A N K A R A K A L E S -213

advertisement
ANKARA KALESİ
DAS
K A P İ T A L ‘den
K A P İ T O K R A S İ ‘ ye
Prof.Dr. A N I L Ç E Ç E N
Yirminci yüzyıla damgasını vuran Sovyetler Birliği isimli dev siyasal yapılanmanın arkasında yatan
ideolojinin oluşması, on dokuzuncu yüzyılın yarısından itibaren gündeme gelen siyasal gelişmeler ile
ortaya çıkmış ve yaşanan olaylar ile birlikte gelişerek, yirminci yüzyılın başlarında, Birinci dünya
savaşının tam ortasında, yer kürenin kuzeydeki en büyük ülkesi olan Rusya’da, sosyalist bir devrimin
gerçekleşmesini sağlamıştır. Savaşın yıkımları üzerine gündeme gelen devrimci dönüşümün içeriğini
oluşturan ve geleceğe dönük çizgisini yapılandıran ideolojik gelişmeler, yarım yüzyıllık bir birikimin
sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Avrupa kıtasının sömürgecilikten zenginleşmiş ülkelerinde yaşanan
siyasal gelişmeler, bir yanda kapitalist sistemin patronu konumundaki işveren sınıfını oluştururken,
birbiri ardı sıra kurulan fabrikalarda, çok hızlı bir doğrultuda sayısı giderek artan, çalışan kesimler de,
işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışına yardımcı oluyordu. Batı Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri
geliştirdikleri kapitalist sistem ile birlikte yaşamaya alışırlarken, zaman zaman bunalımlara
sürükleniyorlar ve böylesine darboğazlardan çıkabilme doğrultusunda yeni politikalar arayışına
kalkışıyorlardı. Fransız devriminin alt üst ettiği Avrupa kıtası bir türlü durulamıyor ve birbirini izleyen
siyasal gelişmelerin sonucunda, yeni bir dünya düzeninin sancıları çekilmeye başlanıyordu. Batı
Avrupa’nın merkezi konumundaki Fransa hem bir sömürge imparatorluğu yürütüyor hem de
gerçekleştirdiği siyasal devrim ile ulus devlet yapılanmasına yöneliyordu. Fransız devrimi bir yönü ile
de Avrupa’daki sarsıntılar üzerinden geleceğin dünya düzenine giden yolu açıyordu. O zamana kadar
krallıklar ile yönetilmiş olan bütün Avrupa ülkelerinde, ulusal uyanışlar başlıyor ve krallık devletinden
ulus devlete geçiş aşamasının bütün sancıları sırasıyla siyasal alana yansıyordu.
1830 yılında Avrupa’nın Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi çeşitli ülkelerinde ulusal
uyanış hareketleriyle birlikte devrimci girişimler gündeme gelince, krallıkların bu gibi gelişmelere karşı
tepkileri sert oluyor ve bu yüzden de siyasal dönüşüm girişimleri başarıya ulaşamıyordu. I848
ihtilalleri ise, tam anlamıyla yeni bir düzen oluşturamıyor ama yarattığı etkiler ile bunlara karşı
geliştirilen tepkiler üzerinden, geleceğin dünyasını kuracak bazı gelişmelerin öncüsü oluyordu. Bu kez,
fabrikaların kenarlarında büyüyen işçi mahallelerinin içerisinden çıkan ihtilalci girişimler, işçi sınıfının
sendikalar aracılığı ile örgütlenmesi üzerine ihtilalci sendikalizm dünyanın gündemine giriyor ve
işçileri ilk kez sınıfsal bir yapılanmaya doğru örgütlüyordu. Sömürgelerden getirilen ham maddelerin
işlendiği fabrikaların bir tane sahibi varsa, bin tane de işçisi oluyor ve böylece hızla büyüyen işçi sınıfı
bir avuç zengin patronun karşısına çıkıyordu. Birçok fabrikada işçiler sendikalar halinde örgütlenirken,
patronlara karşı ücret artışı doğrultusundaki talepleri ile baskı yapıyorlar, bu gibi istekleri kabul
etmeyen patronların fabrikaları basılarak, işçilerin yönetiminde ilk özyönetim örnekleri ortaya
konuluyordu. Fabrikaları ellerinden alınan patronlar bu durumdan çok rahatsız olunca soruna çare
arıyorlar ve sonunda, ihtilalci sendikalizm hareketini önlemek üzere yeni bir alternatif olarak
sosyalizm akımının gündeme gelmesine dolaylı yollardan yardımcı oluyorlardı. İhtilalci sendikalizm
hareketi sendika çatısı altında yürütüldüğü için, bu harekete katılan herkes hem fabrika işçisi hem de
sendika üyesi olarak davranıyordu. Böylesine bir hareket bütünüyle işçi sınıfının çıkarları
doğrultusunda ve işçilerin inisiyatifi altında geliştirildiği için hareketi içeriden kontrol etmek mümkün
olamıyordu.
1848 ihtilallerinden patronların gözü korkunca, para babaları işçi sınıfı ve sendikalar ile karşı
karşıya kalmamak üzere, yeni bir hareketin örgütlenmesini uygun görüyorlardı. I848 kalkışmalarından
fazlasıyla zarar gören patronlar bir daha böyle bir olumsuz durum ile karşı karşıya gelmemek üzere
işçi sınıfını ve çalışan halk kitlelerini yeni bir siyasal akım olarak sosyalizme yönlendiriyorlardı.
Sosyalizm emeği en yüce değer olarak öne çıkarırken, işverenlere karşı işçi sınıfının sınıfsal
mücadelesini siyasal ya da sosyal çekişme olmaktan çıkartarak, geleceğe dönük bir yeni siyasal
harekete dönüştürmeye çalışıyordu. Komünist manifesto bu aşamadan sonra yazılıyor ve böyle bir
metni hazırlayanlar, ihtilalci sendikalizme karşı işçi sınıfının siyasal anlamda yönlendirilmesini
sağlayacak, bazı hazırlıklara girişiyorlardı. İşte bu aşamada, kapitalist sistemin gelişmesi sonucunda
kapitale sahip büyük sermayelere sahip olan patronlar, on dokuzuncu yüzyılın tam ortalarında
kapitalizmi ve bunun içinden işçi sınıfı ile birlikte çıkarılan sosyalizmi, sistematize edebilecek bazı yeni
adamların atılmasını sağlıyorlardı. İşte Karl Marks tam bu aşamada, kapitalist sistemi ele alarak
gelece yönelik yapılanmayı ve bunun içinden sosyalizmin oluşumunu giden çizgiyi ortaya koyduğu
“Das Kapital “ isimli kitabını yazıyordu. Onun böyle bir eseri kaleme almasını, ihtilalci
sendikalizmden çok çekmiş olan büyük patronların destek olduğu, o dönemin koşullarında
görülmüştür. Daha sonraki aşamada kapitalist bir dünya devletinin kurulmasına öncü olan Bavyeralı
Rothshild ailesi Das Kapital’in yazarı ile temasa geçerek onun bu doğrultudaki çalışmalarına destek
sağlamıştır. Almanya’da başlayan bu gibi çalışmalar daha sonraki aşamada o dönemdeki dünya
devletinin başkenti olan Londra’da devam etmiştir. Marks ve Engels, on dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısında hazırladıkları kitapları ile bilimsel olduğu söylenen sosyalizm akımının oluşumunu
sağlayarak, işçileri aydınların kontrolu altına yönlendirmişlerdir.
Das Kapital ile, kapitalist sistem genel olarak ele alınıp incelenirken, kapital sahibi
patronların istedikleri gibi zenginleşmelerinin önü, diyalektik olduğu söylenen bir düşünce ile
açılmaya çalışılmıştır. Marks’a göre sonunda kapitalizmden sosyalizme geçilecek ama önce
kapitalizmin çok gelişmesi ve en üst düzeye gelmesi gerekmekte ve daha sonra bu duruma karşı
toplumda bir büyük tepki oluşacak ve o tepkinin temsilcisi olarak işçi sınıfı komünist devrim yaparak
kapitalizmden sosyalizm sistemine geçişi, kurulacak olan proleterya diktatörlüğü aracılığıyla, tarih
sahnesinde gerçekleştirecekti. Burada da işçi sınıfının diktatörlüğünün öne sürülmesine rağmen,
sosyalist hareket sendikaların dışında gelişecek ve toplum içinden yetişerek çıkmış olan aydınlar ve
diğer çalışan halk kitleleri de gelişmelerin içinde yer alacağı için dolaylı yollardan bir işçi ve işveren
çekişmesinin önü kesiliyordu. Halk tabanına sosyalizm yeni bir akım olarak lanse edilirken, tüm
Avrupa’yı alt üst ederek işçi-işveren çekişmesine yol açan ihtilalci sendikalizmin önü kesiliyordu.
Yazılan kitaplar aracılığı ile sosyalizm bilimsel görünümlü bir sistematiğe yönlendirilirken, aslında halk
kitlelerine yeni bir ütopya aşılanmaya çalışılıyordu. Das Kapital bu doğrultuda bir başlangıç adımı
oluyor ve bu kitabın tezlerinin çalışan kitlelere doğru yaygınlık kazanması ile de, sendikalizmden
sosyalizme geçiş zaman içerisinde gerçekleştiriliyordu. Rotshschild gibi patronların, sosyalizm
akımının geliştirilmesi için çaba göstermesini, Karl Marks’ın kapitalist sistemi rayına oturtmak üzere
hazırladığı Das Kapital isimli kitap izlemiştir. Sömürgeciliğin desteği ile sürekli olarak güçlenen
kapitalist kesimler, dinci ya da ulusalcı siyasal akımların haklı tepkileri ile karşılaşmamak üzere
sosyalizme giden yolu açık tutmaya çalışmışlardır. Sermaye birikimi kapital olarak büyük
patronların elinde toplanırken, giderek bir finans kapital düzeni oluşturan zengin patronlar, sahip
oldukları zenginliği toplum ile paylaşmak yerine kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya dikkat
etmişlerdir. Bir ekonomik sistem olarak ortaya çıkan kapitalizmin bu aşamadan sonra kendi siyasal
yapılanmasını da geliştirmeye çalışması, demokrasileri de kapitokrasiye dönüştürmüştür.
Avrupa kıtasında on dokuzuncu yüzyılın siyasal gelişmeleri, birbiri ardı sıra belirli insiyatifleri
öne çıkarırken, kapitalist sistemin gelişmelerine paralel bir düzeyde bazı sosyalist oluşumlar da göze
çarpmaktadır. Kapitalist sistemin adamları sermaye birikiminin yeni bir sisteme bağlanmasını
gündeme getirirken, ülke rejimlerinin de giderek çöküşe gitmesini sağlayan iş çevreleri patronlar
üzerinden bir sermaye egemenliğini gerçekleştirerek bugünün kapitokrasi adı verilen sermaye
egemenliği aşamasına geçişi hızlandırmışlardır. Avrupa’da fabrikalar düzenine geçilmesiyle birlikte
artan çalışan kitleler, hem işçi sınıfı olarak hem de halk grupları olarak ülkelerin siyasal
yönetimlerinde söz sahibi olmak ve pay almak üzere harekete geçmişler ve bu doğrultuda siyasal
gelişmeler tırmanarak devam etmiştir. Sosyalist ve komünist partiler batı ülkelerinde birbiri ardı sıra
kurulurken, çok ciddi teorik tartışmalar ve siyasal çekişmeler on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının büyük
ülkelerinin siyasal gündemlerini belirlemiştir. Avrupa kıtası böylesine siyasal çalkantılar ile sarsılırken,
uzun süren bir savaş dönemi sonrasında Fransa’daki devlet düzeni çökmüş ve 1871 yılında bu ülkenin
başkenti Paris’te bir komün yönetimi kurulmuştur. Paris komünü, Karl Marks’ın görüşlerine paralel
doğrultuda kapitalist sistemin çöküşü ile birlikte gündeme gelmiş ve Avrupa’nın tam ortasında, bir yılı
aşkın bir süre komünist yönetim devam etmiştir. Daha sonraları diğer kapitalist ülkelerin yardımları ve
burjuva sınıflarının seferber olması üzerine, Marsilya üzerinden oluşturulan bir ulusal hareket ile,
Paris komünü yönetimine son verilerek yeniden, Fransız devriminin geliştirmiş olduğu ulus devlet
düzenine dönülmüş ve burjuvazi, böylece işçi sınıfına karşı uluslar arası dayanışma düzenine girerek,
kapitalizmi her türlü komünist ya da sosyalist girişime karşı korumaya çaba göstermiştir. Bir yıllık Paris
komünü yönetimi burjuvazi açısından çok öğretici olmuş ve bir daha hiçbir kapitalist ülkede böylesine
komünist ya da sosyalist bir yönetimin oluşumuna izin verilmemesi konusunda uluslararası alanda
ciddi bir burjuvazi dayanışması sağlanmıştır.
Paris komün yönetiminin kurulduğu yıl, bu oluşumdan önemli dersler çıkarılmış ve bunun
üzerine gelecekteki dünya düzenini yakından etkileyecek iki olay aynı yıl içerisinde gerçekleşmiştir.
Önce Fransa’yı yenerek Avrupa’nın merkezinde yeni bir güç merkezi olarak Alman devleti ortaya
çıkmış ve bütün Cermen topluluklarını bir araya getirerek Alman Birliği’nin oluşturulması
doğrultusunda Prusya devleti kurulmuştur. Atlantik merkezli sömürgecilik düzeni Batı Avrupa
üzerinden geliştirilirken, geride kalan Almanya ve İtalya birliklerini gecikerek kurduktan sonra diğer
emperyal devletler ile rekabete kalkışmışlar ama sömürgecilikte geç kaldıkları için istedikleri gibi
uluslararası alanda etkili olamamışlardır. Akdeniz ve Afrika’da kendine sömürge alanı arayan orta
Avrupa ülkeleri, bu girişimlerinde başarılı olamayınca, Avrupa kıtası içinde gerginlik kaynağı olmuşlar
ve batı Avrupa ülkeleri ile sürekli bir çekişmeyi tırmandırmışlardır. Avrupa kıtası Birinci Dünya
Savaşına doğru yol alırken, Paris komünü olgusu Amerika’da başka türlü değerlendirilmiş ve bu
olay üzerine kapitalizmin yeni büyük ülkesi Amerika’nın Chicago kentinde, on büyük sanayici bir
araya gelerek, toplantı yaptıkları yuvarlak masanın etrafında uluslararası bir dayanışma
oluşturduklarını bütün dünyaya ilan ederek, bu doğrultuda “Yuvarlak Masa “ adı ile ilk dünya
devletini kurmuşlardır. Yuvarlak masa çevresinde bir araya gelen büyük patronlar, kapitalizmin
önemli merkezlerinden Paris kentinde kendilerine karşı oluşturulan komünist yönetime karşı
birleşmişler ve bir daha böyle bir durum ile karşı karşıya kalmamak üzere geleceğe dönük kapitalist
bir dünya devletinin ilk çekirdeğini ortaya çıkarmışlardır. Atlantik ülkelerine karşı bir orta Avrupa
insiyatifi olarak Alman birliğinin sağlanması, İngilizlerin ortağı Amerikalıları da telaşa düşürmüş ve
bunun sonucunda da on büyük sanayici bir araya gelerek, dünya devletine giden yolda Yuvarlak Masa
örgütünü bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Uluslararası düzeni oluşturan İngiliz İmparatorluğunun
daha sonraki aşamada Amerika Birleşik devletleri ile birlikte, yeni bir dünya devleti düzeni ne
yönelmesinde Yuvarlak Masa örgütü etkili olmuştur. Böylece kapitalist dünya içinde komünizmin
önü kesilirken, orta Avrupa ülkelerinin Atlantik ülkelerine rakip olmalarına da izin verilmemiştir.
Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Atlantik ülkeleri ile orta Avrupa devletleri arasındaki
çekişme önce bir kavgaya dönüşmüş ve daha sonraki aşamada da Birinci Dünya Savaşı bu yüzden
çıkmıştır. Dünyayı yöneten Atlantik ittifakı, İngiliz-Amerikan ortaklığında yürürken, İngiltere’nin
sömürgecilik ortağı olan Fransa bir daha komünist yönetime sürüklenmemek üzere Atlantik ittifakı
içerisinde yer almış, bu yüzden de Birinci Dünya savaşını Atlantik ittifakı kazanmıştır. Atlantikçiler
kendilerine rakip olan Avrupa ülkelerini bir cihan savaşı üzerinden geride bırakırlarken, gelecekte
küresel bir kapitalist düzenin önünü açmak üzere, bir komünist yapılanmayı Rus devrimi ile Avrasya
bölgesinde gündeme getiriyorlardı. New York borsasınının arkasındaki sermaye güçleri yüz binlerce
doları Troçki ile Moskova’ya göndererek kızıl ordunun kurulmasını finanse ediyorlar ve böylece
Japon savaşı sonrasında çökertilen Rusya’nın eski düzene dönüşünü engelleyerek, bu ülkeye
dışarıdan gönderilen Bolşevik kadrosu ile enternasyonel bir sosyalist düzeninin önünü açıyorlardı.
Böylece, batılı kapitalistlerin Karl Marks’ın öngördüğü gibi bir komünist düzenin gelişmiş kapitalist
ülkelerde değil ama Rusya gibi geride kalmış bir kırsal alan ülkesinde kurulmasına giden yolun önünü
açıyorlardı. Karl Marks gelişmiş bir işçi sınıfının kapitalist zenginlerin diktasına son vereceğini
söylerken, Amerikalı kapitalistler bir avuç Bolşevik aydının öncülüğünde işçi sınıfı olmadan bir
sosyalist devrimi Rusya’da gerçekleştiriyorlardı. Burada ülke koşullarının elverişsizliğine rağmen,
kırsalbir ülkede sosyalist devrimin gerçekleşmesi, tamamen uluslararası konjonktürde batılı
kapitalistlerin kendi ülkelerindeki gelişmiş kapitalist düzen içerisinde, yeni bir Paris komünü
macerasını önlemek amacını taşıyordu. Atlantik merkezli batı kapitalizmi Birinci dünya savaşı
aşamasında, hem Avrupalı rakiplerini devre dışı bırakıyor hem de kapitalizmin dünyaya yayılmasının
önünü açmak doğrultusunda Avrasya bölgesinde bir sosyalist devrimi okyanus ötesinden
örgütleyerek komünizmin batılı kapitalist ülkelerde yeniden yeşermesinin önünü kesiyordu.
Rusya’da işçi sınıfı olmadan yapılan sosyalist devrimin, emperyalizmin gündeme getirdiği
Atlantikçi dünya devleti yapılanmasının bir organizasyonu olduğu, aradan geçen uzun zaman dilimi
sonrasındaki gelişmeler sayesinde aydınlığa kavuşmuştur. Normal koşullarda Paris komünün
sonrasında, Marksizme göre en gelişmiş kapitalist ülkeler olan İngiltere, Almanya ve Fransa’da
gelişmiş işçi sınıfının devrim yapması gerekirken, hiç gelişmiş sanayi düzeni ve işçi sınıfının
bulunmadığı bir kırsal ülkede sosyalist devrimin dışarıdan gelen bir avuç aydının önderliğinde
yapılması, ancak uluslar arası bir gücün, daha önce hazırlanmış bir senaryo doğrultusunda uzaktan
kumandalı bir manüplasyona kalkışması ile açıklanabilmektedir. Onbeşinci yüzyıl sonrasında batılı
emperyalist ülkelerin bütün dünya kıtalarını ve kara parçalarını ele geçirerek buraları
sömürgeleştirmesi nasıl dışarıdan gündeme getirilen bir siyasal gelişme ise, beş yüz yıl sonra dünya
devleti konumuna gelen batı kapitalizminin küresel bir yaygınlaşma açılımı araması sırasında, tam aksi
çizgideki sosyalist devrim böylesine bir arayışın sonucu olarak tarih sahnesinde gün yüzüne çıkmıştır.
Kapitalist sisteme bütünüyle karşı bir çizgide öne çıkması beklenen bir sosyalist devrim ve bunun
sonucundaki komünist yapılanma, görünen durumun aksine dünya devleti yapılanması olarak öne
çıkan Yuvarlak Masa örgütü ve buna bağlı olarak bir evrensel kapitalist insiyatif ortaya koyan New
York borsası tarafından finanse edilerek desteklenmiştir. Böylesine bir süreç içerisinde batı kapitalizmi
küresel bir açılımı geleceğe dönük olarak uygulama alanına sokarken, anti kapitalizm olarak görünen
sosyalist düzeni, gerçekte tamamen tersi bir doğrultuda bir pre-kapitalizm olarak öne sürmüştür.
Sovyet devrimi sonrasında azgelişmiş ülkelerde oluşturulan bütün sosyalist yapılar, bu ülkelerin
toparlanmasını ve gelecekte dışa açılmaya elverişli bir altyapı kurulmasını gerçekleştirerek
bugünün küreselleşmesinin önünü açmıştır.
Sovyetler Birliği sayesinde, doğu bölgesindeki eski imparatorluklar tarih sahnesinden silinmiş,
küresel sermayenin patronu olan Siyonist lobilerin öncülüğünde İsrail İslam dünyasının tam
ortalarında kurulabilmiş, geçici bir dönem uygulanan sosyalist rejimler sayesinde doğu bölgesinin geri
kalmış ülkeleri sosyalizm sonrası dönemde küreselleşme projesi doğrultusunda dışa açılarak
uluslararası kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasının öne açılmıştır. Anti-kapitalist görünümlü
sosyalizmin pre-kapitalist bir çizgide batı emperyalizmi tarafından kullanılması, Atlantik kıyılarında
İngiliz-Amerikan ortaklığı ile kurulmuş olan dünya devletinin evrensel alanda güçlenmesini sağlamış,
ABD’nin merkezi coğrafyaya gelmesi ile beraber kurulma şansını elde eden İsrail de Siyonist lobiler
üzerinden Atlantik emperyalizminin oluşturduğu dünya devleti yapılanmasının yeni merkezi
olmaya doğru yol almıştır. Birinci dünya savaşı ile Avrupa devletlerinin gücünü kıran, Sosyalist
devrim ile komünist yapılanmayı Avrasya bölgesine taşıyan, ikinci dünya savaşı sonrasında merkezi
bölgeye gelerek yerleşen dünya devleti yapılanması, soğuk savaş sonrasında da doğu blokunu
tasfiye ederek ABD merkezli bir yeni dünya düzeni oluşumunun ardında koşmuştur. Kapitalizmin
patronları komünizmi bile kendi hegemonyaları altında bir dünya imparatorluğu doğrultusunda
kullanırken, kendilerinin dışında hiçbir insiyatif ile küresel egemenlik düzenini paylaşmaya
yanaşmamışlardır. Hep kendilerine çalışan bir hegemonya düzeni içerisinde dünya devletlerini
harita üzerinden silmeye çalışırlarken, beş kıta üzerinde yaşam mücadelesi vermekte olan halk
kitlelerini, ciddi bir yoksulluk ve açlık düzensizliğine sürükleyerek yok olmaya mahkûm
etmektedirler. Atlantik kıyılarında bir avuç zenginin oluşturduğu bu küresel imparatorluk
yapılanması, insanlığın başına iki cihan savaşı getirdiği gibi şimdi de aynı doğrultuda bir üçüncü
dünya savaşı zorlamasını tüm insanlığa dayatmaktadır.
Ne var ki, uluslararası finans kapital düzeninin para babaları bu kez üçüncü bir dünya savaşı
çıkartma sürecinde geç kalmış görünmektedirler. ABD merkezli bir dünya yapılanmasını uygulama
alanına getirebilmek üzere karşı kutup olarak Sovyetler Birliği oluşumunu destekleyen dünya
devletçileri, bir senaryo ile kurdukları doğu imparatorluğunu hiçbir savaşa meydan vermeden işbirlikçi
kadrolar aracılığı ile uzaktan kumandalı bir biçimde tasfiye etmişlerdir. Sosyalist bloku ortadan
kaldıranlar, ABD merkezli yenidünya düzeni yaratabilmek için çeyrek yüzyıl uğraşmalarına rağmen
başarısız kalmışlar ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş için uğraşılırken, bu gibi
dayatmalara tepki olarak, bir süre sonra ortaya çok kutuplu yeni bir dünya yapılanması kendiliğinden
çıkmıştır. İki dünya savaşı sonrasında bir dünya barışı için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünü
kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda devre dışı bırakmaya çalışan küresel kapitalist sistem, bunun
yerine Dünya Ticaret Örgütünü kurarak sonuç almaya çalışırken, kapitalist sistem üzerinden
kurulacak yenidünya düzeni yapılanmasını bir türlü bütün ülkelere kabul ettirememiş ve ortaya çıkan
tartışmalar sonrasında Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi binlerce kilometre karelik alanlarda
milyonlarca nüfusu barındıran dört büyük dev ülke batı kapitalizmine karşı çıkmıştır. Karl Marks’a
“Das Kapital “ kitabını yazdırarak yola çıkan dünyanın en büyük kapitalistleri, bu doğrultuda harita
üzerinde yer alan bütün dünya demokrasilerini finans kapitalin güdümündeki bir kapitokrasiye
doğru sürüklemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda epeyce bir mesafe kazanarak , küresel bir
kapitalist emperyalizmin kurucusu konumuna gelmişlerdir. Dünya halkları kendi yazgılarına
egemen olma çizgisinde var olan demokrasilerde hak ve özgürlük mücadelesi verirlerken , küresel
emperyalizmin ortaya çıkardığı etnik ve dinsel kavgalar yüzünden, istedikleri ileri demokrasi
düzenine erişememişler ama iç kavgalar yüzünden patronların demokrasileri kapitokrasiye
dönüştürmesini izlemişlerdir.
Küreselleşme akımı sonrasında kapitalizm tekelci şirketler aracılığı ile bütün dünya
ülkelerine yayılırken batı şirketlerinin ekonomik alanda etkinlikleri fazlasıyla artmış, yeni
demokrasi projeleri ile emperyalist doğrultuda var olan devlet düzenleri tasfiye edilirken küresel
şirketler dünyanın her bölgesine girerek, doğal kaynaklara ve var olan zenginliklere el
koymuşlardır. Dün silah zoru ile alamadıkları bölgeleri, bugün gelinen noktada döviz üzerinden
para gücü ile almaya başlamışlar ve böylece kapitalin hegemonyası batının dışında kalan diğer
bölgelerde de kurulmuştur. Böylesine bir süreç içerisinde devletler kendi ekonomilerini kontrol etme
olanaklarından yoksun bırakılırken, devletsizlik ortamına mahkûm edilen dünya halkları da, yok olma
tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Nüfusun büyük çoğunluğu yoksulluğa sürüklenirken, finans
kapitalin eski patronları zenginliklerine yeni lerini ekleme şansını elde etmişler ve destekledikleri
küreselleşme politikaları ile yüzde bir toplumu denilen büyük bir çarpıklığa, dünya halklarını mahkum
etmeye yönelmişlerdir. Büyük zenginlerin temsil ettiği yüzde birlik kapitalist nüfus , küreselleşme
girişimleri sayesinde aşırı bir biçimde zenginleşirken, halkın yüzde doksan dokuzluk çok büyük
kısmı açlık sınırında bir yoksulluğa mahkum edilmiştir. İşte yüzde birlik aşırı zengin kesimin tekelci
çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerinin yönlendirilmeye çalışılması ile birlikte , demokrasilerin
kısa zamanda kapitokrasiye dönüştüğü görülmüştür. Din ve imanın geride bırakıldığı, yolsuzluk ve
hırsızlığın hızla tırmanışa geçtiği, ahlak ve hukukun artık eskisi gibi bir toplum düzeni
oluşturamadığı yeni dönemde, para bütün kilitleri açan anahtar olarak, demokratik rejimlerin
sermaye düzenlerine dönüşümünü ortaya çıkarmıştır. Açlığa mahkum edilen halk kitlelerinin
egemenliğinin artık eskisi gibi demokratik rejimlerde geçerli olamadığı yeni aşamada , halk
egemenliğinin yerini patronların egemenliğinin aldığı ve bu doğrultuda bir sermaye egemenliği
düzeninin kapitokrasi görünümünde gündeme getirildiği görülmüştür .
Kapitalizmin küresel bir imparatorluk doğrultusunda bütün dünyaya yayılması hedeflenirken,
batı ülkelerinde yüzde birlik bir aşırı zengin kesimin ortaya çıkmasıyla birlikte, kapitalist sistem büyük
bir bunalıma sürüklenmiştir. Küresel sermaye ve şirketlerinin Dünya ticaret Örgütü üzerinden bütün
dünyaya dayattığı ekonomik açılımlar ile, Dünya bankası ve Uluslar arası Para Fonu gibi evrensel
ekonomik kuruluşlar aracılığı ile ülkeleri kurtarmak üzere hazırlanan ekonomik reçetelerin tamamen
tersi sonuçlar ortaya çıkarması ve bu süreçte batı emperyalizmine kendini kaptıran ülkelerin hızlı bir
çöküş ve dağılma noktasına gelmesiyle birlikte, batı ülkeleri kapitalist düzende yeni yapılanmaların
arayışı içerisine girmişlerdir. Sistemin üretmiş olduğu zenginliğin giderek ulusal gelirden çok fazla bir
noktaya gelmesi üzerine, küresel kapitalizm iflas etme aşamasına gelmiştir. Küresel politikaların
zenginliği aşırı bir çizgide pompalaması ve küçük bir azınlığın elinde büyük zenginliklerin birikmesi
üzerine, bütün ülkelerde gelir dağılımı dengeleri bozulmuş ve küreselleşme çok büyük bir ölçüde gelir
uçurumu ortaya çıkarmıştır. Ekonomik zenginliği küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması ile dünya
halkları aç ve açıkta kalmaya mahkûm edilmiş ve bunun üzerine küresel emperyalizme karşı çok
büyük bir muhalefet yeryüzü kıtalarında gelişmeye başlamıştır. İlerleyen zaman dilimleri içerisinde
ortaya çıkan servet birikimlerinin büyük oranlarda şişkinleşmesiyle birlikte miras yolu ile servetin aile
içinde yeni kuşaklara aktarılması aşırı derecede zenginlik birikiminin gene belirli ellerde toplanmasına
yol açmıştır. Bankacılık düzeni üzerinden oluşturulan finans sistemi sayesinde, paradan para
kazanma yolu açılmış ve geçmişten miras oylu ile elde edilen kazançlar zaman içerisinde aşırı
birikimlere yol açarak, hiçbir yatırım ya da üretim yapmadan para kazanma yolu ile finans kapitalin
genişlemesi sağlanmıştır. Paradan para kazanma yolu ile demokrasilerin kapitokrasiye
dönüşmesinin önü açılmıştır. Durduk yerde çoğalan para miktarı ile ülke ve toplum için hiçbir
anlam ifade etmeyen büyük zenginlikler gündeme gelmiştir.
Ulus devletlerin sınırlarının küresel emperyalizm tarafından görmezden gelinmesiyle birlikte
sınır ötesi sermaye harekâtı hız kazanmış ve ulusal ekonomilerin çöküşüne giden yol açılmıştır. Devlet
gücünün zayıflaması üzerine servetten vergi alabilecek iktidar işbaşına gelememiş, zenginlerin
desteği ile iktidara gelen sermayeci sağ iktidarlar ise, zengin kesimlerin çıkarları doğrultusunda
çalışarak halk kitlelerine hiçbir şey vermemişlerdir. Servet sahiplerinden varlık vergisi alamayan
iktidar partileri, ülkelerinin küresel emperyalizm karşısında sömürgeleşmesini önleyememişler ve
bu nedenle de sermaye egemenliği halk egemenliğinin yerini almıştır. Para güçleriyle egemen
konuma gelen aşırı zenginler sınıfı kendi çıkar düzenlerini korumak ve sahip oldukları zenginlikleri
halk kitleleri ile paylaşmamak üzere siyasal partiler üzerinde baskı düzenleri kurmakta ve bu
doğrultuda kendi içinden çıkardığı temsilciler aracılığı ile siyasal iktidarların halk kitlelerinin değil ama
çıkar çevrelerinin sermaye egemenliği doğrultusunda çalışmasını yönlendirmektedir. Bir avuç azınlığın
dış desteklerle geliştirdiği baskı düzenlerine siyasal iktidarlar kolay yoldan teslim olunca, siyasal
rejimlerin demokrasi olmaktan çıkarak kapitokrasiye dönüşmesini hiç kimse engelleyememektedir.
Kendi egemenliğini devletin içen oturtan sermaye kesimleri, paradan para kazanırken, yatırım ve
üretimden yoksun kalan halk kitlelerinin açlığa mahkûmiyeti beraberinde gündeme gelmektedir.
Ülkelerin ekonomik büyüme oranları gerilerken, sermayenin büyümesi hızla artmıştır. Ülkelerin
ekonomik büyümeden küçülmeye geçmesi aşamasında sermaye gelirlerinin aşırı büyümesi büyük
oranda haksızlıklara ve adaletsizliklere yol açmaktadır. Böylesine bir çelişki batının bazı kapitalist
çevrelerinde ciddi rahatsızlıklar yaratmış ve bu doğrultuda kapitalizmi kapitalizmin çıkmazlarından
kurtarmak üzere, yeni bir ekonomik reform programı hazırlanmaya çalışılmıştır.
Dünya nüfusunun yüzde biri, günümüzde sermaye egemenliğini yüzde doksan dokuzun
içinde yer aldığı yoksul halk kitlelerine dayatmaktadır. Servet sahipleri ile halk kitleleri arasındaki
büyük ekonomik uçurum, bu nedenle artmakta ve bu yüzden de zengin kesimler gücü ellerinde
tutmak üzere hem terörü hem de savaşı halk kitlelerine karşı bir silah olarak kullanmaktadırlar.
Para babaları ellerinde topladıkları zenginler ile kendi hegemonyalarını eskisi gibi sürdürmeye
çalışırlarken, sermaye egemenliğini kapitokrasi görünümünde yeni bir rejim olarak cumhuriyet
devletlerine karşı dayatmaktadırlar. Beş yüz yıl önce emperyalizm ve sömürgecilik için yola çıkanlar,
çıkar düzenlerini pekiştirmek üzere “Das Kapital “ isimli kitabı iki asır önce Karl Marks’a
yazdırabilmişlerdir. Bu gibi bir manevrayı yapabilen finans kapital patronları, kendi çıkar düzenlerine
süreklilik kazandırmak üzere demokrasi yerine kapitokrasiyi tercih eder bir konuma gelmişlerdir.
Kapitokrasilerde para babaları servet vergilendirmesine karşı çıkarak, aşırı düzeyde gelir dağılımı
bozukluğunun devam etmesini sağlamaya çalışmakta ve bu doğrultuda sermayeci iktidarların
işbaşına gelmesi için uğraşmaktadırlar. Merkez sağ ve soldaki partiler bu çıkmazdan
kurtulamayarak battıkları için, yeni dönemde dinci partilere benzeri bir misyon yüklenerek
demokrasilerin kapitokrasileşmesi süreci devam ettirilmek istenmektedir. Ulusal ekonomileri
toptan yok etmeye kararlı bir küresel kapitalizm, önüne çıkan engelleri aşma doğrultusunda,
sosyalizmi gerekirse çeşitli yönlerden bir koz olarak kullanmaya kararlı görünmektedir. Sosyalist
sistemin dağılmasından sonra liberal bir çizgiye kaymış olan sosyal demokrasilerin neoliberalizmi
yerleştirmek amacıyla kullanılması girişimleri de, bu durumu doğrulamaktadır. Evrensel düzeyde yer
değiştiren küresel sermayenin her ülke değiştirme aşamasında devletler tarafından vergilendirilmesi,
servet vergileriyle birlikte uygulama alanına getirilirse, o zaman gelir dağılımı uçurumu bir noktada
düzeltilebilecektir. Demokrasilerin yeniden gerçek anlamda halk egemenliği rejimlerine
dönüşebilmesi için, öncelikle gelir dağılımı uçurumunun ortadan kaldırılması ve herkese insanlık
onuruna uygun bir yaşam düzeni sağlanması zorunludur. Ancak bu yoldan demokrasilerin
kapitokrasiye dönüşmeleri önlenebilecektir.
Download