II. BUSH DÖNEMİ ABD DIŞ POLİTİKASINDA YENİ YÖNELİMLER KONUŞMACI : DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN 01 ARALIK 2004 OTURUM BAŞKANI : Sevgili arkadaşlar, değerli meslektaşlarım, “Ayın Sohbeti” başlığı altında yeni bir toplantı programını başlatıyoruz bugün. Hoş geldiniz hepiniz. İlk konuğumuz, Bilgi Üniversitesi Uluslararası Siyaset Uzmanı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan. Ayın sohbetleri hukuk dışı konulardan oluşacak. Her ay bunu yapmayı planlıyoruz inşallah. Size hukukun dışında, ülkenin gündemine oturan, dünyanın gündemine oturan konularda bizleri bilgilendirecek ufkumuzu açacak, konuklarla birlikte olmayı planlıyoruz. Bunun ilki için toplandık. Ben sizlere Deniz Ülke Arı boğan hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. 1965 yılında İstanbul’ da doğdu. TED Ankara Koleji’ni ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler üzerine yaptı. 1998‘de Doçent, 2003 yılında Profesör oldu. Halen Bilgi Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapmakta. Küresel terörizm, uluslararası strateji ve güvenlik sorunları dersleri veriyor. Kitapları arasında “Globalleşme Senaryosunun Aktörleri” , “Uluslararası İlişkiler Sözlüğü”, “Kabileden Küreselleşmeye”, “Çin’in Gölgesinde Uzakdoğu Asya” , “Tarihin Sonundan Barışın Sonuna” gibi kitapları ve birçok makalesi bulunuyor. Kendisi evli, iki çocuk annesi, her zaman zevkle dinledim kendisini. Bir kez daha zevkle dinlemek üzere kürsüye davet ediyorum. PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Hepinize iyi günler diliyorum ve saygılar sunuyorum. Ayrıca herhalde sesim buradan gelmiyor değil mi? Böyle konuşsam. Şimdi gelecek herhalde. Tekrar saygılar sunuyorum, efendim. Aynı zamanda Ankara Barosu Eğitim Merkezine de beni eski şehrimle yeniden buluşturduğu için çok teşekkür ediyorum. Çocukluğumun geçtiği yerleri yeniden görmek fırsatını buldum bu sayede ayrıca komşu fakültenin öğrencileriyle de bir arada bulunmak çok hoş çünkü Mülkiye ile Hukuk Fakültesi malum iç içe geçmiş iki eğitim kurumudur. Bu anlamda kendimizi hep Siyasaldayken yarı hukukçu da hissederdik Hukuk Fakültesinden hocalarımız gelirdi onun için burası benim için çok hoş ve çok ilginç bir deneyim, çok teşekkür ediyorum tekrar davetiniz için. Bugün aslında hepimizin hayatını çok yakından ilgilendiren bir konu üzerinde konuşacağız Amerikan dış politikası üzerinde ve bence Amerikan dış politikasının nasıl gelişeceğini tayin edebilmek sanıyorum Türk dış politikasının nasıl gelişeceğini tayin edebilmekten çok daha önemli hale geldi çünkü Türk dış politikası genel çizgisiyle kuruduğu dönemden beri edilgen bir içerik izler. Kendisine yönelik bir takım politikalara karşı bir tavır almak biçiminde şekillenir. Kaldı ki bugün Amerikan dış politikası dediğimiz şey, dünyanın genel siyasetinin belirlenmesi anlamında çok önemli bir aşama bizim açımızdan bunu öğrenmemiz gerekiyor ve ben size mümkün olduğunca kısa, özet bir şekilde Amerikan dış politikasını ana hatların hakkında bilgi vermek istiyorum. Ve tabi, Amerikan dış politikası derken en yakın dönemde II. Bush Döneminde, önümüzde ne gibi açılımlar söz konusu olacak, nasıl bir dünya bizi bekliyor, onun üzerine birazcık spekülasyon yapacağım açıkçası çünkü geleceği görmek bir akademisyenin haddi değil ancak kehanetlerde bulunabilecek yeteneğe sahipsek bunu söyleyebiliriz. Ama genel anlamda dünya nereye gidiyor, dünya siyasetinde ne gibi gelişmeler var, bunlar hakkında biraz bilgi vermem mümkün. Bizler Mülkiye de okurken hayatımız çok konforluydu açıkçası. İki tane blok hakkında fikrimiz vardı, dünya zaten iyiler ve kötüler arasında ikiye ayrılırdı. Biz iyilerden yanaydık, Amerikan dış politikası dendiğinde “Amerika” tırnak içerisinde bize hep olumlu bir takım referanslar verirdi yani Amerikan fikrinden hoşlanırdık. Bir tarafta da kötüler vardı. Sovyetler Birliği vardı. Tabi, bu marjinal ortamlarda farklaşabiliyordu ama genel geçer çizgisiyle Türkiye’nin genel dış politikası açısından bunu söylüyorum. Sovyetler Birliği her an Türkiye’yi işgal edebilecek bir güçtü. Onun için hatta çocukluğumuzda tekvando filan çalışırdık. Ülkemiz işgal edilirse nasıl dövüşeceğiz gelecek Rus ordularıyla diye bu çocukluğumuzun en tatlı eğlencelerinden bir haline gelmişti. Deprem olduğu zaman Ruslar yapmış olurdu. Birine kızıp küfür etmek 2 istediğimiz zaman, pis Moskof derdik falan filan, biz böyle bir ortamda büyüdük. Ve hayatta hakikatten çok kolaydı. Soğuk savaş vardı ideolojik kutuplaşma vardı. Bunlar içerisinde dünyaya bakabiliyorduk. Herkes yerini çok net bir biçimde tayin edebiliyordu. Fakat maalesef ben üniversiteyi bitirdikten sonra, benim öğrendiğim her şey 3 -5 sene içerisinde hiçbir anlam taşımaz hale geldi. Ne ortada Sovyetler Birliği kaldı, ne Çekoslovakya kaldı, ne Yugoslavya kaldı, ne iki kutuplu sistem kaldı, enteresan bir dünya sisteminin içinde bulduk kendimizi. Ve yaptığımız yüksek lisanlar, doktoralar bize o kadar ders öğreten bütün hocalarımızın bize aktardığı bilgiler bir anda saçma sapan, çok anlamsız şeyler haline geldi. Ve bizim alanımızın en ciddi problemi de bu zaten. Çok dinamik bir alan bir türlü bir ucundan tutamıyorsunuz, tam tutarken elinizin altından kaçıveriyor. Bu nedenle uluslararası ilişkiler alanında çok fazla fikir sahibi olmak, net fikirler sahibi olmak mümkün değil. Ama şunu söyleyebiliriz ki bugün yaşadığımız dünya bir kahramanın yazdığı bir makaleyle başladı, öyle söyleyebiliriz. 1989 yılıydı, bir Amerikan ünlü uluslararası ilişkiler bilimcilerinden Madonna kadar şöhretli prenses Francis Fukoyama’nın yazdığı “Tarihin Sonu” isimli bir makaleyle birlikte, Amerikan zaferi ilan edildi. 1989 yılı enteresan bir yıldı. Baltık ülkeleri bağımsızlıklarını ilan ediyordu. Yıllarca iki bloğun arasındaki ayrımı çok net bir biçimde simgeleyen Berlin Duvarı çöküyordu, onun önünde insanlar resimler çektirmeye, taş parçalarını alıp evlerinde koleksiyon yapmaya başlamışlardı ve 1989 yılında artık soğuk savaş bitiyordu. Ve dünya Amerikan zaferi ile birlikte liberalizmin insan haklarının, özgürlüğün, demokrasinin zaferini kutlamaya başlamıştı. Fukoyama, Marks’tan, Hegel’den, Koiyeze’den devşirdiği fikirlerle şunu söylüyordu ki bütün insanlık tarihi özü itibariyle özgür olabilme mücadelesi teması içerisinde gerçekleşmiştir. Birileri özgür olmaya çalışmış, diğerleri o özgürlüğü vermemeye çalışmış ve bütün insanlık tarihinde savaşlar, çatışmalar esas olarak bu tema üzerinde şekillenmiştir. Ama şu anda böyle bir durumdan söz etmek mümkün değildi artık özgür insanlar kazanmış. Amerika Birleşik Devletleri önce Britanyalı sömürgecilere karşı savaşarak ondan sonra Avrupa’nın büyük imparatorluklarına Rusya’yı, Osmanlı’yı, Avusturya – Macaristan’ı çökerterek ondan sonra faşistleri devirerek, üstüne sosyalistleri devirerek tarihsel misyonunu yerine getirmiş, insan oğlunu özgürleştirmişti , kurtarmıştı, bütün baskıcı rejimlerden kurtarmıştır ve bu şekilde 1989 yılında dünya üzerinde inanılmaz iyimser bir atmosfer, bir hava estirilmeye başlandı. Ve zannetti ki artık savaşlar dönemi bitti, barışlar başladı. Çok yanlış olduğu bu tezlerin aslında akademik olarak da çok değerli değildi, onu da söylemek lazım. Hatta alternatif olarak geliştirilenler bile çok akademik anlamda ne kadar anlamlıydı, o bile tartışılabilir. Ama çok kısa sürede yanlışlaşmaya başladı. Hemen arkasından zaten Samuel Huntington’un bir başka meşhur makalesi geldi. O da Britney Spears kadar meşhur olmuştu. O da diyordu ki; “hayır çatışma başka bir motif üzerinde şekillenmeye devam edecek artık çatışmalar özgürleşip özgürleşmeme gibi şeyler arasında değil, bu tür felsefeler ideolojiler arasında değil ama İslam medeniyetiyle Batı medeniyeti esas olmak üzere farklı medeniyet dünyaları arasında gerçekleşecek diyordu.” En büyük korkusu Siloİslam uzlaşmasıydı yani, Çinlilerle İslam dünyasının uzlaşması ve dünyaya yepyeni bir şekil vermeye çalışmalarıydı. En korkunç senaryo buydu ve diyordu ki; Batı dünyası bununla mücadele etmek zorunda, Batı bir bütün olarak İslam’a karşı koymak zorunda çünkü esas tehdit ortaya çıkmaya başlıyor. İslam dünyası pek bunun farkında değildi, kendini bir blok olarak bilmiyordu, dünya üzerinde ciddi bir tehdit oluşturup oluşturmayacağının farkında değildi falan filan ama nihai noktada bir baktık ki; bir 10 sene içerisinde hakikaten bir İslam dünyası diye bir şey ortaya çıktı. İslam uygarlığı çıktı hatta o İslam uygarlığı bir anda Usama Bin Ladin’in önderliğinde El- Kaide, Saddam Hüseyin, Yaser Arafat falan gibi insanlar tarafından simgelenir oldu. Hatta uluslararası terörizmin temel müsebbibi olduk İnsanlık tarihinin en ciddi tehdidini ortaya çıkartabilen uygarlığın mensupları haline geldik ve aslında geçen sene toplam altı yüz elli kişinin ölümüne yol açmış bir İslam teröründen söz etmeye başladık. Bir evvelki sene ölü sayısı bu büyük uluslararası terörizmin nedeniyle ölen insan 3 sayısı yedi yüz elliydi. Bir başka rakam söyleyeyim sizlere aids nedeniyle geçen sene ölen insan sayısı üç milyondu. Her hangi bir önlem alınmadı. Açlıktan, susuzluktan, doğal afetlerden ölen insanların sayısı on milyonlarla ifade ediliyordu. Ama bütün dünya biz oturduk 650 kişinin peşinde yepyeni dış politikalar üretilmesini izledik ve bunu da çok meşru gördük. Bütün dünya zaman zaman çatlakça sesler çıkartmakla birlikte bir dış politika aracının bir büyük gücün dünya üzerine yeni bir şekillendirme operasyonuna direnemedik. Ve bugün Felluce’de ölen insan sayısının elli bini bulduğunu söyleyenler var, yapılan bir takım hesaplamalar Irak müdahalesinden sonra ölen insan sayısının yüz binin üzerinde olduğunu söylüyor ve 650 kişilik enternasyonal terörizmin karşılığında verilen bir mücadele yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanmış barış operasyonundan söz ediyoruz. Demek ki ortada aslında ters giden bir şeyler var yani ya birileri bizi kandırıyor, yalan söylüyor yada kendileri de ne olduğunun farkında değiller, dünya üzerinde büyük bir mücadele döndüğü aşikar ama hiç birimiz o mücadelenin nasıl bir mücadele olduğu hakkında çok fazla fikir sahibi değiliz. İşte onun için, biraz analitik bir yaklaşımla neler olabileceğini Amerikan dış politikasının ne anlamlara gelebileceğini analiz etmeye çalışalım. Şimdi ben burada basıyorum ve analitik inceleme Amerikan dış politikasını birkaç farklı başlıkla incelememiz mümkün bir tanesi ulusal siyasal yapı ve bunun Amerikan dış politikası üzerindeki etkiler, diğeri tarihsel bir yaklaşım tarihsel bir analiz çerçevesinde Amerika dış politikasının ele alınması, bir diğeri sistem yaklaşımı içerisinde Amerikan dış politikasının değerlendirilmesi ve daha teknik olarak idealizm realizm ikilemi içerisinde Amerikan dış politikasının değerlendirilmesi, bunlardan bahsedeceğiz. Dış politikayı etkileyen faktörler; birincisi Amerikanın ulusal, siyasal yapısının Amerikan dış politikaları üzerindeki etkinliğinden söz etmiştik. Hukukçuların karşısında oturup ben Amerika’da başkanlık sistemi nasıl işliyor falan diye konuşacak değilim. Haddimi de bilirim o anlamda, eminim bu konuda çok dersler alıştırmışsınızdır. Ama şunu mutlaka vurgulamak belki bir hatırlatma olabilir sizlere, Amerikan Başkanı seçimle gelmiş bir yürütme gücü olarak çok ciddi anlamda dış politika üzerinde etkili bir kimliktir. Amerikan Başkanını Amerika Başkanı kılan şey, onun gücünün kaynağı kılan şey de; dış politika çizgisini belirleyebilme yeteneği ve yetkisidir. Hemen arkasından zaten Amerika’nın ikinci insanı gelir ki o da dışişleri bakanıdır. Başkan yardımcısı olarak görev yapar. Bir sonraki yılın büyük bir ihtimalle başkanı adayı olacaktır. Bugün Rice’nın konumu böyledir. O da dış politikacıdır. Yani aslında Amerika’nın seçimleri, bütün iç politikası, iç siyaseti özellik itibariyle Amerikan dış politikasını şekillendirmesi üzerine yoğunlaşmıştır. Amerikan Başkanı özellikle de son dönemlerdeki seçimleri bir kez daha hatırlarsak artık öyle vergilerdi, kürtaj karşıtlığıydı, çocuklara sosyal haklardı, şunlardı bunlardı üzerinde şekillenmiyor. Amerikan halkı güvenlik ve dış politika eksenli olarak hayata bakıyor ve Amerikan Başkanının seçimi için asıl olan şey gelecekte nasıl bir politika çizgisinin ortaya çıkacağı. Carry elinde çok ciddi imkanları olmasına rağmen ve Amerikan halkı içerisinde özellikle enteragent* yapan George Bush yönetimine karşı çok ciddi bir reaksiyon olmasına rağmen, doğru düzgün bir dış politikası çizgisi izleyemediği içindir ki bir dış politika alternatifi getiremediği içindir ki George Bush karşısında aslında Amerikan politikası karşısında bir hezimet yaşadı, üç milyon oy farkı attılar, bu bir evvelki seçimleri hileyle, hurdayla kazanmış bir başkan için çok büyük bir başarıdır. Üstelikte Amerikanın bir savaşta olduğu düşünülürse çok önemli bir şey olduğunu söylemek mümkün. Amerikan dış politikasın da yeni bir vizyon yaratamadığı için Irak savaşına karşı bile çıkamadı ve yanında da duramadığı için Carry’nin seçilememesi garanti haline gelmişti zaten son dönemlerde. Amerikan Başkanın dış politika çizgisi de zaten Amerikan kimliğinin belirleyicisi oluyor tabi doğal olarak. Amerikan kimliği de Amerika dünya üzerinde barışçı, pasifiz bir politika mı izleyecek? Uzlaşmacı bir tutum içerisine mi girecek? Partnerler mi arayacak? Yoksa saldırgan, tek taraflı politikalardan yana olan hegemonik yada emperyal bir güç niteliğine mi bürünecek? Amerikan Başkanının genel kimliği ve stratejisi Amerikanın dünya üzerindeki 4 siyasetinde belirleyen çizgi oluyor. Bir diğer önemli nokta Amerikanın dış politika çizgisinde, çok önemli faktörlerden bir tanesi de lobilerin etkinliği, bu çok sık kullanıyor biraz fazla abartılarak kullanıyor ama o konulara tekrar değiniriz. Hani dünya üzerinde şu anda bütün insanlık tarihini İsrail’in kurulmasını, var edilmesi üzerine döndürülmüş görüşler var. Kimilerine göre bütün dünyada ki kötülüklerin kökeninde İsrail’ler yatıyor. İsrail’i burada var edebilmek için bütün dünyadaki Yahudi komitesi çalışıyor Amerika da, Rusya da, Çin de, Avrupa da hepsi İsrail için varlığını devam ettiriyor, bütün politikalar bu anlamda değer kazanıyor. Bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda da soruyorum, 1948’de kuruldu İsrail Devleti, 1948’den bu yana dünyanın dinamiği eğer İsrail’i var edebilmek ise 1948’den önceki binlerce yıllık tarihin dinamiği neydi? Yani insanlık neden İsrail için neden bu kadar çaba göstersin, bunun bir mantığı olmalı, benim kanıma göre İsrail Orta Doğu sorunun figüranlarından bir tanesi sistemin bir yan ürünü ve sadece bir figüran, bir aktris olamayacak kadar küçük ama şunu söylemek lazım ki Amerika Birleşik Devletlerindeki Yahudi komitesinin dış politika çizgisinin belirlenmesin de ekonomik güçleri göz önüne alındığında oldukça önemli bir etkinliğinin olduğu gözleniyor. Özellikle yakın dönemde. Etnik lobilerin özellikle bunların etnikliği çok önemli, Yahudi lobisi aynı zamanda dinsel bir lobi olarak ta kabul edilebilir. Ama etnik lobiler Amerika Birleşik Devletleri gibi bir .. yani alt kimlikler yerine üst kimliklerin ön plana çıktığı bir ulusal yapıda ne hikmetse oldukça etkili olduğu söyleniyor ve yavaş yavaş Amerikalılık, Amerikan ulusuna mensubiyetin yanı sıra alt kimliklerde gündeme getirilmeye başlanıyor. Ermeniler, Rumlar, Kanadalılar, Fransızlar, İrlandalılar bunlar uzun yıllardır etkili İrlanda kuvvetli lobisinin özellikle çok kuvvetli olduğu bilinen bir gerçektir. Bunların hepsinden daha kuvvetli olduğu, Amerikan Başkanını seçtirecek kadar ve İrlanda sorunu için İngiltere üstüne baskı kurduracak kadar etkili bir lobi ve bunların hepsi Amerikan siyasal karar alma süreçlerin de etkilidirler. Blok halinde davranabilen lobiler oluşturabiliyorlar. Ayrıca enteresan olan bir başka konu daha var, Amerika Birleşik Devletlerine gittiğimiz zaman, görüyorsunuz zaten özellikle Güney Eyaletlerinde bu çok net olarak gözlenebilen bir şey Hispanikler Amerika Birleşik Devletleri içerisinde çok ciddi oranda nüfus yoğunluklarını artırmaya başlamış durumdalar West denilen Beyaz Anglosakson Protestan grubu %50 oranında azalacağı düşünüyor önümüzdeki dönemde buna karşılık Hispanikler %25, Asyalılar %8, siyahlar ise %14 civarında önümüzdeki dönemde nüfuslarını artıracaklar. Yani Amerikan Mellting Pot’un karışımının değişmesi bekleniyor. Beyazlar çoğalmıyor, buna mukabil özellikle Latinler, olağanüstü çoğalıyorlar. Amerikanın genel yapısında bir değişiklik olması söz konusu olabilir. Bunlar eğer bir arada davranarak grup psikolojileri içerisinde oy verme davranışlarını gösterirlerse özellikle önümüzdeki dönemde başkanların direk olarak etnik lobiler bazında propagandalar yapması da gündeme gelebilecektir. Hispanik Lobisi Amerikanın en büyük lobisi, iki tane lobiden bahsedeceğim, bir de Yahudi Lobisinden. Hispanikler henüz çok etkili değil açıkçası otuz yedi milyon kişi çokta artacak genellikle California , Teksas, New York, Florida da bunlar yerleşik durumdalar. Amerikanın Güney Eyaletlerinde, Amerika da devlet örgütlenmesi içinde çalışabilmesi için mutlaka İspanyolca bilmeniz gerekiyor. Yüz binlerce insan hiç İngilizce bilmeden yaşıyor Amerika da tamamen, İspanyolca konuşarak hayatlarını idame ettiriyorlar. Özellikle Meksika geçişi olan San Diego gibi bölgelerde tamamen bir İspanyol kültürü, İspanyol komitesi oluşturulmuş durumda Amerika demeye bin şahit ister hesabı oralarda fakat bunlar örgütlü bir topluluk değiller. Tipik Latin toplumu, bir araya gelemiyorlar sadece yerel düzeylerde, yerel sorunlarıyla ilgili bir araya gelebilme, grup davranışı gösterebilme özellikleri taşıyorlar. Hispaniklerin bir dış politika tavrı yok. Yahudilerle Hispanikleri ayıran şey bu zaten .Hispanikler kendi ülkelerini, kendi merkez ana vatanlarını koruyacak kollayacak fazla bir davranışta bulunmuyorlar, Kübalıların dışında. Kübalıların ilgisi vatanlarına karşı anavatanlarına karşı devam ediyor zaten %6sınıda Kübalılar oluşturuyor %60şını Meksikalılar. Meksika’da Amerika ile Meksika arasında 5 sadece yol üzerinde şöyle bir çizgi var, bir ayağınız Meksika da, bir ayağınız Amerika da yaşayabiliyorsunuz. Ve müthiş bir nüfus yoğunluğu sürekli olarak Amerika’dan Meksika’ya geçiş yapıyor. Çalışıyorlar Amerika da ve geri gidiyorlar. Özellikle yasa dışı göçünde en önemli objelerinden bir tanesi. Yahudi Lobisi çok daha dış politika oryanti, çok daha dış politikaya yönelik bir lobi. İsrail konusunda duyarlı bir lobi fakat ilginç olan bir başka nokta Yahudilerin çok önemli bir kısmı tahmin edildiği gibi George Bush’a oy vermemiş Carry’e doğru yönelmişler yani Yahudilerin de bir blok halinde davrandığını söylemek çok mümkün değil. Dünya üzerinde iki farklı Yahudi komitesi bulunuyor, bunların bir grubu özellikle İsrail konusunda sert politikaların dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Yahudilerin yaşam standardını düşürdüğü ve onların hayatını konforsuz hale getirdiğini düşünüyorlar. Bu nedenle de aslında Ariel Şaron tipi gibi politikalara şiddetle karşılar İsrail’de de Robbin Grubu yani barış yanlısı grup Robbin suikastta kurban gitmeden önce çok daha etkiliydi. Ama görüldüğü kadarıyla karşılıklı olarak şiddetin tırmanması barış yanlısı Yahudilerin özellikle Orta Doğu da etkisiz hale gelmelerine yol açtı. Buna rağmen Orta Doğudan kaynaklanan şiddetin ve güvenlik probleminin Paris’te, Londra’da, New York’da yaşayan Yahudileri fazlasıyla tehdit etmesi nedeniyle dünya üzerinde yaşayan farklı Yahudi gruplarının da Şaron’a karşı çok ciddi bir lobileşme faaliyeti olduklarını da söylemek mümkün. On milyon Musevi yaşıyor Amerika’da ve yaklaşık %3’ü bu nüfusun. Amerikan siyaset ve ticaret hayatının %11’ni oluşturuyorlar. Amerika’da ki her beş akademisyenden bir tanesi Yahudi kökenli özellikle bilimsel alanlarda ki çok etkili rol oynuyorlar. Medya da %25 oranında bir güce sahiple hem sermaye anlamında hem de özellikle köşe yazarlarının varlığı olarak ifade ediliyor. Amerika Savunma Bakan Yardımcısından NBA başkanına, Hollywood yönetmenlerinden, Merkez Bankası başkanına, New York belediye başkanından senato üyelerinin %10’un kadar kongrenin %6’sına kadar her alanda inanılmaz bir biçimde Yahudi ağırlığı görülüyor. Yahudiler toplumun kremlony kremlonisini*oluşturuyorlar Amerika’da yani alt kültür grubuna mensup bir Yahudi’den söz etmek çok mümkün değil. Direk olarak yönetim birimlerine giriyorlar çok başarılı insanlar oluyorlar çoğunlukla ve kendi aralarında çeşitli lobileri de var, bir kısmı da gördüğünüz gibi elli bin tane üyesi olabilecek kadar gelişkin lobiler. Lobilerin gelecekteki konumlarında bakarak genel bir trend değerlendirmesi yapıyoruz; şu anki konumdan dünya sisteminden kaynaklanan, ondan, onun oluşturduğu yeni birtakım yapılar nedeniyle etnisite bazlı alt sitelerin yavaş yavaş zayıflamaya başladığını bunun yerine, dini tariflerin daha güçlendiği görmek mümkün dünya üzerinde de bu böyle insanlar kendilerine genel olarak baktığımız zaman da hani ben Pakistanlıyım, ben Arap’ım, ben Afganistanlıyım falan diye değil özellikle İslam komitesinde ben Müslüman’ım diye demeye daha fazla başladığını görüyorsunuz. Yada ben Katolik’im yada ben Protestanlım demeye başladığını görüyorsunuz. Amerika da envanjelizm zaten bahsedeceğiz çok ciddi bir ivme kazanmış durumda. Bu nedenle dinsel motifli lobilerin ağırlık kazanması beklenebilir. Bunlar tarikatlar düzeyinde örgütlenmeler de olabilirler. Bunun dışında lobiler daha seçkinci iken yani toplumun daha üst kesimini, daha zengin kesimini, daha üst kültür gruplarını ifade ederlerken, daha ordinary, daha sıradan ve daha büyük kalabalıkları bir arada tutan lobileri doğru dönüşme ihtimalleri yüksek, özellikle Hispaniklerin yönelimi genel olarak böyle. Zengin lobilerden güvenlik lobililere doğru Amerika da etkinliğinin artması bekleniyor. Güvenlik lobisi şu anlama geliyor; zengin lobiler iktisadi anlamda Amerikan seçim kampanyalarına destek veren ve Amerikan ekonomisi hakkında bilgi sahibi olan, bu anlamda dış politikayı yönlendirmeye çalışan lobilerden daha ziyade Amerika’ya ittifak oluşturabilecek ülke vatandaşlarından kurulu lobilerin etkin hale geçmesi bekleniyor. Mesela bir Türk lobisinin önümüzdeki dönemde Amerika Birleşik Devletlerinin dış politikasında daha etkili hale gelmesi beklenen bir olasılık çünkü bunlar İngilizlerin aynı şekilde Amerikan’ın daha çok ihtiyacı olan şey iktisadi destek değil güvenlik desteği olacağı için, bunların etkinliğinin artması bekleniyor. Keza, üst kültür lobilerinden alt kültür grubunun 6 egemenliğine doğru bir geçiş var. Artık insanlar seçkinci, elit tavırlar yerine onların egemenliğini, onların üstünlüğünü tercih etmek yerine yavaş yavaş sıradan insanların daha egemen olduğu bir döneme doğru giriyoruz. İşte en son sürekli olarak yapılan George Bush’a oy veren insanların ve Carry’e oy veren insanların IQ değerleri hesaplanıyor, zenginlik düzeyleri, kültür düzeyleri nerelerde yaşadıkları hesaplanıyor. Carry’in toplam IQ düzeyi ve Carry’e oy verenlerin George Bush’unkinden otuz, kırk puan daha yüksek toplam olarak. Bu nedenle bunlar da bilimsel araştırma olarak tespit ediliyor. Yavaş yavaş sıradan insanların alt kültür egemenliğini dünyanın her yerinde görebiliriz. Nüfus ve demokrasi birbiriyle eş değer olarak gidiyor. Birileri oy verebilme davranışı gösterebilen birileri, herkesin bir tane oy hakkı olduğu için kim kalabalıksa onun seçtiği başkan ve onun seçtiği politikalar uygulanıyor. Bu da hayatın bir gerçeği. Gelelim ikinci analitik açılımıza tarihsel yaklaşım, Amerika Birleşik Devletleri tarihsel bir imparatorluk ama aslında bebeklik çağında daha yani genel olarak dünya üzerinde var olan ülkelerin tarihlerine baktığınız zaman çok daha gerilere gidebilirsiniz. Amerika 1776’dan bu yana hayatımızın içerisinde varolan yepyeni bir devlet ve 18. Yüzyılın akımlarından önemli ölçüde etkilenmiş bir devlet 18. Yüzyıl ilginç bir dönem, Fransız İhtilali ile birlikte dünya üzerinde üç slogan çerçevesinde liberty, egalite, fragenlite çerçevesinde, üç temel akım hüküm sürmeye başlıyor. Liberte liberalizmi, egalite sosyalizmi fragertalite de nasyolizmin tetikleyicisi oluyor ve dünya 19. Yüzyıl boyunca bu üç akımın yavaş yavaş güçlenmesi ve 20. Yüzyılın zaten tamamen domine etmesine şahitlik edecek. Amerika Birleşik Devletleri özellikle liberte fikrinden fazlasıyla etkilenmiş olarak kurulan bir ülke, aslında İngiltere’den göç eden ve Amerikanın doğu kısmına yerleşen on üç tane İngiliz kolonisinin harekete geçmesiyle kuruluyor. İlginç olan, Fransız İhtilaliyle Amerikan Devrimi arasında çok benzerlikler var. Fransa da hükümet Yedi Yıl Savaşlarının bütçesi nedeniyle ekstra vergiler koyuyor halkına halk ayaklanıyor. İngiltere’de de aynı şekilde Yedi Yıl Savaşları neticesi ve İngiltere kendi sömürgelerine ekstra vergiler koyuyor ve halk ayaklanıyor. Bu çerçevede Amerika Birleşik Devletleri halinde İngiliz kolonileri ayaklanıyorlar ve kendilerine çok güzel Fransa, İspanya ve Hollanda’dan destek buluyorlar. Dünyanın başka önemli devletleri özellikle İngiltere’nin Yedi Yıl Savaşlarındaki olağanüstü kazanımlarından rahatsız olan devletlerin Amerika Birleşik Devletlerine çok ciddi yardımlarda bulunduğu görünüyor ve Amerika Birleşik Devletleri kuruluyor. Amerikanın bugünkü sınırlarına baktığınız zaman Missiciple’den Meksika Körfezine kadar olan bölgesinde Fransızların genel olarak egemenliği görülüyor. Güney Amerika İspanyol ve Portekiz sömürgesi, İspanyollar Amerikanın Kuzey Bölgelerinde de varlar. Ama esas olarak lokomotifliğini İngilizlerin yaptığı bir Birleşik Devletlerden söz ediyoruz. Ve İngiliz demokrasisi İngiltere de insanlara ta 1215’ten bu yana verilen haklar ve yapılanan siyaset Amerika’yı da çok direk olarak etkiliyor ve Fransız İhtilalinden daha önce malum Virginia Bill of Right’ı yayınlama önceliğine de sahip oluyorlar. Yani insan haklarını doğuran ülkelerden bir tanesi. 19. Yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri açısından önemli, hem bir iç savaş yaşıyorlar hem de Avrupalıların Amerika’ya daha fazla müdahil olmalarını engelleyecek birtakım dış politika açılımları geliştirmeye başlıyorlar. Nitekim 1823 Monroe Doktrini Amerikan dış politikasının önemli temel taşlarından biridir. Bugün hala Monroecılar yani izolasyonist politikalardan yana olan çok geniş bir kitle vardır Amerika Birleşik devletlerinde, ne diyordu Monroe Doktrini, Avrupalılar bizim arka bahçemiz olarak tarif ettiğimiz bu amerikan içişlerine müdahale etmesinler, biz de Amerikalılar olarak bir şekilde Avrupa’nın iç işlerine müdahale etmeyeceğiz. Yani çok net aramızda Atlantik var fazla bize bulaşmayın mesajı veriyorlardı. 20. Yüzyıla gelinceye kadar Amerika Birleşik Devletleri gerçekten Avrupa’nın içişlerine müdahil olmadı. Ve kendi içerisinde çok önemli bir iktisadi gelişme gösterdi. Kendi içerisinde bir uyum sağladı, bir ulus projesine girdiler fakat 20. Yüzyıl Amerika Birleşik Devletleri açısından çok Önemli bir yüzyıldı. Yani bebeklikten yavaş yavaş çocukluk genç delikanlılığa atlayan bir büyük güçten söz etmeye başladı. Her 7 iki dünya savaşı da Amerikan müdahalesiyle sonuçlandı.1917’de I. Dünya Savaşına girerek 1941’de de II. Dünya Savaşına girerek dünyanın nasıl şekilleneceğini belirlediler. I. Dünya Savaşından sonra Amerikanının hala Avrupa ile ilişliklerini çok sıcaklaştırma niyeti yoktu. Nitekim Wilson Doktrin ve Başkan Wilson bir milletler cemiyeti kurulmasını önermesine rağmen, buna öncülük etmesine rağmen Amerikan Kongresi hem Versay antlaşmasını hem de Milletler Cemiyeti mis akı’nı ret etmiştir. Aynı biçimde Birleşmiş Milletlerin kuruluşu sırasında ve NATO’nun kuruşu sırasında da Amerika Birleşik Devletlerinde çok ciddi tartışmalar söz konusu olmuştu. Amerika önce 1945’te Birleşmiş Milletler sonra 1949’da NATO’ya üye olarak artık Avrupa’nın içişlerinde var olduğunu ortaya çıkardı ve Amerika Birleşik Devletlerinin hegemonyası yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Aslında biz II.Dünya Savaşı sonrasını, daha ziyade iki tane birbirine denk gücü mücadeleci olarak biliriz, öyle öğretilmiştir ama şunu söylemek lazım ki; Amerika Birleşik Devletleri II. Dünya Savaşından sonra çok ciddi bir hegemonik güçtü. Ve Sovyetler Birliği de onu dengeleyecek potansiyele sahip değildi. Bir ülke düşünün, yirmi milyon insanı savaşa kurban etmiş bir ülke. İktisadi anlamda perişan, üretim yapamaz bir ülke, sosyalizmi silah zoruyla insanlara büyük baskılar uygulayarak sağlamaya çalışan bir ülke ve Stalin’in yönetiminde on beş milyon insanın siyasi nedenlerle öldürüldüğü bir ülkeden söz ediyoruz. Ama 1953’e kadar yani Stalin ölene kadar dünyanın en büyük ağır sanayi hamlelerinden bir tanesini yapan bir ülke söz ediyoruz. 1948’de atom bombasına sahip olan, 1953’te hidrojen bombasına sahip olan bir ülkeden söz ediyoruz. 1957’de de ilk defa Amerikan topraklarını tehdit edebilecek bir atılımda bulunarak Sputni’yi uzaya fırlatan bir ülkeden söz ediyoruz. Ama 1945 yılına gelindiğinde Sovyetler Birliğinden söz ettiğimiz zaman böyle bir .. güçten söz etmemiz mümkün değil. Gerçekten perişan durumda. Doğrudur Alman tümenlerinin en büyük kayıplar verdiği topraklara sahip olan bir ülke ama buna mukabil Amerika’nın genel yapısına baktığımız zaman Amerika’yla boy ölçüşemeyecek bir ülkeden söz ediyoruz. Amerika Birleşik Devletleri 1945 yılına gelindiğinde dünya üretimin üçte birinden fazlasını yapan bir ülke, dünya ticaretinin üçte birinden fazlasını yapan bir ülke, dünya üzerindeki toplama altın ve döviz rezervlerinin otuz üç milyarlık Dolarlık altın ve döviz rezervlerinin yirmi milyar Dolarından fazlasına sahip bir ülke. Atom bombasına sahip bir ülke. İlk nükleer bomba yapabilme ayrıcalığına sahip bir ülke. Dünyanın en büyük deniz gücü olmasına rağmen, dünyanın en büyük tank üreticisi haline gelmiş bir ülkeden söz ediyoruz, bir kara gücü değil üstelik. Bir ülkeden söz ediyoruz ortalama beş dakikada bir savaş uçağı üretebilir kapasiteye ulaşmış böyle bir ülke ortalama günde bir günde savaş gemisi, bir uçak gemisi üretebilecek bir ülkeden söz ediyoruz. On iki buçuk milyon askeri seferber durumunda bunun yedi buçuk milyonu kıtalar aşırı, bir ülkeden söz ediyoruz. Ve diyoruz ki dünya üzerinde iki tane büyük blok vardı, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği birbirlerini dengelediler. Hayır dengelemediler yani bu dengeleyecek bir güç değildi ayrıca arada çok ciddi bir farkı vardı. Ama buna mukabil bu tür bir dengenin var olduğu savı Batı bloklunun tamamen Amerika Birleşik Devletlerinin güdümüne girmesini sağladı. Sorgusuz, sualsiz ve kuşkusuz bir biçimde aynı şekilde Doğu tarafını da Sovyetler Birliği’nin kontrolü altına girmesini sağladı. Imanna Vollurtein bu savaşa “sanal savaş” diyor, soğuk savaş diye bir şey hiçbir şey olmadı. Yalta Konferansında Stalin ile Roosevelt her şeyi belirlediler ve insanlara böyle bir şey varmış rolü yaptılar. Amerika Birleşik Devletleri zaten sistemin tek gücüydü o zaman diyor ama sonrasında Sovyetler Birliği’nin çok olağanüstü atılımlar yaptığı ve bu gücü yavaş yavaş dengelemeye başladığından söz etmek mümkün.1989 yılında demin de bahsettiğimiz gibi Francis Fukoyama Sovyetler Birliği denilen şeyin yok olduğunu, Amerika’nın zaten tek emperyal güç haline geldiğini deklere etmiştir. Bugün 21. Yüzyılın bir Amerikan yüzyılı olduğu savından söz ediliyor. Amerikanın savaşlar boyunca bu tarihsel savaşlar boyunca, maliyetler hakkında bir fikir olsun diye böyle bir slayt koydum. Bugün Amerika Birleşik Devletlerinin şu anki Dolar kurları itibariyle hesaplanmış olan bir şey. Irak’ta hala hazırda devam etmekte olan 8 savaşın bütçesi ekonomik maliyeti yüz elli milyar Doların üzerinde şu anda. İnsan maliyeti ise bin iki yüz civarında Amerika’ya insan maliyeti ise bin iki yüz civarında olduğu söyleniyor. Henüz çok net rakamlar yok özellikle Felluce Operasyonu sırasında bu rakamlar artmış olabilir. Çünkü orada ciddi bir silahlı direnişle karşılaştılar. Ama görüldüğü gibi Amerika’nın hani II.Dünya Savaşında iki yüz doksan iki bin askerini kaybetmiş bir Amerika’dan söz ediyoruz. Bugün hele bir öncekinde yüz kırk sekiz kişi nerdeyse sıfır maliyeti sıfır insan kaybıyla Afganistan operasyonun da ciddi bir kayıp yok sadece bir iki tane kaza uçuşları nedeniyle ortaya çıkan ölümler var. Amerika Birleşik Devletleri artık kayıpsız savaşlar yaratabilir hale geldi. Ve harcadığı paralar da fazlasıyla yaptığı savaşlar sonucu o ülkelerden tahsil edildiği için çok fazla harcama yapma gibi bir arayış içerisinde değil, böyle bir güce sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Sistem yaklaşımı, bu üçüncü analitik açılımız, Amerika Birleşik Devletleri dış politika açısından tek başına Amerika Birleşik Devletlerinin politikaları şöyledir böyledir diye analiz edilebilir mi? Yoksa aslında Amerika Birleşik Devletleri dış politikaları var olan uluslararası sistemin bir yansıması mıdır? Yani Hegelyan* tabiri ile Time Guides* yani “zamanın ruhu” aslında bütün devletlerin dış politika açılımlarını belirlemekte midir? Şunu söylemek istiyorum, bizler genellikle olaylara baktığımız zaman hani farz edelim ki terör olaylarından söz ediyoruz. Teröre elinde silahlı, elinde bombaları olan silahlar olan bir takım insanlar olarak bakıyoruz. Ve terörün çözümü de bu anlamda çok kolay gibi geliyor, teröristi öldürürsünüz bütün olay biter gibi görünüyor. Ancak burada bir ciddi görüş problemimiz var bakmakla görmek arasında çok ciddi bir farklılık vardır. Bir ağaç düşünün, bir elma ağacını düşünün gözünüzün önüne canlandırın, yeşil yaprakları olan, kırmızı elmaları olan heybetli de bir ağaç olsun, o ağacı daha derin görmeye çalıştığınız da o ağacın yapraklar ve elmalardan ibaret olmadığını göreceksiniz, o ağacın o ağacın yıllar boyunca büyüttüğü toprağın derinlerine giden kökleri olduğunu göreceksiniz. Ve o ağacın içinde yer aldığı ekosistemin bir parçası olduğunu göreceksiniz. O ağacın tek başına hiçbir anlam ifade etmediğini göreceksiniz. O ağacın sistem içerisinde bir işlemi olduğunu göreceksiniz sadece elma ürünü vermez aynı zaman da fotosentez yapar, doğada ki oksijen karbondioksit dengesinin ayarlanmasın da bir rol oynar. O ağacın bulutlardan yağan yağmur damlacıklarına ihtiyacı olduğunu göreceksiniz. Yada güneş ışığıyla ancak fotosentez yapabildiğini, topraktan mineraller alıp beslendiğini, o ağacın tek başına bir anlam kazandırdığınız gibi, o ağacı bir ormanın içersindeyken de hayal edeceksiniz ne anlama geldiğini. Ayrıca o ağacın üzerinde yaşayan karıncaları, türlü asalakları iyi görmek zorundasınız. Elmaların içerisinde ki kurtları iyi fark etmek zorundasınız. Bir elma ağacı bir elma ve ağaç bütününden elma ve yapraklar bütününden çok fazla bir şeydir. Bu nedenle Amerikan dış politikası da George Bush, Condollizza Rice ve Pentagon’dan çok farklı ve fazla bir şeydir. Amerikan dış politikasına bakıp, Amerika’ya bakıp sadece George Bush‘u görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. George Bush’un beslendiği kaynakları, kanalları, içinde yer aldığı ekosistemin ne anlama geldiğini, çok iyi tespit etmek zorundasınız. Bu sistem kavramına bir kez daha son bölümde deyineceğim çünkü bu konuda bütün dünyada ciddi de bir yanlışlık yapıldığı da yavaş yavaş konuşulmaya başlandı. Sistemimiz hala ulus devletler bazında analiz ediyoruz. Ama buna nasıl bakmak gerektiği buna bir parantez açıp içini de boş bırakıp devam edelim diyorum. Ve son analitik açılımıza geliyoruz. Realizm idealsizim ikileminde Amerikan dış politikası; Amerikan dış politikasında farklı gelenekler faklı çizgiler var elbette ama en temel iki paradigma, idealizm ve realizm çerçevesinde belirleniyor. Amerika da Wilsoncu ve Roosevelt dış politika olarak ikiye ayrılıyor görüşler. Wilsoncu ideoloji Amerika’nın dünya üzerinde bir barışı kurgulama, aracı olarak kullanılması gerektiğini düşünüyor ve Amerikanın özü itibariyle, sistemin düzenleyici ama aynı zamanda ortaklarla uzlaştırıcı bir yapı içerisinde evrilmesi gerektiğini düşünüyor. Rooseveltçi dış politika ise, Amerikan gücünün ancak askeri müdahalelerle güç dengesinin kurulması sayesinde ve gücünü ortaya koyarak, dünyayı şekillendirebileceğine inanıyor. Her iki görüş de 9 dünyanın bir düzene sokulabilmesi ve mükemmel bir işleyişinin olabilmesi için, Amerikan gücünün ve varlığının şu veya bu şekilde empoze edilmesinin, gerekli görüyor. Ama bu askeri yönden mi olur, iktisadi yönden mi felsefi ideolojik boyuttan mı olur, bu konularda uzlaşamıyorlar. Bunlar Amerikan Başkanları kimi demokrat, kimi cumhuriyetçi gördüğünüz gibi bazı başkanlar iki dönem başkanlık yapıyor biliyorsunuz Amerika da iki dönemden fazla başkanlık yapmak mümkün değil. George Bush şu anda, oraya bir 2004’ü de koymak gerekli 2004’ten bugüne kadar gibi düşünmek de lazım, ikinci başkanlık dönemini yapıyor. George W. Bush okuduğum genel kaynaklarda IQ düzeyi en düşük olan başkan olarak gösteriliyor. Resmi olarak bunu böyle söylüyorlar ve en yüksek olan başkan da IQ düzeyi Bill Clinton tarihte en yüksek IQ düzeyine sahip olan Başkan Bill Clinton. George Bush’un babası Father Bush çok zeki ve eski CIA Başkanı bu nedenle Amerikanın derin devletine fazlasıyla nüfus etmiş ve politika belirlemede çok etkili bir kimlik, ama George W. Bush’un önemli ölçüde edilgen bir kişiliğinin olduğu, çok dindar olduğu ve çok mistik bir tavırla da dünyayı algıladığı da genellikle iddia edilen şeyler. Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanlarının her biri bir dış politika doktrini çizmiş, deminde bahsettiğim gibi Amerikan kimliğinin oluşumu Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanlığının doktrinleri ile şekillenmiş, böyle bu şekilde ortaya çıkarmışlar. Carter Dönemi 1970 ve 1980’ne geçiş önemli ölçüde İran da devrimin olduğu bir dönemi düşünün, Sovyetler Birliğinin Afganistan’a yöneldiği bir dönemi düşünün ve Carter Doktrini çok net bir biçimde Amerikanın çıkar alanını, hayati çıkar alanını tarif eden bir çıkar doktrinidir. Der ki, bir dış güç tarafından girişilen ve İran Körfezini denetlemeye yönelik her tavır Amerikan çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak algılanır der. 1980’li yıllar Amerikan, Amerikanın dışarıdan petrol alımları açısından, Orta Doğuya önemli bir bağımlılığının olduğu yıllar. 1960’da Amerikanın dışarıdan ithal ettiği petrolün %80.3’ü Orta Doğudan sağlanıyor. 1960’da. 1980’e gelindiğinde, hatta 1990’a gelindiğinde diyelim, 1990’lara gelindiğinde bu rakam %60’lara düşüyor, Amerika petrolünün %60’nı Orta Doğudan ithal ediyor. 2000 yılına gelindiğinde, şu anda Amerikanın Orta Doğu petrollerine bağımlılığı %50 civarında, 50 düzeyinde Amerika Birleşik Devletleri daha fazla enerji kullanıyor. Ama Orta Doğu petrollerine bağımlılığı giderek daha azalıyor. Özellikle Venezüella’dan kendi kaynaklarından ve yeni ortaya çıkan Hazardan aldığı pay Orta Doğunun üzerine çıkıyor. Bu çerçevede bir başka önemli nokta daha petrol konusu çok vurgulanıyor, bu Amerikanın Orta Doğu müdahalesi açısından Amerikanın Orta Doğu savaşı sadece bir petrol savaşı olarak halledilemez. Yani bu da çok temel bir yanlıştır. Amerikanın Orta Doğu petrollerine bağımlılığı yada petrolü bir oyuncu olarak kullanıyor olması bir tek nedeni kendi bağımlılığı değil ama başka rakip olduğu devletlerin bağımlılığı ve petrol fiyatlarını bu şekilde kontrol etmek açısından anlamlı olabilir. Ama onun dışında Amerikanın rezervlerini zaten 1973 petrol krizinden sonra kendi rezerv sistemlerini de oluşturdular, her türlü kriz anında petrollerini sağlamaya yetecek kadar güçlü rezervleri var. Orta Doğuda çıkacak her türlü petrol fiyatlarındaki yükselme ve her türlü müdahale en çok Avrupa ülkelerini ve Japonya’yı etkiliyor. Ve bugün petrol fiyatları 50 Dolarları bulmuş durumda. Tavan fiyatları olarak 70 küsur Dolarları görmüş daha önce ama bugün de tavana yakın bir seyir izliyor. Genel de 20 küsur Dolarda, 29-30 Dolarda standart tutulması beklenir. O dönemde Brejnev Doktrini etkisi ile 1980’li yıllarda 1968’de Brejnev Doktrini ilan ediliyor ama Sovyetler Birliğinin Çekoslovakya’dan başlayan ve 1980’de Afganistan da en son müdahalesi var, gerçi Batlık Cumhuriyetlerine de müdahale etmeye çalışmış, bağımsızlıklarını aldıkları sırada ama ekili bir biçimde Doğu Bloğu ülkelerine yönelmesi Sovyetler Birliğinin, onu dengelemek için bir başka doktrine ihtiyaç duyduğunu gösteriyor zaten Carter Doktrini Kate Patrick Doktriniyle de tamamlanan bir doktrin ve Amerikalıların neden diktatörlükleri destekledikleri konusuna da cevap veriyor diyor ki, kötüden daha kötüsü var. Eğer bu diktatörleri desteklemezsek buraya Sovyetler Birliğinin girişi söz konusu olabilir. Onlar penetre edilebilir, o zaman diktatör olsun, benim olsun, bu felsefeden hareketle diktatörlükleri desteklemelerini 10 meşru olarak kabul ediyorlar. Güya dünyanın insan hakları şampiyonu olmalarına rağmen. Sonrası da Reagan Doktrini, Reagan zaten bir fındık tüccarıydı. Reagan bir western kovboyu biliyorsunuz, artist ama tarihin en önemli açılımlarını gerçekleştiriyor ve Sovyetler Birliğini bir kötülük imparatorluğu olarak tarif eden bir doktrini var. Buna rağmen IMF görüşmeleri, orta menzilli nükleer füzeler görüşmelerini sonlandırıyor. Sovyetler Birliğini çözen Devlet Başkanı, cumhuriyetçidir. Sovyetler Birliğini yok etmeyi başaran bir devlet başkanı olarak da tarihe geçiyor. Diyor ki, komünizme karşı dünyanın her yerinde mücadele edeceğiz. Ama 1980’li yıllar komünizmin aslında zaten çok da ciddi bir etkinliği dünya üzerinde kalmamış. 1985 de Gorbaçov’un iktidara gelişiyle birlikte artık yepyeni bir sisteme doğru geçiş söz konusu olmaya başlamış ve meşhur iki slogan Glasnot ve Perestroyka ile birlikte Sovyetler Birliği aslında kendi kendini dağıtmaya başlamış bir ülke haline gelmiş. Amerika Birleşik Devletleri ve Reagan’ın çok da çaba göstermesi gerekmiyor. Bu arada özgürlük savaşçısı olarak tarif ediyor bütün terör gruplarını kimilerine göre terörist kimilerine göre özgürlük savaşçısı hatta meşhur İran Kontra Skandalı da yaşanıyor Amerika İran’la nerdeyse savaş durumda iken Reagan’ın yönetiminde Amerikaların İran’a ağır silahlar sattığı tespit ediliyor. Reagan ben bunu ben yapmadım diyor, benim bilgim dahilinde olmadı ve yarbay Oliver North diye bir askerin kendi başına tankları, topları oraya sevk ettiği anlaşılıyor. Oradan gelen paralarında Nikaragua’daki; kontralara aktarıldığı tespit ediliyor. O dönemin en önemli skandallarından bir tanesi İran Gate olarak biliniyor Reagan döneminde. Arada bir George Bush, baba George Bushumuz var biliyorsunuz onu atlıyoruz çünkü resmi bir doktrin ilan etmiyor George Bush ama şunu söylemek lazım ki; yeni dünya düzeni kavramının mucidi o. Ve bu çerçevede de 1990’lı yılların başları Amerika da Cumhuriyetçilerin dünya üzerinde yavaş yavaş hareketli hale gelmeye başladıkları ve ilk müdahalenin Irak’ta ki ilk müdahalenin yapıldığı tarih ama müdahale herkesin görüşüne göre yarım bırakıldı. Özellikle Saddam Hüseyin’in iktidarda kalması bu müdahaleyi tam anlamıyla bir zafer olarak nitelendirmeye engel olan bir şey. Bill Clinton Cumhuriyetçilerden farklı bir demokrat ve özellikle sosyal refaha sosyal kalkınma adalet gibi kavramlar üzerinde duran bir kimlik. Amerikanın da dünya halkları tarafından en çok benimsenen başkanlarından bir tanesi, etnik çatışmaların çok yoğun olduğu bir dönemde başkanlık yapıyor ve dünya üzerinde ki etnik çatışmalara dünyanın neresinde olursa olsun müdahale edeceklerine yönelik açıklamaları var ve diyor ki, hiçbir devlet kendi vatandaşı bile olsa insana eziyet etme hakkına sahip değildir. Amerika Birleşik Devletleri bütün zulüm ve istibdat yönetimlerine karşı savaş açmıştır ve her yere müdahale edeceğiz buna rağmen Bosna’da da, Kosova’da da müdahale etmekten özellikle önemli ölçüde kaçınıyor. Sonrasında bir anlamda da mecbur kalıyor ama bu savaşlarda da soy kırımı engelleyen bir Amerika Birleşik Devletleri portesi yaratıyor o da, aşikar. Dünya üzerinde bir partner arama arayışı içerisinde, Demokratların zaten genel görüntülerini de bu şekilde ifade etmek mümkün. Şimdi ki George Bush Doktrini, George W. Bush Doktrine gelince önemli ölçüde Hıristiyan teorisinden etkilenmiş olduğunu söylemek mümkün ve Amerika Birleşik Devletleri için iyi olan bütün dünya için de iyidir görüşüne sahipler. Amerikan centralik*, çok Amerikan merkezi bir bakış açıları var ve Amerikanın dünya üzerinde tek süper güç olarak muhafaza edilmesi gerektiğini, Amerikanın tek süper güç olma konumunun dünya üzerindeki dengeleri sağlayabilecek tek alternatif olduğunu söylüyorlar. Ortaya çıkabilecek bütün rakiplerin mutlak suretle bertaraf edilmesi gerektiğine inanıyorlar. Bir başka önemli öncelikleri, bu kitle imha silahları konusunda bir saplantılı tavırları var. Bazı ülkelerin kitle imha silahlarına sahip olmaları tolere edilebilirken, bazılarının kitle imha silahlarına sahip olmaları halinde derhal vurulabileceklerini ve önceden bu “pre-enter strike” denilen önceden vuruş ilkesi çerçevesinde bunun yapılacağını söylüyor. Nitekim Irak operasyonu bir pre-enter strike’dır. Irak‘ta kitle imha silahlarının bulunduğu şaibesi ile gündeme getirilmiş olan ve hala da bulunamayan, bulunamayacağı da artık Amerikalılar tarafından kabul edilmiş olan ama buna mukabil tehlikeli bir adamın harekete geçmeden önce önlenmesine yönelik bir 11 tavırdır, bir politika seçeneğidir. Ayrıca tek taraflı bir kesimin harekete geçirilmesi, George Bush yönetimi diyor ki : Clinton gibi biz öyle Avrupa’yı ortak almak yada sürekli müttefik aramak durumunda değiliz. Amerikan gücü şu anda kendisinden sonra gelen 25 ülkenin toplamından daha fazla bir askeri güce sahiptir. Bu kadar büyük askeri harcamalar yapılmaktadır, 400 milyar Dolar’ın üzerinde. Böyle bir askeri kapasiteye sahip olan bir ülkenin, herhangi bir partner aramaya ihtiyacı da yoktur. İsteyen bizimledir ama bizimle olmayan herkes karşımızdadır arada gri nokta diye bir şey kabul etmiyoruz diyorlar. Birleşmiş Milletler, NATO bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bunlar bizimle beraberlerse buyursunlar, olmuyorlarsa hiç ilgilenmiyoruz biz kendi işimizi kendimiz yaparız diye düşünüyorlar. Demokrasi, liberalleşme ve güvenlik prensiplerini ısrarla vurguluyorlar fakat burada enteresan bir tavır var, zorla döve, döve demokrat yapabilme gibi bir kendilerine yeni felsefe geliştirmişler, yaptıkları şeyinde Irak’ta demokrasi ilkelerinin hayata geçirilmesi olduğunu düşünüyorlar, buna samimiyetle de inanıyorlar, ilginç olan. Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasındaki temel farklılıklar, burada şöyle bir yanılgımız vardı genellikle, birilerinin aksine diyoruz burada Amerikan tarihinde hep Demokratlar savaşmış. Üstelik Demokratlar daha barışçı, daha müttefik arayan, daha uzlaşmacı tavırlı olarak bilinirler ama sürekli olarak demokrat partili başkanlar, savaş partisi haline getirmişler partilerini. Cumhuriyetin ilk büyük askeri çatışması olan 1812 çatışması demokrat yönetim tarafından kışkırtılıyor. Meksika Savaşında James Polk var. Amerika’da gene demokrat başkanı. Her iki dünya savaşına da demokrat başkanları yönetiminde giriliyor. Soğuk savaş, Kore savaşı, Vietnam savaşı hep Demokratlar tarafından başlatılıyor. Küba krizinde gene bir demokrat J. F. K. var başta. Bill Clinton, Bosna ve Kosova savaşlarında var ve Demokratların başkanlığında girilen irili ufaklı bir sürü çatışmadan, 22 tanesinden sadece bir tanesinde Pearl Harbor Baskınında savaş kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya çıkmış, diğerleri tamamen başkanların inisiyatiflerini kullanmaları ile ortaya çıkmış olan savaşlar. Tam tersi bilinir dünyada, hep Cumhuriyetçiler savaşçı olarak bilinir. Cumhuriyetçiler ise üstlerine yapıştırılan o damgaya rağmen maalesef Demokratların başlattığı savaşları hep bitirmek zorunda kalmışlar. Ve sadece üç tane savaşın dışında savaş var, sorumlu oldukları, bu da en son dönemde söz konusu olan 1990’dan sonra I. Körfez Savaşı, Afganistan Savaşı ve Irak Savaşı. Amerika da bilinen bir deyim “ekonomik kriz istiyorsun Cumhuriyetçilere oy ver, savaş mı istiyorsun Demokratlara oy ver.” Şahinler ve güvercinler arasındaki temel çelişki gibi görünüyor Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasındaki çelişki, ilginç olan savaşı hep Demokratlar başlatmasına rağmen, güvercinler demokrat, şahinler cumhuriyetçi ve özellikle 1990’lı yıllara kadar bu ayrım çok net olarak geliyor. Hep Demokratlar etkili olmuş fakat 1990’lı yılların Cumhuriyetçileri daha şahin tavırlılar ve Amerikan gücünün megalomanisine de kapılmış oldukları söylenebilir. Hükmedici tavırlar içerisindeler ve dünyada ortak koalisyon peşinde olmadıklarını söylüyorlar. Gerçek anlamda deneyimlerle insanlara kabul ettirilmiş zorlada yaptırılmış bir liderlik peşindeler. Hiç bu Amerikan gücünden falan da mahcubiyet duymayacağız, biz böyleyiz, biz büyüğüz, siz de ne yaparsanız yapın yaklaşımı içerisindeler. Kitle imha silahlarına yönelik tavırları aşikar ve ilginç olan Charles Cratamer diye Amerikalıların çok bilinen sosyal bilimcisi, uluslararası ilişkiler bilimcisi, burada zaten benzetmelerinden ne tarafa yakın olduğu anlaşılıyor, power ile paper arasında bir horoz dövüşü diyor, güç ile kağıtlar arasında, Demokratlar sürekli antlaşma metni imzalamaya çalışa dursunlar, powerımızla her şeyi sağlayabiliriz diye düşünüyorlar. Amerika Birleşik Devletlerinde şu anda teknik anlamda üç tane temel görüşten söz edilebilir, dış politika ekolünden söz etmek mümkün. Denetleyiciler, şekillendiriciler ve çekimserler. Denetleyiciler, dünya üzerinde Amerikan liderliğinin askeri güce dayalı bir biçimde mutlak ve tek taraflılık ilkesi içerisinde gerçekleştirilebileceğine inanıyorlar ve diyorlar ki, Amerika dünyayı denetlemek durumunda, bir imparatorluk oluşturma durumunda. Grand Chian* tabiri ile daha sonra Robert Cock da devşirmiştir bunu der ki, bir hegemonya diğerlerinin ortak rızaları ile desteklenmek 12 durumundadır. Elbette bir üstünlüktür ama bir premiım inter paresdir. Birilerinin daha size destek olması ve sizin liderliğinizi kabul etmesi gerekmektedir, hegemonya budur ama bir imparatorluk projesi diğerlerinin ortak rızasını aramadan diğerlerine rağmen kurulan bir üstünlüktür. Bu bir liderlik değildir, bu bir efendilik ilişkisidir. Bu nedenle denetleyiciler efendilik ilişkisi üzerine kendilerini genellikle yönlendiriyorlar. Shapers ise şekillendiriciler ise Bill Clinton ekolüne daha yakın olanlar diyorlar ki; Amerikanın çok ciddi bir ekonomik gücü var, büyük bir ekonomik potansiyeli var ve Amerikanın dünya üzerindeki ilişkilerini yumuşak hamlelerle şekillendirmesi mümkün bunu partnerleriyle ortaklaşa yapabilmesi mümkündür ve en büyük partneri Avrupa’dır. Çünkü Amerika Avrupa’dan ayrılamaz bir bütündür. Tarihsel anlamda da birliktedir. Çıkar birliği anlamında da birlikte olmak durumundadır ve Avrupa’yı ret etmek mümkün değildir diye düşünüyorlar. Çekimserler ise Amerikanın neo-izolastyonist denilen Amerika’yı mümkün olduğu kadar 1823 ilkeleri çerçevesinde kendi kıtasına doğru yönlendirmeye çalışan bir ekol ve diyorlar ki, Amerika Birleşik Devletleri 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar hep kendi kıtasında gerekli müdahaleleri yapıp kendi kıtasına çekilmek suretiyle var oldu ve 1776’dan bu yana olağanüstü bir güce ulaştı. Ve yalnızcılık Amerika’yı büyüttü. Hiçbir zarar vermedi neden? Avrupa’nın kirli işlerine dokunuyoruz, Avrupa’yı sevmiyoruz, Avrupa bize feodal aristokratik aslında çok da insan haklarına fazlasıyla saygı göstermeyen ve köhnemiş bir zihniyet olarak görünüyor. Old Europe diyor yani ihtiyar Europe, o nedenle neden Amerika Birleşik Devletleri böyle her yere dokunsun, bir iki tane çıkar alanı tespit edilir, onun dışında hiçbir yerle ilgilenmeyiz diye düşünüyor. Bunlar da yavaş yavaş etkinliğini artırmaya başlayan bir grup açıkçası ama neocon ideoloji denetleyiciler bölümünün en önemli ideolojisi ideolojik kuramcısı Irwing Knits* ve çok önemli birtakım tasarımları var diyorlar ki, Amerika Birleşik Devletleri öyle insan hakları, şu, bu gibi ulusal uzlaşmaya dayalı bir devlet olarak söylense bile Amerika Birleşik Devletleri ideolojik kökenli bir devlettir. Amerika bu ideolojisini tıpkı Trockeski* Yöntemlerde olduğu gibi gerekirse zorla ihraç etmek zorundadır. Amerikanın misyonu budur, Amerika misyoner bir devlettir, buna inanıyorlar ve İsrail Amerikanın ideolojik gereksinmeleri açısından en önemli mihenk taşlarından bir tanesidir. İsrail’in savunulması maddi değil ama aynı zamanda ideolojik bir gereksinimdir. Zaten yapılan ideolojinin dil olarak ortaya çıkardığı evanjelizm Musevilikle Hıristiyanlığı bir araya getirebilecek bir çok ortak değer üreten ve her gün binlerce Amerikalının üye olduğu bir yeni imparatorluk dini hale gelmeye başlamış. Geleneksel değerler ve dini motiflerin ağırlık kazanması neocon ideoloji gerçekten Amerikan halkı, Amerikan ulusu, Amerika da bayrak satışlarının patlatılması bayrak rozetleriyle dolaşılması gibi birtakım Amerikan ulusçuluğunu pof poflamaya çalışan yönelimler olduğu gibi evanjelizmin mükemmel bir din olduğuna ve bir gün Amerikalıların önderliğinde Mesih’in dünyaya gelişi ile birlikte zaferin yeniden kutlanacağına inanan bir yaklaşımları var . İyiler ile kötüler arasında çok net bir ayrıntı ortaya koyuyorlar. Bizler iyiyiz diğerlerinin tamamı kötü, şu anda kötüler olarak tarif edilenler İslam toplukları özü itibariyle, dini bir tavır ve dini motifler çok netleşmeye başladığı için Müslümanlara karşı oldukça sert bir tavır içerisindeler. 1997 yeni muhafazakar düşüncenin çerçevesini çizen yeni Amerikan yüzyılı projesi başlıklı deklarasyona imza atanlar arasında Dick Chaney, Ronald Ramsfeld, George Bush, Paul Wollsvichs, J. Bush gibi isimlerde bulunuyor. Neocon ideolojinin simgeleri. Amerikan liberalizminin zaferini kutlayan idealizmin simgeleyenlerden biri olarak kabul edilen Fukoyama da bu neocon ideolojinin altına, belgesinin altına imza atmış şahsiyetlerden biridir. Evanjelik topluluğu Amerika da bu dini eğilimlerin en belirleyici yönü olarak görünüyor demiştim Amerikan dini yeni Amerikan dini Hıristiyanlığın yeni bir versiyonu ve bunların yani çok ciddi saplantılı bir tavırları olduğunu söylemek de mümkün. Bunların %35’i haftada birden fazla ibadet ediyorlar sadece yeniden doğmuş Hıristiyanların yani evanjeliklerin cennete gidebileceğini düşünenlerin oranı %58, gerçek kurtuluşun ancak Hazreti İsa’nın tanrılığına olan güçlü bir inançla 13 sağlanabileceğini düşünenler %84. Biliyorsunuz Hazreti İsa sadece bizim anladığımız anlamda peygamber yada oğul değil aynı zamanda kutsal ruhla bütünleşebilen bir varlıktır da. İnancı yaymanın önemli olduğuna inanlar yani kendine misyoner olarak telakki edenler %90 İncil’in tanrının gerçek sözü olduğuna inanlar %76, dini kitaplar dergi ve gazeteler okuyanlar %58, radyo ve televizyondan dini yayınlar dinleyenler %57, homoseksüel evliliğe karşı olanlar %83 ve Amerikan toplumunda şu anda evanjelik oranı %42, her geçen gün arttığını düşünerek çok kısa bir süre içerisinde %50’yi de aşacağını söylememiz mümkün, bunlar genelde valfs’lardan* oluşuyor, beyazlar özü itibariyle, buraya giriyorlar. Ve nihai olarak soru cevap faslından önce genel gözlemler genel başlıklar açmayı düşünüyorum. Önümüzde ki dönemde neler olabilir, George Bush’un yeni politikaları Amerika Birleşik Devletlerinin yeni dış politika açılımları neler olabilir? Bunlarda bir çok başlıkta toparlanabilir ama özü itibariyle Amerika Birleşik Devletlerinin bundan sonra da tek taraflılığını sürdürmesi ve bu uluslararası baskılarla sürekli gündeme getirilen çevre protokollerini imzalaması pek beklenmiyor. Küresel ısınma sözleşmesine hala direniyor ve bunu imzalama olasılığı da hala yok gibi. Kıtalararası Balistik Füze Savunma Sözleşmesini imzalamıyorlar. Ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesine de katılmayacaklarını söylüyorlar.Bush’un Avrupa ile ilişkilerini düzenlemesi beklenmiyor hatta bu giderekte açılması mümkün olan bir durum çünkü Avrupalıların da tavırları önemli ölçüde sertleşiyor. Ancak Avrupa Birliği içerisinde çok ciddi çatlaklar var, özellikle bir dış politika konusu gündeme geldiğinde Avrupa Birliğinin tek bir ulus şeklinde örgütlenemeyeceğini ortaya koyan bir çok özellik ortaya çıkıyor, bir çok belirti ortaya çıkıyor. İngiltere, İspanya, İtalya gibi ülkelerin tavırları daha George Bush’a yakın bir çizgiye doğru eğrilebilir. Danimarka’nın yanında ama onun dışında Merkez Avrupa da Frankogerman bloğunda Amerikan karşıtlığının hızla yükselmesi bekleniyor. Bush yönetiminin büyük Orta Doğu projesini yada bina aleyh genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika projesini yeniden gündeme getirmesi ve bunun üzerine yatırım yapması önemli ölçüde bekleniyor. Çünkü bu konu sadece bir petrol konusu da değil, kapitalist sisteminin tıkanması ve yeni kapitalist pazarların da oluşması gerekiyor. Bu çerçevede Orta Doğu projesi bir çok kapsayıcı alandan oluşuyor. Yaklaşık 50yıllık bir öngörü içerisinde gerçekleştirilmesi düşünülüyor. Orta Doğunun sistemi içerisine orta doğuyu katmak yani asıl olan. İkinci, güvenlikçi söylemleri bundan sonra da gündeme getirilmesi ve barış yerine güvenlik projelerinin daha etkili olarak gündemde tutulması beklenebilir diyorum. Ve sözlerime burada son verip arzu ederseniz sorularınızı cevaplamak üzere kendimi sizlere bırakıyorum. Müsaadenizle ben mi söz vereyim böyle bir sistem mi? Peki, buyurun, KATILIMCI : Büyük Orta Doğu projesi içerisinde Türkiye’nin konumu nedir? Nasıl değerlendiriyorsunuz? PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Şimdi aslında Büyük Orta Doğu projesi denilen şeyin tam ne olduğu içeriğinin nasıl şekilleneceği belli değil. Yani önümüzdeki dönemde çok farklı bir şekle de bürünebilir. Bir Amerikan projesi olarak ret edileceği açık bir proje bölge halkı üzerinde çok ciddi bir anti Amerikan tavrı var fakat bunu Avrupa Birliği ile ortak bir medeniyet projesi haline getirmeleri ve ekonomik destek sağlaması halinde bölgede yeni burjuva zihniyeti oluşması beklenebilir. Burada Büyük Orta Doğu projesini ilk etapta dokunacağı ülkelerden bir tanesi Suudi Arabistan. Suudi Arabistan’ın halkının büyük bir çoğunluğu vahabi ve liderliği vahabi grubun anti-Amerikanizmi denetleyemeyecek kadar zayıfladığı biliniyor. Ve bu nedenle de Suudi Arabistan da bir Amerikan müdahalesi de söz konusu olabilir. Halkın ayaklanmasına karşın çok tedirginler. Böyle bir şey gündemde olabilir diye. Yapılacak tek şey halkı bölmek, halka farklı açılımlar sunabilmek aksi halde fakirlik ve yoksulluk içerisinde ki bir halktan tam bir itaat beklemek mümkün değil. Bugün Suudi 14 Arabistan’ın milli geliri on yıl içerisinde son on yıl içerisinde on beş bin Dolardan sekiz bin Dolarlar standardına inmiş durumda ve çok zengin bir kesimin yanında çok yoksul çok geniş bir kesime sahipler bunlar reaksiyoner terör örgütlerinin hepsinin çok rahat meşru zeminler bulabildiği büyük bir potansiyel de arz ediyorlar uluslararası terörizmin açısından. O nedenle oraya da dokunabilir. Onun dışında İran bu çerçevede gündeme gelecek gibi görünüyor. Sürekli olarak İran vurgulanıyor zaten. İran’ın özellikle nükleer silah programının varlığı neocon ideolojinin üzerine bina edilmiş olduğu kitle imha silahları bulunduran ülkelere karşı pre-enter vuruş yapılabileceği ilkesi ile örtüşüyor. Irak’taki tip olmayabilir ama bir iç karışıklık yada ilk Körfez Savaşında olduğu gibi yukarıdan birtakım askeri müdahalelerle hava saldırıları ile nükleer programının çökertilmesi ve bir karışıklığın çıkması mümkün olabilir. Suriye aynı şekilde önemli ölçüde baskı altında tutuluyor. Özellikle İsrail’in Suriye’ye yönelik birtakım tehditleri söz konusu yani Suriye İsrail’in değil Amerikanın eline bırakılabilir, önümüzdeki dönemde. Bu çerçevede Türkiye çok önemli bir güvensizlik ortamı yaratılabilecek bir yerde çok da ilginç bir noktada duruyor. Kıbrıs konusu da Büyük Orta Doğu projesiyle son derece alakalı bir konu yani Büyük Orta Doğu projesi güvenlik ayağı açısından bakıldığında mutlak suretle birtakım askeri üstlere ihtiyaç gösteriyor. Ve Türkiye biliyorsunuz teskere ile Mart Teskeresi ile Amerikan askeri üstlerinin ülkeye girişini engelledi. Ve Türkiye’de de Amerikan askeri üstlerinin buraya girişi anlamında çok ciddi bir reaksiyon var, girdikleri zaman nasıl çıkartılacakları konusunda büyük kuşkular var. O nedenle Türkiye topraklarına resmi bir giriş yapmaları mümkün olmayabilir ama Kıbrıs konusunda ki zorlamaları özellikle Annan Planın da aslında bir sürekli marjinal bölümleriyle ilgilendik ama geneli itibariyle bakıldığında Kuzey Kıbrıs’ın önemli ölçüde bir özgürleşme sürecine girmesi mümkün olabilecekti. Orada bir Amerikan askeri üssünün gündemde tutulması mümkün olabilir. Yani Türkiye açısından en önemli güvenlik açılımı bu olacaktır diye düşünüyorum. Özellikle Burun kısmında, Suriye’ye çok kısa bir mesafede ulaşılabilir, bir mesafede, İsrail’e çok kolayca ulaşılabilir bir mesafede Kıbrıs’ta bir askeri yapılanma gündeme gelebilir çünkü onun kararını Türkiye değil Kıbrıs Türk kesimi verecektir. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti verecektir. Bunun dışında güvenlik projesinin dışında buranın bir ekonomik boyutu var. Bu ekonomik boyut, önemli açılımlara sahip, bunlardan bir tanesi o bölge halklarının iletişim sistemleri ile dünyaya entegre edilmesi gerektiği düşünülüyor. Çok az gelişmiş bir yapıdalar. Eğitimleri yok ve Internet projesi var, G-8 projesinin en önemli ayağı bütün okullara Orta Doğu bölgesinde ki bütün okullara Internet projelerini Internet erişim sistemlerinin kurulması idi. En önemli ayaklarından biri. Bir diğeri en önemli ayağı kadın konusunun gündeme getirilmesi, kadın girişimcilere milyonlarca Dolarlık bütçeler ayrılarak hiç sorgusuz sualsiz sadece kadın olması dolayısı ile işletmelere bir takım sponsorluklar verilmesi öngörülüyor. Bu o bölgenin sosyal yapılarını da değiştirecek bir şeydir. Çünkü kadın faktörünün devreye girmesi yeni kadın burjuvalarının üretilmesi anlamını da taşıyacaktır. Ekonomik yatırımlar gündeme gelebilecektir o bölgeye. Ve o bölgenin aslında feodal kalıntılı, aşiret yapısına dayalı sosyal yapısı farklı bir sınıfsallaşma yönelimiyle değiştirilebilecektir. Yani bir burjuva sınıfının oluşturulması lazımdır ve bu burjuva sınıfı da tamamıyla problemli bir burjuva sınıfı olmamalıdır. Batının değerlerini benimsemiş bir sınıf olmalıdır. Araya bir kesme noktası koymaya çalışıyorlar. Türkiye, tabi bu burjuva sınıfını 1980’li yıllardan itibaren oluşturdu. Türkiye’de daha önce bir burjuva sınıfı yoktu, iki tane aile vardı, Koç ve Sabancı, onun dışında Türkiye de sermaye olarak nitelendirilebilecek bir grup yoktu. Şu anda, çok ciddi bir burjuva sınıfının oluştuğundan söz edilebilir. Orta sınıf yok edildi, onun karşılığında. Türkiye bir model teşkil edebilir yani bunun adına, model, örnek şu bu diye birçok şey söyleyebiliyorlar. Ama Türkiye’nin önümüzdeki dönemde nereye doğru yönleneceği de dış politika açısından önemli. Avrupa Birliğine girmesi halinde başka bir yönden örnek seçilebilir. Avrupa Birliği ile bütünleşmeyip, Amerikan-İsrail ittifakının içerisinde yer alması halinde de bir başka tarz, model teşkil edebilir. Ama çok kritik bir 15 dönemeç olduğunu söylemek mümkün. Çok kaygan bir zeminde dans ediliyor. Türkiye açısından Amerikan müttefiki olarak, Amerikanın askeri olarak bu bölgede bir takım tavırlar sergilemesi halinde bir anda çok nefret edilen bir profile doğru dönüşmesi mümkün olabilir. Şu anda İslam Konferansı Örgütünün Başkanı bile biliyorsunuz bir Türk. İslam toplumlarının Türkiye ye yönelik pozitif bir tavrı var ve çok da sıkıntıdalar İslam toplumları yani üzerlerindeki büyük baskının ve gelecekte kartopunun nasıl çığ gibi gelebileceğini ve altında kalacaklarının farkındalar. Kurtaracak bir dal arıyorlar. Türkiye’nin bir eli bir tarafta bir eli öbür tarafta. İki taraftan çok çekilirse kopabilir. Yada bir taraftan alıp başka taraflara çekebilir yani çok dengeleyici bir profili olabilir önümüzdeki dönemde. Yada çığın altında yıkılan ülkelerden bir tanesi de olabilir onu da reddetmek mümkün değil tabi. Buyurun AV. MEHMET ALİ AKDEMİR : Avukat Mehmet Ali Akdemir. Şimdi siz benim şeyime göre düşünceme göre olanı anlattınız, şimdi bütün bu şeyden sonra Amerikanın iç politikası, dış politikası bunun Amerika açısından gerçekleştirilmesi yani dünyada bu politikanın gerçekleştirilmesi diyelim ki böyle gidiyor, Bush politikası, ne derece mümkün? Bu Amerikanın belki bana göre yok olmasına da neden olabilir. Yani gücünün ortadan kalması da yani bu konudaki düşünceniz nedir? Amerika bunu nereye, ne zamana kadar yapabilir bu politika Amerika’ya neye mal olabilir? Bu politika sürdürülebilir bir politika mıdır? Değil midir? Dünya için nedir? Yani bu, böyle bir sorumsuz, ben biraz değer yargısı da katarak söylüyorum. Bu politika konusunda yani ileriye yönelik düşüncenizi öğrenmek istiyorum. PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Teşekkür ederim. Şimdi bence burada vurgulanması gereken en önemli şeylerden bir tanesi bunu ihmal ettim. Hafif ucundan dokundurdum ama tam anlamıyla metodu ve kendi söylemimi aktarmadım. Şimdi dünya üzerinde bizler hala devletler arasında çatışma olduğu düşüncesiyle hareket ediyoruz yani Amerika Birleşik Devletleri bunu yapıyor diyoruz, Amerikan politikası yada Rusya şöyle yaptı, Suudi Arabistan böyle düşünüyor. Dünya üzerinde öyle devletler tek merkezde tek bakışta değil Amerika Birleşik Devletlerinde de işte en az üç tane temel görüş var ve bunlarda çok etkinlikleri olan lobilere sahipler dünya üzerinde çok karmaşık ve çok sofistike bir mücadelede devam ediyor. Şimdi şunu istiyorum sizden, dünya haritasını bir karşınıza alın birtakım renkli devletler göreceksiniz, birtakım sınırlar ve bunların birbirleriyle dost düşman falan olduğunu düşünüyoruz. Şimdi o renklerin tamamını yok edin ve uzaya çıkın uzaya çıktığınız zaman devletsel sınırların hiçbiri görünmeyecektir gözünüze. Şimdi daha derinlemesine bir bakış yapın, dünya üzerinde böyle bakan, dünyaya uzaydan bakan dünya sınırlarını tanımayan ve kendisini herhangi bir milliyete mensup hissetmeyen büyük bir iktisadi güç var, büyük bir iktisadi yapı var, global kapitalizm denilen şey var. George Soros gibi adamlar bunu simgeliyor. Bunların hangi milletten olduklarının hiç önemi yok. İnanılmaz trilyonlarca Dolarlık bir parayı dünya üzerinde dolaştırıyorlar, turizm ile uğraşıyorlar, tekstil ile uğraşıyorlar. Bunlar dünya üzerinde savaş olmasını istemiyorlar. Çünkü özü itibariyle barış dönemlerin de kâr eden iktisadi sektörler tarafından besleniyorlar. Buzdolabı, televizyon, tekstil efendim, turizm bu gibi sektörler tarafından besleniyorlar. Borsalar tarafından besleniyorlar ve bunlar öyle devletlerin çok güvenlikçi söylemler içerisinde olmasını çok otoriter olmasını falan istemiyorlar. İstiyorlar ki dünya mümkün olduğu kadar, barışçı, çatışma ortamları minimal düzeyde olsun, liberal olsun, gümrük duvarları olmasın, kapitalist sistemi benimsemiş olsun bütün dünya ve biz de rahat rahat dünya üzerinde kendi sirkülasyonumuzu yapalım. Ve bunların en çok karşısında olduğu şey, en çok savaştıkları mücadele ettikleri şey de George Bush ve onun gibi yönetimler. Bugün Amerika Birleşik Devletleriyle ve onun yönetimiyle Rusya arasında bir rekabet vardır, doğrudur. Putin yeni nükleer Doktrini ilan etti. Dedi ki, tarihte hiç bugüne kadar olmamış tahrip gücüne sahip bir nükleer silah icat ettik biz dedi. Bu çok önemli bir şeydir ifadedir. İki hafta önce açıklama 16 yaptı. Bu Amerika Birleşik Devletlerine yönelik bir şey olduğu gibi bunu da dedi, ben uluslararası teröristlere karşı kullanacağım. Amerika Birleşik Devletleri de nükleer silahların kullanılması gerektiğini düşünüyor, onlar da çapını küçülterek world pentrating denilen yer altı silolarından yeraltında saklananlara yönelik olarak nükleer silah kullanıma doğru bir nükleer doktrin ilan ettiler. George Bush ile Putin’i bir araya getiren şey, onlara rakip olmakla birlikte düşman kılmayan şey, ortak bir başka düşmanlarının olması o da global kapitalizm denilen şey. Putin Yupos ile uğraşıyor, Luka ile uğraşıyor şu anda Rusya devleti Rusya’nın içerisinde devletin üzerine gücünü aşırmış olan onlardan daha güçlü kılmış olan içinde British Petroluem da, şunun da bununda konsorsiyumlar var, bunlarla mücadele ediyor ve her an kamulaştırma faaliyetlerine gidebilir.Çok büyük şirketler devlet otoritelerini inanılmaz ölçüde rahatsız ediyor.Uluslararası anlamda örgütlenmiş olan transnasyonel sivil toplum kuruluşlarından çok rahatsız oluyor devlet otoriteleri ve istiyorlar ki, insanlar böyle güvenlik endişeleri, krizleri, şunlar bunlar taşısınlar, dünya üzerinde terör olsun savaş olsun şu olsun bu olsun ki insanlar sorgusuz sualsizce devlet otoritesini kabul etsinler ve ben sorgusuz sualsiz bir biçimde Worldcon’a, Enron’a şuna buna vergi soruşturmaları yapabileyim. Onları batırabileyim. Borsada rahat rahat spekülasyon yapabileyim, Bill Gates’e bir günde servetinin yarısını kaybettirebileyim. Savaş ve güvenlik ortamlarında, güvensizlik ortamlarında devlet otoriteleri inanılmaz güçlü hale gelir. Ne zaman ki ortada bir tehdit var o zaman ki o devlet çok mutlu demektir. Tehditsiz devlet olmaz. Devlet denilen şey kuruluş amacı insanlara huzur ve güvenlik sağlamaktır. Onun için teröristlerin varlığından en çok George Bush, Putin yada güvenlikçi Ariel Şaron gibi devlet yönetimleri memnun olurlar. Ve bu devlet yönetimleri de barış sektörleri değil savaş endüstrisinden beslenen sektörler ekonomiler tarafından yönlendirilirler, desteklenirler. Yani petrol lobileri, enerji lobileri, silah sanayi, silah sanayiye yan destek veren birtakım endüstriler, sektörler tarafından beslenirler. Bunlar enbudget* sanayilerdir yani devlete yapışık sanayilerdir. Devlet otoritesini kullanmaya başladığı anda silah sanayi güçlenmeye başlar. Borsada alım değerleri artmaya başlar. Petrol fiyatları, işte 50 Dolarlara çıkar, bunların en istedikleri şeyler zaten ama bunun dışında çok uluslu şirketler açısından devlet otoritelerinin böyle savaştı, güvenlikti bu tür problemlerle ilgilenmeleri çok sakıncalıdır. Onlar da daha ziyade global güvenlik sorunlarına yönlendirmeye çalışırlar. İsterler ki petrol çok tehlikeli bir şey fosil yakıtlarının kullanımı küresel ısınmaya yol açıyor, bunun bir an önce değişmesi alternatif enerji kaynaklarına doğru yönlenilmesi lazım, bunlar bir an önce devlete çevre politikalarına doğru yönelmesine neden olurlar. Amerika Birleşik Devletleri şu anda bu tür bir sistemin ve sistem karmaşasının içerisinde bir politika üretiyor ve buna mecbur. George Bush kendisini besleyen lobilerin yönlendirmesiyle bu tür bir ideoloji oluşturmaya böyle bir dış politika yaratmaya mecbur, savaş yapmaya mecbur. Bunun bir süresi var elbette sonsuza kadar savaşçı politikaları izleyemezsiniz. Zaten Amerikan Başkanlarına baktığımız zaman hemen arka arkaya demokratçıların Cumhuriyetçilerin geldiğini görürsünüz. Muhtemelen savaşın da marjinal faydası tükendikten sonra hemen yeni bir barış ortamı kurulacaktır. Burada başarı nasıl sağlanabilir yani burada başarıyı tarif etmek mümkün değildir. Amerika ne yaparsa başarılı olmuş olacaktır? Bence bir ölçüde hani Amerikan savaş ekonomisini besleme alanında müthiş başarılı olmuştur zaten. Zaten Amerikanın savaş ekonomisi dar zamanındaydı, Clinton zamanı boyunca çok fazla etkili hale gelemedi. Bir anda çok güçlenmiştir, rahatlamıştır. Devlet otoritesi sorgusuz sualsiz kabul edilebilir hale gelmiştir. Executive Order kabul edilmiştir. Pental-tech* kabul edilmiştir. Yürütmenin yasama ve yargı üzerinde ki ekstra güçleridir bunlar, Amerikan Başkanına tevzii edilen ve onun dışında Putin’e bakıyorsunuz neredeyse yeni bir çağrı oluşturmaya başladı orada. Buna mukabil Avrupa Birliği ülkeleri hala devlet otoritelerini küçülten devletler üstü süpranasyonel örgütlere doğru gücü ve yetkiyi yaymaya çalışan, insanların hak ve özgürlüklerini daha geniş alanlara yaymaya çalışan bir profil izliyorlar. Avrupa Birliği barış sektörleri tarafından beslenen bir proje. Avrupa burjuvaları tarafından desteklenen bir proje, o 17 nereye kadar gider. İki tane bombanın patlamasına kadar gider, o kadarını söyleyebilirim. Şu anda zaten İngiltere, Avrupa Birliği içerisindeki en ciddi sarsıntıyı yaşıyor. Aynı şekilde devlete embelit yaşayan mafyatik suç kaynaklı bir ekonomiye sahip olan İtalya’da Berlusconi‘nin liderliğinde Amerika’ya yakın bir duruş sergileniyor. İspanya da Madrid bombalaması yanlış yönlendirilmeseydi muhtemelen İspanyol hükümeti şu anda hala Amerika’nın yanında olacaktı. Sosyalistler kazanamayacaklardı velhasıl, şu anda Avrupa da kendi içerisinde de çok ciddi bir dönüşüm olması mümkün. Fransa da Lopen’in çok daha fazla güç kazanması mümkün hale gelebiliyor, şu anda özellikle İslam toplumlarına karşı ciddi bir ırkçılık söz konusu ve güvenlik endişelerinin artması içten bile değil hani bir tane camiye bomba öbür gün kiliseye bir saldırı, terör saldırısı kolay yapılabilecek, o kadar da zor bir şey de değil. Düşük maliyetle büyük işlenen şeydir terör saldırısı. Ve bir anda Avrupa’nın bütün dengesini alt üst etmek mümkündür. Böyle bir güvensizlik ortamında da Avrupa projesi yerle bir olur. Yani Avrupa birliği projesi ipekten bir iplikle örülmüş bir kozadır. Çok rahat kaynar suya attığınız anda, böceği ölür, canlısı ölür yani elinizde sadece ipliği kalır. Yaşam organizma olarak varoluşunu bitirirsiniz. Onun için dünya üzerinde Amerika’nın hani bu yaptığı bu eylem başarılı mıdır? Asker kayıpları Amerika’nın Irak’ı tamamen ele geçirmesi falan filan diyorsanız başarısız sayabilirsiniz. Ama sistemin işleyişini sağlayabilmiş midir? Sistemin yönünü değiştirmiş midir? Çok başarılı olmuştur o anlamda diyebilirim. Ama keşke başarılı olmasalardı, o da ayrı mesele. Buyurun, KATILIMCI : Daha öğrenciyim stajyer avukatım. Ben daha güncel bir soru soracağım size. Şu an Amerikanın dış siyaset üzerinde ki etkin olma isteği aşikar bir durumda bizde Türkiye olarak Amerikanın önemli bir müttefikiyiz ve haliyle Türkiye’nin dış siyaseti üzerinde etkin olmak isteyeceklerdir ve olmuşlardır zamanında. Bir de şu Aralık ayının önemini özellikle bu aydan sonra çok önemli bir sürece giriyoruz, Avrupa Birliği sürecine yani Türkiye için çok önemli bir süreç bu. Haliyle bunun üzerinde de bazı etkinlikleri olmasını isteyecektir Amerika. Sizce Amerikanın bu süreçle özellikle önümüzdeki bu yakın süreçte ne yönde bir rol izleyecektir Türkiye yararına veya işte artık zararına? Bir de Avrupa ülkelerinin, Amerikanın bu faaliyetleri ve etkinliği karşısında ki yorumu sizce ne olacaktır? PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Teşekkür ederim. Tabi, olay Türkiye’ye geldiği zaman cevap vermek çok zorlaşıyor onu söylemek lazım. Çünkü neyin Türkiye’ye yararını, neyin zararını olduğunu tespit etmek mümkün değil. Her nimetin bir külfeti vardır yani sahip olduğumuz hiç bir şeyi bedelsiz elde edemeyiz. Ve ödediğimiz bedeller karşısında da mutlaka bir şeyler elde ederiz. Şimdi tabi, iki önemli stratejik vizyonun arasında Türkiye. Türkiye Avrupa Birliğine girmek istiyor. Bu ne demektir, devlet küçülecek, etnik ifadeler çoğalabilecek, insanlar kendilerini ifade edebilecekler, insan hakları, özgürlükleri, hürriyetleri gündemde tutulacak. Mümkün olduğu kadar iktisadi kaynaklar özel sektörlere doğru yaygınlaştırılacak. Özelleştirmeler yapılacak, burjuva sınıfı desteklenecek falan filan. Buna mukabil aslında böyle bir vizyonda girmek istememize rağmen Avrupa Birliğine, Avrupa burjuvaları bir anlamda Avrupa Birliğine hala stratejik değil kültürel bir proje olarak değerlendirdikleri için Türkiye karşı çok sıcak bakmıyorlar.Buna mukabil Avrupa’nın yöneticileri, siyasi heyetleri, Türkiye’nin varlığının ne kadar önemli olduğunun farkındalar. Çünkü Amerikan baskısı Avrupa üzerindeki Amerikan baskısı askeri ve stratejik bir baskıya doğru dönüşmek üzere ve Avrupa Birliği de bu anlamda Amerika ile mukayese edildiğinde çok zayıf. Kendisine stratejik bir müttefik edilmesi çok anlamlı görünüyor. İkinci kez Bush’un seçilmesi Türkiye’ye böyle bir stratejik avantaj sağladı diyebilirim o anlamda. Avrupalılar bu tarz bir yönetim anlayışı ile ortaklaşmak yada birlikte davranmaktan imtina ediyorlar çok kolay değil onlar açısından. Ama buna mukabil Türkiye Amerika Birleşik Devletleri bir güvenlik projesi sürdürdüğü müddetçe her zaman önemli bir ülke yani 18 Amerika güvenlik projelerini .. Türkiye aslında Avrupa Birliğinin değil kendi projesinin bir ferdi olarak görmek isteyecektir. İsrail, Amerika, Türkiye bunlar bir arada davranabilen müttefikler olması gerekecektir.Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi demek dış politikasında böyle bir hürriyete sahip olmaması demektir. Ortak üretilen dış politikalara katılması anlamını taşıyacaktır. Burada iki görüş var, tabi Türkiye’nin bir Avrupa Birliğini büyük bir imkan sağlayacağı askeri anlamda Avrupa’nın eksikliğini tamamlayacağı ve Avrupa’yı gerçek bir güç haline getireceği görüşü. İkinci görüş de Türkiye’nin İngiltere gibi bir Truva atı oynayacağı ve Avrupa Birliğini ortasından ikiye çatlatacağı, Türkiye zaten Avrupa Birliğine girmesine gerek yok, girebilir mi acaba noktasına geldiği anda, Avrupa çözülmüş durumda, birbirine girdi. Fransa da sistem çözüldü, Fransa da resmen yarı başkanlık sistemi sorgulanır hale geldi. Chirac her şeye rağmen bütün direnişlere rağmen, tek başına direnmeye çalışıyor. Buna mukabil meclis olağanüstü bir baskı kurmuş durumda. Chirac üzerinde Anayasalarını değiştirmeye çalışıyorlar falan filan. Ama şu var ki, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi Türkiye’ye kazanımlar getirecektir. Kaybettiği şeyler de söz konusu olabilir. Kolay değil yani Türkiye Avrupa Birliğine bir Amerikan müttefiki olarak girmez de başka bir vizyonun unsuru olarak girerse, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye üzerinde de operasyon planlamak zorunda kalacak. Yani kaybedilecek bir taş değildir Türkiye. Her ikisi açısından Avrupa vizyonu açısından da Amerikan vizyonu açısından da Türkiye çok önemli bir taş konumundadır. Keza aynı şekilde Putin’in yönetimi ve Putin’in anlayışı açısından da önümüzdeki dönem de geliyor zaten Putin Türkiye’ye hatta o dönemde birtakım spekülasyonlar yapıldı, tam Putin ziyaret edecekken Weslaan katliamı oldu. Weslaan da çocukları rehin aldılar. Putin’in gelişini engellemek üzere birtakım komplo teorileri de üretildi. Putin’in Türkiye’ye gelmesi önemli bir başlangıç ve gerçekten birtakım önemli açılımlar da gündeme gelecektir. Rusya da tabi kendisine ittifak arıyor, Çin’le de müttefik hem Çin’in büyüyen gücünden rahatsız. İran’la hem müttefik ama hem de kendi içerisinde ki Müslüman topluluklarının İran tarafından desteklenmesinden rahatsız. Türkiye’ye yakın duracak ama Türkiye’nin Türk-i Cumhuriyetleri üzerinde şovenist ve hani bizim bildiğimiz anlamda MHP’ye çizgide bir politik oy kullanmasına izin vermeyecektir. Bu nedenle Türkiye tam orta nokta da bir denge taşıdır. Türkiye’nin hiçbir yere rahatlıkla kanalize olmasına imkan yoktur. Bu eziyeti çekeceğiz maalesef. Hani işkence aletleri vardır, insanı tersten bağlar her taraftan çekerler. Aynen o misal, biraz bu işkenceyi çekeceğiz ve maalesef hiçbir yere mensup olamayız. Hiçbir yere mensup olamayan ama her tarafa mensup olan aynı zamanda bir yapıyı sürdürmek zorundayız. Bu nedenle de Türkiye’nin dış politikasını sürekli olarak dans eden bir çizgide olması, çok meşru bir zeminde kazanıyor diye düşünüyorum. Kim gelirse gelsin, hangi parti olursa olsun, bundan daha farklı bir şey yapamazlar. Buyurun, EMRAH TAŞKINSU : Amerikanın içinde bulunduğumuz yüzyılın imparatorluğu var sayımından yola çıkarak tarihte var olan ve yıkılan imparatorluklara bakıldığında işte kuruluş, gelişme ve gücünün en üst seviyesine ulaşmasının ardından rakiplerinin gelişimine ve dünyanın değişimine ayak uyduramaması sonucu yani nispi gerilemesi sonucunda yıkıldığı ve dünya sahnesinden çekildiği görülmektedir. Yakın tarihte, Sovyetler Birliği örneği. Bu nispi gerileme uzun süreli savaşların imparatorluk ekonomisi tarafından desteklenememesi sonucu yıkıldıkları göz önüne alınırsa, Amerika için günümüzde böyle bir nispi gerileme dönemine girilmesi mümkün müdür? Yani tarih tekerrürden ibaret midir? Amerikanın nispi gerileme gibi bir sorunu var mıdır? PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Teşekkür ederim. Amerika da zaten son 10 yıldır en çok tartışılan şey bu. Amerika kimilerine göre bu endizmciler denilen işte bu Francis Fukayama tarzı Amerikan zaferinin dünyayı artık nihai sona getirdiği, tarihi sonunun geldiği ve Amerikan zaferini tartışmasız, Amerikan imparatorluğunu da sonsuzluk mertebesine 19 erişmiş bir yapı olduğu konusunda. Bir diğer görüşte dickuanizm denilen Amerikanın çok büyük bir iniş içerisinde olduğu, olağanüstü bir dış ticaret açığının söz konusu olduğu ve Amerika’nın çok yakın bir gelecekte çökeceği üzerine kurulu birtakım söylemler. Tabi Amerika Birleşik Devletleri bu savaşları finanse ediyor doğrudur, bunun bir ekonomik maliyeti vardır ama Amerikan ekonomisi bu savaşlarla da beslenmektedir aynı zamanda. Yani savaş olmadığı zaman Amerikan sektörlerinden özellikle de savaşla beslenen sektörlerinden bir bölümü çökecektir. Amerika Birleşik Devletlerinin şöyle bir konforu vardır, dünya üzerinde bir tek devlet vardır ki, hem savaş sektörü ekonomileri tarafından hem de barış sektörü ekonomileri tarafından tek başına beslenip ayakta kalınabilir. Amerika, her iki sektöre de sahiptir. Mesela Japonya savaş durumunda ayakta kalacak bir ekonomiye sahip değildir. Enerji bağımlılığı çok üst düzeydedir ve önemli ölçüde de dış ticarete dayalı bir ekonomisi vardır yani araba satmadığı zaman Japon ekonomisinden söz etmeniz mümkün değildir. İnsanlar da savaş ortamında araba almazlar. Sadece karınlarını doyururlar. Keza, aynı şekilde Avrupa ekonomilerinin benzer bir açmazı vardır. Rusya ekonomisi ise savaş dönemi ekonomisidir. Rusya şu anda dünyada en fazla dış ticaret fazlası veren ve en hızlı büyüyen ekonomilerden biri. Çünkü petrol ve enerji ihraç eden bir ülke ve savaş ortamlarında güvenlik problemlerinin olduğu bir ortamlarda bu sektörleri güçlü kılıyorsunuz. Rusya’nın da en ciddi problemi barış döneminde onu besleyecek üst düzeyde , üst kalitede bir ekonomik yapısının, endüstrisinin olmaması, barış sektörünün bulunmaması. Velhasıl genel olarak baktığımızda bir Çin’de o da nispi olarak, birde Amerika Birleşik Devletlerinde her iki taraf birbirini tatmin edebilecek kadar güçlü iki ekonomik sektör bir arada bulunmaktadır onun için Amerikan ekonomisi savaş yaparak çözmez ve Amerikan ekonomileri her savaş sonrasında olağanüstü patlayarak gelişmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ekonomisinin gayri safi milli ekonomisi %25 oranında düşmüş, Amerika’nınki % 50 oranında artmıştır. Savaştan Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük ekonomik gücü olarak çıkmıştır. Aynı şekilde I. Dünya Savaşı da Amerikan ekonomisini olağanüstü güçlendirmiştir. Aynı şekilde soğuk savaşta. Amerika’nın iktisadi zayıflığı sadece kağıt üstünden ibarettir yani borç vardır, borcumu ödemiyorum dediği zaman ne yapabilirsiniz, öbür tarafta belli bir üretim potansiyeli var yani kağıtlara karşı, “paper”lara karşı “power”ların savaşı, Charthammer’ın deyişi ile. Onun için Amerikan gücünün savaşlarla nedeniyle aşılmayacağı inancında değilim, tam karşısında palazlanan bir bilgiye girişebilirim önümüzdeki dönemde diye düşünüyorum. OTURUM BAŞKANI : Son soruyu alabilir miyiz? PROF. DR DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Müsaadenizle sınıf arkadaşıma rol yapacağım, Bülent Kaplan benim sevgili sınıf arkadaşım, BÜLENT KAPLAN : ……….. PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Ama aynı hiç değişmeden kalmış olsam gerek yani tahmin ediyorum, Onu diyorum arkadaşlar olacak iş değil, ben böyle konferanstan çıkar gibi değilim, sınıf arkadaşımı, tamam peki, BÜLENT KAPLAN : Kesinlikle. ama o zaman deniz kullanmıyordun ki hatta daha .. kaynaktın. Ben Çin’i merak ediyorum, basından izlemeye çalışıyorum, çok kısıtlı ve çok böyle birbirine çelişkili yorumlar var yani Çin hakikaten büyüyen dev mi? Bu Amerika’yı hakikaten tehdit edecek tek güç mü? Çünkü son günlerde de bende fobi oluştu, her aldığım malzemenin arkasın bakıyorum, made in China yazıyor, çok ilginç yani. Amerikan malları da dahil, bu konudaki yorumunuzu almak istiyorum. 20 PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Tabi. Çin’in şöyle bir önemli özelliği var, aslında dünyanın atölyesi haline getirilmiş bir bölgeden söz ediyoruz yani orada zenginlik sadece Çin’e ait bir zenginlik değil. Çin emeğinin kullanıldığı ama yabancı firmaların oradan önemli ölçüde kar ettiği bir yapıdan söz ediyoruz. Tabi, Çin dünya üzerinde % 9 civarında sürekli bir büyüme sergileyebilen tek büyük yapı ve 2020 yılında da dünyanın en büyük ekonomisi haline gelecekler. Gayrisafi milli hasılaları trilyon Dolar düzeyine çıkacak ama Çin’i şöyle açmazları var; özellikle Rusya tarafından, Kuzey’den baskılanması, içindeki Müslüman toplumların aslında Çin tarafına çok da rahatlıkla observe* edilememiş olması, Amerikan firmalarının çok basit, daha doğrusu Amerikan firmaları demeyelim, global kapitalimsin çok basit birtakım söylemlerle, mesele George Soros denilen bir adamın ortaya çıkıp, Çin ekonomisi çöküyor demesi halinde bile dünya borsalarında ne türlü bir hareketlenme olacağını tahmin etmek mümkün. Nitekim Rusya’da çok rahat bir ekonomik kriz çıkardılar bütün Uzakdoğu’nun kaplanları idi güya, kağıttan kaplanları oldukları anlaşıldı. Hepsini IMF yardımına bırakan bir ekonomik krizde yaşadılar. Çin’in ekonomik bir krize açık bir yapısı var. Artı, gene aynı şeyi söylüyorum, bir savaş döneminde Çin’in ihraç ettiği kazakları, böcekleri, bibloları falan filan satamazsınız yani bir devlet Çin’in varlığından rahatsız olursa çok basit bir önlem vardır, gümrük duvarlarını yükseltir, liberal ekonomiden vazgeçer ve Çin ekonomisi diye bir şey orada kalmaz. Şu anda da zaten bu gibi gidişle Dünya Ticaret Örgütüne üye olmuş olması Çin’in ve Dünya Ticaret Örgütünü de artık kullanabiliyor olması iktisadi anlamda ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Önümüzdeki dönem, önümüzdeki 10 yıl içerisinde Çin’i rahatsız edebilecek, Çin’in bu ekonomik gelişimine darbe vurabilecek bir politik gelişme yada bir ekonomik kriz içerisindeyim ben. Yoksa bu trendle giderse, herhangi bir müdahale olmazsa bu trend dünya üzerinde Çin faktörünü çok daha güçlü kılacaktır. Yani belli bir noktada kontrol edilemezse Çin faktörü Amerika Birleşik Devletleri açısından en önemli rakip olarak algılanıyor ve tüm literatüründe de bundan bahsediyorlar çünkü Çin’in enerji bağımlılığı açısından da bir problemi yok, sadece kontrol edilmesi gerektiğini düşünüyorlar, belli bir noktada. Haddini bildikleri noktaya kadar gelmelerine izin vereceklerdir tahmin ediyorum ama belli bir noktadan sonra bir politik açılım olabilir özellikle etnik kışkırtmalar söz konusu olabilir. Özellikle Doğu Türkistan Bölgesi Çin’in en önemli, en verimli bölgelerinden bir tanesi. Oradaki İslam toplumlarının kışkırtılması da söz konusu olabilir. OTURUM BAŞKANI : Biz, bir teşekkür belgesi ve bir çiçek sunacağız. Deniz Hanım’a teşekkür ediyoruz. Baro Başkanımız Sayın Vedat Ahsen Coşar’ı davet ediyorum kürsüye. AV. VEDAT AHSEN COŞAR : Çok teşekkür ediyorum. Aslında bizim çok fazla bir katkımız yok. Ben Staj Kurulu Başkanımıza ve Staj Kurulu Üyesi olan arkadaşlarımıza bizi Deniz Hanım ile tanıştırdığı için çok teşekkür ediyorum. Yönetim Kurulu toplantımız olduğu için biz birazcık geç katıldık, son 1 saatini ancak izleyebildik, onun için biz bunu kendimiz için bir kayıp görüyoruz. Geç katıldığımız içinde hem sizden hem de stajyer arkadaşlarımızdan ve değerli misafirlerimizden özür diliyorum. Çok teşekkür ediyoruz, çok sağ olun. PROF. DR. DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Rica ediyorum. Ben davetiniz için teşekkür ederim. Sağ olun. OTURUM BAŞKANI : Sizin emeğinizin karşılığı değil ama…. 21 DENİZ ÜLKE ARIBOĞAN : Çok teşekkür ederim, sağ olun efendim, çok mersi. Çok teşekkür ederim arkadaşlar. Değerli vaktinizi bana ayırdığınız için, tekrar görüşmek dileğiyle … 22