alınması
gereken politik gücün işçiler de dahil olmak üzere vatandaşlar
olduğu açıktı. Marx devrimcilerin çalışmalarının çoğunu okudu ve
Paris’te sürgündeyken onların birçoğuyla tanıştı. Marx, insanların
devrime zorlanmaması gerektiğine ve devrimin zamanı gelince
gerçekleşeceğine inandığı için, onlarla her zaman aynı görüşte
olmuyordu. İşte bu inancı, aynı özgür sınıfsız toplum amacını
taşımalarına rağmen, anarşistlerle ilişkisinde büyük bir sorundu.
Anarşistler, kitlelerin yapacağı doğrudan eyleme ve hükümetin her
biçiminin reddine inanıyorlardı.
Louis Auguste Blanqui (1805-18) şiddet içeren devrime inanan
Fransız bir devrimci ve radikaldi. Devrimci eylemlerinden dolayı
ömrünün yarısını hapishanelerde geçirdi; Fransız devriminin
sonuçlarından memnun değildi ve muhalefete rağmen toplumda
değişim için çalışmayı sürdürdü. Marx’ın daha sonra biraz farklı
bir biçimde kullanacağı “proletarya diktatörlüğü” terimini bulan
oydu. Blanqui, profesyonel devrimciler işçiler adına harekete
geçmeden gelecekteki devrimin asla gerçekleşmeyeceğine
inanıyordu. Daha sonra ülkenin idaresini işçiler alacak ve yeni
topluma giden yolda ilk adım olarak dini kaldıracaklardı. Marx,
Blanqui’nin sahne arkasında gizlice çalışan seçkin devrimciler
anlayışını kabul edemiyordu; toplumsal değişimlerin halkın genel
isteği neticesinde ve kapitalist sisteminin çökmesinin doğal sonucu
olarak gerçekleşeceğine inanıyordu.
Pierre-Joseph Proudhon (1809–65) Fransız bir filozof ve iktisatçıydı
ve kendisini anarşist olarak adlandıran ilk kişiydi. Az eğitimli bir
dizgici ve gazeteciydi, fakat ailesinin kitaplara ödeyecek parası
58
yoktu. Yaşamının ilk dönemlerindeki bu yoksulluk, toprak sahibi
zenginlerden nefret etmesine yol açtı. 1840’ta Mülkiyet Nedir?
adlı kitabını yazmasının ardından Marx onunla yazışmaya başladı
ve arkadaş oldular. Daha sonra Marx, Proudhon’un anarşizmini
tasvip etmedi ve Proudhon’un Sefaletin Felsefesi kitabının bir
eleştirisi olarak Felsefenin Sefaleti’ni yazarak ona sert eleştiriler
yöneltti. Aralarındaki bu anlaşmazlık, Enternasyonalin bölünme
nedenlerinden biriydi.
Proudhon hem kapitalizmi hem de komünizmi reddediyordu ve
karşılıkçılık (mutualizm) adını verdiği bir anarşizm biçimi icat
etti. Bu düşüncesi, üretim araçlarının işçiler tarafından kontrol
edilmesini ve faizsiz krediler verecek bir merkez bankasını
kapsıyordu. İşçiler kooperatifler kuracak veya kendi hesaplarına
çalışacaklar ve birbirleriyle özgürce ticaret yapacaklardı. Fabrikalar
demokratik ilkelere dayalı işçi grupları tarafından yürütülecekti.
Devlet ortadan kalkacak ve toplum bir “özgür komünler”
federasyonu tarafından örgütlenecekti.
Proudhon “mülkiyet hırsızlıktır” sözüyle ünlüdür. Bu slogan
devrimci komünistler tarafından da kullanılmıştır, bu yüzden çoğu
kez hatalı bir biçimde Marx’a mal edilir.
Louis Blanc (1811-82) Fransız bir sosyalist ve politikacıydı.
Toplumsal eşitliğin demokratik ve barışçıl araçlarla
gerçekleşeceğine inanıyordu. Rekabetin toplumdaki en büyük
kötülüklerden biri olduğunu düşünüp ücretlerin eşitlendiği ve
işçilerin “sosyal atölyelerde” birleştiği bir toplum görmek istiyordu.
Bu atölyeler sendikalar gibi bir şeydi. Britanya’ya sürülmüştü ve
Marx gibi zamanının çoğunu İngiliz Kütüphanesi’nde okuyup
yazarak geçiriyordu. Onun en iyi bilinen sözü olan, “herkesten
yeteneğine göre, herkese ihtiyaçlarına göre”, devrimci komünistler
tarafından kullanılan bir başka slogandır ve yine çoğu kez hatalı
bir biçimde Marx’a mal edilir.
Mikhail Bakunin (1814-76) sonunda Marx’la ihtilafa düşen Rus
anarşist liderdi. Marx gibi o da öğrenciyken felsefeyle ilgilenmişti;
Hegel’i Rusçaya çevirip üniversitede onun altında çalışmak için
Marx ve felsefe
59
ülkesinden ayrılıp Berlin’e gitmişti. 1844’te Paris’te Marx’la ve
sonradan en yakın arkadaşlarından biri olan Proudhon’la tanıştı.
Bakunin bir Slav ayaklanması başlatma çabasında oynadığı rolden
ötürü hapse atıldı ve sonunda Sibirya’ya sürgün edildi. Japonya
üzerinden ABD’ye kaçtı ve en sonunda Enternasyonale katıldı.
Marx’la burada ihtilafa düştü: birbirlerine karşı kişisel bir nefret
duyuyorlardı, ikisi de diğerinin kibirli olduğuna inanıyordu.
Bakunin, Marx’ın sınıf sistemi analizine ve ekonomi kuramına
katılabilirdi, fakat komünizmin yalnızca devrimle gerçekleşeceğine
inanarak Marx’ın komünizm görüşüne tümüyle karşı çıkıyordu.
Ona göre komünizm, yalnızca anarşizme giden yolda atılan ilk
adım olabilirdi.
Hegel ve Feuerbach’ın önemi
Marx bir Almandı ve belli ki anavatanın filozoflarından etkilendi,
fakat tarihin o döneminde Alman felsefesi tüm dünyaya yayılan
köklü ve büyük bir geleneğe sahipti. Baskıcı ve otoriter Prusya
rejimi her tür devrimci faaliyetin başını eziyordu, ama kahve
ve barlarda yapılan konuşmaların önünü alamıyordu. Felsefe
gelişti ve o dönemde felsefenin en ünlü ismi Georg Wilhelm
Friedrich Hegel’di. Marx pek çok farklı filozof, düşünür ve
sosyal reformcudan etkilenmişti, fakat içlerinde en önemlisi
Hegel’di. Onun Marx üzerinde etkisi çok büyüktü. Lenin, önce
Hegel’i okuyup anlamadan Kapital’in anlaşılmasının imkânsız
olduğuna inanıyordu. Marx üniversiteye ilk girdiğinde Hegel’in
fikirlerine direnmişti, fakat kısa süre sonra, ileride kendi fikirlerini
geliştirdiğinde büyük kısmını reddedeceği Hegel’in felsefesine
yönelmişti. Ne var ki hayatının sonlarına doğru, Hegel’in dehasına
hâlâ çok şey borçlu olduğunu söylemiştir.
GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL
Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) uygarlığın zihinsel
gelişim sayesinde ilerlediğine inanan ve toplumsal tarihi bir dizi
60
çatışmanın veya “diyalektiğin” tarihi olarak gören bir Alman
filozofuydu.
Hegel’in felsefesini basit terimlerle anlatmak güçtür. Anlaşılması
zordur ve gerçek dünyayla bağlantılı değildir. Marx, Hegel’in
sözlerini çok mistik bulduğu ve yeterince akılcı görmediğinden,
olağan düşünürler için birkaç sayfada Hegel’i anlaşılır ve rasyonel
bir hale getirmeye niyetlendi, fakat bunu yapmak için hiç zamanı
olmadı. Gerek Marx gerekse Engels, Hegel’in çalışmalarını boydan
boya kapsayan tarihsel toplum perspektifinden etkilenmiştir.
Hegel Lüteryen bir papaz olmak için bir teoloji yüksek okulunda
okumuş ve en yakın arkadaşı olacak hayalperest şair Friedrich
Hölderlin ile burada tanışmıştı. Hölderlin antik Yunan tutkunuydu
ve Hegel’e onların felsefesini tanıttı. Hegel özel öğretmenlik
yapmaya başladığında okuyup düşünmek için yeterince zaman
buldu ve bu zamanını doğal dünyayı incelemeye harcayıp
kendi felsefesini yazmaya başladı: Adam Smith ve diğer politik
iktisatçıların çalışmalarını okuduğu için ilk çalışması serbest
girişim, ekonomi ve emekle ilgili oldu. Marx’ın Hegel’in ilk
çalışmasını okumuş olma ihtimali çok düşüktür, fakat ikisinin genç
yaştaki düşüncelerinin gelişiminde tuhaf bir eşzamanlılık vardır:
ikisi de şairlerle dostluk yapar ve edebiyatı severdi, fakat akıllarını,
politik iktisatçıların çalışmalarına yoğunlaştırmışlardı.
Hegel, geniş sınıflara felsefe öğretmeye yöneldi, bu yüzden felsefi
düşüncenin anlaşılması için bilimsel bir biçim ya da şablon
geliştirmeye başladı. Kendi içinde tamamlanmış olan ve her şeyi
kapsayan büyük bir felsefe sistemi inşa etmeye çalışıyordu. Nihayet
1812’de başlayarak Mantık Bilimi üç cilt halinde basıldı.
Hegel’in felsefi argümanları iki ana damardan oluşur. İlki, insan
uygarlığının, ilahi bir müdahale yoluyla değil zihinsel ve ahlaki
ilerleme yoluyla doğduğudur ve bu, insanoğlunun içinde mevcut
olan bir tür akılsal ruha (evrensel akıl) bağlıdır. Tarih evrensel
akıl tarafından yazılmış bir kitap ve insanlar da sadece yazılmış
bu kitabın karakterleri gibidir. Bu o dönem insanlara çekici geldi:
Marx ve felsefe
61
tarihi, planda her şeyin bir yerinin olduğu ve gelişigüzel ya da
anlamsız olmayan tutarlı bir şeymiş gibi görebildiler. Uygarlık sabit
bir sona doğru amaçlı bir ilerleyişti ve bu son da 1805’te Prusya
toplumunda nihai haline ulaşmıştı.
Genel bakış
Bu hacimdeki bir kitapta, binlerce yıllık felsefe teorisini
özetlemek çok zordur, fakat daha derin bir okuma yapmak
isteyenler Felsefeyi Anlamak kitabıyla başlayabilirler.
Argümanlarından ikincisi, diyalektiğin gelişimi yani değişimin
iki karşıt hareket arasındaki çatışmanın sonucu olarak meydana
geldiği fikridir. Hegel (spekülatif akıl olarak adlandırdığı)
diyalektik felsefesinin, Aristotelesçi felsefenin mantıksal akıl
yürütmesinden tümüyle farklı olduğunu görmüştü; her şeye
uygulanamadığı ve basit terimlerle ifade edilemediği için
Aristoteles’ten ayrılıyordu.
Hegel şeylerin hakiki anlamlarını, ancak biz onları değişim
sürecinin bir parçası olarak gördüğümüzde edinebileceğine ve “her
şeyin kendi içinde çelişkiler barındırdığına” inanıyordu.
Bu gelişmenin üç dinamik hareket aşamasından oluştuğunu
düşünüyordu. Her ne kadar kendisi bu ifadeleri çok az
kullanmış olsa da bu aşamalara kimi zaman tez, antitez ve sentez
denilmektedir. Hegel’e göre gelişim şu şekilde meydana gelir:
1 Tez—orijinal fikir ya da biçim kurulur. Bu aynı zamanda
“konum” olarak da bilinir.
2 Antitez—ikinci, çelişkili bakış açısı birincisiyle çelişir. Bu aynı
zamanda “konumun olumsuzlanması” olarak da bilinir.
3 Sentez—iki zıt görüşün iç içe geçmesi gerçekleşir.
“Olumsuzlamanın olumsuzlanması” meydana gelir fakat bir
bütün oluştuğu için bir tasfiye olmaz. Bütün, tez ve antitezi
62
Üçümüz tekrar ne zaman bir araya geleceğiz?
TEZ
A NTİT E Z
SE NT E Z
aşarak biçimlenir, fakat yine de nihai biçiminin bir parçası
olarak onları muhafaza eder. Hegel buna, kimi zaman kaldırma
olarak çevrilen bir terimle “Aufhebung” adını verdi.
Hegel’e göre fikirler çelişkiler yoluyla gelişir. Orijinal fikir, diğer
deyişle tez kurulur fakat sonra antitezle çelişip onun tarafından
reddedilir. En sonunda hem tezin hem de antitezin en iyi kısımları
birleştirilebilir: buna sentez denir. Fikirlerin sentezi ilk iki
aşamadan geçilmeden gerçekleşmez. Sentez, iki karşıt görüşün
bileşiminden meydana geldiği için, ona da en sonunda karşı
çıkılması veya reddedilmesi gerekir. Bunun ardından, tekrar
çelişkiye düşülecek yeni bir fikir gelir.
Genel bakış
Marksist teorinin en önemli bölümlerinden biri, ekonomi ve
toplumun doğası gereği istikrarsız olduğu, çünkü toplumun
iki karşıt sınıfın sentezinden meydana geldiği fikridir.
Marx ve felsefe
63
Hegel felsefesinde, fikirler çatışarak gelişmekte ve değişmektedir
ve tarih, hatalarından ders çıkararak ilerleyen bir süreçtir. Bu,
önceki materyalist filozofların inançlarına tersti: onlar insanı, asla
etkileyemeyeceği bir makinenin dişlisi gibi görüyor ve her şeyin
değişmez doğa yasalarını izlediğine inanıyorlardı.
Marx daha sonra bu diyalektik fikrini alıp onu felsefi fikirler
dünyası yerine toplum ve ekonominin gelişimine başarılı bir şekilde
uyguladı. Hegel’in çalışmasında hakikatin kafası üstünde ters
durduğunu, buna karşılık kendisinin fikirlerin maddi ekonomik
dünyadan geliştiğini göstererek bu çalışmayı doğru bir şekilde
ayakları üstüne oturttuğunu iddia ediyordu; diğer bir deyişle,
insanın yaşadığı ve çalıştığı koşulların onun düşünme biçimini
belirlediğini söylüyordu. Bu söylediği, bize bugün gayet açık
görünüyor.
LUDWIG ANDREAS FEUERBACH
Ludwig Andreas Feuerbach (1804-72) Alman filozoftur, Hegel’in
öğrencisidir ve Genç Hegelcilere katılmıştır. En ünlü çalışması
olan Hıristiyanlığın Özü, dinin “insan aklının bir hayali”
olduğunu ileri sürer, diğer bir deyişle insanoğlu, insani ideallerine
ve deneyimlerine dayanarak hayali bir Tanrı yaratır. Feuerbach
Tanrıyı insanoğlunun kendi içsel benliğinin bir izdüşümü olarak
görür ve Tanrının her bir yönü—ahlak, aşk, kavrayış vb.—insan
doğasının ihtiyaçlarına karşılık gelir. Bu bağlamda Tanrı insandan
bağımsız veya onun üstünde değildir. Bu bakış açısı, bu bölümün
önceki kısmında ele aldığımız Hegel’in evrensel akıl kuramının
gelişiminden kaynaklanır. Marx ve Engels önceleri Feuerbach’ın
kuramlarını heyecan verici buluyorlardı, fakat daha sonra Alman
İdeolojisi ve Feuerbach Üzerine Tezler’de bunları reddettiler.
Marx kendinden önce gelenlerden nasıl ayrılır?
Hegel’in fikirleri önemliydi, fakat Marx onun yeterince
ileri gitmediğini düşünüyordu. Hegel, uygarlığın Prusya
64
İmparatorluğunda son aşamasına ulaştığına ve daha fazla
ilerlemesine ihtiyaç kalmadığına inanıyordu; Devletin toplumun en
önemli parçası olduğuna inanıyordu. Prusya İmparatorluğundaki
politik gelişmeleri ve dini görüşleri kabul ediyor, bu sebeple Devlet
ile birey arasındaki herhangi bir çatışmada Devletin üstün gelmesi
gerektiğine inanıyordu. Bunun yanı sıra, insan bilincinin kendisini
anlamaya ve özgürlüğe erişebileceğine dair daha aykırı bir görüşü
de savunuyordu. Önceden gördüğümüz gibi Marx’ın felsefesini
şekillendirmesinde tesirli olan Genç Hegelciler tarafından tartışılan
şeyler işte bu bariz çelişkilerdi.
Hegel, dini görüşler yüzünden insanların etraflarındaki dünyaya
karşı yabancılaşma hissettiklerini, bunun da yalnızca öldükleri
zaman yaşayabilecekleri ideal bir dünyada yaşamak için çabalayıp
durmaları anlamına geldiğini söylemişti. Bauer ve Feuerbach
dini eleştirmiş ve insanlara Tanrının kendi akıllarının bir ürünü
olduğunu göstermeye çalışmışlardı, böylece kendini yabancılaşmış
hissetmeye gerek kalmayacaktı. Hatta Feuerbach, Hegel’in
evrensel akıl kavramının insanları yabancılaştırdığını ve felsefenin
merkezinin insanın kendisinin olduğunu hissetmişti. Evrensel
aklın, insanların içinde yaşadıkları koşulları değiştirebileceklerine
inanmasını engelleyen bir kavram olduğunu görmüştü.
Marx’ı bütün bu filozoflardan ayıran nokta, insanları
yabancılaştıran şeyin “Tanrı” veya “Akıl” değil para olduğunu
fark etmesiydi: “Para, insan emeğinin ve hayatının yabancılaşmış
özüdür… insan ona taptıkça o insana hâkim olur.” İşte bunu
fark ettikten sonra Marx, hayatını ekonomi ve onun toplumsal
gelişmeyi nasıl etkilediğini araştırmaya adamaya karar vermiştir.
Maddi dünyanın fikirler dünyasını nasıl etkilediğini araştırmanın
bir yöntemi olarak tarihsel materyalizmi geliştirmesi de Hegel
felsefesine duyduğu ilgiden gelir, fakat felsefesi aynı zamanda,
büyük İngiliz politik iktisatçılarıyla ilgili çalışmalarından da
etkilenmiştir.
Marx ve felsefe
65
Politik iktisat
Yazar ve tarihçi Thomas Carlyle, 1849 tarihli kölelik üzerine
bir kitapçıkta, iktisadı “iç karartıcı bilim” olarak tarif etmiştir.
Politik iktisat çalışmaları, Sanayi Devrimi esnasında oldukça
yoğunlaşmaya başlamış ve bu konuda çok fazla şey yazılmıştır.
Bu devrim esasen Britanya’da gerçekleştiği için büyük politik
iktisatçıların çoğu İngiliz’di. Ticaret ve iş yapmanın toplumun
yapısını etkileyen yeni biçimlerini analiz edip bunlar hakkında
yorumlar yapıyorlardı. Nüfus üzerine Malthus’un ve kendine
yardım üzerine Samuel Smiles’in çalışmaları gibi onların bazı
yazıları, işgücüne kötü davranılmasının haklı gösterilmesine yönelik
girişimlerdi.
Genel bakış
Samuel Smiles’in 1859’da yayınlanan Kendine Yardım kitabı
Viktorya döneminin en çok satan kitapları arasındaydı. Bu
kitap sıkı çalışmanın, azla yetinmenin ve azmin önemini
vurgular ve yoksulluğun, bir bütün olarak toplumun değil
bireyin kendisinin hatası olduğunu belirtir.
Marx gazeteci olarak çalışmaya ve bağcıların ve Prusya
köylülerinin sorunları hakkında yazmaya başladığında, pek fazla
tanımadığı bir dünyanın pratik gerçekliklerini anlamak adına
politik iktisatçıların çalışmalarını okumaya başlamıştı. Marx’ın ilgi
duyduğu başlıca iki politik iktisatçı vardı.
Adam Smith (1723-90) İskoçya’nın büyüyen sanayi merkezlerinden
biri olan Glasgow’da yaşadı. İnsanın doğası hakkındaki
görüşü, insanların “değiş tokuş ve takas” yapmak istemelerinin
doğal olduğu yönündeydi ve bu nedenle, söz konusu ihtiyacın
kapsanması anlamında kapitalist sistemin haklı gösterilebileceğine
inanıyordu. Ekonomiye yapılan hükümet müdahalelerinin, şiddetle
savunduğu ekonominin doğal dengesini bozacağını düşündüğü için
zararlı olacağını tartıştığı Ulusların Zenginliği kitabını 1776’da
66
yazdı. Smith’in fikirleri, politik iktisadın ilerlemesinin önemli bir
parçasıydı, çünkü o, kapitalistlerin kendilerine özgü bir sınıfa ait
olduklarını fark eden ilk kişiydi. Bunun yanı sıra, bugün iktisat
teorisinin önemli bir parçası olan arz ve talep fikirlerini de inceleyip
tarif etti.
David Ricardo (1772-1823) 1817’de Ekonomi Politiğin İlkeleri
kitabını yazdı. İngiltere’ye göç etmiş İspanyol kökenli Yahudi bir
ailedendi ve henüz 14 yaşında Londra Borsasında babasına eşlik
ettiği için parasal işlemlerde çok büyük deneyime sahipti. Adam
Smith’in Ulusların Zenginliği kitabını okuyana kadar iktisat
kuramıyla hiç ilgilenmemişti. Bu kitap ona kendi kuramı üzerine
çalışmaya ve bu konuda yazmaya başlamak için ilham verdi.
İlgilendiği konulardan biri metaların değeriydi ve Marx daha sonra
onun kuramını emek değer kuramı olarak geliştirdi. (Bu konu
hakkında 4. Bölümde daha çok ayrıntı bulabilirsiniz.) Ricardo
kapitalist toplumu doğal bir şey olarak görüyordu, fakat toplumda
kârın bölüşümü üzerine bir sınıf mücadelesinin olacağını da tespit
etmişti.
Engels’in rolü neydi?
Engels’in Karl Marx’ın hayatında önemli bir kişilik olduğuna
hiç şüphe yoktur. Marx bir mektubunda ona, “Her şeyi, tüm
bunların mümkün olmasını sana borçluyum” diye yazmıştı.
Zengin bir imalatçının oğlu olan Engels, Marx ailesini mali olarak
destekleyebiliyor ve böylece Marx’ın kendi araştırmalarına ve
yazılarına devam etmesine imkân sağlıyordu. Fakat Marx’ın
felsefesini biçimlendirmede Engels’in oynadığı rol üzerine büyük
bir akademik tartışma vardır. Marx’ın hayatı boyunca yayınladığı
çalışmaların bütününe Engels’in tam olarak ne kadar katkıda
bulunduğunu bilmemiz çok zordur.
Marx, Engels’le Paris’te tanıştı ve büyük bir dostluk ve ortak
yazarlık ilişkisi kurdular. Kutsal Aile’yi birlikte yazmaya
başladılar. Bu kitap, sınıf mücadelesini inceleyen bir broşür olarak
Marx ve felsefe
67
planlanmıştı, fakat sonunda 300 sayfalık bir kitap haline geldi.
Engels toplamda kitabın sadece 15 sayfasını kaleme almıştı.
İşbirliği yaptıkları diğer çalışmalar mevcut Alman felsefesinin
eleştirisi olan Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto’ydu. Yine
belgelenmiş olan kanıtlardan biliyoruz ki bu çalışmalara en büyük
katkıyı Marx yapmıştır.
Marx’ın kendi araştırmalarını yapmakla çok meşgul olduğu
zamanlarda gazete makalelerini onun adına Engels’in yazdığı iddia
edilir. Aynı zamanda çevirmen ve Marx, yabancı işçi liderleriyle
buluştuğunda tercüman olarak da ona yardımcı olmuştur. Engels
babasının Manchester’daki tekstil imalathanesinde bizzat deneyim
kazandığı için daha çok bilim, iş hayatı ve sanayi faaliyetleri
üzerine yazıyordu. Ayrıca savaş ve milliyetçilik meseleleri üzerine
yazmada da uzmandı.
Engels’in, Marx öldüğünde ardında bıraktığı yarım kalmış
elyazmaları ve notlardan Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerini
tamamladığı bilinir. Marx el yazısının çok okunaksız olmasıyla ve
dağınıklığıyla meşhurdu, bu yüzden çalışma heveslisi ve becerikli
Engels’in kalan her şeyi düzenleyebilmesi büyük bir şanstı. Orijinal
elyazmalarını ne kadar değiştirdiği veya Marx’ın çalışmalarına
kendi yorumunu ne kadar kattığı ise şüpheye açıktır.
Marx öldükten sonra Engels komünizm üzerine bilirkişi gibi
bir konum kazandı ve bu fikrin bütün yandaşlarını doğru yolda
tutmaya çalıştı. Marx’ın yazdığı veya söylediği her şeyin yorumcusu
haline geldi ve 1895 yılında hayata veda edene kadar muazzam
miktarda yazışma yaptı.
68
BUNLARI UNUTMAYIN
• Marx hem filozof hem de iktisatçıydı, fakat o, felsefenin
dünyanın durumunu değiştirmeye yeterli olmadığına
inanıyordu.
• Antik Yunan’a kadar geri giderek felsefe çalıştı.
• Filozoflar dünyayı ya idealist ya da materyalist açıdan
görürler.
• Marx materyalistti ve Hegel, Bauer ve Feuerbach’ın
fikirlerinden gelişmişti.
• İngiliz politik iktisatçıların çalışmalarından da büyük oranda
etkilenmişti.
• Devrimcilerle, anarşistlerle ve Ütopik Sosyalistlerle bazı
ilişkileri oldu, fakat onların kuramlarının çoğuna katılmadı.
• Felsefenin gelişimine yaptığı temel katkı, maddi dünya ile
fikirler dünyası arasındaki ilişkiyi incelemenin bir yöntemi
olarak tarihsel materyalizmdi.
• Friedrich Engels, Karl Marx’ın hayatında önemli bir
kişidir, fakat akademisyenler onun Marx’ın felsefesine ne
kadar katkıda bulunduğu konusunda fikir birliği içinde
olmamışlardır.
Marx ve felsefe
69
70
4
Ekonomi kuramı
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
•
•
•
•
•
•
Marx’ın kapitalizme ilişkin ekonomik analizi
tarihsel materyalizmle ekonomi arasındaki ilişki
emek, emek gücü ve işbölümü hakkında kilit olgular
meta, para ve sermaye
kâr ve artı değeri
Marx’ın neden kapitalizmin krizde olduğuna inandığı
Marx’ın ekonomi üzerine başlıca çalışması, yazılması yıllar alan
Kapital’di. Marx genelde, kitabı bitirmeden önce göz önünde
bulundurması gereken son bir şey kaldığına inanıyor, bu da çoğu
kez yayıncısını perişan ediyordu. Marx ekonomi çalışmalarıyla
gazetecilik döneminde ilgilenmeye başladı. Köylülerin kötü durumu
ve Avrupa’daki politik huzursuzluklar hakkında yazarken, Adam
Smith ve David Ricardo gibi politik iktisatçıların yazılarını ciddi bir
şekilde incelemeye başladı. O zamana kadar öğrenimi, filozofların
fikirleri etrafında temellenmişti. Kapital, hem politik iktisat hem
de İngiliz Hükümetinin fabrika ve nüfus istatistiklerini kaydettiği
Mavi Kitaplar üzerinde uzun ve sistemli bir çalışmanın son
ürünüydü. Mavi Kitaplar Marx’a, görüşlerini örneklerle açıklamak
için birinci elden kanıtlar sunuyordu.
Kapital üzerine çalışması aslında 1857’de, şimdilerde Grundrisse
olarak adlandırılan bir belgeyle başladı. Grundrisse sözcüğü,
Ekonomi kuramı
71
“temeller” veya “esaslar” sözcüğünün Almancasıdır ve orijinal
belge, politik iktisadın belli başlı temellerinin bir incelemesidir.
Orijinal belge, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı ve Kapital’e
hazırlık için alınan notlardan oluşur ve basılma amacıyla
yazılmamıştır. Esasında bitmiş kitabın ilk ve kaba taslağıydı. Bu
notlarla Kapital’in sonunda yayınlanması arasında on yıl süren sıkı
bir çalışma vardır. Hemen hemen aynı dönemler Marx, ekonomi
ve iktisat kuramı üzerine, her biri son çalışmaya doğru bir sıçrama
tahtası işlevi gören başka eserler de kaleme almıştı.
• 1845-46—Alman İdeolojisi. Bu kitap, ölümünden önce
yayınlanmamıştır ve Engels’le işbirliğinin ürünüdür. Materyalist
tarih görüşü kuramını belirttiği için ve dahası, kapitalist bir
dünyadaki yabancılaşmayı tartıştığı için önemlidir.
• 1859—Ekonomi Politiğin Eleştirisi. Esasen tarihsel materyalizm
kuramını özetlediği önsözünden ötürü önemli olan, ekonomi
üzerine kısa bir eserdir.
• 1861-63—Artı Değer Teorileri (Kimi zaman Kapital’in 4.
cildi olarak da bilinir). Bu çalışma 23 büyük defterden oluşur
ve 1906-08’e kadar basılmamıştır. Esasen Kapital için alınan
notlardır ve iktisat kuramının tarihsel bakış açısıyla ilgilenir.
Akademik çevrelerde kendi başına bir Marksist iktisat dalı gelişmiş
ve Marx’ın kuramları kimi zaman rağbet görmüş kimi zaman
gözden düşmüştür. Marx’ın ekonomi kuramları farklı şekillerde
yorumlanabilir: Kuramlarını geliştirdikçe görüşleri kısmen değişime
uğramıştır ve yabancı dillerdeki basımlar birbirlerinden biraz
farklılaşır. Engels, Marx’ın çalışmalarının çoğunu İngilizceye çevirdi
ve genel okur kitlesi için basitleştirdi. İşte bu noktada pek çok
tartışma vardır. Kapital’in üç cildi vardır (ya da bazılarının yaptığı
gibi, bir bütünün parçası olarak sayarsanız Marx’ın notlarından
oluşan Artı Değer Teorileri ile birlikte dört). Bunun yanı sıra çok
sayıda henüz basılmamış, notlardan oluşan kitabı da vardır.
İlk ciltte Marx, kapitalist ekonominin aldığı biçimi inceler
ve ekonomi kuramını ayrıntılarıyla açıklar. İlk dokuz bölüm
ekonomi kuramının açıklamasıyla ilgilidir; kitabın diğer bölümleri,
72
kapitalistlerin işçileri nasıl sömürdüğünü gösteren kanıtları inceler.
Kapital’in 2. ve 3. ciltleri Engels tarafından kaleme alınmış ve onun
tarafından yayınlanmıştır, fakat Marx’ın ölmeden önce bıraktığı
notlara dayanır. Kapital’in 2. cildi temel olarak paranın nasıl
sermayeye dönüştüğünü ve sermaye ile kârın dolaşımının nasıl bir
araya gelerek bir ekonomik sistem biçimlendirdiğini ele alır.
Üçüncü cilt bir bütün olarak kapitalist üretimi ve rekabetin
ekonomide oynaması gereken rolü ele alır. İlk cilt, akademi dışı
okur için en ilginç olan cilttir. İkinci ve üçüncü ciltler daha kurudur
ve daha çok politik iktisatla tarihsel materyalizm hakkında derin ve
kuramsal bilgiye ilgi duyan okurlara hitap eder.
Alandan olmayanlar için en ilginç cilt olmasına rağmen, birinci
cildin okunması hiç de kolay değildir. Özellikle de günümüzde
pek çok kişi Marx’ın kullandığı edebi göndermelerin çoğunu
anlayamaz; Marx, o dönemlerde okuduğu kitaplarla ilgili kelime
oyunları yapmayı ve onları ima etmeyi oldukça severdi. Ayrıca
bir kitabı açıp neredeyse yüzde ellisinin minicik harflerle yazılmış
dipnotlardan oluştuğunu görmek de oldukça rahatsız edicidir
(Marx’ın ne söylemek istedikleriyle gerçekten ilgilenenler için
birinci cilt okumaya değer ve dipnotlar da bu cildin en ilginç
bölümlerindendir). Neyse ki uzun süreli bir okumaya zamanı
olmayanlar için, Marx’ın iktisat kuramını açıklayan başka iki
çalışması daha vardır. Bu çalışmalar, Marx’ın işçi birliklerinde
verdiği derslere dayanarak hazırladığı kitapçıklardır. O nedenle
burada çok daha basit terimlerle ifade etmiş olmakla birlikte,
kuramını ayrıntılarıyla açıklamayı başarmıştır. Bu çalışmalar
şunlardır:
• Ücretli Emek ve Sermaye – 1847’de verilen derslere dayanır ve
nihayet 1849’da basılmıştır.
• Değer, Fiyat ve Kâr – 1847’de verilen derslere dayanır ve
Marx’ın ölümünden önce keşfedilmemiştir.
Ne var ki Kapital, yalnızca ekonomi üzerine bir kitap değildir.
Tersine, tarih, toplum ve ekonominin bir karışımıdır; Marx
Ekonomi kuramı
73
ekonomiyle, Adam Smith veya David Ricardo’nun kendi politik
iktisat incelemelerinde yaptıkları gibi, sadece pazar fiyatlarını
öngörmenin bir yolu olarak ilgilenmemiştir. Marx daha çok
ekonominin konseptiyle ve ekonomi ile toplum arasındaki ilişkiyle
ilgileniyordu. Kapitalist toplumu tarif etmeyi, bu toplumu neyin
biçimlendirdiğini anlamayı, nasıl çalıştığını görmeyi ve kendi iç
çelişkileri ya da diyalektikleri tarafından nasıl gelişeceğini veya
yıkılacağını öngörebilmeyi istiyordu.
Diyalektik materyalizm, tarihsel materyalizm ve
ekonomi
Diyalektik materyalizm genellikle Marx’la ve Marksist düşünceyle
bağlantılı olarak kullanılan bir terimdir, fakat Marx’ın kendisinin
kullandığı bir ifade değildir.
Genel bakış
Herhangi bir bilginin kaynağını incelemek ve Marx’ın
gerçekten söylediği şeylerle bunlara dair yorumları
birbirinden ayırmak her zaman önemlidir.
Bu terim Marksist kurama büyük olasılıkla Rus sosyalist Georgi
Plehanov’un yazıları aracılığıyla girmiş ve Lenin yönetimi altında
Sovyetler Birliği’nde popülerleşmiştir. Diyalektik materyalizm,
felsefi terimler olan diyalektik ile materyalizmin sentezidir.
Diyalektik, filozoflar tarafından genelde farklı biçimlerde
kullanılmıştır, fakat çoğu çatışmanın veya çelişkinin herhangi bir
diyalektik sürecin gelişiminin bir parçası olduğunu kabul eder.
Son bölümde Marx’ın Hegel’den ve Hegel’in diyalektik
yorumundan büyük ölçüde etkilendiğini görmüştük: tezin her
zaman antitezle çeliştiğine fakat nihai olarak Aufhebung ya da
kaldırmaya doğru geliştiğine dair felsefi inanç. Hegel’in diyalektik
görüşü, insanlık tarihinin ve düşüncesinin büyümesini ve gelişimini
74
açıklama girişimiydi; tarihsel gelişimin merkezinde ruhun
olduğuna inanan felsefesi idealistti. Marx, diyalektiğin materyalist
yorumunu aldı. Soyut felsefi kuramlar yerine hayatın gerçek, maddi
çelişkilerine yoğunlaştı ve buradan, tarihin sınıflar mücadelesinin
ürünü olduğu görüşünü geliştirdi.
Marx, kuramını tarif etmek için “tarihin materyalist anlayışı”
ifadesini kullandı ve Engels bu ifadeyi “tarihsel materyalizm”
olarak kısalttı. Marx, kapitalizmi Hegel’in gördüğü gibi tarihsel
gelişim sürecinin sonu ya da Adam Smith’in gördüğü biçimde
insanların “değiş tokuş ve takas” yapma arzularının doğal sonucu
olarak değil de tarihin ilerleyişinin geçici bir aşaması olarak gördü.
Kendi çöküşüne neden olacak iç çelişkilerinden dolayı toplumun
geçici bir durumuydu.
Tarihe ve onun ekonomiyle ilişkisine dair bu materyalist bakış,
Marksist düşüncenin önemli bir parçasıdır, çünkü kapitalist
ekonominin sadece bir aşırı uçtan diğerine salınarak gelişebileceği
ve içinde barındırdığı çelişkiler sonucunda nihai olarak çökeceği
fikri diyalektik bakış açısına özgüdür. Dünyaya dair diyalektik
bakışa göre her şey birbirine bağlıdır, toplum ve ekonomi de sürekli
hareket ve değişim süreci içindedir. Kapital’i yazarken Marx’ın
anlamaya ve açıklamaya çalıştığı şey işte buydu.
Kapitalist ekonomi
Kapital’de Marx, Avrupa’da feodalizmden geliştiğini gördüğü
kapitalist sistemi tarif etmiştir. Marx’ın yazdığı dönemde,
Avrupa’daki Sanayi Devrimi insanların yaşama ve çalışma
biçimlerini kapitalist bir hale dönüştürüyordu. Her ne kadar
kapitalist sanayi ve fabrika sistemi başta Britanya ve Fransa olmak
üzere Avrupa’daki birkaç ülkede çok önemli olsa da, Avrupa’nın
büyük bölümünün ve dünyanın geri kalan kısmının o tarihte
henüz yarı feodal bir şekilde yaşadığını hatırlamamız önemlidir.
Bugün kapitalist teknoloji, sanayi ve ekonomi, Marx’ın yazılarında
öngördüğü gibi dünya çapında bir olgudur.
Ekonomi kuramı
75
Marx’ın dünya ekonomisine dair tarihsel ve materyalist görüşü,
ekonomi ve toplumun o güne kadarki gelişiminin kapitalizm de
içinde dört ana aşamadan geçtiğini belirtir:
• İlkel komünizm – Bu, doğanın sunduğu yiyecek ve
hammaddelerden yararlanmak için insanların işbirliği içinde
çalışmak zorunda olduğu ilkel avcı ve toplayıcılardan oluşan
bir toplum türüdür. Marx bu toplumsal biçimi sınıfsız olarak
görmüştür.
• Köleci toplum – Bu toplum, genellikle savaşların sonucu olarak
bazı insanların diğerleri üzerinde güç kazandığı ve dolayısıyla
çalışanlardan ve özgür olmayanlardan oluşan bir alt sınıfla
onları sömürenlerden oluşan bir üst sınıfın var olduğu bir
toplumdur.
• Feodalizm – Feodalizmde toprak, ülkenin yöneticisini
desteklemek karşılığında soylular arasında bölüşülür. En
üstte kraliyetten başlayarak aşağıya doğru soylular, ruhban,
tüccarlar, esnaf loncası ve serfler olarak inen sıkı bir sınıf
hiyerarşisi vardır. Serfler kendi toprakları üzerinde bazı haklara
sahiptir, fakat emeklerinin çoğu lorda aittir ve soylulara ve
Kiliseye vergi ödemek zorundadırlar.
• Kapitalizm – Bu, Fransız Devriminden sonra gelişmiş ve iki ana
sınıftan oluşan bir toplum biçimidir: burjuvazi ve proletarya. Bu
sınıflar 6. Bölümde ayrıntılarıyla açıklanacaktır fakat temelde
burjuvalar, zengin ve orta sınıflardır ve proletarya da işçilerdir.
Bu ayrıca, üretim araçlarının çoğunlukla özel mülkiyette olduğu
ve sermayenin kâr elde etmek üzere mal ve hizmetlere yatırıldığı
bir ekonomik sistemdir. Bugün Batı dünyasında egemen
olan ekonomik sistemdir, fakat Marx’ın yazdığı dönemde,
Avrupa’daki Sanayi Devriminin sonucu olarak yayılmaya daha
yeni başlıyordu. Kapitalizm sözcüğü Marksistler tarafından
kullanılmaya başlandı ve popülerleştirildi. Marx’a atfedilen
pek çok terim gibi bunu da kendisi kullanmamıştır. Genellikle
Marx, ekonomik bağlamda konuşurken “kapitalist üretim
tarzı” ya da daha toplumsal yönleri tarif ederken “burjuva
toplumu” ifadesini kullanırdı.
76
Marx için kapitalist üretim tarzının başlangıç tarihi, on sekizinci
yüzyılın son üçte birlik bölümüdür, çünkü bu dönemde endüstriyel
gelişmeler imalatta fabrika sistemine yol açmıştı. Bundan önce,
tüccarların ticaretine ve altın veya değerli metaller biçiminde
zenginlik birikimine dayalı bir ticaret ekonomisi vardı. Tarım
sistemi de değişiyordu. Britanya’daki “Çitle Çevirme Eylemleri”,
ortak toprakların özel mülkiyete geçmesi anlamına geliyordu.
Serfler, ortak topraklar üzerinde bazı haklara sahip olarak feodal
lordun topraklarında yaşamlarını sürdürmeye yetecek bir geçim
düzeyinde yaşamak yerine, açık pazarlarda satılmak üzere para
getiren ekinler yetiştirmeye başladılar.
Feodal sistemde emekçiler, hiç hakları olmadan toprak parçalarına
bağlıydı. Bu yüzden artı ürün toprak sahibi aristokrat sınıfın
mülkiyeti haline gelirdi. Kapitalist sistemin farklı bir ekonomik
yapısı vardı, çünkü ürünler elde edilmeden önce gereken pahalı
makinelere ve fabrikalara dayanıyordu. Sadece yatıracak parası
olanlar bunlara sahip olmak için gereken parayı karşılayabiliyordu:
Kapitalizm benzersizdir çünkü:
• Kapitalizm altında insan emek gücü alınıp satılabilen bir meta
haline gelmiştir.
• Kapitalizm altında bütün üretim meta üretimidir.
Meta
Klasik iktisatçı Adam Smith metayı, pazarda satılmak için
üretilen ürün olarak tanımladı. Para gibi meta da kapitalizmden
önce vardı. Ne var ki kapitalizm altında ekonomi, kapitalizm
öncesi toplumlarda olmayan bir biçimde meta üretimi tarafından
belirlenir. Feodal veya köleci toplumlarda insanlar genelde ihtiyaç
duydukları bir şeyi sağlamak için meta değiş tokuşu yapardı ve
eğer kullanılıyorsa para, bu işlemin sadece bir ara evresiydi. Marx
bu finansal döngüyü M-P-M olarak gösterdi; “M” meta, “P” de
paradır. Üretici metayı para için satıp bu parayı ihtiyaç duyduğu
başka bir metayı almak üzere kullanacaktır.
Ekonomi kuramı
77
Kapitalizmde bu döngü biraz daha karmaşıktır ve P-M-P olarak
gösterilebilir. Bu durumda para, kapitalist tarafından, ileride daha
fazla para karşılığında değiştirilecek meta üretmek için yatırılır.
Kapitalizmde son para miktarı, yatırılan ilk para miktarından daha
büyüktür ve aradaki fark da kâr veya Marx’ın adlandırdığı şekliyle
“artı değer”dir.
Artı değer kuramı
Kâr ve artı değer, Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçıların
çalışmalarında kullanılan terimlerdi fakat sorgusuz sualsiz kabul
edilmiş ve onlar tarafından ayrıntılarıyla incelenmiş terimler
değildi. Görünürde, bir şeyi onun için ödediğinizden daha fazlasına
satarsanız kâr edersiniz fakat bir şeyi başka bir şeyden daha değerli
yapan nedir, buna kim ve nasıl karar verir? Marx, o zamanın
iktisatçılarının kafasını karıştıran şu soruyu araştırmak istiyordu:
artı değer nereden gelir? Bunu anlamak için, feodal ekonominin
işleyiş biçimi olduğuna inandığı şeyle kapitalist üretim tarzı
altındaki ekonominin işleyişini karşılaştırdı.
Feodal sistemde toprak sahibi, ücretsiz çalışma veya kira ya da
ikisinin birden karşılığında işçilerin toprağı ekip biçmelerine izin
veriyordu. İlgili herkes için, artı ürünü toprak sahibinin alacağı
açıktı. Kapitalizm altında bu olgu saklıdır. İşçiler, kendilerine
en yüksek ücret veren kişiye emek güçlerini satmak konusunda
özgür gibi görünürler. Bir günlük çalışma karşılığında adil
bir günlük ücret alıyor gibi görünürler, fakat Marx’a göre
işçiler sömürülmektedir. Bu sömürü, işçilerin ürettiği artıdan
kapitalistlerin kazanç sağlamasına imkân veren ücretler tarafından
gizlenmiştir. Bu artı değer kuramını geliştirmesi Marx’ın yıllarını
almıştır. Bir kişinin emeğinin ya da çalışmasının gerçek değerinin
ne olduğuna ve mallarla nasıl değiş tokuş edildiğine dayanan
bu anlayış zor bir anlayıştır. Bunu açıklamak için, kapitalist
ekonominin işleyiş biçimi hakkında ayrıntılara girmek gerekir.
Marx’ın yaptığı gibi emek değer kuramıyla başlayıp ekonominin
temellerine geri giderek çok daha kolay anlaşılır.
78
EMEK DEĞER TEORİSİ
Kapitalizmde bütün ürünler metadır. Marx’a göre metaların iki
farklı değer biçimi vardır:
• Kullanım değeri – Bu, bir metanın, tüketicinin ihtiyaçlarını
karşılayan “yararlılık” değeri olduğu anlamına gelir. Örneğin
ayakkabı ayağınızı korur, şeker yiyecekleri tatlandırır vb.
• Değişim değeri – Bu, farklı metaların farklı değerleri arasındaki
ilişkiye işaret eder; bir meta herhangi bir diğer metanın başka
bir miktarına eşittir. Örneğin bir fıçı şarap 10 fıçı balık, 50 kilo
şeker veya on çift ayakkabı değerinde olabilir.
Kullanım değerleri pazarlara veya başka herhangi bir değiş tokuş
sistemine bağlı değildir: şeker tatlandırıcı olarak her zaman yararlı
olacaktır. Değişim değeri pazar kuvvetlerine bağlıdır. Bir fıçı şarap,
bir hafta dokuz fıçı balık değerindeyken diğer hafta 11 fıçı balık
değerinde olabilir. Kapitalistin nasıl kâr ettiğini anlamak için
Marx’ın her şeyden önce malların birbirleriyle değiş tokuşlarındaki
oranları anlayıp açıklaması gerekiyordu. On çift ayakkabıyı bir fıçı
şarap değerinde yapan şey nedir? Marx değişim değerini belirleyen
şeyin ürünü yapmak için harcanan emek miktarı olduğuna
inanıyordu.
Herhangi bir metaya kullanım değeri vermek için ona emeğin
uygulanması gerekiyordu: birinin balıkları tutması, onları tuzlayıp
bir fıçıya doldurması gerekir; bir ayakkabı tamircisinin deri alıp
onunla ayakkabıyı tamir etmesi gerekir. Marx’ın somut emek
dediği şey işte budur. Her farklı metaya farklı miktarda somut
emek harcanması gerekir: ayakkabıları yapmak on saat alabilir ya
da bir fıçı dolusu balığı yakalayıp tuzlamak beş saat sürebilir.
Metaların değiş tokuş edilmesi gerektiği için, bir tür ortak değerin,
birbirlerine göre değerlerinin ne olduğunu hesaplamanın bir
yolunun olması gerekir. Marx metalarda ortak olan şeye “değer”
dedi. Değer metaların içindedir çünkü metaların hepsi insan
emeğinin ürünleridir. O halde malların değişim değeri, bitmiş
Ekonomi kuramı
79
ürünü yapmak için harcanan emek miktarıyla hesaplanabilir.
Eğer bir ayakkabı tamircisi bir çift ayakkabı yapmak için on saat
harcıyorsa ve bir balıkçının bir fıçı dolusu balık toplaması beş
saat alıyorsa, o halde adil değişim oranı iki fıçı balığa karşı bir çift
ayakkabı olacaktır.
Genel bakış
Marx moda konseptini veya daha modern kaygılar olan
tasarımcı imzasını, hoşluğu ve tüketici arzusunun estetik
yönlerini, bu değer konsepti içinde hesaba katmaz.
Bu, hammaddelerin maliyetini, çalışmanın zorluğunu veya işçinin
becerisini hesaba katmayan oldukça basit bir kuramdır. Sözgelimi
bir ayakkabı tamircisi çırağının bir çift ayakkabı yapması 20 saat
alabilir, fakat bu olgu ayakkabıyı daha değerli yapmaz. Emek değer
teorisi, bir ürünü yapmak için ortalama ne kadar emek gerektiğine
veya Marx’ın deyişiyle “toplumsal olarak gerekli” emek zamana
bağlıdır.
80
PARA VE SERMAYE
Kapitalist ekonomide mallar genellikle bu şekilde takas ya da
değiş tokuş edilmez. Dükkân veya marketlerde ürün satın almak
için parayı kullanırız. Para, malların değerini temsil eder ve
kullanışlı bir değişim aracıdır. Para, kapitalizmden önce var olan
toplumlarda belirmişti, bununla birlikte her para sermaye değildir.
Sermaye, daha fazla para kazanmak için dolaşıma sokulan paradır.
Marksist terimlerle söylemek gerekirse sermaye, artı değer olarak
biriken paradır.
Marx, kapitalistin bu artı değeri nasıl çıkardığı üzerine kafa
patlatmıştır; diğer deyişle bir kapitalistin kâr etme araçları nedir?
Emek de bir meta ise, o halde diğer metalar gibi kendi değerine
uygun olarak değiştirilmelidir. Bir işçiyi bir gün için çalıştıran
bir kapitalist, ona bir günlük emeğin ortalama karşılığını
ödemelidir; bu da bir günlük emeğin maliyetini o ürünü üretmenin
maliyetine ekleyecektir. Emeğin değişim değeri teorisini takip
edersek, kapitalist metayı sadece, onu üretmek için kullanılan
emeğin değerine karşılık gelen değişim oranında satabilir veya
değiştirebilir. Buna göre kapitalistin kâr etmesi imkânsız gibi
görünür, peki o zaman bunu nasıl yapıyor? Marx, kendinden
önceki pek çok iktisatçının kafa patlattığı bu problemi çözmeyi
başardı. Yanıt, emekle emek gücü arasındaki farkta yatar.
EMEK VE EMEK GÜCÜ
Bir meta imalatçısı bir zaman süresi içinde mallar üretebilmek için
işçiden kas gücünü, kuvvetini ve becerisini satın almak zorundadır.
İşte bu emek gücüdür. Emek gücü, değer içeren bir metadır. Eğer
bir metanın değeri, onu üretmek için harcanan emek miktarı
kadarsa, emek gücünün değeri ne kadardır? Emek gücü işçinin
kuvveti ve becerisi olduğuna göre değeri de, işçiyi belli bir zaman
boyunca çalışabilecek durumda tutmak için gereken yiyecek,
barınma, giyim vb. şeylerin değeri kadar olmalıdır. Emek yapılan
asıl çalışmadır—hammaddelere değer ekleyen faaliyet.
Ekonomi kuramı
81
Kapitalist bir işçiyi kiraladığında, işçinin emek gücü, sonunda
kapitaliste ait olan emek haline gelir. İşçiye emek gücü karşılığında
saatlik bir para ödenir fakat aslında onun verdiği şey emektir.
İşçinin emek gücü karşılığında aldığı ücretin değeriyle emeği
tarafından yaratılmış olan değer arasında bir fark vardır. İşte bu
fark, kapitaliste ait olan artı değerdir.
ARTI DEĞER
Sonunda Marx’ın keşfini açıklayacağımız noktaya geldik:
kapitalist, işçilerinden nasıl kâr elde eder? Kapitalist, işçiye bir
günlük emek gücü karşılığında ödeme yapar ve işçi emek gücüne
karşılık, kapitalistin onun emeğinden ne kadar kâr ettiğinden
bağımsız olarak her zaman sabit bir miktar aldığı için kapitalist
zenginlik kazanır. Bu, bir örnekle çok daha kolay anlaşılacaktır.
Eğer bir işçinin bir gün hayatta kalmasının maliyeti 10 sterlin
ise ve çalışma günü de on saat ise, o halde on saatlik emeğin
değişim değeri 10 sterlindir. Bir fabrikada bir işçi sekiz saat
içinde hammaddelerin değerine 10 sterlin ekleyebilir. İşçi ücretini
sekiz saat içinde kazanmış olur fakat kapitalist, on saatlik emek
gücü satın almıştır, bu yüzden işçinin gününün son iki saatinden
kâr elde edebilir. Bu kâr, fabrikadaki işçi sayısıyla çarpılır.
Gerçekte kapitalist, işçinin emek gücünün kullanım değerini
almış fakat karşılığında yalnızca değişim değeri ödemiştir; işçi,
kendi emeğiyle gerçekte yarattığı değerden daha düşük değerde
bir ücret almaktadır. Bu yalnızca, kapitalist ekonomik sistemin
tarihteki benzersizliği sayesinde oluşabilmektedir: tarihsel ve
toplumsal bir kaza sonucu “üretim araçları” tek bir sınıfın, burjuva
kapitalistlerin eline geçmiştir. Bu durum kapitalistlere, yaşamak
için serbest piyasada emeğini satmaya adeta zorlanan işçiler
karşısında avantaj sağlamıştır. İşçilerin diğer tek alternatifleri
açlıktan ölmektir. Her toplumda yaşamak için insanların bir
çalışma yapması gerekmiştir, fakat yalnızca kapitalizmde bir sınıf
artı değere bu şekilde el koyar. Uzun dönemde bunun, iş gününün
uzunluğuyla da önemli bir bağlantısı olacaktır.
82
Marx iş gününün ikiye bölündüğünü gördü:
• Gerekli emek – işçinin, ücret olarak ödenen miktarı kazanmak
için gerçekte harcadığı zaman. Her toplumda işçi, ihtiyaç
duyduğu yiyeceği, giyimi ve barınmayı sağlamak için belli bir
süre için emeğini vermek zorundadır. Ancak bunun gerektirdiği
zaman miktarı, işinde ona yardım etmeye uygun olan
teknolojiye göre değişir.
• Artı emek – kapitaliste artı değer üretmek için harcanan zaman.
Kapitalist bu artı değeri şu şekillerde artırabilir:
• iş gününü uzatarak
• iş yerinde verimliliği artırarak; böylece işçi, ücretinin maliyetini
daha kısa zamanda çıkarıp günün geriye kalan daha büyük
kısmını artı değer üretmeye ayırır.
Kâr ve işbölümü
Kapitalizmin başlıca itici kuvveti kârdır. Kapitalistin işçilerinden
kazandığı artı değerin hepsi kâr değildir, çünkü kapitalist
makinelere, eğitime vb. para ödemek zorundadır. Kapitalistin elde
ettiği kâr oranı değişkendir ve o her zaman bu oranı iyileştirmenin
yollarını arar.
Kapitalist sistem, işbölümü olarak adlandırılan bir çalışma
biçimini kullandığı için geçmiş üretim yöntemlerinden farklılaşır.
İşbölümü işyerinde, üretim sürecini bir dizi tekrarlanan görevlere
bölen seri üretim sistemini kullanmak demektir. Eski dostumuz
ayakkabı tamircisi, bir çift ayakkabıyı bitirene kadar deriyi her
işlemden kendisi geçiriyordu. Bir fabrikada çok sayıda farklı evrede
çalışmayı makineler yapar. Bir makine deriyi keser, diğeri diker,
biri biçimlendirir vb. Bu, kapitalistin kârını iyileştirir:
• Bir işçi çok sayıda diğer işçinin çalışmasını yapabilir. Bu,
çalışma yeri için rekabeti artırır, böylece ücretler düşer.
Ekonomi kuramı
83
• Bu, çalışmayı basit ve beceri gerektirmeyen bir hale getirir,
böylece uzun süreli çıraklığa veya eğitime ihtiyaç kalmaz.
• Küçük çaplı kapitalistler, büyük çaplı imalatçıların düşük
fiyatlarıyla rekabet edemedikleri için işin dışına atılırlar. O
zaman onlar da işçilere katılmak zorunda kalırlar.
Ne var ki bu artan kâr yalnızca kısa vadede kazanılabilir.
Kapitalistin daha verimli ve iyileştirilmiş üretim yöntemleri bir kez
diğer imalatçılara da yayılınca, pazarda bu ürünün bolluğu oluşur.
Bu, aşırı üretim olarak bilinir ve pazarda rekabet nihai olarak
metanın fiyatını düşürecektir.
Kapitalist bu sorununu kısa vadede şu şekilde çözebilir:
• eski pazarı daha etkin bir şekilde sömürerek, örneğin reklam
yaparak
• yeni pazarlara açılarak, örneğin diğer ülkelere ihracat yaparak
Marx, kâr oranlarının düşme eğiliminin her zaman var olduğunu
belirtmişti. Buna sebep olan başlıca unsurlardan biri artan
rekabettir, çünkü kapitalist, işine daha fazla miktarda sermaye
yatırması gerektiğini görür.
Genel bakış
Marx’ın modelini takip ederek, modern ekonomik krizlerin
tümünün genel olarak aşırı üretimin sonucu olacağına
inanıldı, fakat 2008’de başlayan küresel durgunluk
bankacılık, yatırımlar ve konut piyasası gibi unsurları da
kapsıyordu.
Krizdeki kapitalizm
Marx, toplumun kapitalist yapısının kaçınılmaz biçimde krize
yol açacağına ve iç çelişkilerin nihai olarak kendi çöküşünü
84
getireceğine inanıyordu. Marx’ın öngördüğü başlıca sorunlar
şunlardı:
• İşçilerin ücretleri asgari geçim düzeyine düşme eğilimi
gösterecek.
• Kârlar düşme eğilimi gösterecek.
• Rekabet, büyük şirketlerin küçük şirketleri yutmasına yol
açacak; gitgide artan sayıda işçi buna karşı çıkacak.
• Daha fazla insan işçi sınıfına katılmaya zorlanacak.
• Kapitalist sistem, toplumda daha büyük bölünmelere yol
açacak.
• Gitgide daha fazla ciddi ekonomik kriz olacak.
• Kapitalizm işçileri alçaltılmış koşullara düşürecek ve en sonunda
bu işçiler devrim için ayaklanıp sistemi alaşağı edecekler.
Ücret ve kârların düşmesi
Marx kapitalizmin krizde olduğuna ikna olmuştu. Ekonominin
diyalektik analizine duyduğu güven, bu inancı destekliyordu.
Bir bütün olarak kapitalizmi, yapısını oluşturan diyalektik
karşıtlıklardan ötürü doğası gereği istikrarsız olarak görüyordu.
Eğer bir ekonomik “patlama” yaşanıyorsa, bunu bir “iflasın”
veya bunalımın takip edeceği kesindi. Bunun yanı sıra ücretlerin
asgari geçim düzeyine ulaşana kadar gitgide daha fazla düşeceğine
ve kapitalizmde malların fiyatıyla elde edilen kâr büyük ölçüde
pazarlara ve ücretlere bağlı olduğundan dolayı kârların da düşmeye
devam edeceğine ikna olmuştu:
• İşçilere yüksek ücret ödenmesi metaların fiyatının yükselmesine
yol açar, dolayısıyla fabrika sahipleri düşük kârlar elde eder.
• İşçilere düşük ücret ödenmesi, ekonomiyi canlı tutmaya yetecek
kadar mal ve hizmet satın alamamaları anlamına gelir ve bu da
işsizliğe yol açar.
Marx’ın önceden işaret etmiş olduğu kapitalizmin bir iç paradoksu,
iktisatçı John Maynard Keynes’e (1883-1946) ün kazandırdı.
Ekonomi kuramı
85
Her kapitalist işçilerine düşük ücret vermeyi, böylece kârını
artırabilmeyi ister, fakat başka birisi için çalışan işçinin yüksek
ücreti olmasını ister, böylece o işçiler kendi ürünlerini satın
alabilirler. Gerçek dünyada bunun gerçekleşebilmesinin hiçbir
yolu yoktur ve kapitalistlerin bu çelişkili arzuları, kapitalist sistemi
istikrarsız kılan diyalektik paradoksun bir parçasıdır ve yinelenen
ekonomik krizlere yol açabilir.
Genel bakış
Bu iki karşıt kuvveti dengelemek, her ekonomik krizin
ardından canlanma için gereken önemli bir unsurdur.
Harcamaları artırmak için ücretleri yükseltmek ve enflasyon
riskini göze almak daha mı iyidir? Yoksa küresel rekabet
baskıları yüzünden ücretler düşük mü tutulmalıdır?
Toplumsal emek
Kapitalist toplumda kârları etkileyen bir diğer sorun da, kimin
ne yapacağına kimsenin karar vermemesidir. Kullanım değerinin
Marx’ın ekonomi kuramının önemli bir parçası olduğunu gördük.
Yapılan ürünlerin bazı insan ihtiyaçları için “yararlı” olması
gerekir. Fakat aynı zamanda belli bir ihtiyaç için ve belli bir
yerde yararlı olması gerekir: örneğin açsanız bir çift ayakkabı
yiyemezsiniz. Bir toplumun işlemesi için hepimiz farklı türde
metalara ihtiyaç duyarız. Sözgelimi herkes ayakkabı yapmaya
karar verirse hepimiz aç kalırız. Bundan dolayı toplumların, doğru
türde metalardan yeterince yapıldığını garanti etmek için kimin ne
yapacağını düzenleme yollarının olması gerekir.
Marx buna toplumsal üretim adını verdi ve bunun gerçekleşmesini
garantiye almanın hiçbir yolu olmadığı için kapitalist toplumun bu
açıdan köleci ya da feodal toplumlara benzemediğine işaret etti.
Köleci veya feodal toplumlarda büyük ölçüde köle ya da toprak
sahibi işbölümüne karar veriyordu. Ne istediklerine ve isteklerinin
86
karşılanması için bunu kimin yapacağına karar veriyorlardı. Kır
ekonomisine sahip feodal bir toplumda işbölümünü toplumu
oluşturan aileler düzenliyordu. Bazı üyeler buğday yetiştirir,
bazıları dokumacılık yapar, bazıları ayakkabı üretir ve böylece
emek, yaşa, cinsiyete ve mevsimlere vb. uygun olarak yeniden
bölüştürülürdü. Kendi ihtiyaçları olan ve üstlerindeki yönetici
sınıfların özel ihtiyaçlarını karşılayacak metaları üretirlerdi.
Ne var ki kapitalizm, genelleşmiş meta üretimi sistemidir.
Fabrikalar belli alanlarda uzmanlaşmıştır ve sadece tek bir çeşit
ürün üretme eğilimindedirler. Hiçbir üretici, bütün ihtiyaçlarını
kendi fabrikasının ürünlerinden karşılayamaz, bu yüzden ürünlerini
meta olarak başka insanlara satmak zorundadır. Bu şekilde meta
üreticileri birbirlerine bağımlıdır.
Piyasa kuvvetlerinden başka kimin ne yaptığını düzenleyen hiçbir
sistem olmadığı için bu durum şu sorunlara yol açabilir:
Ekonomi kuramı
87
• Pazara gidene kadar bir ürünün “yararlı” olup olmadığını
söylemek mümkün değildir. Üretici onları satamayabilir.
Marx’a göre bu durumda, böyle ürünlere harcanan emek boşa
gittiğinden dolayı toplumsal emek değildir.
• İmalatçılar genelde oldukça benzer ürünler yaparak aynı
pazarlar için rekabet ederler. En başarılı olanlar, bu ürünleri
en ucuza yapabilenler olacaktır. İmalatçılar bunu etkin bir
biçimde ancak üretkenliği artırarak ve birbirlerinin altını oyarak
yapabilirler.
Genel bakış
Batı ekonomilerinde pazarlar, genellikle kendi seviyelerini
bulmaları için serbest bırakılır, fakat ekonomik gerileme
dönemlerinde işsizlikten kaçınmak için, belli türde büyük
imalat sektörleri devlet desteğiyle cesaretlendirilebilir.
İmalatçılar ürünlerinin bir toplumsal ihtiyacı karşılayıp
karşılayamayacağını önceden bilmezler ve bunu, yalnızca onları
satmaya çalışırken tespit edebilirler. Birbirlerine bağımlı oldukları
ve aynı zamanda birbirleriyle rekabet halinde oldukları için, bu
olgu pazar dalgalanmalarına yol açmak durumundadır.
Bu bölümün başlarında, metaların fiyatının “toplumsal olarak
gerekli” emek zaman miktarına bağlı olduğunu görmüştük.
Yaygınlaştırılmış meta üretiminin olduğu bir pazarda, bir
ürünü yapmak için ne kadar toplumsal olarak gerekli emek
zaman harcandığını görmek zordur. Önceden verdiğimiz örneği
hatırlarsak, ürünleri değiş tokuş etmenin adil oranının bir çift
ayakkabıya karşı iki fıçı balık olduğunu söylemenin kolay bir
yolu yoktur. İmalatçılar arasında rekabet ve artı değerin elde
edilme yolu, emeğin soyut toplumsal emek haline gelip parayla
ilişkilenmesi anlamına gelir. Bu, bir sonraki bölümde tartışılacak
olan “meta fetişizmi” ile bağlantılıdır.
88
Birikim ve kriz
Kapitalist ekonomide artı değerin işçilerden elde edildiğini ve kâr
haline geldiğini görmüştük. Bu kâr kapitalist tarafından genellikle
başka bir ürün satın almak için değil de daha fazla üretime yatırım
yapmak için kullanılır. Böylece artı değer, daha fazla artı değer
üretmeye gider. Marx buna sermayenin birikimi adını verdi ve
bunun, kapitalist için neredeyse bir saplantı haline geldiğini
düşünüyordu. Burjuva sınıfının sermaye yatırımı yapmak için
kendi kendisini tüketimden yoksun bıraktığını söylüyordu, fakat
onların sadece zenginlik uğruna istifçilik yapan pintiler olduğunu
düşünüyor değildi. Yeniden yatırım yapmadıkları takdirde
rakiplerinin gerisinde kalacakları için onların rekabet makinesinin
dişlileri olduğunu düşünüyordu.
Marx, ekonominin büyümesi için sermaye yatırımının önemli
olduğunu fark etmişti; kapitalistler kârlarının bir bölümünü
yeniden ekonomiye sürmek durumundadır, aksi halde ekonomi
durgunluğa girecektir. Bununla birlikte pazar hiçbir biçimde
kontrol edilemediği için, eğer kapitalist, talep olmadığından
ürününü satamazsa ya da arz talebi aşarsa, ani bir düşüş yaşanır.
Bu durumda insanlar, kârlar çok düşük hale geldiği için yeniden
yatırım yapmak yerine paralarını biriktirmeye yönelirler. İşte
bu durumda ani düşüş daha da büyük olur. Büyük miktarlarda
meta satılamadan kalır ve bu yüzden kapitalist yatırımından kâr
sağlayamaz. Bu, Marx’ın kapitalizme özgü olduğunu söylediği aşırı
üretim krizidir. Oysa feodal sistemde ekonomik krizler genelde,
kıtlığa yol açacak şekilde yetersiz üretim sonucunda çıkardı.
Ekonominin merkezileşmesi
Marx, rakip kapitalistler arasındaki rekabeti ekonominin başlıca
sorunlarından biri olarak gördüğünden dolayı, ekonominin merkezi
olarak yönetilmesi gerektiğine inanıyordu:
• Önemli sanayiler merkezileşmeli, yalnızca yararlı mal ve
hizmetler üretilmeli ve aşırı üretim durdurulmalıdır.
Ekonomi kuramı
89
• Bankalar merkezileşmelidir. Sadece bu yolla toplum, doğru
sektörlere yüksek düzeylerde yatırım yapıldığından emin
olabilir.
• İşsizlikle mücadele etmeye yardımcı olması için ithalat
denetlenmelidir.
Marx bu tedbirlerin ancak, kapitalist sistem içindeki tutarsızlıkların
bir sonucu olarak kaçınılmaz biçimde gerçekleşecek olan komünist
toplumda işe yarayabileceğine inanıyordu. Marx’ın görüşü,
ekonomide “bırakınız yapsınlar” tutumunda olan Adam Smith’in
görüşlerinin tam tersiydi. Smith, pazara yol gösteren “görünmez
bir el” olduğuna ve serbest piyasada bireysel çıkar arayışlarının
daha büyük toplumsal yarar yönünde ekonomiyi düzenleyeceğine
inanıyordu. Ekonomiyi kendi dinamiklerine bırakmanın
müdahaleci politikalar kullanmaktan daha iyi olduğunu
düşünüyordu. Doğal olarak burjuva toplumu onun görüşlerini
kabul etme eğiliminde oldu.
Marx ekonomi konusunda haklı mıydı?
Kapitalizmin, başlangıcından bu yana tekrarlanan krizler
yaşadığına hiç şüphe yoktur. 1870’lerde ve 1880’lerde “Uzun
Bunalım” yaşandı ve 1930’ların Büyük Bunalım’ı dünya çapında
bir komünist devrimin başlamak üzere olduğu korkusunu
artırarak kapitalist dünyanın büyük kısmını etkiledi. Görece bir
patlama döneminin ardından, büyük oranda petrol fiyatlarındaki
dalgalanmaların sonucu olarak 1970’lerde başlayan bir dizi kriz
yaşandı. Yirmi birinci yüzyılın başlangıcında yaşanan dünya
çapındaki ekonomik patlamayı 2008’de başlayan küresel finansal
kriz takip etti. İleride daha fazla kriz olacağı öngörülüyor, fakat
bunların kaçının kapitalizme içkin olan diyalektik aksaklıkların
sonucu olduğu tartışmaya açıktır.
Şikago Okulu’nun fikirlerini izleyen akademisyenler gibi modern
neoklasik iktisatçılar ekonomideki patlama ve çöküşlerin,
sadece ekonominin doğal çevriminin bir parçası olduğunu ileri
90
süreceklerdir. Bu iktisatçılar diyalektik istikrarsızlık fikrini reddeder
ve pazar ekonomilerinin kendi dinamiklerine bırakılırsa doğaları
gereği istikrarlı olacağını düşünürler. Hükümet müdahalesinin
bunalımın nedeni olduğuna inanırlar. Değerin insandan insana
ve hatta aynı insan için bir günden diğerine değişen öznel bir şey
olduğuna inanarak Marx’ın emek değer teorisine katılmazlar. Aynı
zamanda Marx’ın ekonomi görüşünün fazlasıyla basitleştirilmiş
olduğuna ve şimdiye dek hiçbir ekonomik sistemin, bir grubun
üretim araçlarını elinde tutup diğer grubun emeği sağladığı saf
bir kapitalist sistem olmadığına inanırlar. Emeğin ekonomideki
tek değer kaynağı ve kâr elde etmenin tek yolu olduğu iddiasına
katılmazlar. Ayrıca 2008’deki dünya finansal krizinin nedeninin
pazar kuvvetleri değil de bankacılık hizmetlerinin serbestleştirilmesi
ve ABD konut piyasasındaki sıkıntılı dönemle birleşen dünya
finans piyasasındaki haksız ticaret olduğunu iddia ederler. Radikal
Marksist görüş bu argümanlara kuşkuyla bakar ve Batı’daki
mevcut hâkim ekonomik sistem görüşü serbest girişimciliği
vurgulayan neoklasik görüş olduğu için, kendilerine yarar sağlayan
bir sistemi desteklemenin iktisatçıların çıkarına olduğunu söyler.
Ayrıca her ne kadar 2008’deki küresel finansal krizin sebebi, dünya
bankalarının ve finansörlerinin üzerine yıkılsa da, bunun sadece
kısa vadeli sebep olduğuna inanırlar. Gerçek neden, kapitalizmin
kendi içkin zaafıdır.
Kâr ve ücretlerin Marx’ın öngördüğü şekilde düşüp düşmediği
hakkında da pek çok tartışma vardır. Gerçek anlamda Batıdaki
pek çok insan, Marx’ın döneminden çok daha iyi durumdadır
ve gelirler arasındaki eşitsizliklerin azaldığı söylenmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerde bile, yoksulluk göstergeleri olarak
kullanılan yenidoğan ölüm oranlarında ve besin stokları üretiminde
iyileşmeler olduğu yönünde kanıtlar vardır. İnsanların çoğunun
işçi sınıfına katılmaya zorlanması yerine zenginle yoksul arasındaki
boşluk, daha büyük ve zengin bir orta sınıfla doldurulmakta, ama
zenginle yoksul yine de var olmaya devam etmektedir.
Marx ekonomi üzerine çalışmasını hiçbir zaman tamamlamadı.
Kapital’in 1. cildi tamamladığı tek ciltti ve bu yüzden, kuramlarını
Ekonomi kuramı
91
düzgün bir şekilde formüle etmek için ölmeden önce gerçekten
yeterince zamanı olamadı. Marx’ın görüşleri hayatı boyunca
değiştiği için, ekonomiyle ilgili görüşlerini ele alırken hangi
yazılarının göz önünde bulundurulması gerektiğiyle ilgili pek
çok tartışma vardır. Marx’ın kuramları çok farklı argümanları
desteklemek için seçmece bir şekilde kullanılabilir. Sözgelimi,
ekonomiye müdahale etmek isteyen bir hükümet, çalışmalarında
müdahalenin vurgulandığı bölümleri seçip diğer yazıları göz ardı
edebilir. Hatta bazı Marksistler, diyalektik ekonomi görüşünün
önceki yazarlar tarafından aşırı biçimde vurgulandığına, çünkü
bunun Engels ve ekonomi üzerindeki kontrolü kazanmak isteyen
diğer komünist liderler tarafından fazlasıyla vurgulandığına
inanırlar.
Marx’ın ekonomiyle ilgili öngörülerinin hepsi gerçekleşmedi: kârlar
düşme eğilimi göstermedi, işçi ücretleri gerçek anlamda iyileşti ve
insanların çoğu Marx’ın dönemine göre çok daha iyi durumda.
Toplumda insanların çoğunluğu için sınıfsal bölünmelerin
belirginliği çok azaldı. Devrimler yoluyla komünistlerin iktidara
geldikleri yerlerde ülke ekonomileri, farklı nedenlerle de olsa en az
kapitalist ülkeler kadar ekonomik krizler yaşadı. Ne var ki küçük
şirketlerin büyükler tarafından ele geçirildiğine ve yüksek işsizlik
dönemleriyle birlikte ekonomide çok sayıda bunalım yaşandığına
da tanık olduk. Demek ki Marx tümüyle hatalı değildi ve her ne
kadar iktisatçılar, ekonominin geleceğini öngörmeye çalışsalar da
ileride ne olacağını asla gerçekten bilemezler.
92
BUNLARI UNUTMAYIN
• Marx ekonomi kuramını Kapital’de açıkladı. Bunu ayrıca
Ücretli Emek ve Sermaye ve Değer, Fiyat ve Kâr kitaplarında
da anlattı.
• Kapitalist ekonomi mal üretmek için pahalı makinelere
ihtiyaç duyar. Ekonomide sadece sermaye yatırımı
yapabilenler bundan kâr elde edebilir.
• Kapitalizm altında bütün üretim meta üretimidir.
• İnsan emek gücü kapitalizmde bir meta haline gelir.
• Marx, işçilerin kapitalizm tarafından sömürüldüğüne fakat
bunun farkında olmadıklarına inanıyordu.
• Metaların iki tür değeri vardır: kullanım değeri ve değişim
değeri.
• Metaların birbirleriyle değişim oranı, onları yapmak için
harcanan emek miktarına bağlıdır.
• Kapitalist bir toplumda para, malları değiş tokuş etmenin
dolaylı bir yoludur. Her para sermaye değildir. Sermaye, artı
değer olarak biriken paradır.
• Kapitalistler, kazandıkları kâr göz önünde
bulundurulmaksızın işçilerine emek güçleri karşılığında sabit
bir miktar ödeme yaparak artı değer kazanırlar.
• Artı değer, iş gününün uzatılmasıyla veya üretkenliğin
artırılmasıyla artırılabilir.
• Her artı değer kâr değildir.
• İşbölümü, kısa vadede kârı artırır.
Ekonomi kuramı
93
• Aşırı üretim ve yatırımların artmasına yol açan büyüyen
rekabet yüzünden uzun vadede kârlar düşer.
• Marx kapitalizmin krizde olduğuna ve bunun nihai olarak
devrimlere yol açacağına inanıyordu.
• Marx, komünizm altında ekonominin merkezi olarak
yönetilmesi gerektiğine inanıyordu.
• Marx’ın ekonomik öngörülerinin hepsi gerçekleşmedi ve
bugün, kuramlarının hepsi kabul görmemektedir.
94
5
Ekonomi ve toplum
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
•
•
•
•
Marx’ın ekonominin toplumu nasıl belirlediğini düşündüğü
sömürgecilik ve emperyalizm
fetişizm, yabancılaşma ve sömürü
Bunların farkına varmanın devrime nasıl yol açacağı
Marx’a göre ekonomi sırf kendi başına incelenebilecek bir konu
değildi, boşlukta var olmuyordu. Marx, toplumun ekonomik
yapısının o toplumda yaşayan insanların hayatını nasıl etkilediğiyle
ilgileniyordu. Kapitalist toplum Avrupa’da oldukça tedrici bir
şekilde gelişmişti, fakat on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında,
teknolojik değişikliklerle birlikte çok hızlı bir biçimde gelişim
göstermeye başladı. Marx bunun, hem zenginlerin hem de
yoksulların hayatları üzerinde belli başlı etkileri olduğunu gördü.
Aynı zamanda kapitalist ekonominin etkilerinin, sadece kendi
üretim araçlarını geliştirmiş olan ülkelerde değil dünyanın dört bir
yanında hissedilmeye başladığını da anladı.
Emperyalizm ve sömürgecilik
Marx Kapital’in birinci cildinde sömürgeciliğe değinmesine rağmen
herhangi bir emperyalizm kuramı öne sürmedi. Emperyalizm ve
sömürgecilik, bir ülkenin denetim veya otoritesini kendi sınırları
dışındaki başka ülkelere uzatma politikasını açıklamak amacıyla
Ekonomi ve toplum
95
zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılan sözcüklerdir.
Sömürgecilik genelde, şu veya bu nedenle bir biçimde egemen
iktidara “ait olan” sömürgelerin yönetimi olarak görülür. Örneğin
Hindistan bir zamanlar İngiliz sömürgesiydi.
Bugün Marksistler emperyalizm terimini, tarihsel bağlamdaki
kullanımından biraz farklı bir biçimde kullanırlar. Genel olarak
anlaşıldığı haliyle emperyalizm, imparatorlukları ele geçirip
muhafaza ederek otoriteyi yabancı ülkeler üzerine genişletme
politikasını tarif eder. Marksistlerse emperyalizmi, kapitalizmin
sömürgecilik dünyaya egemen olduğunda gerçekleşen hali olarak
görürler.
Emperyalizmin bu tanımı esas olarak Lenin’in Emperyalizm:
Kapitalizmin En Yüksek Aşaması çalışmasından çıkar. Bu kitapta
Lenin, bir kez bütün gelişmemiş ülkeler daha gelişmiş olan
ülkelerin sömürgesi haline geldiğinde, büyük güçler birbirlerinin
sömürgelerini almaya çalışmadıkları sürece ele geçirebilecekleri
hiçbir sömürge kalmayacağını belirtir. Aynı zamanda sermayenin
“finans oligarşisi” elinde yoğunlaşacağını; bankaların ve finansın
sanayi sermayesi üzerinde hâkimiyet kuracağını da iddia eder.
Genel bakış
Lenin’in öngörüsünü, 2008’de başlayan dünya finans krizi
ve ekonominin küresel iflası ışığında not etmek oldukça
ilginçtir. Bu süreç büyük oranda finans sektöründeki
düzenlemelerin eksikliğine bağlandı.
Emperyalizm aynı zamanda, daha çok modern Marksistler
tarafından, kapitalist ticaret ve bankacılık sistemini tarif etmek için
kullanılan bir terimdir ve genellikle daha büyük olan gücün daha
küçük güce hâkim olup olmadığına bakılmaksızın, onun zararına
davranmasını tarif eden aşağılayıcı bir terimdir. Sözgelimi Birleşik
Devletler’e kimi zaman “Amerikan İmparatorluğu” denir, çünkü
96
gerçekte bir imparatorluk olmamasına rağmen dünyadaki hâkim
ekonomik ve askeri güçtür.
Emperyalizmin tüm bu tanımlarında ortak olan şey, bir sömürü
biçiminin var olmasıdır. Emperyalistler genellikle ekonomik
sömürüden dolayı eleştirilir. Hâkim güç diğer ülkelerden genelde,
ucuz emek ve hammadde kaynağı olarak ve ürettikleri sanayi
ürünleri için bir pazar olarak faydalanır. Sömürü anlamına gelen
emperyalizm konseptinin izleri, Marx’ın sömürgecilik üzerine
özgün düşüncesine dek sürülebilir.
Marx, İngilizlerin sömürgelerini nasıl yürüttüklerini gözlemleyip
bu konu hakkında yorumda bulunmak için en iyi yerde
konumlanmıştı, çünkü Kapital’i Londra’da yazdı. Londra, Viktorya
Çağı İngiliz İmparatorluğunun kalbinde yer alan dünya ticaretinin
en büyük merkezlerinden biriydi. “İngiliz İmparatorluğu üzerinde
güneş asla batmaz” diye bir söz vardı; çünkü ana kıtalarda yer
alan o kadar çok ülkeyi kapsıyordu ki dünyanın bütün zaman
dilimlerini aşıyordu. Bir zamanlar İngiliz İmparatorluğu o kadar
genişti ki Kuzey Amerika kıtasını (Kanada dahil), Avustralya’yı ve
Asya’yla Afrika’nın büyük bölümlerini kapsıyordu. On dokuzuncu
yüzyılın başlarında imparatorluk neredeyse ortadan kalkmak
üzereydi, ne var ki sanayileşme onu yeniden doğurdu.
Tarihçiler emperyalizmi zaman dilimlerine veya devrelere ayırır:
• Ticari kapitalizm – Bu, emperyalizmin ilk aşamasıdır. On altıncı
yüzyılda kâşifler yeni kıtaları keşfedip onları talan etmeye
giriştiğinde başladı. Büyük şirketler, yerleştikleri ülkelerde
siyasal iktidar gücü haline geldiler.
• Sömürgecilik – Bu, emperyalizmin ikinci aşamasıdır. Kapitalist
ülkeler siyasal iktidarı, ticari kapitalizm altında oluşan büyük
şirketlerin elinden aldı. Yerli halkın bu egemenliği kabul
etmediği yerlerde silahlı kuvvetler kullanıldı.
Marx ve Engels, en kârlı sömürgelerinden biri olan Hindistan’la
ilişkisi bağlamında İngilizlerin konumu hakkında oldukça fazla şey
Ekonomi ve toplum
97
yazdılar. 1857 ve 1858 arasında, Hindistan’daki sömürgecilik ve
East India Company’nin hâkimiyeti üzerine New York Tribune’de
düzenli olarak makaleler yazdılar. Bu şirket, Hint yarımadasının
İngiliz İmparatorluğuna eklemlenmesinde oldukça başarılı bir rol
oynamıştı. Şirket, kraliyet fermanı sayesinde Hindistan’da bir tekel
olarak işe başladı fakat kısa zamanda, büyük bir özel ordunun
yardımıyla sırf bir ticari şirket olmaktan çıkıp Hindistan’ın hâkim
gücü oldu. 1858 Hint ayaklanmasının ardından bölgesel arazileri
İngiliz hükümdarının mülkü haline geldi. Marx, Hindistan’daki
İngiliz egemenliğinin Hindistan’ın köy sistemine açgözlü ve yıkıcı
bir zarar verdiğine inanıyordu, fakat her ne kadar yöntemin yanlış
olduğunu kabul etse de, İngilizlerin farkında olmadan ilerleme
sağladığını hissediyordu. Bunun sebebi, kapitalizmin eski sistemden
daha üstün olduğuna inanması değil, bu durumun, sınıfların
tamamen ortadan kaldırılacağı bir topluma giden yolun yalnızca ilk
aşaması olduğuna inanmasıydı.
Marx kapitalizmin küreselleşmesinin kaçınılmaz olduğunu
görüyordu. Grundrisse’de “Dünya pazarı yaratma eğilimi,
doğrudan sermaye kavramına içkindir” diye yazdı. Kapitalizmde
kârların düşeceğine ve kârların düşme oranlarını yavaşlatmanın
kısa vadeli bir yolunun yeni pazarlar açmak olduğuna inanıyordu.
Bu, kapitalistlerin kendi mallarını başka ülkelere ihraç etmek
zorunda olmaları anlamına geliyordu. Sömürgecilik de, işlenmiş
ürünler için mükemmel şekilde korunan pazarlar anlamına
gelmekteydi. Avustralya gibi kendi kendini yöneten ülkeler haline
gelmiş eski sömürgelerde bile genelde, hâlâ Britanya’ya bağımlı
olduklarını gösteren ekonomik ve ticari anlaşmalar geçerliydi.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Britanya gerçekten tamamıyla
sanayileşmiş tek ülkeydi ve küresel sınai çıktının yüzde 30’unu
ürettiği için “dünyanın işliği” olarak bilinirdi. On dokuzuncu
yüzyılın sonlarına doğru diğer Avrupa devletleri ve ABD de dünya
kapitalist ihracatçıları arasına girebildi. İşleri oldukça verimli bir
hale getirdiler ve ucuz mallarla dünya pazarlarına akın ettiler. Bu
da her türlü direnişin altını oyabilmeleri anlamına geliyordu. Bu
ucuz mallarla dolan pazarlar çoğu kez yerel endüstrilerin zararına
98
gelişiyordu. Tarihçiler, Lancashire’dan yapılan ucuz işlenmiş
pamuk ithalatı yüzünden Hindistan’daki geleneksel tekstil sektörü
iflas ettiği için milyonlarca köylünün açlıktan öldüğüne inanır.
Hindistan ve diğer ülkeler, İngiliz sanayiinin ucuz hammadde
kaynakları haline geldiler.
Genel bakış
Bu durumun tersine dönmesi sonucunda 1960’larda
birçok işçi, Lancashire pamuk sanayiinde çalışmak üzere
Hindistan’dan İngiltere’ye göç etmiştir.
Kapitalizm bu ülkelerde, sömürülmelerinin ilk aşamalarında
gelişemezdi, çünkü her türlü gelişmeden bilinçli olarak uzak
tutuldular. Kapitalist sistemin kendisinin de ihraç edilmeye
başlanması daha sonra, yirminci yüzyılın başlarında gerçekleşti.
Sömürgelerde sanayi işçilerinin istihdamına yönelik yatırımlar
vardı, fakat bunlar sadece, Britanya ve diğer emperyalist
devletlerdeki sanayilerle çakışmadığında yapılıyordu. Bu yatırımlar
ağırlıklı olarak hammaddelere oldukça yakın olan sektörlerde
görülüyordu: madencilik, gıda işleme vb. Bu tarihsel dönemde
Avrupa ulusları arasında Afrika kıtasında büyük bir güç kapışması
yaşandı. Bazı modern Marksistler, bu etmenlerin gelişmekte olan
dünyanın bu şekilde büyümesine ve emperyalizmin bugünkü
aşamasına—yeni sömürgecilik—yol açtığına inanır.
Marx, kapitalist sistemin ihraç edilmesinin ardından devrimin
ancak dünya çapında gerçekleşeceğine inanıyordu. Devrimi
başlatacak olan proletarya olduğu için, ancak toplumların,
burjuvazi ve proletarya olarak sınıf ayrımına sahip olduğu
kapitalist aşamaya gelmeleriyle devrimin gerçekleşebileceğine ikna
olmuştu. Devrimci sürecin iki aşaması olacaktı:
• İlk olarak emperyalizme karşı bir burjuva devrimi olacaktı.
• İkinci olarak burjuvaziye karşı proletaryanın devrimi olacaktı.
Ekonomi ve toplum
99
Marx, eğitim almış bir iktisatçı değildi ve her ne kadar kapitalist
sistemin küreselleşmesi gerçekleşmiş olsa da, bu tümüyle onun
öngördüğü biçimde olmadı. Marx, dünyanın ekonomik durumunu
daha basit bir şekilde gördü, ama gerçekte sömürgeler çok daha
farklı bir toplumsal yapıya sahipti. Onların gelişmekte olan
ekonomileri, oldukça farklı ekonomik sistemlerin bir birleşimiydi;
çok azının doğası tümüyle kapitalistti.
Bazı eski sömürgelerde komünist devrimler gerçekleşti, fakat
Marx’ın sözleri çoğu kez, ülkelerindeki politik sistemde bir
değişiklik görmek isteyenlerin gereksinimlerini karşılayacak şekilde
çarpıtıldı. Hiçbir zaman sonuç, sınıfların olmadığı hakiki bir
komünist toplum olmadı.
Genel bakış
Komünist yönetim altına giren eski sömürgelere bir örnek,
Fransız Çinhindi’nin bir parçası olan Kuzey Vietnam’dır.
Bu durum sonunda, 1959-1975 Vietnam Savaşına yol açtı.
Fetişizm
İlkel toplumlarda ve bazı inanç biçimlerinde kimi zaman cansız
nesnelerin doğaüstü güçlere sahip oldukları düşünülmüştür
(örneğin vudu oyuncak bebekleri veya kutsal heykeller). Kapitalist
toplumlarda insanlar, cansız para veya metaların da kendilerine
özgü gücü ve tabiatı olduğuna dair yanılsamaların etkisine hedef
olurlar. Fetiş, arzu, tapınma veya saplantı şeklindeki bir ilginin
nesnesidir. Marx, kapitalist toplumda üç tür fetişizm görmüştür:
• para fetişizmi
• sermaye fetişizmi
• meta fetişizmi
100
PARA FETİŞİZMİ
Tarih boyunca para her zaman bir fetişizm unsuru olmuştur,
özellikle de altın gibi değerli metaller biçiminde olduğunda.
On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Avrupalı tüccarlar altın
ve gümüşü saplantı haline getirmişlerdi ve büyük miktarda
değerli metale sahip olmanın bir ülkeye savaş kazandırmaya
yeteceğine inanıyorlardı. Oysa altının kendisi değersizdir. Eğer
R.L. Stevenson’un Define Adası kitabını okuduysanız, ıssız bir
adada bir define sandığıyla mahsur kalmış Ben Gunn karakterini
hatırlarsınız. Define hiçbir işine yaramıyordu, çünkü onu bir
şeyler satın almak için kullanamıyordu, oysa gerçekten arzuladığı
şeyse küçük bir parça peynirdi. Para fetişizmi işçileri yanıltan,
emeklerinin amacının para olduğunu düşünmelerini sağlayan ve
kendi değerlerini para bakımından düşündürten bir yanılsamadır.
SERMAYE FETİŞİZMİ
Sermaye fetişizmi sermayenin kendisinin değerli olduğuna ve onu
üretmek için harcanan emeğe hiçbir şey borçlu olmadığına dair
Ekonomi ve toplum
101
inançtır. Marx kapitalistlerin, işçilerin emeği sayesinde değil de
kendi işlerine yatırdıkları sermaye sayesinde üretkenliğin arttığını
düşündüklerini öne sürdü. Kapitalistler paralarının, bir bankada
faiz kazanırken de üretken olduğuna inanıyorlardı. Oysa bu para
her ne kadar onlara kâr getirse de gerçekte hiçbir şey üretmez.
META FETİŞİZM
Marksistler ve akademisyenler arasındaki en büyük anlaşmazlık
noktalarından biri meta fetişizmi fikridir. Bu anlaşmazlığın
sebebi büyük olasılıkla, Marx’ın bu konu hakkında yeterince
açık yazmamış olması ve bu fikrin daha soyut görünmesidir. Bir
düzeyde Marx, kapitalistler işçileri sömürdüğü için bir metanın
gerçek değerinin kimsenin farkında olmadığı gizli bir yönü
olduğunu, satın aldığımız ürünlerin hakiki ederleri üzerinde bir sır
perdesinin olduğunu söylüyor gibidir. Buna verilebilecek günümüze
ait bir örnek, gelişmekte olan dünyadaki ülkelerde ucuza mal edilen
malların, ederleriyle ilgili bazı yanlış fikirler yüzünden oldukça
fahiş fiyatlara satılmasına yol açan “markalar” olacaktır. Alıcıların
malzemelerin kaça mal olduğunu, onları kimin yaptığını, işçilere ne
kadar ücret ödendiğini vb. bilmesi çok zordur.
Bir diğer düzeyde de, bazı metaların, onları diğer metalardan daha
değerli yapan ve değişim değerine bağlı olmayan bir çeşit içkin
değerinin olduğuna dair inanış vardır. Örneğin kutsal heykeller gibi
bazı metalar, bizi onların gerçek değerine karşı kör yapan büyülü
niteliklere sahipmiş gibi görünür ve böylelikle yabancılaşırız.
Bu, anlaşılması çok daha zor olan bir fikirdir ve bazı Marksist
eleştirmenler bunun, Marx’ın orijinal metinlerinde kastetmediği
bir yorum olduğuna inanırlar. Fetişizm fikri üzerine hangi yorum
eklenmiş olursa olsun Marx’ın, kapitalizmde insanların toplumsal
ilişkileri şeyler arasındaki değer ilişkisi olarak yaşadığına ve bunun
da yabancılaşmaya neden olduğuna inandığı açıktır. Ayakkabı
örneğini tekrar alıp buna daha az soyut bir şekilde bakabiliriz. Bir
kadın mağazada gördüğü pahalı bir çift ayakkabıyı arzu edebilir;
bu ayakkabıyı satın almaya yetecek paraya sahip olmak için
çalışacaktır. Kapitalist bir toplumda para ve ayakkabı toplumsal
102
açıdan birbirlerinden bağımsızdır. Ayakkabıyı yapan kişiler
ve onları satın alan kadın birbirlerinin farkında değildir veya
birbirlerinin arasında herhangi bir toplumsal ilişki yoktur. Marx,
satın aldığımız ürünlerle doğrudan bir ilişki içinde olmadığımız
için bunun toplumda yabancılaşmaya neden olduğuna inanıyordu.
Daha sonra bu durum insanların, daha fazla tüketim eşyası satın
alarak yabancılaşma sıkıntısını hafifletebileceklerine inandığı kısır
bir döngüye yol açıyordu.
Meta fetişizmi fikri büyük oranda emek değer teorisine ve sömürü
ile yabancılaşma anlayışlarına dayanır. Bu yüzden bu anlayışları
eleştirenler aynı şekilde fetişizmi de eleştirirler. Marx, fetişizmin
üç türünün de, insanların toplumu anlayıp değiştirmelerini
engelleyen kapitalist toplum özelliği olduğuna inanıyordu. Bunlar,
kapitalizm altında insanoğlunun yabancılaşmasında rol oynayan
yanılsamalardır.
YABANCILAŞMA
Marx yabancılaşma hakkında oldukça çok şey yazmıştır ve
düşüncesinin bu alanı, bugün de geçerliliği olduğu halen kabul
gören alanlardan biridir. Bugün “yabancılaşma” terimine çoğumuz
aşinayız: kendini toplumun dışında ya da ondan uzaklaştırılmış
hissetme duygusu. Bunun devamında hayatın değersizleştiği,
amaçsızlaştığı veya yaşamaya değmez bir hale geldiği duygusu gelir.
Marksist anlamda yabancılaşma bundan daha karmaşıktır. Çünkü
Marx için yabancılaşma sadece bir duygu veya felsefi bir kavrayış
değil, gerçek, somut bir şeydir: kapitalist bir toplumda yaşamanın
sonucu olarak bir varoluş hali. Bunu anlamak için Marx’ın
insanlığı ve toplumu nasıl gördüğüne bakmamız gerekir.
Marx, 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nda aldığı
bazı orijinal notlardan başlayarak hayatının büyük kısmında
yabancılaşma kuramını geliştirmeye çalıştı. Elyazmaları’ndaki
notlar tamamlanmış değildir ve hayatının çok daha ileri bir
döneminde yazdığı Kapital’de yabancılaşma fikri, fetişizm fikrine
Ekonomi ve toplum
103
dönüşür. Bu, Marx’ın yabancılaşmayla gerçekte neyi kastettiği
ve ilk dönem çalışmalarının hesaba katılıp katılmaması gerektiği
hakkında pek çok tartışmaya neden olmuştur; bununla birlikte
bu erken dönem çalışmaları Marksist yabancılaşma anlayışının
ayrılmaz bir parçasıdır.
Genel bakış
1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları aynı zamanda Paris
Elyazmaları olarak da bilinir çünkü her ne kadar ölümüne
kadar yayınlanmamış olsa da Marx bunları Paris’te yaşarken
yazmıştır.
1844 Elyazmaları’nın bir parçası olan “Yabancılaşmış Emek”
başlıklı tamamlanmamış bir bölümde Marx, kapitalist toplumun
üyelerinin tüm farklı yabancılaşma biçimlerini kapsayacak bütünsel
bir yabancılaşma kuramı formüle etmeye çabalıyor gibi görünür.
Birleştirici ve temel oluşturan bir sebep bulmaya çalışıyordu.
Sonraki çalışmasında ağır basan kuram için bu girişiminden
vazgeçer, fakat yabancılaşma yine de onun düşüncesinin önemli bir
parçasını oluşturmaya devam eder.
Marx’ın erken dönem çalışmalarının çoğu Hegel’e ve onun
yabancılaşma kuramına çok şey borçludur ve bunun izleri Hegel’in
felsefesinde ve bunun Feuerbach tarafından geliştirilmiş halinde
sürülebilir. Hegel insanların yabancılaştığını gösterdi, fakat bunun
evrensel aklın bir parçası olma arzusundan kaynaklandığını
düşünüyordu. Ona göre yabancılaşma dinsel bir konseptti. İnsanlar
doğaları gereği, birleştirici ve manevi bir öz olarak algıladıkları
şeyin kendi içlerinde de olmasını arzular. Dinlerin çoğu (burada
Hegel’in esas olarak Batı dininden bahsettiğini unutmamalıyız)
bunun sadece gerçek dünyanın dışında yaşayan doğaüstü bir varlık
tarafından elde edilebileceğini söyler ve insanoğlunun bunu elde
edebilmesinin tek yolu bir düzeyde, genellikle ölümden sonra
bu varlıkla birleşmektir. Hegel bunun, insanların ilahi olandan
104
ayrı veya ona karşı olduklarına inandığı bir tür yanlış bilince
yol açtığına inanıyordu. İnsanlar maneviyattan uzaklaşıyor veya
yabancılaşıyordu. Bu da, kendini değersiz hissetme duygusu içinde
yabancılaşmaya neden oluyordu, çünkü etraflarındaki gerçek
dünyanın bu ilahi deneyimin yerini alamayacağını hissediyorlardı.
Hayatları, insan ruhunu ilahi olanla yeniden bağdaştırmaya
çalışarak geçiyordu ve bu yüzden gerçek ve doğal dünyadan
uzaklaşmış oluyorlardı.
Feuerbach, “Tanrı”nın dışımızda değil de insan zihninin bir
ürünü olduğuna inandığı için yabancılaşmayı daha az mistik bir
şekilde gördü. “Tanrı”ya atfettiğimiz değerler, bizim kendimizin
sahip olduğumuz değerlerdir, fakat biz onları Tanrıya yansıtırız.
Bu şekilde kendi kendimize yabancılaşırız. Bunun anlamı, kendi
hakiki özümüzden ve birbirimizden ayrılmamızdır. Feuerbach,
eğer insanlar kendilerini dini yanılsamalardan kurtarabilirlerse
birbirleriyle ve kendi hakiki doğalarıyla uyum içinde
yaşayabileceklerine inanıyordu.
Marx yabancılaşmayı pratik, ekonomik bir bağlamda gördü
ve ona göre bir insanın kendini yabancılaşmış hissetmesi
için yabancılaşmış olması bile gerekmiyordu. Yabancılaşma,
kapitalist toplumda yaşamanın sonucu olarak geliyordu. Neden
buna inandığını anlamak için Marx’ın insanlık durumunu
nasıl algıladığına bakmamız gerekir. Marx, kendinden önceki
filozofların yaptığı gibi insan doğasını soyut ve değişmez bir
şey olarak görmedi. Toplumun ekonomisi üzerine tarihsel bir
bağlamda çalışmasının ardından, insan doğasını toplumsal
ilişkilerin bir ürünü olarak gördü. Tarihsel materyalizmi ona, insan
doğasının sürekli bir gelişim süreci içinde olduğu ve toplumlar
değiştikçe bu toplumlardaki insanların ihtiyaçlarının da değiştiği
yönünde bir bakış verdi. Bu, bazı yazarlar tarafından iddia edildiği
gibi, insan doğasını tümüyle soyut bir kavram olarak gördüğü
anlamına gelmez. Marx, politik ve ekonomik sistemlerdeki
farklılıklara rağmen tüm toplumlardaki insan doğasıyla ilgili ortak
bir temel olduğunu gördü. Yazılarında insanlığın özü olarak “türün
varlığından” söz eder, bu Feuerbach’ın fikirlerinin geliştirilmiş bir
Ekonomi ve toplum
105
biçimidir. Feuerbach insanlığın hakiki özünün sevgi ve insanları
toplumda bir araya getiren uyum olduğuna inanıyordu.
Buna karşılık Marx “insanın özünün emek” olduğuna ve
insanların çalışan varlıklar olduğuna inanıyordu; insanlar temel
olarak üreticidir ve bir amaca yönelik yaratıcı faaliyetlerde
çalışmak bizi hoşnut eder. Bu açıdan karınca veya arılara benzer
gibi görünebiliriz, fakat Marx’a göre biz bu hayvanlardan
çok farklıyız, çünkü bir bilince sahibiz. Marx, insanları da
hayvanlar gibi doğanın bir parçası olarak gördü; benzer yiyecek,
barınma ihtiyaçlarımız ve türümüzü devam ettirme arzumuz
vardır, fakat bilincimizin varlığı, yaptığımız şeylerin farkında
olduğumuz anlamına gelir. Kim olduğumuzun farkındayızdır
ve kendimizi, türümüzün geri kalanıyla ilişki içinde görürüz.
Bu düşünce, evvela bu şeylerin farkında olmadığımız sürece
onlardan yabancılaşmış hissedemeyeceğimiz için önemlidir.
Aslında bazı varoluşçu filozoflar yabancılaşmış hissetmemizin
nedeninin asıl kendi kendimizi bilmek olduğunu savunacaktır;
bunun, insanlık durumunun bir parçası olduğunu ve ne tür bir
toplumda yaşadığımızın önem taşımadığını öne sürerler. Marx,
bizi hayvanlardan ayıran tek şeyin bilinç olduğunu düşünmüyordu
ve bu fikri Alman İdeolojisi’nde geliştirmiştir. Burada, bizi
hayvanlardan ayıran tek şeyin bilinç ya da din olmadığını,
insanoğlunun kendi “geçim araçlarını” üretmeye başlar başlamaz
kendini hayvanlardan farklı kılmaya başladığını yazar. Anlamlı
çalışma bütün insanlar için önemlidir. Marx için emek, toplumsal
gelişmenin önemli bir parçasıdır ve insanlar için temeldir, çünkü
onun aracılığıyla doğayı ve toplumu değiştirip bu süreç içinde
kendimizi de değiştiririz.
Yabancılaşmanın karşıtı kendini gerçekleştirme ya da olumlamadır.
Marx, insanların bunu kendi bilinçlerini anlamlı bir şekilde
kullanarak elde ettiklerine inanır. Marx, Ütopik Sosyalistlerin
birçoğunun inandığının aksine, çalışmanın ortadan kaldırılması
gereken bir angarya olması gerektiğine inanmıyordu. Çalışma,
insanlığın ayrılmaz bir parçasıdır, insanlar onunla doğru bir ilişki
kurmadıkça yabancılaşacaktır; Marx’a göre emek, insanın “türün
106
varlığı” olması için gereklidir, fakat yeni kapitalist sistem insanların
çalışma biçimlerini değiştirdiği için insanlar kendi emekleriyle
“doğru bir ilişki” içinde değildir. Fabrika sistemi ve onun
çevresinde gelişen toplum, insanların kendi emeklerinin ürünleriyle
ve birbirleriyle olan doğal ilişkilerini saptırır.
Kapitalist çalışma sistemi, ister zengin ister yoksul olsun, içine
giren herkesi yabancılaştırır. İşçiler yaptıkları üründen yabancılaşır,
çünkü ondan bir fayda sağlamazlar. Emeklerinin ürünlerini “uzaylı
ve kendilerinin dışında” gibi görürler. Marx, Ekonomik ve Felsefi
Elyazmaları’nda, “Emek zengin için harika şeyler fakat yoksul için
sefalet üretir” diye yazmıştı.
Kapitalistlerin işçilerin emeğinden artı değer elde etmesinden
ötürü işçiler kapitalist sistem tarafından yabancılaştırılır ve
kişiliksizleştirilir. Kapitalist sistem ne zaman çalışacaklarının, nasıl
çalışacaklarının emredilmesi anlamına da gelir ve işçiler kendi
çalışmalarından oldukça az bir kişisel hoşnutluk duyarlar.
Hayır! Ben yabancılaşma dedim,
yabancı uzaylılar demedim.
tü n
D ü n y a n ın b ü
şi n
iş ç il e r i b ir le
Ekonomi ve toplum
107
Kapitalist sistemde, fabrika sisteminin bazı bölümlerindeki çevre
insanlık dışıdır: işçilere karşı düşmancadır ve onlara fiziksel ve
zihinsel zararlar verir. Çalışmanın sürekli tekrar eden doğası,
insan doğasıyla uyumlu değildir. Marx’a göre işbölümü ve fabrika
sisteminin işleyiş biçimi de doğal değildir, çünkü işbirliğinin
yerine rekabeti cesaretlendirir ve bu da insanları birbirlerine
yabancılaştırır.
Sömürü
Yabancılaşma kapitalist tarafından sömürüye bağlanır. Marx,
bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından sömürülmesini, sanayileşmiş
bir kapitalist toplumun temel bir niteliği olarak gördü. Marx her
zaman sömürünün var olduğuna fakat sadece kapitalist sistem
altında başkalarını sömürmenin çalışmanın normal yolu haline
geldiğine inanıyordu. 4. Bölümde kapitalistlerin güç dengelerini
ellerinde tuttuğunu gördük. Üretim araçlarına sahip olduklarından
dolayı artı değerden kâr elde edebiliyorlar. İşçiyse, sömürülmekte
olduğu olgusunun farkında değildir. Üretilen artı değerin
üzerinde kapitalistin hakkı olduğuna inanır, çünkü şeylerin böyle
yürüdüğüne veya bunun insan doğasının bir parçası olduğuna
inanır. Bu tür sömürü, insanların uzun süreler çalıştırılması, çocuk
emeği ve de zor ve tehlikeli çalışma uygulamaları ve koşulları gibi
daha yaygın sömürü biçimlerine kıyasla gerçekten de görünür
değildir.
Marx Kapital’in giriş bölümünde, kapitalistlerle toprak sahiplerini
“tozpembe” göstermemiş olduğunu söyler. Kitapta, işçilerin açık
sömürüsüne dair pek çok örnek vardır. “Çalışma Günü” başlıklı
10. Bölüm, Marx’ın raporlarla gazete makalelerinden topladığı
dağlar kadar kanıt sunar. Bu kanıtlar arasında ağır şartlar altında
madenlerde ve ağır sanayide çalışan çocuklar, 21 saatlik vardiyalar
halinde çalışan makinistler ve aşırı kalabalık atölyelerde çalışmaya
zorlanan ve havasızlıktan ölen tekstil işçileri vardır. Ve bu giriş
bölümünde, sermaye “vampire benziyor” diye yazar Marx, “canlı
emeği emiyor”.
108
Viktorya döneminde çalışan sınıflar içinde ortalama ölüm yaşı
yalnızca 19’du. Marx Kapital’de İngiliz sanayi şehirlerindeki pek
çok işçinin fiziksel durumunun tasvirini yapar; muayene yapan
doktorların birçoğu çalışan sınıfların yetersiz beslendiğini ve
giderek büyümelerinin durduğunu rapor eder.
Marx daha kısa çalışma gününün bu insanlara çok büyük yararı
olacağına inanıyordu. Bugün demokratik ülkelerin çoğunda
insanların çalışmak zorunda oldukları saatleri düzenleyen
yasalar vardır. Kapitalistlere karşı birleşerek çalışma koşullarının
iyileştirilmesi için mücadele vermek zorunda kalan işçiler, esin
kaynaklarını Marx’ın çalışmalarında bulmuşlardır.
Marx kapitalistler hakkında açık ahlaki yargılarda bulunmamıştır;
yazılarında her türlü ahlaki yorumla mesafe koymaya ve nesnel
materyalizm fikrine sadık kalmaya çalışmıştır. Kapital’i bilimsel bir
çalışma olarak görüyordu. Ne var ki kapitalistleri “kurt adamlara”
ve “vampirlere” benzeterek Marx’ın (Kapital’de) yaptığı gibi
heyecanlı bir dille yazan bir kişinin bir sistem olarak kapitalizmden
yana olmasının ve ahlaki bir tavır takınmamasının mümkün
olmayacağı da açıktır. Marx, çalışma koşullarını hafifletmek için
ellerinden geleni yapanları alkışlamıştır, fakat hem işçilerin hem
de kapitalistlerin benzer biçimde sistemin kurbanları olduğuna
inanıyordu. Kapitalist, sadece içinde bulunduğu toplumun bir
parçasıdır ve işleri her zamanki gibi yürütmekten başka şansı
yoktur, çünkü fabrika sahibi mallarından ve fabrikasından
vazgeçse bile başka biri onun yerini alacaktır. Grundrisse’de Marx,
kapitalizm öncesi bazı illerde hayatın daha iyi olduğuna inanan
romantik ideali kabul etmiyor gibi görünür. Marx kapitalizmi
büyük bir uygarlaşma etkisi olarak görüyordu, fakat o dönem
bazılarının inandığı gibi bunu gelişmenin son aşaması olarak değil,
yalnızca tarihsel ilerlemenin bir parçası olarak kabul ediyordu.
Marx bunun komünizme yol vereceğini ve sadece komünist bir
sistemde sömürünün hiçbir biçiminin olmayacağını düşünüyordu.
Bu toplumun yalnızca, insanlar toplumun ve yabancılaşmalarının
hakiki doğasının farkına vardıklarında gerçekleşeceğine inanıyordu.
Ekonomi ve toplum
109
Marx, tüketicilere onları köleleştiren arzular sunarak kapitalizmin
onları baştan çıkardığına inanıyordu. Bir işçinin ürettiği mallar
en sonunda onu köleleştirir, çünkü işçi, meta satın almak üzere
para için çalışma döngüsünde kapana kısılmıştır; meta fetişizmi
insanların daha fazla şey satın alıp tüketmeyi istemesi anlamına
gelir. Para fetişizmi, insanların para elde etmek için kendilerini
satmak zorunda olmaları ve sonra da parayı sırf kendisi
için arzulamaları anlamına gelir. Özel mülkiyet de insanları
yabancılaştırır, çünkü insanlar, eğer ona sahip olabiliyor veya onu
kullanabiliyorlarsa bir nesnenin değeri olduğuna inanırlar. Hatta
Marx, insanların nesneleri estetik güzellikleri için değil de sadece
ticari değerleriyle ilişkili olarak beğendiklerini söyleyecek kadar
ileri gitmiştir.
Özel mülkiyet, ücretli emek, artı değer ve pazar kuvvetleri,
toplumdaki insanlar tarafından kurulmuş olan yapılardır. Bu
yapılar toplumdaki herkesi öyle incelikli bir şekilde yönlendirir
ki, insanlar ne olduğunu bile anlamaz. İnsanlar ekonomi
tarafından nasıl yönlendirildiklerinin farkında olmadıklarında
kendilerini yabancılaşmış hissederler ve nedenini de bilmezler.
Marx kapitalistlerin bile yabancılaştıklarına fakat onların “kendi
yabancılaşmaları içinde mutlu olduklarına” inanıyordu. Güçleri,
zenginlikleri ve ayrıcalıkları hakiki mutluluğun yerine geçer.
Diğer yandan işçilerin yabancılaşması ezicidir. Ne üretim
araçları ne de nihai ürünleri olduğu için, yani hiçbir şeye sahip
olmadıkları için yabancılaşmadan hakikaten zarar görenler
onlardır. Sahip oldukları tek şey emek güçleridir. Kapitalist,
işçi olmadan var olamaz; oysa işçi, paranın ve ücretli emeğin
kendi üzerindeki gücü yüzünden kapitalist olmaksızın hayatta
kalamayacağını sanır. Alman İdeolojisi’nde Marx, özel mülkiyetin
ortadan kaldırılmasının ve emeğin düzenlenmesinin, emekçilerle
ürettikleri ürünler arasındaki yabancılaşmayı nasıl ortadan
kaldıracağını ve nasıl kendi hayatlarının kontrolünü tekrar ele
almalarını sağlayacağını tarif eder. Marx yabancılaşmanın farkına
varılmasının, komünizmi getirecek olan devrim yönünde atılan
önemli bir adım olduğuna inanıyordu. Kapitalizm iç çatışmaları
110
yüzünden krizdeydi ve sonunda onu dizleri üzerine çöktürecek
bir dizi krizin içinden geçecekti. İşçiler bir kez yabancılaşma ve
sömürüyü anladıklarında ayaklanacaklar ve onun işinin bitmesine
yardımcı olacaklardı. Devrim gerçekleşecekti.
Ekonomi ve toplum
111
BUNLARI UNUTMAYIN
• Marx ekonominin toplumu hangi yollarla etkilediğiyle
ilgilendi.
• Kapitalizm, emperyalizm yoluyla dünyanın her yerine
yayılır.
• Komünizm de dünyanın her yerine yayılabilir, fakat
sömürgeler ancak sanayileşme gerçekleştikten devrime hazır
olabilir.
• Marx para, sermaye ve meta fetişizminin insanları nasıl
yabancılaştırdığını tarif etti.
• Yabancılaşma sömürüyle bağlantılıdır.
• İnsanlar, kendi kurdukları toplum tarafından
yabancılaştırılır, fakat bunun farkında değildirler.
• Üretim araçlarına sahip olmadıklarından dolayı işçiler
yabancılaşma yüzünden ezilirler.
• Kapitalistler de yabancılaşmıştır, fakat kendi
yabancılaşmaları içinde mutludurlar çünkü maddi mülklere
sahiptirler.
• Yabancılaşmanın farkına varılması sınıf mücadelesine ve
devrime yol açacaktır.
112
6
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
•
•
•
•
•
Marx’ın sınıfı nasıl tanımladığı
kapitalist toplumun nasıl geliştiği
ideoloji ve yanlış bilinç hakkında
işçilerin gücü ve örgütlenmesi hakkında
sınıf bilincinin devrime nasıl yol açtığı
Giriş
Marx’tan çok önce tarihçiler, toplumsal sınıfların varlığını
keşfetmişti. Ne var ki Fransız Devriminin sonucunda on sekizinci
yüzyıl sonlarında Avrupa’da sınıf farkındalığı ve sınıflandırma çok
daha önem kazanmıştı. Adam Smith, Ulusların Zenginliği kitabında
sınıfı ekonomik bakımdan inceleyen ilk İngiliz yazarlardan biriydi:
Burada “efendilerle” “emekçiler” arasındaki sınıf çatışmasını tarif
ediyordu. Bugün, toplumdaki sınıfı tanımlamanın birçok yolu
vardır. Sosyologlar, sınıfı, toplumdaki insanların işlevlerine göre
tanımlanmış olarak görebilir; örneğin yönetici işçiler, mavi yakalı
işçiler vb. Veya sınıfı, gelire ya da kültürel beğeni ve alışkanlıklara
göre tanımlayabilirler.
Marx, hiçbir çalışmasında sınıf tanımı yapmış değildir; bu terimi,
farklı zamanlarda farklı şeyleri ifade etmek için daha gevşek bir
şekilde kullanmıştır, ama sınıfın sadece ekonomik faktörlere
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
113
göre tanımlandığına inanmıştır. Sınıfların, üretim araçlarıyla
ortak ilişkiler paylaşan bireylerden meydana geldiğini görmüştür.
Kendi yazdığı dönemde, kapitalist ekonominin toplumu iki karşıt
kutba böldüğüne tanık olmuştur: “Birbirine karşıt olan iki büyük
sınıf: Burjuvazi ve Proletarya.” Üretim araçlarının sahibi olanlar
burjuvazi, hiçbir üretim aracına sahip olmayanlar da proletaryadır.
Genel bakış
Sınıfın modern tanımları, Marx’ın tanımından çok daha
geniş kapsamlıdır ve sosyal meseleleri mi çalıştığınıza,
ekonomik unsurlara mı baktığınıza, yoksa pazar araştırması
mı yaptığınıza bağlı olarak toplum, farklı şekillerde
yapılandırılmış olarak görülebilir.
Marx, bu durumun nasıl meydana geldiğini anlamak istemiş ve
Sanayi Devriminden sonra Avrupa’da palazlanan kapitalist sistemin
gelişimini incelemek için yıllarını vermiştir. Toplumun gelişim
yolları hakkında yapılacak bilimsel bir incelemenin, işçi sınıfına
kendi konumunu tarihsel bir bakış açısından göstererek bu sınıfa
sistemi alaşağı etmeye hazırlanmada yardım edeceğine inanmıştır.
Kapitalizmin, tarih boyunca birbirini izleyen bir dizi baskıcı
yönetim biçimi arasında sömürünün en son hali olduğuna ve bu
kendilerine gösterildiğinde insanların baskı uygulayanlara karşı
harekete geçmeye ikna edilebileceğine inanmıştır. Sonunda sınıfsız
bir komünist toplumun ortaya çıkmasının tek yolu bu olabilirdi.
Kapitalist toplumun gelişimi
İnsanların avcı-toplayıcı olup, küçük ölçekli çiftçilik yaptığı
erken toplumlarda, ortak emek ve karşılıklı koruma temelinde
örgütlenildiğinden ve özel mülkiyet olmadığından gerçek sınıflar
yoktu. İnsanlar asgari hayat düzeyinde bir varoluş gösteriyordu
ve sadece hayatta kalmalarına yetecek kadar yiyecekleri vardı.
Marksist kuramda bu tür toplumlar “ilkel komünizm” olarak
bilinir.
114
Toplumlar yiyecek üretmek konusunda daha etkin hale gelince,
fazla ürün genellikle yönetici elitlerin kontrolü altına girdi. Fazla
ürün, yönetici elitin kendisi bir şey üretmeye gerek duymadan, sınıf
yapısında kendi altında olan insanların emeğiyle geçinmesine imkân
tanıdı. Bu elit genelde, toplumun bütünü içinde sadece bir azınlıktı.
Tarih boyunca yönetici elit hep değişmiştir: köle sahipleri, her çeşit
dini liderler, feodal beyler ve en sonunda da kapitalistler.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da kapitalistleri, üretim
araçlarının sahipleri ve ücretli emekçilerin patronları olarak
tanımlarlar. Sanayi Devrimi’nden sonra türeyen fabrika sistemi
büyük makinelerin satın alınmasına dayandığı için, bunlara
yatırım yapmaya parası yetecek insanlar, toplumun ancak küçük
bir kesimidir ve bu yüzden de bu kesim, yeni yönetici elit haline
gelmiştir.
Diyalektik materyalizm ve sınıfın yapısı
Marx, tarihi bir dizi diyalektik çatışma olarak okumuştur. İster
köleci, ister feodal isterse de kapitalist olsun, her tür toplum, kendi
yapısı içinde, sadece çatışmalar yoluyla ifade edilebilen çelişkiler
barındırır. Bu çatışmalar da, en sonunda sistemin çökmesine
yol açar. Bu çöküşün ardından yeni bir sistem oluşur. Marx, bu
çevrimin tüm tarih boyunca sergilendiğini söylemiştir.
İlk avcı-toplayıcı toplumlarda gerçek bir işbölümü yoktu;
yapılması gereken her işi herkes yapabiliyor ve mevcut her türlü
aracı kullanabiliyordu. Bu toplumlar, Marksist bakımdan sınıfsız
toplumlardır. Ne var ki daha sonra köleci toplumlara doğru
gelişmişler ve sonunda bu toplumlar da iç çelişkileri yüzünden
istikrarsızlaşıp çökmüştür. Köle sahibi olmak savaşa bağlıydı ve
bu da ekonomi üzerinde baskı yapıyordu. En sonunda bu baskı,
barbar istilalarına imkân verecek şekilde devletin gücünü sarstı ve
bu da sistemin çökmesine yol açtı.
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
115
Genel bakış
Bu, köleci toplumların düşüşü hakkındaki karmaşık
Marksist kuramın basitleştirilmiş bir anlatımıdır. Daha fazla
ayrıntı için Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni adlı kitabına bakabilirsiniz.
Daha sonra feodalizm, Avrupa’daki kölelik düzeninin yerini aldı
ve insanların, toprak sahibi soyluların himayesi altında beceri
ve yetenekler geliştirmesine imkân verdi. Ancak feodalizm de en
sonunda devrimci mücadeleler tarafından devrildi. Bu mücadeleler,
kapitalizmin yükselişinin başladığı on dokuzuncu yüzyıla dek
devam etti.
Kapitalizm, fabrika sisteminin ve seri üretimin gelişimine olanak
vermek açısından gerekliydi. İnsanların toprağa bağlanmak yerine
çalışma yeri neredeyse oraya serbestçe gitmeleri yasal olmalıydı.
Toprak sahipleri de servet biriktirmek ve kâr elde etmek için bu
servetle yatırım yapmak konularında yasal olarak serbest olmalıydı.
Marx’a göre hiçbir toplumsal sistem kazara oluşmamış,
tarihsel olarak gerektiğinde ortaya çıkmıştır. Yeni her sistem,
kullanışlılığına göre daha uzun yaşar. Bununla beraber, her yeni
sürecin içinde, sistemi çökertecek iç çelişkiler vardır. Toplumsal
yapı ekonomik temel üstüne oturduğu için hiçbir şey durağan
kalamaz. İşte bu, diyalektik materyalizmin temel önermesidir.
Genel bakış
Herhangi bir toplumun ekonomik temeli demek,
ekonomisinin yapılanma biçimi demektir. Marx’ın görüşüne
göre bu, toplumun bütün yapısını etkiler.
Marx, insan toplumlarının tarihini anlamak için gereken
esas anahtarın sömürü olduğuna inanıyordu. Marx’a göre
116
sınıfsal bölünmeler basitçe zenginle yoksul arasında değildi.
Sınıflar, insanların üretim araçlarıyla ilişkileri açısından nerede
durduklarına göre tanımlanıyordu. Yiyecek, giyim, barınma ve
benzerlerini üretenler her zaman sömürülmüştü. Onların ürettiği
fazla ürün, ilkel toplumlar hariç her zaman üretici olmayan bir
sınıf tarafından kontrol edilmişti. Sözgelimi ortaçağdaki feodal
toplumlarda, herkesin ürettiği şeyin onda birini vergi olarak
kiliseye vermesi gerekiyordu.
Marx’a göre dünya tarihi sınıf savaşları tarihiydi. Sınıflar her
zaman, kendilerinin üstündeki veya altındaki sınıflarla rekabet
halinde olmak zorundaydı. Marx, toplumun diyalektik bir yapısı
olduğuna inandığı için, toplumun her zaman çatışma içinde
olan karşıtların bir oluşumu olduğuna inanıyordu. Sınıfların,
sadece birbirlerine karşı antagonizmalarından dolayı gerçekten
var olduğunu, bu antagonizmayla tanımlandıklarını ve böyle
bir toplumda yaşayan insanların asla birlikte uyum içinde
yaşayamayacaklarını varsayıyordu. Tarihin gidişatının ekonomik
olarak belirlenmiş olduğuna ve kapitalizmin sadece devrimle son
bulacağına inanıyordu.
Kapitalist toplumda sınıf
Marx, Komünist Manifesto’da kapitalizmin toplumu iki karşıt
kutba nasıl böldüğünü tarif etmiştir:
• Proletarya – Kendilerine ait bir sermayeleri veya üretim araçları
olmayan işçiler. Yaşamak için kendi emek güçlerini satmaya
indirgenmişlerdir. “Kısaca söylemek gerekirse proletarya,
on dokuzuncu yüzyılın işçi sınıfıdır.” (Engels, Komünizmin
İlkeleri)
• Burjuvazi – Kapitalist sınıf. Üretim araçlarının sahipleri ve
ücretli emekçilerin patronları.
Burjuvazi bugün genellikle, dar görüşlü orta sınıf zevklerine sahip
insanları aşağılayıcı bir biçimde tarif etmek için kullanılıyor, ama
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
117
Marx, sınıf yapısını zevk veya alışkanlıklara değil asıl ekonomik
faktörlere dayandırmıştır. Dilimizde kullanılan bu kelimenin
kökeni muhtemelen Fransız Devrimidir, çünkü burjuvazi aslında,
soyluluğun kitlelerin gözünden düşmesinden sonra çok daha güçlü
hale gelen tacir ve küçük işadamlarından oluşan bir sınıf olan
Fransız orta sınıfıdır.
Marx, sabit sermaye varlıklarının sahipliği ya da alım satımı
ya da meta veya hizmet alıp satmaktan gelir elde eden sınıfı
tarif etmek için burjuvazi ve kapitalist kelimelerini birbirinin
yerine kullanmıştır. Endüstrileri yöneten ve “işlevli kapitalistler”
dedikleriyle hisselerinden veya mülklerinden gelen faizlerden
yaşayan “salt kupon kesiciler” dedikleri arasında bir ayrım
yapmamış, temelde hepsinin aynı sınıfa ait olduğunu söylemiştir.
Bunlar, üretim araçlarına sahip oldukları ve fazla ürün oluşturmak
ya da kâr elde etmek üzere işçilerin emeğini kullandıkları için
üretim araçlarıyla aynı ilişkiler içindedir.
Öte yandan proletarya veya işçiler üretim araçlarına sahip değildir
ve yaşamak için emeklerini kapitalistlere satmak zorundadırlar.
İşçilerin, kapitalist bir sistem altında hayatta kalmasının başka
hiçbir yolu yoktur çünkü geçim araçlarını—gıda, giyim ve
barınma—satın almak için ücretlerine bel bağlamış durumdadırlar.
Marx, başka sınıflar olduğunu da kabul eder, ama bunların gitgide
bu iki ana sınıfın parçaları haline geldiğini ve bu iki ana sınıfın da,
kapitalizm ilerledikçe gitgide daha fazla kutuplaştığını ileri sürer.
• Serbest meslek çalışanları veya “küçük burjuvalar” genelde,
küçük aile firmaları olan, birkaç üretim aracına sahip olan
ve kendileri için çalışan insanlardır. Rekabet sonucu giderek
daha büyük firmalar tarafından devralınacak veya tamamen
iş hayatının dışına itileceklerdir. Başarılı olanlar burjuvaların
kademesine yükselecek, kalanlarsa proletaryaya doğru
itilecektir.
• Marx’ın zamanında, pek çok fabrika işçisinden daha iyi yaşam
standartlarına sahip ve aile içinde hizmetçilik yapan büyük
bir kitle de bulunuyordu. Ne var ki bu kişilerin yaşamları
118
efendilerinin yaşamına bağlıydı ve esasen onlar da emek
güçlerini daha fazla ücret teklif eden kişiye satıyorlardı. Fabrika
işçilerinden daha az bağımsız oldukları için herhangi bir sınıf
antagonizmasında kaybedecek daha fazla şeyleri vardı.
• Fabrika nezaretçileri gibi idari işçiler de ücretli emekçilerdi,
ama sıradan işçilere göre biraz daha ayrıcalıklıydılar ve yine
konumlarından ötürü kapitalistlerle çatışmaya girme ihtimalleri
işçilere göre daha azdı.
• Köylüler, yirminci yüzyıla kadar makinelerin pek girmediği
topraklarda çalışıyordu ve Marx zamanında, Avrupa nüfusunun
büyük bir kısmını temsil ediyordu. Marx, köylülerin ayrı bir
sınıf olduğunu kabul eder, ama onların, herhangi bir sınıf
mücadelesine katılmasının kolay olmayacağı görüşündedir.
Bu konuyu, Fransa’da III. Napolyon’un köylülerce nasıl
desteklendiğini incelediği Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i
adlı kitabında inceler. Köylüler, fabrika işçilerinin aksine
birbirlerinden ayrılmış oldukları için örgütlenmeleri zor
olacaktır, ama şehirli proletaryanın onların sınıf mücadelesine
önderlik edebileceğine inanır.
• Bunların yanı sıra, Marx’ın “durgun unsur” dediği “lümpen
proletarya” vardır. Bunlar, topluma gerçekten hiç uymayan
çalıştırılamaz kişilerden oluşan büyük bir kitledir: “Hırsızlar,
başıboşlar… ahlaksızlar, pejmürdeler.” Marx, kapitalizm
büyüdükçe bu sınıfın da büyüyeceğini ileri sürmüş, ama hiç
güvenilmez olduğunu hissettiği için bu sınıfın herhangi bir sınıf
mücadelesinde önem taşıyacağını düşünmemiştir.
Marx, bu diğer sınıfların var olduğunun farkına varmış, ama
sınıf yapısının kapitalizm altında daha basit ve aşırı uçlara doğru
kutuplaşmış bir hale geldiğini görmüştür. Proletarya ihtiyacını
burjuvazi yaratmıştır, ama şimdi kapitalizm açgözlü bir şekilde
genişleyerek “kendi yarattığı şeytani güçlere artık hükmedemeyen
büyücü” haline gelmiştir. Komünist Manifesto’da, burjuvazinin
kendi mezar kazıcısı olacak sınıfı yarattığını söylemiştir.
Marx, işçilerin sömürülmesinin ve ezilmesinin içinde yaşadığı
toplumun normu olduğunu görmüş ve Komünist Manifesto’da
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
119
“politik iktidar, bir sınıfın diğerini ezmek üzere kullandığı örgütlü
güçten başka bir şey değildir” diye yazmıştır.
Proletarya sömürülüyordu, öyleyse niçin bu konuda bir
şeyler yapmıyordu? Marx, bu sorunun yanıtının işçilerin
yabancılaşmasında ve ideoloji dediği şeyde yattığına inanıyordu.
İdeoloji
Marx’a göre her toplum benzersizdir ve kendine özgü bir ideolojisi
vardır: her toplumun insanlığın doğası hakkında kendine özgü
varsayımları ve kendine özgü bir ahlakı ve değerleri vardır. Marx’ın
yazdığı dönemlerde felsefecilerin çoğu, fikirlerin ve bilincin dünya
tarihini biçimlendiren kuvvetler olduğuna inanıyordu. Marx’ın
materyalist bakış açısı ise toplumu “ekonomik temel” ve “üstyapı”
şeklinde ayırıyordu. Marx, insanların düşünme tarzının, içinde
yaşadıkları ülkenin ekonomik temelinin yansıması olduğunu ileri
sürdü.
Ekonomik temel, aslında iki şeyin birleşimiydi: Marx’ın deyişiyle,
“üretici kuvvetler” ile “üretim ilişkileri”.
Üretici kuvvetler, meta üretmek için kullanılan maddi şeylerdir.
Bunlar arasında hammaddeler, makineler ve bunları kullanan
işçilerin emek gücü gibi şeyler vardır. Sözgelimi, feodal bir
toplumda bir dokumacı, bir koyunun yününü giysiye çevirmek için
dokuma tezgâhı kullanabilir. Bu durumda yün, dokuma tezgâhı ve
bu kişinin onlarla yaptığı çalışma üretici kuvvetleri oluşturur.
Üretim ilişkileriyse, insanlarla insanlar veya insanlarla şeyler
arasındaki ilişkilerdir. Sözgelimi dokuma tezgâhı, zengin
müşterilere satabilmek için giysi yapmak üzere onu kullanan bir
dokumacı ailesine ait olabilir. Bu aile içindeki ilişkiler ve ailenin
müşterileriyle ilişkileri, üretim ilişkileridir. Feodal bir toplumda, bu
kitabın önceki bölümlerinde tarif edilen serf ile efendisi arasındaki
ilişki de üretim ilişkilerine bir örnektir. Marx üretici kuvvetler
120
ve üretim ilişkileri tarafından biçimlendirilen bu ekonomik
temeli, toplumun üstyapısının gelişiminin içkin bir unsuru olarak
görüyordu.
Toplumun üstyapısı, onun yasalarından, kültüründen,
geleneklerinden, dinlerinden ve yönetim şeklinden meydana gelir.
Feodal bir toplumda toplumun ekonomik temeli, onun hiyerarşik
yapısına bağlıdır. Serfin efendisine bağlılığı, bu toplumun işlemesi
için zorunludur. Bu yüzden bu toplumun üstyapısı ahlak ve din
üzerinde, işbirliği, itaat ve bağlılık fikirleri üzerinde durur. Bu,
kilise ahlakı ve mülkiyet yasalarıyla sağlamlaştırılır. İnsanlar,
diğer insanlara ve üzerinde çalıştıkları topraklara “aittir” ve sınıf
hiyerarşisinde, değiştirilmesi çok zor olan sabit bir yerleri vardır;
kaz güden kızlar sadece peri masallarında prenslerle evlenebilir.
Marx, ekonomik temelin üstyapının gelişimine yol açtığını ileri
sürer; üstyapı, ekonomik temelden ötürü mevcut yapısıyla var olur.
Sanayi Devrimi esnasında üretici kuvvetler radikal bir biçimde
değişmiştir. Örneğin küçük el dokuma tezgâhlarının yerini büyük
fabrikalara yerleştirilen ve yüzlerce işçiye gerek duyan buharla
çalışan devasa tezgâhlar almıştır. Toplumun feodal bir düzen
altında işlev görmesi artık mümkün değildir; işçilerin toprağa bağlı
değil serbest pazarda ulaşılabilir olmaları gerekir. Yeni üretim
ilişkileri patronlarla işçiler arasındadır ve bu yüzden politik ve yasal
üstyapı, rekabete ve bireyin özgürlüğü fikirlerine uyum sağlamak
üzere değişmelidir.
Toplumsal bilinç, halkın fikirleri, varsayımları ve düşünme
biçimleri, içinde yaşadıkları toplumu yansıtır. Bu sebeple toplum,
o dönem için hâkim olan üretim tarzı tarafından biçimlendirilir.
Marx, aynı ekonomik temelin tarihsel ve politik unsurlara bağlı
olarak çok farklı toplumları sürdürebileceğini söyler. Birbirlerine
oldukça benzeyen iki kapitalist ülke bile, farklı toplumsal değerlere
sahip olabilir. Sözgelimi Britanya, Fransa ve Almanya her ne kadar
Avrupa’daki kapitalist ülkeler olsalar da farklı kültürlere sahiptir.
Marx, ekonomik temeldeki çelişkilerin tarihsel mücadelenin itici
kuvveti olduğunu ileri sürmüştür. Ama bu noktada genelleştirmeler
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
121
yapmaktan yana olmamış ve hayatının birçok yılını çeşitli ülkelerin
tarihindeki sınıf mücadeleleri hakkındaki politik ve ideolojik
verileri araştırıp analiz ederek geçirmiştir.
Marx, herhangi bir ülkeyi yöneten fikirlerin ve bu fikirlerden
türeyen yasaların, yönetici sınıfın fikirleri olması gerektiğini
düşünür. Toplum değiştikçe doğal olarak bu kurallar da gelişir.
Bunlar önceden hazırlanmaz. Feodalizm kapitalizme dönüştüğünde
kimse oturup, toprağa bağlı olmak yerine iş bulmak için ülke içinde
serbest dolaşım hakkına sahip bir nüfusa ihtiyaç olacağını önceden
hesaplamış değildir. Sadece hayatın yeni gereklilikleri, toplumun
o şekilde gelişmesine neden olmuştur. İnsanların risk alması ve
yeni ekonomik yapının ortaya çıkardığı yeni sorunlara çözüm
üretmeleri gerekmiştir. İnsanların hakikaten nasıl düşündükleri,
etraflarındaki toplum ve önceden var olan toplum tarafından
etkilendiği için insanlar, tümüyle yeni fikirler geliştirmeyi zor bulur.
Sadece dillerinin ve onlara devredilen görüşlerin izin verdiği ölçüde
düşünebilirler. İnsanların inançlarının toplum tarafından yapay
olarak inşa edildiğini görememesi, Marksist terimle söyleyecek
olursak, yanlış bilinç diyebileceğimiz şeye yol açar.
Genel bakış
Yanlış bilinç, Marksist inancın önemli bir görüşüdür, ama
Engels tarafından kullanılmış olsa da Marx, bu terimi hiçbir
yazısında kullanmamıştır.
İnsanların çoğu, etraflarındaki dünyanın değiştirilemeyecek,
tamamlanmış, sabit olduğuna inanma eğilimindedir. Bu, sistemde
yapılacak herhangi bir değişikliği tahayyül etmelerini zorlaştırır.
Marx’ın yazdığı dönemde, kapitalistlerle işçiler arasındaki ayrım,
insan doğasının ve toplumun doğal düzeninin bir parçası olarak
görülüyordu. Kapitalistlerin bilgi, eğitim, din ve eğlencenin
kontrolünü ellerinde tutmaları bunu pekiştiriyordu. Örneğin
Viktorya döneminde insanların çoğu kiliseye giderdi. O dönem
122
çok popüler olan ilahilerden biri olan Her şey Parlak ve Güzel’e
göz atarsak, şu satırları görürüz: “Zengin adam şatosunda,
yoksul adam onun kapısında, Tanrı onları yüksek ya da aşağı
yaratmış ve bu konumları onlara bahşetmiştir.” Marx’ın yaşadığı
dönemin büyük kısmında işçi sınıfındaki insanların çoğunun eğitim
almaya değer ve oy vermeye uygun olarak düşünülmemesi de söz
konusudur. İnsanların kendilerini saygıdeğer vatandaşlar olarak
görmemesi onların özlemlerini de etkilemiş olsa gerektir.
Marx, bu düşünme biçimine karşı savaşmanın tek yolunun,
işçileri eğitip nasıl sömürüldüklerini anlamalarını sağlayacak ve
bu duruma başkaldırmalarına yardımcı olacak devrimci bir işçi
partisi olduğuna inanmıştır. Bugün bizler, sırf Marx yüz yıldan
uzun bir süre önce bu soruna dikkat çekmiş olduğu için, toplumun
koşullandırılmasının ve medya yönlendirmesinin çok daha
farkındayız.
Sınıf mücadelesi
On dokuzuncu yüzyılda herkes sınıf yapısını, sanki her zaman o
sıradaki biçimiyle var olmuş gibi, hiç sorgulamadan verili kabul
ediyordu. Marx, sınıfların, önceden hiçbir zaman o günkü gibi
olmadığını, çünkü toplumun ekonomik yapısının daha önce hiç
kapitalist biçimde var olmadığını ileri sürdü. Sınıf yapısının,
aslında önceden olduğundan çok daha basit bir hale geldiğine ve
işçi sınıfını doğuran şeyin aslında kapitalist sistemin ihtiyaçları
olduğuna inanıyordu. Kapitalist sistem hayatta kalmak için ücretli
emekçilere ihtiyaç duyuyordu, ama bu sınıfı yaratırken, kendi
yıkımının tohumlarını da ekmişti.
Burjuvaların veya kapitalist sınıfın amacı, mümkün olan her araçla
kârını artırmaktı. Proletaryanın veya işçilerin amacıysa, yaşama
ve çalışma koşullarını iyileştirmekti. Marx, bu ihtiyaçların apaçık
bir şekilde çatışma içinde olduğunu ve sınıf mücadelesiyle en
nihayetinde devrime yol açacağını ileri sürdü. Sınıf mücadelesi, her
ne kadar Marx böyle olacağına inanmış olsa da, mutlaka şiddet
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
123
içeren bir mücadele olmak zorunda değildir. Sınıf mücadelesi,
sınıfların farklı çıkarları sonucu meydana gelen, sözgelimi gösteri
yapmak veya protesto bildirisi yazmak gibi herhangi bir toplumsal
eylem olabilir.
Marksist kuramda, sınıf bilincinin gelişmesi zorunlu görülür. Marx
sınıftan “kendinde” sınıf ve “kendisi için” sınıf olarak bahseder.
• “Kendinde” sınıf, üretim araçlarıyla ilişkileri bakımından
benzerlikler taşıyan ve ortak çıkarları olan bir grup bireydir.
• “Kendisi için” sınıf, bu çıkarların bilincinde olan bir sınıftır;
yabancılaştırıldığını keşfetmiş sınıftır.
İşçilerin yabancılaştıklarını fark etmelerinin yolu, eğitimden ve
politik araçlardan geçer. Marx, sınıf mücadelesinde yer alma
davranışının kendisinin, işçi sınıfının bilinçlenmesine ve eğitilmesine
imkân vereceğine ve onlar için büyük fayda sağlayacağına
inanmıştır. Feuerbach Üzerine Tezler’de “Devrimci faaliyette
kişinin kendini değiştirmesi, koşulları değiştirmekle eşanlamlıdır”
diyordu.
Marx, devrimi gerçekleştirebilecek tek sınıf olduğu için kapitalist
sistemde işçilerin benzersiz bir konumu olduğunu düşünmüştür.
Onlar, yeni bir toplum biçimini yani komünist toplumu elde
edebilecek tek sınıftı.
İşçilerin gücü ve eğitimi
Her ne kadar diyalektik tarih anlayışı kapitalizmin nihai olarak
kendi çöküşünü getireceğini söylese de, Marx bunun, hiç kimse
bir şey yapmadan kendiliğinden gerçekleşecek bir şey olduğunu
düşünmüyordu. Büyük bir filozof olmasına rağmen sadece boş
boş sınıf mücadelesi hakkında konuşmamış, özellikle hayatının
ilk dönemlerinde aktif olarak işçi hareketine katılmıştı. Paris’e
sürüldüğünde işçilerle tanışmış ve onların karakterlerinden ve
güçlerinden etkilenmişti; bu, Adiller Birliği’ne ve Komünist Birlik’e
katılmasını getirmişti.
124
Marx Londra’ya taşındığında, burada düzgün bir şekilde
örgütlenmiş çok az işçi grubu vardı. Çoğu, baskıya uğrama
korkusundan çok gizli örgütlenmişti; işyerinde sorun çıkardığı
düşünülen herkes, en azından işten çıkarılıyordu. Buna rağmen,
toplumda değişim isteyen ve büyük oranda işçi katılımının
sağlandığı bazı hareketler bulunuyordu.
CHARTİSTLER
Adını 1838’deki Halk Bildirgesi’nden (People’s Charter) alan bu
hareket, Britanya’da politik değişim talep ediyordu. Reform Yasası
Britanya’daki birçok insana oy hakkı vermişti, ama bu insanların
çoğu orta sınıf mülk sahipleriydi. Mülk sahibi olmayanların
oy verme hakkı yoktu. Günümüzün bakış açısından bu durum
açıkça mantıksız görünür ve Britanya’da çok uzun yıllara dayanan
bir demokrasi tarihi olduğu fikrinin yanlış olduğunu gösterir.
Chartistler, erkekler için genel oy hakkını savunuyordu: 21 yaşın
üzerindeki erkekler oy kullanabilmeliydi. Kadınlar seçmen olarak
görülmüyordu. Bu da bugün çok mantıksız görünür. Ayrıca
bu arada, Engels’in sevgilisi Mary Burns de dahil olmak üzere
Chartistlerin birçoğu kadındı. Chartistler, birçok kuruluştan ve
toplumun birçok alanından oluşan ama yine de çoğunluğu işçi olan
çok farklı bir gruptu. Bir toplantılarına 300.000 kişinin katıldığı
tahmin edilmektedir ve haftalık Kuzey Yıldızı dergilerinin her
sayısı 30.000 adet satmaktaydı. Marx, hareketin liderlerinden biri
olan Ernest Jones’tan çok etkilenmiş ve onun çıkardığı “Halkın
Gazetesi”ne düzenli olarak yazmıştı.
Chartizm sonunda yavaş yavaş yok olsa da, bu başkaldırı ve
gösterilerin gerçekleşmiş olması, bu ülkedeki işçilerin duygularını
ve sistemi değiştirme arzularını gözler önüne sermiştir. Sayıca çok
olmanın gücünü ve bir dava uğruna birlikte çalışabilmenin değerini
görebilmişlerdir.
SENDİKALAR
Sendikalar, ortaçağdaki esnaf loncalarından geliştiler, ama
Sanayi Devrimi esnasında, güçlenmeye ve işgücünün daha geniş
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
125
bir bölümünü temsil etmeye başladılar. Sendikalar 1871’e
kadar Britanya’da yasal değildi; bu yüzden işçilerin çoğu
katılmaktan korktuğu için bu tarihe kadar çok güçlü bir kuvvet
oluşturamamıştır. Bunun yanı sıra, sendikalar vasıfsız insanları
değil zanaatçıları temsil ettiği için biraz seçkincidir. Avrupa
kıtasında birçok sendika üyesi devrimciydi, ama Britanya’da üyeler
daha ılımlıydı ve oy hakkını kazanmaya çalışmak için Chartistlerle
yan yana çalışıyordu.
Günümüzün Marksistlerinin pek çoğu, sendikaların sistemin
bir parçası olduğuna, sadece daha yüksek ücretler için pazarlık
yaptığına ve değişim için bir araç olmadığına inandıkları için
sendikaları küçümser. Marx sendikalara karşı değildi, çünkü
işçilerin “birleşmesinin” ilerlemenin yolu olduğuna inanıyordu;
eğitilmeleri durumunda ücret sisteminin feshedilmesini talep
ederek sistemi sadece iyileştirmekle kalmayıp değiştirmeye de
yoğunlaşacaklarını umuyordu.
Komünist Birlik ve sınıf mücadelesi
Komünist Manifesto, 1848’de Marx ve Engels tarafından bir işçi
birliği olan Komünist Birlik için bir platform olarak yazılmıştır.
Komünist Birlik, Adiller Birliği’nden gelişmiştir; başlangıçta sadece
Alman üyelerden oluşuyordu. Aynı zamanda, şiddet yoluyla
fabrika sistemini yıkıp tarımla uğraşan ve küçük zanaatçılardan
oluşan bir topluma geri dönme fikrini savunan çok sayıda anarşisti
içinde barındırıyordu. Marx ve Engels Komünist Birlik’i yeniden
örgütleme görevini üstlendiler; sonunda kendi örgütlerini kuracak
olan anarşistlerle aralarında çok sayıda anlaşmazlık vardı. Marx,
Birlik’in fikirlerinin dünyanın dört bir yanına yayılmasının önemli
olduğunu düşünüyordu ve Komünist Manifesto zaman içinde
birçok dile çevrildi.
Komünist Manifesto işçilere sesleniyordu ve Marx’ın en doğrudan
yazılarından biridir. Başlangıç bölümlerinde kapitalist sistemin
nasıl yükseldiğini ve proletaryayla burjuvazi arasındaki sınıf
126
farklılıklarını anlatır. Marx daha sonra sınıf mücadelesinin
geleceğini ve bunun işçinin özgürleşmesi açısından önemini tarif
eder.
Marx, çalışma koşullarından duyulan memnuniyetsizliğin ve
düşük ücretlerin nasıl sendikalar oluşturmak, ücretleri yukarıda
tutmak ve kapitalist hâkimiyete karşı başkaldırı planlamak için
işçileri bir araya getirdiğini anlatır. Marx, bazen başkaldırıların,
yerelde başarılı olmasına rağmen şiddet içeren ayaklanmalara
dönüşmesinin bir sınıf olarak proletaryaya fayda getirmediğini
belirtir. Bu başkaldırıların faydası, yapılan eylemin sonucunda değil
işçilerin sendikalar oluşturmak için bir araya gelmesinde yatar.
Marx, sendikaların genişlemeye devam edeceğini ve tren yolu gibi
modern iletişim araçlarının buna yardımcı olacağını düşünmüştür.
Genel bakış
Marx, modern teknolojinin ve iletişimin devrimci dava
için önemini anlama konusunda zamanının önündeydi.
Bugün internet ve cep telefonları, düzen karşıtı her grubun
örgütlenmesi için son derece önemli araçlardır.
Marx’ın zamanında gruplar arasında bağlantılar kurulabilmiş
ve nihayet çok sayıda yerel mücadele, sınıflar arasında ulusal bir
mücadele haline gelecek şekilde merkezileşebilmiştir. En sonunda
uluslararası bir mücadele de gerçekleşecekti.
Proletaryanın daha iyi bir şekilde örgütlenmesi ve farklı
fraksiyonlar arasındaki iç kavgaları durdurması gerekiyordu. Bu,
onları daha güçlü yapacak ve burjuvazi içindeki bölünmelerden
fayda sağlamalarına imkân verecekti. En nihayetinde devrim
gerçekleşecekti, çünkü dokunaçlarını dünyanın dört bir yanına
saran sistemi alaşağı edebilecek tek şey devrimdi.
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
127
Uluslararası İşçi Birliği
1864’te Uluslararası İşçi Birliği kurulana kadar, dünya genelindeki
değişik kapitalist ekonomilerde yaşayan işçiler arasında gerçek bir
koordinasyon yoktu. Birinci Enternasyonal olarak bilinen bu yapı,
ortak bir dava için mücadele etmek üzere uluslararası anlamda tüm
işçileri bir araya getirme yolundaki ilk girişimdi.
Daha önce var olan işçi grupları, burjuva sınıfının baskısına
hedef olmamak için gizli örgütlenme eğilimindeydi; bu yüzden
daha çok radikal komplocuları kendine çekiyordu. Marx’ın da
işaret ettiği gibi, işgücünün çoğunluğunun sömürülmeyi doğal
karşıladığı da bir gerçekti. Bu nedenle işçilerin çoğunluğu, bırakın
uluslararası birlikleri, kendi ülkelerindeki işçi birliklerine bile
katılmıyordu.
Uluslararası işbirliğinin önündeki bir diğer engel de, o zamanlar
Avrupa’yı oluşturan ülkelerin vatandaşları arasında fazla
dayanışma olmamasıydı. Büyük oranda Sanayi Devrimi yüzünden,
Avrupa içindeki çeşitli ülkeler birbirleriyle savaş halindeydi veya
içsavaş ya da devrimle uğraşıyordu. Mevcut işçi birlikleri yerel
meselelere odaklanmıştı. Sözgelimi Almanya’da, Lassalle’in liderliği
altında aktifleşmişler, ama protestolarını kendi ülkeleriyle sınırlı
tutmuşlardı. Fransa’da devrim, hükümeti isteksizce de olsa işçilere
karşı hoşgörülü olmak zorunda bırakmıştı; işçilerin hoşnutsuzluğu
yüzünden gerçekleşebilecek başka bir devrimin korkusu meslek
birliklerine izin verilmesini sağlamıştı. Bu birlikler hükümetin katı
nezareti altındaydı ve çığrından çıkmasın diye çalışmaları polis
tarafından denetleniyordu. İşte Enternasyonal’in kurulmasına yol
açan zincirin ilk halkasını, bu Fransız meslek birlikleriyle İngiliz
sendikacılarının toplantısı oluşturdu.
1863’teki Büyük Modern Sanayi Sergisi, İngiliz kapitalistlerinin
çabalarını sergileyen bir vitrindi ve dünyanın dört bir yanından
ziyaretçiler çekmişti. Bunlar arasında, Fransız imparatoru
III. Napolyon tarafından gönderilen resmi bir heyette seçilmiş
Fransız işçi liderleri de yer alıyordu. Bu liderler grevlerde
128
kullanılabilecek taktikler, dışarıdan getirilen grev kırıcıların nasıl
kullanıldığı, ücretler, çalışma saatleri ve ödemeler gibi konuları
tartışmak üzere Londra Sendikaları Konseyinden İngiliz işçi
önderleriyle buluştular. Bu toplantıyı takiben, sadece tartışmaktan
daha fazlasını yapacak, politik ve ekonomik meselelerle ilgili olarak
aktif işbirliği içinde çalışmalarına imkân verecek bir birlik kurmaya
karar verdiler.
İlk toplantı 1864’ün Eylülünde gerçekleşti ve oturum başkanlığını
aynı zamanda radikal biri olan eski çağ tarihi profesörü Edward
Beesly yaptı. Marx da bu toplantıya katılmıştı, çünkü tanınmış
bir Alman göçmen ve eylemciydi. Kendisine, Alman işçilerin
sözcülüğünü yapacak birini tanıyıp tanımadığı sorulunca,
Londra’daki dikimevlerinin çalışma koşulları üzerine yazdığı
makalelerinin basılmasına yardımcı olduğu terzi George Eccarius’u
önerdi. İlk toplantıya Eccarius’u desteklemek için katılan Marx,
günün sonunda komiteye dahil edildi.
Marx’ın işçilerin hayatının gerçekliğiyle ilgilenmediği ve kendi
fildişi kulesinde oturmayı tercih ettiği, onu eleştirenler tarafından
sık sık söylenir, ama Enternasyonale katılması, durumun hiç de
eleştirildiği gibi olmadığını bize göstermektedir. Zor ve dayatmacı
bir kişiliği olduğu ve birlikteki yoldaşlarıyla genelde arasının
açıldığı doğrudur, ama Enternasyonalde geçirdiği zaman boyunca
işçileri örgütleyip desteklemek için inanılmaz çaba göstermiştir.
Ailesi için para kazanmasına katkısı olmayan bu çalışmaları
Kapital için araştırma yapmaya ve kitabı yazmaya ek olarak
yapıyordu. Bütün bu uğraşlar, sonunda fiziksel ve ruhsal yorgunluk
yaşamasını getirdi.
Marx ve Engels, her ikisi de Enternasyonale üyeydi, çünkü
bu inandıkları bir davaydı; ama kendileri işçi olmadıkları için
komitede görev alıp almama konusunda tereddüt yaşadılar. Ne var
ki Marx, Enternasyonale önerilen tüzüğü gördüğünde, daha iyi bir
metin çıkarabileceğine inandığı için daha fazla katılım göstermeye
karar verdi.
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
129
Kural ve ilkeleri düzenleyip bir açılış konuşması yazdı. Bu,
Komünist Manifesto’dan sonra işçilere yaptığı en büyük
çağrılardan biriydi. Tüzük şöyle başlıyordu:
…işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendisi tarafından
elde edilmelidir. İşçi sınıfının kurtuluşu için verilen
mücadele, sınıf ayrıcalıkları ve tekeller için değil, eşit hak
ve yükümlülükler ve yöneten sınıfların ortadan kaldırılması
için verilen bir mücadele anlamına gelir…
Açılış konuşması, mülk sahiplerinin hayatlarıyla işçilerin hayatını
karşılaştırarak 1848’den bu yana süregelen ekonomik ve toplumsal
koşulların incelenmesiyle başlıyordu. Marx, kapitalistleri,
çocukların kanını emen ve ekonomiyi sürdürmek için onları
kurban eden vampirlere benzetiyor ve çalışan ailelerin, bolluğun
ortasında nasıl açlıktan öldüğünü tasvir ediyordu. Her ne kadar
1848, Avrupa çapında devrimin gerçekleşebileceği bir yıl olmuş
olsa da devrim önlenmişti, ama bu sayede o zamandan bu yana
işçiler, kuvvet araçları olarak nasıl birlikte çalışmaları gerektiğini
görmüşlerdir, diyordu. O zamandan bu yana iş gününün
uzunluğunun sınırlanması için bir araya geldiler, ama bu yeterli
değildir. Sadece işbirliği, kapitalizmin tekelciliğinin büyümesini
durdurup kitleleri özgürleştirmek için yeterli olmayacaktır.
Marx, tek başına büyük sayılara ulaşmanın bir fark yaratmaya
yetmeyeceğini, “sadece örgütlenme içinde birleşip bilgi tarafından
yön verildiğinde sayıların dengede bir ağırlık yaratacağını” fark
etmeleri yönünde işçilere yaptığı bir çağrıyla konuşmasının sonuna
gelmişti. Ve konuşması, Komünist Manifesto’nun son sözü olan şu
güçlü cümleyle bitti, “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”
Enternasyonalin amaçları şöyle düzenlenmişti:
• Çeşitli ülke ve sendikalardaki işçiler arasında yakın ilişkiler
kurmak.
• İlgili istatistikleri toplamak.
• Bir ülkedeki işçileri, başka ülkedeki işçilerin koşulları,
ihtiyaçları ve planları hakkında bilgilendirmek.
130
• Ortak çıkarlarla ilgili soruları tartışmak.
• Uluslararası bir kriz durumunda bütün ülkelerde eşzamanlı
eylemler düzenlemek.
• Olağan raporlar yayınlamak.
Birinci Enternasyonal pek çok üye toplamış, İtalya ve İspanya’da
şubeler kurmuştu, fakat en sonunda lağvedildi. Temel sorunlardan
biri, farklı ülkelerin işçilerinin farklı şeyler talep etmesi ve farklı
arka planlardan gelmesiydi. Ortak bir amaçları bile yoktu,
çünkü her ne kadar bazı üyeler devrim istese de bazıları barışçıl
araçlarla haklarını kazanmak istiyor ve işçilerin haklarıyla
ilgili bir kampanyanın nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda
anlaşamıyorlardı. Genel olarak Fransızlar çoğunlukla Ütopik
Sosyalistlerdi ve sendikalardan hoşlanmıyorlardı. Diğer yandan
İngiliz grubunun çoğunluğu, devrimle ilgilenmeyen sendikacılardan
oluşuyordu. Aynı ülkeden gelen işçiler bile amaç ve hedefler
üzerinde anlaşamıyordu; örneğin Fransızların çoğu Proudhon
taraftarıydı, ama birçoğu da devrimciydi. Enternasyonalin
Şişk o ke dile r dışarı!
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
131
çöküşünü hazırlayan nihai kriz, Marx ve Bakunin arasındaki
kişisel bir husumet sonucu ortaya çıktı. Enternasyonalin kendi
türündeki ilk örgütlenme olduğu ve vatanseverliğin birçok insanın
taşıdığı güçlü bir duygu olduğu göz önünde bulundurulursa, bu
kriz gerçekten kaçınılmazdı. Belki de bu, Marx’ın yazmaktan çok
hoşlandığı iç çelişkilere bir örnekti.
Devrim kaçınılmaz mı?
Marx, devrim hakkındaki görüşlerini hayatı boyunca geliştirdi,
ama mutlaka şiddet içermesi gerektiğine inanmasa da genel
olarak devrimden yanaydı. Enternasyonal kongresinde, şu sözlerle
hükümete seslenmişti: “Mümkün olan yerlerde barışçıl araçlarla ve
gerektiğinde de silahlarla size karşı çıkacağız.”
Toplumun diyalektik bir yolla incelenmesinden çıkardığı sonuç,
devrimin sadece arzu edilen bir şey değil kapitalizmin doğasında
var olan çatışmalar yüzünden aynı zamanda kaçınılmaz olduğudur.
Marx’a göre bu karşıt kutuplar, istikrarlı bir toplumda bir arada
bulunamazlar; diyalektik teori, proletaryanın burjuvaziyi alaşağı
etmesi gerektiği anlamına gelir.
Komünist Manifesto’da “Şimdiye kadar var olan bütün toplumların
tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” diyordu. Daha iyi bir
toplumun, komünizmin ilkelerine dayanan bir toplumun ancak
o zaman inşa edilebileceğine inanıyordu. Komünist bir toplum
devrimin hemen ardından inşa edilemezdi, fakat sosyalizmin ilk
aşamalarından sonra zaman içinde gelişecekti.
Marx, toplumun iyileştirilmesi gerektiğine inanan ilk kişi değildi;
fikirlerinin çoğu Owen ve Fourier gibi Ütopik Sosyalistlerin
fikirlerinden gelişmişti. Ütopik Sosyalistler kapitalist sistemi
eleştirip bu sistemin ne kadar insanlık dışı ve baskıcı olduğunu
göstermişlerdi. Üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan
sosyalist bir topluma inanmışlardı. Marx’ın onlardan farklılaştığı
nokta, bu toplumu meydana getirecek yöntem tercihinde yatıyordu.
132
Ütopyacılar, toplumun bakış açısında bir değişime sebep olmanın
en iyi yolunun akıl olduğuna inanıyorlardı. Saatlerin düzenlendiği,
işçilere adil davranıldığı ve eğitim hakkı, iyi evler ve besleyici
gıdaların verildiği topluluk ve fabrika modelleri kurdular. Bu
hayırseverlik örneklerinin, toplumda değişime yol açmaya yeterli
olacağına inandılar.
Marx, yapılan insancıl değişimlere katılıyor, ama iyi barınma
koşullarının, sağlık yardımının, eğitimin ve ücret reformlarının
sorunun kökünde yatan bir sınıfın diğer bir sınıf tarafından
sömürülmesi meselesine inmediğini düşünüyordu. Eğer toplumdaki
çatışmaların gerçek kaynağı toplumun ekonomik temeliyse, işçilere
ne kadar yardım yapılırsa yapılsın bu sorun çözüme kavuşamazdı.
Kapitalist sisteme içkin çelişkiler birikmeye devam edecekti.
Değişim, yalnızca işçiler fabrikaları, madenleri ve bankaları zor
yoluyla ele geçirdiğinde gerçekleşecekti: “Maddi kuvvet, yine
maddi kuvvet tarafından alaşağı edilmelidir.”
Marx’ın devrimin kaçınılmaz olduğuna inanmasının bir başka
nedeni, devlete dair bakış açısıydı. Marx, “devletin” toplumdaki
herkesin çıkarları için çalışan tarafsız bir organ olmadığını fark
eden ilk kişiydi. Hegel de dahil olmak üzere materyalist filozofların
çoğu, devleti, toplumun işlemesi için gerekli olan doğal düzenin
bir parçası olarak görmüştü. Marx ise devletin, yönetici sınıfı
korumak ve onlara servet üretenleri baskı altında tutmak için
var olduğuna inanıyordu. Sözgelimi, feodal toplumlarda yasalar,
toprak sahibi sınıfların lehinde oluşturuluyordu. Başkasının
arazisine izinsiz girme ve bu arazilerde kaçak avlanma genellikle
çok ağır biçimde, hatta ölümle cezalandırılıyordu. Kapitalist bir
toplumda da, sendikaların ve basının gücünü dizginleyen yasaların
çıkması zenginlerin denetimi altındaydı ve bu yasaları, statükoya
karşı çıkan herkese saldırmak için kullanabiliyorlardı. Bu unsurlar,
kapitalizmdeki yerleşik çıkarlara karşı devrimin gerçekleşmesi
gereğini çok daha olası kılıyordu. Devlet, baskı gücünün altını oyan
barışçıl veya çatışmacı olmayan her türlü değişimi engellemeye
çalışacaktı.
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
133
Marx, erken dönemlerinde devrimin şöyle olacağına inanıyordu:
• devrim, Britanya ve Prusya gibi sanayileşmiş kapitalist ülkelerde
başlayacak
• bütün ülkeler ekonomik olarak birbirlerine bağımlı hale
geldikleri için dünyanın geri kalan kısmına hızlı bir şekilde
yayılacak
Ne var ki Marx, bazı fikirlerini hayatının ilerleyen dönemlerinde
değiştirmiştir. O nedenle, ilk komünist devrim köylülüğe dayanan
bir ekonomiye sahip olan Rusya’da gerçekleştiği için, geleceği
öngörmek konusunda tümüyle yanılmış sayılmaz. Rusya,
yaklaşık otuz yıl boyunca tek komünist ülke olarak kaldı. Marx,
ölümünden kısa bir süre önce Avrupa’da gerçekleşecek bir
devrimle birlikte Rusya’da da devrimin gerçekleşebileceğini ve
bunun, Rusya’da zaten ortak toprak mülkiyetine dayalı bir sistem
mevcut olduğundan dolayı başarılı olabileceğini öngörmüştü.
Ayrıca, Rusya Devrimi sırasında sanayileşme de hızla genişlemeye
başlamıştı.
Marx, 1848’de Avrupa’nın her yerinde gerçekleşen çok sayıda
eşzamanlı grev ve ayaklanmaya rağmen, öngördüğü devrim
yaşadığı süre içinde gerçekleşmediği için hayal kırıklığına
uğradı. Marx ve Engels, o yıl Almanya’da gerçekleşen burjuva
devriminden çok heyecan duydular ve kısa zamanda bunun
yayılacağını öngördüler, ama böyle bir şey olmadı. Bunun üzerine
Marx, belki de zamanın tam doğru olmadığını düşündü. Sonraki
yıllarda, koşullarını değiştirebilmek için işçilerin en az 50 yıllık bir
mücadeleden geçmeleri gerekebileceği ve bunun uzun vadeli bir
süreç olacağı gibi öngörülerde bulundu.
Marx, Fransa’da yaşanan türde bir devrimci teröre her zaman
karşıydı ve bunun, katılımcıların gelişmemişliğinin bir göstergesi
olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, insanlar değişim sürecinde
uygun bir şekilde yer almalarına yetecek kadar eğitilmeden kısa
süre içinde gerçekleşecek bir devrime karşıydı.
134
Bir filozof olarak Marx, devrimin bireye fayda sağlayacağını
görmüştü: “Bir devrimde insanlar toplumu değiştirmek için
kendilerini değiştirirler.” Böyle düşünmesinin sebebi, insanların,
anlayamadıkları kuvvetlere tabi durumdayken gerçekten özgür
olmadığına inanmasıydı. Yazılarının, insanların mevcut kuvvetleri
ve bunların insan aklının ürünleri olduğunu fark etmelerine
yardımcı olacağını umuyordu. Onları ezen ekonomiyi ve toplumsal
yapıyı yaratan bir tanrı veya evrensel akıl değil insan aklıydı.
İnsanlar bunu fark ettiklerinde, kendi eylemlerinin sorumluluğunu
almak konusunda özgür olacak ve hem kendilerini hem de dünyayı
değiştireceklerdi.
Sınıf, sınıf mücadelesi ve devrim
135
BUNLARI UNUTMAYIN
• Marx, tarihe ve ekonominin gelişimine diyalektik bakış
teorisini geliştirmek için yıllarını vermiştir.
• Topluma her zaman, üretim araçlarını ve işçilerin fazla
ürünlerini kontrol eden bir yönetici elitin hâkim olduğuna
inanmıştır.
• Toplum tarihini, bir dizi diyalektik çatışma olarak
okumuştur. Toplumlar sürekli iç çelişkiler tarafından
yıkılmakta ve sonra yerine yenisi kurulmaktadır.
• Tarih boyunca görülen bir dizi baskıcı yönetim içinde
kapitalist sistem, sömürünün son halidir.
• Devlet bağımsız bir organ değil, kapitalistlerin işçileri ezmek
için kullandığı bir araçtır.
• Proletarya ve burjuva, istikrarlı bir toplumda birlikte var
olamayacağı için devrim kaçınılmazdır.
136
7
Marksist düşüncenin başka
yönleri
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
• Marx’ın devrimden sonra olabilecekler konusunda
düşündükleri
• proletarya diktatörlüğü
• Marx ve Engels’in komünist bir toplumun nasıl çalışabileceği
konusundaki düşünceleri
• Marx’ın din, kadın hakları ve aile, sanat ve kültür, özgürlük ve
birey hakkındaki görüşleri
Her ne kadar Marx, toplumla ekonomi arasındaki ilişkinin tarih
boyunca nasıl geliştiği üzerine çok fazla yazmış olsa da, bu ilişkinin
öngördüğü devrimden sonra nasıl gelişeceği hakkında pek fazla
yazmamıştır. Sınıfsız bir komünist toplumun devrimin sonucu
olduğuna inanıyordu, fakat bu toplumun nasıl işleyebileceğini
gerçekten tanımlamış değildi. Dünya görüşü materyalist olduğu
için bu durum hiç de şaşırtıcı değildir; gelecekte gerçekleşebilecek
herhangi bir şey bir varsayımdan ibarettir ve incelenemez.
Toplumun yapısının o dönem mevcut olan ekonomik unsurlara
dayanacağına inandığından dolayı bu yapının ileride nasıl
olacağına dair herhangi bir ayrıntıyı önceden tahmin etmenin
mümkün olmadığına inanıyordu. Neler olabileceğine dair
birkaç tahminde bulunmuştu ve bunların bazıları, her ne kadar
Marksist düşüncenin başka yönleri
137
Ütopik Sosyalistlerle Fransız komünistlerin daha romantik olan
ideallerinin birçoğuna katılmasa da, onların fikirlerinden etkiler
taşıyordu.
Gelecekteki komünist toplumun yapısını ayrıntılarıyla yazmadı,
ama bu toplumda yaşayacak insanların birbirleriyle ilişkileri
üzerine derinlemesine düşündü. Yazılarında, dünyaya yeni bir
şekilde baktı ve bireylerle içinde yaşadıkları toplum arasındaki
ilişkilere yeni bir ışık tuttu. Fikirleri, o gün için son derece radikal
olarak görülüyordu, ama bugün bu fikirlerin çoğunu, örneğin
erkek, kadın ve çocukların eşit haklara sahip olmasını doğal
karşılıyoruz.
Devrimden sonra
Marx, devrimden sonra toplumun alacağı biçim veya nasıl
örgütleneceği hakkında pek fazla yazmamıştır. Uzun
vadede toplumun komünistleşeceğine inanıyordu, ama bu
gerçekleşmeden önce bir geçiş aşamasının yaşanması
gerekiyordu. İlk olarak toplum, tıpkı annesinin karnından
çıkan bir çocuk gibi içinden çıktığı eski kapitalist toplumun
“doğum lekeleriyle damgalanmış” olacaktı. Marx, kapitalist
toplumdan komünist topluma doğrudan geçmenin mümkün
olduğuna inanmıyor ve bu ikisi arasında sosyalizm olarak
bilinen bir ara aşama olması gerektiğini düşünüyordu.
Marksist anlamda sosyalizm, kapitalizmle komünizm arasındaki
ara aşamayı tarif eden bir kelimedir sadece. Bugünse sosyalizm,
böyle kolay tanımlanamaz bir terim haline gelmiştir. Devlet
kontrolünün, planlamasının ve üretim araçlarında devlet
mülkiyetinin olduğu herhangi bir sistemi çağrıştırır. Hastaların,
çocukların, yaşlıların ve son derece yoksul olanların sosyal
bakımıyla ilgili bir yönü de vardır. (Pek çok kişi, komünist devlet
olduğu sanılan ülkelerin aslında sadece sosyalizm aşamasında
olduğunu iddia edebilir.)
138
Genel bakış
Sosyalizm üzerine herhangi bir şey okurken, yazarın bu
ifadeyi metinde nasıl tanımladığını anlamanız önem taşır.
Sosyalizmde proletarya diktatörlüğü olacaktı. Marx bu konuya,
1850’de Neue Rheinische Zeitung için kaleme aldığı Fransa’da Sınıf
Mücadeleleri adlı kitabında değinmiştir. Burada, “proletaryanın
sınıf diktatörlüğü ‘genel anlamda sınıf ayrımlarının ortadan
kalkması’ için gerekli bir aşamadır” diyordu. Bunun yanı sıra
Gotha Programının Eleştirisi’nde şöyle yazmıştı: “Kapitalist ve
komünist toplumlar arasında, birinin diğerine devrimci dönüşümü
aşaması yatar. Buna karşılık gelen şey aynı zamanda, devletin,
proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı
politik bir dönüşüm dönemidir.”
Genel bakış
Gotha Program›n›n Eleştirisi, Gotha Konferans› üzerine
yap›lm›ş bir eleştiridir ve Marx’›n ölümünden önce
bas›lmam›şt›r. Bu, Marx’›n, gelecekteki komünist toplumun
nas›l örgütlenebileceğini tart›şt›ğ› az say›daki metinden
biridir.
Proletarya diktatörlüğü, Marx’ın metinlerinde hemen hiç
kullanmadığı bir terimdir, ama bu teori Rus komünist lider Lenin
tarafından, ilk komünist devrimin başlangıcında geliştirilmiş
ve yaygın bir dikkat çekmiştir. Proletarya diktatörlüğü,
bugün insanların, hem Lenin hem de Stalin’in demokratik
olmayan yöntemlerle Sovyetler Birliği’ni yönetme biçimleriyle
ilişkilendirdikleri bir ifadedir. Marx diktatörlük kelimesini asıl
anlamında kullanmıştır: bir despot yerine bir grup insan tarafından
yönetilme. Bu, kriz zamanında bir elit tarafından yönetilme
anlamına gelen, Roma’nın diktatorya modeline dayanır.
Marksist düşüncenin başka yönleri
139
Marx, yasalar, eğitim ve ideoloji yoluyla toplumu kontrol ettikleri
ve bundan da kolaylıkla vazgeçmeyecekleri için kapitalist toplumun
aslında “burjuvazinin diktatörlüğü” olduğunu düşünüyordu.
İşçilerin bir devrimden sonra gücü kendi ellerinde tutabilmelerinin
tek yolunun devlet aygıtının yönetimini ele geçirmeleri ve kendi
çıkarları içinde hüküm sürmeleri olduğuna inanıyordu. Paris
komününü incelemiş ve genel seçim hakkıyla yargıçlar dahil olmak
üzere bütün resmi görevlilerin oylanmasının önerilmesinden çok
etkilenmişti. Bütün resmi görevlilere işçilerle aynı ücret verilecek
ve daimi ordunun yerine sivil bir ordu getirilecekti. Polisin ve
ruhban sınıfının siyasi makamlara gelmelerine izin verilmeyecekti.
Bu yolla işçiler toplumun aygıtlarının—okulların, mahkemelerin,
hapishanelerin, silahlı kuvvetlerin—kontrolünü açık ve demokratik
bir yolla ellerinde tutacaklardı. Bu ayrıca, burjuvazinin karşı
devrimi kolaylıkla örgütlemesini de önleyecekti.
Lenin, 1917’de Devlet ve Devrim’de proletarya diktatörlüğü fikrini
geliştirdi. Onun, “hukuk olmadan gücün uygulanması” şeklindeki
diktatörlük tanımı, Marx’ın kullandığından çok farklıydı. Lenin,
bu tanıma inanıyordu, çünkü ideoloji ve yanlış bilinç herkesin
bilincini öylesine zapt etmişti ki Komünist Parti’nin belli seçilmiş
üyelerinin proletaryanın öncüsü olarak davranması gerekiyordu.
Bu kişiler toplumu, doğru komünizm anlayışına yönlendirecekti.
Lenin, devrimden sonra bile burjuvazinin proletaryadan daha güçlü
kalacağına inanıyordu, çünkü onların hâlâ paraları ve mülkleri,
daha iyi bir eğitimleri ve bağlantıları olacaktı ve devlet daireleriyle
“savaş sanatında” daha deneyimlilerdi. Rusya’da bir “sınıf
diktatörlüğünün” gerekli olduğunu ve eski yönetici sınıfa karşı güç
kullanılması gerektiğini ileri sürüyordu.
Rusya’daki İç Savaş esnasında, Lenin’i destekleyen Bolşevikler
hariç bütün politik partiler, çeşitli uydurma suçlamalarla tek tek
kapatıldı. Bu sayede en sonunda tek bir parti kaldı: Bolşevikler.
Lenin’in ölümünden sonra Bolşevikler arasındaki iç kavga en
sonunda Stalin’in demir yumruk yönetimiyle aşıldı.
Bu dönemde ifade özgürlüğü rafa kaldırıldı ve herhangi bir fikir
ayrılığı acımasızca bastırıldı. Yöneten seçkin kesimin yerine bir
140
başkası gelmişti; bu, Marx’ın inandığı şeylerin tamamen saptırılmış
bir biçimiydi.
Genel bakış
Bolşevikler, daha ılımlı olan Menşeviklerden 1903 yılında
ayrılan Marksist Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin
üyeleriydi. En sonunda, Sovyetler Birliği’ndeki komünist
iktidar partisi haline geldiler.
Komünist toplum
Marx, proletarya bir kez devlet iktidarını elde edince, işçilerin
üretim araçlarının kontrolünü ele geçirebileceğine ve en sonunda
da sınıf ayrımlarının ortadan kalkmasıyla sınıfsız bir komünist
toplumun gerçekleşeceğine inanıyordu. Toplum, bir sınıfın başka
bir sınıfı sömürmesi üzerinde yükselmeyecekti; üretim araçlarının
kontrolü işçilerde olacaktı ve onlar da üretilen zenginliği, tüm
toplumun yararına kullanacaklardı. Toplum, kendi kendini yöneten
bir topluluk olacaktı.
Marx, toplumun nihai olarak devletsiz olacağına inanıyordu,
çünkü devletin toplumun bir kolunun bir diğerini ezmesine imkân
veren bir araç olduğunu düşünüyordu. Sınıflar en sonunda ortadan
kalktığında, “üretenlerin büyük çoğunluğunu küçük bir sömürücü
azınlığın boyunduruğu altında tutma işlevi gören devlet iktidarının
yok olacağını ve hükümetin görevlerinin basit idari görevlere
dönüşeceğini” düşünüyordu.
Devrimden sonra, hiçbir baskı olmayacağı için devlet kendi kendine
“çökecek” fakat bu biraz zaman alacaktı. Engels, “Proletarya
politik iktidara el koyunca ilk önce üretim araçlarını devlet
mülkiyetine çevirecektir. Ama bunu yaparken, proletarya olarak
kendisini de ortadan kaldıracaktır” demişti. Bunu yapabilmek için
toplumun, daha kısa çalışma günleri içinde daha üretken olması
Marksist düşüncenin başka yönleri
141
gerekir, böylece insanların toplumun yönetimine katılmak için
zamanları olacaktır.
Sınıf sisteminin mülkiyete sahip olup olmamak tarafından
tanımlandığına inandığı için, özel mülkiyetin kaldırılması Marx
için çok önemliydi. Bu, sınıfların varlığının en sonunda ortadan
kalkacağı ve böylelikle hiçbir eşitsizliğin kalmayacağı ve daha fazla
sınıf mücadelesine ihtiyaç olmayacağı anlamına geliyordu.
Marx ve Engels, devrimin kesinlikle uluslararası olacağına
inanıyorlardı. Bu, ordunun yalnızca iç barışı koruma görevinin
olacağı ve paranın savunmaya harcanmasına gerek kalmayacağı
anlamına geliyordu.
Komünist toplumun alacağı biçim hakkında var olan temel
yazılar,1847’de Engels tarafından kaleme alınan Komünizmin
İlkeleri kitabında yer almaktadır. Bu ilkeler, Marx’ın da üyesi
olduğu Komünist Birlik’in bakışını ortaya serer. Aşağıda, bu
belgenin ana hatlarını bulacaksınız:
• Artan oranlı vergilendirme, veraset vergisi ve akrabaların
miras haklarının kaldırılması yoluyla özel mülkiyetin
sınırlandırılması.
• Kısmen devlet işletmelerinin rekabeti, kısmen tazminat
ödenmesi yoluyla kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi.
• Bütün göçmenlerin ve halkın çoğunluğuna karşı başkaldıran
isyancıların mülklerine el konulması.
• Toprakta veya fabrikalarda çalışan işçilerin ücretlerinin merkezi
olarak düzenlenmesi. İşçilerin kendi aralarındaki rekabete son
verilmesi.
• Özel mülkiyet tamamıyla kaldırılıncaya kadar, toplumun tüm
üyeleri için eşit çalışma yükümlülüğü. Özellikle tarım için
sanayi ordularının kurulması.
• Özel bankaların faaliyetlerine son verilmesi ve para ve kredinin
ulusal bankalarda merkezileştirilmesi.
• Ekonomik anlamda elverişli olduğu sürece ulusal fabrikaların,
atölyelerin vb. artırılması; tarımın iyileştirilmesi.
142
• Bütün çocukların devlet okullarında ve devlet hesabına
eğitilmesi.
• Kırsal ve kentsel yaşamın en iyi yanlarının birleştirilmesi için
boş arazilerde komünal konutların inşası.
• Sağlığa aykırı ve kötü inşa edilmiş gecekondu evlerinin
yıkılması.
• Evlilik dışı çocuklara eşit miras hakkı tanınması.
• Ulaşımın kamusallaştırılması.
Bütün bu değişikliklerin bir seferde gerçekleştirilmesi mümkün
görünmüyordu. Bunun yerine, bir kez bir değişiklik yapıldığında
diğerlerinin arkasından geleceği ve etkilerinin üst üste birikeceği
düşünülüyordu. Özel mülkiyetin kaldırılması ilk adım olacak,
ardından tarım, ulaşım ve ticaret merkezileştirilecekti.
Marx ve Engels gelecekteki komünist toplumu bir ütopya veya
ütopik ilkelere dayalı bir şey olarak düşünmüyorlardı. Komünist
Manifesto’da “komünistlerin teorik sonuçları asla şu ya da bu
sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş
fikir veya ilkelere dayanmaz” diye yazmışlardı. Gerçi Engels,
kırsal ve kentsel yaşamı birleştiren komünal konutlar fikrinden de
görülebileceği gibi, Fourier’in büyük bir hayranıydı.
Marx, idealleştirilmiş bir kırsal topluma geri dönmekten yana
değildi; teknolojik ilerlemenin, kapitalizmin topluma kazandırdığı
başlıca faydalardan biri olduğunu görüyor ve bu teknolojinin
gelişiminin toplumda büyük iyileştirmelerin önünü açacağına
inanıyordu. Bu açıdan fikirleri, Saint Simon’un teknokrasisine daha
yakındı. Marx, Grundrisse’de çalışmanın “makinelerin otomatik
bir sistemi” haline geleceğini yazmıştır. El emeğinin, “bir sosyal
birleşim” ile “doğa bilimlerinin teknik uygulamalarının” bir
karışımıyla azalacağına inanıyordu. Bu, daha fazla boş zamana ve
eğitim için zaman ayrılmasına imkân verecekti. Haftalık çalışma
daha fazla kısalacağı ve böylece herkes, toplumun yönetimine
katılabileceği için toplumun devletsizleşmesine yardım edecekti.
Aynı zamanda herkes için maddi bolluğa yol açacaktı.
Marksist düşüncenin başka yönleri
143
Fazla emek yine var olacaktı fakat artık, herhangi bir sömürü
veya fetişizmle gizlenmeyecekti. Kapital’in üçüncü cildinde Marx,
üretim fazlasının bir tür refah devleti içinde kullanılabileceği
düşüncesini belirtmiştir. Çalışabilen herkes çalışmak zorunda
olacaktı, ama fazla ürün bir kenara konulup kendi ihtiyaçlarını
karşılayamayanlar arasında bölüştürülecekti. Bu kişiler, “henüz
yaşı elvermeyenler veya artık üretimde yer alamayanlardı”.
Bununla birlikte, başka hiç kimsenin devlet tarafından
desteklenmesi gerekmediğine inanıyordu ve şöyle yazmıştı,
“çalışmayanları desteklemek için kullanılan bütün emek ortadan
kalkacaktır”.
Komünist toplum çalışkan ve üretken bir yer olacaktı, fakat hem
Marx hem de Engels, komünist bir toplumda çalışmanın, hayatta
kalmak için bir baskı aracı değil zevk alınan bir şey olacağını
umuyordu. İnsanların hâlâ kapitalist düşünme biçimlerine bağlı
olacağı komünizmin ilk aşamalarından sonra, komünist toplumun
insanların çeşitli ihtiyaç ve yeteneklerini göz önünde tutacağı
umuluyordu. Marx, Gotha Programı’nda şöyle yazmıştı:
Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireylerin
işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve bununla birlikte
de kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan
kalkmasından sonra; emek, yalnızca yaşam aracı değil,
yaşamın birincil gereksinmesi haline geldikten sonra;
bireylerin her yönüyle gelişmesiyle birlikte, üretici kuvvetlerin
de artması ve bütün kolektif zenginlik kaynaklarının gürül
gürül fışkırmasından sonra—ancak o zaman, burjuva
hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum,
bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneği
kadar, herkese ihtiyacına göre!
Din
Marx’ın en ünlü sözlerinden biri, “Din, toplumların afyonudur!”
sözüdür. Afyon, duyuları körelten bağımlılık yapıcı bir maddedir;
144
Marx, kapitalist toplumda dinin de benzer bir işlevi olduğuna
inanıyordu.
Marx, babası Yahudi inancını terk ettiğinde dinin kendi ailesinin
başına açtığı bazı sorunlara şahit olmuştu. Prusya antisemitik
bir ülkeydi ve Yahudilerin devlet memuriyetine gelmesine izin
verilmiyordu. Marx, dinin, devlet sisteminin bir parçası olduğunu
ve bir baskı biçimi ve halkın yabancılaştırılmasına katkıda bulunan
yanlış bilincin bir parçası olarak kullanılabileceğini görmüştü.
Marx ateistti ve dine karşı akılcı kanıtlar geliştirmeye yoğunlaşmış
Hume ve Diderot gibi materyalist filozoflardan ve özgür
düşünürlerden etkilenmişti. Bilimsel düzene ve rasyonalizme
inanan bu kişiler, Tanrının olmadığını bilimsel araçlarla
kanıtlayabileceklerini düşünüyorlardı. İnsanların çoğunun Tanrıya
batıl bir şekilde inandığını ve bu inançlarının, aklın gücüyle
aydınlandıklarında yok olacağını düşünüyorlardı.
Marx, bu akılcı filozoflara bir ölçüde katılıyordu, fakat onun
yabancılaşmayla ilgili görüşleri, dünyaya yalnızca akılcı bir
gözle bakmanın onu değiştirmeye yetmeyeceğine inanmasına yol
açıyordu. Marx, Hıristiyanlığın özünün, insanlığın kendi özü
olduğunu söylemiş olan Feuerbach’tan çok etkilenmişti. Marx,
Tanrının insan bilinci tarafından yaratıldığına ve insan aklının
bir ürünü olduğuna inanıyor, ama bununla beraber, insanların
neden Tanrı’ya taptıklarını ve neden dini inançlarının o günkü
halini aldığını anlamak istiyordu. Her zamanki gibi yine, bu sefer
din meselesiyle ilgili kanıtlar bulmak üzere, geçmiş ve o günkü
toplumları araştırıp analiz etmek için yıllarını verdi.
En sonunda dinin, toplumun ideolojik terkibinin bir parçası olduğu
sonucuna ulaştı:
• İnsanların hayatının doğayla olan ilişkilerine bağlı olduğu ilkel
toplumlarda din, onları doğayla birleştirmeye yardım eder.
Doğal güçlere tanrı gibi tapılır ve dünyalarının doğal çevrimi,
dinin bir parçası haline gelir.
Marksist düşüncenin başka yönleri
145
• Daha gelişmiş toplumlarda insanlar, teknolojiyi kullanarak
doğaya bağımlılıklarından özgürleşirler, fakat gündelik
yaşamları üstünde çok az kontrole sahip oldukları için
toplumdan yabancılaştıklarını hissederler. O zaman da
insanlar dini, düş kırıklıklarını ifade etmenin bir aracı olarak
kullanırlar.
Marx, insanların dinden elde ettikleri her tamamlanmış
olma duygusunun aldatıcı olduğunu, çünkü dinin sadece
yabancılaşmanın başka bir biçimi olduğunu düşünüyordu. İnsanlar
özgür olmadıklarının farkında değildir ve fark etmeden de toplumu
değiştiremezler, bu yüzden dinde bilim ve aklın eksik olduğuna
işaret ederek pek fazla şey elde edilemez. Marx, kendisinden önce
gelen filozoflardan, Hegel, Feuerbach ve diğer Genç Hegelcilerden
işte böyle ayrılıyordu. Onlar, insanların hissettiği yabancılaşmanın
sebebinin evrensel aklın ilerleyişini anlamamaları olduğuna ve
felsefi aydınlanma yoluyla bir kez evrensel aklın içindeki yerlerini
gördüklerinde, her şeyi hakikatte olduğu gibi apaçık ve dini bir
yanlış bilinç olmadan göreceklerine inanıyorlardı. İnsanların
hayatının işte o zaman bir anlamı olacaktı.
Marx, insanların hayatlarını anlamsız hissetmesinin sebebinin
gerçekten anlamsız olması olduğuna inanıyordu. Kapitalizm,
insanoğlu olarak kendimizi gerçekleştiremediğimiz bir sosyal
sistemdir. “Dinsel sefalet hem gerçek sefalettir hem de gerçek
sefalete karşı çıkışın bir ifadesi. Din, bunalmış mahlûkun iç çekişi,
vicdansız dünyanın vicdanı ve ruhsuz koşulların ruhudur. Din,
toplumların afyonudur.”
Marx, dinin kapitalist toplumda çok önemli bir işlevi olduğunu
görebiliyordu. Din, bireyin yabancılaşmasını kabul eder, fakat
bunun sebebinin, insanların Tanrıdan kopmaları olduğunu söyler.
Bu, insanların, kendi duygularının toplumun bu şekilde yapılanmış
olmasından ötürü mü böyle olduğunu sorgulamasını durdurduğu
için faydalı bir tezdir. Böylece yabancılaşmayı, doğal insanlık
durumunun bir parçası olarak hissederler.
146
Din, insanları, çektikleri acıların onların anlayamayacağı bir amacı
olduğuna inanmaya yönlendirir ve belli manevi pratikleri takip
ederlerse bir ahiret vaadinde bulunur. Bireyin yabancılaşmasını
iyice büyütür, ama aynı zamanda uzun vadeli bir şifa da sunar. Pek
çok insan, acımasız bir çevre içinde bir dayanak ve huzur olarak
dini yanılsamalara ihtiyaç duyduğu için bir güven de verir.
Marx, bu sorunu sadece anlamanın yeterli olmadığını gördü;
felsefe kendi başına dünyayı değiştiremez. Neden yabancılaştığınızı
anlamak sadece başlangıçtır.
Din, yalnızca yabancılaşma sona erdiğinde sona erecekti ve bu,
belli sınıfların ezilmesi sona ermeden ve komünist bir toplumda
herkes eşit hale gelmeden gerçekleşemezdi: “İnsanoğlunun
aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, onun gerçek
mutluluğu için bir taleptir. Koşullarıyla ilgili yanılsamalarını
terk etme çağrısı, yanılsamaları gerektiren bir koşulu terk etme
çağrısıdır.”
Kadın hakları ve aile
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, komünistlerin
“kadınların ortaklığını” ve ailenin dağıtılmasını getireceklerini ileri
sürmediklerine dikkat çekmek için çok çaba sarf etmişlerdir. O
yıl basında, bu iddialarla pek çok kez suçlandılar. Evlilik kurumu
hakkındaki bazı özgürlükçü görüşleri ciddi Viktorya Britanya’sını
şok etmişti. O zamanlar, kapitalist ülkelerin çoğunda kadınların
oy hakkı yoktu ve yasaların gözünde, kocalarına ait mallar
olarak görülüyorlardı. Kadınların ortaklığı, kendilerini cinsel
olarak tercih ettikleri kişilere sunmakta özgür olacak kadınları
çağrıştırıyordu. Komünist Manifesto’da Marx, burjuvaların
kendi eşlerini bir üretim aracı olarak kullandığına, o nedenle
üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyduklarında
aynı kaderin kendi eşlerinin başına geleceğinden korktuklarına
dikkat çekiyordu. Evliliğin, fuhşun yasallaştırılmış bir biçimi
olarak düşünülebileceğini ileri sürüyordu. “Burjuva evliliği,
Marksist düşüncenin başka yönleri
147
gerçekte bir ortak eşler sistemidir. Bu yüzden de komünistler
olsa olsa, kadınların ortaklığını ikiyüzlülükle gizlenen bir şey
olmaktan çıkarıp açıkça meşru bir şey haline getirmek istemekle
suçlanabilirler.” Ardından da şöyle bir sonuç çıkarıyordu;
“hem açık hem de gizli” fuhuş ancak sınıf sisteminin ortadan
kaldırılmasıyla yok olacaktır.
Kadınlar ve aileyle ilgili Marksist düşüncenin büyük kısmı,
Engels’in çalışmalarından çıkar. O zamanlar, bütün bir sınıf olarak
işçilerin haklarından ayrı olarak kadın hakları üzerine yazan başka
bir komünist yazar yoktu.
Genel bakış
Engels, bu meselelerde muhtemelen Chartist sevgilisi Mary
Burns’ten etkilenmişti.
Engels, feminizm sözcüğünü icat eden ve komünlerden oluşan bir
ütopyayla “serbest aşkı” ileri süren erken dönem kadın hakları
savunucusu Fourier’in büyük bir hayranıydı. 1845’te Engels,
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabını yazdı. Bu
kitapta, tekeşli evliliğin özel mülkiyetle ilişki içinde var olan sosyal
bir kurum olduğunu ve kadınların, gerçekten özgür olmadan
önce ekonomik olarak erkeklerden bağımsızlaşmaları gerektiğini
ileri sürdü. Bu kitapta yer alan en bilinen ifadelerden biri şudur:
“Modern tek eşli aile, kadının açık ya da gizli ev köleliği üzerine
kurulmuştur.” Engels, proleter ya da burjuva bütün kadınların
kapitalizm altında bir köle sınıfı olduğuna inanıyordu:
Kadın ailesinin özel hizmetinde görevlerini yerine getirirse
kamusal üretimin dışında kalır ve hiçbir şey kazanamaz; ve
kamu sektörüne katılmak ve geçimini bağımsız bir şekilde
kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getirecek durumda
olmaz. Fabrikada olduğu gibi, hekimlikten avukatlığa kadar
bütün meslek dallarında kadının durumu böyledir.
148
Marx herkesin, erkeklerin, kadınların ve çocukların eşit olmasını
istiyor ve bunu ancak özel mülkiyetin olmadığı komünist bir
toplumun temin edeceğine inanıyordu. Cinsiyetler arasındaki
ilişkilerin ve ebeveynlerle çocuklar arasındaki ilişkilerin, ücretli
emek ve özel mülkiyet tarafından yozlaştırıldığını düşünüyordu.
Komünist Manifesto’da şöyle yazmıştı: “Proletaryanın arasındaki
bütün aile bağları paramparça oldu, çocuklar basit ticaret
nesnelerine ve emek araçlarına dönüştü.”
O dönemdeki sınıf ayrımı, işçi sınıfından erkeklerin, kadınların
ve çocukların fabrika ve madenlerde uzun saatler boyunca
çalıştırılması anlamına geliyordu. Sağlık hizmeti veya eğitim
konularında çok kısıtlı imkânlar vardı. Orta sınıf kadınlar ise
evlendikten sonra dışarıda çalışmıyordu ve bu yüzden kızların
eğitim alması her zaman gerekli görülmüyordu. Marx, kadınlara
ikinci sınıf vatandaş gibi davranıldığı ve erkekler de evin
direği olarak görüldüğü sürece evliliğin asla eşit bir ortaklık
olamayacağına inanıyordu. Çünkü bu durumda kadınların, birey
olarak gerçek potansiyellerine ulaşmaları engelleniyordu.
Marx, ideal bir komünist toplumda herkesin çalışma ve eğitime eşit
erişim imkânı olacağına inanıyordu. Yeterli miktarda çocuk bakım
tesisinin olması, kadınların maddi bakımdan artık kocalarına
bağımlı olmayacağı anlamına geliyordu. Çocukları dünyaya getirip
onlara bakmak, artık onlar için mali anlamda bir dezavantaj
olmayacaktı. Marx, bütün kadınları işyerine getirmenin, onlara
eşitlik sağlamanın ilk adımı olduğuna inanıyordu. Bu, onları
planlı ekonomiye dahil etmenin ve böylece toplumu değiştirmenin
ilk adımı olacaktı. Bu ayrıca, Marx’ın, her şeyi maddi terimlerle
gören kapitalist sistemin yan ürünü olarak düşündüğü fuhşun
kaldırılmasının da ilk adımı olacaktı.
Marx, her zaman, toplumun ve ekonominin bütün yapısının aynı
kalması durumunda, azınlıklara haklar veren liberal yasaların
geçmesinin yeterli olmadığını düşünmüştür. Kadınlara haklar
vermek için yasalar geçebilir, fakat kadınların kurtuluşu ancak
toplumun ideolojisi değiştiğinde, böylece kadınlar, gençlerle
Marksist düşüncenin başka yönleri
149
yaşlıların bütün bakım yükünü üstlenmek zorunluluğundan
kurtulduğunda gerçekleşecektir. Bu düşüncesinin doğruluğu,
kadınların genellikle fiziksel güç gerektiren işlerde gündelik
olarak çalıştıkları ama ev işiyle alışverişi yine kendilerinin yapmak
zorunda kaldığı birçok sözde komünist toplumda görülmüştür.
Modern kapitalist toplum da büyük oranda böyledir.
Feminizm, on dokuzuncu yüzyıldaki küçük adımlarından sonra
yirminci yüzyılda hızla gelişti. Her ne kadar günümüzde pek çok
feminist Marx ve Engels’in görüşlerine ve kadının konumuyla ilgili
analizlerine katılmasa da, onların, kadının toplumdaki konumuna
sistematik bakan en erken sosyal reformculardan oldukları da inkâr
edilemez. Marksist feminizm halen feminist hareketin bütününün
önemli bir parçasıdır ve Marksist feminizmin vurguladığı
nokta esasında, kadınların baskı altında olmasının kökeninin
kapitalizmde yattığı ve kadınların tabi kılınmasının gerçekte
sınıf baskısının bir biçimi olduğu inancıdır. Onların çalışmasının
büyük kısmı işyerinin etrafına odaklanmıştır; Marksist feministler
kadınların neden hâlâ düşük ücret aldığını ve ev işinin kapitalizm
tarafından nasıl önemsizleştirildiğini incelerler. Pek çoğu Marx’ın
toplumsal, ekonomik ve politik yapıların yabancılaşmaya nasıl
sebep olduğunu ortaya koymuş olmasına hayranlıkla bakar.
Genel bakış
Marksist ve sosyalist feminizm, 1960’larda başlayan
modern kadın hareketinin ilk yıllarında çok önem taşıyordu.
ABD’deki Radikal Kadınlar ve Özgürlükçü Sosyalist Parti
gibi gruplar kadınların sesi olmuş ve tabandan eylemler
örgütlemiştir.
Sanat ve kültür
Marx, sanat ve kültürün her toplumun önemli bir parçası olduğuna
inanıyordu. Sanat ve kültür, kendimizi anlamanın yanı sıra
içinde yaşadığımız toplumu anlamamıza da yardımcı olduğu için,
150
bunların değerini bilmenin toplumdaki herkes için can alıcı öneme
sahip olduğuna inanıyordu. Yazılarında Yunan edebiyatından ve
Shakespeare’den alıntılar yapmaktan çok hoşlanırdı; Kapital, böyle
referanslarla doludur. Bu tür referanslar, sıradan işçilerin yazılarını
anlamasını zorlaştırıyordu; pek çoğu, daha anlaşılır bir dille yazan
Engels’i okumayı tercih ediyordu. Kaldı ki o dönem birçok işçi,
eğitimi olmadığı için okuma yazma bile bilmiyordu. Bu Marx’ın
yukarıdaki önemsediği ilk konuya bir örnektir:
• Sanat esasen azınlık içindir. Kapitalist sistemde sanat, bir
azınlık tarafından seçilir. Onların tattığı sanattan zevk alma
özgürlüğü, zenginlik üretmek için çalışan ve onlara sanattan
zevk almaları için para ve boş zaman verenlerin sırtından elde
edilir. Sanatçılar, bu azınlığın gereksinim ve beğenilerini tatmin
edecek sanat ürünleri sunmak zorundadır.
• Kapitalist toplum, her şeyi finansal terimlerle görme
eğilimindedir. Her şeye finansal bir “değer” biçilir. İfade
özgürlüğü, sanatkârlık ve şeyleri yapmak adına yapmak, zaman
ve paraya bağımlı hale gelmiştir.
Marx, toplum gibi sanatın da bir dizi diyalektik çelişkiyle
geliştiğine inanmıştır.
Toplumun bir üyesi olarak sanatçı, yazar ve müzisyenler de hâkim
ideolojiden etkileniyor olmalılar. Ama kendisini yeni yollarla ifade
etmek için mücadele eden, sanatsal ifadenin eski biçimleriyle çelişen
birileri her zaman olacaktır. Bu şekilde sanat, kapitalist toplumda
hâkim olan burjuva önyargılarını altüst edebilir.
Marx’ın görüşüne göre, ideal bir komünist toplumda herkesin,
toplumun kültürel mirasına eşit erişim hakkı olacaktır ve sanatsal
uğraşlar, ayrıcalıklı bir azınlığın alanı olmaktan çıkacaktır.
Özgürlük ve birey
Marx bireyi, ait olduğu toplumun bir ürünü olarak görür. Her
toplumun bireysellik hakkında kendine özgü bir görüşü vardır,
Marksist düşüncenin başka yönleri
151
çünkü her toplumun kendine özgü bir ideolojisi vardır. Farklı
toplumsal sistemler, bireyle toplum arasındaki ilişkiye farklı
vurgular yaparlar. Belli toplumlarda, örneğin kapitalizmde, birey
haklarına daha çok değer verilir. Diğer toplumlarda grubun hakları
bireyin haklarından daha önemli görülür.
Marx, bireyler arasında rekabetçi bir mücadeleye sebep olan
kapitalist sistemdeki yabancılaşma üzerine yazmıştır. Bunun,
yıkıcı bir rekabet olmadan insanların gerçek bireyselliklerini
bulacağı komünizme giden yolda gerekli bir aşama olduğunu
düşünmüştür. Marx, bireyin gerçek potansiyeline ulaşmasını
engelleyen şeyin kapitalist çalışma sistemi olduğuna inandığı
için, sadece proletaryanın yükselişinin ve komünist bir topluma
doğru değişimin bireye bütün haklarını vereceğini düşünmüştür.
Öngörülen komünist toplumda:
• Emek, üzerinde anlaşmaya varılmış ihtiyaçlar doğrultusunda
geçim araçlarını üretmek için planlanacaktır.
• Emek zamanı, herkesin boş zamanını artırmak üzere
azaltılacaktır. Bu, herkes için sanatsal ve bilimsel gelişmelere
imkân verecek ve herkesin kendisini daha çok tanımasını
sağlayacaktır.
Marx, açgözlülüğün ve kıskançlığın insan doğasına içkin olduğunu
düşünmüyordu ve özel mülkiyetle kapitalist çalışma tarzı ortak
mülkiyet ve üretim araçlarının ortaklığı şeklinde değişirse,
insanların artık birbiriyle rekabet etmeyeceğini ifade etmişti. Yanlış
bilinç ve sömürü kalmayacaktı. Gotha Programı’nda komünizmin
“bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesine” son vereceğini
yazmıştır. Kapitalizmin insanları küçültücü işlere zorladığına
ve konumlarını iyileştirmekten alıkoyduğuna inanıyordu. Şunu
umuyordu:
Hiç kimsenin tek bir faaliyet alanına hapsolmadığı,
ama herkesin hoşuna giden herhangi bir dalda kendini
geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi
düzenler ve bu da, bana, bugün bu şeyi, yarın başka bir şeyi
152
yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da
eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak,
öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği
yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını verir.
Marx’ın yazdığı dönemde, işçi grupları temel özgürlük hakları için
mücadele ediyordu:
•
•
•
•
•
ifade özgürlüğü
toplantı yapma özgürlüğü
basın özgürlüğü
yasalar karşısında eşitlik
eşit oy hakkı
Marx bunların hepsine katılıyordu, fakat toplumun ekonomik
temeli kapitalist olduğu sürece, yasalarla haklarını kazansalar bile
insanların özgür olamayacağına inanıyordu. Sözgelimi, her ne
kadar yasaların gözünde herkes eşit olsa da, daha zengin olanlar
mahkemede daha iyi bir şekilde temsil edilmeyi karşılayabilir; basın
özgürlüğü olabilir, ama ancak çok zenginler büyük bir gazetenin
sahibi olmayı karşılayabilir. Hakiki özgürlük ancak kapitalizm
devrimle alaşağı edildiğinde gerçekleşecektir.
Marksist düşüncenin başka yönleri
153
BUNLARI UNUTMAYIN
• Devrimden sonra toplum, ilk sosyalizm aşamasının
ardından nihai olarak komünist olacaktır. Üretim araçları
merkezileştirilecek, özel mülkiyet kaldırılacak ve paranın
varlığına son verilecektir.
• Komünist devlet var olmadan önce, proletarya diktatörlüğü
altında ara bir sosyalist devlet var olacaktır.
• Din, toplumların afyonudur. İnsanların yabancılaşma
duygularının üstesinden gelmesine ve hayal kırıklıklarını
ifade etmelerine yardımcı olur, fakat sağladığı destek
aldatıcıdır.
• Toplumdaki herkesin eşit hakları olması gerekir. Kadınlar,
çocuklarla yaşlıların bakımını üstlendikleri için çalışma
hayatının dışında bırakılamazlar.
• Sanat ve kültür, insanların, içinde yaşadıkları toplumu
anlamasına imkân verdiği için önemlidir, ama kapitalizm
altında bunlar, seçkinlere özgü bir azınlık ilgi alanıdır.
• Sanat, toplumun ideolojisini altüst etmek için kullanılabilir.
• Bireysellik, toplumun ideolojisine göre değişen bir
kavramdır.
• Kapitalist bir sistemde bireysellik önemlidir, ama
yabancılaşma, insanların özgür olmadığı anlamına gelir.
• Yukarıdaki adaletsizliklerin hepsi, ancak komünist bir
sistemde iyileştirilebilir.
• Kapitalist bir sistemde de insanlara haklar verilebilir, fakat
toplumun yapısı değişmeden kazandıkları bu avantajlar
gerçek haklar olamaz.
154
8
Marx sonrası Marksizm –
dünyayı değiştiren fikirler
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
•
•
•
•
•
Marksist düşüncenin yayılışı
sosyalizmin nasıl komünizmden uzaklaşarak geliştiği
Rusya ve Çin’deki devrimlere neyin yol açtığı
Soğuk Savaş
komünizmin düşüşü
Marksizm, çok çeşitli şekillerde kullanılabilen bir terimdir. Marx’ın
fikirlerini hayata geçirdiğini iddia eden politik sistemleri tarif etmek
için kullanılır. Bunun yanı sıra, Marx’ın fikirlerine dayanan sosyal,
felsefi ve politik kuramları tarif etmek için de kullanılır. Marx öleli
yüz yıldan fazla oldu ve fikirleri, o zamandan bu yana çok tartışıldı
ve pek çok farklı biçime büründü. Dünyanın dört bir yanında
Marksist düşüncenin pek çok dalı gelişti ve akademik çevrelerde
Marksizm okulları boy attı. Bu bölümde, Marx’ın fikirlerinin
dünyaya nasıl yayıldığına ve politik sistemleri nasıl etkilediğine
bakacağız. 1917’deki Rus Devrimiyle başlayarak komünizmin bir
politik sistem olarak gelişmesi, Marx’ın fikirlerinin yirminci yüzyıl
tarihinde başlıca itici kuvvet haline gelmesini sağladı. Bu fikirler,
emek hareketinden çıkıp gelişen ilk dönem sosyalist hareketinin de
önemli bir parçasıydı.
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
155
Birkaç kitabın yanı sıra Marx, ölümünden önce basılmayan çok
sayıda makale, kitapçık ve söylev kaleme almıştır. Çalışmalarının
engin hacmi ve karmaşıklığı sebebiyle, insanların onun
fikirlerini kendi tarzlarına uygun bir şekilde yorumlamaları ve
kendi yorumlarının Marksizm’in “hakiki” anlamı olduğunu
iddia etmeleri çok kolaydır. Bazı yönlerden bu durum, İncil’in
yorumlanmasına benzer; kendisine Hıristiyan diyen çok çeşitli kilise
vardır, fakat hepsinin, Tanrıya ibadet etme tarzı kendisine özgüdür
ve pek çoğu, kendi yolunun “doğru” yol olduğuna inanır. Pek çok
farklı rejim de kendisine Marksist veya komünist der, ama mutlaka
benzer ideolojilere veya politik sistemlere sahip olmak zorunda
değildir.
Aslına bakılırsa, onun ismini kullanmak dışında Marx’ın özgün
fikirleriyle çok az ortak noktaları olabilir. Marx, zamanında
fikirlerinin yanlış yorumlanmasına o kadar üzülmüştür ki bir
seferinde, “Bildiğim tek şey Marksist olmadığımdır” dediği rivayet
edilir. Yirminci yüzyıl boyunca pek çok ülke kendisini komünist,
Marksist veya sosyalist olarak ilan etti: bazıları bir devrimin
ardından, bazıları birbirini izleyen darbe ve devrimlerin ardından,
bazılarıysa devrim bile yapmadan. Bu ülkelerin her biri hakkında
yazılmış çok sayıda kitap vardır. Dünyadaki bütün komünist
devletler ve bu devletlerin Marx’ın çalışmalarıyla ilişkisi hakkında
ayrıntılara girmek kısa bir bölümde mümkün değildir. Buradaki
niyetimiz, Marx’ın ölümünden sonra fikirlerinin belli başlı değişik
yorumlanma ve yayılma biçimlerine ve bunların, dünyanın politik
yapısında nasıl değişime yol açtığına bakmaktır.
Marksist düşüncenin yayılması
Karl Marx 1883’te öldü ama eseri devam etti. Ölümünden kısa
bir süre önce Marx, yazmaya başlamış olduğu Kapital’in diğer
ciltleri ne olacak diye endişelenmeye başladı ve belki de Engels’in
bu belgelerle “bir şeyler yapabileceğini” söyledi. Engels, Marx’ın
dehasıyla karşılaştırıldığında kendisini “sadece bir yetenek” olarak
görüyordu; Marx’ın ölümünden sonra eski bir arkadaşı olan F.A.
156
Sorge’ye, “Proletarya hareketi devam edecektir ama merkezi artık
yok” diye yazmıştı. İşte o tarihten sonra Engels, sözünü ettiği o
merkez olmak durumunda kaldı. Marx, bir vasiyet hazırlamadan
öldü, fakat yazışmalarının ve notlarının çoğu Engels’e geçti. Bunun
üzerine Engels, kalan hayatının büyük bir kısmını bu çalışmaları
düzenleyip yayınlanmaya uygun hale getirmeye adamaya karar
verdi. Çalışmaların bir kısmını, Marx’ın en küçük kızı olan
Eleanor’la (Tussy) paylaştı. Onlar, Marx’ın korkunç el yazısını
okuyabilen ve notlarında kullandığı kendi icadı birtakım sembolleri
anlayabilen birkaç kişiden biriydiler. Her ne kadar Kapital’in
sonraki ciltlerini baskıya hazırlayıp yayınlayan kişi Engels olsa da,
arka plan çalışmalarının çoğunu yürüten, yani araştırma yapan,
kontrol eden ve referans notları ekleyen Eleanor’du. Bunlara ek
olarak Eleanor pek çok çeviri çalışması da yürüttü. Kapital’in ikinci
cildi ilk olarak 1885’te Almanya’da ve üçüncü cildi de 1894’te
basıldı. Her ne kadar ilk İngilizce çevirisi kötü satsa da 1895’te
çıkan ikinci baskı birkaç ay içinde tükendi; Marx ve Engels’in
birlikte geliştirdikleri komünizm fikri, en başta emek hareketleri ve
işçi grupları yoluyla dünyaya yayılmaya başladı.
Engels, Marx’ın çalışmalarının çevrilmesi sonucunda ortaya
çıkan yeni Marksist gruplar arasında sevilen bir sima haline geldi;
emek hareketlerine ve yeni Uluslararası İşçi Birliğini örgütlemeye
başlayanlara tavsiyeler verirdi. Alman, Avusturyalı ve Fransız
yayınlarına makaleler yazdı ve İspanya, Danimarka, Bulgaristan
ve Sırbistan’ın da üye olduğu Avrupa çapındaki işçi birliğine
katıldı. Rusça bildiği için Alman ve Rus Marksistler arasındaki
bağlantı öğesi haline geldi. 1889’da, bilhassa kendisini görmek için
Londra’ya gelen Rus komünist lider Plekhanov’la tanışıp ilk Rus
Marksist dergiye yazmaya başladı.
İkinci Enternasyonal kurulduğunda Engels doğrudan içinde yer
almadı, fakat danışman ve çevirmen olarak sahne ardında etkili
oldu. Uluslararası emek hareketi hızlı bir şekilde büyüyordu ve
Marx’ın fikirlerinin dünya çapında bütün işçiler arasında kök
salmaya başlaması da bu yolla gerçekleşti. Marx’ın fikirleri, her
ne kadar pek çoğu devrim taraftarı olmayıp reformlar yoluyla
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
157
toplumu değiştirmeyi tercih etse de Avrupa çapındaki pek çok
sosyalist partinin temeli haline geldi. Marx’ın kapitalist sistem
ve bu sistemin işçileri nasıl sömürdüğü üzerine analizleri, reform
gerekçelerini yapılandırmada onlara bir temel sunuyordu. Marx’ın
ölümünün ardından gelişen birbirinden çok farklı komünizm
modelleri arasından iki ana akım ortaya çıkmıştır:
• Evrimci komünizm—Evrimci komünistler, toplumun evrim
gücüne inanırlar. Komünizm, toplumun doğal ilerleyişinin
ve kapitalist sistemin kendi içindeki aksaklıklardan ötürü
çözülüşünün içinden doğacaktır. Evrimci komünistler, devrim
olmadan toplumun daha iyi bir yönde değişebileceğine dair
inançları bakımından bir ölçüde Sosyal Ütopyacılara benzerler.
Bu “reformistler”, mevcut politik sistemler içinde çalışmaktan
yanadır.
• Devrimci komünizm—Devrimci komünistler, toplumu
değiştirmenin tek yolunun devrimin gücü olduğuna inanırlar.
Komünizm sadece, terörizm de içinde olmak üzere şiddet
içeren araçlarla burjuvazinin alaşağı edilmesiyle doğacaktır.
Teröristler, devletin mutlaka kendi eylemleri sonucunda
bozguna uğrayacağını düşünmezler, ama insanların manevi
gücünü ve hükümete verdikleri desteği yıkıma uğratmayı
umarlar.
Engels, işçi gruplarına konuşmalar yapmak için Avrupa’da seyahat
ederken, onu dinlemeye gelen kalabalıklar gitgide çoğaldı ve
konuşmaları ayakta alkışlanmaya başladı. Komünist Manifesto’nun
Almanca dördüncü baskısında, uluslararası emek hareketinin
ne kadar büyüdüğünü Marx’ın görememiş olmasından derin
bir keder duyduğunu ifade etmiştir. Engels, 75 yaşında Birinci
Enternasyonalin tarihini yazmaya başladığında hastalandı. Ağustos
1895’te yemek borusu kanserinden öldü; bedeni yakıldı ve külleri
İngiltere’nin güney sahilindeki Beachy Head’den denize savruldu.
Engels’in ölümünün ardından Eleanor Marx ve sevgilisi Edward
Aveling, Marx’ın bütün belgelerini aldılar ve onları düzenleyip
sakladılar. Londra’daki sosyalist çevrelerde iyi tanınan simalardı
158
ve ikisi de, 1880’lerde Henry Hyndman tarafından yönetilen
Demokratik Federasyonun üyesi oldu. Daha sonra William
Morris’in öncülük ettiği Sosyalist Birlik’e katıldılar.
Genel bakış
William Morris bugün genellikle bir sanatçı ve ressam
olarak hatırlanır, fakat o ve kızı May, Britanya’daki ilk
sosyalistlerdendi. 1884’te Eleanor Marx’la birlikte Sosyalist
Birlik’i kurmuş ve Engels tarafından onaylanmıştır.
Eleanor Marx, sosyalist meseleler ve kadın hakları konularında
popüler bir konuşmacıydı. Hyde Park’ta çalışma saatlerinin
kısaltılmasıyla ilgili gösterilere öncülük etmiş ve kibrit fabrikasında
çalışan kadınlar arasında grevler örgütlenmesinde aktif rol
oynamıştı. Babası ve onun çalışmaları hakkında yazmış, Alman
Sosyal Demokrat Partisi için ABD’de para toplamış ve 1889’da
Paris’teki İkinci Enternasyonalin delegesi olmuştur. Ne yazık ki
babasının fikirlerini yayma çalışması, 1898’de intihar etmesiyle
kısa sürmüştür; bu intiharın sebebinin Edward Aveling’le ilişkisinde
yaşadığı sorunlar olduğu düşünülür.
Sosyalizmin gelişimi
On dokuzuncu yüzyılın sonunda Avrupa’daki sosyalist ve komünist
hareketler birbirleriyle iç içeydi. İlk başta ikisi de esas olarak işçi
haklarına ve genel oy hakkına yoğunlaşmıştı. Her iki hareket de
Marx’ın kuramlarına dayanıyordu, fakat zaman ilerledikçe, bazı
insanların diğerlerinden daha ılımlı olduğu belirginleşti ve bu
düşüncenin evrimci ve devrimci akımlarının taraftarları arasında
bir ayrışma yaşanmaya başladı. Bu ayrışma en sonunda İkinci
Enternasyonalin dağılmasına yol açtı. Marx’ı daha devrimci ve
komünist yorumlayanlar Birinci Dünya Savaşı esnasında Üçüncü
Enternasyonali kurmak üzere ayrılırken reformistler sosyal
demokrasiyi ya da sosyalizmi geliştirdiler. Sosyalizm, Marksist
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
159
yazında kafa karıştırıcı olabilecek bir kelimedir, çünkü genel
kullanımı Marksist terimden farklılaşır. Genel olarak üretim
araçlarının mülkiyetinin bir tür devlette veya komünal olduğu
bir sosyoekonomik inancı belirtmek için kullanılır, ama çok
çeşitli hükümet türlerini kapsayan belirsiz bir terimdir. Temelde,
genellikle tek partili totaliter bir devletle tanımlanan komünizmden
farklılaşır. Klasik Marksizm’de Marx genelde “bilimsel sosyalist”
olarak tarif edilir ve sosyalizm, gerçek komünizme ulaşılmadan
önce devrimin hemen ardından gerçekleşen döneme tekabül eder.
İşte bu sebeple anlam karışıklıkları ortaya çıkar.
Sosyalist hareket komünist hareketten geliştiği için Marx’ın
fikirleri, yirminci yüzyılın başında bu öğretinin önemli bir
parçasıydı. Birinci Enternasyonal, sosyalist öğretinin uluslararası
çapta tanıtıldığı ilk yerdi ve Marx’ın bu örgüte katılması,
fikirlerinin dünyanın her yerindeki işçiler ama özellikle de
Avrupa’dakiler tarafından kabul görmesini getirdi. Gitgide daha
fazla ülkede genel oy hakkının kazanılmasıyla, hükümetlerde güçlü
konumlara yükselen işçi sayısı arttı ve sosyalist fikirler daha çok
hayata geçmeye başladı. Bu durum, sosyal devlet ve devrime gerek
kalmadan sanayinin kamulaştırılması gibi birçok sosyalist fikrin
gelişmesine yol açtı. İşçilerin koşulları iyileştikçe pek çoğu devrime
hiç de gerek olmadığını düşünmeye başladı. Sözgelimi Britanya’da,
Fabian Derneği’ndeki aydınların çalışmaları nihayet 1906’da
İşçi Partisi’nin kurulmasına yol açtı; benzer bir parti de 1905’te
Fransa’da kurulmuştu.
Genel bakış
Fabian Derneği, 1884’te faaliyete başladı ve bugün halen
varlığını sürdürmektedir. Devrimden ziyade toplumda
aşamalı bir değişimin gerçekleşmesi doğrultusunda
entelektüel bir sosyalist harekettir.
Almanya’da Karl Kautsky, Sosyal Demokrat İşçi Partisinin başını
çekiyordu ve her ne kadar görünüşte Marksist ve devrimci olsa
160
da en sonunda reformist olmuştur. Partinin daha radikal üyeleri,
1919’da Berlin’de yapılan başarısız bir ayaklanma sonrasında
polis tarafından dövülerek öldürülen Polonya doğumlu Marksist
Rosa Luxemburg’u takip etmek üzere partiden ayrılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönem, Almanya, Macaristan ve
Finlandiya’da ayaklanmalar gerçekleştiği ve Avrupa devletlerinde
pek çok komünist eylem gündeme geldiği için uluslararası bir
komünist devrimin gerçekleşmesinin en mümkün gibi göründüğü
bir dönemdi. Buna rağmen acımasız baskıcı rejimler komünist
başkaldırıyı ezdi. Bazı tarihçiler bu dönemi faşizmin yükselişinin
başlangıcı olarak okurlar.
Genel bakış
Faşizmin basit bir tanımı yoktur, ama genelde otoriter
ve milliyetçi hükümet biçimi anlamına gelir. Genellikle,
sınıf çatışmasının (ve dolayısıyla komünizmin) sakıncalı
görüldüğü bir tek parti devletidir.
Birinci Dünya Savaşı, sosyalistlerin enternasyonalist doğasına
büyük oranda son vermişti. Çünkü reformistlerin çoğunun güçlü
yurtsever eğilimleri vardı ve dünya çapında bir devrimi değil de
kendi ülkelerini destekliyorlardı. Lenin, savaşın emperyalist bir
çatışma olduğu hükmüne varmış ve gerçek komünistlerin hepsine,
dünya çapında bir devrim yapma çağrısında bulunmuştu. Ne var
ki Rusya’da devrimi gerçekleştirmek için çok fazla destek olmadan
mücadele etmek zorunda kalmıştı.
Rus komünizmi
Rusya, dünyadaki ilk komünist ülkeydi. Burada komünizmin en
sonunda evrildiği noktanın, devrimden sonra komünizmin nasıl
gelişeceğine dair Marx’ın düşündükleriyle çok az ortak noktası
vardı. Buna rağmen ilk komünist ülke olduğundan ve yıllarca da
tek komünist ülke olarak kaldığından, insanlar genellikle Rus
komünizminin “gerçek komünizm” olduğuna inanırlar.
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
161
İlk devrimci komünistler, Rusya’da Lenin’in öncülük ettiği
Bolşeviklerdi. Üç yüz yıldır ülkeyi feodal bir şekilde yönetmiş olan
Romanov hanedanını devirdiler. 1917’deki komünist ayaklanma,
ne komünizm ne de Karl Marx adını hiç duymamış olan dünyanın
büyük bir kısmı için sürpriz oldu.
Marx, devrimi sanayide çalışan işçi sınıfının yani proletaryanın
başlatacağını öngörmüştü. 1917’de Rusya’da böyle bir sınıf
neredeyse yoktu. İlk komünist devrimin büyük bir köylü
nüfusuna sahip olan (toplam nüfusun en az yüzde 80’i) bir ülkede
gerçekleşmesi garip görünüyordu. Marx son yıllarında, benzersiz
toplumsal yapısından ötürü ilk olarak bir kapitalist toplum
döneminden geçmeden de Rusya’da devrimin olabileceği fikrini
tümüyle reddetmiyordu.
O dönemler Rus İmparatorluğu çok genişti ve Avrupa’nın
büyük bölümüyle karşılaştırıldığında oldukça geri kalmıştı ve
çok az sanayileşmişti. Nüfusun dörtte üçü geçimini topraktan
sağlıyordu ve sert kışlardan dolayı zar zor geçiniyordu. Her ne
kadar feodalizm resmi olarak 1861’de kaldırılmış olsa da serfler
eskisinden çok daha kötü durumda olan toprak sahiplerine
tazminat ödüyorlardı.
Devrim zamanında Rusya’yı despot bir lider olan Çar II. Nikola
yönetiyordu. Başlıca yönetim organı olan Devlet Konseyine
arkadaşlarını ve ailesini atamıştı. Devletin yozlaştığı dışarıdan
bakanlar için gün gibi açıktı, fakat devrimin gerçekleşebileceği
hiç de öyle değildi. Her ne kadar büyük toprak sahipleri
yoksullaştırılmış olsalar da çok pasiflerdi ve köylüler de çara
bağlıydı. Şehirli işçi sınıfı, nüfusun çok küçük bir bölümünü
oluşturuyordu ve çok zayıf örgütlenmişti. Hükümet, etkisiz
bile olsa hükümet karşıtı faaliyetlerin her göstergesini ezmek
konusunda çok acımasızdı. Basın sansürleniyordu ve karşıt
görüşlüler Sibirya’nın sert bölgelerinde kimsesiz bir şekilde
yaşamak üzere sürülüyorlardı; komünistler de iktidara gelince bu
geleneği sürdürdüler.
162
Marksizm, Avrupa’ya göç etmiş bir toprak sahibinin oğlu olan
Georgi Plehanov’un çalışmalarıyla Rusya’ya gelmişti. Plehanov,
kendi anavatanına da uygulanacak şekilde Marksizm hakkında
yazan ilk Rus’tu. Fikirleri, öğrenciler tarafından fabrika ve
kasabalara taşındı. Onu kabul eden başlıca kişilerden biri,
sonradan Lenin olarak bilinecek Vladimir İlyiç Ulyanov’du. Lenin,
Marx’ın sözlerini fabrika işçilerine telkin ettiğinden dolayı üç
yıllığına Sibirya’ya sürgüne gönderildi. İleride halkın acımasız bir
lideri haline gelecek ve iktidarı ele geçirmek için ülkesinin yaşadığı
karışıklıklardan faydalanacaktı. Her ne kadar Lenin karizmatik bir
lider olsa da, devrime yol açan şey yalnızca onun Marx yorumları
değildi. Devrimin katalizörü haline gelip ilk komünist devlete yol
açan savaş, aslında Marx’ın öngörmüş olduğu bir savaş değildi.
Rusya, Birinci Dünya Savaşı başladığında gerçekleşen endüstriyel
huzursuzluk ve sosyal hoşnutsuzluklar yüzünden çoktan harap
olmuş durumdaydı. Başlardaki yurtseverlik çok sayıda insan
hayatı ve toprak kaybedildiğinde iyiden iyiye memnuniyetsizliğe
dönüşmüştü. Artan sayıda mülteci barınma krizine sebep oldu,
insanlar açlıktan ölüyordu ve fiyatlar yükseliyordu. Halkın
morali çöktü ve savaş yorgunluğu başladı. Lenin, halk için barışın
önemli olduğunu fark etmişti ve ancak kapitalizm alaşağı edilirse
savaşın son bulacağında ısrar ediyordu. Toprakların köylülere
dağıtılması ve iktidarın, bir tür yerel konsey olan Sovyetlere
geçmesi için çağrı yaptı. Bolşevikler Ekim 1917’de iktidarı ele
geçirdiler ve barış kararı verdiler. Lenin, halkın tümünün desteğine
sahip olmayan Komünist Partinin rolünü gerekçelendirmek için
proletarya diktatörlüğünü resmen başlattı. İnsanı yabancılaştıran
yanlış bilinçten kurtulmuş hakiki bir “sosyalist insan” yaratmanın
önemine inanıyordu. Bunun üzerine Bolşevikler devrimci
partilerinin ismini Komünist Parti diye değiştirdiler ve sonunda
Üçüncü Enternasyonal de Komintern adını aldı. Komünist ülkelerin
bağımsız bir uluslararası örgütünden Sovyetler Birliğinin dünya
komünizmini koordine eden bir kurumu haline geldi.
Komünistler, Rusya örneğini takiben Avrupa çapında kendiliğinden
devrimler gerçekleşeceğini umuyorlardı, fakat bu devrimler hiçbir
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
163
zaman gerçekleşmedi. Marx, eğer devrimden sonra komünist bir
topluma dönüşecekse bunun Rus devleti için zorunlu olduğunu
görmüştü, ama Rusya bir süre boyunca Avrupa’daki tek sosyalist
devlet olarak kaldı. Rusya’da içsavaşla geçen uzun yılların
ardından, en sonunda Marx ve Engels’in tahayyül ettiği toplumla
hiç ilgisi olmayan sözde komünist bir devlet gelişti. İlk başta her
şey olumlu görünüyordu: özel girişim kaldırıldı; toprak, bankalar,
dış ticaret ve taşımacılık kamulaştırıldı. Bu önlemler, Marx’ın
inandığı ideal komünist devletin başlangıcı olmalıydı. Ne var ki
Rusya, gerçek komünizmin var olabilmesi için ekonomik anlamda
yeterince gelişmiş değildi. Devrimden sonra Rusya’yı harabeye
çeviren içsavaş ekonomiyi mahvetti ve ilk devrimin idealist liderleri
en sonunda ya yerlerini başkalarına bırakmak durumunda kaldı
ya da kimisi şüphe uyandırıcı şekillerde olmak üzere katledildi.
Lenin’in ölümünün ardından Josef Stalin fiilen bir diktatör oldu
ve “sönümlenmesi” gereken devlet çok güçlü bir hale geldi. Stalin,
kendi etrafında bir kişi kültü inşa etti ve parti içinden gelse bile her
türlü muhalefet acımasızca ezildi. Her ne kadar Stalin güçlü bir
diktatör olsa da pek fazla şey yazmadı veya politikalarını Lenin’in
yaptığı gibi formüle etmedi. Ne Marx’ın ne de Lenin’in tahayyül
ettiği toplumla bir ilgisi olsa da Sovyetler Birliği, Stalin’in yönetimi
altında görünüşte Marksist-Leninist bir rejimdi. Stalin, “tek ülkede
sosyalizme” inanıyordu, oysa bu, Marksist-Leninist politikanın
enternasyonalist ideallerine ters düşüyordu. Bu, Sovyetler Birliğinin
ekonomik anlamda gitgide daha fazla tek başına kalmasına
sebep oldu. Stalin’in Rusya’yı ekonomik olarak kendi ayakları
üzerinde durabilir hale getirmesi gerekiyordu. Bu amaçla, oldukça
geri kalmış olan köylü ekonomisini başlıca kapitalist ulusların
ekonomisiyle aynı düzeye getirmeyi amaçlayan birçok talihsiz
politikayı dayattı.
TARIMIN KOLEKTİFLEŞTİRİLMESİ
Tarımsal üretim verimsiz olduğundan dolayı çiftçiler, kolektifler
halinde bir araya gelmeye ve toprakta ortaklaşa çalışmaya
zorlandılar. Devlet üretim hedefleri koyuyor, ekin fiyatlarını
belirliyor ve herhangi bir fazla ürünün tamamını satın alıyordu.
164
Teoride bu politikanın tutması gerekiyordu, ama pratikte başarısız
oldu çünkü makineler ve taşımacılık uygun değildi. O zamanlar
tarlalar verimsizdi. Devletin fazla ürün için koyduğu kota çok
yüksekti, bu yüzden köylüler açlıktan ölüyor, hayvanları telef
oluyor ve çoğu kez bir sonraki yıl ekmek için bile yeterince tohum
ayrılamıyordu. İşte bu, Marksist kuramı hayata geçirmenin ne
kadar zor olduğunun bir göstergesidir; özellikle de Marx’ın, devrim
gerçekleşmeden önce erişilmiş olması gerektiğini düşündüğü gelişim
seviyesine erişmemiş olan bir ülkede.
ZORLAMA SANAYİLEŞME
Stalin, Rusya’yı tarım toplumundan sanayi toplumuna
dönüştürmek istiyordu. Bunu, bütün endüstriyel üretimi merkezi
bir şekilde planlayarak yapmaya çalıştı. Üretim hedefleri, politik
ve ekonomik hayata egemen oldu. Tahsis edilen zamanın sonunda
ulaşılacak hedeflerin konduğu beş yıllık planlar uygulandı. Sanayi
bakımından bu planlar işe yaradı ve amaçlara erişildi. Rusya’nın
sanayisi hızlı bir şekilde gelişti. On yıl içinde, bulundukları seviyeye
çıkmaları yaklaşık iki yüzyıl süren kapitalist ülkelerin seviyesine
çıktı. Ancak bu insani bakımdan halka büyük zorluklar yaşattı
ve tüketimi azalttı. Tüketimin azalması en sonunda ekonomik
bunalıma sebep oldu. Bu da yine, özellikle yanlış koşullar altında
teoriyi pratiğe geçirmenin ne kadar zor olduğunu göstermektedir.
TEMİZLİKLER
Stalin mutlak iktidar istiyordu ve devlet sonunda onun aleti haline
geldi. Muhalifleri yok etmek için orduyu ve gizli polisi kullandı.
Binlerce kişi, halk düşmanı olarak göstermelik duruşmalarda
yargılandı ve çalışma kamplarında ya da akıl hastanelerinde
ömür boyu cezaya çarptırıldı. Stalin, Rusya’yı modern dünyayla
yüzleştirmek istiyordu ve bunu yapmak için halka acı çektirmeye
hazırdı. Stalin’in terör egemenliği altında 20 milyon insanın öldüğü
tahmin edilmektedir.
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
165
STALİN’DEN SONRA
Stalin, Sovyetler Birliğini totaliter bir devlet olarak yürüttü ve
1953’te ölümünün ardından yerine geçen Nikita Kruşçev onu
diktatör ilan etti. Kruşçev, Marx ve Lenin’in ideallerine geri
dönmeyi diliyordu. Ama bu, o zamana kadarki tek büyük müttefiki
olan komünist Çin rejimiyle aralarındaki farklılıkları açığa
çıkararak iki ülke arasında bir ayrışmaya sebep oldu. Sovyetler
Birliği ekonomik anlamda dünyanın geri kalan kısmından daha da
tecrit oldu ve politik anlamda da Soğuk Savaş gündeme gelmeye
başladı. Rusya’da komünizmin nihai düşüşü, bu bölümün ilerleyen
kısımlarında ele alınacaktır.
Çin komünizmi
Rusya, Çin ona katılana kadar dünyadaki tek komünist ülke
olarak kaldı. Rusya gibi Çin de, Marksist açıdan devrime hazır
değildi, çünkü büyük bir kırsal ve eğitimsiz nüfusu vardı ve çok
az sanayileşmişti. 1920’lerde, savaş beylerinden oluşan bir sınıf
tarafından feodal bir biçimde yönetiliyordu. Bu sınıfı alaşağı etmek
için milliyetçi ve komünist gruplar birleşik bir cephe kurdular,
fakat Stalin ile Hitler’in müdahaleleri sonucunda bu ittifak dağıldı.
Yıllarca süren mücadeleden sonra, Başkan Mao’nun liderliğindeki
Halk Kurtuluş Ordusu, 1949’da Çin Halk Cumhuriyetini ilan etti.
Mao, zeki bir askeri strateji ustasıydı ve gerilla savaşında uzmandı.
Onun zaferi, tıpkı Rusya’daki Bolşeviklerin zaferi gibi, ülke içi
çatışmaları etkileyen başka bir savaşın yardımıyla gerçekleşti.
1937’deki Çin-Japon savaşında Japon kuvvetler Çin’i istila edince,
Japonlardan kaçmak için birçok insan komünistlere katılmıştı.
Başkan Mao, köylülere komünizmi öğretmek istiyordu, bu yüzden
genel hatlarıyla Marx’ın metinlerine dayanan pek çok metin kaleme
aldı. Bu metinler, Maoizm ya da Mao Zedung düşüncesi olarak da
bilinen Çin komünizminin temeli haline geldi ve en sonunda Batı’da
da kötü şöhretli “Küçük Kırmızı Kitap” olarak basıldı. Bu kitap,
1960’larda dünyanın her yerinde çok ucuza satılırdı.
166
Maoizm, Marksist düşüncenin daha da geliştirilmiş halidir ve
her ne kadar yirmi birinci yüzyıldaki Çin komünizminin resmen
hâlâ bir parçası sayılsa da, 1976’da Başkan Mao’nun ölümünün
ardından etkisini büyük oranda kaybetmiştir. Maocu düşünce,
geleneksel Marksist-Leninist politikalardan farklıdır ve çok
daha militaristtir. “Politik iktidar namlunun ucundadır” sözü
Mao’nun en ünlü sözlerinden biridir. Mao, sınıf mücadelesinin,
devrimin ardından gelen sosyalist dönem boyunca devam ettiğine
inanıyordu, bu yüzden proletarya yönetime el koyduktan sonra bile
burjuvazinin kontrolü geri kazanma ihtimali her zaman vardı. İşte
Kızıl Muhafızların ve Kültür Devriminin ortaya çıkmasına yol açan
bu anlayıştı.
Başlangıçta Mao, Çin’in ilerlemesinin yolunun kırsal kalkınma
olduğuna inanıyordu ve 1957’de başlayan “İleriye Doğru Büyük
Hamle”ye kadar sanayileşmeyi büyük oranda göz ardı etti.
Büyük Hamle, çelik üretimini artırmak ve tarımı güncelleştirmek
için yapılan bir girişimdi. Ne var ki başarılı olamadı ve büyük
ölçüde verimsizlik ve kötü iklim şartlarından ötürü başarısız oldu.
Milyonlarca insanın öldüğü korkunç bir kıtlığa sebep oldu.
Kültür Devrimi ise 1966’da başladı. Bazıları bunu, dikkatleri
eski başarısızlıklardan uzaklaştırıp Çin’de komünizmin yüzleştiği
sorunlar için bir günah keçisi bulma girişimi olarak okur. Mao,
eğitimi, edebiyatı, sanatı ve sosyalist ekonomik temelle uyuşmayan
üstyapının diğer tüm yönlerini dönüştürerek toplumun bütün
zihinsel görünümünü değiştirmenin önemine vurgu yapıyordu.
Sanki tek gerçek komünistler proleterleşmiş ve toplumun geri kalan
kısmı “emperyalistlere” benziyormuş gibi.
Büyük oranda öğrencilerden oluşan Kızıl Muhafızlar halka
komünist düşünceyi aşılayan oldukça güçlü bir komünist
milis kuvvetiydi. “Emperyalist” olduğu düşünülen herkes
temizleniyordu; entelektüeller ve burjuva düşüncelere sahip
olduğuna inanılan herkes hapse atılıyor, çalışma kamplarına
sürülüyor veya yeniden eğitimden geçiriliyordu; birçok kişi de
ortadan kayboldu. Geleneksel Çin kültürü göz ardı edildi ve
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
167
dindarlar eziyet gördü. Bunun uzun vadede sonuçları şöyle oldu:
o dönem boyunca Çin’de ekonomik faaliyet devrimci faaliyetler
yararına adeta durduruldu, yüksek eğitim göz ardı edildi ve pek
çok genç, propaganda görevi için kırsal bölgelere taşındı. Kültür
Devriminin etkileri, bugün Çin’deki Komünist Parti tarafından bile
tam bir felaket olarak görülmektedir.
Mao’nun ölümünden sonra Çin, Deng Siaoping’in yönetimi altında
giderek serbest piyasa ekonomisine yönelmiş ve 1990’lardan
bu yana büyük bir ekonomik büyüme yaşamıştır. Çin halen,
otoriter bir tek parti sistemi altında resmi olarak bir komünist
devlettir, ama birçok kişi komünistliğin sadece adında kaldığını
söylemektedir. Şu anda Çin’de büyüyen bir orta sınıf ve çok daha
serbest bir ticaret vardır ve daha önce yasaklanmış olan Konfüçyüs
felsefesi, tekrar kültürün bir parçası haline gelmiştir.
Soğuk Savaş
Marx Komünist Manifesto’da “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor,
komünizm hayaleti” diye yazmıştı. İkinci Dünya Savaşından sonra,
komünizm hayaleti bütün dünyada dolaşmaya başladı. Bu, herkesin
“yatağın altındaki kızıllara” karşı tetikte olduğu bir dönemdi.
Genel bakış
Komünizm korkusu, 1950’lerde ABD’de komünist “cadı
avı”na yol açmıştı. Bu cadı avını, FBI’ın ve Amerika karşıtı
faaliyetlerden sorumlu parlamento komitesinin desteklediği
senatör Joseph McCarthy yürütüyordu. Pek çok Hollywood
aktörü, yazar ve müzisyen komünist olmakla suçlanıp kara
listeye alındı, işkence gördü veya hapse atıldı.
Soğuk Savaş, açık düşmanlıkların yaşandığı gerçek bir askeri
savaşla sonuçlanmadı; bu, komünist ve kapitalist ülkeler arasında
yaklaşık 45 yıl süren bir dizi uzatmalı politik, ideolojik ve
ekonomik çatışmaydı. Büyük oranda ABD ve SSCB süper güçlerinin
168
arasındaki muazzam silahlanma yarışının çevresinde yoğunlaştı.
Bunun, belki de milyonlarca insanın öleceği ve dünyanın tümden
yıkıma uğrayacağı nükleer silahların da kullanılacağı kapsamlı
bir çatışmaya yol açmasından korkuluyordu. Bu özellikle, Soğuk
Savaşın en açık cepheleşme olayı olan 1962’deki Küba füze krizi
esnasında çok haklı bir korkuydu.
Genel bakış
Küba füze krizi, ABD istihbarat teşkilatının, Sovyetler Birliği
tarafından Küba’ya nükleer başlıklı füzeler yerleştirildiğini
keşfetmesinin ardından patlak vermişti. Bu füzeler (ve
karşılığında ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği füzeler - ç.n.)
en sonunda tümüyle kaldırılmadan oldukça gergin birkaç
müzakere gerçekleşmişti. Bu olay, Soğuk Savaşın gerçek bir
nükleer savaşa dönüşmeye en yakın olduğu andı.
Silahlanma yarışına ek olarak, casusluk ve ajan skandallarıyla dolu
büyük bir propaganda savaşı, ablukalar ve ticaret ambargolarıyla
dolu bir tür ekonomik savaş da yaşandı. Bunların yanı sıra,
Kore ve Vietnam’daki gibi süper güçlerin içsavaşlar esnasında
denizaşırı ülkelerin iç politikalarına karıştığı “vekil savaşlar” diye
adlandırılan savaşlar da gerçekleşti.
Soğuk Savaşın kökenleri tarihçiler arasında halen tartışmalı bir
konudur. Bu savaş başladığında gerekçesi, Sovyetler Birliğindeki
Stalin’in politikalarının yayılmacı olduğu ve yanı sıra Marksist
öğreti dünya çapında bir devrim konusunda ısrarcı olduğu için,
kapitalizmle komünizm arasında bir çatışmanın kaçınılmaz
olduğuydu. İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın bölünme
şekli de, katılımcıların “bloklar” halinde yer almasında büyük
rol oynamıştı. Savaş esnasında müttefik kuvvetler (Birleşik
Krallık ve ABD), dünya faşizminin yükselişini engellemek için
komünizmi desteklemeye hazırdı. Faşizm bozguna uğratıldıktan
sonra komünizm, güç dengesi karşısındaki en büyük tehdit olarak
görülmeye başlandı. Bugün Rusya dediğimiz Sovyetler Birliğinin
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
169
ve Çin’in çok daha güçlü bir hale geldiği görülüyordu. 1947’de
ABD Başkanı Truman, ABD’nin bütün dünyada komünistlerin
genişlemesine karşı koymaya hazır olduğunu ilan etti. ABD
hükümeti, sadece devrimin sonucu olarak değil, aynı zamanda
Dünya Savaşının çözüme kavuşma biçiminden dolayı da çok sayıda
komünist devletin ortaya çıkmış olmasının etkilerinden endişe
ediyordu. Savaş sonunda:
• Avrupa, barış antlaşmasıyla bölünmüş ve bazı Avrupa ülkeleri,
Sovyet blokunun bir parçası olarak komünistlerin kontrolü
altına girmişti. Sovyetler Birliği artık en büyük güçlerden biriydi
ve askeri ve ekonomik yardımlarla etrafındaki devletlerin
hükümetlerini etkiliyordu. Berlin, Berlin Duvarıyla ortadan
ikiye bölünmüştü. Doğu ve Batı Avrupa arasına bir “Demir
Perde” indiği söyleniyordu.
• Komünist Çin’in Güneydoğu Asya’ya hâkim olmasından
korkuluyordu. “Çinhindi’nin kaybının, tıpkı bir dizi domino
taşı gibi tüm Güneydoğu Asya’nın düşmesine sebep olacağı”
hissediliyordu. Bu, Başkan Eisenhower’ın tarif ettiği domino
teorisiydi ve ABD’nin Laos, Kamboçya, Kuzey Kore ve en
sonunda da Vietnam Savaşlarına katılmasına yol açtı.
• Güney Amerika ve Afrika’da sömürgeci baskıya karşı devrimler
oluyordu. Bu devrimlere karışan ülkelerin birçoğu, bağımsızlık
mücadeleleri için Komünist bloktan yardım alıyordu.
Gelişmekte olan dünyadaki komünist hükümetler arasında
Küba, Şili, Angola ve Mozambik yer alıyordu; bunların hepsinin
farklı bir sömürge tarihi vardı fakat komünist ülkelerden
yardım ve silah aldılar.
Marksistler ise, İkinci Dünya Savaşında atom silahları kullanarak
ABD’nin Soğuk Savaşı tırmandırdığını ve nükleer tehdidin,
kapitalizmi genişletmenin bir yolu olarak kullanıldığını iddia
ediyorlardı. Başlangıç sebebi ne olursa olsun, Soğuk Savaş büyük
oranda, komünist ve kapitalist bloklar arasındaki derin ideolojik
farklardan kaynaklanan korku ve güvensizliğe dayalı hayali
bir savaştı. Büyük ölçüde Sovyetler Birliğindeki ve Çin Halk
Cumhuriyetindeki komünist ekonominin gerilemesi sonucunda
1980’lerde sona erdi.
170
Komünizmin gerilemesi
Yirminci yüzyılın başları, dünya komünizminde bir yükselişe şahit
olmuştu, ama bu yüzyılın sonunda yaşanan gerileme oldu. Doruk
noktası olan 1980’lerin başında, dünya nüfusunun üçte birinin
bir tür komünist hükümet altında yaşadığı tahmin edilmekteydi.
Şu anda sadece birkaç komünist ülke kalmıştır: Çin Halk
Cumhuriyeti, Küba, Laos, Kuzey Kore ve Vietnam, tek parti
sistemi altında kalan birkaç komünist rejimdir. Çin’in nüfusu
çok büyük olduğu için halen çok sayıda insan komünist yönetim
altında yaşamaktadır. Ne var ki 1991’de Sovyetler Birliği
dağıldığı için pek çok kişi bunu, komünizmin sonunun başlangıcı
ve Marx’ın fikirlerinin işe yaramadığının bir kanıtı olarak
görmüştür.
Tarihçiler hâlâ Sovyetler Birliğinin dağılmasının sebepleri üzerine
tartışmaktadır ve birçoğu, Soğuk Savaşın sonucunda ortaya çıkan
silahlanma yarışını sorumlu tutar. Bu yarış, zaten ekonomik ve
teknolojik olarak geri ve politik olarak yalnızlaştırılmış bir ülke için
felç ediciydi. Sebebi ne olursa olsun düşüş, Mihail Gorbaçov’un
iktidara gelip glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden
yapılandırma) politikalarını uygulamaya sokmasıyla birlikte
1985’te başladı. Ülke fiili olarak iflas ettiği ve teknolojik bakımdan
Batının çok gerisinde olduğu için bu politikalar çok önemliydi.
Sovyetler Birliğinin gücünü kaybetmekte olduğu gitgide daha açık
bir hale gelmeye başlayınca, sınırları çevresindeki uydu komünist
ülkelerin vatandaşları, hükümetlerine karşı görece barışçıl gösteriler
düzenlemeye başladılar. 1980’lerde Batı Avrupa Komünist
devletleri birbiri ardına düştü ve 1989’da, bir zamanlar Soğuk
Savaşın en büyük sembolü olan Berlin Duvarı yıkıldı. Sovyetler
Birliği’ndeki cumhuriyetlerin çoğu bağımsızlık talep etmeye başladı
ve nihayet 1991 yazında Gorbaçov’a karşı bir darbe girişimi
düzenlendi. Bu olaylardan bir süre sonra Boris Yeltsin lider oldu ve
Sovyetler Birliği Bağımsız Devletler Topluluğu haline geldi. Yüksek
Sovyet, diğer deyişle yönetim organı Aralık 1991’de çözüldü ve bu,
Sovyetler Birliğinin resmen sona ermesi olarak görüldü.
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
171
Marksizm başarısız mı oldu?
Sovyetler Birliğinin gerilemesi, Marksizmin sonunun başlangıcı
mıdır? Pek çok kişi, durumun böyle olduğunu iddia edecektir, fakat
pek çok Marksistin buna vereceği cevap da, Sovyetler Birliğindeki
rejimin Marx’ın adını kullanmak dışında onunla hiç ilgisi
olmadığını söylemek olacaktır. Sovyetler Birliğini, bürokratların bir
tür burjuva gibi hareket ettiği bir devlet kapitalizmi biçimi olarak
tarif edeceklerdir. Sovyetler Birliği’nin düşüşü, Sovyet hükümetini
takip edilecek bir model olarak gören diğer komünist ülkelerde
büyük bir güven krizine sebep oldu. Bunun yanı sıra ticari
pazarlarını ve askeri desteklerini de kaybettiler.
Eleştirmenler, Çin’in artık büyük bir serbest piyasa ekonomisi
olduğuna ve hiçbir yönüyle komünist bir devlet olmadığına
işaret edip, Çinhindi ve Küba’daki komünist hükümetler Çin’in
ekonomik desteğine bağımlı oldukları için aslında onların da
komünist olarak tarif edilemeyeceğini söylemektedir. Her ne
kadar Kuzey Kore (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) resmi
olarak sosyalist bir cumhuriyet olsa da, muhalifleri tarafından bir
diktatörlük olarak tarif edilmektedir. Fidel Castro’nun liderliği
sona erdikten sonra Küba’daki komünizmin geleceği hakkında
da tartışmalar başlamıştır. Castro’nun yaşı ve hastalığı, 2008’de
hükümetin kontrolünü küçük kardeşine bırakmasına sebep
oldu. Köylü ekonomilerinden gelişen bütün komünist devletlerde
kişi kültü önemli olduğu için, liderlikteki bu değişim, komünist
hükümetin popülerliğini etkileyebilir. Küba’da komünizmin
gelecekte nasıl gelişebileceğine dair pek çok spekülasyon
yürütülmektedir.
Her ne kadar pek çok yerde komünizmin sonu gelmiş gibi görünse
de bu, gelişmekte olan dünyada, özellikle Hindistan ve Nepal’de
iktidar için çalışan Marksistleri durdurmamıştır. Gelecekte neler
olabileceğini söylemek imkânsızdır; bu konuya, bu kitabın son
bölümünde daha ayrıntılı bakılacaktır.
172
BUNLARI UNUTMAYIN
• Marx 1883’te öldü fakat Engels, Marx’ın el yazmaları
üzerinde çalışmaya devam etti.
• Marx’ın fikirleri, emek hareketi ve işçi grupları yoluyla
dünyanın her yerine yayıldı.
• Marx, birbirinden çok farklı şekillerde yorumlanan
muazzam bir eser bıraktı.
• 1917 devriminden sonra Rusya ilk komünist ülke haline
geldi.
• Rusya ve Çin’de komünizm, Marx’ın onaylamayacak olduğu
bir şekilde gelişti.
• Soğuk Savaş, komünizmin Batıya yayılması korkusuna
dayanıyordu.
• Ekonomik sorunlardan ötürü komünizm birçok ülkede
başarısız oldu.
Marx sonrası Marksizm – dünyayı değiştiren fikirler
173
9
Marx sonrası Marksizm –
Marksist düşüncenin gelişimi
Bu bölümde şunları öğreneceksiniz:
• Marksist teorinin yirminci yüzyılda nasıl geliştiği
• post modernizm ve post-Marksist düşünce
• Marx’ın yirmi birinci yüzyılda geçerli olup olmadığına dair
tartışma
Marx’ın fikirlerinin dünyayı değiştirdiğine hiç şüphe yok.
Onun adına devrimler gerçekleşti ve komünist toplumlar var
oldu. Birbirimize ve dünyaya bakma biçimimizi değiştirdiği için
fikirleri, toplumun ve insanoğlunun doğası hakkında da büyük
tartışmalara yol açtı. Akademik çevrelerde bir yüzyıldan uzun bir
süredir fikirleri üzerine çekişme ve tartışmalar sürmektedir. Bu
tartışmalar, Marksist fikirlere dayanan ve onları daha da geliştiren
farklı düşünce okullarının ayrışmasına yol açtı. Sovyetler Birliğinin
çökmesinden bu yana, Marx’ın çalışmalarına duyulan akademik
ilgi azaldı; özellikle de akademik dünya postmodern kurama
yöneldiği için onun çalışmaları “demode” sayılmaya başladı. Buna
rağmen eko-sosyalist hareket de dahil olmak üzere, antikapitalist
ve küreselleşme karşıtı kampanyaların yükselmesiyle, kapitalizmin
“yıkıcı” yayılışına ve ekolojiyle ilişkisini ele alan Marx’ın
çalışmalarının farklı yönlerinde gelecekte gelişmeler olabileceğinin
işaretleri de vardır.
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
175
Bu bölüm, Marx’ın çalışmalarından geliştirilmiş birçok karmaşık
ve çelişkili kuramın arka planına dair bir miktar kavrayış ve
yapı kazandırmayı hedefliyor. Bazıları akademik olarak rağbet
görmüş ama sonra tekrar bu ilgiyi kaybetmişken bazıları da her
zaman tartışmalı olmuştur. Bununla birlikte bu konular hakkında
en azından temel bir kavrayışa sahip olmak önemlidir, çünkü
Marx hakkındaki kitapların çoğu bunlar hakkında bilgi sahibi
olunduğunu varsayar.
Marx’ın kuramlarına, özellikle zaman ilerledikçe çok sayıda eleştiri
de getirilmiştir. Öngörülerinin çoğu gerçekleşmemiş gibi görünür ve
bu bölümün ilerleyen kısımlarında bu konu da ele alınacaktır. Buna
ek olarak, Marx’ın bugüne, içinde yaşadığımız postmodern çağa ne
kadar uygun olduğuna dair bir inceleme de bulacaksınız.
Marksizm türleri
Marx çok şey yazmış ve onun hakkında da çok şey yazılmıştır,
bu sebeple birisi Marksist olduğunu iddia ettiğinde sorulacak bir
sonraki soru genellikle “Hangi tür?” olur. Marx’ın yazdıklarını
en doğru şekilde kimin yorumladığına dair çok sayıda tartışma
olduğu için ve Marksizmin birçok akademik ekolü bulunduğu
için, bu soruyu yanıtlamak pek kolay değildir. Bunun yanı sıra
Marksçı kelimesi de çok kafa karıştırır. Marksçı deyişi genelde,
Marx’ın yöntembiliminin büyük kısmına katılan fakat ulaştığı
sonuçlara ya da gelecekteki topluma dair öngörülerine katılmayan
akademisyenler tarafından kullanılır. Bu genellikle, politik ve
ekonomik sistemlerin incelenmesiyle ilişkili olarak kullanılır.
Sözgelimi Marksçı iktisatçılar, Marx’ın “üretim araçları”, “artı
değer” vb. terimleri kullanma biçimini benimserler. Ne var ki bu
terimleri kullananlar, Marx’ın ulaştığı yabancılaşma, sömürü ve
devrim ihtiyacı gibi sonuçları kabul etmek zorunda değildir.
Başlıca Marksizm türleri ve Marx’ın çalışmalarına karşılık olarak
gelişen düşünce okulları şunlardır:
176
KLASİK MARKSİZM
Klasik Marksizm, Marx ve Engels’in geliştirdiği Marksizm
kuramıdır. Marx’ın söylediği veya yazdığı şeylere dayanır.
Bu kitapta, kapitalist toplum ve tarihsel materyalizme dair,
sınıf mücadelesi, yabancılaşma, sömürü, devrim ve komünizm
meseleleriyle ilgili Marx’ın yaptığı tüm tanımlar da içinde, şimdiye
dek yazılmış olan şeylerin çoğu, klasik Marksizm başlığı altında
toplanır. Bununla birlikte Marx, çok sayıda eser yazmıştır ve
insanların, Marx’ın bir şeyi söylerken ne kastettiği konusunda
veya bu konuyla ilgili zaman içinde fikrini değiştirip değiştirmediği
hakkında burada yazılanlara yine de karşı çıkmalarına müsaade
eden geniş bir kapsam vardır. Buna ek olarak pek çok Marksist,
politik çıkarımlarını kanıtlamak için Marx’tan bazı parçalar alıp
bağlam dışına çıkarabilir.
Klasik Marksizmdeki bir diğer sorun, bazı konular hakkında
Marx’ın sonradan fikir değiştirmiş olmasıdır; bazen, özellikle
düşünme süreci olgunlaştıkça, önceden yazdığı bir şeyi geliştirmiş,
bazen de o yazdıklarının aksini ispat etmiştir. Bazı Marksistler
Marx’ın çalışmalarını “genç Marx” ve “olgun Marx” olarak iki
genel kategoriye ayırır.
Hangi çalışmalarının hangi kategoride değerlendirileceğine ve
genç düşünüşle olgun düşünüş arasındaki ayrım çizgisinin nerede
olduğuna dair anlaşmazlıklar vardır. Felsefe çalıştığı ve halen
Feuerbach’ın etkisi altında olduğu için erken dönem çalışmalarının
birçoğunun doğasının felsefi olduğu gözlemlenir. Sonraki
çalışmaları daha çok ekonomik kuramla ve tarihsel materyalizm
görüşüyle ilgilidir. Bu ayrım birçok Marksist için önem taşır, çünkü
ilerlemeci türde bir bilimsel sosyalizm doğrultusunda bir değişimin
izini taşır gibi görünmektedir ve bu da, erken dönem çalışmalarının
çoğunun burjuva felsefesinden etkilendiğini söyleyip bu çalışmalara
ilgi gösterilmemesi anlamına gelir. Lenin, 1917’de basılan Devlet
ve Devrim kitabında, Felsefenin Sefaleti kitabının olgun Marx’ın
ilk çalışması olduğunu iddia eder. 1844 Ekonomik ve Felsefi
Elyazmaları 1932 yılında basıldığında, Marx’ın hümanist bir
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
177
yorumunu arayanlar tarafından sahip çıkılmıştır, ancak Sovyetler
Birliğinde bu yorum bastırılmıştır.
Bu fikir ayrılığına dair daha yakın tarihli tartışmaların birçoğu,
Louis Althusser’in (1918-90) çalışmalarına kadar uzanır. Yapısalcı
Marksist olan Althusser, daha çok ideoloji üzerine yazmıştır
ve 1965’te kaleme aldığı Marx İçin çalışmasında genç ve olgun
Marx arasındaki ayrımdan belirli bir şekilde söz eder. Althusser,
1845 tarihli Alman İdeolojisi’nin, Marx’ın daha hümanist felsefi
fikirlerden kopup daha bilimsel ve materyalist bir bakış açısına
geçtiği noktayı işaretlediğini iddia eder. Ne var ki, 1991’de Marx’ın
Felsefesi kitabını yazmış olan Etienne Balibar gibi kendisine karşı
çıkanlar da olmuştur. Genç ve olgun Marx arasındaki ayrımın
büyük ölçüde öznel bir şekilde ve o dönemde kanıtlanmaya
çalışılan bir şeye bağlı olarak yapıldığı görülmektedir. Marx’ın
çalışmaları, zaman içinde gelişen bir ilerleme mi gösterir ya
da erken dönem çalışmalarını, sonraki çalışmalarının bunlarla
çelişeceğini bilerek ayrı bir şekilde okuyabilir miyiz? Akademik
çevrelerde, bu sorulara verilen kesin bir yanıt yoktur.
GRAMSCI VE HEGEMONYA
Klasik Marksizmi geliştiren başlıca düşünürlerden biri, İtalyan
komünist Antonio Gramsci’dir (1891-1937). Gramsci, 1926’da
İtalya’daki faşist rejim tarafından hapse atıldı ve orada Marksist
komünizmin başarısızlığı olarak gördüğü şey hakkında yazmaya
başladı. Marx, işçi devriminin kaçınılmaz olduğunu öngörmüştü,
o halde neden vaat ettiği devrim gerçekleşmemişti? Gramsci, sınıf
mücadelesine duyulan ihtiyaç konusunda Marx’a katılıyordu,
fakat birçok Avrupalı işçinin komünizm yerine faşizme yöneldiğini
görmüştü ve neden böyle olduğunu merak ediyordu. Kapitalizm
neden topluma derin bir şekilde yerleşmişti? Gramsci’nin hapisliği
sekiz yıl sürdü ve bu dönem boyunca yoğun olarak bu sorular
hakkında düşünüp yazdı; otuzdan fazla defteri ve tarih ile
milliyetçilik hakkında yazdığı binlerce sayfa, daha sonra Hapishane
Defterleri olarak basılacaktı.
178
Marx, ekonomik temelin her zaman değişimin itici kuvveti
olduğunu yazmıştı; hukuk, kültür ve din üstyapıları ekonomiye
tabiydi. Bu, ekonomik determinizm kuramı olarak bilinir. Marx,
ekonomiye dair yanlış bilinç aşılamak için üstyapının ideolojiye
dayandığını göstermişti.
Genel bakış
Önceki bölümlerde gördüğümüz gibi Marx, her üretim
biçiminin kendi benzersiz ideolojisini yarattığına inanıyordu.
Gramsci, bir noktaya kadar buna katılıyordu, fakat topluma
dair bu bakışın çok basit olduğunu düşünüyordu. Toplumun itici
kuvvetinin ekonomi olmadığına, bunun üstyapıdan kaynaklanan
fikirlerin yayılmasında yattığına inanıyordu. Aslına bakılırsa
ideoloji, sınıf sisteminin önemli ve özerk bir bölümüydü, toplumun
genel kültürünün parçasıydı. Gramsci ideoloji fikrini hegemonya
anlayışına doğru daha da geliştirdi. Hâlâ “egemen” bir sınıf
olduğuna ve bunun egemenliğini korumak için de, yaptığı şeylerin
doğru, adil ve olması gerektiği gibi olduğu konusunda toplumla
anlaşmaya ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Sınıfın, “kendiliğinden
rıza” adını verdiği şeyi kurması gerekiyordu, böylelikle yönetici
sınıfın baskı yapmasına veya yönetmek için politik ya da ekonomik
zor kullanmasına ihtiyaç kalmayacaktı. Bu sınıfın yapması gereken
tek şey, din, eğitim ve medya yoluyla işçilerin kendi bakış açısına
inanmasını sağlamaktı. Bu yolla ortak bir inanç sistemi bir tür sınıf
egemenliğinin temeli haline gelecektir.
Gramsci, hegemonyanın tepeden işçilerin üzerine zorlanan
bütünleşik bir baskı sistemi olduğunu düşünmüyordu, onu, bir
bütün olarak toplumun içinde işleyen çok katmanlı karmaşık bir
sistem olarak görüyordu. Toplumdaki insanlar kendi hayatlarını
yaşar, fakat etraflarında kurulu küçük bir yapının da parçasıdır;
hayatlarının, etraflarındaki yapıya nasıl uyduğunu ve bunun, bir
bütün olarak toplumun yapısına nasıl oturduğunu görmezler.
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
179
İnsanlar, özgür iradeleri ve bağımsızlıkları olduğunu sanırlar, ama
Gramsci’ye göre, burjuvazinin değerlerinin toplumdaki insanların
çoğunluğunun değerleri haline geldiği bir mutabakat kültürü
gelişmiştir. Bir anlamda, yöneticilerle yönetenler arasında yapılan
ve herkesin hiç düşünmeden kabul ettiği bir çeşit zihinsel veya
ahlaki bir sözleşme vardır. Bu, dünyaya dair doğal ve sağduyulu
bir bakış gibi görünür, ama aslında egemen sınıfın bakışıdır. Her
ne kadar insanların azınlığı bu bakışa itiraz edebilse de, nüfusun
çoğunluğu bunu kabul ettiği sürece ve gerekli olduğunda zor
yoluyla bu azınlıkların üstesinden gelinebilir. Gramsci, bütün
kültürel kurumların şüpheli olduğuna ve bütün kültürel faaliyet
ve inançlara eleştirel bir gözle bakılıp topluma egemen olma
konusunda oynadıkları rolün incelenmesi gerektiğine inanıyordu.
Gramsci, faşizmin yükselişinin sebebinin, insanların, kendilerine
hakikaten fayda sağlayacak bir devrim doğrultusunda çalışmak
yerine orta sınıf statüsünü ve tüketici toplumu benimsemekle
daha fazla ilgilenmeleri olduğuna inanıyordu. Burjuvazinin inanç
sisteminin öğretileriyle birleşen faşist liderlerin etkili konuşmaları,
Se lam s an a
şişk o ke di!
KEDİ
180
hakiki ihtiyaçlarına karşı onları kör etmiş ve birbirleriyle rekabet
halinde olan birey kültürünün doğal olduğuna inanmalarını
sağlamıştır.
Dolayısıyla, Gramsci’nin bakış açısına göre toplumun kültürü,
ahlaken tarafsız bir sistem değil yönetici sınıfın bakış açısını
desteklemek için kullanılan ideolojinin bir ifadesidir. Burjuvazi;
din, eğitim ve diğer kültürel sistemler yoluyla sosyal bilinci
yönlendirip proletaryaya egemen olabilir. Bugün, televizyon,
radyo, gazeteler ve web sayfaları gibi kitle iletişim araçlarını da
hegemonyanın bir parçası olarak kabul edebiliriz, çünkü bunlar
Gramsci’nin yaşadığı döneme kıyasla üstyapının çok daha önemli
parçalarıdır.
Gramsci hegemonyanın koşullar değiştikçe zamanla değiştiğini
ve toplumdaki diğer kişilerden yeterince destek alabilirse
proletaryanın bu hegemonyayı kendi yararına kullanmasının her
zaman mümkün olduğunu görmüştü. Dünyaya dair alternatif bir
bakış açısı ileri sürmek için hegemonyayı kullanmak mümkündür;
örneğin komünistler, bir devrimin istenilir ve mümkün olduğu
fikrini yayabilirler. Bunun, rağbet görmeyen bir diktatörlükte
yapılmasının, kültürün çok karışık ve insanlarla kurumlar
arasındaki ilişkilerin karmaşık olduğu bir sosyal demokraside
yapılmasından daha kolay olduğunu görmüştü. Eğitimin son derece
önemli olduğuna inanmasının nedeni de buydu. Herhangi bir
sınıftan herhangi bir kişinin okuma şansı verildiğinde entelektüel
olabileceğine ve kitlelerin ihtiyaçlarını açık bir şekilde ifade etmek
için bir işçi sınıfı “kültürü” oluşturmanın önemli olduğuna da
inanıyordu.
Gramsci, gündelik kültürün, politik eylemin başlayabileceği yer
olduğunu gördüğü için ve kitle iletişim araçlarının gücünü fark
eden ilk Marksistlerden biri olduğu için önemlidir. Yaklaşık
aynı dönemlerde Marksist düşünceyi geliştirmiş olan Frankfurt
Okulu’nun düşünürlerini de etkilemiştir.
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
181
FRANKFURT OKULU
Frankfurt Okulu daha çok, Almanya Frankfurt’ta bulunan
Toplumsal Araştırma Enstitüsünde felsefe, sosyal teori ve toplumsal
araştırma çalışmalarından gelişen Marksist bir okulu tarif etmek
için kullanılan resmi olmayan bir ifadedir. Bu ifade, her ne kadar
onlar kendilerini bu şekilde tarif etmeseler de Enstitüyle gerçekten
bir bağlantısı olanları ve bu kişilerden etkilenenleri belirtir.
Frankfurt Okulu, Sovyetler Birliği ve Çin’de geliştirilen Marksist
düşünceden farklılaştırmak adına zaman zaman Batı Marksizmi de
denilen teorinin ilk örneklerinden biridir.
Frankfurt Okulu 1920’lerde kurulmuştu, fakat Max Horkheimer
1930’da enstitü yöneticisi olduğunda çok daha önemli bir hale
geldi ve karşıt görüşlü Marksistlerin ilgi merkezi oldu. Frankfurt
Okulu düşünürleri, kendi dönemlerindeki Marksistlerin çoğunun,
ortodoks Marksist-Leninist fikirleri kanıtlamak için yalnızca
Marx’ın fikirlerinin dar bir kapsamını papağan gibi tekrarlayıp
durduğu ve Marx’ın asıl çalışma ve fikirlerinin pek çoğunu göz ardı
ettiği görüşündeydi.
Almanya’da ve Avrupa’nın çoğu kısmında büyük
sosyalist hareketler olmasına rağmen öngörülen devrimin
gerçekleşmemesinden, bunun yerine faşizmin popüler hale
gelmesinden oldukça etkilenmişlerdi. Gerçekleşmekte olan
koşulları Marx’ın önceden göremediğine inanıyorlardı ve Marx’ın
düşüncesindeki boşlukları doldurmak için başka düşünürlerin
çalışmalarından yararlanıyorlardı. Ancak çok yakın bir zamanda
basılmış olan Marx’ın Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları adlı
çalışmasından da çok etkilenmişlerdi. Nazilerin yükselişiyle,
1930’larda Frankfurt Okulunun birçok filozofu Almanya’yı
terk etmeye zorlanıp New York’a taşındı ve ancak İkinci Dünya
Savaşından sonra Almanya’ya geri dönebildi.
Frankfurt Okulu filozofları, Horkheimer’ın 1937 tarihli
“Geleneksel ve Eleştirel Kuram” makalesinde tanımladığı eleştirel
kuramı kullanmalarıyla tanınırlar. Özgün halinde bu kuram,
182
arzu edilen değişiklikleri gerçekleştirmek için toplumun bir bütün
olarak eleştirilmesine yönelen bir toplumsal kuramdı ve Marksist
tarihsel materyalizm fikrinin geliştirilmesi üzerine kuruluydu.
Ekonominin, sosyal bilimlerin, tarihin, politikanın, antropolojinin
ve psikolojinin farklı yönlerini bütünleştirme girişiminde bulundu.
Frankfurt Okulu filozofları, ideolojinin, hegemonyanın ve yanlış
bilincin toplumdaki rolüyle ve kapitalizm kültürünün medya
yoluyla kendisini nasıl sürekli kıldığıyla ilgileniyorlardı. Bu
bağlamda, dilin rolüyle özellikle ilgileniyorlardı. Medya, sanat,
sinema ve diğer kültürel sistemlerin Marksist bir bakış açısından
incelenmesine genellikle kültürel Marksizm denir ve Frankfurt
Okulunun çalışmalarının bu yönü, 1960’larda ve 70’lerde etkili
olan Birmingham’daki Çağdaş Kültürel Araştırmalar Merkezinin
düşünürlerini de etkilemiştir.
Marx üzerine kapsamlı bir şekilde yazmış Frankfurt Okulunun en
tanınmış filozofları şunlardır:
Max Horkheimer (1895-1973), Theodor Adorno (1903-69)
ile birlikte 1944’te Aydınlanmanın Diyalektiği’ni yazdılar. Bu
kitapta, kapitalist idealleri toplumun bilinçsiz zihnine sokmanın
bir yolu olarak kitle kültürünün kapitalist toplum tarafından
kullanıldığı fikrini ileri sürdüler. Böylece toplumun üyeleri pasif
tüketiciler haline gelip bireyselliklerini kaybediyorlardı. Toplum
homojenleştirilmiş bir kitle haline geliyordu.
Herbert Marcuse (1898-1979) 1955’te, Marx’ın fikirlerini
psikanalizin babası kabul edilen Sigmund Freud’un fikirleriyle
sentezlemeye çalıştığı Eros ve Uygarlık kitabını yazdı. Bunun
yanı sıra 1964’te Tek Boyutlu İnsan’ı kaleme aldı. Marcuse, kitle
iletişim araçlarının ve tüketimciliğin insanların zihnini sinsi bir
şekilde zapt ettiğine ve bunun da bir çeşit totaliterlik anlamına
geldiğine inanıyordu. Reklamlar yoluyla tüketim toplumu
tarafından “yanlış ihtiyaçlar” oluşturulur ve sonra da hepimiz,
düşüncelerimize nüfuz etmiş ve bizi kapitalist makinenin dişlileri
haline getirmiş güçlü bir tüketim devletinin hâkimiyetine gireriz.
Marcuse, bu araçlarla işçi sınıfının üretim ve tüketim döngüsünün
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
183
içine çekildiğine ve bunun da kapitalist statükoyu desteklemek için
çalıştığı olgusuna karşı onu kör eden ideolojik bir kuvvet olarak
işlediğini söylüyordu. Kitabının başlığı Marcuse’nin, tüketim
toplumu eleştirel düşünmeyi ve direnişi silip süpürdüğü için
düşünmenin tek boyuta indiğine dair inancını yansıtıyordu.
Jürgen Habermas (1929- ) 1950’lerde Frankfurt Okulunda
Adorno ve Horkheimer’ın altında çalışan Alman bir filozoftur.
Daha sonraları bu okulun kuramlarının modern kültüre karşı
çok eleştirel, aşırı şüpheci ve karamsar olduğuna inanarak bu
kuramların çoğuna katılmadığını belirtmiştir. Onun görüşleri
genellikle neo-Marksist olarak nitelendirilir ve eleştirel kuram
geleneğinden kaynaklanır. Esas olarak, modern toplumun
kamusal alanının hakiki bir demokratik fikir çatışmasına imkân
vermediği fikrine dair tartışmasıyla bilinir. Bu düşüncesini
ilk olarak 1981 tarihli İletişimsel Eylem Kuramı çalışmasıyla
açıklamıştır. Modern toplumu eleştirmekle birlikte, dünyayı
parçalara ayrılmış bir şekilde gören birçok postmodern düşünürle
anlaşmazlık içindedir.
PRAKSİS OKULU
Praksis Okulu, 1960’larda Yugoslavya’da başlayan Marksist,
hümanist felsefe ekolüydü ve Marksist düşünceyi, o dönemin
hükümeti tarafından vurgulanan Marksist-Leninist-Stalinist
düşüncenin dar sınırlarından kurtarma girişimi olarak yola
çıkmıştı. Bu düşünce ekolünün başlıca simaları, 1960’larda ve
70’lerde Marksist dergi Praxis’i yayınlayan Milan Kangrga, Gajo
Petroviç ve Mihailo Markoviç’ti. Bu yayın, Marksist kuramın önde
gelen dergilerinden biri olduğu için uluslararası akademik Marksist
toplulukta tanınmıştır.
Leninizm’in ve Stalinizm’in Marx’ın özgün çalışmalarına sadık
kalmadığına ve politik amaçlar yüzünden bu çalışmaların
çarpıtıldığına inanıyorlardı. Hümanizmin vurgulandığı genç
Marx’ın çalışmalarının üstünde duruyor ve bunların, Marx’ın
“gerçek” çalışmaları olduğuna inanıyorlardı. Mevcut komünist
184
rejimlere karşı eleştirel tutum alıyorlardı ve Marx’ın hümanist
yönlerini vurgulayarak Batı Marksizmini etkilediler.
ANALİTİK MARKSİZM
“Zırva olmayan” Marksizm olarak bilinen Analitik Marksizm,
Gerald Allan Cohen’in 1978 tarihli Karl Marx’ın Tarih Kuramı:
Bir Savunma kitabının sonucu olarak doğan bir düşünce ekolüdür.
Bu kitap, tarihsel materyalizmin geçerli bir sistem olduğuna dair
modası geçmiş akademik görüşü alır, ama yapısöküm ile elde edilen
teknikleri kullanarak buna yeni bir yolla bakar. Analitik Marksizm,
1980’lerde popüler bir düşünce ekolüydü ve Cohen iki kitap daha
yayınladı: 1988’de Tarih, Emek ve Özgürlük ve 2000’de de Eğer
Eşitlikçiyseniz Nasıl Olur da Bu Kadar Zengin Olursunuz?
YAPISAL MARKSİZM
Yapısal Marksizm, Fransız felsefe profesörü Louis Althusser’in
(1918-90) ileri sürdüğü Marksizm yaklaşımının tanımıdır.
Althusser, Fransa’da büyük siyasal altüstlüklerin yaşandığı
1960’larda ve 70’lerde oldukça etkili bir isimdi. Toplumsal
değişimi açıklayabilecek sabit insan doğası diye bir şeyin veya
Marx’ın söylediği gibi “türsel varlığın” olduğuna inanmıyordu.
Gramsci’nin fikirlerinin bir uzantısı olarak, toplumda, insanların
riayet ettiği ideolojik yapılar olduğunu ileri sürdü. Ancak
Gramsci’den ayrıldığı nokta şuydu; o, bu kuvvetlerin mutlaka
kapitalizmin araçları olmadığına, özerk bir maddi varlığa sahip
olduğuna inanıyordu.
Postmodernist ve post-Marksist düşünürler şimdiye kadar
özetlediğimiz ideoloji konseptini ve onunla bağlantılı olan
hegemonya fikrini çok basit bularak büyük oranda reddetmektedir.
Bu düşünürler postmodern dünyada insanların, medyanın
manipülasyonunu doğrudan görebildiğine ve medyanın ürünlerini
kendi yorumları üzerinden düşünebildiğine inanır. Peki ama
postmodern dünya tam olarak nedir ve Marx’ın felsefesiyle nasıl
bir ilgisi vardır?
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
185
POSTMODERN VE POST-MARKSİST DÜŞÜNCE
Postmodernizm, çok sık kullanılan bir terimdir, fakat basit bir
açıklamasını yapmak çok zordur; postmodernist düşünürler
olarak tarif edilen kişiler bile bu kavramın tam olarak ne anlama
geldiği üzerinde anlaşamazlar. Postmodernist düşüncenin temel
çekirdeği, modern dünyanın karmaşıklığını kavrama girişimi olarak
düşünülebilir:
•
•
•
•
şüphecidir
mutlak bilgi ve mutlak hakikat fikirlerini sorgular
dünyayı “parçalanmış” olarak görür
dilin anlamına çok güvenir
Birçok postmodern düşünür, yirmi birinci yüzyılda yeni bir tür
dünyada yaşadığımızı öne sürecektir. Akılcılık, nesnellik ve ilerleme
inançlarına sahip aydınlanma fikirlerinden gelişen “modernist”
dünya görüşünün çok ötesine geçtik.
Genel bakış
Kültürel bir hareket olarak modernizm, Sanayi Devriminden
sonra sanat, mimari, edebiyat ve dini inanç da dahil olmak
üzere aydınlanma çağının fikir, gelenekleri ve akılcı kesinliği
sorgulanmaya başladığında doğmuştur.
Yeni teknolojinin hızlı yükselişi ve çağımızın ekonomik koşulları,
toplumun merkezsizleşmesi ve kitle iletişim araçlarının hâkimiyeti
altına girmesi anlamına gelmektedir. Bu dünya, modernin ötesine,
postmodern âleme geçmiş bir dünya haline gelmiştir.
Genel bakış
Postmodern kurama dair daha derin bir kavrayış için
Postmodernizmi Anlamak kitabını okumanızı tavsiye
ederim.
186
Postmodernizmi çevreleyen bütün çelişen kuramları bu bölümde
ayrıntılarıyla anlatmak mümkün değil, ancak aşağıda Marx ve
Marksizmin postmodern dünyada nasıl algılandıklarıyla ilgili
felsefecilerin bazı temel kuramlarının özetini bulacaksınız.
Jacques Derrida (1930-2004) Fransız bir edebiyat eleştirmeni ve
filozoftur. Yazıları, anlaşılmalarının zor olmasıyla tanınır ve en
iyi, yapısöküm fikrini geliştirmesiyle bilinir: Felsefe, dilbilimsel ve
edebi analizlerin harmanlanması. Bu, metinlerin hakiki anlamını
sorgular ve onların içkin istikrarsızlığını gösterir. Dilin “hakikati”
asla temsil edemeyecek kaygan ve şüpheli bir vasıta olduğuna ve
ister ekonomik, ister politik isterse de felsefi olsun, hiçbir türde
akademik analizde hakikatin gerçek biçiminin bulunmadığına
inanır. Bütün yorumların ve anlatıların eşit geçerliliği vardır.
1994’te basılan Marx’ın Hayaletleri kitabında, Marx’ın fikirlerine
bilimsel bir sistem olarak değil de ahlaki bir sistem olarak
bakılması gerektiği fikrini ileri sürmüştür.
Jean Baudrillard (1929-2007) Fransız bir kültür kuramcısı ve
filozoftur. Erken dönem çalışmaları Marx’tan çok etkilenmiştir ve
temel Marksist kuramların bazılarının uzantısıdır. Kapitalizmin
genişlemesinin beraberinde toplumsal değişimi getirdiğine katılır,
fakat tüketim toplumunun nasıl değiştiğini hesaba katmak için
Marx’ın güncelleştirilmesi gerektiğine inanır. Dünyanın artık
üretimden ziyade yeniden üretim toplumu olduğuna inanır. Bunun
anlamı, imge ve enformasyonun ekonomi için tıpkı metalar gibi
önem taşımasıdır. Gramsci gibi o da kültürel üstyapının, ekonomik
temelde gerçekleşen şeylerin bir yansıması olduğuna değil kendine
ait bir gücü olduğuna inanıyordu. Bunun yanı sıra, Marx’ın üretim
biçimleri ve ilişkileriyle ilgili kuramlarının, modern tüketimciliğin
yükselişini göz önünde bulundurmadığı görüşündeydi.
Jean-Francois Lyotard (1924-98) Fransız bir filozof ve edebiyat
kuramcısıdır. 1979’da Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir
Rapor kitabını yazmıştır. Bu kitapta, postmodern dünyada
kimsenin büyük anlatılara veya kimi zaman dendiği şekliyle metaanlatılara inanmadığı fikrini ileri sürmüştür. Büyük anlatılara
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
187
örnekler arasında, büyük ölçekli kuramlar veya dünya felsefeleri,
tarihe tutarlı bir ilerleme olarak bakılması veya bilimin her şeyi
bilebileceği ya da her şeye dair büyük bir birleşik kuram formüle
edebileceği bulunur. Marx’ın tarihsel materyalizmi ve ekonomik
determinizmi de büyük anlatılardır ve bu sebeple, Lyotard’ın
postmodern dünya anlayışını kullanırsak, insanlar Marx’ın
felsefesine inanıp onu takip etmeye daha az eğilim göstermektedir.
Gilles Deleuze (1925-95) ve Felix Guattari (1930-92) 1972’de bir
kitap yazdılar: Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni. Bu kitapta
kapitalizmin bireyleri baskı altında tuttuğunu ve onlara, metaların
üretim ve tüketimiyle bağlantılı yanlış “dolayımlı” arzular
verdiğini iddia ettiler; bu, Frankfurt Okulunun kanaatlerinin bir
uzantısıdır. Her ne kadar Marksist olsalar da, işçi sınıfının farklı
türde insanların değişik bir karışımı olduğuna inanarak sınıfı bir
tür efsane olarak gördükleri için görüşleri, klasik Marksist görüşten
farklılaşır. Devrimi gerçekleştirmek için bir araya gelecek tek tip
bir işçi sınıfına inanmazlar ve klasik Marksist sınıf görüşünün
yanlış olduğunu düşünürler. Klasik Marksizmde kadınların ve
etnik azınlıkların genellikle marjinalleştirildiğine inanırlar ve onlara
göre sınıf mücadelesi, oldukça karmaşık olan toplumsal yapının
temeli değil sadece bir akımıdır. Frankfurt Okulu düşünürleri,
devleti tekil bir monolitik varlık olarak görüyor ve toplumun,
pasif tüketicilerden oluşan homojen bir kitle haline geldiğine
inanıyorlardı. Deleuze ve Guattari bu bakış açısına katılmıyorlardı;
onlara göre toplum karmaşık bireylerin farklı bir karışımıydı
ve bu çeşitliliğinden ötürü kapitalizmin istikrarsızlaştığını
düşünüyorlardı. “Kendilik” görüşleri de oldukça postmoderndir.
Tek bir kimliğe veya sabit bir kendiliğe saplanmanın gerekli
olmadığına, insanların farklı “hayatlar” yaşama ve kendilerini
yeniden icat etme tercihlerinin olduğuna inanıyorlardı; insanlar
sosyal “kuralları” takip etmek zorunda değillerdi.
Francis Fukuyama (1952–
) 1992’de basılan Tarihin Sonu
ve Son İnsan kitabında “tarihin sonuna” ulaştığımız fikrini
ileri süren Amerikan siyaset bilimcisidir. Bu kitapta, Birleşik
Devletler’de ve Britanya’da uygulanan liberal demokrasinin
188
toplumun son biçimi olduğunu ileri sürmüştür. Bu düşüncesi,
Hegel’in on dokuzuncu yüzyılda Prusya toplumuna bakışına bazı
yönlerden çok benzemektedir. Fukuyama, toplumumuzu “evrensel
aklın” son ürünü olarak görmez; liberal demokratik değerlere
dayanan Batı medeniyetinin ekonomik anlamda insanoğlunun
ihtiyaçlarını karşıladığını ve özsaygı ve tanınma ihtiyaçlarımızı
tatmin ettiğini, dolayısıyla kendimizi “gerçekleştirdiğimizi”
iddia eder. Beşinci bölümde gördüğümüz gibi “gerçekleştirme”
genellikle yabancılaşmanın tersini belirtmek için kullanılan bir
terimdir; bu yüzden Fukuyama’ya göre modern Batı toplumunda
yaşamak, Marx’ın öyle olacağına inandığı gibi, bir yabancılaşma
deneyimi değildir. Fukuyama’nın kuramının özünde, insan
doğasına tanınma, kabul görme arzusunun hükmettiğine dair inanç
yatar. Komünizmin çökmesinden ve Soğuk Savaşın bitmesinden
sonra ideolojik mücadeleye ihtiyaç kalmadığına inanır. Ne var
ki, bilimsel ve teknolojik değişimlerin tarihte gelişmelere yol
açabileceğini yazdığından dolayı, neticede her şeyin sonu gelmiş
değildir. Onun kuramını eleştirenler, Soğuk Savaş bitmiş olmasına
rağmen ideolojiler arasındaki çatışmanın sonunun gelmediğine
işaret ederler. Komünist Kuzey Kore ve Batı dünyası arasında yeni
bir Soğuk Savaş’tan ve yeni bir nükleer silahlanma yarışından
bahsedilmektedir. Şu anda bile, çok sayıda ideolojik çarpışma
sürmektedir. Bunlar arasında dini gruplar arasındakiler de bulunur:
Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan gruplar. Bu çarpışmalar terörist
eylemlerle alevlenmektedir ve şu anda ideolojik çatışma hiç de
bitiyor gibi görünmemektedir.
POST-MARKSİZM
Post-Marksizm, Marx’ın kuramları üzerine kendi kuramlarını inşa
eden fakat çok daha ileriye giden, bu yüzden de Marksist düşünce
olarak düşünülenlerin dışında veya ötesinde olan düşünürleri
tarif etmek için kullanılan bir terimdir. Post-Marksistler
Marx’ın çalışmalarına içkin olan ekonomik determinizmden
uzaklaşmışlardır ve onun sınıf kavramına katılmazlar, ama
toplumun üyeleri arasında bir dayanışma olması gerektiğine
inanırlar. Ernesto Laclau (1939- ) ve Chantal Mouffe (1943- ),
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
189
1985’te Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir
Politikaya Doğru kitaplarının yayınlanmasının ardından en tanınan
post-Marksistler haline geldiler. Bu kitapta, klasik Marksizmi
analiz ettiler, fakat Derrida’nın dil ve yapısöküm kuramından
yararlanıp aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya kuramını da
inceleyerek daha postmodern bakış açıları getirdiler. Toplumsal
çatışmaların, toplumun ve kişiliklerin karmaşıklığından ötürü
anlaşılması güç olan hegemonya içindeki “antagonizmalardan”
çıktığına inanıyorlardı. Postmodern düşünce bireyi bir dizi
anlatı olarak görür; örneğin Laclau ve Mouffe işçi sınıfından bir
kişinin hiçbir zaman sadece “işçi sınıfından” bir kişi olmadığı
görüşündedirler. Bu kişi aynı anda hem yalnız bir ebeveyn, hem
etnik bir azınlık, hem bir kadın hem de işçi sınıfından biri olabilir.
Laclau ve Mouffe’e göre kişiliğin bu farklı yönlerinin her biri
antagonizma ya da çatışma içinde olabilir. Sınıf, hiç de birleştirici
bir yapı değildir. Herkesin, kendi deneyimlerine dayanan öznel
bir toplum görüşü vardır; sınıf kimliği bunun sadece küçük bir
parçasıdır ve bu yüzden sınıfa dayalı bir devrim başarısızlığa
mahkûmdur. Çatışmalar her zaman toplumun bir parçası olacaktır
ve toplum da her zaman istikrarsız ve değiştirilebilir olacaktır,
fakat antagonizmalara rağmen insanlar yerel düzeylerde harekete
geçmek için bir araya gelebilirler.
Post-Marksistler basmakalıp demokratik süreçlerin aslında birçok
insanı yabancılaştırdığına ve de komünizm altında bile devletin
her zaman yozlaşmaya açık olduğuna inanırlar. İnsanların kendi
çıkarlarını piyasada yükseltip yerel mücadeleler için bir araya
gelerek değişim sağladığı bir tür “sivil toplumu” ileri giden yol
olarak görürler.
Marx nereye uygundur?
Toplumun, yeni postmodern bir çağa doğru ileri mi itildiğine
yoksa hâlâ modernist dünyanın bir parçası mı olduğuna dair
oldukça fazla sav bulunur. Jürgen Habermas halen son aydınlanma
çağında yaşadığımız fikrini ileri sürerken bazı insanlar postmodern
190
dünyanın bile bittiğini ve post-postmodern bir dünyada
yaşadığımızı iddia eder. Peki, tüm bunların Marx’la ilişkisi nedir?
Marx, “modernlik” hakkında yapılandırılmış bir biçimde yazan
ilk kişilerden biriydi, teknolojinin yükselişini ve Sanayi Devriminin
etkilerini belgeledi. Toplumun her zaman göründüğü gibi
olmadığını fark etmemize de yardımcı oldu. Bu yolla postmodern
dünyanın pek çok düşünürüne ilham verdi, fakat bu kişilerin
düşünceleri Marx’ın çok ötesine geçti ve birçoğu onun felsefesinin
belli bölümlerine, özellikle de dünya tarihinin sınıflar mücadelesi
tarihi olduğu yönündeki görüşüne karşı çıktı. Bugünün dünyasında
sınıfların rolüne dair büyük bir tartışma vardır. Sözgelimi etnik
kimlik, cinsiyet ya da yaş gibi hatlar üzerindeki diğer insan
grupları da en az sınıf kadar önemli görülmektedir. Eğer Marx’ın
tanımladığı şekliyle sınıf diye bir şey ve bunun başka bir sınıf
tarafından ezilmesi yoksa, bunun işçi sınıfı dayanışması üzerinde
nasıl bir anlamı olacaktır? Toplum, ortak değerleri olmayan çeşitli
parçalanmış benliklerden meydana geliyor gibi göründüğünde
devrimin gerçekleşebilmesinin bir yolu var mıdır? Dünyanın tüm
sorunlarına bir çözüm getirme girişiminde bulunan bir inanç
sistemiyle dünya dönüştürülebilir mi? Postmodern düşünürler “her
şeyin kuramı” diye bir şeyin olduğuna inanmazlar; Marksizm,
dünyaya bakmanın çok sayıda farklı yolundan sadece birisidir
—öznel ve büyük bir anlatıdır.
Ne var ki Radikal Marksistler buna katılmaz. Postmodern kuramın
sadece hegemonyanın başka bir biçimi ve insanları, geç kapitalist
dünyadaki gerçek sorunlardan uzaklaştırma girişimi olduğuna
inanırlar. Postmodernistlerin, popüler kültürü kutsamakla ve Batı
dünyasında bile halen, kapitalist sistem alaşağı edilmeden sona
ermeyecek, yoksulluk içinde yaşayan birçok aile olduğunu göz ardı
etmekle uğraştığına inanırlar.
Postmodernizm, evrensel veya mutlak hakikatlerin olmadığı
yönündeki felsefi bir inanç olan kültürel göreceliğin bir biçimi
olarak görülebilir. Hakikat sadece belli bir referans sistemine
—bu örnekte kültüre—göre olabilir. Bu durum adaletsizliğe karşı
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
191
mücadele etmek isteyenler için bir sorun olarak görülür. Çünkü
bir şeyin adaletsiz olup olmadığına nasıl karar vereceksiniz
ve herhangi bir şey hakkında ahlaki ve etik yargılara nasıl
varacaksınız? İnsanlar baskıya ve sömürüye ne kadar tahammül
etmeliler? Postmodernizmin bu sorulara yanıtı yoktur. O, bu
soruları sormaz bile.
Marksizm yirmi birinci yüzyılda geçerli midir?
Pek çok insan, komünizmin çöküşünü Marx’ın bugünün
dünyasında geçerli olmadığının bir kanıtı olarak görür. Sovyetler
Birliği çöktükten ve Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Komünist
Çin, Batı’nın etkisine ve ekonomisi de özel girişime daha açık bir
hale geldi. Her ne kadar Marx’ın tahayyül ettiği komünizm hiçbir
zaman var olmamış olsa da, insanlar komünizmin başarısızlığını
Marx’ın başarısızlığı olarak kabul ettiler.
Yirminci yüzyıl tarihinin bize gösterdiği şey, Marx’ın fikirlerinin,
bütün dünyanın yoksulları ve ezilenlerinin imgelemini yakalama
gücüdür. Onun veya diğer insanların inançlarının, bunlara dair
yorumların dünya tarihini değiştirdiğine hiç şüphe yoktur.
Marx’ın bugünün toplumunda geçerli olup olmadığı, ateşli
Marksistler, öğrenciler ve sarhoş meyhane filozoflarının yanı
sıra birçok felsefeci, iktisatçı, tarihçi ve başka disiplinlerden
akademisyenler tarafından düşünülüp tartışılmaktadır. Hemen
herkesin, özellikle bilgi dolu olmasa da Marx’a dair bir fikri vardır.
Bu konu hakkında üç temel argüman söz konusudur:
• Marksizm bugün geçerli değildir, çünkü hiçbir zaman geçerli
bir düşünce olmadı. Marx’ın bilimsel yöntemi kusurluydu ve
ekonomi kuramı tamamen hatalıydı.
• Marksizm bugün geçerli değildir, çünkü kendi zamanının
bir ürünüdür. Marx’ın yazdığı dönemde var olan kapitalist
toplum artık yok. Artık proletarya diye bir şey kalmadı, bu
yüzden devrim de olmayacak. Bizler, on dokuzuncu yüzyıla hiç
192
benzemeyen postmodern bir dünyada yaşıyoruz. Artık sınıf diye
bir şey yok; her şeyle ilgili büyük kuramlar yanlıştır.
• Marksizm hâlâ geçerlidir. Komünizmin bazı ülkelerdeki
başarısızlığı, Marx’ın hatalı olduğunu göstermez. Aslına
bakılırsa o, kendi kuramlarından uzaklaşan bir salınım
olacağını ve kapitalizmin, en sonunda bozguna uğramadan
önce karşı koymaya çalışacağını öngörmüştür. Dünya değişmiş
olabilir, fakat ekonomi halen kapitalist olduğuna göre onun
kuramları hâlâ geçerlidir. Postmodern kültür hegemonyanın bir
parçasıdır ve insanları pasif, herhangi bir şeyi analiz etmekle
değil de yalnızca şöhretle ilgilenen kimseler haline getirme
girişimidir.
Yukarıdaki kuramlardan birincisinin yanlış olduğu çok bellidir,
çünkü Marx her şey hakkında tamamen yanılmış da olsa birçok
insan onun söylediği şeye göre hareket etmiştir, bu yüzden de
mutlaka biraz geçerli olması gerekir. Komünizmin çökmesine
rağmen halen komünist ülkelerde yaşayan milyonlarca insan
vardır. Derrida, Marx’ın Hayaletleri’nde, geçmişten veya ona dair
yorumlardan asla kurtulamayacağımızı, bu sebeple de Marksizmin
artık bilincimizin bir parçası olduğunu yazmıştır. Derrida,
Marksizmin tarihsel materyalizmine katılmasa bile, ekonomik
baskıdan kaynaklanan adaletsizliğin ve yoksulluğun halen var
olduğunu kabul eder. Marx, dikkatimizi buna çeken kişidir ve
söz konusu sorun ortadan kalkmamıştır. Marx’ın yöntemlerinin
geçerliliği hakkındaki tartışma, hiçbir şeyi çözmez.
İkinci ve üçüncü kuramların her ikisi de, Marx’ın eserinin geniş
hacminden ötürü, bir ölçüde doğru olarak görülebilir; bu doğruluk,
çalışmalarının hangi yönünün incelendiğine bağlıdır.
TARİH
Marx’ın tarih çalışırken kullandığı “bilimsel yöntem”, modern
standartlar tarafından bilimsel olmamakla eleştirilir. Yirminci
yüzyıl filozofu olan Karl Popper, düzgün bir bilimsel çalışmada
yapabileceğiniz şekilde Marx’ın savlarının doğru veya yanlış olup
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
193
olmadığını kanıtlamanın etkin bir yolu olmadığına inanır. Ne
var ki Marx, eski toplumlar hakkında oldukça fazla veri toplayıp
sınıflandırmıştır ve modern sosyal bilimler, onun tekniklerinden
ortaya çıkmıştır. Marx, şeylerin sınıflandırılmasıyla ilgili kendi
döneminin bilimsel yöntemlerini kullanmaya çalışarak oldukça
yapılandırılmış bir şekilde yazmış ve araştırma yapmıştır.
EKONOMİ
Marx, eğitim almış bir iktisatçı değildi. Ekonomiyle ilgili
öngörülerinden bazılarının yanlış olduğu kanıtlandı; örneğin
ücretlerin asgari geçim düzeyine düşürüleceği. Bu düşüncesinin
aksine birçok insan, gerçek anlamda yüz yıl önce olduğundan
çok daha iyi durumda. Marx’ın diğer savlarıysa doğrudur. Büyük
şirketlerin dünya piyasalarına hâkim olacağını öngörmüştür.
Yirminci yüzyılın sonunda, bankalar, yayınevleri ve bilgisayar
yazılımı şirketleri de içinde, gitgide daha fazla şirket büyük
şirket grupları oluşturmak için birleşiyor. Yirmi birinci yüzyılda,
birbirlerini devralan, mülkleri satın alan ve küçük dükkânları iş
hayatından çıkmaya zorlayan büyük süpermarket zincirleriyle
bu akım devam ediyor. Marx, sanayinin teknolojiye gitgide daha
fazla dayanacağını ve durgunluk dönemlerinin yaşanacağını da
öngörmüştü. Bu öngörülerin her ikisi de doğru çıkmıştır.
Genel bakış
2008’de başlayan son ekonomik durgunluk küresel çapta
gerçekleşmiştir ve kısmen, büyük ölçekli bankacılık
şirketlerini düzenlemedeki başarısızlığa atfedilmektedir.
SINIF VE TOPLUM
Toplum iyiye doğru değişti; Batı dünyasında birçok eşitsizlik
ortadan kalktı. Genel oy hakkı, Marx’ın zamanından bu yana
toplumun yapısını değiştirdi. Britanya’da, ihtiyacı olan herkese
üniversite seviyesine kadar ücretsiz eğitim ve sağlık hizmeti
194
veriliyor. Gerçi bunu, zenginlerin daha iyi bir özel tedavinin ve
eğitimin masraflarını karşılayabildiği iki kesimli bir sistem olarak
görenler de var. Buna rağmen yine de bu, Viktorya çağına göre
büyük bir ilerlemedir ve sonuç olarak Britanya’daki insanların
çoğunun hayatları ve sağlığı daha iyi durumdadır. Feodal Lordlar
Kamarası yeniden düzenlenmiştir, artık kalıtım bu kanun yapıcı
organa uygun olmanın tek kıstası değildir. Bununla birlikte
Marksistler “onur parası” skandalının, bir politik sistemi
değiştirmek için sadece bir yasada düzenlemeler yapmanın yeterli
olmadığını gösterdiğini iddia edeceklerdir.
Genel bakış
2006/7’de Birleşik Krallık’ta yaşanan “onur parası
skandalı”, “asalet parası” skandalı olarak da bilinir.
İddialara göre belli işadamları, başbakan tarafından
soyluluğa aday gösterilmek karşılığında iktidardaki İşçi
Partisi’ne büyük krediler açmıştır.
Her ne kadar Marx’ın tarif ettiği şekliyle bir proletarya bugün
var olmasa da, insanlar hâlâ kendilerine “ücretli köleler” diyor ve
kredi kartı şirketlerine borçlarını ödemek için çok fazla çalışıyorlar.
Gitgide daha fazla insan kendini tüketim toplumuna kaptırdığı için
Britanya’da borçlanma, büyük bir sorun haline gelmeye başladı.
Marx’ın öngördüğü gibi halen evsiz ve işsizlerden oluşan büyük bir
alt sınıf bulunuyor.
FELSEFE
Felsefesine baktığımızda Marx, bugünün dünyasına çok daha
uygun görünür. Göz önünde bulundurulması gereken iki temel
felsefi nokta vardır:
• İnsan doğası sabit bir şey değildir, ancak toplumsal ve
ekonomik koşullara göre değişir. Bu, ekonomik sistemin
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
195
değişmesiyle toplumun da değişebileceği anlamına gelir. Marx,
dikkatimizi bu fikre çekmeden önce kimse bunun farkında
değildi. Bununla birlikte, yirminci yüzyıl tarihi, Marx’ın
gelişebileceğini düşündüğü eşitler toplumunu yaratmanın onun
inandığı kadar kolay olmadığını da göstermiştir. Komünist
devletlerin eşitsizliklerle dolu olması, Marx’ın tümüyle yanıldığı
anlamına gelmez, ama belki de onun, insan doğasının esnekliği
konusunda birçok kişiden daha iyimser olduğunu gösterir.
• Marx’ın felsefesinin en önemli kısmı, özgürlüğün doğası
hakkında bize kazandırdığı kavrayıştır. Kapitalizm altında
özgür gibi görünebiliriz, fakat ekonomik koşullar işimizi,
dinimizi, politikamızı ve fikirlerimizi kontrol ettiği için
hayatlarımızı ya da toplumumuzu kontrol edemeyiz. İngiltere’de
işe devamsızlığın en önemli üç nedeninden biri depresyondur.
Acaba bu, yabancılaşmanın bir işareti olabilir mi? Elbette
bu, kolay kanıtlanamayacak bir varsayımdır, ama NOP’nin
2006’da yürüttüğü araştırmalara göre şu anda İngilizlerin
sadece yüzde 36’sı kendisini “çok mutlu” hissediyor; oysa
1957’de bu rakam yüzde 52’ydi. Maddi sahipliklerindeki artışa
rağmen insanlar 50 yıl önce olduklarından daha az mutlular. Bu
yabancılaşma olasılığını kabul edebiliyor olmamız bile, Marx’ın
bu fikri tanıtmış olması sayesindedir. Artık insanlar, hayatlarını
şekillendiren toplumsal ve ekonomik etkilerin çok daha fazla
farkındadır ve bu da kısmen, dikkatimizi bu fikre ilk çeken kişi
olan Marx’ın sayesindedir.
Gelecek
Sadece 100 yıl içinde dünya, Marx’ın öngöremeyeceği bir şekilde
gelişmiştir. 1980’lerin başlarında çok az insan ev bilgisayarlarının,
cep telefonlarının, internetin gücünün olağanüstü yükselişini,
hangi teknolojik ilerlemelerin kısa sürede toplumumuzun hangi
yönlerini ne kadar değiştireceğini önceden görebilmişti. Müzik
sektöründe ve yayıncılıkta, insanların üretim araçlarını kendi
ellerine aldıklarının işaretleri bulunuyor; Batı dünyasındaki
teknoloji, hepimizin kendi müziğimizi kaydedebileceğimiz ve kendi
kitabımızı hazırlayabileceğimiz anlamına geliyor. Bunlar da bir kez
196
daha toplumun yapısını, hemen şimdiden emin olamayacağımız
şekillerde etkileyecektir.
Sanayinin küreselleşmesine ve gelişmekte olan ülkelerin
çalışanlarının sömürülmesine karşı da büyüyen bir hareket
vardır. Kapitalizm, “dünyanın her yerine peşinden yoksulluğu
götürmekle” suçlanıyor; bir ülkede işçiler adil ücret ve haklar elde
eder etmez ürünlerin fiyatı hemen artmaya başlar ve bu yüzden
üretim dünyanın başka bir yerine taşınır. Şu anda İngiltere’de
birçok mamul ürünü Çin ve Laos’tan alıyoruz. Bu, proletaryanın
bizim kültür ve toplumumuzun dışında var olduğu ve neredeyse
görünmez bir hale geldiği anlamına geliyor. Birçok Marksist,
dini ve ekolojik grupların da dahil olduğu küreselleşme karşıtı
kampanyaların bir parçasıdır. Bunun, uzun vadede toplumumuzu
nasıl etkileyeceği belli değildir.
Önümüzdeki 100 yıl içinde Marksizmin nasıl gelişeceğine bakmaya
çalışmak, bilim-kurgu egzersizi yapmak gibi olur. Teknolojinin
toplumumuzu nasıl değiştireceğini öngöremeyiz. Belki teknolojik
Yab ancıları k as te di yorduk .
Ölüm ışınını ak t if leşt i r !
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
197
ilerlemeler sonucu çalışma ortadan kalkacak, belki de bir felaket
yüzünden toplum yıkılacak ve ilkel komünizme geri döneceğiz.
Marx’ın öngördüğü devrim şimdiye dek gerçekleşmedi, ama bu
hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği anlamına mı geliyor? Marksistler,
nüfusun yüzde onu zenginliğin yüzde 99’una sahip olduğu sürece
eşitlik diye bir şeyin olmayacağını iddia ediyor. Halen dünyada,
toplum kapitalizmin egemenliği altında olduğu sürece bir devrimin
zorunlu olduğuna inanan çok sayıda Marksist grup bulunuyor.
Marx’ın fikirleri dünyanın dört bir tarafındaki insanların aklında
hâlâ canlı kaldığı sürece, bu da bir olasılık olarak kalacaktır.
198
BUNLARI UNUTMAYIN
• Yirminci yüzyılda çok sayıda Marksizm ekolü gelişmiştir.
• Akademik çevrelerde Marksizm kimi zaman rağbet görmüş
kimi zaman görmemiştir.
• Birçok insan Marx’ın modasının geçtiğini ve bugünün
postmodern dünyasına uygun olmadığını düşünür.
• Başkaları, toplumdaki eşitsizlikler yüzünden Marx’ın geçerli
olduğuna ve devrimin hâlâ gerçekleşebileceğine inanır.
• Marx’ın yaptığı en büyük katkı, insan doğasının sabit
olmadığını ve insanlar özgür olduklarına inandıklarında
bile çeşitli dış etkiler tarafından kontrol edildiklerini bize
göstermesidir.
• Toplum, Marx’ın asla öngöremeyeceği bir şekilde hızla
değişmektedir ve teknolojik ilerlemeler ileride nelerin
gerçekleşeceğini öngörmemizi çok zorlaştırmaktadır.
Marx sonrası Marksizm – Marksist düşüncenin gelişimi
199
200
Kavram dizini
Anarşistler Toplumun bir hükümete ihtiyacı olmadığı
kuramına inananlar.
Antitez Antik Yunan’dan gelir ve anlamı olumsuzlamaktır.
Antitez Hegel’in diyalektik gelişme görüşünün ikinci
aşamasıdır; ilk aşama olan tezin karşıtıdır.
Artı değer kuramı Kapitalistlerin işçilerinin emek gücünden
nasıl kâr elde edebildiğini açıklayan Marksist kuram.
Batı Marksizmi Sovyetler Birliği ve Çin’de Marx’a dair
yapılan yorumlara katılmayan, Batı dünyasındaki
kuramsal Marksistlerin geniş grubu.
Bolşevikler Devrimci hareketin bir koludur. Aslen Rus
Sosyal Demokrat İşçi Partisinin bir parçasıdır.
Burjuvazi Kapitalizmi geliştirip iktidarı aristokratlardan alan
orta sınıf.
Çar 1917’deki Komünist Devrimden önce var olan yarı
feodal sistemdeki Rus imparatoru veya lideri.
Değişim değeri Metaların birbirleriyle ilişkiye girdiklerinde
sahip oldukları değer.
Demokrasi Bütünün, erişkin nüfusun istekleriyle yönetilen
ve hiçbir küçük grubun yönetme hakkının olmadığı bir
devlet. Antik Yunan’dan gelir; demos (halk) ve kratos
(güç).
Kavram dizini
201
Devrim Toplumun yapısında büyük değişimlerle
sonuçlanacak şekilde bir yönetici sınıfın bir başkası
tarafından devrilmesi.
Devrimci komünizm Komünist bir devletin sadece devrimle
yaratılabileceğine dair inanç.
Diyalektik Çelişki ve değişimin felsefi kuramı.
Diyalektik materyalizm Gerçek dünya ile fikirler dünyası
arasındaki ilişkiyi incelemenin Marksist yolu.
Domino teorisi Komünistlerin ülkeleri ele geçirmesiyle
ilgili ABD teorisi ve aynı zamanda Güneydoğu Asya
politikalarına müdahale gerekçesi.
Ekonomik determinizm Ekonomik yapının toplumun,
politikanın ve tarihin gelişimini yönettiğine dair kuram.
Ekonomik temel Ekonominin toplumdaki yapılanma şekli.
Eleştirel kuram Marksist terimlerle bu, Marx’ın eserine ve
geleneğine bakarak ve onun yöntemleriyle Marksizmden
üretilen çeşitli eleştirileri göz önünde bulundurmanın bir
yoludur.
Emek gücü İşçinin gücü ve becerisi.
Emek Hammaddelere değer katmak için yapılan çalışma.
Emperyalizm Bir toplumun, başka bir toplumun ekonomik
ve politik egemenliği altında olması.
Engels, Friedrich Zengin bir tekstil imalatçısının oğlu. İşçi
sınıfının zor durumu hakkında yazmıştır ve Marx’ın en
yakın arkadaşıdır.
202
Evrensel akıl Hegel’in felsefesine göre bu, insan ruhuyla aynı
olmamakla birlikte insanların içinde yaşayan, kendi hedef
ve amaçları olan akılcı tindir. Evrensel Tin olarak da
bilinir (Almancada Geist, İngilizcede spirit).
Evrimci komünizm Komünist sistemin, devrime gerek
olmadan kapitalist sistemin doğal çözülüşü yoluyla
oluşacağına dair inanç.
Fabian Topluluğu İngiliz İşçi Partisi’yle bağları olan 1884’te
kurulmuş bir sosyalist örgüt.
Faşizm Otoriter ve militarist bir politik ideoloji.
Fazla ürün Üreticilerin temel ihtiyaçlarını karşılayan
ürünlerin fazlası olarak arta kalan ürünler.
Feodalizm Soylulara toprak üzerinde haklar tanıyan, onların
da bu toprakları hizmetleri karşılığında kendi serflerine
tahsis ettiği bir toprak sahipliği sistemi.
Fetişizm Cansız nesneleri arzu etmek, onları taparcasına
sevmek veya onlara aşırı ilgi göstermek; Marksist
terimlerle meta, para ve sermaye bu tür nesnelerdir.
Filozof Hakikati ve bilgiyi aramak için aklı ve düşünceyi
kullanan kişi.
Frankfurt Okulu Frankfurt’ta kurulmuş ve Sovyetler
Birliğinde savunulan ortodoks Marksist düşünceyi
eleştiren bir toplumsal kuram ekolü.
Fransız Devrimi (1789-94) Halkın, Fransız aristokrasisine
karşı yaptığı devrim. Kanlı bir ayaklanmanın ardından
soyluluk devrilmiş ve yerine burjuva demokrasisi
gelmiştir.
Kavram dizini
203
Gelişmekte olan dünya Yoksul, az sanayileşmiş ve
gelişmemiş ve de genellikle eskiden sömürge olan ülkeler.
Genç Hegelciler Hegel ve Feuerbach’ın fikirlerini tartışmış
olan bir grup radikal düşünür. Marx da öğrencilik
yıllarında bu grubun önde gelen bir üyesiydi.
Genelleşmiş meta üretimi Kapitalizm ve serbest piyasa
ekonomisi altında kimin ne yaptığına dair hiçbir
düzenlemenin olmadığı üretim biçimi.
Görecelik Bilginin ve değerlerin mutlak değil göreli olduğuna
dair inanç. Diğer bir deyişle, bir şeyin doğruluğu sadece
başka bir şeyle ilişkisi içinde ilan edilebilir.
Hegel, Georg Alman filozof. Medeniyetin ilerlemesi
hakkındaki yazıları Marx’ı etkilemiştir.
Hegemonya Yönetici sınıfın, kendi dünya görüşünü doğru
ve doğal olarak kabul etmesi için toplumu ikna etmesinin
algılanması güç bir yolu.
İdealist filozof İnsanoğlunun fikir ve inançlarının
gelişiminden sorumlu olan bir tür ilahi bir kuvvetin var
olduğuna inanan kişi.
İdeoloji Dünya görüşü. İnsanların, etraflarındaki dünyaya
dair algıları.
İktisatçı Üretim bilimini ve zenginliğin paylaşımını çalışan
kişi.
İlkel komünizm İnsanların avcı-toplayıcı olduğu uzak
geçmişte var olan sınıfsız bir toplum türü.
Kamulaştırma Devlet mülkiyeti haline getirme.
204
Kapitalizm Özel mülkiyetin ve malların kâr amacıyla
satıldığı görece serbest pazarların var olduğu bir
ekonomik sistem.
Kızıl Muhafızlar Çin’deki kültür devrimi esnasında
çoğunlukla öğrencilerden oluşan komünist milis kuvveti.
Komünizm Özel mülkiyetin kaldırıldığı, sınıflar ya da
toplumsal bölünmeler olmadan insanların eşitlik içinde
yaşadığı bir devlet.
Köle toplumu El çalışmasının büyük kısmının özgür
olmayan ücretsiz işçiler tarafından yapıldığı bir toplum.
Kullanım değeri Bir metanın “yararlılığına” göre sahip
olduğu içkin değer.
Küçük Kırmızı Kitap Başkan Mao’nun Düşünceleri’nin
popüler ismi. Bu kitabın ayırt edici kırmızı bir kapağa
sahip milyonlarca kopyası dünyanın her yerine
dağıtılmıştır.
Kültür Devrimi Çin komünizminde, üstyapıyı dönüştürmeyi
amaçlayan bir devrim.
Kültürel Marksizm Toplumun analizinde medyanın, sanatın
ve kültürün rolünü hesaba katan bir Marksizm türü.
Laissez-faire Hiçbir devlet müdahalesi olmaksızın,
planlanmayan ve denetlenmeyen kapitalizm.
Lenin Rus Komünist lider. Proletarya diktatörlüğünü resmen
başlatmıştır.
Manifesto Amaçların ve politikanın kamuoyuna
açıklanması.
Kavram dizini
205
Mao Zedung (1893-1976) Çin Komünist Partisinin kurucu
üyesi, 1949’da devlet reisi diğer deyişle başkan olmuştur.
Maoizm Mao Zedung tarafından komünist Çin’de icat
edilen komünizm türü.
Marksçı Genellikle ekonomiye göndermeyle kullanılan
bu ifade, Marx’ın ekonomiyi analiz etme yolunun
geçerli olduğuna inanan ve devrim ya da sınıf değişimi
ihtiyacından bağımsız olan bir düşünce ekolüdür.
Materyalist filozof Bütün fikir ve inançların ilahi veya
doğaüstü bir kuvvetin müdahalesinin sonucu olduğuna
değil de maddi dünyadaki hayatın sonucu olduğuna
inanan kişi.
Meta Satmak için üretilen bir kullanım nesnesi.
Postmodern Kelime anlamı “modern sonrası” olan ama
birçok uygulaması olan esnek bir terim. Teknolojik
ilerlemeler, toplu iletişim araçları ve tüketim toplumu
sebebiyle gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri göz
önünde bulundurarak dünyaya bakma yöntemi.
Praksis Okulu Marksist düşüncenin Yugoslavya’da kurulan
hümanist bir ekolü.
Proletarya diktatörlüğü Komünist Devrimden sonra zorunlu
hale gelen demokratik olmayan kaçınılmaz devlet.
Proletarya Kapitalist sistemdeki mülksüz işçi sınıfı.
Proletaryanın öncüsü Proletaryayı eğitmeyi amaçlayan
komünist hareketin liderleri.
206
Radikal Genellikle toplumun temelinde değişiklik yaparak
politik sistemde köklü bir değişim isteyen kişi.
Sanayi Devrimi Sanayinin gelişimini ve 1750’lerde Britanya
çevresinde başlayan fabrika sistemini tarif etmek için
tarihçilerin kullandığı bir terim.
Sentez Antik Yunan’dan gelir ve anlamı birleşme ya da
karışmadır. Hegel’in diyalektiğinin, tezle antitezin bir
araya geldiği son üçüncü aşamasıdır.
Sermaye Artı değerin paraya dönüşmüş hali.
Sermaye birikimi Kârın daha fazla ürün almak yerine
gelecekteki üretime yatırılması.
Soğuk Savaş Gerçek savaşa girişemeyen ülkeler arasında
karşılıklı alınan düşmanca önlemler.
Somut emek Bir ürüne değer katmak için uygulanan emek.
Sosyalizm Marksist kuramda bu, devrimle gerçek komünizm
arasındaki aşamadır.
Sosyoloji Toplumla ve toplumsal sorunlarla ilgili çalışmalar.
Sovyetler Komünist Rusya’da bölgesel olarak seçilen
konseyler.
Soyut toplumsal emek Kapitalizmin, emeğe bir meta gibi
davranan ve onu günlük hayattan ayıran ekonomik bir
niteliği.
Sömürgecilik Siyasal iktidarların ülkeler tarafından ele
geçirildiği emperyalizmin ikinci aşaması.
Kavram dizini
207
Sömürü Bir kişinin kendi amaçları için bir şeyden veya
birisinden yarar sağlaması.
Stalin Sonunda diktatör haline gelen Rus köylüsü.
Şikago Okulu ekonomik sistemlerde laissez-faire tutumunu
savunan ve 1950’lerde Şikago Üniversitesinin çevresine
dayanan bir iktisat okulu.
Terörizm İnsanların, radikal toplumsal ve politik değişimleri
kabul etmelerini sağlamak için şiddetin kullanılması.
Tez Antik Yunan’dan gelir ve anlamı olumlamaktır. Hegel’in
diyalektiğinde, asıl kuramın veya diğer deyişle bakış
açısının tasarlandığı ilk aşamadır.
Toplumsal emek Feodal dönemde bu, özel girişimlerden çok
toplumun yararına harcanan emekti.
Toplumsal üretim Çalışmanın toplum içinde adil bir şekilde
dağılacağı şekilde örgütlenmesinin bir yolu.
Üretici kuvvetler Üretim araçlarının bir birleşimi, ör. emek
gücüyle birlikte fabrikalar ve makineler.
Üretim araçları Üretimin gerçekleşmesine imkân veren
hammaddeler, makineler ve toprak.
Üstyapı Toplumda bir iktidar yapısı oluşturan kültürel
kurumlar.
Ütopik Sosyalistler Efsanevi bir mükemmel devlete
inananlar.
208
Varoluşçuluk İnsanın özgür iradesinin önemli bir unsur
olduğu, saçma ya da anlamsız bir evren anlayışına
dayanan felsefi bir hareket.
Yabancılaşma Tecrit edilmiş veya toplumdan uzaklaşmış
olma duygusu.
Yanlış bilinç Kültür ya da toplum tarafından yaratılmış
yanlış inanç veya değerler.
Yapısalcı Marksist Marksizmde Louis Althusser’in
tasarladığı şekilde yapısal bir yol izleyen Marksist.
Yapısöküm Derrida’nın kuramlarına dayanan bir metin
okuma yöntemi. Yazılan şeydeki tutarsızlıklara bakıp
yazılanın hakiki anlamını ortaya çıkarma yaklaşımı.
Kavram dizini
209
210
Bir adım daha
1750 - 1917
Dünya tarihindeki olaylar
Sanayi Devriminin
Britanya’da
başlaması.
1775-83 Amerikan
Bağımsızlık Savaşı.
1789-94 Fransız Devrimi.
1799-1815 Napolyon Savaşları.
1830 Avrupa’nın
sanayileşmesi başlar.
Marx’ın hayatındaki olaylar
1750 1848 Paris’te, Viyana’da
ve Almanya’yla
İtalya’nın bazı
bölgelerinde
ayaklanmalar olur.
1818 Karl Marx doğar.
1835 Bonn Üniversitesine
girer.
1836 Berlin Üniversitesine girer.
1841 Jena Üniversitesinde tezi
kabul edilir.
1842 Gazeteci olarak çalışır.
1843 Jenny von Westphalen
ile evlenip Paris’e taşınır.
Komünist olur.
1845 Fransa’dan sürülüp
Belçika’ya taşınır.
1848 Komünist Manifesto
basılır.
1849 Almanya’dan sürgüne
gönderilip Londra’ya
taşınır.
Bir adım daha
211
1851-52 Louis Napolyon
İkinci Fransa
Cumhuriyetini ilan
eder.
1859 Politik Ekonominin
Eleştirisi Üzerine basılır.
1861-65 Amerikan İçsavaşı.
1870 Fransa-Almanya
Savaşı.
Paris Komünü ilan
edilir. Üçüncü Fransa
Cumhuriyeti kurulur.
1871 1864 Uluslararası İşçi Birliği
kurulur.
1867 Kapital’in birinci cildi
basılır.
1881 Karısı Jenny ölür.
1883 Karl Marx ölür.
1905 1914 1917 Birinci Rus Devrimi
Birinci Dünya Savaşı
başlar.
Bolşevik devrimi, o
zamana kadarki ilk
Komünist devlete
Rusya’da öncülük
eder.
Marx’ın hayatının özeti
1818
Karl Heinrich Marx 5 Mayıs’ta şimdiki Almanya olan Prusya’nın
Ren bölgesinde doğdu. Babası Heinrich Marx başarılı bir avukattı
ve Henrietta Pressburg olarak doğan annesi Hollandalıydı. Anne
212
ve babası Yahudiydi, fakat muhtemelen Yahudi düşmanlığından
ötürü, daha Karl doğmadan babası Hıristiyan olarak vaftiz
edilmişti.
1830-35
Marx, Trier’deki bir okulda okudu ve öğrenimine Baron von
Westphalen tarafından yardım edildi. Kendisinden dört yaş büyük
olan Baron’un güzel ve zeki kızı Jenny’yle tanıştı.
1835
Marx, Ekim ayında, Yunan ve Roma Mitolojisiyle Sanat Tarihi
derslerini takip etmesi gerektiğ halde zamanının çoğunu içerek
ve düellolara katılarak geçirdiği Bonn Üniversitesi’nde öğrenime
başladı.
1836
Heinrich Marx, oğlunun Berlin Üniversitesine geçmesi ve kendisini
öğrenimine daha ciddi bir şekilde adaması konusunda ısrarcı oldu.
Marx, Hukuk ve Felsefe dersleri almak için Ekimde bu okula
yazıldı. Jenny von Westphalen ile nişanlandı.
1836-39
Marx, Hegel’in felsefesinden etkilenmişti fakat yine de görüşleri
daha materyalist olan radikal Genç Hegelciler grubunun üyesi
haline geldi. Ateist görüşlere sahip olduğu için 1839’da görevinden
atılan bir teoloji öğretim görevlisi olan Bruno Bauer’den çok
etkilendi. Marx, bu sefer politikaya aktif bir şekilde katıldığı için,
bir kez daha öğrenimini ihmal etti.
1841
Tezini, kabul edilme olasılığının Berlin’den daha yüksek olduğunu
düşünen arkadaşlarının tavsiyesi üzerine, Jena Üniversitesine
sundu. O yıl Ludwig Feuerbach tarafından yayınlanan
Hıristiyanlığın Özü eserinden oldukça etkilendi.
1842
Ocak ayında radikal bir gazete olan Rheinische Zeitung’a yazmaya
başladı ve Ekimde bu gazetenin editörü oldu. Onun liderliği altında
Bir adım daha
213
gazete tirajını çok artırdı fakat hükümete yaptığı eleştiriler ve
toplumsal meselelerle ilgili içeriği sebebiyle otoriteler tarafından
kapatıldı.
1843
Yedi yıl süren bir nişanlılığın ardından Haziranda Jenny’yle
evlendi. Jenny’nin babası Marx’a onay vermişti, fakat ailesinin geri
kalanı bu evliliğe tamamen karşıydı. Kışın çift beraberce Paris’e
taşındı ve burada Marx komünist oldu ve işçi topluluklarıyla daha
fazla bağlantı kurmaya başladı. Arnold Ruge’nin kurduğu yeni bir
dergi olan Deutsch-Französische Jahrbücher’de çalıştı.
1844
Jahrbücher kapatıldı ama onun sayesinde Marx, ömür boyu
arkadaşı olacak Friedrich Engels’le tanışmış oldu. Bu yıl içinde,
her ne kadar daha 100 yıl basılmayacak olsa da Ekonomik
ve Toplumsal Elyazmaları’nı ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisine Katkı’yı yazdı.
1845-47
Marx Fransa’dan sürüldü ve 1845’te Jenny’yle birlikte Brüksel’e
taşındı. Engels’le daha yakın bir şekilde çalışmaya başladı ve
birlikte Bruno Bauer’le yandaşlarının eleştirisi olan Kutsal Aile’yi
ve Alman İdeolojisi’ni yazdılar.
1847-48
Bu senenin büyük bir kısmını Engels’le birlikte Komünist
Manifesto’yu yazmakla geçirdi. Bu kitap, Adiller Birliği’nden
gelişen Komünist Birlik adına yazılmıştı.
1848-49
Fransa, İtalya ve Avusturya’da devrimler başladı. Marx Paris’e
ve sonra da Ocak 1849’da Neue Rheinische Zeitung için
yazmaya başladığı Rheinland’a geri taşındı. Prusya’da anayasal
bir monarşinin kurulmasını talep eden çok sayıda makale yazdı.
Bunlar hükümet tarafından tehlikeli bulundu ve Mayıs 1849’da bir
yabancı gibi Prusya’dan kovuldu. Ağustosta Londra’ya taşındı ve
214
Komünist Birlik’e tekrar katıldı, fakat Londra’daki komünistlerden
hoşnut değildi. İnsanları, henüz hazır değilken devrim girişiminde
bulunmaya zorladıklarını düşünüyordu.
1850-64
Marx ve ailesi bu yılları, Soho’daki iki odalı evde yoksulluk
içinde geçirdiler. Engels bu aileyi maddi olarak destekliyordu,
fakat 1864’te babasına ait şirketin ortağı oluncaya kadar, katkıda
bulunabileceği fazla bir kaynağı yoktu. Marx parasının çoğunu
New York Tribune için Avrupa muhabiri olarak makaleler yazarak
kazandı. 1859’da ilk kitabı basıldı: Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı. Zamanının çoğunu en büyük çalışması olan Kapital için
araştırma yaptığı Britanya Müzesi Kütüphanesi’nde geçirdi.
1864-67
1864’te Uluslararası İşçi Birliği kuruldu, Marx her ne kadar lideri
olmasa da önemli bir üyesiydi ve tüzüğünü o tasarladı. Haftada
birkaç kez, Alman konseyinin temsilcisi olarak toplantılara
katılıyordu. 1865’te, Brüksel’deki bir toplantı için konuşma
olarak Ücret, Fiyat ve Kâr yazıldı. Ekonomik ve toplumsal tarih
araştırmaları için Britanya Müzesi Kütüphanesinde bir hayli zaman
geçiriyordu.
1867
Kapital’in 1. cildi uzun yıllar süren çalışmaların ardından nihayet
basıldı.
1868-70
Bu yılları toplantılara katılarak, Uluslararası İşçi Birliği için
çalışarak ve Kapital’in sonraki ciltleri üzerinde çalışarak geçirdi.
1871
Nisanda Paris Komünü ilan edildi. Bu, devrimden sonra sol kanat
politikacıların, işçilerin ve radikal aydınların kurduğu bir meclisti.
Komüncülerin yönetimi yozlaşarak terörün egemenliğine dönüştü
ve uzun süren kanlı çatışmaların ardından yenilgi geldi. Marx,
komünizme giden yolda ilerlediğini düşünerek komüne destek
Bir adım daha
215
vermişti; bu desteği, Uluslararası İşçi Birliğinde tartışmalara sebep
oldu. Birlik’in birçok üyesi ılımlıydı ve işçilerin haklarını hükümetle
işbirliği içinde kazanmak istiyordu. Radikal olduğu için Marx’a
sırtlarını döndüler. Anarşist Mikhail Bakunin’in öncülüğündeki
bir diğer fraksiyonsa, Marx’a yeterince radikal olmadığı için karşı
çıkıyordu. Marx sonu gelmeyen iç tartışmalara girmek istemiyordu;
böyle şeylerin onu çalışmalarından uzaklaştırdığını hissediyordu.
En sonunda Enternasyonal New York’a taşındı ve 1876’da
feshedildi.
1871-83
Marx, sosyal hayatında gitgide daha fazla hayal kırıklığına
uğrayıp hasta ve keyifsiz düştü. Kapital’in sonraki ciltleri üzerinde
çalışmaya hâlâ devam ediyordu. Karısı 1881’de ve en büyük kızı
Jenny 1883’te öldüler. Marx da kızından birkaç ay sonra akciğer
hastalığından öldü. Londra’daki Highgate mezarlığına gömüldü.
Belgeleri miras olarak Engels’e kaldı ve Engels onun çalışmalarını
sürdürdü.
Karl Marx’ın yazıları
Marx hayatı boyunca çok sayıda makale, deneme ve kitap
yazmıştır. Bunlar, en önemli düşüncelerini barındıran başlıca
çalışmalardır. Her ne kadar birçoğunun okunması yeni başlayanlar
için kolay olmasa da ve her ne kadar tümü sıradan kitapçılarda
bulunmasa da, daha derinlikli bir şekilde Marx çalışmak
isteyenler, Marx’ın orijinal eserlerinin mümkün olduğunca çoğunu
okumalıdır.
• Yahudi Sorunu Üzerine (1844). Daha çok Yahudi karşıtı bir
deneme fakat Marx’ın insan hakları görüşüne biraz ışık tutar.
• Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı (1844).
Bunun, Hegel’in Hukuk Felsefesinin tam bir eleştirisi olması
planlanıyordu, fakat tamamlanan tek kısmı giriş bölümüydü.
Bu önemli bir çalışmaydı, çünkü Marx proletaryanın
özgürleşmesinin öneminden ilk kez burada bahsetmiştir.
216
• 1844 Ekonomi ve Felsefi Elyazmaları (1844). Paris Elyazmaları
olarak da bilinir. Ancak Marx öldükten sonra yayınlanmıştır.
Bu elyazmalarının ana teması, kapitalist bir toplumda insanların
yaşadığı yabancılaşmadır.
• Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi (1844). Bu,
Engels’le birlikte, Genç Hegelcilerin fikirlerinin eleştirisi olarak
yazılmıştır. Başlığı, Bauer ailesine alaycı bir gönderme yapar. İlk
kez Almanya’da basılmıştır.
• Feuerbach Üzerine Tezler (1845). Bunlar, Marx’ın kendi
materyalist felsefesinin Feuerbach’ın felsefesinden nasıl
farklılaştığını göstermek için yazdığı kısa açıklamalardır. Engels
tarafından 1888’de basılmıştır. Feuerbach üzerine on birinci tez,
Marx’ın mezar taşına kazınmıştır.
• Alman İdeolojisi (1845-46). Bu kitap, ölümünden önce
yayınlanmamıştır ve Engels’le işbirliğinin ürünüdür. Materyalist
tarih görüşü kuramını belirttiği için ve dahası, kapitalist bir
dünyadaki yabancılaşmayı tartıştığı için önemlidir.
• Komünist Manifesto (1848). Komünist Birlik için Engels’le
birlikte yazılan bu eser, Marx’ın en önemli ve en bilinen
çalışmalarından biridir. İlk İngilizce çevirisi 1850’de yapılmıştır.
Doğrudan işçilere çağrı niteliğinde yazılmıştır, bu yüzden
propaganda hissi uyandırır. Kapitalist sistemi ve burjuvaziyle
proletarya sınıflarının yaratılmasını tarif eder. Sınıf çatışması
fikrini inceler ve işçileri devrime çağırır. Komünizmin nasıl
hayata geçirilebileceğine dair bazı fikirler de getirir.
• Ücretli Emek ve Sermaye (1849). Marx’ın 1847’de Belçika’daki
Alman işçi kulüplerinde verdiği derslerden üretilmiştir. Bu
dersler daha sonra Neue Rheinische Zeitung’da sonunun hiçbir
zaman getirilemediği bir dizi olarak yayınlanmıştır. Marx
öldükten sonra Engels, kendi çevirisini yayınlamadan önce
bu çalışmayı güncellemiş ve yeniden gözden geçirmiştir. Bu
çalışma, kapitalizmin büyümesi, ücret ve kârın nasıl belirlendiği
ve bunun işçileri nasıl etkilediği gibi Marx’ın ekonomik
kuramlarını açıklar.
• Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i (1852). Bu aslen,
New York’ta Almanca dilinde basılan bir gazete olan Die
Revolution’da yayınlanmıştır. On Sekiz Brumaire, Fransız
Bir adım daha
217
•
•
•
•
•
•
218
devrim takviminde Napolyon Bonapart’ın kendisini diktatör
ilan ettiği tarihe gönderme yapar. 1852’de yeğeni Louis
Bonapart kendisini İmparator Üçüncü Napolyon olarak ilan
etmiştir. Bu makalede Marx, Fransa’da politikanın 1848 ile
1851 arasındaki tarihini ve Louis’i iktidara getiren darbenin
arka planını tartışır. Kitap, kapitalist devlete dair kuramlarını
açıkladığı için önemlidir.
Grundrisse (1857-58). Bunlar, Politik Ekonominin Eleştirisine
Katkı ve Kapital kitaplarının hazırlanması esnasında çıkarılan
notlardır ve basılma niyetiyle yazılmamıştır. İlk kez 1931-41’de
Moskova’da basılmıştır ve 1953’te çevirileri çıkmıştır. Marx’ın
ekonomik felsefe ve tarih fikirlerini nasıl geliştirdiğini gösterdiği
için bunları çalışmak oldukça ilginçtir.
Ekonomi Politiğin Eleştirisi (1859). Esasen tarihsel materyalizm
kuramını özetlediği önsözünden ötürü önemli olan, ekonomi
üzerine kısa bir eserdir.
Artı Değer Teorileri (1861-63). Bunlar Marx’ın defterlerinde
bulunuyordu ve 1906-08’e kadar basılmadı. Esasen Kapital için,
ekonomik kuramın tarihsel bakış açısıyla ilgilenen notlardır.
Değer, Fiyat ve Kâr (1865). Birinci Uluslararası İşçi Birliği’ne
verilen ve Marx’ın ölümünün ardından basılan bir söylevdir.
Artı değer teorisi de dahil olmak üzere Marx’ın ekonomik
kuramının büyük kısmını Kapital’dekinden daha basit terimlerle
açıklar.
Kapital, 1. Cilt (1867). Marx’ın en önemli çalışmasıdır.
Ekonomiye ve bunun tarih ve toplumla ilişkisine dair uzun ve
ayrıntılı bir çalışmadır. Kapitalistlerin işçileri nasıl sömürdüğüne
dair ipuçları da verir.
Gotha Programının Eleştirisi (1875). Bu, iki Alman sosyalist
partinin birleştiği Gotha konferansı esnasında yazılan belgeye
dair bir yorumdur. Marx, Gotha programının, bilimsel
sosyalizmin öğretilerine bağlı kalmadığını hissediyordu. Bu
eleştiriyi bir cevap olarak yazdı ve bunu Alman sosyalist
liderlere gönderdi, fakat gerçekleşen birleşme üzerinde pek bir
etkisi olmadı. Bu yazı, Marx’ın ölümünden sonra yayınlandı;
gelecekteki komünist toplumun nasıl örgütlenebileceğine dair
yolları tartıştığı birkaç yazıdan biridir.
• Kapital, 2. Cilt (1885). Bu kitap Engels tarafından
yayınlanmıştır ve Marx’ın ölmeden önce arkasında bıraktığı
notlara dayanır. Ekonomik kuram hakkında çok daha fazla
ayrıntı verir ama görece daha kurudur. Marx’ın ekonomisine
büyük ilgi duyan bir akademisyen olmadığınız sürece
muhtemelen okumanıza değmeyecektir.
• Kapital, 3. Cilt (1894). Bu, Engels’in Marx’ın notlarından
yararlanarak yayınladığı bir diğer çalışmadır. 2. Ciltten biraz
daha ilgi çekicidir, fakat yine de yeni başlayanlardan çok
akademisyenlerin kullanımına daha uygundur.
Marx diyor ki…
Komünist Manifesto’dan bazı alıntılar.
KOMÜNİZM
Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti.
*
Bu anlamda komünistler, kuramlarını tek bir sözle özetleyebilirler:
özel mülkiyetin kaldırılması.
*
Komünizm, kimsenin toplumun ürünlerini mülk edinme gücünü
elinden almaz; yalnızca o mülkiyet yoluyla başkasının emeğini
boyunduruğu altına alma gücünü alır.
*
Sınıflarıyla ve sınıf çelişkileriyle birlikte eski burjuva toplumunun
yerini, her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin
koşulu olduğu bir birlik alacaktır.
SINIF
Bugüne kadar var olan toplumun tüm tarihi, sınıf mücadeleleri
tarihidir.
Bir adım daha
219
Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile
çırak—kısacası, ezen ile ezilenler birbirleriyle sürekli karşıtlık içinde
olmuş, birbirlerine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele
sürdürmüş ve bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci
bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte
çökmesiyle sonuçlanmıştır.
*
Feodal toplumun çökmesiyle oluşan modern burjuva toplumu,
sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmış değildir. Yalnızca, eskilerin
yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni mücadele biçimleri
getirmiştir.
*
Giderek tüm toplum birbirine düşman iki safa, birbirine doğrudan
karşıt iki büyük sınıfa ayrılıyor: Burjuvazi ile proletarya.
*
Her çağın egemen fikirleri yalnızca egemen sınıfın fikirleri
olmuştur.
BURJUVAZİ
İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, ataerkil, kırsal
ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları “doğal efendilerine”
düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış
ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit
ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır.
*
Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve
kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü,
vicdansız ticaret özgürlüğünü geçirmiştir. Kısacası burjuvazi, dinsel
ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık,
utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir.
*
Burjuva üretim ve değişim koşullarını, burjuva mülkiyet ilişkilerini,
böylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü
başarmış o modern burjuva toplumu, sonunda yer altından kendi
çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan büyücüye dönüşmüş
durumda.
220
Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla tüm faaliyetin duracağı,
genel bir tembelliğin ortalığı kaplayacağı ileri sürülüyor. Öyle
olsaydı burjuva toplumu aylaklık yüzünden çoktan çökmüş olurdu.
*
Sosyalist burjuvazi, modern toplumun koşullarını arzu eder, ama
bizzat o koşullardan kaynaklanan mücadeleler ve tehlikeler olmasın
ister. Mevcut toplumu, onu devrimci dönüşüme uğratacak ve
çözecek unsurlar kesilip atılmış olarak ister. Burjuvazi olsun ama
proletarya olmasın.
*
Böylece apaçık ortaya çıkıyor ki, burjuvazi daha uzun süre
toplumun egemen sınıfı olarak kalma ve kendi varoluş koşullarını
topluma düzenleyici yasa olarak dayatma yeteneğinde değil.
Burjuvazi egemenliğini sürdürme yeteneğinde değil, çünkü kölesine
köle olarak bile var olma güvencesi veremiyor, çünkü köleyi,
elinde olmaksızın, onun kendisini besleyeceği yerde kendisinin onu
beslemek zorunda olduğu bir duruma düşürüyor.
*
Toplum artık burjuvazinin sultasında yaşayamaz, yani,
burjuvazinin varlığı toplum tarafından taşınabilir gibi değil.
PROLETARYA
Proletarya, yani modern işçi sınıfı, ancak iş buldukları sürece
yaşar ve ancak emekleriyle sermayeyi artırdıkları sürece iş bulur.
Kendilerini parça başı satışa sunmak zorunda olan bu işçiler,
herhangi bir başka ticari eşya gibi bir metadır.
*
Buna karşılık modern işçi, endüstrinin ilerlemesiyle kalkınacağına,
sürekli kendi sınıfının koşullarının da daha altına düşmektedir.
İşçi sefilleşiyor ve sefalet, toplumdan ve zenginlikten daha hızla
gelişiyor.
*
Ne var ki sanayinin gelişmesiyle proletarya yalnızca çoğalmakla
kalmaz; giderek daha büyük kitleler halinde yoğunlaşır, gücü artar
ve gücünü daha fazla hissetmeye başlar.
*
Bir adım daha
221
Proleterlerin bir sınıf olarak ve böylece bir siyasal parti olarak
örgütlenmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabet yüzünden her an
yeniden parçalanıyor. Ama her seferinde yine oluşuyor, daha güçlü,
daha sıkı ve daha büyük çapta.
*
Günümüzde burjuvazinin karşısında yer alan tüm sınıflar içinde
yalnızca proletarya gerçekten devrimci sınıftır. Öteki sınıflar göçüp
gitmekte ve büyük sanayinin gelişimiyle çökmektedir; proletarya ise
büyük sanayinin en kendine özgü ürünüdür.
ÜTOPİK SOSYALİSTLER
En başta devrimci eylemler olmak üzere tüm siyasal eylemleri
kınarlar, amaçlarına barışçı yollardan ulaşmak isterler, ama bu
kaçınılmaz olarak başarısızlığa mahkûmdur; ve örnek göstermenin
kuvvetine dayanarak, yeni toplumsal dua kitabının yolunu
döşemeye çalışırlar.
Geleceğin toplumunun fantastik tasviri, proletaryanın henüz
gelişmemiş olduğu, dolayısıyla toplumu genel olarak dönüştürmek
adına ilk anlamlı çıkışı için kendi konumunu da fantastik olarak
kavradığı bir zamanda ortaya çıkmıştır.
SANAYİLEŞME
Buhar ve makineleşme sanayi üretimine devrim getirdi. Küçük
imalatın yerini büyük MODERN SANAYİ aldı.
*
Toplum bir anda kendini barbarlık durumuna düşmüş buluyor; bir
kıtlık, genel bir yok etme savaşı, tüm yaşamsal maddeleri toplumun
elinden almış görünüyor; sanayi, ticaret yok edilmiş görünüyor,
niçin? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla
sanayi, çok fazla ticaret var.
*
Proleterlerin yaptığı çalışma, makineleşmenin genişlemesi ve
işbölümü sonucu, işçiler için her türlü özerk karakterini ve
dolayısıyla her türlü çekiciliğini yitirmiştir. Proleter, makinenin bir
eklentisi haline gelmiştir.
222
EMPERYALİZM
Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, tüm
yerküreye el atıyor. Her yerde yuvalanması, her yerde yerleşik hale
gelmesi, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
*
Burjuvazi, tüm ulusları, eğer yok olmak istemiyorlarsa burjuva
üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını
ihraç etmeye, onları burjuva olmaya zorluyor. Tek kelimeyle,
kendine istediği gibi bir dünya yaratıyor.
KADINLAR
Kol emeği daha az ustalık ve daha az güç kullanımı ister hale
geldikçe, yani modern sanayi geliştikçe, kadın emeği de erkek
emeğini aynı ölçüde geriletmektedir. Cinsiyet ve yaş farklarının işçi
sınıfı için artık sosyal bir geçerliliği yoktur. Yaşa ve cinsiyete göre
maliyeti değişen iş araçları vardır, o kadar.
*
Burjuva, kendi karısını salt bir üretim aracı olarak görür.
Dolayısıyla, “üretim araçları ortaklaşa kullanılmalıdır”, sözünü
duyduğunda, bu ortaklaşalık kaderinin aynı şekilde kadınları da
kapsayacağından başka bir şey düşünemiyor.
*
Tam tersine gerçek hedefin kadınların salt üretim aracı olarak
kullanılma durumunu ortadan kaldırmak olduğunu, bir an için bile
aklından geçiremiyor.
*
Bizim burjuvazi, genel fahişeler bir yana, çalıştırdıkları proleterlerin
karılarının ve kızlarının ellerinin altında olmasıyla da yetinmeyip,
en büyük zevki karşılıklı birbirlerinin karılarını ayartmaktan alır.
Burjuva evliliği aslında kadınların ortaklaşalığına dayalı bir
sistemdir.
Bir adım daha
223
AİLE
Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini
yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir.
*
Büyük sanayi yüzünden proleterlerin tüm aile bağları parçalanıyor
ve çocukları sıradan ticari bir mala ve çalışma araçlarına
dönüşüyor.
DEVRİM
Böylece burjuvazi, kendi ölümünü getirecek silahları imal etmekle
kalmayıp, o silahları kullanacak insanları da yaratmıştır -modern
işçileri, proleterleri!
*
Tüm öteki proletarya partileri gibi komünistlerin de ilk amacı:
proletaryanın sınıf düzeyinde oluşması, burjuva egemenliğinin
yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesi.
*
Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına
ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla
ulaşabileceklerini açıkça ifade ederler. Varsın egemen sınıflar
bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresin. Proleterlerin
zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa
kazanacakları bir dünya var.
Dünyanın bütün işçileri, birleşin!
Daha fazla okuma
KİTAPLAR
Karl Marx’ın çalışmaları
Karl Marx ve Friedrich Engels’in Toplu Eserlerinin Almancası
Dietz Verlag, İngilizcesi ise Lawrence & Wishart tarafından
yayınlanmıştır.
224
Karl Marx’ın eserlerinin büyük çoğunluğu Türkçeye çevrilmiştir.
Sol Yayınları, Marx’ın neredeyse bütün kitaplarını yayınlamıştır.
Yordam Kitap, bazı nitelikli Marx çevirilerinin yanı sıra Kapital’i
manga olarak da yayınlamaktadır.
Marx ve Marksizm üzerine çalışmalar
Karl Marx’ın Hayaleti, Donatien Mary, Ronan de Calan, Metis
Yayınları
Karl Marx, Jacques Attali, Turkuvaz Kitap Karl Marx, Edward Hallett Carr, İletişim Yayınevi
Karl Marx, Francis Wheen, E Yayınları
Karl Marx Marksist Kuram ve Sınıf Hareketi, Karl Korsch, Doruk
Yayınları
Kapitali Okumak, Etienne Balibar, Jacques Ranciere, Louis
Althusser, Pierre Macherey, Roger Establet, İthaki Yayınları
Karl Marx Biyografisi, SSCB Marksizm-Leninizm Enstitüsü
Bilimler Akademisi, Sorun Yayınları
Marx’ların Öyküsü, Juan Goytisolo, İletişim Yayınevi
Marx ve Mahdumları, Jacques Derrida, Ayrıntı Yayınları
Marx’ın Hayaletleri, Jacques Derrida, Ayrıntı Yayınları
Marksist Düşünce Sözlüğü, Bottomore, T. (ed.), İletişim Yayınları
Bir adım daha
225
WEB SİTELERİ
Marksist İnternet Arşivi
www.marxist.org
Marx ve Engels’in yazılarının neredeyse hepsini, birçok bilgi ve
bağlantıyı kapsayan bu site muhtemelen en iyi online kaynaktır.
Liberter Komünist
www.libcom.org
Çok iyi bir kütüphane bölümü var.
Marksizm Posta Listesi
www.marxmail.org
Aktivistler ve akademisyenler için ılımlı bir forum. Ayrıca pek çok
bağlantısı da var.
Marksizmin Savunması Adına
www.marxist.com
Uluslararası Marksist Eğilimin websitesi: tartışmalar, eylem
çağrıları ve bazı faydalı bağlantılar.
Marksist.net
www.marxist.net
İşçi Enternasyonali için Komite’nin websitesi. Faydalı bağlantılar
içeriyor.
Viktorya dönemi Web
www.victorianweb.org
Marx’ın yaşadığı zamanlara dair tarihsel bir bakış açısı sergileyen
ilginç bir kaynak.
Uluslararası Soğuk Savaş Arşivi
www.cwihp.org
Pek çok orijinal belge.
226
Download