Blog - İSMAİL EMRE

advertisement
22 Eylül 1952 | Sayı: 56
15
3 Eylül 1952’deki sohbetten:
Hakiki ilmin, “Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin”den ibaret “Ehli Beyt”i sevmekten başka bir şey
olmayacağını iddia eden bir zât, iddiasını Hz. Muhammed’in şu hâdisiyle ispat etmek istiyordu.
Peygamberimiz bu hâdisinde: (Size iki emanet bırakıyorum. Bunun biri Kur’ân, diğeri de Ehl-i
beyt’im) diyor.
Yani bu zât demek istiyordu ki, gerçek tasavvuf, Ehl-i beyt sevgisini benimsemektir. Onun için
Emre’ye şu suali sordu:
S. – Peygamberimiz, bir gün ashâbıyla otururken toprağa bir çubukla dik ve düzgün bir hat
çiziyor. Bu müstakîm hattın iki tarafına irili ufaklı eğri hatlar da çiziyor. Ebûbekir, merak ederek
soruyor: “Nedir bu yâ Resulallah?” Peygamberimiz: (Bu hatt-ı müstakîm: Ben ve Ehl-i beyt’im.
Şu eğri çizgiler de benden sonra yetmiş iki fırkaya ayrılarak doğru yoldan sapacak olan
insanlardır. Doğru yoldan ayrılmayacak olan yetmiş üçüncü ve tek fırka, bana ve Ehl-i beyt’ime
tâbi olacak olan insanlardır ki bunlar “Fırka-i Nâciyye”dendir; diğer fırkalar delâlettedir) diyor.
Peygamberimiz bir başka hâdisinde “Ben ilmin şehriyim, Ali de bu şehrin kapısıdır” dediğine
göre kendisini ve Ehl-i beyt’ini sevme yolu Hz. Ali’den geçiyor. Ehl-i beyt sevgisinden ve
ilminden başka hiçbir ilmin kıymeti olamayacağına göre, biz, bu yol üzerinde miyiz?
(Söz ve konuşma terbiyesini tamamen hazmetmiş ve onun mücessem bir timsali haline gelmiş
olan bu nazik zât, muhatabının hislerini rencide etmemek için “siz bu yol üzerinde misiniz?”
tarzında açık bir istintakla değil, nazik ve ince bir istifhamla “biz bu yol üzerinde miyiz?” diye
soruyordu. Olgun ve deşici suallerini zevkle takip ettiğimiz bu zat’ın, hayranı olduğumuz yüksek
ve ince mubahese terbiyesini burada kaydetmeden geçemeyeceğiz.)
Tahsilsiz, basit bir sanatkâr olan, fakat sözlerini ve gerek doğuşlarını Kudretullah’a murabıt olup
kendinden çıkarak söyleyen Bay İsmail Emre, suali soran zât’a şu cevabı verdi:
- Hz. Muhammed’in sözlerini anlayabilmek için, “Hâl-i Muhammedî”yi bilmek, anlamak, hattâ o
“hâl” ile hâllenmek şarttır. Evvelâ Hz. Muhammed’in manevî ve ruhanî varlığını anlamalı ki
ondan sonra sözlerini anlayabilelim. Hz. Muhammed, et, deri, kan ve kemikten ibaret bir vücut
mudur, yoksa her yeri ve her şeyi muhîd olan bir “Kudret” midir? Evvelâ bunu anlayalım; ondan
sonra (Ehli Beyt)in ne demek olduğu üzerinde düşünelim.
Hiç şüphe yok ki Hz. Muhammed demek, etten, kandan ve sinirden ibaret maddî bir vücut demek
değildir. Çünkü o vücut, 1300 küsur sene evvel ölmüş, toprağa gömülmüş ve çürümüştür. Hz.
Muhammed’in hâli ve mânevîyyeti ise ne doğmuştur, ne de ölmüştür. O, ezelî ve ebedî olarak
diridir. Binaenaleyh “Ehl-i beyt” dediğimiz kimseler, peygamberin ölen ve çürüyen vücudunun
değil, ezelî ve ebedî diri olan “Mânevîyyet”inin devamıdırlar. Yani Hz. Muhammed ölmediği
gibi ehl-i beyt’i de ölmemiştir.
Hz. Muhammed’in yaşadığı zamana “Vakt-i Saâdet” diyorlar. Bunun mânâsı “saâdetin
bulunduğu vakit ve zaman” değil midir? Hz. Muhammed’in maddî görünüşü kaybolurken, yani
peygamberimiz vefât ederken, bizlere getirdiği bu mes’ut zamanı, yine kendisiyle beraber alıp
götürdü mü? Hayır. Elektriği bulan adam, elektriği beraber götürmüş müdür ki Hz. Muhammed
“Vakt-i Saâdet”i alıp götürsün. Muhammed’lik hâli, her şeyi muhîd, diri ve hâlâ mevcut olduğu
ve istikbâlde de ilelebed mevcut olacağı gibi, “Vakt-i Saâdet” dahi, o zaman olduğu gibi bu
zaman da mevcuttur ve ilelebed mevcut kalacaktır. Şu halde hiçbir zaman ölmeyecek olan diri
Muhammed’i bulanlar “Vakt-i Saâdet”te yaşıyorlar demektir ve asıl “Ehl-i beyt” bunlardır.
Çünkü hakiki “Ehl-i beyt”, biraz önce de söylediğimiz gibi, Muhammed’in, Ali’nin, Fâtıma’nın,
Hasan ve Hüseyin’in mâddiyyetlerinin değil, mânevîyyetlerinin mirasını alan kimselerdir.
Muhammed’in ve Ali’nin “hâl”leri diri, vücutları ise ölüdür ve çoktan çürümüştür. Yalnız onlar
değil herkes böyledir. Her insanın vücudu ölücü, çürüyücü, hâli ise ebedî olarak diridir. Hasis bir
adam ölür; fakat onun hasislik hâli ebediyyen yaşar. Hasislik hâli bile diri kalırsa, Muhammed’lik
hâli diri olmaz mı? Muhammed ve Ali diridirler ama biz dirilmeyince onları göremeyiz. Ölüler
dirilerin, diriler de ölülerin dilinden anlayamazlar. Kur’ân’da Hz. Muhammed’in beşerlik
tarafına, yani vücuduna, maddî görünüşüne; diğer insanların ise hem mâddiyyetlerine, hem de
mânevîyyetlerine hitap olunarak “Yâ Muhammed, sen de ölüsün onlar da; hem de onlar mutlak
ölüdürler” deniliyor. İşte böyle mutlak ölü olan bizler ezelî ve ebedî diri bulunan Muhammed’in
ne hâlinden ne de dilinden anlarız.
Bazı kimseler derler ki: Muhammed’le Ali yiyip içmezdi. Bu söz, kâmil bir insanın sözüdür ve
doğrudur. Doğrudur amma küçük bir anlayış farkı ile. Yani Muhammed’le Ali’nin
(Muhammed’lik) ve (Ali’lik) hâlleri yiyip içmezlerdi, yoksa onların maddî vücutları bizim gibi
yemiş içmiş ve zürriyet bırakmıştır.
— Peki, onların ruhları gibi bizim ruhlarımız da yiyip içmiyor; öyleyse onlarla bizim aramızda
bir fark kalmamış oluyor.
— Biz bir damlayız, onlar deryâ. Damlamızı deryâya atmadan, onlardan farkımız nasıl olmaz?
Damla da su, deryâ da su amma, damla nerde, deryâ nerde?.. Sonra, ruh yemez diyorsunuz. Ruh
da yer. Ruh’un yiyeceği: “Kelâm-ı ilâhî”dir.
— Benim kanaatime göre Muhammed’le Ali yiyip içmişlerdir; hatta zürriyet dahi yapmışlardır.
Nitekim Kur’ân’da (Mâ Kâne Muhammedün eba ahadin min ricaliküm) deniliyor. Bu âyet kat’i
olarak gösteriyor ki Muhammed’in zürriyeti olmamıştır. Hâlbuki biz onun zürriyeti olduğunu
zannediyoruz. Şu halde bizim zannımız yanlıştır. Muhammed’in zürriyeti olmadığı bu âyette
sabit olduğuna göre, yiyip içmediği bir hakikat değil midir?
— Ben Arapça bilmem. Âyette ne diyor, tercüme eder misiniz?
— Muhammed, aranızdaki yaşlı başlı erkeklerden hiçbirinin babası değildir.
Bu sırada konuşmaya, dinleyenler tarafından müdahale olundu ve bu âyet’in o maksat için
gelmediği anlatıldı: Peygamberimiz, halasının kızı Zeynep’i, kendi kölesi, Zeyd ibn-i Haris için
istemişti. Gerek Zeynep ve gerek kardeşi Abdullah bu izdivaca razı olmadılar. Çünkü o zaman,
kadınla erkeğin küfv ve eşit olmalarına çok ehemmiyet veriliyordu. Abdullah kız kardeşi
Zeynep’i azadlı bir köleye vermek istemiyordu. Bunun üzerine, Allah’ın emrettiği her şeyin
hayırlı olduğuna, bu emre itaat etmeyenlerin delâlette kalacaklarına dair bir âyet nâzil olunca razı
oldular ve Zeynep’i Zeyd’e verdiler. Lâkin Zeyd ile Zeynep geçinemediler. Zeyd birkaç defa
Zeynep’i boşayacak oldu; Peygamberimiz buna mâni oldu. Nihayet Cenâb-ı Hakk’tan Zeynep’in
Zeyd’den boşatılarak peygamberimiz tarafından tezvic edilmesi emredilince, Hz. Muhammed,
muhîtin dedikodusundan çekinerek bunu ne Zeyd’e, ne de Zeynep’e açamadı. Lâkin bu
çekingenliğini âdetâ tevbih eden bir âyet daha nâzil olunca meseleyi Zeyd’e açtı. Zeyd
memnuniyetle Zeynep’i boşadı. “İddet” müddeti geçince de peygamberimiz Zeynep’i aldı. Bunun
üzerine etrafta müthiş bir dedikodu aldı yürüdü: “Muhammed, oğlu yerinde olan kölesinin
karısını boşattı, aldı. Bu nasıl peygamberlik?” diyorlardı. İşte bu âyet o dedikodulara bir cevap
olarak nâzil oldu. Âyette (Muhammed, aranızdaki yaşlı başlı erkeklerden hiçbirisinin babası
değildir.) denilmekle Hz. Muhammed’in Zeyd’in babası sayılamayacağı ve binaenaleyh Zeyd’in
boşadığı kadını almakta bir mahsur ve günâh olmayacağı anlatılmaktadır. Eğer Allah, suali soran
zât’ın iddia ettiği gibi Hz. Muhammed’in zürriyet sahibi olmadığını anlatmak istese idi âyeti,
peygamberimizin kızı Fâtıma’yı da nazarı itibara alarak (Muhammed, hiçbir erkeğin ve kızın
babası değildir.) tarzında ve mealinde bir ifade ile inzâl ederdi. Esasen, peygamberimizin
zürriyeti yoksa, “Ehl-i beyt” i nerden olacak? Fâtıma olmasaydı Hasan, Hüseyin nerden olacaktı?
Görülüyor ki Hz. Muhammed ve Ali hem yemiş, içmiş, hem de zürriyet sahibi olmuşlardır.
Bu izahat üzerine Emre, sual sahibine dönerek:
— Herkes âyetleri kendi aklına ve ârzûsuna göre anlar. Hâlbuki onları dayandıkları vak’alara
bağlayarak oldukları gibi anlamağa çalışmalıdır.
O zât bu izahata rağmen kanaatini bir kere daha izhâr ve tekrar etti:
— Ben Muhammed’in ve Ali’nin gölgeleri olmadığına inanmak istiyorum.
— Hz. Muhammed: (Ben ilmin, bilginin şehriyim, Ali de kapısıdır.) diyor. İlmin, bilginin gölgesi
olur mu? Söylediğiniz söz, bu bakımdan doğrudur. Yoksa, Hz. Muhammed de, Hz. Ali de bizim
gibi, sizin gibi yiyip içmişlerdir ve gölgeli birer varlıktırlar. Amma Muhammed’lik ve Ali’lik hâli
ne yer, ne içer, ne de gölge sahibidir. Biraz evvel denildiği gibi, hasis’in gölgesi olur amma
hasisliğin gölgesi olmaz. Tıpkı bunun gibi, “Hâl-i Muhammedî” gölgesizdir ve ne yer, ne de içer;
fakat yiyip içen bir vücuttan, insan vücudundan zuhur eder, görünür. Muhammed (Ene beşerûn
mislikûm; Ben de sizin gibi bir beşerim.) diyor. Bununla demek istiyor ki: Ben de sizin gibi
yerim içerim. Bunu söylerken hakikaten bizim gibi bir beşerdir. Lâkin mânevîyyet deryâsına
atılıp Allah’ın kelâmını naklettiği zaman beşer değildir. İşte o zaman Muhammed’in ağzıyla söz
söyleyen (Kudret)in ne yiyip içmeye ihtiyacı vardır ne de gölgesi. Allah’la birleştiği zaman
söylediği sözlere “Âyet”; aklı başındayken söylediği sözlere “Hâdis” denmiştir.
— Maddî bir cismin gölgesi olmaz olur mu? Akıl böyle şeyleri kabul etmez. Aklın kabul
etmediğini Kur’ân da kabul etmez. Çünkü Kur’ân akla hitap eder. Allah: (Biz Kur’an’ı Arapça
indirdik, aklınızı rehber edinip düşünesiniz diye.) diyor. Demek ki Kur’ân hakikaten akla, yani
akıllı insanlara hitapmış. Aklın kabul etmediği bir şeyi Kur’ân da kabul etmez.
— Peki, mucizelere ne diyelim? Kur’ân’da mucizeye yer verilmiyor mu? Mucizeyi akıl kabul
eder mi?
— Allah “Biz, aklınızı rehber edinip düşünesiniz diye Kur’ân’ı gönderdik.” diyor, “mucizeyi
gönderdik” demiyor. Mucize akla hitap değil, Kur’ân akla hitaptır. Mucize âlemi, aklın ötesinde
bulunan bir âlemdir. Allah neye kadîr değildir ki… Amma aklı terk etmedikçe mucize âlemine
girilmez; soyunmadan hamama girilemeyeceği gibi. Mucizeyi bu beşerî akılla anlayamayız. Onu
ancak “İlâhi akıl” anlayabilir. Aklımızı Allah’a verirsek, mucizeyi anlar ve görürüz…
— Eğer mucizede insanlar için bir fayda olsaydı, hatta zarar olmasaydı, Hz. Muhammed ile Hz.
Ali kâfirleri birer el işaretiyle mahvedemezler miydi? Ellerinden gelmez miydi? Lâkin onlar
mucizeyi insanları öldürmek için kullanmadılar. Nizâm-ı âlemi bozmak istemediler. Normal
beşer kudretinin çerçevesine sığışmaya çalışarak harbe gittiler, yaraladılar, yaralandılar.
Muhammed, Ali, Îsâ dediğimiz varlıklar aklî mevhumlar değildir; yani akılla anlaşılamaz. Biz ölü
olduğumuz için, aklımız da ölü aklı olduğu için onları ayrı ayrı varlıklar zannediyoruz. Onlar
“İlâhi hâl” in birer basamağı, birer merhalesidir. Neye benzer: Şimdiye kadar birbirimizi ismen,
yani ilmen tanıyorduk. Tanışmamız şimdi “Ayn-el-yakin” oldu. Birbirimizi gözlerimizle gördük.
Artık “İlm-el-yakin” devri geride kaldı. “Ayn-el-yakin”den daha ileride bir de “Hakk-el-yakin”
hâli var ki oraya varınca ne Ali kalır, ne Muhammed… Orası isimsiz Muhammed’in, cisimsiz
Ali’nin diyarıdır. Kur’ân, bunu anlatmak için: (Küllü men aleyha fan ve yebka vechû rabbike zül
celâli vel’ikrâm) diyor. Orada ne dil söyler, ne de göz görür..
— Vechullah dediği nedir?
— Nasıl anlatalım… Dedik ya, bu meseleler akılla anlaşılmaz. “Kelâm
bir meyveye benzer. Bunun söz ve kelime tarafı, meyvenin kabuğuna, mânâsı da içindeki
yenecek kısma benzer. Meyvenin, kabuğunu yemekle nasıl tadı alınmazsa, bu meseleleri akıl ile
konuşmakla da hiçbir şey anlayamayız.
— Peki Allah’ın vech’i var mıdır?
— Olmasa Kur’ân yazar mı? Var ya.
— Kimin yüzüdür bu yüz öyleyse?
— Her yüz Allah’ın yüzü. Hangi yüzü Allah yapmamış ki? Sizin yüzünüzü kim yaptı?
— Allah.
— Demek ki bu yüz sizin değil Allah’ınmış.
— Lâkin biz öleceğiz, bizim yüzümüz çürüyecek. Allah’ın yüzünün çürümemesi lâzım.
— Hâ… İşte o çürümeyen yüzü bulacağız. Çürümeyen yüzün ne
gölgesi olur, ne de yiyip içmeye ihtiyacı. Lâkin bu gölgesi olmayan “Kudret” çürüyen bir yüzden
zuhûr eder. Ölmeyen Ali’yi ve Muhammed’i o yüzden seyretmek lâzımdır. O “Kudret” bunları da
unuttuktan sonra tecelli eder. Deminki âyet her şey helâk olacak, demedi mi. Bu unutma neye
benzer? Siz evden çıktıktan sonra, ilk adımınızı attığınız yerden ayağınızı kaldırmasaydınız
buraya kadar gelebilir miydiniz? Anlayış yürüyüşü de böyledir. Aklımızın idrâk adımlarını atıp o
attığımız yerden vazgeçmedikçe yürüyemeyiz. Aklın idrâk adımları bizi bir başka âleme getirir ki
orada akıl rehberlik edemez. Bu kifâyetsiz delili terk ettikten sonra, öyle bir ilim zuhûr eder ki, bu
sefer de söz ve yazı bu ilmi ifade edemez. (Vechullah) orada anlaşılır. Bizi bu âleme tefekkür
getirir. Onun içindir ki Hz. Muhammed: (Bir saatlik tefekkür 60 yıllık ibadetten daha hayırlıdır.)
demiştir. Bu sözleri Hz. Muhammed boş yere söylememiştir. Dikkat edelim ki 60 sene vasatî
olarak bir insan ömrüdür. Demek ki tefekkür, bir insan ömrü boyunca yapılan ibâdetten daha
hayırlı imiş. Tefekkür, akılla olur. Akıl bizi o âlemin eşiğine kadar götürür. Orada bu taşıtın, bu
binitin üzerinden ineriz; çünkü bu âlemin aklı o âlemi anlayamaz. Peygamberimiz işte bu noktayı
anlatmak için (Mi’râcda bir yere kadar Cebrail’le gittim. Cebrail: “Ben buradan öteye gidemem;
yanarım” dedi. Ben de onu bıraktım “Aşk” ile gittim.”) diyor. Peygamberin “Cebrail” diyerek
anlatmak istediği şey, “akıl”dır. Akıl o âlemde şaşkına döner. O âlemin sultanı “Aşk”tır. Aşk’a
teslim olup gözümüzü o âlemde açınca bir de bakarız ki, ne dediğimiz gibiymiş ne de
duyduğumuz gibi.
İşte, bu aklın aklı ermediği için herkes kendi zannına mahkûm oluyor. Kimisi ben Kaadîriyim,
kimisi Nakşîyim, kimisi Rufaîyim, kimisi de Alevîyim diyor. Böylelikle “Tevhîd”i parçalıyor ve
dolayısıyla birbirlerini düşman görüyorlar. Hâlbuki hepsi bir kapıya çıkar. Hepsinin dirisini, o
dirilerin de “Birisini” bulmak lâzım. Yani Nakşî’nin de, Rufaî’nin de, Alî’ nin de dirisini aramalı.
O “Nokta-i Vahide” yi bulduktan sonra mesele kalmaz.
— Bunun için durmadan çalışacağız öyle mi?
— Kazma kazacak değiliz. Sakalı çırçıra verdik bir kere; nasıl olsa, aklımızın kıllarını yolmadan
bırakmaz; “akıl” kelimesinin son hecesi “kıl” değil mi?
Download