MEKANSAL PERSPEKTİFTEN ORTADOĞU RADİKALİZMİNE FARKLI BİR BAKIŞ (DİNİ, MEZHEBİ, KABİLEVİ, ETNİK HAREKETLER VE COĞRAFYA) Muammer Gül Özet Bu bildiride Ortadoğu coğrafyasındaki dini, mezhebi, kabilevi hareketler ile modern etnik ve ideolojik hareketlerin anlaşılmasına dair mekânsal bakış/coğrafi bakış sunulacaktır. Bugün İslam coğrafyası dünyada radikal hareketlerin en yoğun olduğu bölgelerdir. Bu radikal hareketler bazen dini, mezhebi, bazen aşiret, kabile veya etnik milliyetçilik, bazen de modern ideolojik etiketler taşısalar da aynı coğrafyada yoğunluk oluşturmalarını nasıl anlamalıyız? Bu meseleyi sadece göründüğü haliyle bir mezhep kavgası, siyasi hakimiyet mücadelesi, rejim meselesi, aşiret/kabile yapısının bitmeyen bir tezahürü olarak mı görecek yoksa dış kaynaklı emperyalist politikaya mı havale edeceğiz? Bu bildiride meseleye kendimizden, yaşadığımız yerden yani coğrafyamızdan bakmayı deneyeceğiz. Mesele Müslüman toplumların yaşadığı coğrafya meselesidir ve ancak tarihi bir perspektif içerisinde ve insan-coğrafya ilişkileri bağlamında ele alınırsa doğru anlaşılabilir. Çünkü nerede olursa olsun insan üzerinde yaşadığı toprağın, coğrafyanın çocuğudur. Orta Doğu Müslüman toplumlarının yaşadığı coğrafyanın karakterini çöller, derin vadiler, hemen yanında münbit ovalar, yüksek yaylalar, dağlar, yani zıtlıklar oluşturmaktadır. Bu zıtlıklar iklim ve bitki örtüsü ile insan ve onun üzerinde yüzyıllardır yaşamış toplumların renkleri, dilleri, alışkanlıkları, inanışları, düşünüşleri, ideolojileri ve karakter yapıları üzerinde derin bir tesir meydana getirmiştir. Kadim medeniyetlerin ve İslamiyet’in geç ve zor nüfuz ettiği dağların, çöllerin ve derin vadilerin değişmeyen dilinin zamana nasıl hükmettiğini tartışacağız. Anahtar Kelimeler: Orta Doğu, kabile, İslam, coğrafya A Different View to Radicalism of the Middle East from Spatial Perspective (Religious, Sectarian, Tribal, Ethnic Movements and Geography) Prof. Dr., Adıyaman Ün. Fen-Ed. Fak. Tarih Bölümü. [email protected] 1 Abstract It will be presented religious, sectarian and tribal movements of the Middle East region and a spatial/geographic perspective with regards to understanding the modern ethnic and ideological movements in this paper. Today, the Islamic world is where a geography that the radical movements are minimal level in there more than from the rest of world. How should we understand the minimality of these radical movements in the same geography which are labelled sometimes religious, sectarian, and sometimes tribal or ethnic nationalism and modern ideological? Will we see this issue as an unended reflection of a sectarian struggle, fight for the political dominance, the problem of the regime and the nature of tribal/clan, or unlike this, as an imperialist policy that came from outside? In this report will try to look at this issue from ourselves, from where we live, so from our geography. The issue is an issue of the geography of Muslims and it can be understood clearly within a historical perspective and in the context of human-geography relations. Because, human being is the child of his homeland. The character of the Middle Eastern Muslim societies was formed by deserts, deep valleys, fertile plains next to this valleys, high plateaus, mountains, that is adversities. These adversities has made a profound impact on the climate, flora and human and the color, language, habits, beliefs, thoughts, ideologies and characters on his society where in ongoing live. We’ll argue that how the immutable discourse of ancient civilizations, the mountains that was Islam ruled them late and difficulty, deserts and deep valleys will be dominate the time. Keywords: Middle Eastern, tribal, Islamic, geography Giriş Bu bildiride radikalizmi medeniyetlerin diyalektiği açısından, daha dar anlamda insanmekan ilişkileri çerçevesinde ele alacağım. Orta Doğu’nun Sümerlere kadar giden bir medeniyet havzası olduğu genel bir kabuldür. Medeniyet, insanın tabiatı iradi olarak kullanmaya başlaması demektir. Bu medenileşme ameliyesinin zıddı ise, avcı-göçebe hayat tarzıdır. Modern zamanlara kadar tarihin en temel çelişkisi, Habil ile Kabil örneklerinde olduğu gibi mitolojilere akseden yerleşik düzen ile göçebe düzen arasında olmuştur. Bu diyalektik, medenileşme diyalektiğidir. Medenileşme ameliyesinin çatışma diyalektiklerinden biri kan bağını sosyal bağlardan üstün tutan kabileciliğin devlet ile çatışmıştır. Kabilelerin denetimi, vergilendirilmesi, iskanı ve 2 sosyalleştirilmesi devletin en büyük ve en ağır ödevi olmuştur. Tarihteki isyan ve savaşlar, esasen kabilevi yapının yerleşik düzene entegrasyon çabalarından doğan çatışmalardır. İnsanlık tarihinde ana hatlarıyla iki büyük evrensel medenileşme hamlesi görünmektedir. Bunlardan ilki, henüz akli melekeleri gelişmemiş ilkel kabilelerin temsil ettiği beşerden ilk insan kabilesi(Adem nesli) olan insana geçiştir. İkincisi, göçebelikten yerleşik hayata geçiş aşaması olan tarım devrimidir. Tarımın başlaması, hayvancılık, şehirlerin kuruluşu, ticaret, yazı, sanat. Tüm insanlık melekeleri, önceki döneme göre bu dönemde doruğa çıkmıştır. Toplumların medenileşme süreçlerini bu eşiklerdeki yeri ile ortaya koymalıyız. Orta Doğu toplumları ikinci eşiğin aşılması hamlesinde büyük bir tecrübeyi yaşamalarına rağmen, modern zamanları idrak edememişlerdir. Dolayısı ile Orta Doğu toplumlarının yerini tayin etmek için sırtlarında taşıdıkları coğrafyanın yükünü bilmek, yani meseleyi insan-coğrafya ilişkileri üzerinden açmak gerekiyor(Özcan, 2005: 35). İslâm toplumlarının tarihinin karmaşık yapısı kapsamlı bir bakışı gerektirdiğinden öncelikle İslâm toplumlarının oluşum ve şekillenme dönemlerinin iyi anlaşılması gerekir. Bunun için de üzerinde yaşadıkları mekanın iyi bilinmesi gerekir. İslâmiyet, baş döndürücü bir hızla bir yüzyıl içinde Frank hudutlarından Çin Seddi’ne kadar hızlı yayılmasına rağmen merkez alanlarda İslamlaşma oldukça yavaş ve zorlu olmuştur. Bu boşluklar; dağlar, çöller, bataklıklar gibi İslâm coğrafyasının bir tür kayıt dışı mekânlar”dır. Fetihler askerî bir boyutta gerçekleştiği için taşların yerine oturması, yani İslâmiyet’in hâkim olduğu coğrafya ile yüzleşmesi gerekiyordu. Bu yüzleşme, Müslüman toplumların dilleri, dinleri, etnik yapı ve milletleşme evreleri ile yeniden yapılanmalarıdır. Bu şekillenmede ana damarlar Anadolu’da Türk Milleti’nin oluşması, İran’ın Şiî kimliğine bürünmesi ve Anadolu-İran hattından Kuzey Afrika’ya kadar olan coğrafyalarda Samî ve kadim halklarının Araplaşması şeklinde olmuştur. Bu ana katmanlar arasında, daha mikro ölçekte kabile, din, mezhep topluluklarının itmeleri, sıkışmaları, direnmeleri ve sürekli hareketlilikleri ile farklı renklerde biçimlendiklerine şahit olunacaktır. İşte İslam coğrafyasındaki radikalizmin yatakları bu ara katmanlardır. Burada insan-coğrafya ilişkisini biraz açmak gerekecektir. 1- İnsan-Coğrafya İlişkisi Medeniyetleri meydana getiren coğrafya, insan ve dindir. Tarihî olayların izahında, fizikî çevrenin ve tabiat kanunlarının tarihe tatbiki önemlidir. Zira tarihin konusu da insan olduğuna göre insan tabiatı, tabiat insanı karşılıklı etkilemektedir(Öztürk, 1999: 32-58; Meriç, 1977: 212). Her medeniyet idraki aynı zamanda bir coğrafya idrakine dayanır ve her coğrafî 3 mekân bir medeniyetin havzasını teşkil etmiştir. Bu tanımlamada kimi zaman çöl, bozkır, nehir veya bir iç deniz, kimi zaman ise, okyanus veya semavî dinlerin tasvir edildiği coğrafyalar merkez rolü oynamıştır(Toynbee, 1991: 57-64; Togan, 1981: 126-128). Eski Yunanlılar Ege merkezli, Roma İmparatorluğu Akdeniz’e, Türkler ve Moğollar bozkırlara dayalı bir mekân idrakine sahip iken, Büyük İskender Mezopotamya-Mısır-Hint coğrafyasını, Persler Avesta’ya, Çinliler “orta vaha devleti” dedikleri bir coğrafyayı esas almışlardır. Araplar da çöl medeniyeti nitelemesini hak etmişlerdir. Her dinin veya inancın da bir coğrafyası olmuştur. Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi dinler de ortaya çıktıkları coğrafyayı merkez alan bir coğrafya idrakine sahip olmuşlardır. İslâm coğrafyası, Yahudi coğrafyası, Hıristiyan coğrafyası, Budizm coğrafyası, Kofiçyüs coğrafyası, Şintoizm coğrafyası, Ortodoks coğrafyası, Katolik coğrafyası, Şiîlik coğrafyası vb. olarak tanımlanabilecek coğrafyaları göstermek mümkündür(Gül, 2016: 16). Aslında coğrafyaların insanların yapısı, renkleri, dilleri ve ırkları üzerinde etkili olduğu ve cemiyetlerin tekâmülünün de, insanın çevreye en iyi şekilde fiilî uyum sağlaması olarak açıklayabileceğimiz coğrafî davranış biçimi ile alakalı olduğu Hipokrat, Birunî, İbn Sina, Mesudî ve İbn Haldun’dan beri bilinmektedir(İbn Sina, 1995: 8-17; Mes’udi, 2004: 5680; İbn Haldun, 1986: 126-215; Gumilev, 2003: 11). İnsanoğlu rengi, dili, düşüncesi, zevkleri, korkuları, cesareti, asaleti, katılığı, yumuşaklığı, taassubu, muhafazakarlığı, dini anlama ve yaşama biçimi ve karakteri ile büyüdüğü toprağının, toprak anasının oğludur. Bunu, yüzey şekilleri, bitki örtüsü, iklimi, yağışı, havası ve suyu ile insan ekolojisinin bütünlüğü içinde düşünmeliyiz. Coğrafya ve çevre insanı nasıl etkiliyorsa onun meydana getirdiği toplumun belli bir karakter kazanmasında da etkili olur(Gül, 2016: 15vd.; Braudel, 1993: 55; Özcan, 1996: 17). Dinlerin, siyasî ve ekonomik sistemlerin ve hatta ideolojilerin, farklı zaman ve mekânlarda yayıldıkça bir yandan insanları belli ölçüde kendi kalıpları içine sokarken, diğer taraftan da kaçınılmaz bir şekilde onların niteliklerine uygun bir biçim aldığı bir gerçektir(Ocak, 2002: 77). Bir coğrafyadaki ekolojik zıtlıklar, çeşitlilikler, demografik yapılar, coğrafî çevrenin medenî hayat için sağladığı imkânlar toplumların hayatını etkiler. Ülkelerin rejimleri de üzerinde yaşayan toplumların karakterine göre biçimlenecektir. 2- Fizikî Mekân Coğrafyalar, insan ve her türden canlı varlığı etkilerken farklı renklerdeki radikal hareketler ile nasıl bir ilişki içindedir? Bir coğrafyadaki ekolojik zıtlıklar; dağlar, çöller, 4 bozkırlar, demografik sıklıklar ve sığlıklar dinî hayatı nasıl etkiler ya da dini radikalizm ile nasıl ilişkilendirilebilir? Bu sorulara cevap bulmak için önce İslâm coğrafyasının fizikî sınırlarını ana hatlarını görmek gerekir. Ortadoğu’nun merkezi alanında Mümbit Hilal/Bereketli Hilal, İslâm coğrafyasının trajedisi olan kuraklığın ortasında medenî hayatın derinliğine sahip bir bölgedir. İran ve Arap düzlükleri arasındaki Zagros sıradağlarının yüksekliği 4000 metreye ulaşırken hemen yanıbaşında ilk şehirleşme, yazının icadı ve tarihin başladığı Mezopotamya, deniz seviyesinden ortalama olarak 100 metreden daha az yüksekliktedir(Gözenç, 1996: 24, 100). Ceziretü’l-Arab’ın büyük bölümü sönmüş volkanların bulunduğu yüksek bir yayladır(Yücel, 1960: 99-101; Gözenç, 1996: 135). Burada çölün imkansızlığını onu çevreleyen dağ ve denizin kuşatmaları derinleştirmektedir. Kuzey Afrika ise, çöl ile deniz arasında, Berberîlerin Akdeniz’e bakan bu dağlık coğrafyası, Roma günlerinden beri yabancılara farklı olduklarını hissettirmişlerdir. Torosların hemen kuzeyinde soğuk iklim kuşağı ile artık tamamen farklı bir coğrafya olan Anadolu yarımadası yer alır(Gül, 2010: 36-37). Kafkasların ötesi, ancak yüksek dağların izin verdiği geç tarihlerde İslâmiyet ile tanışacaktır(Yakubovsky, 2000: 99-101). Kafkas sisteminin merkezinde, en yüksek tepesi Elbruz (5642m.) olmak üzere Büyük Kafkas Dağları bulunur. Bu Alp kıvrımlı dağlar, Hazar Denizi’nin doğusunda İran ve Turan düzlüklerini birbirinden ayıran Kopet Dağı ile Aşağı Kara Kum çölünün işgal ettiği Batı Türkistan çöküntüsüne kadar uzanır(Dalukhanov, 1998: 69-71; Gözenç, 1996: 21). İslâm coğrafyasının en dikkate değer ülkesi olan İran, bir ülke olmaktan çok bir kıta gibidir. İran, gerçekten, üç tarafı yüksek dağlar ve güneyden körfez ve ona paralel giden sıradağlar ile çevrili bir adadır. Dağ vadilerinde, çöller ile dağlar arasına sıkışmış birçok dereleri ile bölgeler arasında önemli derecede sıcaklık ve karakter farkları vardır(Kramers, 1988: 2013). Bu coğrafî farklılıklar, İran’ın birleştiriciliğinin en önemli unsuru olmuştur (Gözenç, 1996: 22, 24, 92). Ancak İran’ı bir ada yapan sadece zikrettiğimiz dağların bu fizikî kuşatması değildir. İran’ı çevreleyen Kuhistan, Dağıstan ve Cibal üç dilde dağ demektir. Bu, İran’ın, İslâm medeniyeti içerisinde Şiî bir coğrafya olması açısından da bir ada olması ile bir paralellik sergilemektedir. Zaten onu kültürel olarak ayrı kılan da bu coğrafî kuşatılmışlığıdır. Horasan, göç ve istilaların batıya akış yolunda bozkır ve çöl iklimini yan yana tutan bir coğrafyadır. Afganistan, tam anlamıyla dağların, derin vadilerin ve geçitlerin ülkesidir. Bozkır coğrafyasını aydınlatan ve çeken bir havzası olan Mâverâünnehir, şehirlerin, tarımın, ticaretin ve refahın coğrafyasıdır. Nihayet İslâm coğrafyasının çevre şartları, bütün bölge için geniş çöl bölgelerinin kurak bir ikliminden, arkasında dağ sıraları ve onların arasında kalan alüvyonlu ovaların 5 oluşturduğu çöküntülerle birbirinden ayrılmış yaylaların hâkimiyetine dayanır. İslam coğrafyasının iklim yapısının; gece gündüz sıcaklık farklılıkları, yağış rejimindeki derin farklılıklar ve bitki örtüsü farklılıkları açısından, en az yer şekillerindeki kadar zıtlıkları barındırdığını da ekleyelim(Dalukhanov, 1988: 66-73). Bu coğrafya korkunç derecede aykırılıkların, zıtlıkların, dengesizliklerin olduğu bir coğrafyadır. Nimetler ve külfetler hiç de dengeli değildir. Aşırı sıcak çöl bölgelerinin hemen yanında soğuk dağ ve bozkır iklim kuşakları beliriverir, yüzünü çevirdiğin mesafede ifradi ölçüde sıcaklık farklılıkları vardır. Dengesiz, düzensiz ve yetersiz bir yağış rejimi ile büyük nem farklılıkları tabloyu tamamlar. Ve tabii olarak yetersiz bitki örtüsünün ifadesi olarak gözün gördüğü bir yeşili cennetle kıyaslayacak kadar yeşilin kutsandığı bir coğrafya. İşte sizlere İslam coğrafyası. İnsan üzerinde yaşadığı toprak anasının çocuğudur. İklimi, havası, suyu, nemi, bitki örtüsü, yediği, içtiği, zorlukları, nimetleri ile insanı biçimlendiren coğrafyadır bir yerde. İnsan derisinin sertliğinden kemik yapısına, dilinin ve huyunun kabalığından ahlaki karakterine, dini anlama, algılama ve yaşama biçimine kadar bir bütün olarak biçimlenmesinde coğrafya önemli bir yere sahiptir. Bu coğrafyada şiddete ve teröre açık olan bu coğrafyanın şekillendirdiği insanlardır. O halde bu coğrafya üzerindeki insanlara, Müslümanlar da bakmak gerekir. 3- Orta Doğu’nun Nüfus Dinamikleri ve Radikalizm Bir coğrafyadaki radikal hareketler bir yönüyle o coğrafyanın biçimlendirdiği nüfus yapısı, nüfusun niteliği, niceliği ve hareketliliği ile de ilgilidir. İslam toplumlarının oluşumunda nasıl coğrafi mekan belirleyici bir etkiye sahip olmuşsa onun kadar bir diğer etki de nüfusun oluşum sürecidir. Bu sebepten bugün İslam toplumlarının oluşum sürecini de tarihi süreç içerisinde ele almak durumundayız. İslam toplumlarının bu şekillenmesinde birinci aşama Hz. Ebubekir döneminde başlayan ve Hz. Ömer döneminde baş döndürücü bir hızla yayılan büyük fetih hareketleridir. Bu nüfus hareketi ile eski Samileşmiş coğrafyanın da ötesinde bir Araplaşma ve Arap coğrafyası ortaya çıkmıştır. Eski dünyanın merkez alanları ise, İslam’ın bu coğrafya ile yüzleşmesi ile yeni bir yüz ve çehre alacaktır. Bugün Ortadoğu olarak adlandırdığımız bölgede ikinci büyük nüfus hareketi, 10. yüzyıldan başlayıp beş asır süren Oğuz göçüdür. 13. yüzyılın hemen başından itibaren İslâm dünyasının Moğollar tarafından istilası, Türk-Moğol nüfusunun katkısı ile ayrı bir renk alarak tamamlayacaktır. Ortaçağlardan itibaren İslâm coğrafyasının yeniden şekillenmesi ve bu coğrafyadaki her türden hareketler bir yönü ile bu büyük göç hareketlerinin doğrudan sonuçları ile ilgilidir. 6 Burada bu göç ve nüfus hareketlerinin niteliği ve niceliği de önemlidir. Nüfus hareketlerini gerçekleştiren insanî unsurun bedevî/göçebe karakteri ile hareket halinde olması, arkasından şehirleşme ile birlikte nüfus artışları erken ortaçağların radikal hareketleri olan kabileciliğin ve Bâtınîliğin esas dinamiklerini oluşturacaklardır. Bu fetih ve istilaların oluşturduğu nüfus hareketliliği adeta İslam coğrafyasındaki etnosların( siyasi, dini, mezhebi ve tenik yapıların) enerji fazlalığı idi. Büyük nüfus hareketlerinin insanlar üzerinde çok yönlü müspet ve menfî etkileri olmakla birlikte büyük medeniyetlerin esas dinamikleri arasında yer alırlar. Göçebeler yerleşmeye meyyal ve yerleşik toplumların etkilerine açık olduklarından İslam medeniyeti içinde bir dirilme ve kültürel senteze zemin hazırlamışlardır(Ortaylı, 2007: 99; Arslan, 2001: 163-164). Bu İslam medeniyeti dediğimiz şeydir aslında. Ancak coğrafi mekanın yapısı göçebe toplumların tamamının sistem içine alınmasına pek imkan vermemiştir. İslamiyet vahdaniyet anlayışı içinde millet-devlet-ümmet politikaları ile göçebe toplumları yerleşik bir toplum formasyonuna dönüştürmüştür. İslam ve Türk tarihinde gördüğümüz bir çok dini görünümlü siyasi, sosyal ve ikitisadi karakterli hareketler bu intibaksızlığın bir sonucudur. Kısaca büyük göç veya nüfus hareketleri bir enerji boşalması ve dinamizmidir. Bu nüfus hareketleri sistemli ve düzenli bir politikayla iskan ve istihdam edilmedikleri takdirde sıkışan enerji radikal hareketlerin esas dinamiği olarak bu hareketlere uygun insani malzemeyi temin ederler1. Orta Doğu’daki radikal hareketleri ele alırken Müslüman toplumların değişen nüfus dinamiklerinin coğrafya ile nasıl biçimlendirildiklerinin bilinmesi gerekir. O halde nüfusun siyasal yapısı ile radikalizm arasında nasıl bir ilişki olduğunu da görmek gerekir. Yerelleşme, feodalleşme veya Orta Doğu’nun atomizasyonu radikalizmi nasıl etkiler? 4- Siyasi Çözülmeler ve Radikalizm (Orta Doğu’nun Atomizasyonu, Yerelleşme, Feodalleşme) İslam coğrafyasında radikalizmin tarih içinde kabardığı dönemler vardır. Bu daha çok merkezi devlet modellerinin yerine yerelleşme, feodalleşme, siyasi çözülmeler dönemleridir. Büyük fetihler sonrasındaki bu durulma, siyasi çözülmeler ve yerelleşmeler devrini taşların yerine oturması olarak kabul etmek lazımdır. İslâm coğrafyasındaki mahallî idarelerin ortaya çıkması ve merkez-kaç eğilimlerin başlaması, fetih hareketlerinin durması ile İslamiyet, vahdaniyet anlayışı içerisindeki millet-devlet-ümmet politikaları ile göçebe toplulukları yerleşik toplumsal formasyona dönüştürmeyi amaçlamıştır. İslam ve Türk tarihinde gördüğümüz birçok dini veya siyasisosyal karakterli isyanlar bu intibaksızlığın bir sonucudur. 1 7 Müslümanlaşmış coğrafyanın Arabistan’a muhalefet etmesi ve bu muhalefeti merkezin tersine yerli-millî değerleri ile ifade etmesidir. Artık Arap temsil gücü ve siyasi tecrübesi Arap yarımadasının dışındaki dünyayı taşıyacak durumda değildi. Gerçekten Emevî hilafeti, bir yüzyıl boyunca İspanya’dan Çin Seddi’ne kadar çok geniş bir coğrafyaya hükmetmesine rağmen hala çöl ile sıcak bir temas içindeydi ve bir İslâm imparatorluğu olmaktan çok bir Arap İmparatorluğuydu(Lombart, 1977: 127, 32-33; Barthold, 2002: 107, 134). Ancak doğu dünyasının insanlarının hâkim olduğu Abbasî saraylarında çöl esintileri kaybolmuştu. İşte İslâm tarihinde en önemli kırılmalardan biri de budur. Değişen bir şey vardı: Bir rejim değişimi; o da yeni Müslüman toplumlarının İslâm idaresine katılmayı Abbasîlerden aldıkları meşruiyetle kendi mekânlarında sürdürme istekleriydi(Watt, 2001: 337-338; Zeydan, 19754: 344-346)2. 9. ve 10. yüzyıllardaki bu hareketler temelde kabile ve kabilecilik üzerine dayanmaktaydı. Abbasîlere karşı başlayan muhalefetin rengi ve dili ne olursa olsun bunlar genel olarak bedevîler, dağlık bölge halkları, her zaman merkez-kaç olduğu için politikanın nesnesi olan yarı yerleşik köylüler ve şehir halklarının düşük sınıflarına dayanmaktaydı. Siyasi çözülme ile birlikte bütün bu yerel hanedanlar ve devletler ile Abbasî Hilafeti çevreden koparken, merkezde Zuttlar, Zencîler, Alevî ve Bedevîlerin hareketleri sürekli bir istikrarsızlık meydana getirmekteydi(Canard, 1953: 291; Lapidus, 2003: 193-197; Brockelman, 1992: 88)3. Burada Orta Doğu radikalizmin vazgeçilmez iki temel karakteri kendini gösterecektir: Kabilecilik ve Batınilik. Nüfus, kabilevi yapısı ile daha profan veya bugünü karşılamak adına daha laik bir yapı ortaya koyuyorsa radikalizm de kabilecilik asabiyeti ya da bugün olduğu gibi etnik veya ideolojik bir asabiyet olarak kendini gösterir. Ancak Orta Doğu’da radikalizmin en temel karakteri dindir. İmamiye tezleri Halep ve Musul Hamdanîleri ile Irak ve İran platosuna hâkim Büveyhîler arasında en iyi savunucularını buldu. Hilafet İmparatorluğunda, İslam’a geç bir tarihte giren Taberistan, Deylem, Kabil vb. dağlık bölgelerdeki eyaletler itaate karşı en etkili direnç bölgeleridir. Bütün bu siyasî oluşumların tek ortak yanı kabile yapısına dayanmakta olmalarıydı. Diğer taraftan Fatımî, Haricî, Karmatî ve Bedevî baskıları Mısır’da İbn Tulun ve 8. yüzyılda Endülüs Emevileri ile başlayan süreçte 9. yüzyıl başlarında önce Tahirîler Horasan’da, arkasından Saffarîler Fars’ta, Samanîler Mâverâünnehr’de, Sacoğulları Azerbaycan’da, Zeydîlerin Alevî hükümeti Taberistan’da ve Yemen’de devlet olarak ortaya çıkıyordu. Cürcan’da ise, Ziyyarîler, Mısır’da Toluniler ve İhşidîler, Kuzey Afrika’da Ağlabîler, İdrisîler ve ardından da Fatımîler onların yerini aldılar. 936 yılında ise, İran’da Büveyhîler yerli ve millî motifleri taşımışlardır. 3 Ahsa’da Karmatîler, el-Cezire’de, Haricîler, Hamdanîler, Şeybaniler, Mirdasiler, Ukayliler, Mervanîler ortaya çıktılar. 11. asır Mezopotamya, Suriye ve Filistan’i bedevî kabilelerin emirlikleri ile küçük şehir devletlerinden meydana geliyordu. Kuzey Afrika’da ise, Haricî Rüstemîlerle, Sicilmase’nin Sufrî Midrarîleri ile Sünnî inanç ve ilkelere bağlı İdrisî emirliği ortaya çıkmıştı. 2 8 “İhşidi” gibi güçlü valileri gerekli kılabiliyordu.(İbnü’l Esir, 1985: 225-226; Canard, 1953: 292; Salibi, 1987: 56-57). Merkezî idare bir taraftan da onların gücünü dengelemek için kabilelerin desteğine ihtiyaç duymaktaydı. Merkezî idareyi zayıflatan ve kabileciliği yükselten de bu çelişkili tablodur. Bağdat’taki Sünnî Abbasî halifeliği 10. yüzyılda bir asır boyunca Şiî Büveyhoğulları’nın koruması altında kalmış, ancak Abbasi Halifesine daima saygılı olmuşlardı. Kabilevi karakterdeki bütün siyasi oluşumlar siyasi ağırlık merkezi ve dengelere göre Sünni veya Şiiliği tercih ediyorlardı(İbnü’l Ezrak, 1990: 105; İbnü’l Esir, 1985: 379, 389; İbnü’l Adim, 1996: 70; Sobernheim, 1988: 179; Duri, 1974: 28; Tufantoz, 2005, 52). 9. ve 10. yüzyılda Arap bedevî kabilelerinin neredeyse tamamı muhalif dinî hareketler arsında paylaşılmıştı. Bedevî kabileler herhangi bir Bâtınî hareketle doğrudan veya dolaylı olarak ilintili olmadıkları zaman, daha profan bir tabiata sahip olduklarından dinî olmaktan ziyade kabilevî karakterleriyle kendi liderleri etrafında kabile hanedanlıklarını kuruyorlardı. Kuzey Afrika’da İslâm’ın yayılması karşısında direnç gösteren dağlı Berberîler de muhalif Bâtınî hareketlerin yatağı olmuşlardı. Merkezî devlet karşısında bütün kabilevi ve Bâtınî hareketler ortaçağlardaki radikalizmin temsilcileri durumundaydılar. Mısır’da İhşidlerin yıkılması ile Mısır’ın Karmatî ve Fatımîler arasında paylaşılacağı sanılıyordu. Ancak askerî ve idarî yapısı ile bir devlet olarak ortaya çıkan Fatımîler karşısında anarşik Karmatîlerin fazla dayanması mümkün değildi. Zira, Mısır kabilevî bir siyasî yapılanmaya değil Fatımî devlet yapısını kabule yatkındır. Bugün Arap Baharı olarak adlandırılan toplumsal hareketlerde “Mısır’ın devletli bir gelenek” ile farklı bir duruş sergilemesi bu açıdan önemlidir. Devlet düzeni, kimin adına ve kim tarafından kurulursa kurulsun, kabileci ruh için haksızlığın kendisidir. Onun için dağlarda ve çöllerde her zaman muhalefet için bir potansiyel var olagelmiştir. Zira Fatımi halifesi el-Hâkim’i tanrılaştırma tabusu dağlarda yaşayan bedevi kökenli kabileler arasında Dürzîliği ortaya çıkardı(Petachia, 2001: 46; Salibi, 1987: 82-83). İşin ilginç yanı, Kahire’nin varoşlarında geliştirilen Dürzîliğin Mısır’ın Sünnî taban ve şehirli formundan dolayı orada değil, Suriye’nin dağlık vahşi etraf kabileleri arasında yayılmasıdır(İbn Qalanisi, 1932: 56; Gül, 2002: 83; Salibi, 1987: 108-109). Fatımîler Mısır’a hükmederken sahil, dağ, çöl, şehir ve kasaba bölgeleri gibi sayısız ekolojik ve siyasî bölgeyi barındıran Suriye kıtası daha küçük devletlere bölünmüştü. Coğrafî zıtlıklar her yerde olduğu gibi burada da siyasî parçalanmışlığı besliyordu. Kabileler ve kabilecilik, geniş İslâm coğrafyasının büyük bir kısmını içine alacak şekilde, her halde bu dönemdeki kadar siyaset sahnesinin belirleyici aktörü olmamışlardır. Oysa din, mezhep ve muhtelif inançlar onların kabile asabiyetlerini meşrulaştırmaktan öteye bir mana ifade etmiyordu. 9 O halde Mezheplerin sosyolojik coğrafyasında Radikalizmin yeri nedir? 5- Mezheplerin sosyolojik coğrafyası ve Radikalizm İslâm’ın ana caddesindeki mezheplerin ortaya çıkışında ve şekillenmesinde, mezheb kurucuları ve mensuplarının yaşadığı mekânın insanî unsuruna da bakmalıyız. Aklı ve bilimi öncelemesi ile insana yaşadığı çağda daha bir serbesti tanıyan Ebu Hanife tıpkı Hz. Peygamber gibi şehir ortamında yetişen bir tüccardır. Hanefî mezhebi daha çok yerleşik şehirli yanı ağır basan bir mezheptir. Ayrıca Ebu Hanife Kufe’de bedevî Arap coğrafyasının hemen yanında Arap olmayan Ortadoğu yerleşik kültürünün tesirini taşıyan Mevâli sosyal tabanı içinde yetişmişti ve burası farklı milletlerin ve kültürlerinin karıştığı bir mekândı. Gelenekten kopmayı ifade eden Mu’tezile ekolünde olduğu gibi birçok fırka, bu bölgede filizlenmiştir(Ebu Zehra, 1993: 342-347; Pines, 2003: 353-359; Kardaş, 2003: 1-9). İmam Şafî, eğitimi için bir bedevî gibi çöllere dalmış, bedevî kabilelerinin çöl hayatında en uçtaki Huzayl kabilesi arasında kalmış, çöl kültürünü ve edebiyatını öğrenmiş, sade bir Arap hayatı yaşamıştır(Ebu Zehra, 1993: 425-426; Hitti, 1995: 206-207). O, Bağdat gibi Fars kültür alanından, Arap kültür alanı Mısır’a yerleşecektir. İmam Şafî, Kelam ve ona bağlı konulara olumlu bakmamış ve sadece Kur’an ve Sünnet’teki nasslara sarılmıştır. O, Kur’an ve Sünnet’in safiyeti içinde kalmak için aştığı o mekân boyutunda badiye hayatının tesirinden kurtulamazken, şehirli bir tüccar olan Ebu Hanife, Peygamber’in şehirli-medenî formuna daha bir yakın durmaktadır. Şafiî ekolünün Arap ve çöl bakışında, İmam Malik’in de tesiri muhakkaktır. İmam Malik de, varsayım ve akıl yürütmeyi hoş karşılamayarak bu ekolün adeta çöl iklimi, bedevî hayat ve Arap dünyası ile sınırlı kalmasını sağlamıştır. Tabiî ki, İmam Şafiî’nin “çöl okulu” ve İmam Malik’in himaye ve etkisi altındaki bakışı; bu mezhebin akıl yürütme ve yerleşik kültürden ziyade nakil ve hadis geleneğine dayanmasına sebep olmuştur(Ebu Zehra, 1993: 394; Hitti, 1995: 205). Yine Hanbelî ekolü mensupları da daha çok çöl iklimi ile özdeşleşmişlerdir. Vahhabîliğin kurucusu Muhammed b. Abdulvahhab da, İslâmî bilgilerini doğrudan kaynağına, yani Kur’an ve Sünnet’e inerek öğrenmenin zaruretine inanmış, akla ve ilme dayalı yorumları reddetmiştir. Onun ortaya çıktığı yer olan Necd, sık sık Osmanlı belgelerinde zikredildiği gibi hal-ı bedavet ve vahşetin hayat alanıydı(Watt, 2001: 37). Mezheplerin ortaya çıkışında, şekillenmesinde ve yayılmasında coğrafya ile olan bir uyum ve uygunluğun varlığı aşikardır. Zira sosyolojik bir gerçeklik olarak Hicaz bölgesinde şekillenmiş bir İslâm’ı anlama biçimi ile Irak gibi çok renkli bir kültür formasyonuna sahip 10 olan bir bölgedeki insanların İslâm’ı anlama biçimleri aynı olamazdı. Mezheplerin ortaya çıkışında ya da farklı dinî, siyasî ekollerin ortaya çıkışında bu farklı kültür ortamlarının etkisini hesaba katmak durumundayız. Eğer İslam’ın ana caddesindeki mezheplerin oluşumunda insan ekolojisinin bütünlüğü bu kadar etkili oluyorsa radikal dini hareketlerin ve fırkaların coğrafyanın tesirine mahkum olacakları aşikardır. Son olarak dünden bugüne Orta Doğu’da Radikalizm için ne söyleyebiliriz? 6- Dünden Bugüne Orta Doğu’da Radikalizm Orta Doğu’da değişen çok şey yok dün ile bugün arasında. İnsan aynı insan, mekan aynı mekan, farklı olan zaman belki. Bugün Orta Doğu’daki radikal hareketler yeni ortaya çıkmış hareketler değildir. Muhakkak ki yeni biçimleriyle arz-ı endam ediyorlar ancak bu radikalizmin kodları, üzerinde yaşadıkları coğrafyanın ve bu coğrafyanın biçimlendirdiği insanının, yani Müslüman toplumların bizatihi kendisindedir. Sakın antiemperyalist retoriğin cazibesine aldanmayalım. Dün Hariciliğin, İsmaililiğin, Karmatiliğin, kabileciliğin arkasında nasıl Bizans ve Avrupa’yı bulamazsanız bugün de İşid’in, Taliban’ın, el-Kaide’nin, Bokoharam’ın ve diğer etnik ve ayrılıkçı hareketlerin ellerindeki silahların markalarına bakıp aldanmayalım, doğrudur ancak zihniyet kodları bu coğrafyanın kendisindedir. Dağlar, çöller, derin vadiler gibi İslam coğrafyasının zıtlıkları barındıran yüzey şekilleri ile aynı özelliklere sahip iklim yapısı bugün de radikal hareketlerin kaynağını teşkil etmektedir. Bakın Afganistan’a, tam anlamıyla dağların, derin vadilerin ve geçitlerin ülkesidir. Afganistan, her devirde yüksek coğrafyanın zorunlu kıldığı kabile temelinde sınırlanmış küçük cumhuriyetlerin vatanı olmuştur. Hangi merkezî idare anlayışı bu coğrafyaya hakim olabilmiştir? Afganistan’da birlik ancak bu kabile cumhuriyetlerinin bir federasyonundan ibaret olabilmiştir. Ne İslâm, ne krallık, ne Kominizm ne de Taliban; hiç biri hayatın gerçeğindeki kabilevî değer ve yapılanmalardan daha baskın olamamıştır. Müslümanlığın en katı yorumunun burada tutunması bu coğrafyanın imkansızlıkları, zorluklarıdır. Dağ ve kabile bu iki kavramın zorunlu olarak biçimlendirdiği geleneklerin dar kalıpları arasında kalan sert, acımasız ve arkasını dağlara dayamış bir Müslümanlıktır Afganistan’a hâkim olan. Bu kapalı, kara coğrafyasının insanlarının her çağda kapalı ideoloji ve inançlara dayanan idarelere mahkum olmaları, bu coğrafyanın insana, tarihe ve medeniyete dayatmasından başka bir şey değildir(Gül, 2016: 148). Bugün İslam coğrafyasının nesrine bakarsanız bakın göreceğiniz şey arızalı coğrafyalar radikal hareketlerin mekanıdır. Kafkasya’dan güneye doğru inen Zagros sıra 11 dağları İran, Anadolu ve Irak’ın kamburudur. Kandil ortaçağlarda da Kandildir(İbnü’l Esir, 1986: 449-450). Dağlar kadar çöllerin derinlikleri de merkezi idarelerin zayıf olduğu her dönemde Yemen, Irak, Suriye ve Libya gibi coğrafyalarda radikal hareketleri besleyen coğrafyalardır. Arabistan çöllerinin engin derinliği ortaçağlarda Kabilevi, Harici, Karmati hareketlerin yatağı olurken yeniçağlarda Vehhabiliğin tutunduğu bir coğrafya olmuştur. Coğrafyaların bu zıtlıkları, zorlukları ve imkansızlıkları demografik yapıları sürekli etkilemiştir. Bu coğrafyalarda “artık” nüfus her zaman üvey evlattır ve bunlar için coğrafya en büyük kışkırtıcı unsur olmuştur. Coğrafyalara hükmedecek merkezi güçlü siyasi yapılar olmadığında bu coğrafyalar artık nüfusları ile beslenen canavarlara dönüşür. Bugün Orta Doğu radikalizminin en önemli itici unsurlarından biri Müslüman ülkelerin nüfus artışları ve bu nüfusun soğuk rejimlere rağmen daha dünyalı olmasıdır. Arap Baharı büyük nüfus hareketliliğini; göçleri, sürgünleri, bölgesel etnik veya mezhep temizlik hareketlerini beraberinde getirmiştir. Bu da köyü, kasabası, şehri, yurdu, ülkesi daha doğrusu vatanı olmayan milyonları radikalizmin kucağına itmiştir. Büyük siyasi sarsıntılar insanların aidiyet ve kimlik bunalımı içine düşmesine sebep olur. Radikalizmin doğduğu iklim aidiyet ve kimlik bunalımlarının iklimidir. İslam coğrafyasında merkezi idarelerin çözülmeleri rengi ve karakteri ne olursa olsun radikal hareketlerle at başı gitmiştir. Büyük siyasi sarsıntılar radikal hareketler için her zaman ve zeminde kullanılabilecek uygun insani malzemeyi sağlamaktadır. Bugün Arap Baharı bağlamındaki gelişmeleri biraz da bu yönüyle ele almamız gerekir. Zira İran’dan Kuzey Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada Müslüman toplumların yaklaşık bir asır bu sıcak coğrafyada soğuk rejimlerin gölgesinde daha fazla kalması beklenemezdi. Artan nüfusun dinamik yapısı, iletişim ve ulaşım çağıyla rejimlerin soğuk duvarlarını sarstı. İster kendiliğinden ister dışarıdan kontrollü bir hareket şeklinde olsun hareketliliğin ve değişim isteğinin dinamiği asrın başındaki Müslüman toplumların yeni nüfus yapısıdır. Orta Doğu’daki bu büyük siyasi sarsıntı bölgelere göre farklılıklar gösterse de istikrarsızlık bölgelerinde radikal hareketlere ev sahipliği yapmaya devam edecektir. Orta Doğu’daki radikal hareketleri besleyen bir diğer unsur da Müslüman ülkelerde başını Suudilerin ve İran’ın çektiği mezhep ağırlıklı politikalardır. Bölgesel ekonomik politik mücadelelerin mezhep ağırlıklı radikal terör örgütleri üzerinden yürütülmesi ve zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının finansmanı radikalizme mahkum gençlerin ve kitlelerin mantar gibi çoğalmasını beraberinde getirdiğini görmekteyiz. Ezilmişlik, geri kalmışlık, cehalet ve dini eğitimin keyfiliği, anti-emperyalist bir muhalefet aracı olarak tükenen ideolojilerin yerine siyasallaşmış bir İslam anlayışının zemin bulmasıdır. 12 Kaynaklar Arslan, Hüseyin. (2001). 16. Yüzyılda Osmanlı Toplumunda Yönetim, Nüfus, İskan, Göç ve Sürgün. İstanbul: Kaknüs Yayınları. Barthold, V.V. (1977). İslâm Medeniyeti Tarihi. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Benjamin, Tudela’lı & Petachia, Ratisbon’lu. (2001). Ortaçağ’da İki Yahudi Seyyahın Avrupa, Asya ve Afrika Gözlemleri. İstanbul: Kaknüs Yayınları. Brockelman, Carl. (1992). İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi. Ankara. Canard, Marius. (1953). Historie de la Dynastie des Hamdanides, de Jazira et de Syria. Paris: Presses Universitaires de France. Corci, Zeydan. (1974). İslâm Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Üçdal Neşriyat. Dalukhanov, Pavel. (1998). Eski Ortadoğu’da Çevre ve Etnik Yapı, Ankara: İmge Kitabevi. Duri, Abdulaziz. (1974). Tarihu’l Irak el-İktisadi Fi’l-Karni’r-Rabi’el-Hicri. Beyrut: Darü’l Maşrık. Ebu Zehra, Muhammed. (1993). İslam’da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi. İstanbul: Şura Yayınları. Gözenç, Selami. (1996). Güneybatı Asya “Orta Doğu” Ülkeler Coğrafyası. İstanbul: Çantay Kitabevi. Gül, Muammer. (2010). Ortaçağlarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu. İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınevi. ____________. (2002). Ortaçağ İslam Tarihinde Sosyal Sınıfların Tarihine Bir Bakış: Ahdas Hareketi. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 8, 108-109. ___________. (2016). İslamın Batıni Çehresi. İstanbul: Bilge Kültür sanat yayınları. Hitti, P.K. (1995). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi 1. İstanbul. ________, (1995). Arap Tarihinin Mimarları. İstanbul: Risale Yayınları. Hodgson, M.G.S. (1993). İslâm’ın Serüveni 1. İstanbul: İz Yayıncılık. Işıltan, F. (1988). Seyfü’d-Devle. İA, 10. İstanbul: MEB Yayınları. İbnü’l Adim. (1996). Zubdetu’l Halep min Tarihi Halep. Beyrut: Daru’l-Kütübi’l İlmiye. İbnü’l Esir, Ebu’l Hasan İzzeddin Ali b. Ebi’l Kerem Muhammed el -Cezerî. (1986). El-Kamil fi't-Tarih 7. İstanbul: Bahar Yayınları. İbn Haldun, (1986). Mukaddime I. İstanbul: MEB Basımevi. İbnü’l Ezrak. (1990). Mervani Kürtleri Tarihi 1. İstanbul: Koral Yayınları. İbn al-Qalanisi. (1932). The Damascus Chronicle of The Crusades. By. M.A.R. Gibb, London. İbn Sina, (1995). El-Kanun fi’t-Tıbb. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. Karaaslan, Nasuhi Ünal. (1997). Hamdaniler. DİA, 15, İstanbul. 446-447. Kardaş, Cağfer. (2003). Mu’tezile Kelam Okulunun Oluşum ve Gelişim Süreci. Marife, 3, 1-9. Kramers, J.H. (1988). İran. İA, 5/II. MEB, s. 1013. Lapidus, Ira M. (2003). İslam Toplumları Tarihi. İstanbul. Lombart, Maurice. (2002). İslamın Altın Çağı. İstanbul: Pınar Yayınları. Lewis, Bernard. (2000). Tarihte Araplar. İstanbul: Anka Yayınları. Mes’udi, (2004). Müruc ez-Zeheb(Altın Bozkırlar). İstanbul: Selenga Yayınları. Ocak, A.Yaşar. (2002). Türk Sufîliğine Bakışlar. İstanbul: İletişim Yayınları. Ortaylı, İlber. (2007). Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. Ankara: Cedit Neşriyat. Özcan, Ahmet. (2005). Teolojinin Jeopolitiği. İstanbul: Bakış Yayınları. Pines, Shalomo. (2003). Hint Düşüncesinin Kelam Doktrinlerindeki Bazı Hususlara Etkisi Üzerine. Marife, 3, 353-369. Salibi, S. Kamal. (1987). Syrıa Under İslam. Delmar. Sobernheim, M., “Hamdaniler”, İA, 5/1, MEB, İstanbul 1988. Tufantoz, A., Ortaçağda Diyarbekir Mervaoğulları/ 990-1085, Ankara 2005. Watt, W.Montgomery. (2001). İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri. İstanbul: Şa-to İlahiyat Yayınları. Yakubovskiy, A. (2000). Altın Ordu ve Çöküşü, Ankara: TTK Yayınları. Yücel, Talip. (1960). Asya Coğrafyası I. Ankara: Balkanoğlu Matbaacılık. 13 14