İçindekiler

advertisement
1946-1950 Devletçiliğin
Gerileme Dönemi
Hedefler
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
1946-50 dönemi iktisat politikalarını açıklayabilecek,
Devletçiliğin gerilemesinin nedenlerini analiz edebilmeniz,
hedeflenmektedir.
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
İçindekiler
Devletçiliğin Gerileme Dönemi

Liberal Politikalarla Dünya Ekonomisine Eklemlenme

Ekonomi Politikalarının Biçimlenmesi

Değişim Yönündeki Sosyo-ekonomik Baskı

Demokrat Partinin Kurulması

CHF’nın Dönüşümü

Soğuk Savaşın Başlaması ve SSCB ile İlişkiler

Amerikan Yardımları

1946 Devalüasyonu

1946 İvedili Sanayi Planı

1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı

Thornburg Raporu
3
1.1946-1950: Liberal Politikalarla Dünya Ekonomisine Eklemlenme
1945'te II. Dünya Savaşı sona erdiğinde dünyadaki siyasî ortamı büyük ölçüde kapitalist
dünya sistemi ile bu dünya sisteminden kopmuş olan sosyalist ülkeler bloku arasındaki
mücadele belirledi. Bu yıllarda Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu
(IMF) kuruldu, ideolojik rekabet ortamında merkez ülkeleri Keynesçi tam istihdam
politikaları uygulamaya ve sosyal refah devletini kurmaya başladı. Sistemin çevresinde ise
bağımsızlığına yeni kavuşan fakir ülkeler hızla kalkınmak için plânlı sanayileşme çabası
başlattı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada uluslararası işbölümü ve dayanışma ilişkilerini
yeniden kuruldu. Bu amaçla savaştan doğrudan ve dolaylı etkilenen ülkelere yapılan
kaynak aktarımları merkez-çevre ilişkilerinin yeniden biçimlenmesinde önemli bir rol
oynadı. Truman Doktrini ve Marshall Planı ile başlayan kaynak aktarımı süreci ve yeni
siyasal bağımsızlığını kazanan ülkelerin iktisadi sorunları gelişme iktisadının oluşumunda
önemli bir yere sahip oldu ve birçok ülkede dış yardımlara iktisadi gelişmenin en önemli
faktörü olarak bakılmasına yol açtı. Bu gelişmeler, sanayileşmede gecikmiş ve bağımsızlığını
yeni kazanmış ülkelerin finansman politikalarını önemli ölçüde etkiledi. Düşük gelir-düşük
tasarruf-düşük yatırım döngüsünü aşmak için dış yardımlar ve yabancı sermaye
desteklendi.
Türkiye sanayileşme sürecine erken giren ülkelerdendi; 1930'larda başlayan bu süreç İkinci
Dünya Savaşı yıllarında ertelenmiş, savaş sonrası dönemde dünyada meydana gelen iktisadi
ve siyasi gelişmelere paralel olarak iktisat politikaları değiştirilmişti. Bu yıllarda sanayileşme
tüm partiler için öncelikli bir hedefti, sanayileşmenin niteliğini ise devlet müdahalesinin
sınırları konusunda yapılan tartışmalar ve uluslararası gelişmeler etkiledi. İkinci Dünya
savaşı sonrasında devletçilik politikası Cumhuriyet Halk Partisi içinde tartışıldığı gibi, savaş
yıllarında artan servet birikimi sonucunda güçlenen tarımsal ve kentsel burjuva sınıfı da
devletin ekonomideki yerini tartıştı. Türkiye ekonomisine ilişkin yabancı uzmanların
raporlarıyla pekiştirilen ve devletin ekonomideki rolünü özel teşebbüsü teşvik etmek ve
uygun yatırım ortamı yaratmakla sınırlayan bu görüşlere paralel olarak Cumhuriyet Halk
Partisi de en az Demokrat Parti kadar liberalleşti. Bazı sanayi kolları tasfiye sürecine
sokulurken, bir bölümü de desteklendi. Temel sanayi kurmayı öngören ikinci plan bir yana
itilerek, Marshall Planı'ndan faydalanmak üzere özel teşebbüs öncülüğünde hafif sanayi
kollarına ve tarıma dayalı bir büyüme politikası öngörüldü. Bu süreç içinde, gelişme
teorilerindeki değişiklikler, uluslararası kuruluşların yaklaşım değişiklikleri, soğuk savaş
çerçevesinde biçimlenen dış politikadaki gelişmeler ve dünya ekonomisi konjonktürü
Türkiye'de uygulanan iktisat ve maliye politikasını etkiledi.
Savaş sonrası dönemde Türkiye, yeni ekonomi politikası arayışları ile girmiştir. Türkiye
ekonomisindeki ekonomik dönüşümün 1950 sonrasında başladığı görüşü hâkimdir. Ancak,
1950 dönemindeki gelişmeleri hazırlayan koşullar 1946 yılında başlamıştır. Dolayısıyla
1950-1960 yılları arasındaki gelişmeleri incelerken, ülke içindeki ekonomi politikasındaki
önemli değişikliklere neden olan, önceki beş yıldan başlamak gereklidir.
1946 yılı, Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihinde hem siyasi, hem iktisadi bakımdan yeni bir
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
dönüm noktası oluşturur. Bu dönemde Türkiye’de “siyasal güç” ve “ekonomik güç”
arasındaki savaş yeni bir boyut kazanmıştır.
Siyasi bakımdan 1946 yılı, tek parti rejiminden çok partili parlamenter rejime geçişin
başlangıç tarihidir. 5 Eylül 1945’te Milli Kalkınma Partisi’nin, 7 Ocak 1946’da Demokrat
Parti’nin kuruluşlarıyla başlayan ve 21 Temmuz 1946’da, bütün baskı ve yolsuzluklara
rağmen ilk kez tek dereceli seçimlerin yapılabilmesiyle sürdürülen ve 14 Mayıs 1950’de yine
seçim yoluyla iktidarın el değiştirmesine yol açan bu siyasi dönüşümün başlangıç
noktasıdır.
1946 yılına salt iktisadi bakımdan da bir dönüm noktası niteliği kazandıran özellik, on altı
yıldır kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat
politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı;
dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım, kredi ve yabancı sermaye
yatırımlarıyla ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur. Bu dönemde,
serbestleşmeye yönelen bir dış ticaret rejiminin sonucu olarak, iç pazara dayalı bir
sanayileşme programı değil, dış pazarlara dönük ve tarıma, madenciliğe, alt yapı
yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik veren bir kalkınma anlayışı gündemdedir. Liberal
dış ticaret politikaları bu dönemin bitimin de çok uzun bir süre için terk edilecektir.
2.Ekonomi Politikalarının Biçimlenmesi
Ekonomi politikasının biçimlenmesini sağlayan bu etkenleri her zaman birbirlerinden
ayırmak kolay değildir. Çünkü dönemin iç ve dış siyasal ve ekonomik konjonktürü içinde
ortaya çıkan bu etkenler karşılıklı etkileşim içinde olmuşlardır. Bu arayışta yalnızca ülke içi
etmenler değil ülke dışı etmenler de etkili olmuştur Şimdi yurt içi etkenlerden başlayarak,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin ekonomi politikasında esaslı dönüşüme yol
açan bu etkenleri inceleyelim:
2.1.Değişim Yönündeki Sosyo-ekonomik Baskı
Savaş sırasında büyük bir orduyu besleme ve donatma zaruretiyle karşılaşan hükümet,
ihtiyaçlarının parasını Merkez Bankası'na para bastırmak suretiyle ödemiş, böylece
enflasyonu körüklemişti. Diğer yandan da, fiyat denetimini kurumlaştırarak ve aşırı
kazançlara Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi'yle ağır vergiler getirerek bu siyasetin
toplumsal etkilerini hafifletmeye çalışmıştı. Enflasyon, sayıları 220 bin civarında olan devlet
memurlarının satın alma gücünde ani bir düşüşe neden olmuştu. Alt derecedeki devlet
memurları için bu düşüş üçte bir civarındaydı, kıdemli devlet memurları içinse üçte ikiydi.
Bu durum bürokrasi içerisinde gerginliklere yol açmıştı.
Savaş içinde enflasyon, fiyatlar üstüne konulan kontroller ve karaborsa toplumun sınıfsal
yapısında ve gelir dağılımında önemli değişmeler doğurmuştur. Tüccarlar, sanayiciler ve
piyasanın yeni koşullarından yararlanabilen çiftçilerin gelirlerinde ve sermaye birikimlerinde
önemli artışlar olmuştur. Buna karşılık memurlar, işçiler ve küçük çiftçiler önemli kayıplara
uğramışlardı.
Her ne kadar asıl kurbanları gayrimüslim iş çevresi olmuşsa da, 1942 tarihli Varlık Vergisi
Türk burjuvazisinin genelinde huzursuzluk ve kuşkuya yol açmıştı. Bu vergi, bürokratların
5
ve ordunun hâkim olduğu tek parti rejimin, Türk burjuvazisinin çıkarlarının güvenilir bir
destekçisi olmadığını belli etmiş, bu topluluğun tehdide açık olduğunu göstermişti.
Büyümesine İttihatçılar ve aynı şekilde Kemalistler tarafından büyük önem verilmiş olan
yerli burjuvazi konumunu öylesine güçlendirmişti ki, artık ayrıcalıklı, ama esasında bağımlı
ve siyasal açıdan güçsüz bir sınıf konumunu kabullenmeye yanaşmıyordu. Böylece savaş
sonrası dönemde Savaş koşulları içinde yaşanan ekonomik sıkıntıların "devletçiliğe"
yüklenmesi, liberal ekonomi politikasına geçişi isteyen bir sınıfın gelişmesi sağlanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndaki enflasyonun ve darlıkların yol açtığı spekülasyonun, tüccar
sınıfının elinde servet birikimi yaratmıştı. Ancak teknoloji, üretim, örgütleme ve pazarlama
bilgisinin özel kesimde pek bulunmadığı, bir sanayici-girişimci sınıfın henüz gelişmediği bu
dönemde, bu servetlerin üretken sermayeye dönüştürülmesi pek olanaklı değildi. Oysa dışa
açılmayla birlikte, yabancı sermaye ortaklığı ve dış yardımın getireceği sermaye bollaşması,
biriken servetlerin üretken sermayeye dönüşmesi olanağını yaratacaktı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan beri büyük toprak sahipleri tek parti iktidarı içerisindeki başlıca
unsur olagelmişlerdi. Ne var ki, hükümetin savaş sırasında enflasyonla mücadele etmek için
tarımsal ürünleri suni şekilde düşük fiyatlandırma siyaseti, "Toprak Mahsulleri Vergisi'nin
ve özellikle Ocak 1945'te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun getirilmesi, büyük toprak
sahiplerini soğutmuştu. Cumhurbaşkanı İnönü tarafından kuvvetle desteklenen Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu, savaş sonrası Türkiye'sinde siyasal muhalefetin doğuşunda hayati
bir rol oynadı.
Büyük toprak sahipleri açısından savaş sonrası dönemin geniş pazar olanakları yaratmıştır.
Savaşta yıkılan Avrupa için gıda maddesi ve hammadde sağlanması, Türkiye’nin işlenmeyen
geniş topraklarına eklenince, yeni üretim ve kâr olanağı demekti. Savaş yıllarında küçük
üretici köylü, emek-yoğun üretimin kol gücünü sağlayan erkek nüfusun ve iş hayvanlarının
bir kısmını orduya verince fakirleşirken, büyük toprak sahipleri kazanmıştı. Nedeni, pazara
dönük üretim yaptıkları için, dünyada ve içeride tarım ürünleri ticaret hadlerinin çok
yükselmiş olmasıydı. Ne var ki yol yapımında ve tarımda makine-donanımı eksikliği, varolan
üretim imkânlarını kullanma olanaklarını iyice sınırlamaktaydı; nedeni, pazara ulaşım
güçlükleriydi. Her ne kadar Türkiye, savaş döneminde altın ve döviz rezervi biriktirdiyse de,
savaş sonrası yıllarda dünyada sermaye donanımı satınalmak da, talebin yüksekliğine
karşılık üretim kapasitesinin sınırlı olması dolayısıyla güçtü.
Böylece dönemin güçlü sınıfları olan büyük toprak sahipleri ve tüccarlar, hem siyasal
güvence ve demokrasi rejiminin pekişmesi, hem de ortaya çıkabilecek ekonomik
olanaklardan yararlanabilmek için, “serbestleşmek”le “dışa açılma”yı gerekli gördüler.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında farklı toplumsal sınıfların yaygın bir hoşnutsuzluk hüküm
sürmekteydi. Tek parti sisteminde Cumhuriyet Halk Partisi'nin devlet aygıtıyla sıkıca
özdeşleşmiş olmasından dolayı, bu hoşnutsuzluk devlete olduğu kadar partiye de yönelikti.
İnönü gerilimlerin farkındaydı ve Atatürk'ün 1930'daki Serbest Fırka deneyini hatırlayarak,
bir miktar siyasal liberalleşmeye ve bir emniyet supabı olarak siyasal muhalefetin
oluşmasına müsaade etme kararı aldı. Onun ve hükümetinin bu yöne kaymasında
uluslararası gelişmelerin de bir payı vardı.
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
2.2.DP Kurulması
1945’de Çiftçiyi Topraklandırma Kanunun çıkarılması sırasında Mecliste ve kamuoyunda
ortaya çıkan tartışmalar, iktidara karşı bir muhalefet hareketinin doğmasına yol açtı.
Meclise Mayıs 1945'te sunulan bu yasa, kullanılmayan devlet arazilerini, dinî vakıf
arazilerini, tarıma elverişli hale getirilmiş arazileri, mülkiyeti belli olmayan arazileri ve 500
dönümden fazlasına sahip olan toprak sahiplerinden istimlak edilecek arazileri dağıtmak
suretiyle, hiç toprağı olmayan ya da çok az olan çiftçilere yeterli toprak temin etmeyi
amaçlamaktaydı. Yasanın 17. maddesi gereğince, yoğun nüfusu olan bölgelerde 200
dönümden fazla toprağa sahip olan çiftçilerin arazilerinin dörtte üçüne kadarı
kamulaştırılabilecekti. Köylülere 20 yıllık faizsiz borç da verilecekti.
Mecliste bu yasa üzerine yapılan tartışmalar, hükümetin ilk kez açıktan açığa ve şiddetle
eleştirilmesine vesile oldu. Yasaya muhalefette bulunanlar, yakınları toprak sahibi olan
milletvekilleriydi ve bunların sözcüsü olan milletvekili Adnan Menderes, Aydınlı büyük bir
toprak sahibiydi. Muhalefet önce ekonomik gerekçeler üzerinde odaklaştı (yasanın mülkiyet
güvenliğini felce uğrattığı, yatırımlara sekte vuracağı ve verimsiz tarıma yol açacağı öne
sürülüyordu), ancak hükümetin otoriter tutumu üzerine muhalefet, ülkede demokrasinin
olmadığını söyleyerek, hükümeti protesto etti; bu protestoyu da yine Menderes
yönlendirmekteydi.
Sonunda yasa sert tartışmalara rağmen oybirliğiyle kabul edildi. Ancak çok kısa bir süre
sonra, 7 Haziran'da, Menderes, (eski Başbakan) Celâl Bayar, Refik Koraltan ve (ünlü tarihçi)
Fuat Köprülü'yle birlikte, CHP grubuna Anayasanın tam uygulanmasını ve demokrasinin
kurulmasını isteyen bir önerge sundu. Dörtlü Takrir diye bilinen bu önerge, bir muhalefet
partisinin kurulmasından çok, Cumhuriyet Halk Partisi'nde bir reform yapılmasını
amaçlıyor gibi gözüküyordu, yine de bu önerge, savaş sonrasındaki örgütlü siyasal
muhalefetin başlangıç simgesi oldu.
Asıl önemli gelişme bir süre sonra, Ahmet Emin Yalman’ın sahip olduğu liberal eğilimli
Vatan ve Zekeriya ve Sabiha Sertel’in sol eğilimli Tan gazetelerinde yazdıkları eleştirel
makaleleri nedeniyle Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve ardından Refik Koraltan'ın, 21
Eylül'de Cumhuriyet Halk Partisi'nden resmen ihraç edilmeleriyle yaşandı.
1946 yılında çok partili siyasal düzenin kabulü ile bu muhalefet hareketi başta Demokrat
Parti (DP) de olmak üzere muhalefet partilerinde örgütlendi. Cumhuriyet Halk Partisinden
ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının kurdukları DP, CHP Hükümetinin
Devletçi Ekonomi Politikasını sert biçimde eleştirmeye başladı. Bu eleştiriler, güçlenen özel
sermaye çevrelerinde, büyük toprak sahiplerinde, basında ve geniş halk kesimlerinde
aradığı yankıyı ve desteği buldu. 1948 yılında, İstanbul Tüccar Derneğinin girişimi ile
İstanbul'da Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Çeşitli meslek grupları, bilim adamları,
gazeteciler ve toplumun çeşitli kesimlerinden insanlar ve Demokrat Partinin katıldığı bu
kongreye iktidardaki CHP ve Hükümet davet edilmedi. Kongrede Hükümetin politikaları sert
eleştirilere uğradı. Celal Bayar bir konuşma yaparak Devletçi iktisat politikasını eleştirdi.
Demokrat Parti, liberal bir iktisat politikasını savunuyordu ve iktidara geldiğinde devletçiliği
tasfiye edeceğini, iktisadi kalkınmada liberal, dışa açık, özel sektöre dayalı, tarıma öncelik
7
veren bir politika izleyeceğini, devleti alt yapıya yönelteceğini vaat ediyordu.
2.3.CHF’nın Dönüşümü
Muhalefet Partisinin iktidara yönelttiği eleştiriler geniş halk kitlelerinde olumlu yankı
bulduğu gibi Hükümeti ve CHP’yi de etkiledi. Hükümet bir yandan uyguladığı Devletçiliği
savunuyor, fakat öte yandan "yeni devletçilik" adı altında daha farklı, liberal bir iktisat
politikası uygulamaya hazırlanıyordu.
Devletçi ekonomi uygulamalarına dönük baskılar yalnızca yeni kurulan Demokrat Parti
muhalefeti dolayısıyla olmayacak, gerçekte sınıfsal yapısında DP'ye önemli benzerlikler
gösteren CHP içinde de doğacaktır. 1938 yılından sonra "devletçilik" konusunda görülen
yumuşama,
1943 yılında toplanan CHP'nin altıncı kurultayında devletçiliğin yeni
tanımlamasıyla açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu tanımlamada, "devletçilik" şahısların
yapamadığını devlet yapar biçimindeki, en geri çizgiye itilmiştir. Daha dış ilişkilerde açık bir
değişme olmadan önce CHP'nin kendi içindeki etkilerle olan bu dönüşüm, ülkenin sınıfsal
yapısının da bu dönüşüme ne kadar hazır hale geldiğini göstermektedir.
Savaş yılları Türkiye’de ticaret burjuvazisinin ve piyasaya yönelik büyük toprak
unsurlarının aşırı güçlendiği, başıboş bir vurgun ve zenginleşme ortamının dörtnala geliştiği
bir dönemdi. Bu gelişmeye bağlı servet ve gelir temerküzünün iktisadi ve siyasi meyveleri,
1945’i izleyen yıllarda elbette toplanacaktı.
Vurgun ortamının oluşması ve süregelmesi, CHP iktidarı altında ve büyük ölçüde onun
sayesinde mümkün olmakla birlikte, savaş yıllarının bazı politikaları egemen sınıfların belli
kanatlarında önemli tepkiler de yaratmıştı. Savaş zenginlerinin dışa dönük, İstanbullu ve
gayri müslim kanadını Varlık Vergisi; büyük çiftçi kanadını ise Toprak Mahsulleri Vergisi, ve
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu derinden tedirgin etmişti. Buna karşılık, yüksek bürokrasi
ve siyasi kadrolar ile içli dışlı olmuş çıkar grupları ve burjuva klikleri ile Anadolu kökenli
ticaret sermayesi, savaş ekonomisi uygulamalarından şüphesiz ki şikâyetçi değillerdi. Ne var
ki, bunlar dahi CHP iktidarını ancak önemli bir bünye değişikliğine uğradığı takdirde
desteklemeye devam edeceklerini belli ediyorlardı
1945 sonrasının siyasi gelişmelerinde egemen sınıfların bu iki ana grubu, iki ayrı yol izledi.
Birinci grup, esas olarak Demokrat Parti hareketini örgütlemeye ve desteklemeye yönelirken,
kaderlerini CHP iktidarlarına bağlayan ikinci grup, CHP içinde topluma da yansıyan bir
temizlik harekâtı başlattı ve başardı: Köy Enstitülerinin çökertilmesi, üniversitede tasfiye ve
savaş sonunda filizlenmeye başlayan ilerici, solcu ve demokrat oluşumların ezilmesi böylece
sağlandı. Bu operasyon 1947 CHP Kurultayında, parti içindeki reformcu kanadın sessiz
sedasız, ancak kesin olarak yenilgiye uğratılmasıyla mümkün kılındı.
Seçim meselelerini bir karara bağlamak ve partinin işleyişini liberalleştirmek amacıyla 10
Mayıs 1946’da CHP Olağanüstü Kurultayı toplanmıştır. Türk siyasal yaşamı ve CHP
açısından oldukça önemli kararların alındığı kurultayda; İnönü’nün Değişmez Genel
Başkanlık ve Milli Şef unvanları kaldırılmıştır. Ayrıca 1947’de yapılması öngörülen genel
seçimlerin 1946’da ve tek dereceli yapılması kararlaştırılmıştır.
Söz konusu düzenlemeler, Demokrat Parti’nin kurulmasının bir sonucu olduğu kadar,
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da egemen olan demokrasi anlayışının da bir
yansıması olarak ele alınabilir. Zira artık Avrupa’da Hitler ve Musollini gibi Führer ve Duçe
olarak kutsanan liderler yoktu.
1945’te Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesiyle CHP bu sürece hazırlanmak için ilk
çıkı¬şını 17 Kasım 1947’de gerçekleşen 7. Kurultay’da yaptı.
CHP 7. Büyük Kurultayı, parti içi yeni siyasal düzenlemeler bakımından çok önemlidir. Bu
kurultayda CHP’nin geleneksel bürokratik ve otoriter yapısı kırılmak istenmiş, parti içi
siyasal mekanizmaların çok partili hayata uyum sağlama¬sına çalışılmıştır. Bu dönemde
CHP’nin yeniden örgütlenme ve yeniden oluşma sürecine girmek istediği anlaşılıyor.
CHP’deki bu kurultay öncesi ortaya çıkan iki yaklaşıma da değinmek gerekiyor.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 12 Temmuz 1947’de “12 Temmuz Bildirisi” olarak
adlandırılan bir bildiri yayımladı. Bildiri, yeni kurulan Demokrat Parti’ye CHP’nin bakışı
nedeniyle gündeme gelmişti.
İktidarın muhalefete karşı izlemesi gereken siyaset konusunda Cumhurbaşkanı ve CHP
Genel Başkanı İsmet İnönü ile Başvekil Recep Peker birbirlerine açıkça ters düşmüş oldular.
İnönü muhalefete karşı daha yumuşak ve hoşgörülü bir siyaset izlenmesi gerektiğini
düşünüyor ve bu konuda partisini ılımlı bir tavır almaya ikna etmeye çalışıyordu. Peker ise
tek parti döneminin geleneklerinin sürdürülmesinden yanaydı ve CHP içinde DP’ye daha
sert davranılmasını isteyen sertlik yanlısı gruba dayanıyordu.
CHP’nin VII. Büyük Kurultayı 17 Kasım 1947 tarihinde 782 delegenin katılımıyla, Ankara’da
toplandı (Vatan, 18.11.1947). 19 gün süren bu kurultay, CHP tarihinin en uzun süren
kurultayı oldu. Demokrasiye geçis döneminin tarihinde bu Kurultay’ın önemli bir yeri
vardır. Çünkü bu Kurultay; yıllarca tek basına iktidarda kalmış ve buna alışmış, karsısına
çıkan hiçbir kişiye ve topluluğa ve partiye göz açtırmamış olan bir partinin yani Cumhuriyet
Halk Partisi’nin tek partili cumhuriyet ve milli şef dönemi zihniyetinden ayrılıp çok partili
cumhuriyete yani demokrasiye ayak uydurma çabasını temsil etmekteydi
2.4.Yeni Dünya Düzeni
İkinci Dünya Savaşı Müttefik güçlerin hâkimiyeti ile sonuçlanmıştır. Ancak, Müttefik güçler
dahil, bütün Batı cephesi, yeni dengeyi ABD'ye bağlı olarak aramaktadır. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında ABD önderliğinde Yeni Dünya Düzeni kuruldu.
Savaş sonrasının uluslararası işbölümü, sermaye yoğun teknikle çalışan, emek-gücü
verimliliği yüksek sanayi dallarının gelişmiş ülkelerde, emek yoğun tekniklerle çalışan,
emek-gücü
verimliliği
düşük
sanayi
dallarının
ise
"azgelişmiş"
ülkelerde
konumlandırılmasını öngörmekteydi. Böylece, belli bir süreç içinde azgelişmiş ülkelerde
geliştirilecek sanayilerin kullanacakları makine, teçhizat, ara malı, gelişmiş ülkelerdeki
sanayiler dallarından karşılanacak, azgelişmiş ülkelere yapılan sermaye ihracı sadece
kredilerle değil, yabancı sermaye yatırımlarıyla da sanayi sektöründe yoğunlaşacaktır
Dünya kapitalist sistemi savaş sonrası dönemin dünya ekonomisini denetleyecek temel
kurumlarını oluşturma çabası içindedir. 1929 ekonomik bunalımı sonrasında her ülke
kendi içine kapanmış, otarşik büyüme modelleri yaygınlaşmış, dünya ticareti birden
9
küçülmüş, ikili anlaşmalarla ve kliring sistemi ile yönetilmeye başlamıştı. Batı kapitalist
sistemi, savaş sonrasında bir daha böyle bir duruma düşmeyecek bir uluslararası düzen
kurmak istemektedir. Bu düzen hem ekonomik bunalımları önleyebilmeli hem de
uluslararası ticaret hacmini artırmalıydı.
Savaş sonunda karşılaşacağı sorunların çözümü için ABD, bu yeni düzenin kurulmasını, en
kısa süre içinde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. ABD savaş içinde sanayi üretimini yüzde
170 artırmıştır. Bu genişleyen ekonominin savaş sonrası koşullarına önemli işsizlik
sorunları yaratmadan uyum sağlayabilmesi için savaş öncesinde 3 milyar dolar olan
ihracatını 8 milyar dolara çıkarması gerekmektedir. Bu yolla beş milyon kişiye iş
yaratabilecektir. Amerika'nın bu savaş sonrası ekonomik hedefini, savaş öncesinin
uluslararası ticaret koşulları içinde gerçekleştirmesi olanağı yoktur.
Savaş sonrasının yeni uluslararası ekonomik düzeninin temelini oluşturan ve bu stratejileri
uygulayacak uluslararası kurumların oluşturulmasının ilk adımı, 1-23 Temmuz 1944
tarihinde Başkan Roosevelt'in çağrısı üzerine 44 ülkenin katılması ile toplanan BrettonWoods Konferansı'nda atılmıştır. Konferansta savaş sonrası ekonomik düzeni için iki temel
kurum; a) Uluslararası Para Fonu (IMF), b) Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD
daha sonra Dünya Bankası’na dönüştü) önerilmiştir. Daha sonraki yıllarda oldukça etkili
olacağı görülen bu kurumlar, ABD'nin finans kapital çevrelerinde yeterli görülmeyecektir.
Bu çevreler Bretton Woods Konferansı'nın kredi sorunları üzerinde durduğunu, kredi
kolaylığının bir uluslararası ticaret siyasası yerine geçemeyeceğini, temel sorunun
uluslararası ticaret engellerinin kaldırılması olduğunu savunacaklardır. ABD bu kurumların
uluslararası kredi sorunlarında uzmanlaşacağını vurgulayarak uluslararası ticaret hacmini
genişletecek kurumlara da gereksinim olduğunu belirtmiştir.
IMF ve Dünya Bankası'ndan sonra uluslararası ekonomik örgütlenmeler, Marshall Planı ve
onun aracı olarak Avrupa Ekonomik İşbirliği Komisyonu'nun (OEEC) kuruluşuyla
sürmüştür. Askeri alandaki örgütlenme ise Kuzey Atlantik Paktı (NATO) adı altında
oluşturulmuştur.
Türkiye Bretton Woods Anlaşması'nı kabul ederek savaş sonrasında Batı kapitalist sistemi
içinde yer alacağının ilk göstergesini vermiştir. Türkiye bu anlaşma çerçevesinde; serbest dış
ticaret rejimi içinde sanayileşebileceğini sanmaktadır.
Türkiye savaş sonrası uluslararası dengede, Batı kapitalist sistemi içinde yer alabilmek için,
savaş öncesindeki tarafsızlık siyasetinden hızla uzaklaşacaktır. Birleşmiş Milletler'in
kurulması için San Fransisco'da yapılacak toplantıya katılmak için "mihver devletlerine"
savaş ilân etmek ön koşul haline gelince, Türkiye 23 Şubat 1945'te savaş kararı alarak, 26
Haziran 1945'te Birleşmiş Milletler Anlaşması'nı imzalayan 51 ülke arasında yer aldı.
2.5.Soğuk Savaşın Başlaması ve Sovyetler Birliği İle İlişkiler
Geleneksel güç dengesinin merkezi ve en önemli öğesi olan Avrupa'nın ve Avrupa
devletlerinin savaşta büyük tahribata uğramaları; Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler
Birliği'nin "Süper Devletler" olarak ortaya çıkması; Sovyetler Birliğinin, Savaştan güçlenerek
çıkması kapitalist Dünya ile Sosyalist Dünya arasında Bloklaşmayı hızlandırmıştır. Bu
gelişmeler Sovyetler Birliğinin Türkiye üzerindeki emellerini açığa vurması ile yeni boyut
0
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
kazanmıştır.
Sovyetler Birliği'yle yakın ilişkiler 1920'ler ve 1930'lar boyunca Türk dış siyasetinin köşe taşı
olmuş, ancak bu ilişkiler önce Ribbentrop-Molotov paktıyla ve ardından Türkiye'nin savaşta
tarafsız kalmasıyla tatsızlaşmıştı. Sovyetler Birliği, Türkiye ile imzaladığı ve süresi 1945'te
dolacak olan dostluk antlaşmasını yenilemeyeceğini açıkladı; o yılın Haziran ayında ise
Molotov, Türk büyükelçisiyle olan görüşmelerde, yeni bir dostluk antlaşmasının
imzalanmasından önce yerine getirilmesi gereken bazı koşullardan söz etti. Bu koşullar,
1878-1918 yılları arasında Ruslara ait olan Kuzeydoğu Anadolu'daki yerlerin Sovyetler
Birliği'ne iadesi suretiyle, iki ülke arasındaki sınırın düzeltilmesini ve Karadeniz'in
korunması için, İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı bölgesinde müşterek bir Türk-Rus
savunma gücünün kurulmasını içeriyordu.
Kuşkusuz bunlar Türklerin asla kabul edemeyecekleri şeylerdi, ama Sovyetler Temmuz
ayında müttefikler-arası Potsdam Konferansında tekliflerini ortaya attıklarında, İngilizler ya
da Amerikalılar tarafından olumsuz bir tavırla karşılaşmadılar. Türkiye'nin savaş
zamanındaki siyasetinin, Batılı müttefiklerin gözünde onu sevimsiz kılmış olduğu da
unutulmamalıdır. Bununla beraber, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye'nin konumunu
giderek daha fazla destekler hale gelmişti. Sovyet istekleri Türkiye'ye Ağustos 1946'da
resmen bildirildiğinde, ABD, Türk hükümetine kararlı bir yol tutmasını tavsiye etti. Bu
destekten de cesaret alan Türkiye, Sovyet isteklerini reddetti, ama bunu, gerginliği
azaltmaya çalışarak, yatıştırıcı ifadelerle yaptı.
Stalin'in Doğu Avrupa'daki politikalarından duyulan endişe, bu bölgede birbiri ardına
kurulan komünist rejimler nedeniyle artıyordu. Bu yüzden Washington, Türkiye'nin
stratejik önemini yeniden değerlendirmeye başladı. Birleşmiş Milletler kuramsal olarak,
uluslararası anlaşmazlıkların havale edilebileceği ve havale edilmesi gereken bir forum olsa
da, Sovyetler Birliğinin Güvenlik Konseyinde sürekli vetoya başvurması işlerin Birleşmiş
Milletler yoluyla görülmesini olanaksız hale getirmekteydi ve ABD yönetimi de tek yanlı
olarak hareket etmeye karar verdi. 12 Mart 1947'de Başkan Truman, "Truman doktrinini”
ortaya attı.
Bu gelişme karşısında Türkiye, Savaş sonrasında Batı Bloku içinde yer alma tercihini
netleştirmiş ve bu doğrultuda girişimlerde bulunmuştur. Türkiye, Batıda kurulan yeni
düzen içinde yer almak için siyasi, askeri ve iktisadi anlaşmalara katılma çabası içine
girmiştir. Dolayısıyla, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde dış ilişkilerinde takip
ettiği iki Bloka mesafeli, esnek, inisiyatifi elinde tutan politikadan uzaklaşmak zorunda
kalmış ve manevra kabiliyetini kaybetmiştir. Batı Dünyası ile özellikle ABD ile sıkı işbirliğine
girince Batının siyasi, iktisadi modellerini ve kurumlarını ve yaşam biçimini de almıştır.
2.6.Amerikan Yardımları
12 Mart 1947'de Truman kongreye sunduğu mesajla soğuk savaşı açıkça ilân ediyordu. Bu
doktrin, ABD'nin, dış baskı ya da kendi sınırları dahilindeki militan azınlıklar nedeniyle
varlıkları tehdit altında olan "özgür ulusları" savunmaya yardım etmesi gerektiğini ve yardım
edeceğini bildiriyordu. Doktrinin ilânına sebep, Başkan Truman'ın Amerikan kongresine
sunduğu, Türkiye'ye ve -o sırada komünistlerle monarşi taraftarları arasındaki iç savaşın
şiddetle hüküm sürdüğü- Yunanistan'a askerî ve mali destek önerisiydi. Bu, ABD'nin
11
dünyanın her yerindeki komünizm karşıtı rejimlerin korunmasına ilişkin taahhüdünün ilk
hamlesiydi. Bu mesajda 1948 yılına kadar kongrenin Yunanistan ve Türkiye'ye 400 milyon
dolarlık ödenek ayırmasını ve devletlerin isteğine bağlı olarak her ikisine de sivil ve askeri
personel göndermek ve seçilecek Türk ve Yunan personelinin de ABD'de yetiştirilmesini
sağlamak üzere yetki verilmesini istiyordu. Böylece Türkiye, soğuk savaş içinde Batı bloku
yanında yer seçmiş oluyordu.
Truman doktrini ile savaş sonrası dönem için öngörülen uluslararası örgütlenme, önemli bir
değişiklik geçiriyordu. Birleşmiş Milletler ikinci plana itiliyordu. ABD'nin Truman doktriniyle
kendi kendine üzerine aldığı "hür" ülkelerin korunması görevi için, Birleşmiş Milletler uygun
bir kuruluş değildi. Bu görev için yeni uluslararası örgütler kurulmalıydı. Soğuk savaşın
koşulları içinde bu kuruluşlar MarshalI Planı ve onun aracı olan Avrupa Ekonomik İşbirliği
Komitesi (OEEC) ve Kuzey Atlantik Paktı (NATO) olarak ortaya çıktı.
Kısa bir süre sonra, 5 Haziran 1947'de ABD Dışişleri Bakanı George Marshall'ın Harvard
Üniversitesi'nde yaptığı Avrupa'nın kalkınmasının Amerika'nın çıkarlarına uygun olduğunu
savunan konuşmasıyla Marshall Planını açıkladı. Bu planın birbirini tamamlayan üç amacı
bulunuyordu: (a) Avrupa ülkelerinin ekonomilerini onarmalarına yardım için mali destekte
bulunmak (b) Amerikan sanayisi için karlı ihracat pazarlarını korumak ve beslemek (c)
komünizme neden olan yoksulluğu ortadan kaldırmak. Truman doktrininin ekonomik
alandaki yüzü olarak görülebilir. Bu plan uyarınca 16 Avrupa ülkesi 22 Eylül 1947'de
OEEC'yi kurdular ve dört yıllık bir "Avrupa'nın yeniden canlandırılması" planını ABD'ye
sundular.
Türkiye Marshall Planı içinde yer almak için uğraştı ise de, bu planda Türkiye'ye oldukça
marjinal bir yer verildi. Türkiye'nin taleplerini formüle etmek için hazırlanan "1947 Türkiye
İktisadi Kalkınma Planı", genellikle Marshall Planı dışında tutuldu. Avrupa'nın yeniden
canlandırılmasını öngören plan içinde Türkiye'ye ancak, bu amaçla tutarlı önerileri için
yardım edilecekti. Genel kalkınma programları için Türkiye'nin, Marshall Planı'ndan değil,
uluslararası sermaye kaynaklarından (piyasalarından) yararlanması önerildi. Marshall
Planı, Türkiye'nin döviz stoklarını yeterli ve ödemeler dengesini uygun gördüğü için, ilk 15
ayda yalnızca ABD'den kendi kaynakları ile makine almasında öncelik tanıyordu.
Marshall Planı'nda Türkiye'ye marjinal bir yer verilirken, 1949 yılında kurulan NATO'ya da,
Türkiye başlangıçta kabul edilemedi. Türkiye NATO'ya askeri savunmasından çok,
Amerikan yardımından yararlanmak için katılmak istiyordu. Küçük Avrupa ülkeleri de,
Türkiye'nin NATO'ya katılmasına benzer nedenlerle karşı çıkarken, İngiltere kendi çıkarları
açısından Türkiye'nin Ortadoğu'da oluşturulacak bir başka paktta yer almasını istiyordu.
Türkiye'nin NATO'ya kabulü daha sonra ancak Kore Savaşı'na katılma pahasına
sağlanacaktır.
Böylece Türkiye savaş öncesinin dış siyasetinde tarafsız, ekonomik ilişkilerinde de dışa
oldukça kapalı otarşik olarak büyümeye çalışan bir ülkesi olmaktan çıkıp Batı bloku içinde
yer almaya çalışan, bunun için bu blokun ekonomik ve siyasal koşullarını uygulamaya açık
bir ülkesi haline geliyordu. Türk liderleri, Amerikan siyasal ve askerî desteğinden ve
Marshall Planı'ndan tam olarak yararlanmak için, Amerikalıların çok önem verdiği siyasal ve
ekonomik ülkülere (demokrasi ve serbest girişim) titizlikle uymanın Türkiye için yararlı
2
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
olacağını anlamışlardı. İşte bu nedenle Türkiye'de 1945 sonrasındaki siyasal ve ekonomik
değişimin hem ülke içi hem uluslararası nedenleri olduğunu söyleyebiliriz.
3.1946-1950 Döneminde Ekonomideki Gelişmeler
3.1.1946 Devalüasyonu
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyonu 7 Eylül 1946'da gerçekleştirdi. 1
Dolar=129 kuruş olan resmi dolar/TL paritesini 1 dolar = 280 kuruş olarak değiştirdi.
Böylece TL, dolar karşısında % 130 oranında devalüe edilmiş oldu. Devalüasyon ile birlikte
dış ticarette kısmi serbestleşmeye gidildi: İthalattaki kontenjanları, miktar kısıtlamaları ve
tavan uygulamaları kaldırıldı. İç tüketim için çok gerekli olan tüketim malları dışında kalan
malların ihracatı üzerindeki kotalar ve sınırlamalara son verildi. İki yanlı ticaret ve kliring
uygulamalarının azaltılacağı ilan edildi. İthalat Birlikleri tasfiye edildi. Böylece, dış ticaretin
uluslararası serbest ticaret bölgelerine kaydırılması planlandı.
Devalüasyon içeride ve dışarıda sürpriz olarak karşılandı ve beklenen olumlu tepkiyi almadı
ve çeşitli çevreler tarafından eleştirildi. Bu çevrelere göre, Savaş yıllarında Türkiye'de
enflasyon oranı, ticaret yaptığı ülkelerdeki enflasyonun üstünde gerçekleşmiş olsa da
1944'den itibaren fiyat artışlarının kontrol altına alınması, hatta fiyatlarda düşüş
sağlanması sonucu, TL'nin resmi kurunun aşırı değerlenmiş olması söz konusu değildi.
Resmi kuru sürdürmekte bir zorluk yoktu. Zaten çok sıkı kambiyo kontrol sistemi altında
döviz spekülasyonu, dışarıya döviz kaçışı gibi sorunların yaşanması beklenmiyordu. Yeteri
kadar döviz rezervi oluşmuştu.
Öte yandan dış ticarette fiyat makasının aleyhe işlemesi sonucu Türkiye'nin rekabet gücünü
yitirdiği de söylenemezdi. Türkiye dış ticaretini ikili anlaşmalarla yürütüyordu. Elinde çok
büyük ihraç ürünü stoku yoktu ve bunların pazarlanamaması gibi bir sorunla
karşılaşmamıştı. Savaştan yeni çıkmış ve gıda maddeleri açığı olan Avrupa ülkelerinde gıda
maddelerine karşı güçlü bir talep vardı.
Devalüasyon yaparak daha yüksek fiyattan satacağı ürünleri daha düşük fiyattan satmak
durumunda kalmıştır. Türkiye ithalatını kontrol altında tutmak için döviz kurunu
yükseltmek zorunda değildi. İthalatı kontrol için gerekli araçlar yeterince vardı. Sanayileşme
hamlesini sürdürmek için yatırım ve ara mallarının ucuza temin edilmesi akılcı yoldu.
Devalüasyon aleyhine ortaya konulan bu argüman ve eleştirilere karşılık Hükümet çevreleri
yapılan operasyonu şu şekilde savundular:
a) İhraç ürünleri iç fiyatlarının dünya fiyatlarından yüksek olduğu ve bu fiyatlarla serbest
piyasalarda rekabet edilemeyeceği ifade edilmiştir.
b) Savaş yıllarında stoklarda biriken ihraç mallarının bir devalüasyonla daha kolay
eritileceği düşünülüyordu.
c) Hükümet devalüasyon yaparak, elindeki altın ve döviz rezervlerinin TL cinsinden değerini
yükseltmeyi, buna karşılık Savaş yıllarında yükselen iç borç stokunun değerini düşürmeyi
istemişti
13
d) Dış ticarette liberasyon ve dış ticareti serbest bölgelere çekme girişimlerinin yaratacağı
ithalat artışını frenlemek ve ortaya çıkacak dış ticaret açıklarının önünü kesmek için
devalüasyona ihtiyaç olduğu savunulmuştur,
e) Devalüasyonun en önemli nedeni olarak Hükümetin, IMF'ye üyelik süreci
tamamlanmadan önce döviz kurunu serbestçe yeniden belirleme tercihi gösterilmektedir.
IMF anlaşmasına göre, üye ülkeler %10'u aşan devalüasyonlar yapmak istediklerinde
IMF'nin iznini alacaklardı.
7 Eylül 1946 Devalüasyonu; Birleşmiş Milletler ‘in kuruluşu Bretton Woods-Milletlerarası
Para Sandığı (Uluslararası Para Fonu/ IMF) ve Milletlerarası Ticaret Anlaşması olguları ile
birlikte yaklaşılması gereken bir siyasi ekonomik olaydır.
7 Eylül kararlarını alıp açıklayan Recep Peker Hükümeti devalüasyondan 20 gün önce
TBMM’de programını okumuş bir hükümettir. 21 Temmuz 1946’da ilk kez yapılan çok
partili ve 'tek dereceli' seçim ile Meclis'te çoğunluk sağlayarak göreve gelmiş ilk hükümet
olma özelliğine sahiptir. 7 Eylül kararlarından 20 gün sonra, 27 Eylül 1946’da, Türkiye 47
milyon dolarlık bir iştirak hissesi ile Milletlerarası Para Sandığı (IMF)'na kabul işlemlerini
'tekemmül’ ettirmiştir.
Bretton Woods-Milletlerarası Para Sandığı (bundan sonra IMF olarak geçecektir) sistemine
dahil olurken, Türkiye parasının yeni değerini kaçınılmaz olarak saptamak zorunluluğunda
kalmıştır. Bretton Woods Para ve Maliye Anlaşmasının, IMF'ye ilişkin hükümlerine göre
Türkiye, TL'nin değerini yeniden tespit etmeden IMF'ye başvurduğu takdirde, TL'nin yeni
değerinin belirlenmesi, IMF'ye bırakılmış olacaktı. Bu nedenle, Recep Peker Hükümeti, 7
Eylül 1946 günü TL'nin değerini, 1 dolar=l,29 TLden, 1 dolar = 2,80 TL'ye düşürerek ve
parasının değerini kendisi tespit etmiş olarak IMF'ye giriş işlemlerini 'tekemmül' ettirmiştir.
Türkiye 7 Eylül kararları ile 'nihai bir açık irade beyanında bulunmaktadır.' Yeni Dünya
Düzeni içinde yer alma konusundaki 'iradesinin' alt yapısını daha önce oluşturmuştur,
ancak bu karar ile açık bir şekilde 'nihai' bir beyanda bulunmaktadır. Türkiye bu beyanı ile
'Yeni Dünya Düzeni'nin ekonomik işbölümü içinde yer alma kararlılığını ortaya
koymaktadır.
3.2.1946 İvedili Sanayi Planı
Savaşın bitiminden sonra, Türkiye yeni dünya koşullarında yeni bir plan hazırlıklarına
girişilmiştir. 1946 planı bu çalışmaların en önemlilerinden biridir. 1944-1946 yılları
arasında parça parça hazırlanıp, yine parça parça uygulanan plan, 1946 Planı veya İvedili
Sanayi Planı olarak bilinir.
1946 planı, Türkiye’nin 1930’larda başlayan ve devletçilikle birlikte gelişen birinci nesil
planlama deneyinin en gelişmiş örneğidir. Cumhuriyet döneminin ideolojisinin
incelenmesinde üzerinde durulan hareketlerden biri olan Kadroculuğun anlaşılması
bakımından da bu plan çok önemli bir belgedir. Kadro hareketinin öncüsü olan Şevket
Süreyya Aydemir, bu planın hazırlanmasında “Ekonomi Bakanlığı Sanayi Tetkik Dairesi”
başkanı olarak ana sorumluluğu yüklenmiştir. Bir diğer önemli sorumlu da yine bir
Kadrocu olan İsmail Hüsrev Tökin’dir. Bu iki Kadrocu, planın yönetimi ve hatta
4
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
politikalarının saptanmasında çok etkin olmuşlardır. Bu yüzden 1946 planına “Kadrocu
Planlama” anlayışının somutlaşması olarak da bakılabilir.
Bu plan, hedefleri bakımından, genel olarak 1930’dan beri çeşitli şekillerde hazırlanmış
sanayi planlarının en gelişmiş olan son temsilcisidir ve yapısal olarak onların bir uzantısıdır.
Plan, ülkenin bağımsızlığını korumayı ve bütünlüğünü sağlamayı temel hedef almıştır.
Amaçların gerçekleşmesi için “ziraatteki gelişme biçimini” hedef alan bir sanayileşme planı
öngörülmektedir.
1946 İvedili Sanayi Planı, 1930'lu yıllarda hazırlanan Devletçi sanayi planlarının devamı
niteliğindedir. Bu plan ile sanayileşme hamlesine kalınan yerden devam edilmek istenmiştir.
Bu plan Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planlarından daha geniş kapsamlı ve derli toplu
idi. Planlama ile ilgili edinilen deneyimleri yansıtıyordu. Üretim hedefleri on yıllık tüketim
kalıplarına göre hazırlanmıştı. Bu plan ile beş yıl sonunda, Türkiye'nin tekstil ürünleri,
kağıt, çimento, demir-çelik ürünleri temel mallarda ve bazı ara girdilerde büyük ölçüde
kendi kendine yeterli hale gelmesi hedeflenmişti. Planın finansmanı ulusal kaynaklarla
gerçekleştirilecekti.
1946 İvedili sanayi planının temel nitelikleri şu şekilde sıralanabilir: (a) kendi kendine
yeterlilik (otarşi) siyasetine ve devlet denetimine ağırlık vermesi (b) Planın yazarları kadro
çevresinden gelmesi
1946 Ağustos’unda hükümet değişmiş ve Şükrü Saraçoğlu kabinesinin yerine Recep Peker
kabinesi gelmiştir. Hem yeni kabinenin plana soğuk yaklaşımı hem de 6-7 Eylül
devalüasyonu başta olmak üzere finansal güçlükler, planın önce daraltılmasına ardından da
tamamen gündemden düşmesine yol açmıştır. Planın mimarı olarak adlandırılabilecek
Şevket Süreyya Aydemir’in direnişi ise görevinin değiştirilmesiyle etkisizleştirilmiştir. “Savaş
Sonrası Kalkınma Planı” bu şekilde uygulamadan çekilmekle birlikte projeler “1947 Türkiye
İktisadi Kalkınma Planı” içinde yer almıştır
3.3.1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı [Vaner Planı]
Hükümet, gelişen dış konjonktür ortamında 1946 İvedili Sanayi Planını uygulamaktan
vazgeçti ve 1947 yılında yeni anlayışla Türkiye İktisadi Kalkınma Planını hazırladı. 1947
Planı da uygulanmadı. 1947 Planı bir bakıma, CHP Hükümetinin, Kapitalist Batı Dünyası
içinde yer almaya, Batının siyasal, sosyal ve ekonomik sistemini uygulamaya ve dış kaynak
kullanmaya ne kadar hevesli olduğunun belgesi sayılabilir. Savaş sonrasında ortaya çıkan
iki kutuplu dünyada Türkiye'nin tercihi ABD kutbu olmuştur. Bu dönem ABD'nin kredi ve
yardımlarının arttığı, uluslararası kuramların mali yardımları yönetmek amacıyla
oluşturulduğu bir zaman dilimidir. ABD 1947'de Türkiye ve Yunanistan için 400 milyon
dolarlık bir yardım paketini kabul etti (100 milyon dolar Türkiye'ye, 300 milyon doları
Yunanistan'a). Bu arada ABD, Marshall yardım programını da gerçekleştirdi. Bu yardım
programından yararlanabilmenin iki koşulu vardı: Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütüne
(OECD) üye olmak ve ABD hükümetiyle ekonomik işbirliği antlaşmasını imzalamak Türkiye
bu örgüte üye olduğu gibi, Bretton Woods sözleşmesini de kabul ederek IMF’ye girdi.
15
1947 Planı Batılı uzmanların görüş ve telkinleri hesaba katılarak ve dış kaynak kullanımını
sağlamak amacıyla hazırlanmıştı. Planı hazırlama görevi, “devlet kadrolarının liberal
kesimini temsil eden bürokratlardan oluşan Türkiye Ekonomi Kurumu’na” verildi.
Oluşturulan çalışma grubunun başında Kemal Süleyman Vaner bulunmaktaydı. Bu
nedenle plan “Vaner Planı” olarak adlandırılır. Ve bu Plan, 1930'lu yılların Beş Yıllık Sanayi
Planlarına ve 1946 İvedili Sanayi planına göre daha dengeli bir kaynak dağılımı ve büyüme
öngörmekteydi. Tarımın geri kalmış yapısını iyileştirerek onu ekonominin öteki kesimleri ile
bütünleştirmeyi amaçlıyordu. Yatırımların tahsisinde tarıma, enerji sektörüne, kara yolu
ulaştırmasına ve haberleşme sektörlerine öncelik veriyordu. Planın bu tercihlerinde dış
finansman ile ilgili beklenti ve değerlendirmelerin ağır bastığı açıktır. Bu dönemde
Türkiye'ye gelen ABD'li uzmanlar savaştan çıkmış Avrupa'nın gıda maddeleri ihtiyacının
karşılanmasında, tarımda karşılaştırmalı üstünlüğü olduğunu iddia ettikleri Türkiye'ye
büyük işler düştüğünü söylüyorlardı. Türkiye'nin tarıma, hafif sanayiye öncelik veren bir
kalkınma politikası uygulayarak daha çabuk ve kolay kalkınacağını telkin ediyorlardı. Bu
uzmanlar dış kredi çevrelerinin sözcüsü gibi davranıyorlardı. 1947 Planın hazırlanmasında
ve Savaş sonrası ekonomi politikasının oluşturulmasında bu uzmanların öğüt ve
önerilerinin etkili olduğu söylenebilir.
1947 Planında özel kesimin istediği alanlarda tam bir emniyet içinde gelişmesi için gereken
koşulların sağlanacağı ifade edilmişti. 1948'de İstanbul'da toplanan İktisat Kongresinde de
Planın genel eğilimleri doğrultusunda tavsiye kararları çıktı. Bu kongrede, Hükümetin özel
kesimine daha fazla serbestlik tanıması ve onu teşvik etmesi, Devletin alt yapıya ve özel
sektörün yetersiz kaldığı alanlara yönelmesi isteniyordu. Dönemin güçlü sınıflarında,
yürürlükteki devletçi düzenin tasfiyesiyle birlikte yabancı sermayeye katılma isteğinin en
belirgin ifadesi 1948 İktisat Kongresi’dir. Ahmet Hamdi Başar’ın kurduğu İstanbul Tüccar
Derneği’nin düzenlediği bu kongrede, işadamları ve üniversite hocaları ülkenin hızlı
gelişmesinin koşullarını saptadılar. Bunlar arasında devletçiliğin tasfiyesi ve dövizle sermaye
kaynaklarının kıtlığının aşılması için yabancı sermayeye açılma vardı.
1947 Planın uygulanması öngörülen dış kaynakların temin edilmesine bağlı idi. Dış kaynak
temin edilemediği için Plan uygulamaya konamamıştır. Bu Plan döneminde (1948-1952)
gerçekleştirilecek projeler için toplam 3,7 milyar dolar yatırım yapılması, bunun yaklaşım
650 milyon dolarlık kısmının dış kaynak ile finansmanı planlanmıştı. Planın uygulanması
ile ödemeler bilançosu arasında bağlantı kurulmuştu. Dövizle yapılacak harcamalar 1816
milyon dolar yani toplam yatırımların yarısını buluyordu. Planda dış finansmanın veri
alınması öteki strateji seçimlerini de etkiledi. Yukarıda ifade edildiği gibi, Kredi beklenen
çevrelerin eğilim ve telkinleri doğrultusunda, kamu kesimi yatırımların daha çok alt yapıya,
tarıma, kara yolu ulaştırmasına yönetilmesi, sanayiye yapılacak yatırımların özel sektöre
bırakılması yönündeki tercihler plana yansımıştır: Nitekim bu planda toplam yatırımların %
43,7 sinin ulaştırma, % 16, 4’nün tarım, % 16,0’sının enerji sektörlerine tahsis edilmesi ve
imalat sanayine % 19,6 ayrılması öngörülmüştü.
1947 Planında önceki planlarda olmayan bir yenilik vardı. İlk defa bu planda büyüme hızı
kavramı yer aldı. Hem global olarak milli hasılanın büyüme hızı hem de sektörlerin büyüme
hızı yani ekonomik kalkınmaya katkıları planlanmıştı. 1948-52 döneminde milli hasılanın
yılda ortalama % 8 büyümesi hedeflenmişti. Öngörülen sektörel yıllık büyüme hedefleri şu
şekilde idi: Sanayi %14,8, tarım % 6,5, ticaret %10,2, mesken üretimi % 5,2 ve diğer hizmet
6
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
sek-törleri % 1,2 oranında büyüyecekti.
3.4.Thornburg Raporu
Uluslararası güç yapısındaki dönüşümden, ekonomisi en çok etkilenen ülkelerden biri de,
savaş sonrasında ittifaklar arayan, askeri ve ekonomik yardımlar peşinde koşan Türkiye
oluşturmuştur. Türkiye’nin bu dönemdeki yöneticileri, 1947 yılında, makine ve teçhizat için
yardıma ihtiyaç duydukları gerekçesiyle Türkiye’nin de Marshall Planı’na alınması ve bu
plandan 615 milyon dolar yardım yapılması isteminde bulunmuşlardır. 1948 yılının
Temmuz ayında Türkiye, Marshall Planı’na alınmış ve ABD ile İktisadi İşbirliği Anlaşması
imzalanmıştır. Bu anlaşmayı izleyen aylarda yardım programını yürütecek bir Amerikan
Heyeti Türkiye'ye gelerek Ankara’ya yerleşmiştir.
1948'den itibaren Demokratların tezi, Amerikan inceleme heyetlerinin faaliyetleriyle ve
sonradan verdikleri raporlarla güç kazandı. Bu heyetler, Türkiye'deki ekonomik kalkınma
olanaklarına ve Amerikan yardımının nasıl verilmesi ve kullanılması gerektiğine dair
raporlar hazırlamışlardı. Sanayici Max Thornburg'ün Dünya Bankası adına başkanlık ettiği
heyet en tanınmış olanıydı. Bu heyetin 1949'da açıklanan raporu gerek Türk gerek
Amerikan hükümet çevrelerinde çok etkili olmuştu. Bu raporda yer alan tavsiyeler 1947
tarihli "Türkiye Kalkınma Planı"yla aynı çizgideydi.
Thornburg Raporu olarak anılacak yabancı uzman çalışması bu yardım geleceği varsayımı
çerçevesinde gündeme gelmiştir. Thornburg
Raporu olarak anılan çalışma American
Standart Oil Şirketi’nden Max Weston Thornburg’un Graham Spry ve George Soule ile
birlikte 1949-1950 yıllarında yaptığı incelemeler ve yazdığı “Türkiye Nasıl Yükselir?”(1949)
ve “Türkiye’nin Ekonomik Durumunun Tenkidi” (1950) adlı iki çalışmayı içerir. Bu raporlar
Twentieth Century Vakfı’nca ABD’nin yardım etme ya da yatırım yapması olasılığı yüksek
ülkelere yönelik hazırladığı raporlardan Türkiye için olan bölümünü oluşturmaktadır, diğer
iki ülke Yunanistan ve Brezilya’dır. Söz konusu vakfın başındaki kişi olan Thornburg, 1947
yılında Bahreyn’deki petrol arama çalışmaları sırasında Türkiye’yi de ziyaret ederek ülkenin
durumu hakkında incelemelerde bulunmaya başlamıştır
Raporlarda nitelikli uzman ve danışmanlara gereksinim olduğu, bozuk yönetimin
ekonomideki verimsizliğin hazırlayıcısı olduğu dile getirilmiştir. Thornburg Raporu’na göre,
iyi yetişmiş, nitelikli yöneticiler ve uzman personelin sağlanması için yeterlik yani liyakat
ilkesine önem verilmesi ve ücret sisteminin de bunu geliştirecek düzeyde ve uygun olarak
kurulması gerekliydi.
Raporların yazarları ülkede tarımın geri kalmışlığı ve yanlış kullanılan 20. yüzyıl endüstriyel
üretim tekniklerine ilişkin gözlemlerinin ardından daha temel gereksinimlerin
karşılanmasına yönelik istemler ve buna bağlı öneriler sıralamıştır. Bu öneriler arasında
kırsal kesimde yaşayan halkın temel yol, su elektrik benzeri gereksinimlerinin karşılanması
yönlü yatırımlar yapılması, hafif sanayi üretim yerlerine yatırım yapılması yer almaktadır.
Raporlarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB’nin) desteği ile Kayseri’de
tekstil alanında yapılan yatırımlar, ya da Karabük’teki demir-çelik tesisleri oldukça sertçe
eleştirilerek bunların ham ve yararlı olmaktan uzak yatırımlar olduğu belirtilerek, bir ölçüde
SSCB’ye ve bu devletin yatırım desteğine karşı olunması gereğine vurgu yapılmıştır. Buna
17
koşut olarak devletçi politikalar söz konusu raporlarda güçlü bir biçimde eleştirilmiş ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet destekli kalkınma hedefinin yönünü giderek özel sektöre
bırakacağı bir gelişim eğrisi çizmesinin yararlı olacağı belirtilmiştir. Söz konusu eleştiriler
nedeniyle Thornburg Türkiye basınında sert eleştirilere uğramıştır. Türkiye’ye yatırım
yapacak işadamları, söz konusu raporlarda uyarılarak kendilerini koruyucu yasal zemin
sağlanmadan yatırım yapmakta aceleci davranmamaları önerilmiş ve Türkiye’deki bürokrasi
üstü örtülü olarak eleştirilmiştir. Ayrıca ABD’nin Türkiye’ye ekonomik yardım yerine teknik
yardım sağlamasının hem ABD hem Türkiye için daha iyi olacağı ifade edilmiştir.
Türkiye'nin 1945'ten sonra izleyeceği ekonomik ve siyasi politikaları belirleyecek plan ve
programlarda artık sık sık uluslararası kuruluşların raporları, "Önerileri" ağırlığını
hissettirecektir. Söz konusu raporlarda savunulan görüşlerin ortak özelliklerinden biri belli
ölçüde sermaye birikimine ulaşmış Türk özel kesiminin sanayi yatırımlarına yöneliş
eğilimlerinin desteklenmesi, devletin altyapı yatırımları, ucuz girdi üretecek sanayilerde
yoğunlaşması önerisi, diğeri ise yabancı sermayeyi teşvik edici önlemleri alınmasıdır.
Böylece uluslararası işbölümünde Türkiye'ye ilişkin niyetler, içerdeki girişimci sınıf ve
girişimci sınıfın politik temsilcilerince de onay ve destek görmüş, bu karşılıklı talep ve onay
ilişkisi içinde süreç ilerlemiştir.
4.Dönemin Genel Değerlendirmesi
1946-1950, dönemi değerlendirildiğinde Türk ekonomisi için büyüme yıllarıydı (Gayri Safi
Yurt İçi Hasılada kabaca yıllık %11 büyüme olmuştu); fakat bu büyümenin kısmen, İkinci
Dünya Savaşı'nda çok düşük seviyelere kadar inmiş olan ekonomik faaliyetlerdeki bir
iyileşme olduğu unutulmamalıdır. Türkiye'nin ekonomide kendi kendine yeterli olma
siyasetinin sona ermekte oluşu ve dünya ticaretine katılmasının hızlanışı iki şeyi
gösteriyordu: Ekonomideki büyüme, en çok tarım kesiminde oluyordu ve makine ithalatının
hızla yükselmesi nedeniyle, ticaret fazlası 1947'den itibaren kalıcı bir ticaret açığına
dönüşmüştü. Bu da, 1950 sonrasında DP yönetiminin belirgin niteliği haline gelen
ekonomik eğilimlerin, aslında bu parti iktidarı devralmadan önce başladığı anlamına
gelmektedir.
Özetle 1946-50 dönemi Türkiye'de iktisat politikasında esaslı dönüşümlerin hazırlandığı
yıllar olmuştur. Bu geçiş dönemi 1950 yılında Demokrat Partinin (DP) iktidara gelmesi ile
tamamlandı. Mayıs 1950'de iktidara gelen DP programında vaat ettiği gibi liberal bir iktisat
politikası uygulamaya başladı.
Kaynakça
Zürcher, Erik Jan (2010), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Tekeli, İlhan ve Selim İlkin (2004), Cumhuriyetin Harcı: Köktenci Modernitenin
Ekonomik Politikasının Gelişimi, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kepenek, Yakup ve Nurhan Yentürk (2008), Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Şahin, Hüseyin (2006), Türkiye Ekonomisi, Bursa: Ezgi Kitabevi.
Ekzen, Nazif (2009), Türkiye Kısa İktisat Tarihi, Ankara: ODTÜ Yayıncılık.
8
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
Coşar, Nevin(2005), “ Demokrat Parti Dönemi Maliye Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF
Dergisi, 60(1), 29-58.
Unat, Kadri (2011), “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Nevi Şahsına Münhasır Bir Muhalif Grup:
Otuzbeşler”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S
48, s. 839-867
Cemil Koçak, “Siyasal Tarih (1923-1950): 12 Temmuz Bildirisi (Çatışmadan Uzlaşmaya),
Türkiye Tarihi”, cilt: 4, Çağdaş Türkiye, 1908–1980, ed. Sina Akşin, Cem Yayınları, 2007
Kazgan, Gülten (2008), Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2001), İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Sorular.
1. Türkiye’de tek partili dönemden çok partili döneme geçtiği ve ekonomide
liberalizmin hâkim olduğu dönem aşağıdakilerden hangisidir?
[a] 1923-1929
[b] 1930-1939
[c] 1946-1960
[d] 1961-1970
[e] 1980-1989
2. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye’de 1946-1950 yılları arasında gerçekleşene önemli
olaylardan biri değildir?
[a] Thornburg raporunun yayınlanması
[b] Türkiye İktisadi Kalkınma Planı
[c] Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı
[d] İvedili Sanayi Planı
[e] Demokrat Parti’nin kurulması
3. II. Dünya Savaşı sonrasında Türk lirasının yabancı para birimleri karşısındaki
değerinin resmi olarak indirilmesi (devalüasyon) ilk olarak hangi yılda
gerçekleşmiştir?[KPSS, 2011]
[a] 1946
[b] 1956
[c] 1960
[d] 1971
4. 2. Türkiye’de
1947
yılında
hazırlanan
aşağıdakilerden hangisidir? [TODAİE, 2006]
[e] 1978
Vaner
planının
[a] Kentleşmeye önem verilmesi
[b] KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) yatırımlarına öncelik tanınması
[c] Tarımın ekonominin öncü sektörü olarak görülmesi
[d] Kamu kesiminin kalkınmanın öncüsü olarak görülmesi
temel
özelliği
19
[e] Kalkınmanın finansmanının dış kaynaklara dayandırılması
5. Aşağıdaki gelişmelerden hangisi Demokrat Parti2nin kurulmasına neden olmuştur?
[a] 14 Haziran 1945 Çiftçiyi Topraklandırma Yasası
[b] 12 Haziran 1945 Dörtlü Takrir ilan edilmesi
[c] 7 Eylül 1946 devalüasyonu
[d] 5 Mayıs 1952 Kibrit tekelinin kalkması
[e] 5 Mayıs 1953 Milli Korunma Kanununun yürürlükte kaldırılması
Cevaplar: 1. C
2. D
3. D
4. E
5.A
KONUNUN ÖZETİ
Savaş sonrasının düzeninin yeni savaşlar çıkmasını engellemesi ve dünya ekonomisinin
krize düşmemesini sağlaması bekleniyordu. Birinci soruna kurulacak Birleşmiş Milletler
Teşkilatıyla, ikinci soruna da Bretton Woods anlaşması ve onun kurumlarıyla çözüm
aranıyordu. Kurtuluş Savaşı sonrasından beri dış ilişkilerinde tarafsızlık politikası izleyen
Türkiye, Savaş sonrası ortamında tarafsızlığını sürdüremeyeceğini görmüştü. 1945 yılı
Mart'ında Sovyetler Birliği Türkiye'den toprak talebinde bulununca, Savaşın bitmesine
rağmen Türkiye ordusunu silah altında tutmak zorunda kalıyordu. Savaş sona ermesine
karin bütçesinin yüzde 40'a yakınını ordu için harcamak durumunda bulunuyordu.
Sovyet tehdidi karşısında Türkiye 12 Mart 1947'de Truman doktrininin ilan edilmesine
kadar kendisini güven altında görmüyordu. Truman doktrininin ilanı Savaş sonrasının
ekonomik koşulları dolayısıyla İngiltere'nin Orta Doğu'da terk etmek zorunda kaldığı
işlevleri ABD'nin yüklenmesi anlamına geliyordu. Bu doktrin sonrasında ABD Kongresi
Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık bir yardımı kabul etti.
Türkiye Savaş sonrasının iki kutuplu dünyasında tarafını seçerken siyasal rejiminde de
radikal bir dönüşüm yapıyordu. Tek partili siyasal rejimden, çok partili bir demokratik
rejime geçiyordu.
1946 yılı yalnız siyasal rejimin değil, Türkiye'nin ekonomik politikalarının radikal değişmeler
geçirdiği bir yıl oldu. 1946 sonrasında kurulan Recep Peker Hükümeti "Bretton Woods"
anlaşmasıyla getirilen sisteme uyumu sağlamak için 7 Eylül 1946'da bir dolarının karşılığını
1,28 TL'den 2,80 TL'ye çıkararak Türkiye Cumhuriyeti ilk büyük devalüasyonunu yaptı ve
IMF Türkiye'nin gündemine girmiş oldu.
1947 yılında Süleyman Vaner'e 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı hazırlatıldı. Bu plan
Marshall Planının hedefleri doğrultusunda Savaş öncesinde yapılan plan çalışmalarını
yeniden düzenliyordu. 1948 yılı Nisan'ında Türkiye İktisadi İşbirliği Teşkilatı (OEEC) ile
anlaşma imzalayarak Marshall Planı kapsamı içine girdi.
Türkiye'nin dünyaya siyasi ve ekonomik yeni eklemlenme biçiminin ne olacağı belirlenirken
ABD'nin görüşlerinin oluşmasında iki çalışmanın etkili olduğu söylenebilir. Bunlardan biri
Max Thornburg'a 1946 yılında hazırlatılması başlatılan ve 1949'da yayınlanan rapordur.
İkincisi Dünya Bankasının hazırladığı Barker Raporu diye bilinen rapordur
0
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
Download