Uploaded by beratgirgin

Avrupa İktisat Tarihi Ders Notları

advertisement
Avrupa İktisat Tarihi
14. Haftalık Plan
1. İktisat Tarihinin Doğuşu ve Kapsamı
2. Roma Ekonomisi
3. Ortaçağ Ekonomisi I
4. Ortaçağ Ekonomisi II
5. Ortaçağ Ticari, Sınai ve Mali Örgütlenme ve Düzenlemeler
6. Hansa Birliği
7. Hansa Birliği
8. Ara Sınav
9. Modern Avrupa’nın Doğuşunu Hazırlayan Gelişmeler
10. Avrupa’da Ekonomik Gelişmeler
11. 1600-1800 arası Avrupa’da İktisadi Düşünceler
12. 1600-1800 arası Avrupa’da İktisadi Gelişmeler
13. Sanayi Devrimi ve Avrupa
14. Sanayi Devrimi ve Avrupa
İktisat Tarihinin Doğuşu
&
Kapsamı
Bir Bilim Olarak İktisat Tarihi
• İktisat tarihi, insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için maddî ihtiyaçlarını tarih boyunca nasıl
giderdiklerini anlatır.
• Bir başka açıdan iktisat tarihini genel tarihin iktisadî olaylarla ilgilenen bir dalı olarak görebiliriz.
• Fakat, iktisat tarihi öncelikle iktisat biliminin ihtiyaçlarından kaynaklandığı için tarihin değil
iktisadın bir bölümü olmalıdır.
• Bununla birlikte bazı iktisatçıların olduğu kadar tarihçilerin ve hatta sosyal ve siyasî bilimcilerin
de ilgi sahası içerisindedir.
• İktisat tarihini diğer sosyal bilimlerden soyutlamak mümkün değildir.
• Fakat onun doğrudan ilişkisi iktisat ve tarihledir.
•
İktisat tarihine başlangıç olarak, genellikle XIX.
yüzyılın sonları verilmektedir.
•
İktisat tarihinin bir bilim alanı olarak ortaya çıkışı
ile ilgili çok farklı tarihler ileri sürülmüştür.
•
Önerilen tarihlerden birisi Adam Smith’in
meşhur Milletlerin Zenginliği adlı kitabının yayın
tarihi olan 1776’dır.
•
Bu düşüncenin dayanağı, Smith’in tarihi verileri
geniş ölçüde kullanmış ve özellikle de üçüncü
kitabını tamamen tarihsel bir bakış açısından
yazmış olmasıdır. Kitabın bu bölümü bir bakıma
Avrupa’nın kısa bir iktisadi tarihidir.
• 1883’te
iktisat
tarihi
ifadesi
kullanılmaya
başlansa da 1892’de Harvard Üniversitesi’nde
W. J. Ashley için açılan iktisat tarihi kürsüsü
bu bilimin akademik anlamda bağımsızlığının
ilk önemli göstergesidir.
• Aslında bu kadar önemli bir olaya kesin bir
tarih vermek yerine, İktisat Tarihinin belli bir
süreç içinde, mesela 1776’dan 1892’ye, ortaya
çıktığını düşünmek daha doğru bir yaklaşım
olur.
• İktisat
tarihinin bağımsızlık dönemine kadar bu bilimle uğraşanlar iktisat
kökenlilerdi.
• Tarih kökenli olanlar daha sonra iktisat tarihine ilgi göstermeye başladılar.
• İktisat
tarihçileri geçmişteki ekonomilerin, nasıl ve neden değişime uğradığını, büyüme,
durgunluk ve gerileme dönemlerinin nasıl gerçekleştiğine ilişkin soruları açıklamaya çalışırlar.
• Bu
soruları yanıtlamak için de geçmiş dönemlerdeki toplumların yaşamlarını sürdürmek için
ürettikleri mal ve hizmetlerin miktar ve niteliklerinin tespiti, elde ettikleri gelirleri nasıl
harcadıkları gibi birtakım sorunların araştırılması gerekmektedir.
• İktisat
tarihi geçmiş ekonomilerin performans ve yapılarını incelemekle bu ekonomilerin
sorunlarını çözmede gösterdikleri performansla da günümüz ekonomileri için önemli bir laboratuvar
durumundadır.
•
Avrupa merkezli bir iktisat tarihinden söz etmek dahi mümkündür.
•
Bu yaklaşımın esas nedeni Avrupa’nın modern dünya ekonomisinin şekillenmesinde
taşıdığı önemdir.
•
Ancak son dönemlerde Asya’nın tekrar geçmişin parlak dönemlerini hatırlatır bir
biçimde yükselmeye başlaması, iktisat tarihinin küresel bir bakış açısıyla ele alınmasını
zaruri kılmaktadır.
• Türkiye’de iktisat tarihi, ticaret tarihi olarak, ilk defa Marmara Üniversitesi’nin çekirdeğini teşkil eden ve iktisat
öğretimini de ilk defa başlatan Hamidiye Ticaret Mekteb-i Âlîsi’nde 1885’lerde okutulmaya başlanmıştır.
• Daha sonra İstanbul Üniversitesi’nde, 1936’da İktisat Fakültesi’nin kurulmasıyla bu Fakülte’de de Kessler ve
Rustov tarafından okutuldu.
• Kessler’den sonra bu fakültede, iktisat tarihi derslerini
Ömer Lütfi Barkan vermeye devam etmiştir.
•Türkiye’de modern anlamda İktisat Tarihi araştırmaları
Ömer Lütfi Barkan tarafından başlatılmıştır.
•Onun özellikle 1955’te İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi’nde kurduğu Türk İktisat Tarihi Enstitüsü
önemli bir dönüm noktasıdır.
İktisat Tarihi ve Tarihçilerinin Amacı
•
Günümüz iktisat tarihi araştırmacılarının amacı sadece iktisadi geçmişe ışık tutmak değil, aynı zamanda iktisadi
değişimi anlamamızı mümkün kılacak bir analitik çerçeve sağlayarak iktisat teorisine katkıda bulunmaktır.
•
İktisat tarihçilerinin başlıca inceleme konuları
•
iktisadi büyüme
•
kurumların iktisadi gelişmedeki rolleri
•
ekonomik sorunların tarihsel kökenleri
gibi iktisatçıları da yakından ilgilendiren hususlardır.
•
Günümüz dünyasının en temel ekonomik problemlerinden biri iktisadi gelişmişlik farklılığı ya da başka bir
ifadeyle eşitsiz gelişme olgusudur.
•
Bundan iki bin yıl önce dünyada bölgeler arasında bir ekonomik gelişmişlik farklılığı söz konusu değildi.
•
1000 yıllarında Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra ortaya çıkan ekonomik gerileme nedeniyle
Avrupa, kişi başına gelir itibariyle dünyanın diğer bölgelerinin gerisine düşmüştür.
•
1000’li yıllardan 1820 yılına kadar ekonomik gelişme yavaştı.
•
Üretimdeki önemli artışa rağmen dönem içinde nüfusun 4 katına yükselmesi nedeniyle dünyada
kişi başına gelirlerdeki artış %50 düzeyinde kalmıştı.
•
1820’ye gelindiğinde dünyanın ekonomik açıdan en hızlı gelişen bölgeleri olan Batı Avrupa ve ABD’nin
kişi başına gelir düzeyi, diğer bölgelerin sadece 2 katı idi.
•
Sanayileşmenin bir sonucu olarak ekonomik gelişmenin daha dinamik olduğu 1820 ile 1998 arasında dünya
nüfusu 5.6 katına çıkmasına rağmen kişi başına gelir 8.5 katına yükselebilmiştir.
•
Bu iki yüzyıla yakın dönemde dünyanın çeşitli bölgeleri arasında ekonomik performans düzeyi açısından
önemli bir farklılık görülmüştür.
•
Batı Avrupa, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya gibi dünyanın en hızlı büyüyen
ekonomilerinde aynı dönemde kişi başına gelirlerdeki artış 19 kata ulaşırken, dünyanın geri kalan
bölgelerinde 5.4 katı düzeyinde kalmıştır.
• Bu bölgesel gelişme farklılıklarının bir sonucu olarak 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde
gelişmiş ülkelerle diğerleri arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 7/1’e yükselmiştir.
• Aynı tarihte dünyanın en zengin bölgesi olan Kuzey Amerika ile en yoksul bölgesi olan
Afrika arasındaki kişi başına gelir düzeyi farkı 19’a 1 oranındadır.
• Hatta en zengin ülke (İsviçre) ile en yoksul ülke (Mozambik) arasındaki fark 400’e 1
düzeyindedir.
İktisatçıların ve Tarihçilerin
İktisat Tarihine Bakışı
•
İktisat tarihiyle yakından alakalı iki bilim dalı iktisat ve tarih bilimleridir.
•
Ancak, tarihçiler ve iktisatçılar, iktisat tarihinin konusuna farklı şekilde yaklaşmışlardır.
•
Tarihçiler, iktisat tarihini genel tarihin iktisadi olaylarla ilgilenen özel bir dalı olarak görürler. (Evet, öyle
görüyorum :) )
•
John Clapham, “geçmişin sosyal kurumlarının ekonomik yönlerini araştıran”
•
G. Unwin, “yazılı tarih boyunca insanoğlunun içinde bulunduğu iktisadi şartları araştıran”
•
N. S. B. Gras, “iktisadi olayları kronolojik olarak sıralayan ve bu olaylar arasındaki ilişkileri ortaya
çıkaran”bir bilim olarak tanımlamışlardır.
•
İktisatçılar ise, kendi alanlarını tanımlarken kullandıkları ölçüleri esas alarak iktisat tarihini, iktisat
teorisinin gerçekler karşısında test edilmesini sağlayacak tarihi verileri toplayan bir yardımcı bilim
dalı olarak görmüşlerdir.
•
Mesela ünlü iktisatçı Sir John R. Hicks’e göre, “iktisat tarihi geçmiş çağların uygulamalı iktisadıdır”.
•
Eli Heckscher, “kıt ve yetersiz kaynakların insanların amaçları uğrunda çağlar boyunca nasıl
kullanıldığının ve bu alandaki değişmelerin insan hayatını ve toplumları ne şekilde etkilediğinin
araştırılması” olduğunu belirtmiştir.
İktisat Tarihinin Konusu ve Görevi
•
İktisat tarihinin temel görevi, ekonomilerin performanslarında ve yapılarında uzun
dönemde meydana gelen önemli değişmeleri açıklamaktır.
•
İktisat tarihinin konusu ekonomilerdir.
•
Günümüzde en yaygın ekonomi örnekleri milli ekonomilerdir.
•
On dokuzuncu yüzyıldan itibaren başta nüfus ve milli gelir olmak üzere pek çok makro
ekonomik büyüklük hakkındaki veriler milli ekonomiler ölçeğinde düzenlenmiştir.
• Tarihte milli ekonomiler dışında az sayıda da olsa başka ekonomi örnekleri de var
olmuştur.
• İmparatorluklar, hem siyasi ve hem de ekonomik bir bütünlüğü ifade eden büyük
ölçekli birimlerdir.
• Modern zamanlarda ortaya çıkan dünya ekonomisi ise imparatorluklardan farklı
olarak çok sayıda siyasi birimden oluşan ve uluslararası iş bölümüne dayanan büyük
ölçekli bir sosyal sistemdir.
• Ekonomilerde, ne kadar üretim yapıldığı, maliyetlerin ve faydaların nasıl dağıldığı ve
üretimin istikrarlı olup olmadığı gibi iktisatçıların da ilgi alanlarını teşkil eden
konular vardır.
• Ekonomilerin iktisadi performanslarının açıklanmasında toplam üretim, kişi başına
hasıla ve toplumun gelir bölüşümü kullanılabilecek temel göstergelerdir.
• İktisatçılar üretimi sağlayan faktörleri toprak, emek ve sermaye olmak üzere
üç gruba ayırırlar.
• Ayrıca bu üçünü bir araya getirerek organize etme çabası ve yeteneğini ifade
etmek üzere girişimcilik, dördüncü bir üretim faktör olarak kabul edilir.
• Ekonomide toplam üretim, kullanılan üretim faktörleri miktarına bağlıdır.
• Nüfus, teknoloji, ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlar gibi değişkenlerin birer sabit
ya da veri olarak alındığı yaklaşımlar uzun dönemde ekonomilerin performanslarının
anlaşılması ve açıklanması açısından son derece yetersizdir.
• Çünkü tarihsel olarak üretim sürecini büyük ölçüde etkileyen bütün bu unsurlar
değişebilirler.
• Gerçekten de nüfus ve teknolojiyle sosyal ve ekonomik kurumlarda ortaya çıkan
değişmeler uzun dönemde ekonomideki değişmelerin en dinamik kaynaklarıdır.
• Üretim
faktörlerinin miktar ve fiyatlarının temel değişkenler olduğu ekonomiye
yönelik anlık ya da zaman farkının büyük olmadığı kısa dönemli analizlerde nüfus,
teknoloji, sosyal ve ekonomik kurumlar gibi değişkenlerin birer parametre olarak
kabul edilmesi mümkündür.
• Örneğin, 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması imzalandığı dönemde Trieste-İzmir
arasındaki gemi taşımacılığı süreci 14 günken; 1858’e gelindiğinde bu süre 9 güne
düşmüştür.
• Ancak
bu tür kısa dönem tahlillerden ekonomik büyüme ve gelişme gibi uzun
dönemli analizlere geçince söz konusu parametreler ana değişkenler haline gelir.
• Bu nedenle uzun dönemdeki ekonomik değişmenin anlaşılması için üretimi etkileyen
faktörlerin daha karmaşık bir tahliline ihtiyaç vardır.
• Nitekim geçen iki yüzyılda üretim emek, sermaye ve doğal kaynaklar girdilerinin
artışından çok daha hızlı büyümüştür.
•
Nüfus ve kaynaklar arasındaki ilişkiler karmaşık ve çok yönlüdür.
•
Nüfus artışının ekonomi üzerinde olumlu ve olumsuz etkilerinden söz edilebilir.
•
Thomas Malthus uzun dönemde nüfusun kaynaklardan daha hızlı artacağını ve böylece bir
kaynak yetersizliğinin kaçınılmaz olacağını ileri sürmüştür.
•
Bu yaklaşım uzun süre ekonomik gelişme açısından nüfusun olumsuz bir faktör olarak
değerlendirilmesine neden olmuştur.
• Ancak Malthus’ün açıklamasını tersine çeviren Ester Boserup’a göre nüfus artışı
teknolojik değişimi uyararak kaynakların geliştirilmesini sağlar.
• Ayrıca nüfus artışı herhangi bir ürün için pazarı genişleterek iş bölümünü, iş bölümü
de teknolojik gelişmeyi ve dolayısıyla ekonomik büyümeyi teşvik eder.
• Nüfus artışının ekonomi üzerindeki nihai etkisini, toplumun nüfus artışına cevap
verme şekli ve kapasitesi belirleyecektir.
• Kaynaklar bir ekonominin gelişmesi için potansiyel imkân yaratır.
• Zengin kaynaklar her zaman ekonomik gelişmeyi garanti etmediği gibi kaynak
yetersizliğinin de ekonomik gelişmeyi imkânsızlaştırdığı söylenemez.
• Hatta bazen kaynak kıtlığı, Sanayi Devrimi döneminde azalan odun kömürü kaynağı
yerine kok kömürünün kullanımının yaygınlaşması örneğinde olduğu gibi yeni
kaynakların keşfini teşvik ederek ekonomik gelişmeye olumlu etki yapabilir.
• Bu nedenle bir ekonominin kaynaklarının zengin olması değil, o kaynakların etkin
kullanılması önemlidir.
•
Teknoloji, mal ve hizmetlerin üretiminde kaynakların nasıl kullanılacağını gösteren yararlı bir bilgi
türüdür.
•
Doğal kaynaklardan farklı olarak teknolojik bilgi, kullanımıyla azalmaz.
•
Ancak bu durum, teknolojik bilginin kolay ulaşılabilir bir araç olduğu anlamına gelmez.
•
Bir teknolojinin transfer edilebilmesi için kurumsal altyapının ve eğitim düzeyinin yeterli olması
gereklidir.
•
Teknolojik değişim, farklı üretim faktörleri bileşimini gerektirir.
•
Teknolojik gelişme, belirli bir toprak, iş gücü veya sermaye girdisi ile daha fazla mal ve
hizmet üretimine imkân verir.
•
Yeni bir ürün rotasyonu, odun kömürü yerine kok kömürünün kullanılması gibi yeni üretim
teknikleri ya da yeni bir makine üretimin verimini artıracaktır.
•
Teknolojik gelişmeler kaynakların daha etkin kullanımını sağlayarak ekonominin
performansını yükseltir.
•
Bir ekonominin özellikle de toprak ve maden kaynakları donanımı zaman içinde değişmez.
•
Nitekim toprak gibi sabit bir kaynağın miktarı artırılamaz, fakat verimliliği yükseltilebilir.
•
Teknolojik gelişme bir ekonomiyi sabit kaynakların getirdiği sınırlamalardan kurtarmanın en
etkin aracıdır.
•
Tarih boyunca insan uzun bir dönem teknolojik bilgisini tecrübeye dayalı deneme ve
yanılma yöntemiyle geliştirmiştir.
•
Bu nedenle tarihte uzun bir dönem teknolojik değişim son derece yavaş cereyan etmiştir.
•
Taş devri teknolojisi binlerce yıl çok fazla değişmeden varlığını sürdürmüştür.
•
Ancak 19. yüzyıldan itibaren teknolojinin teorik ve bilimsel bir temele dayanması sonucu
teknolojik yenilikler, ekonomik değişme ve gelişmenin en dinamik kaynağı olmuştur.
•
Belirli bir teknolojik düzeyde bulunan bir toplumun mevcut kaynakları ekonomik
başarılarının üst sınırlarını belirlemiştir.
•
Ancak teknolojik değişim, yeni kaynakların keşfi, üretim faktörlerinin ve özellikle de emeğin daha etkin
kullanımıyla bu sınırlar genişletilebilmiştir.
•
Bir ekonomide nüfus, kaynaklar ve teknoloji arasındaki ilişkiler değer yargıları ve tutumları da
kapsayan sosyal ve ekonomik kurumlardan da etkilenir.
•
Ekonomik kurumlar kaynakların kullanım koşullarını belirler.
•
Bazı kurumlar kendiliğinden oluşur, bazıları ise bilinçli bir çabanın sonucu olarak ortaya çıkar.
•
Ekonomik kurumlar arasında mülkiyet hakları ve ekonomik kaynaklar üzerinde devlet kontrolünün
derecesi büyük önem taşır.
•
Etkin kurumlar ekonominin performansını olumlu etkiler.
•
Etkin kurumlar istikrarlıdır, fakat her istikrarlı kurum etkin değildir.
•
Etkin olmayan kurumlar zamanla yerlerini yeni kurumlara bırakırlar, fakat güçlü grupların çıkarlarına
hizmet ettikleri sürece değişime direnç göstererek varlıklarını sürdürebilirler.
•
Milli ekonomilerde veya imparatorluklar gibi diğer daha büyük siyasi birimlerde sosyal kurumlar sosyal
sınıfların sayısı, büyüklüğü, ekonomik temeli ve mobilitesi gibi nitelikleri kapsayan sosyal yapı
özellikleri yanında politik sistem, hakim grupların ve kalabalık yığınların ideolojik eğilimleri gibi
karmaşık unsurlardan oluşur.
•
Kurumların en önemli sosyal fonksiyonu devamlılık ve istikrara olan katkısıdır.
•
Bu açıdan kurumlar, fonksiyonlarını icra ederken rasyonel kaynak kullanımını ve yenilikleri
önleyerek veya yeni teknolojilerin yaygınlaşmasını geciktirerek ekonomik gelişmeye engel
olabilirler.
•
Öte yandan kurumsal yenilikler, teknolojik değişmeler gibi maddi kaynakların, insan
enerjisinin ve yaratıcılığının daha etkin ve yoğun kullanımına imkân verebilirler.
•
Bu tür kurumsal yeniliklerin örnekleri arasında organize pazarlar, madeni para, patentler,
sigorta ve çeşitli teşebbüs şekilleri sayılabilir.
• Ekonomik gelişmeyi teknolojik değişme ile sosyal ve ekonomik kurumlar arasındaki
sürekli mücadele ve gerilimin ürünü olarak gören bir teoriye göre teknolojik
değişme dinamik ve ilerletici, kurumlar ise değişime karşı dirençli unsurlardır.
• Bu
teori tarihsel değişime ışık tutucu bir nitelik taşımakla birlikte teknolojik
değişimi otomatik ya da yarı otomatik bir süreç olarak görmesi, kurumlarla teknoloji
arasındaki ilişkiyi basite indirgemesi ve nihai sonucu öngörülebilir sayması
dolayısıyla ciddi eleştirilere uğramıştır.
Roma Ekonomisi
Roma İmparatorluğu
• Roma, MÖ 9. yyda, İtalya Yarımadası’nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm Akdeniz’i
çevrelemiş imparatorluktur.
• Efsaneye göre Roma'yı, bir sepet içerisinde suya bırakılmış haldeyken dişi bir kurdun kurtardığı ikiz
kardeşler olan Romulus ve Remus kurmuştur.
• MÖ 8. yy’da Tiber Vadisi’nin etrafındaki tepelerde yaşayan Latin boylarının bir araya gelerek
bugünkü Roma şehrini meydana getiren vadide Forum’u inşa ettiklerini ileri sürülmektedir.
• Yaklaşık 12 yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma, başlangıçta seçimle tahta çıkan krallar
tarafından yönetilmekteydi.
• Soylulardan oluşan Senato, tavsiye niteliğinde kurulmuştu.
• MÖ 510’da Patriciler, Etrükslerin hâkimiyetine son vererek Roma’da cumhuriyet dönemini kurdular.
• MÖ 27’deyse Roma, imparatorluğa dönüştü.
• Roma İmparatorluğu, Batı Avrupa ve Akdeniz’i çevreleyen bölgede egemendi.
• Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da sona ermesi Roma’nın yıkılışı ve Ortaçağ’ın Başlangıcı
kabul edilir.
• Roma’nın en geniş sınırlara ulaştığı dönemde Kuzey İskoçya’dan Fırat Nehrine, Ren ve Tuna
nehirlerinin güneyinden Büyük Sahra ve Umman denizine kadar uzanan ülkelerde yaşayan ırklar,
diller, dinler, sosyal ve ekonomik seviyeleri değişik toplumlar, Roma’nın egemenliği altında bir araya
gelmiştir.
Roma’da Toplumsal Sınıflar
•Patriciler: Kralın da dahil olduğu askeri yönetici sınıf. Roma senatosunun aslî üyeleri
•Plepler: Küçük toprak sahipleri, kiracı çiftçiler, esnaf ve tüccarın meydana getirdiği sınıf
•Köleler: Topraklar genellikle köle iş gücü tarafından işlenmekteydi. Roma ekonomisi,
tamamen kölelerin çalıştırılması üzerine düzenlendi. Köleler her alanda çalışmaktaydılar:
•Düşük rütbeli memurlar,
•yol ve kanal inşaatında çalışan işçiler,
•maden işçileri,
•tapınak bekçileri vb.
Roma Ekonomisi
Nüfus
• Roma İmparatorluğu’nun nüfusu, MS 2. yy’da en yüksek düzeye ulaştığı
düşünülmektedir (60 milyon civarında).
• En yoğun nüfuslu bölgesi İtalya (6 – 8 milyon arası)’dır.
• MS 2. yy’dan, Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da yıkılışına kadar nüfus sürekli
düşmekteydi.
• İmparatorluğun son döneminde nüfus kıtlığı söz konusuydu.
• En geniş sınırlarına ulaştığında Roma İmparatorluğu’nun kapladığı coğrafi
alan 3.3 milyon km2 idi.
• İmparatorluğun 2. yüzyılın ortasında 50 milyona ulaşan nüfusu dünya
nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturmaktaydı.
• Bu tarihten itibaren Batı Roma’nın yıkılışına kadar nüfus sürekli düştü.
• İmparatorluğun son döneminde kronik bir nüfus yetersizliği olduğuna dair
kanıtlar çok fazladır.
•İtalya, 6 ya da 8 milyonluk nüfusluyla imparatorluğun en yoğun bölgesiydi.
•Ölüm oranı oldukça yüksek, hayat süresi kısaydı.
•Yetişkinler için bile ortalama hayat süresi sadece 30-35 yıldı.
•Nüfusun büyük bir bölümü kırsalda yaşıyor ve geçimini tarımdan sağlıyordu.
•Gelirler, geçimlik bir düzeyde bulunuyordu.
Tarım
• Roma ekonomisinin temeli tarıma dayanmaktaydı.
• İktisadi sistem, ziraî üretimi kesintisiz sürdürmek üzere organize olmuştu.
• Tarım, MS I. ve II. yy’da büyük gelişme kaydetti.
• O dönemde dünyanın en gelişmiş ekonomisi olan Roma ekonomisinin iki önemli
temeli tarım ve ticaretti.
• Tarımsal fazlanın vergilendirilmesiyle elde edilen kaynaklar ordu, bürokrasi ve şehirli
nüfusu besliyordu.
• İmparatorluk nüfusunun büyük bir bölümü tarımla uğraşıyordu.
• Tahıl ürünlerinin üretimi yaygın olarak yapılmaktaydı.
• İmparatorlukta deniz yoluyla yürütülen uzak mesafeli ticaret, mahalli ihtisaslaşmaya imkân
veriyordu.
• Fakat, Teknik açıdan Roma tarımı geriydi.
• Kölelik, yeniliği önleyici bir faktör olarak gelişmenin önündeki engeldir.
• İmparatorluğun genişlemesiyle Roma’ya yeni fethedilen bölgelerden bol ve ucuz hububatın
gelmesiyle İtalya’da karlı olmaktan çıkan tahıl üretiminin önemi azalırken, geniş alanlar
hayvancılığa ayrıldı.
• Verimli topraklarda ise bağcılık ve zeytincilik önem kazandı.
• Zirai ihtisaslaşmanın diğer bir örneği Sicilya, Kuzey Afrika ve Mısır’daki buğday tarımıydı.
• Bu bölgelerin tahıl tarlaları, Roma ve İstanbul’u besliyordu.
• İtalya’nın kırsal nüfusu kendi sahibi ya da kiracısı oldukları toprakları işleyen bağımsız
köylülerden oluşuyordu.
• Pön savaşları (Kartaca) ve özellikle de Anibal’in seferleri, Roma’nın kırsal
sosyal yapısında önemli değişime yol açtı.
• Askeri seferlere katılan köylüler, topraklarını terk ederek tarım yapamaz hale
geldiler.
• Zenginler, boş kalan bu toprakların büyük bir bölümünü Latifundia denen
çiftliklerine kattılar.
• Bu büyük işletmelerde piyasaya dönük olarak kar amacıyla üretim yapılıyor ve
iş gücü kölelerce sağlanıyordu.
Tarım neden imparatorluğun her yerinde eşit düzeyde
gelişmedi?
• Her bölge, zaman zaman boy gösteren ve bazen uzun süren kötü mahsul dönemleri yaşıyordu.
• Roma’nın sağladığı barış ortamı sayesinde, tüm bölgelerde tarımsal faaliyetler kesintisiz olarak yapılabilmekteydi.
• Büyük bir coğrafya ve farklı iklim türlerine ev sahipliği yapılıyordu.
• Bölgeler arasında kültür alışverişi vardı ve yeni tür ve teknikler aktarılıyordu.
• Roma tarımı ‘teknik’ olarak geriydi.
• Köle iş gücünün fazlalığı yeniliği önlemekteydi.
• Önceleri, İtalya’nın kırsal nüfusu, kendi sahibi ya da kiracısı olduğu toprakları işleyen özgür köylülerden
oluşuyordu.
• İş gücünün büyük bir bölümü, kölelerce sağlanıyordu.
• Köylü nüfus İmparatorluk döneminde de azalmaya devam etti.
• Bu dönemde, köylü nüfusu topraklarını terke zorlayan en önemli neden, ağır
vergilerdi.
• Roma İmparatorluğu’nda vergi, ekili arazi üzerinden sabit bir miktar olarak
alınıyordu ve ürün herhangi bir tahribatla yok olsa da ödenmek zorundaydı.
• MS III. ve IV. yüzyıllarda, yapılan tağşişler neticesinde köylü, sabit vergiyi
ödeyemez hale geldi.
• Aynı zamanda birçok köylü, toprakları için kira ödemekteydi.
• Ağır ödemeler karşısında durumu kötüleşen köylü, işletmesini satıyor ve
başkasının toprağında kiracı olarak çalışmaya başlıyordu.
• Zirai faaliyetlerin başında tahıl üretimi, zeytincilik, bağcılık ve meyvecilik
geliyordu.
Sanayi
Taş Ocakçılığı
• Afyonkarahisar sınırlarında bulunan Synnada’dan (Şuhut), Yunanistan’ın Eğriboz ve Tajet
dağından,
İtalya’da
bulunan
Carrara’dan
kullanılmaktaydı.
• Mısır’ın kırmızı ve siyah graniti,
• Orta Anadolu’nun tüfü
• Suriye’nin bazaltı
yaygın kullanılan taşlar arasında yer alıyordu.
çıkartılan
mermerler,
Roma’da
Çömlekçilik
• Roma ile bağlı eyaletler arasında ticaretin gelişmesi,
toprak kaplara olan ihtiyacı arttırdı.
• Fıçı ve amfora imalatı en büyük sektörlerden biridir.
• Amforalar tahıl, zeytin, zeytinyağı ve şarap taşımak için
kullanılmış olup, özellikle Roma döneminde şarap
taşımak amacıyla çok sayıda amfora üretilmiştir.
• Şarap amforaları, Attika ölçüsüne göre 39 litredir.
Dokumacılık
• Dokumacılık, bir ev endüstrisi konumundaydı.
• Bununla birlikte bazı gelişmiş dokuma merkezleri de bulunmaktaydı.
• İtalya’da Podova bezleri,
• İspanya ve Galya’nın yünlü ve keten kumaşları şöhret bulmuştu.
• Sanayi, Roma şehir ve kasabalarında, yöresel pazarın taleplerini karşılamaya yönelik
küçük atölyelerde ve evlerde gerçekleşmekteydi. İmalat faaliyetleri, genellikle hür esnaf
tarafından yürütülüyordu.
Madencilik
• Kurşun boru yapımında,
• Bakır ve kalay bronz yapımında,
• Altın ve gümüş ise para basımında kullanılıyor.
• En önemli maden kaynakları, İspanya ve Alpler bölgesindedir.
• Maden ocaklarında, emeğin büyük bir kısmını köleler sağlıyordu.
Ticaret
• Roma İmparatorluğu, geniş bir pazardı.
• Ticaret, göreceli olarak gelişmiştir.
• Roma İmparatorluğu gibi büyük ölçekli siyasi-ekonomik birliklerin sağladığı ticari avantajlardan
Roma vatandaşları da yararlandı.
• Roma İmparatorluğu’nun ekonomik gelişmeye en önemli katkısı Akdeniz’de uzun bir dönem barış ve
düzeni sağlamasıydı.
• Korsanlığın önlenmesi, ortak bir paranın ve dilin varlığı da pazar bütünleşmesine katkıda bulunuyordu.
• Sistemli yollar, deniz ve nehir taşımacılığı, diğer bölgelerle olan ticareti kolaylaştırıyor.
• Ticaret, imparatorluğa canlılık kazandıran ve zenginliğinin temelinde yatan unsurdu.
• Akdeniz ticaretinin en önemli kalemi ise bu dönemde tahıldır.
• Başkentin buğday ihtiyacıyla yakından ilgilenen imparatorluk yönetimleri, yiyecek getiren tüccara çeşitli
imtiyazlar bağışladılar ve zaman zaman da bu görevi doğrudan kendileri üstlendiler.
• Mısır, Kuzey Afrika ve Sicilya’dan buğday taşımak üzere oluşturulan büyük filolar, imparatorluğun özel
teşebbüse dayalı ekonomisinin en önemli istisnalarından biriydi.
• Tahıl, Roma’ya İtalya dışından geliyordu.
• Mısır ve Kuzey Afrika ise buğdayın ana kaynakları arasında bulunmaktaydı.
• Her yıl Tiber Nehri’ne 6 bin tahıl gemisi girdiği tahmin ediliyor.
• Zeytinyağı ve şarap, tahıllardan sonra gelen önemli ticari mallar arasında yer almaktaydı.
• Zeytinyağı daha çok Güney İspanya ve Ege’den geliyordu.
• Tuzlu etler ve balık, taze ve kuru meyve ve diğer yiyecek maddeleri, ticarî faaliyetler
içerisinde önemliydi.
• İnşaat faaliyetlerinde kullanılmak üzere odun, kereste, taş ve mermerler Mısır, Anadolu
ve Yunanistan gibi bölgelerden getirilmekteydi.
• Mısır ve Suriye’nin keten ve pamuklu dokumaları, Denizli ve Cordova’nın yünlüleri,
çeşitli bölgelerden gelen seramikler, İskenderiye ve Sayda’nın camları, Nil vadisinin
papirüsü, İspanya’nın silahları, Roma pazarlarında her zaman bulunabilmekteydi.
• Roma İmparatorluğu’nda dış ticaret de gelişmişti.
• Uzakdoğu’nun lüks malları, ipek, ipekli kumaşlar, porselen gibi ürünler en çok talep gören mallar
arasındaydı.
• Uzakdoğu malları, Amuderya’dan, Afganistan ve Basra yoluyla ya da Hazar Denizi ve Karadeniz
üzerinden Roma’ya ulaşmaktaydı.
• Endenozya, Hindi Çini ve Hindistan malları, Kızıldeniz yolu ile Roma’ya ulaşmaktaydı.
• Bakır, kalay, kurşun, altın gibi madenler ve şarap, köle gibi mallar, Mısır üzerinden Hindistan’a
gitmekte, karşılığında ipekli kumaş, pamuk pirinç, karabiber ve diğer baharatlar gelmekteydi.
• Roma’nın Avrupa’daki bölgeleri, Doğu’dan ithal ettikleri lüks mallar karşılığında kıymetli madenler
ihraç ediyorlardı.
• Hindistan, günümüzde de olduğu gibi altın ve gümüşü memnuniyetle kabul etmekteydi.
• Roma’nın dış ticaret daima açık vermekteydi.
• İmparatorluğun kudretli dönemlerinde bu açık, dış ülkelerden alınan haraç ve vergilerle kapatılabiliyordu.
• Siyasi hâkimiyetin sönmeğe başladığı III. yy’da, dış açıkların kapatılabilmesi ve artan devlet masraflarının
karşılanabilmesi için gümrük vergileri yükseltildi.
• Tahıl, zeytinyağı, şarap, tuz ve demirin ihracatı yasaklandı.
• Ticaret, para ve kredi sistemlerinin gelişmesine olanak sağladı.
• Başlangıçta ayni mübadele geçerliyken, daha sonraları bronz, gümüş ve altın para olarak kullanılmaya başlandı.
• Roma altın parası Aureus, gümüş parası ise Denarius olarak isimlendirilmekteydi.
Şehirler
• Sümer’in eski şehir devletlerinden Roma İmparatorluğu’na kadar nüfusun büyük bölümü
tarımda çalışsa da ekonomiyi ve toplumu belirleyen şehirli insanlar ve kurumlardı.
• Roma uygarlığı da bir şehir uygarlığıydı.
• İmparatorluğun şehirli nüfus oranı 1. yüzyılda %5 civarındaydı.
• Muhtemelen 19. yüzyıla kadar dünyanın böylesine geniş bir bölgesi bu denli
şehirleşmemişti.
• İmparatorluğun sayıları 2 bini bulan şehirlerinin önemli bir bölümü mahalli yönetim
merkezleriydi.
• Bazı şehirler ise ya askeri ya da dini bir fonksiyona sahipti.
• Roma şehirlerinin imalat ve ticaret gibi fonksiyonları çok sınırlı kalmıştı.
• Yalnızca kırsal çevrenin ürünlerinin satıldığı bir pazar durumunda olan şehirler,
buna karşılık onların bazı basit mamul mal ihtiyaçlarını sağlıyorlardı.
• Bu yüzden şehirler tarım kesiminden kira ve vergi şeklinde elde ettikleri
gelirlerle varlıklarını sürdürebiliyorlardı.
• En büyükleri dışında tüm şehirlerde tarım önemli bir ekonomik faaliyetti.
• Şehir nüfusunun önemli bir bölümünü tarım işçileri oluşturuyordu.
• Şehirlerin çoğunluğu büyükçe köylerden ibaretti.
• Ortalama şehir büyüklüğü 6 bin kişiden fazla değildi.
• Roma şehri, dönemin şartlarına göre oldukça büyük bir şehirdi.
• Nüfusu muhtemelen yarım milyonla bir milyon arasındaydı.
• Şehir esnafı Roma halkının bazı basit mamul mallar için olan talebini karşılıyordu.
• Ancak önemli bir mal ihracı söz konusu değildi.
• Bu yüzden şehir halkının gerek duyduğu tahıllar, zeytinyağı ve şarap vergi gelirleri
karşılığında elde edilebiliyordu.
Roma Ekonomisinin Gerilemesi
• Çok az konu Roma İmparatorluğu’nun çöküşü kadar tarihçileri yakından ilgilendirmiştir.
• Birçok tarihçi ekonomik faktörlerin çöküşün kritik ve tayin edici nedeni olduğu konusunda
birleşmişlerdir.
• İmparatorluğun son dönemlerinde giderek artan problem, Romalıların barbar olarak
nitelendirdikleri Cermenler’e karşı kuzey sınırlarının korunmasıydı.
• MS 3. yy’a kadar Roma’nın askeri üstünlüğü tartışma götürmezdi.
• Hatta 5. yy’ın başlarında bile küçük Roma birlikleri büyük barbar ordularını mağlup
edebiliyorlardı.
• Üstünlük marjı giderek daralıyordu. Barbarların artan askeri yetenekleri, Roma’nın
mukayeseli üstünlüğünün azalmasına yol açıyordu.
• Askeri üstünlükteki bu nispi düşüşle birlikte imparatorluğun harcamaları da artmaktaydı.
• Barbar kavimlerle olan sınırların korunması giderek ağırlaşan bir mali yükün doğmasına
neden oluyordu.
• Barbarların istilalarını önlemek için verilen haraç miktarları artırılmış, askeri masraflar
olağanüstü ölçüde yükselmiştir.
• Artan savunma harcamaları, eyaletler üzerindeki merkezi kontrolün daha da sıkılaştırılmasını
gerektirdiğinden bürokrasi hem güç kazanmış hem de kadrosu genişlemişti.
• 300’lerde imparatorluğun doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasıyla ekonomik bakımdan
daha zengin olan doğu eyaletleri kaybedilmiştir.
• İçteki siyasi karışıklıklar, sınırdaki güvensizlikler iktisadi faaliyetlerin felce
uğramasına yol açmıştır.
• Tarlalar işlenemiyor, atölyeler işletilemiyor, ocaklar çalıştırılamıyordu.
• Karayolları bakımsızdı, denizler korsanlarla doluydu, ticaret sekteye uğramıştı.
• Ticaretin sekteye uğraması sonucu gerek duydukları malları temin etme ve ürettikleri
malları satma imkânlarından mahrum kalan şehir sanayileri üretimlerini azaltmıştı.
• Doğu ile yapılan ticaretin sürekli açık vermesi, bu açığın kıymetli maden ihracı ile
karşılanmasını gerektiriyordu.
• İmparatorluk karşılaştığı yeni mali güçlükler nedeniyle bu ticareti sürdürme imkânından
da yoksun kalmıştı.
• Böylece bir yandan şehirler kır, öte yandan da bölgeler arasındaki ekonomik bağımlılık
yerini bölgesel yeterliğe bırakmıştı.
• Ekonomik faaliyetlerdeki bu gerilemenin beraberinde getirdiği kıtlık ve salgınlar,
savaşlardan daha fazla insanların kırımına yol açarak imparatorlukta bir iş gücü
kıtlığının da doğmasına neden olmuştu.
• Roma yönetimleri, karşılaştıkları bu problemlerin üstesinden gelebilmek için sonuçta ekonomiyi daha da zor
şartlara iten çeşitli tedbirlere başvurdular.
• Öncelikle artan gelir ihtiyacını karşılayabilmek için vergiler ağırlaştırıldı.
• Ağır ve çoğu zaman da adaletsiz vergileme, köylülerin ve esnafın durumunun kötüleşmesine ve zenginle
yoksul arasındaki eşitsizliğin daha da büyümesine neden oldu.
• Mali problemlerini çözme konusunda vergi gelirleri yetersiz kalan devlet bir çare olarak paranın ayarıyla
oynadı ve değerini sürekli olarak düşürdü.
• Üçüncü yüzyıl boyunca süren bu ayarlamalar, yüzyılın sonunda denarius’un satın alma gücünün
enflasyondan önceki değerinin yüzde birine kadar inmesine yol açtı.
• Buna karşılık maksimum fiyatları ve ücretleri belirleyerek duruma bir çözüm getirilmeye çalışıldı, ancak bu
da başarısız oldu.
• Enflasyon, bakır paralar tamamen değersiz hale gelinceye kadar devam etti.
• Dördüncü yüzyılın sonunda çok az gümüş ve bakır para basıldı.
• Sonuçta imparatorluk tamamen altın bir para sistemine geçti.
• İmparatorluğun çöküş döneminin temel ekonomik problemlerinden biri, para
ayarının bozulması ve bundan kaynaklanan enflasyondu.
• Hızlı enflasyon reel vergi gelirlerinde önemli düşüşlere neden olduğundan
vergilerin para yerine ürün ya da hizmet şeklinde toplanması yoluna gidildi.
• Vergiler ayni olarak toplanınca, ödemeleri de ürün şeklinde yapma zorunluluğu
doğdu.
• Askerler ve memurlar maaşlarını ve bir kısım şehir halkı sosyal yardımlarını
ürün olarak almaya başladılar.
• Böylece piyasa ekonomisi kaynak dağılımını düzenleme, para ise bir değişim
aracı olma fonksiyonunu önemli ölçüde kaybetti.
• Devlet, mali politikalarındaki bu değişmelere ek olarak iktisadi faaliyetlerin cereyan ettiği
hukuki çerçeveye de müdahalelere girişti.
• Roma ekonomisinin daha önce gösterdiği dinamizmin temelinde yatan ve Roma hukukunda
ifadesini bulan mülkiyet hakları sistemi ve özgürlükler önemli kısıntılara uğradı.
• Bu ise sosyal hareketliliği sınırlayarak kişisel teşebbüs gücünü yok etti.
• Ekonomik hayatın her yönünü etkileyen bu müdahaleci iktisat politikası, çok çeşitli
bürokratik kontrol mekanizmalarını kapsıyordu.
• Öncelikle esnafın ve tüccarın mesleki özgürlüğü kısıtlandı.
• Başkentin yiyecek ihtiyacını karşılayan tüccar ve gemi sahipleri bir dernek halinde
örgütlenerek bazı vergi bağışıklıklarını da kapsayan ayrıcalıklar tanındı.
• Buna karşılık işleri babadan oğluna geçer hale getirildi.
• Vergi gelirlerinin daha kolay toplanabilmesi için her meslekten esnafın bir esnaf
cemiyetine girmesi zorunlu kılınarak esnaf cemiyetleri birer devlet organına dönüştürüldü.
• Esnaf üyesi bulunduğu bu derneği terk edemezdi.
• Bu kişilerin servetlerinin aynı meslek grubu içinde kalabilmesi için evlenme hakları
kısıtlandı ve çocukların baba mesleğine devamı zorunlu kılındı.
• Aynı bürokratik kontrol mekanizmaları, tarım sektörüne de uygulandı.
• Köylerden şehirlere göçü önlemek ve kırsal kesimden alınan vergileri garanti
altına alabilmek için çiftçileri bulundukları topraklara bağlayıcı bazı tedbirler
getirildi.
• Latifundialarda köle iş gücünün yanında serbest sözleşme ile çalışan köylüler
bulundukları toprakları terk edemez oldular.
• Kolonluk sistemi adı verilen bu uygulamaya göre topraklarından ayrılanlar 30
yıl içinde bulundukları yerlerden zorla eski topraklarına geri getirtilebilecekti.
• Böylece hür köylü toprağa bağlı köylü haline geldi.
• Zamanla bu kişilerin şahsi hürriyetlerini kısıcı başka bazı sınırlamalar da getirildi.
• Kolon bir köylüden doğan çocukların aynı topraklarda kalabilmesi için evlenme
hakları kısıtlanarak hür bir kadınla ya da toprakları dışından evlenmeleri
yasaklandı.
• Buna karşın daha önce köle durumunda olanlar statü açısından yükseldi.
• Hür köylü ile köle arasındaki fark azaldı ve toplum, Orta Çağın serflik sistemine
doğru kaymaya başladı.
• Bütün bu gelişmelerin sonucunda Roma İmparatorluğu gibi dünya çapında bir siyasi-ekonomik
birliğin vatandaşlarına sağladığı kazançlar azaldı, vergiler arttı.
• Devletin ticarete verdiği destek kayboldu.
• Bölgesel küçük birlikler, Roma İmparatorluğu’ndan daha fazla güvenlik sağlar hale geldi.
• Devletin koruma sağlama fonksiyonunu tam olarak yerine getirememesi, mahalli güçlerin bu
boşluğu doldurmasına; adli, mali ve hatta siyasi bağımsızlık kazanmalarına neden oldu.
• Batı Roma İmparatorluğu’nun 476’da Cermen istilacılar karşısında yıkılması, bu süreci tamamladı.
• Batı Avrupa’da küçük ölçekli siyasi-ekonomik birliklerin Orta Çağ boyunca bin yıl sürecek
egemenliğini başlattı.
ve Orta Çağ başlar…
Orta Çağ Tarihi
Avrupa Toplumu
Roma Mirası
•
•
Cermenler
•
Kilise
Orta Çağın İktisadi Devirleri
476-1000 Karanlık Çağ – Erken Orta Çağ
• Siyasi Kargaşa – Ekonomik Çöküş
• Feodal Yapı - Malikane
• 1000-1300 İleri Orta Çağ
• Şehirleşme
• Haçlı Seferleri
• Göç ve Kolonizasyon
• 1300-1400’ler Geç Orta Çağ
• Ekonomik Kriz
• Salgın
•
Nüfus
•
Nüfus, 2 ve 7. yüzyıllar arasında düştü.
•
Binyılın sonuna kadar bu düşük düzeyde kaldı.
•
10. yüzyıldan 14. yüzyılın başlarına kadar nüfus yavaş fakat sürekli olarak
arttı.
•
1300’lerin ilk yarısında nüfusun 80 milyon olduğu tahmin edilmektedir.
•
Fakat…
•
1348’de büyük salgın başladı.
•
1348 - 1351 yılları arasında etkisini sürdüren ve Kara Ölüm olarak
adlandırılan tehlikeli bir veba salgını, 80 milyon olan Avrupa nüfusunun 25
milyonunun ölümüne neden oldu düşünülmektedir.
•
Avrupa nüfusu 1347 ile 1400 arasında 45 milyona düştüğü varsayılmaktadır.
•
Veba, salgın hastalıkların en trajik ve tahripkar olanıydı.
•
Bu süre boyunca savaşlar, açlıklar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar Avrupa’yı
kasıp kavurdu.
•
Salgınların sıklığı ile nüfus yoğunluğu ve şehirleşme arasında da sıkı bir
bağ bulunuyordu.
•
Şehir ve kasabalarda sağlık tedbirleri yok denecek düzeydeydi.
•
Fareler, pireler ve bitler boldu.
•
Şehir sakinlerinin içme suyunu temin ettiği su kuyuları temiz değildi.
•
Kişisel hijyen şartlarına dikkat edilmiyordu.
•
Salgınların uzun dönemde nüfus üzerindeki etkisini yalnızca yol açtığı
ölümlerin sayısı değil, aynı zamanda bu ölümlerin yaşlara göre dağılımı
belirliyordu.
•
Eğer salgın çoğunlukla genç insanları öldürürse, nüfusun daha sonraki
gelişmesi üzerindeki etkileri, doğurganlık çağını geçmiş insanları
öldürmesinden daha şiddetli oluyordu.
•
Bir salgın zamanında yalnız daha çok insan ölmüyor, aynı zamanda daha az
çocuk doğuyordu.
•
Sonuç olarak Avrupa nüfusu, bir yandan düşük doğum oranları, öte yandan
da savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar gibi felaketlerden kaynaklanan yüksek
ölüm oranları nedeniyle Orta Çağ boyunca ve özellikle de Rönesans
döneminde düşük kalmıştır.
•
Nüfusun iki önemli özelliği vardı.
•
İlki, Avrupa nüfusu gençti.
•
İkincisi de 10. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar süren artışa rağmen nüfus
nispeten azdı.
•
Bu dönemde, en büyük ülkeler 10-18 milyon arasında nüfusa sahipti.
•
Pek az metropol 100 bin nüfusa ulaşıyordu.
•
Avrupa nüfusu yüksek doğum oranı nedeniyle genç ve yüksek ölüm oranı
sebebiyle düşük kalmıştı.
•
Sanayi öncesi toplumların temel özelliklerinden biri de her çeşit felakete
karşı aşırı zayıflıklarıydı.
•
Nüfus üzerinde doğum ve ölümden daha çok savaş, açlık ve kıtlık ile salgın
hastalıklar etkilidir.
•
Şiddetli açlık ve salgın dönemlerinde ölüm oranı binde 250’ye ve hatta
500’e yükselebiliyordu.
•
Savaşlar, Orta Çağ Avrupa’sında veba kadar yaygındı.
•
Savaşın yol açtığı asıl yıkım, açlığa ve bunun sonucunda da salgın hastalığa neden
olmasından kaynaklanıyordu.
•
Orta Çağ ordularının hijyen koşulları olağanüstü derecede kötüydü. Bu nedenle de
salgınlar, savaşların sık karşılaşılan bir yan ürünüydü.
•
Ordular savaştan çok salgınları yayarak ölüm oranları üzerinde etkili oluyordu.
•
Savaşlarda ürünlerin, sürülerin ve tarım aletlerinin yağma edilmesi ise açlık ve
kıtlığı beraberinde getirerek yaygın şekilde ölümlere yol açıyordu
•
Savaşlar, sermayeyi yok ettiğinden sağ kalanlar büyük bir açlık ve kıtlıkla karşı
karşıya kalıyorlardı.
•
Kıtlık ve açlık, sanayi öncesi toplumlar için çok yaygın ve sık karşılaşılan bir tehlikeydi.
•
Sıradan insanlar gelirlerinin %60 ile 80’i arasında değişen önemli bir oranını yiyecekler için
harcamalarına rağmen yeterince beslenemiyorlardı.
•
Önemli bir problem kaynağı da mahalli ve ülke çapında sık sık karşılaşılan ürün yetersizlikleriydi.
•
Ciddi bir ürün yetersizliği, etkilenen bölgelerde normal ölüm oranlarını iki ya da üç katına kadar
yükseltebiliyordu.
•
Açlık ve kıtlığa karşı alınan en temel tedbir, imkânların elverdiği ölçüde bolluk yıllarında
oluşturulan büyük yiyecek stoklarıydı.
•
Bu yiyecek stoklarından beslenerek çoğalan fare nüfusu, veba ve tifüs salgınlarına yol açarak
yüksek bir negatif dışsal ekonomiye neden oluyordu.
•
Açlık ve kıtlık dönemlerinde ölüm oranları çarpıcı şekilde yükseliyordu.
ŞEHİRLERİN DOĞUŞU VE BÜYÜMESİ
•
Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışını takip eden yüzyıllarda Avrupa’da
şehirler önemini kaybetmişti.
•
10. ve 12. yy arasında Avrupa’da şehirlerin yeniden doğuşu, Kuzey ve Batı
Avrupa tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.
•
Bu dönemde hem pek çok yeni şehir doğmuş hem de mevcut şehirler
büyümüştür.
•
Bunun en belirleyici özelliği Hansa Birliği’nin ortaya çıkmasıdır.
•
Dönem içinde Avrupa’da on binden fazla nüfuslu şehirlerde yaşayan nüfusun
oranı hemen hemen sıfırdan %6’ya yükseldi.
Şehirlerin Büyümesinin Nedenleri
•
Pek çok Orta Çağ şehri, eski Roma yerleşim merkezleri üzerinde kuruldu.
•
Roma tahkimatları, sığınma yeri veya piskopos ve kontlar için idare merkezi olarak
Orta Çağda da sürekliliklerini korudular.
•
Bu şehirler, duvarların ve mevcut otoritenin sağladığı korunmadan yararlanmak
isteyen gezginci küçük tüccarın ve esnafın geçici durak yeri olarak kaldığı sürece
ekonomik açıdan önemli bir fonksiyonları olmadı.
•
Ne zamanki, bu 11. yüzyıldan itibaren gerçekleşiyor. Gezginci tüccarın ve esnafın bu
merkezlere yerleşmesiyle şehirler birer değişim ve imalat yeri haline geldi.
•
Böylece şehirler bir yandan malların ve hizmetlerin mahalli değişimi için bir merkez
görevi görmeye başlarken, öte yandan da sınai faaliyetler giderek malikanelerden bu
yeni merkezlere kaydı.
•
Şehirler birer değişim ve imalat yeri haline geldikten sonra süratle büyüdü.
•
Bu büyümenin temelinde yığın halinde göç hareketi yatıyordu.
•
Şehir nüfusları doğal artış yoluyla büyümedi.
•
Şehir merkezlerinde doğum oranları, ölüm oranlarından bariz şekilde daha
yüksek değildi.
•
Bu nedenle şehir nüfusu, kırsal bölgelerden nüfus göçüyle büyüdü.
•
Yine de Orta Çağ şehirleri oldukça küçük nüfuslu şehirlerdi.
•
12. yüzyıl Avrupa’sında 25 binin üzerinde nüfus barındıran şehir istisna idi.
•
İnsanlar biri çekici, diğeri itici iki gücün etkisiyle şehirlere göç ediyorlardı.
•
10. ve 13. yy arasında Avrupa’da ekonomik şartlar iyileşme eğilimindeydi.
•
Buna rağmen hayat, hala büyük bir nüfus kitlesi için çekilmez durumdaydı.
•
Pek çok serf, durumundan kurtulmak için hiçbir çare göremiyordu.
•
Asil sınıfın alt tabakası için yükselme şansı çok sınırlıydı.
•
Bu insanlar için şehir bir yenilik unsuru, bir talihini deneme imkânıydı.
•
Çünkü şehir tamamen yeni ve dinamik bir dünya idi.
•
Orada insanlar, tatsız geçmişlerinden tamamen kurtularak ekonomik ve sosyal
başarı için yeni fırsatlar bulabilir, geleneksel ayırımlar dikkate alınmayabilir,
cesaret ve çalışkanlık ödüllendirilebilirdi.
•
Bir şehirde 1 yıl ve 1 gün yaşamak o insanı hür yapıyor ve lordlar o insan
üzerinde bir hak iddia edemiyordu.
•
Bu yüzden ‘kent havası özgürleştirir’ (Stadtluft macht frei) sözü bir atasözü haline
gelmişti.
•
Kırsal bölgelerden kaçan bir serf için şehirde kendini hürriyetine kavuşmuş olarak
bulma, yalnızca hukuki bir olay da değildi.
•
Şehirde tüm sosyal atmosfer ihtiraslı ve yetenekli bir kişiye sınıfına bakılmaksızın
açıktı.
Orta Çağ Avrupa Şehirlerinin Özellikleri
•
Şehirlerin doğuşunun önemli siyasi sonucu, feodal olmayan bir yönetim
şeklinin ortaya çıkışıydı.
•
Malikane mahkemesinin kuralları şehirli tüccarın ihtiyaçlarına pek cevap
vermiyordu.
•
Bu yüzden tartışmalı sözleşmelerin bir karara bağlanabilmesi için yeni ticaret
hukuku kuralları geliştirildi.
•
Şehirler bulundukları bölgenin lordu ile bir anlaşma yaparak şehir halkının
belirli bazı hürriyetlerine saygı göstermesini sağladılar.
•
Feodal asiller için de şehirler büyük bir değer taşıyordu.
•
Canlı bir tüccar ve esnaf topluluğunun kendilerine ek bir gelir getireceği ümidiyle
pek çok müteşebbis feodal yönetici, yeni şehirler kurma yoluna gitti.
•
Bu yeni şehirlere, sakinlerinin sahip olacağı hürriyetleri belirten imtiyaznameler
bağışlandı.
•
Kendi kendilerine gelişen şehirler, feodal lordlardan anlaşma ya da satın alma
yoluyla aynı nitelikte imtiyaznameler elde ettiler.
•
İmtiyaznamelerin şehir halkına bağışladığı özel hürriyetler farklılıklar
gösterebiliyordu.
•
Malikane içinde geçerli sınırlamalardan kurtulan şehir halkının şehirde toprak
almasına, satmasına ve bağışlamasına izin veriliyordu.
•
Ayrıca şehirler çevrelerindeki belirli bir alanda ticari tekel hakkına da sahip
oluyorlardı.
•
Fransa ve İngiltere’de krallar da kasaba ve şehirlerin bu imtiyazlarının
garantörü oldular.
•
Böylece krallarla şehir halkı arasında bir iş birliği doğdu.
•
Çünkü her ikisinin de menfaati feodal asillere karşıydı.
•
Bu ittifak, Fransa ve İngiltere’de milli monarşilerin kurulmasının temelini
oluşturdu.
•
Orta Çağ şehrinin özerk siyasi yapısı, çevresindeki kırsal hayatla tam bir
tezat halinde gelişmesine yol açtı.
•
Şehrin duvarları pratik bir amaca yönelikti, ancak onun sembolik bir önemi
de vardı.
•
Onlar adeta iki farklı dünyanın sınırlarını temsil ediyorlardı.
•
Bu farklılık, Orta Çağ ve Rönesans dönemi Avrupa’sının şehirlerine asıl
karakterini veriyor ve onu diğer bölgeler ve zamanlardaki şehirlerde
tamamen değişik kılıyordu.
•
Klasik dünyanın, Çin’in ve Bizans’ın şehirlerinde tüccar ve esnaf, sosyal
olarak üstün bir konumda değildi: Onlar servet sahibi olsalar bile, aşağı bir
sosyal statüde olmaktan kurtulamıyorlardı.
•
Çünkü yüksek sınıfın kırsal idealleri tüm topluma nüfuz etmişti.
•
Toprak sahibi asil sınıf, hem kır hem de şehir kesimine politik ve kültürel
olduğu kadar, sosyal olarak da hükmettiği sürece birlik ve aynılık unsurları
şehir ve kır dünyası arasındaki farklılıkları gideriyordu.
•
Şehir, kendi başına bir varlık değildi; kır ve şehir devamlılığı içinde
yalnızca bütünün bir parçasıydı.
•
Orta Çağ şehri ise belirgin şekilde kırsal kesimden ayrı ve bağımsızdı.
•
Fizikî anlamda şehir kırdan duvarlarla, hendeklerle ve yollarla ayrılmıştı.
•
Daha önemlisi şehir adli bakımdan farklı bir dünya idi.
•
Bir insan şehir kapısından geçtikten sonra, bugün bir ülkeden diğerine
geçildiği zaman olduğu gibi değişik kanunlara tabi oluyordu.
•
Feodal dünyada tipik olarak dikey bir düzenleme geçerliydi.
•
İnsanlar arasındaki ilişkileri fief ve hizmet, bağış ve bağlılık yemini, lord,
vassal ve serf gibi kavramlar düzenlemekteydi.
•
Şehirde ise eşitler arasında iş birliğiyle karakterize edilen bir düzenleme
geçerliydi.
•
Kendilerine özgü bir değerler sistemi geliştiren şehirliler, kırsal dünyanın
kontrolünü ve değerler sistemini kabul etmiyordu.
•
Şehirli esnaf ve tüccarın bu kendilerine özgü değerler sisteminin ekonomik
açıdan da önemli sonuçları oldu.
•
Çünkü yeni değerler sistemi, yeni ihtiyaç şekilleri doğurdu.
•
Yeni sınıfların ekonomik başarısı, bu ihtiyaçlara büyük bir satın alma gücü
desteği sağladı.
TEKNOLOJİK VE KURUMSAL YENİLİKLER
Teknolojik Değişmeler
•
Bir dizi şaşırtıcı yeniliği takiben MÖ 2500 yılları civarında Batı dünyasında
teknolojik ilerleme sona erdi.
•
Daha sonraki 3 bin yıl boyunca çok az gelişme oldu.
•
Fakat Orta Çağla birlikte Batı dünyası, teknik yeniliklerin hızla birbirini
izlediği ve özellikle de teknolojinin mekanik yönünün ağırlık kazandığı bir
döneme girdi.
Tarım Teknolojisiyle İlgili Değişmeler
•
6. ve 11. yy arasında ortaya çıkan teknolojik yenilikler daha çok tarımla
alakalıydı.
•
Avrupa’da yaygınlaşmaları uzun bir zaman alan bu yeniliklerin en önemlileri ağır
saban, üçlü tarla rotasyonu ve yeni bir at koşum sistemiyle çivili at nalıydı.
•
Bu yenilikler birbirlerine destek olarak 1100 yıllarından sonra Kuzey Avrupa’da
görülen zirai büyümenin temelini oluşturdu.
•
Böylece Roma zamanında seyrek nüfuslu, ekonomik açıdan geri kalmış bir sınır
bölgesi olan Kuzey Avrupa, Akdeniz topraklarının servet ve zenginliğine rakip ve
sonuçta onu da aşan bir zirai üretim merkezi haline geldi.
•
Ağır sabanın en büyük avantajı yumuşak topraklara göre daha verimli olan
Kuzey Avrupa’nın yoğun ve sert topraklarını tarıma elverişli hale
getirmesiydi.
•
Ağır sabanın ikinci önemli avantajı, bıçağı ile toprağı altüst ettiğinden
ekilen topraklarda çapraz sürüm işlemini gereksiz kılarak insan emeğinden
önemli tasarruf sağlamasıydı.
•
Başlangıçta çok verimli topraklarda uygulanabilen üçlü tarla rotasyonu da
önemli avantajlara sahipti.
•
Farklı mevsimlerde değişik ürünlerin ekilmesi, hasat kötülüğüne ve onu
izleyen kıtlığa karşı bir sigorta mekanizması görevi yapıyordu.
•
Çünkü her ürün iklim şartlarından aynı şekilde ve ölçüde etkilenmeyeceğinden, bir
üründe görülen başarısızlık diğerlerinin yüksek verimiyle giderilebiliyordu.
•
Bu sistemin ikinci ve daha önemli bir avantajı, sürüm işlemlerinin yıl içinde daha
düzenli dağılmasına ve böylece yeni toprak açma faaliyetlerinin hızlanmasına imkân
vermesiydi.
•
İkili tarla rotasyonundan üçlü tarla rotasyonuna geçiş, köy topluluğunun üretimini
%50 artırıyordu.
•
Üçlü tarla rotasyonunun bir başka avantajı İlkbahardaki baklagiller türü ürünlerin
ekimi sayesinde hem köylülere protein yönünden daha zengin bir beslenme rejimi
sağlaması hem de toprağı azot bakımından güçlendirerek kış üretiminin verimliliğini
yükseltmesiydi.
•
Yulaf üretiminin artışı atı, tarımda, taşımada ve sanayide yararlanılan önemli bir güç
kaynağı haline getirdi.
•
Çivili at nalı ve yeni koşum sistemi ise atın gücünden daha etkin şekilde yararlanılmasını sağladı.
•
Tırnaklarının zayıflığı, Kuzey Avrupa’nın nemli ikliminde atın gücünden ekonomik olarak
yararlanılmasını önemli ölçüde engelliyordu.
•
At nalı, atın tırnaklarının korunmasını sağlayarak bu problemi çözdü.
•
Öte yandan geleneksel koşum sistemi, öküzlerin bünyesine göre düzenlenmişti ve boyna dolanan bir
kayıştan ibaretti.
•
Bu sistem atın boynunu sıkarak rahat nefes almasını ve kanının başa doğru hareketini
güçleştiriyordu.
•
Bu yüzden bir çift at, 50 kg’lık yükü zorlukla çekebiliyordu.
•
Etkin bir at koşum sistemi önce Asya’da geliştirildi ve 9. yüzyılda Avrupa’ya geçti.
•
Omuzlara dayanan sert bir halkadan oluşan bu yeni koşum sisteminde at, eskisine oranla 4-5 kat
daha fazla yük çekebiliyordu. Böylece at, ağır tarla işlerinde etkin olarak kullanılabildi.
•
Avrupa’da at besleme yaygınlaştı.
•
Müslüman ülkelerden at ithal edilerek cinsinin geliştirilmesine çalışıldı.
•
Giderek tarımda öküzün yerini alan at, öküze göre daha masraflı ancak
ondan daha güçlü ve daha hızlıydı.
•
Bir at, 3 veya 4 öküzün yaptığı işi yapabiliyordu. Ancak atın beslenme
maliyeti de aynı oranda yüksekti.
•
Hızlılık faktörü, soğuk ve yağışlı iklim nedeniyle tarlada çalışma süresinin
sınırlı olduğu bölgeler için özellikle önemli bir avantajdı.
•
Atın öküzün yerini alması, daha pahalı, fakat buna karşılık daha etkin bir
sermaye malının daha ucuz fakat daha az etkin bir sermaye aracının yerine
ikame edilmesi demekti.
•
Bu nitelikte bir diğer değişme de 12. yüzyıldan itibaren daha pahalı demir
araçların tarımda kullanımının artışıydı.
Enerji Alanındaki Değişmeler
•
Orta Çağda meydana gelen bir diğer önemli teknolojik yenilik de su ve
rüzgar değirmenlerinin yaygınlaşmasıydı.
•
Su ve rüzgar değirmenleri MÖ 1. yy gibi erken bir tarihte icat edildi.
•
Ancak Orta Çağa kadar bu enerji kaynaklarından sınırlı şekilde yararlanıldı.
•
10. yy itibaren hidrolik enerjiden elde edilen hareket gücü, üretim
faaliyetlerinde artan bir çeşitlilikle uygulanmaya başlandı.
• Su değirmenleri zamanla daha
karmaşık ve güçlü hale geldi.
• Rüzgar değirmenleri ise Avrupa’da
ilk kez 12. yy sonlarında görüldü.
• Başlangıçta rüzgar değirmenleri
oldukça ağır bir tesis üzerinde sabit
olarak kurulmaktaydı.
• Rüzgarın yönüne göre değirmenin
döndürülmesi gerekiyor ve bu da
inşa edilen değirmenin büyüklüğünü
önemli ölçüde sınırlıyordu.
•
14. yy’a doğru inşa edilmeye başlanan kule
değirmenlerde bina ve makineler sabit kalıyor,
yalnızca tepe kısım rüzgarın yelkenlere gelmesini
sağlayacak biçimde döndürülüyordu.
•
Böylece daha büyük ve güçlü değirmenlerin
kurulması mümkün oldu.
•
Bu değirmenlerde yelkenler elle çevriliyordu.
Fakat daha sonra bu engel de aşılarak, yelkenlerin
rüzgara göre otomatik olarak yön değiştirmesi
sağlandı.
•
Bu, muhtemelen makinelerde otomatik kontrolün
tarihteki ilk örneğiydi.
•
Kule değirmenler, 20-30 beygir gücü enerji
üretebiliyordu.
•
Rüzgar değirmenleri su değirmenlerinden daha güçlüydü.
•
Ancak onun yayılması coğrafi şartlar ve iklim özellikleri ile sınırlanmaktaydı.
•
Su değirmenleri gibi rüzgar değirmenleri de başlangıçta yalnızca hububat
öğütmek için kullanıldı ancak daha sonra ipek dokuma, kumaş kalıplama, yağ
çıkarma ve barut imali gibi pek çok üretim faaliyetinde ondan yararlanılmaya
başlandı.
•
Su ve rüzgar değirmenlerinin yaygınlaşması üretken amaçlar için daha fazla
enerjinin sağlanması demekti.
•
Onların yaygın kullanımı, insanın güç için hayvan ve bitki şeklindeki enerji
kaynaklarına bağlı olduğu geleneksel dünyadan kurtuluşun başlangıcı ve böylece
Sanayi Devriminin ilk habercisi oldu.
Çıkrık, Gözlük ve İlk Ateşli Silahlar
•
13. yy ikinci yarısının önemli yenilikleri çıkrık ile zanaatkarların ve bilim
adamlarının verimliliğini büyük ölçüde artıran gözlüktü.
•
14. yy başlarında ilk ateşli toplar ve mekanik saatler ortaya çıktı.
•
Çinliler barutu 11. yy’da biliyorlardı.
•
Çin yönetimlerini dış istilalardan çok iç isyanlar korkuttuğundan baruttan silah
olarak yararlanmayı düşünmediler.
•
Avrupalılar ise barutla ateşli silahları icat ettiler.
•
Nispi olarak daha yüksek maliyetli olan askerlerin yerine sermayeyi ikame eden
ateşli silahlar, iş gücünden tasarruf sağlayan teknolojik yeniliklerin bir diğer
önemli örneğiydi.
Mekanik Saat
• Birim zamanda elde edilen üretimi
maksimize etmeyi ifade eden verimlilik
fikri saatin bir yan ürünüydü.
• İlk Çağdan itibaren zamanın ölçülmesi için
çeşitli araçlar geliştirildi.
• Gölge çubukları ile zamanı ölçen güneş
saatleri ilk çözümdü.
• Daha sonra astronomik su saatleri icat
edildi.
•
Zaman bilgisinin hükümranlığın halkla paylaşılamayacak esrarlı bir yönü
olarak görüldüğü Çin’de 9. yüzyıldan itibaren imparator ve astrologlar için
yapılmış resmi projelerin ürünleri olarak tıkanmaya başlamadan önce kısa
dönemde zamanı mükemmel gösteren su saatleri üretilmeye başlandı.
•
Müslüman saatçiler Avrupa’da hiçbir şeyin bilinmediği bir dönemde su
saatleri yapıyorlardı.
•
Böyle bir efsane saat, Harun Reşit tarafından Şarlman’a 800 yılları
civarında hediye olarak gönderildi.
•
Ancak Avrupa’da kimsenin ilgisini çekmedi.
•
Güneş saatleri gökyüzünün kapalı olduğu günlerde, su saatleri
ise ısının donma derecesinin altına indiği zaman işe
yaramıyordu.
•
Kuzey Avrupa’da ise haftalarca güneş görünmeyebiliyor, ısı
yalnız mevsimlere göre değil, gündüzden geceye de büyük
farklılık gösterebiliyordu.
•
Avrupa’nın su ve güneş saatlerinin kullanımına imkân vermeyen
soğuk ve çoğu zaman bulutlu ikliminin mekanik saatin icadını
zorunlu kıldığı ileri sürülmüştür.
•
Çarklardaki aktarım
kullanıldı.
ve karmaşık dişli mekanizmaları saat imalatında da
•
12. yüzyılda su gücü ile çalışan saatler ortaya çıktı.
•
13. yüzyılda mekanik saatler ve 14. yüzyılda Avrupa’da şehir saatleri (saat
kuleleri) görülmeye başlandı.
•
Mekanik saat Orta Çağ mekanik yaratıcılığının önemli bir başarısıydı.
•
Dijital ilkenin ilk uygulama örneği olan mekanik saatler, günümüzün dijital
esasa dayalı hassas aletlerinin başlangıcıydı.
•
Mekanik saat üretimi, 300 yıl Avrupa’nın tekelinde kaldı.
•
Diğer uygarlıklar Avrupa’da imal edilen saatlere hayran kaldılar, fakat Avrupa
standartlarında mekanik saat üretmeyi başaramadılar.
Gemicilik ve Denizcilikle İlgili Gelişmeler
•
1000 yıllarında Avrupa gemileri ve denizciliği Roma İmparatorluğu döneminden çok daha ileri düzeyde
değildi.
•
Orta Çağın sonlarında gemi dizaynı ve inşası ile gemicilik araçlarında önemli teknolojik gelişmeler
oldu.
•
Gemilerde yelkenler ve sabit dümenler küreklerin yerini aldı.
•
Böylece gemilerde daha büyük manevra ve doğrudan kontrol imkânı doğdu.
•
Gemiler büyüdü, yönetilmeye daha elverişli ve denize daha dayanıklı hale geldi.
•
14. yy’ın başlarında gemilerin normal büyüklüğü 75 ton civarındaydı.
•
1440’larda bu sayı ikiye katlanmıştı.
•
1470’lerde ortalama gemi büyüklükleri 300 tona yükselmişti.
•
16. yy’ın başlarında ise gemilerin çoğunluğunun kapasitesi 600-700 tona
ulaşmıştı.
•
Gemilerin büyümesi beraberinde hız artışını getirdi.
•
Bir geminin maksimum hızı onun su yüzeyindeki uzunluğunun karesinin
köküyle doğru orantılıdır.
•
Gemiler büyürken taşıma kapasitesindeki artışın inşa maliyetindeki artışın
üzerinde olması önemli bir ölçek ekonomisi de sağlıyordu.
•
Ayrıca büyük gemiler uzun seyahatlerin gerektirdiği su, yiyecek ve yedek
parça stokları için daha uygun ve güvenliydi.
• Pusulanın Orta Çağ boyunca Avrupa’da
kullanımı yaygınlaştı.
• Manyetik pusula ve haritacılık alanındaki
gelişmeler gemicilikte tesadüfiliği azalttı
ve gemilerle daha uzun seyahatlere
güvenlik içinde çıkılabildi.
• 15. yy’da gemi yapım teknolojisinde de
gelişmeler oldu.
• Rüzgar enerjisinden daha etkin şekilde
yararlanılmasını sağlayan üç direkli
gemiler inşa edildi.
• Daha çok sayıda ve daha geniş yelken
sistemleriyle donatılan bu gemiler, elverişli
rüzgarları beklemek mecburiyetinde
olmadığından denizlerde boşa geçen bekleme
süresi önemli ölçüde azaldı.
• Orta Çağın sonlarında artık bir gemi
Akdeniz’de kışın bile yol alarak bir yılda iki
seyahati tamamlayabiliyordu.
• Gemilerin büyüklüğü ve kapasiteleri artarken,
taşıma maliyetleri de düşürüldü.
• Bütün bu gelişmeler gemilerin bir sermaye malı
olarak önem kazanmasına ve daha yaygın
şekilde kullanımına neden oldu.
Matbaanın Yaygınlaşması ve Etkileri
•
15. yy’da medeniyetin doğuşundan bu yana en önemli yeniliklerden biri olan matbaa
Avrupa’da yaygınlaşmaya başladı.
•
Matbaadan önce kitaplar, katipler tarafından elle yazılarak çoğaltılırdı.
•
Bir katip günde 3 bin kelime yazarak günümüz standartlarına göre 250 sayfalık bir kitabı
ancak 35 günde tamamlayabiliyordu.
•
Ayrıca el yazması kitaplarda her kelimenin kapladığı alanın modern baskı tekniklerinin
iki katı olması maliyetleri önemli ölçüde yükselten bir durumdu.
•
Yine de Orta Çağ boyunca Avrupa’da üretilen yazma eser sayısında önemli artış oldu.
•
Avrupa’da yazma eser üretimi 500-700 arasında yüzyıl başına ortalama 12 bin nüsha
iken, 15. yüzyılda 5 milyona yükseldi.
•
İlk matbaa, 9. yy’da Çin’de icat edildi.
•
Ancak Çin’de matbaa yaygın bir şekilde kullanılsa da potansiyel
imkânlarından tam olarak yararlanılamadı.
•
Çince bir metnin basımı yaklaşık 5 bin karaktere denk geliyordu.
•
Çin’de emek bol, sermaye ise kıt bir üretim faktörü olduğundan el yazması,
matbaa ile rekabet edebilen bir teknoloji olarak önemini korudu.
•
Matbaa Avrupa’ya ulaştığında, 26 harfli Latin alfabesi ile kolaylıkla
mekanik bir kitle üretim aracına dönüştürülebildi.
•
Gutenberg’in ilk kitabı bastığı 1455’ten kısa
süre sonra 1480’de Batı Avrupa’da 100 ayrı
şehirde matbaa bulunmaktaydı.
•
1500’de bu sayı 236’ya yükseldi.
•
1500’e kadar 12.5 milyon nüsha kitap
basıldı.
•
Bu sayı tüm Orta Çağ boyunca üretilen
yazma eser sayısından (10.8 milyon) daha
fazlaydı.
•
Kitap gelir seviyesi yükseldikçe talebi artan bir maldır.
•
1450 öncesinde oldukça pahalı bir mal olan kitabın arz ve talebi Orta Çağ
boyunca artmakla birlikte sınırlıydı.
•
Bu nedenle de ancak çok az zengin, kitap satın alabiliyordu.
•
1470’lerden sonra kitap üretimi artarken fiyatlar düştü.
•
1455 ile 1485 arasında kitap fiyatları %85-90 ucuzladı.
•
Fiyatların düşüşü pazarı genişleterek kitap üretiminin artmasına ve
okuryazarlığın yaygınlaşmasına neden oldu.
•
Avrupa’da 11. yüzyılda sadece %1.3 olan okuryazarlık oranı, Orta Çağın
sonunda % 12’ye yükseldi.
•
Matbaa, kitapları ucuzlatarak Avrupa insanının bilgi ve eğitim alanında
yeni ufuklara doğru yelken açmasını sağladı.
Orta Çağ Avrupa’sındaki Teknolojik Gelişmelerin Genel Özellikleri
•
Sayılan yeniliklerin pek çoğu Avrupa dışında geliştirilmiş fikirlerin
transferi yoluyla gerçekleşmişti.
•
Ağır saban Slav orijinliydi.
•
Rüzgar değirmenleri bir İran icadıydı.
•
İplik yapımında kullanılan çıkrık, Avrupa’ya gelmeden yüzyıl önce 11.
yüzyılda Çinliler tarafından biliniyordu.
•
Pusula kullanmayı Avrupalılar Müslüman Araplardan öğrendiler.
•
Barut, Çin icadıydı.
•
Avrupa büyük bir açık fikirlilikle bu yenilikleri benimsedi.
•
Yeni fikirlere açıklık başarının ana kaynaklarından biriydi.
•
Romalıların ve Çinlilerin imparatorlukları dışındakileri barbar olarak
nitelemelerine yol açan gururları yabancı fikirlere kapalı kalmalarına neden
olmuştu.
•
12. yy’dan itibaren Batı Avrupa teknolojik alanda orijinal bir yaratıcılığa da
sahip oldu.
•
Gözlük, mekanik saat, top, yeni yelkenli gemi tipleri ve diğer yenilikler
Avrupa’nın tecrübeye dayanan merak ve hayalinin orijinal ürünleriydi.
•
Ayrıca Avrupa dışarıdan aldığı fikirleri de pasif bir şekilde taklit etmek
yerine, mahalli şartlara daha uygun ve etkin yeni kullanım şekilleri ortaya
koydu.
Doğu’daki şekliyle
yatay bir eksen
üzerinde yelkenlere
sahip olan rüzgar
değirmenlerinin
yelkenleri, Batı’da
dikey bir eksen
üzerinde
bulunuyordu.
•
Batı’daki teknolojik gelişmenin diğer bir özelliği teknolojinin mekanik
yönüne verilen önemdi.
•
Bütün üretim süreçlerini mekanikleştirmeye doğru sonsuz bir iştiyak vardı.
•
Matbaa, Çinlilerce icat edilmişti. Ancak onu etkin bir kitle üretim aracı
haline getirenler Avrupalılar oldu.
•
On beşinci yüzyılın sonunda Avrupa teknoloji alanında klasik dünyayı
geride bırakmış ve Avrupalılar kendi medeniyetlerinin özel simgesi olan
mekanik yaratıcılıklarını ortaya koymaya başlamışlardı.
•
Makinelere ve mekanik çözümlere bu sürekli ilgi iki önemli sonuç yarattı.
•
Daha çok makinenin ortaya çıkması insanların mekaniğe karşı olan ilgisini
artırdı.
•
16. ve 17. yy’da mekanikle ilgili kitaplar yaygınlaştı.
•
Mekanik bakış açısı, sanat ve felsefe gibi alanlara da yansıdı.
•
Avrupa’nın Orta Çağ ve Rönesans döneminde gösterdiği teknolojik
dinamizmin nedenleri üzerinde duranlar, bunun salgınların yol açtığı emek
kıtlığına verilmiş bir cevap olduğunu ileri sürmüşlerdir.
•
Ancak olay, böyle basit bir determinizmle açıklanamayacak kadar karmaşık
ve çok yönlüdür.
Teşebbüs ve Kredi Alanındaki Gelişmeler
•
Ticari teşebbüs ve iş alanlarındaki gelişmeler de teknolojik ilerlemenin bir
parçasıdır.
•
11. yy’dan itibaren Avrupa’da iş tekniklerinde de dikkate değer bir gelişme
görüldü.
•
Panayırların düzenlenmesi, ticari temsilcilerin yaygınlaşması, yeni muhasebe
tekniklerinin doğuşu, çek, ciro ve sigorta bu gelişmelerden birkaçıdır.
•
13. yy’dan itibaren Arap rakamları, ticarette Roma rakamları yerine yaygın
şekilde kullanılmaya başladı.
•
İtalya, bu yeniliklerin pek çoğunun doğuş yeriydi.
•
Orta Çağda ortaya çıkan bu kurumlar, sanayileşmenin başlangıç dönemine
kadar Avrupa’da ekonomik faaliyetlerin genel çerçevesini oluşturmuştur.
•
İktisadi büyüme açısından son derece önemli olan yatırımların kaynağı
tasarruflardır. Bir toplumun ya da kişinin tasarruf eğilimini çeşitli sosyokültürel ve psikolojik özellikler de etkilemekle birlikte asıl belirleyici
faktör gelir düzeyidir.
•
Ortaçağ Avrupasında İtalya ile Doğu
Akdeniz (Levant) arasındaki ticaret ve
bağlantılar önemliydi.
•
Cenova, Pisa gibi şehirler, Müslüman
Arapları Korsika ve Sardunya’dan çıkardı.
•
Daha sonra Cenova, Pisa’yı yenip Doğu
Akdeniz’de hakimiyet için Venedik ile
çekişmeye başladı.
• İtalyanlar,
kurmak,
Bizans ve Selçuklu topraklarında koloniler/yerleşimler
ticari
ayrıcalıklar/imtiyazlar
elde
etmek
için
rekabet
halindelerdi.
• Akdeniz havzasında İtalyan şehirleri çekişirken Avrupa’nın kuzeyindeki
ticarette de canlanma vardı.
•
Baltık ve İskandinav bölgesinde Alman ticaret şehirleri önem kazanmaya
başladı.
•
Bu şehirlerin 13. yy’da başlayan hareketlenmeleri 1367’de Danimarka
kralının tehditlerine karşı birleşerek Hansa Birliği’ni (Hanseatic League)
kurmalarıyla zirveye ulaşmıştır.
•
Kuzey Avrupa’da Alman tacirler ticaretin gelişmesinde önemli rol
oynadı.
•
12. yüzyıl gibi erken bir tarihte belirli bir üründe bölgesel uzmanlaşma Ortaçağ
ekonomisinin bir özeliği olmaya başladı.
•
Örneğin Bordeaux bölgesi şarap üretiminde, Flaman bölgesi yün üretiminde (ham
yünü İngiltere’den sağlıyordu), Baltık bölgesi tahıl üretiminde (ki talep şehirleşmiş
Hollanda-Belçika bölgesinden gelmekteydi) uzmanlaşmıştı.
•
Genel bir rota olarak, Avrupa’nın güneyinde üretilen tuz ve şarap kuzeye, kuzeyde
üretilen kurutulmuş ve tuzlanmış balık da güneye gönderiliyordu.
•
Kara yolu ile ticaret deniz
yoluna göre çok pahalı idi.
•
Özellikle 14. yüzyıl başlarında
gemi dizayn tekniklerindeki
gelişmelere kadar Akdeniz ile
Kuzey Denizi arasındaki rota
tehlikeliydi ve kârlı değildi.
•
Dolayısıyla kara yolu ile ulaşım
pahalı olsa da kuzey ve güney
Avrupa arasındaki kara yolu
(Alp geçitleri) oldukça işlek
durumdaydı.
•
Yolun
güney
ucunda
Lombardiya ovası, Milan ve
Verona bulunuyordu.
•
Kuzey yönünde ise Viyana,
Krakow, Lübeck, Hamburg,
Bruges
gibi
değişik
güzergâhlar vardı.
•
Leipzig,
Frankfurt
ve
Champagne
bölgeleri
ise
önemli fuar merkezleri idi.
•
Champagne fuarları 12. yüzyılda doğmuştur.
Şampanya fuarları, 12. ve 13. yüzyıllarda Kuzeydoğu Fransa'daki Champagne
County'nin farklı kasabalarında yerel tarım ve hayvancılık fuarlarından kaynaklanan
yıllık bir ticaret fuarları döngüsüydü. Her fuar yaklaşık 2 ila 3 hafta sürdü.
•
Champagne kontlarının himayesinde kuzeyden ve güneyden gelen tacirlerin
buluşma bölgesiydi.
147
•
Burada Avrupa’nın çok çeşitli bölgelerinden gelen tacirler arasında çeşitli
ticari işlemler ve teknikler gelişmiştir:
“fuar mektupları” (letters of fair) denen bir tür ticaret/kredi belgesi ve
ticaret mahkemelerinin ilk örnekleri. Buralar ticaret merkezi olarak
geriledikten sonra uzun süreler bile finansal merkezler olarak hizmet
vermeye devam etmiştir.
•
Ticari ortaklıkların erken bir türü olan commenda bu dönemlerin bir
ürünü idi.
•
Tek başına ticaret yapmaya ekonomik gücü yetmeyen tacirler birleşerek
kimi emeğini kimi sermayesini koymak suretiyle bir ortaklık kuruyorlar
ve ticari faaliyet sonucunda gerçekleşen kârı paylaşıyorlardı.
•
Faaliyete ilişkin kararları birlikte alabiliyorlar ya da “yerleşik” olan
(seyahat etmeyen) tacir ortağı yerine karar alabiliyordu.
•
Dini bir kurum (manastır, yetimhane) ya da zengin dullar gibi kişiler de
ticarete bu şekilde ortaklıklarla (sermaye koyarak) katılabiliyordu
(örneğin 12. yüzyıl Cenovası gibi).
•
Ticaret hacmi genişledikçe ve ticari uygulamalar standartlaştıkça commendaya rakip
bir başka iş organizasyonu olan vera societa doğdu.
•
Bu “şirket” tipinde çok sayıda ortak vardı ve Avrupa’da pek çok şehirde faaliyet
göstermekteydi.
•
Bu tip organizasyonun önde gelen temsilcileri İtalyanlardı.
•
Floransa, Siena, Venedik, Milan gibi bir merkezden Bruges, Londra, Paris, Cenevre
ve diğer şehirlerde şubeler işletmekteydiler.
•
Ticari işlemler kadar bankacılıkla da uğraşan bu şirketlerin en
önemlileri Floransalı Bardi ve Peruzzi (ailelerinin) şirketleridir.
•
17. yüzyılın şirketlerinden önce bunlar dünyanın en geniş/büyük iş
organizasyonlarıydı.
•
Bu tür şirketlerin kendi gemileri, yük arabaları, hayvan/yük katarları
vardı ve bazıları maden sahibi ya da işleticisi olabiliyordu.
•
Daha küçük tacirler uzun mesafe ticaretinin risklerini yayıcı başka araçlar
kullanmaktaydı.
•
Çok sayıda küçük tacir birlikte bir gemi kiralayabilirdi.
•
Ya da bir girişimci bir gemiyi kiralayıp bunu çok sayıda küçük tacire kiralayabilirdi.
•
Bu dönemde deniz ticareti ile ilgili kiralama, sigortalama ve borçlanma ilişkileri
yaygınlaştı.
Bankacılık
•
Bankacılık ve kredi, Ortaçağ ticaretinin önemli parçaları idi.
•
12. yüzyılda Venedik
görülmekteydi.
•
Bunlar mevduatları koruma amaçlı kuruluşlar iken, kısa sürede sözlü
talimat ile bir hesaptan diğerine para transferine imkan veren
uygulamalara geçilmiştir.
•
Sonra da bazı önemli müşterilere bankaya yatırdıklarından daha fazlasını
çekme hakkı tanınmıştı; böylece yeni bir ödeme aracı yaratılmış
oluyordu.
ve
Cenova’da
basit
mevduat
bankaları
•
Bankerler uzun mesafe ticaretini kolaylaştırmak için poliçe/kambiyo senedi gibi
belgeleri alıp satıyorlardı.
•
Çünkü tacirlerin yanlarında para taşımaları pek güvenli değildi.
•
Fuarlarda da tacirler arasındaki alacak-verecek konuları nakit ile değil, letters of fair
(fuar mektupları/belgeleri) denen bir tür poliçe ile sağlanıyordu.
•
Tacirlerin krediye bağlı olmalarının bir gerekçesi güvence ise bir diğeri de
tedavüldeki sikkelerin çeşitliliği ve karmaşıklığıydı.
•
Bunların değiş tokuşu için özel bilgi gerekliydi: sikkelerin metal içerikleri/birbirlerine
göre değerleri nedir sorusunun cevabını bankerler biliyor ve bu hizmeti sunuyorlardı.
(döviz kuru)
•
13. yüzyıl ortalarında 1252’de Floransa florini (altın parası) ile herkes tarafından
kabul gören istikrarlı bir para ortaya çıkmış oldu.
Dokumacılık
•
Tarım sektörünün üretim ve istihdam boyutlarıyla kıyaslanabilir
olmasa da imalat ortaçağların önemli bir sektörü idi.
•
En büyük ve yaygın imalat dalı dokumacılıktı.
•
Hemen her yerde görülmekle birlikte 11. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da bazı bölgeler; Flander, Belçika, Kuzey Fransa, kuzey
İtalya, Toskana, Leipzig ve Saksonya kumaş üretiminde
uzmanlaştı.
•
Ayrıca güney ve doğu İngiltere ve güney Fransa’da da önemli bir
uğraş idi.
•
Dokumacılığın hammaddesi yün daha sonra keten idi.
•
İpek ve pamuk üretimi ise İtalya ve İspanya gibi bölgelerde
görülmekteydi.
•
İmalat sanayinde lonca örgütlenmesi olmakla birlikte (kumaş boyacıları, kesiciler,
dokumacılar gibi) imalatta baskın olan unsur (dokuma hammaddelerini satın alan ve
nihai ürünü satan) tacirler idi.
•
Bu tacirler (ki girişimci olarak nitelendirilebilirler), hammaddeyi ve bazen yarıbitirilmiş ürünü iş için gerekli alet-edevat ile birlikte kendi evlerinde veya
dükkanlarında işleyen üreticilere/köylülere (üreticilere) dağıtıyor, bir müddet sonra
nihai ürünü onlardan toplayarak satışa sunuyorlardı.
•
İlk olarak Flandre ve İngiltere’de putting-out (parça başı üretim) denen bu imalat
tarzı görülmeye başlandı.
•
Zanaatkârlar ve (kırsal alanlara iş verildiği takdirde) köylüler
dükkânlarında ya da evlerinde çalışarak tacir tarafından verilmiş olan
siparişi önceden belirlenmiş olan teslim zamanına yetiştirmek için
üretim yapıyordu.
•
Üretip teslim ettikleri “parça başına” ücret alıyorlardı.
•
Bu tür bir gelir imkanı özellikle köylü aileler için oldukça önemli bir
fırsat yaratmıştı.
•
Putting-out tarzı imalat yapan zanaatkârlar genellikle evlerde ya da dükkânlarda
çalışıyorlar ancak İtalya’da bu tür imalat bir nezaretçinin gözetiminde dükkânlarda ya
da üreticilerin bir araya getirildiği barakalarda yapılıyor (erken dönem imalathaneler).
•
Emeğin verimliliği Antik Çağa göre artmış durumdaydı; çünkü pedal ile güç verilen
dokuma tezgahı, çıkrık ve su gücü ile çalışan sıkılaştırma değirmeni gibi aletler
kullanıma girmişti.
•
Bu türden aletler, 13. yüzyıl başlarında Avrupa’da yaygın kullanımdaydı ve üretim
maliyetlerini ve işgücü ihtiyacını azaltmıştı (emekten tasarruf sağlayan yenilikler).
•
Dokumacılık dışında metalurji alanındaki gelişmeler ekonomik gelişme bakımından
önemliydi.
•
Antik Çağ’da demir eşya ve objeler günlük kullanımda pek yaygınlaşamayacak
kadar pahalıydı.
•
Genellikle silah imalinde kullanılıyordu.
•
Hatta bakır ve bronz da sıradan insanların kullanımında pek yer almıyordu.
•
Ortaçağlarda ise demir en ucuz metal haline geldi ve silahların ve zırhların yanı sıra
çeşitli araç gereçlerde de kullanıldı.
•
Demirin ucuzlamasında, üretiminde kullanılan körükler ve büyük çekiçlerin kullanımı
ve bunların su gücü yardımıyla kullanılması önemliydi.
•
Ortaçağda artan üretim ve daha gelişmiş teknoloji üzerinde düşünülürken tüketici talebi
mutlaka dikkate alınmalıdır.
•
Köylüler, serfler ve zanaatkârlar kendi (kaliteli) üretim araçlarına sahip olduklarında ve
kişisel refahları kendi çabalarına bağlı olduğunda bu durum onları sahip olabilecekleri
en kaliteli/en iyi araçları satın almaya itmiştir.
•
Saban, nal, koşum takımları ve yük arabalarındaki metal parçalar ya da tahta yerine
metalden yapılmış alet edevatın kullanımı hep bu durumun göstergesidir.
•
İngilizcede Smith ya da Almancada Schmidt (demirci) isminin yaygınlığı metal işleri
ile uğraşan kişi/usta sayısının çokluğunun (dolayısıyla metal ürünlere olan talebin
fazlalığının) göstergesi olarak düşünülebilir.
•
Keza Goldsmith, Silversmith, Coppersmith isimleri de yakın/benzer örnekler olarak
düşünülebilir.
•
Ortaçağlarda pratik amaçlar için yapılan yenilikler önemliydi.
•
Gözlük, mekanik saat gibi kullanışlı yenilikler Ortaçağ tamircilerinin eseriydi.
•
Kendileri için ya da acil bazı ihtiyaçlar için getirilen bu yenilikler emeğin verimliliğinin
artmasına da katkı sağlıyordu.
•
Usturlab, pusula, barut, ateşli silahlar… hepsi Ortaçağ buluşları ya da yenilikleriydi.
•
Sabun imalatı yaygınlaştı; kağıt imalatı, portatif matbaa, değirmen/çark mekanizmaları
ve bunların imal edildiği ahşap işlerindeki (millwork) gelişmeler Ortaçağların pek de durağan
bir dönem olmadığını gösterebilir.
•
Yatay su çarkları çok eskiden beri kullanımdaydı.
•
Roma İmparatorluğu döneminde köle işgücünün bolluğu sebebiyle
emekten tasarruf sağlayıcı aletlere pek ihtiyaç duyulmuyordu.
•
Ama Avrupa’da Roma’dan sonra 6-10. yüzyıllar arasında bu anlayış
değişmiş olmalıdır.
•
Çünkü 1086’da Fatih William İngiltere’nin sahip olduğu kaynakların bir
sayımını yaptırdığında (o dönemde Avrupa’nın ekonomik ve teknik
yönden en ileri ülkesi kesinlikle olmayan) ülkede yaklaşık 3000 köyde
5624 su değirmeni mevcuttu.
•
Ortaçağlarda kullanılan değirmenler yatay değirmenlere göre daha güçlü ve daha
ayrıntılı idi.
•
Dikey değirmenler ve çark sistemleri sadece tahıl öğütmekte değil tahılları ezmek, başka
ürünlerle karıştırmak, kağıt hamuru yapmak, kumaş imal etmek, kereste ve taşları
kesmek, körükleri ve büyük çekiçleri hareket ettirmek gibi çok çeşitli işlerde de
kullanılıyordu.
•
Ancak su gücüne dayalı çarkların sürekli su akışına bağlı olmak gibi kısıtları da vardı ve
bu yüzden kurak yerlerde kullanışlı olmuyordu.
•
Kuzey Avrupa gibi imkan olan yerlerde rüzgar gücünden faydalanılıyor
ve yel değirmenleri özellikle Hollanda gibi denizden arazi kazanılan
bölgelerde arazilerden su çekmek (drenaj) işinde pompaları hareket
ettirmekte kullanılıyordu.
Değirmenlerin ve Saatlerin Katkısı
•
Değirmencilik ve saat ile ilgili gelişmeler, Ortaçağlarda bir zihniyet değişikliğine işaret
eden yolda önemli olmuş görünmektedir.
•
Değirmenler işgücünden tasarruf sağlamış, üretimi artırmış ve daha önce imkansız ya
da çok zor görünen işleri olanaklı hale getirmişti.
•
Saatler ise insanlardaki zaman bilincini artırdı ve insan eylemlerine daha fazla
düzenlilik ve dakiklik getirdi.
•
Cenova’da iş sözleşmelerine sadece tarih değil imzalamanın “gerçek zamanı”
da yazılmaya başlandı; bu gelişme vakit nakittir deyişinin habercisidir.
•
Hepsi birden ele alındığında bütün bu gelişmeler, Ortaçağ zihniyetinde bir
değişimi, maddi dünyaya karşı daha farklı bir bakışa geçişi beraberinde
getirdi.
•
Doğa anlaşılmaz/esrarlı olmaktan çıkmaya, insan meleklerin ve şeytanın bir
oyuncağı/piyonu olarak düşünülmemeye başladı.
•
Doğanın anlaşılabilir bir düzeni, kendi kanunları olabileceğine dair sonraki
dönemin düşüncelerinin temelleri oluşmaktaydı.
•
14. yüzyılda Fransız bilim adamı Nicole Oresme (1325-1382), evreni bir tür mekanik
“saat” tasarımına benzetti.
•
Daha önce 13. yüzyılda ise İngiliz bilim adamı Roger Bacon (1214-1292) deneysel
metod ve bilimin gelecekte getirebileceklerini çok önceden bilmişti:
“makineler bizim kürekçiler olmaksızın yelken açmamıza, arabaların hayvanlar
olmaksızın çekilmesine imkan verecek… uçmak için ve denizlerin ve nehirlerin
derinliklerinde hareket edebilen makineler [olacak]…”.
Özetle söylenirse, 9-14. yüzyıllar arasındaki dönemde Batı Avrupa’da:
•
Siyasi otorite yeniden sağlandı
•
Para arzı ve ekonomide parasallaşma seviyesi arttı
•
Nüfus arttı
•
Şehirler yeniden kalabalıklaştı
•
İşbölümü gelişti
ve bütün bu unsurlar karşılıklı etkileşim içindeydi.
Hansa Birliği
•
Kuzey Alman kent devletlerinin on ikinci
yüzyıldan itibaren Baltık Denizi’nde bulunan
Gotland Adası’ndaki Visby kentinde temelini
attığı Hansa Birliği de ticari ilişkiler sonucu
ortaya çıkan böylesi bir birlikteliktir.
•
Hansa Birliği zaman içerisinde kuzey ve batı
Avrupa’da yer alan sayıları iki yüzü aşan kenti
içerisine alan büyük bir konfederasyon yapısına
bürünecektir.
•
Birliğin ekonomik gücü kuzey Avrupa ve Baltık bölgesini domine etse
de Reform Hareketleri ve Otuz Yıl Savaşları gibi Ortaçağ Avrupası’nı
temelinden sarsan sosyal, dini ve ekonomik gelişmeler güçten düşmesine
ve zamanla parçalanmasına neden olacaktır.
•
Bu dönemde birliğin kuruluşunda etkili olan Lübeck ve Hamburg’un
yanı sıra Bremen kentiyse (bunlar üç hür Hansa kenti (Freie
Hansestadt)
olarak anılmaktadır) 1867’de Kuzey Alman
Konfederasyonu kurulana değin ekonomik birlikteliklerini Hansa Birliği
adı altında devam ettirecektir.
•
Hansa Birliği’nin Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkisiyse 1838 Balta Limanı Ticaret
Anlaşması’na dayanmaktadır.
•
Osmanlı arşiv belgelerinde Cemâhir-i Selâse-i Anseatik veya Vilhanseatik Cemahiri
gibi benzer adlarla anılan Hansa Birliği, Osmanlı’nın İngilizlerle imzaladığı anlaşmanın
imtiyazlarından yararlanmak isteyen diğer Avrupa devletleri gibi harekete geçmiştir.
•
Dönemin Londra elçisi James Colquhoun aracılığıyla temasa geçen Hansa Birliği, Balta
Limanı’ndan dokuz ay gibi kısa bir süre sonra istediğini elde edecektir.
•
20 Mayıs 1839’da imzalanan ve bilinen ilk Osmanlı-Alman imtiyazlı ticaret anlaşmasıyla
Hansa Birliği, Osmanlı İmparatorluğu’nda bir de diplomatik elçilik açacaktır.
Hansa Birliğinin Tarihi
•
Hansa Birliği ya da Hansa, bazı kaynaklarda Alman Hanse olarak da
adlandırılan, kuzey Alman kasabaları/kentleriyle kendi toprakları dışında faaliyet
gösteren Alman tüccar toplulukları tarafından karşılıklı ticari çıkarları korumak
adına kurulan bir organizasyondur.
•
On üçüncü yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar kuzey Avrupa’nın ticari
hayatına egemen olan Hansa isminin kökeniyle ilgili birçok varsayım bulunsa da
temelde birlik veya şirket için kullanılan Gotik bir kelimeden türetilen lonca veya
dernek anlamına da gelen bir ortaçağ Almanca tabiridir.
•
Ortaçağ Avrupası’nda soylulara karşı tüccarlar ve zanaatkarların zaman içerisinde
örgütlenmesiyle oluşturulan loncalar, sosyal yapının bir parçası haline geldi.
•
Aynı zamanda loncalar, ticaret yollarının yanı sıra bağlı oldukları kent ve
ülkelerde kendi ekonomik çıkarlarını ve diplomatik ayrıcalıklarını korumak adına
daha geniş birlikler de kurmaya başladı.
•
Hansa Birliği de bu şekilde bir örgütlenmenin ürünüdür.
•
Bu birliğe dahil olan kentlerin kendi hukuk sistemleri ve karşılıklı koruma ve
yardım için kullanılan orduları bulunuyordu.
•
Buna rağmen, birlik bir devlet yapılanmasından ziyade genel anlamda bir kent
devletleri konfederasyonu formatındaydı.
•
Hansa Birliği’nin merkezi sayılan
ve Baltık’ın Kraliçesi olarak da
adlandırılan
Lübeck,
dönemin
Saksonya ve Bavyera Dükü Aslan
Heinrich
tarafından
(Heinrich
on
der
ikinci
Löwe)
yüzyılda
önemli bir ticaret merkezi haline
getirildiğinde
kentte
yaşayan
tüccarlar farklı kentlerdeki diğer
loncalarla
başladı.
bağlantı
kurmaya
•
Zamanla gelişen ikili ve çok taraflı ilişkiler yüzyılın sonuna doğru
tüccarları bir birlik altında birleşme kararı vermelerine neden olmuş
olabilir.
•
Bu sayede öz kaynaklarını bir araya getirmek, birbirlerini korumak ve
kârlarını artırmak adına beraber hareket edebileceklerdi.
•
On ikinci yüzyılın başlarına kadar Rus ve Baltık kentleri
arasındaki ticarette Gotland Adası’ndaki Visby kenti önemli bir
yere sahiptir.
•
Rusların zamanla doğu ticaretine yönelmeleriyle ada çevresindeki
ticari faaliyette kuzey Avrupa kentleri, özellikle de Alman
kentleri aktif rol oynamaya başladı.
•
Ruslardan boşalan alanda sayısız Alman seçkin tüccarın varlık
göstermesi ve adaya ticaret için gelmeleriyle burada bir birlik
kurmanın temeli de atılmaya başlandı.
•
•
•
•
•
•
•
Visby, Baltık ve Rus ticaretinin ana merkezlerinden olan Novgorod (şimdi Veliky Novgorod) ile
ticarette önemli bir aktarma merkezi konumundaydı.
Visby kentinin bu özelliği sayesinde Alman tüccarlar, Baltık’ın doğu kıyısında önemli kentlerin
kurulmasına da katkıda bulundu;
Riga (1201),
Reval (1219) (günümüzde Tallinn),
Dorpat (1224) (günümüzde Tartu)
Danzig (günümüzde Gdańsk) bu kentlerden birkaçıdır.
Böylece, on üçüncü yüzyılın başlarında Almanlar, Baltık’ta uzun mesafeli ticaretin neredeyse tekeline
sahipti.
•
Alman tüccarların Gotland merkezli oluşturmaya başladıkları bu yeni
iktisadi düzenin temel amacı ticari olarak kazançların arttırılmasıydı.
•
Bu düşünce zamanla bölge kentleri arasında da kabul görerek yenilerinin
katılımıyla genişleyen bir ağa dönüştü.
•
Temelde, Alman kökenli kent devletlerini kapsayan yapı, ileride de
görüleceği üzere neredeyse tüm kuzeybatı Avrupa ve Baltık’a kıyısı
bulunan kentleri içerisine alan bir yapıya dönüşecektir.
•
İşin ilginç yanıysa ileride birlik haline gelecek olan bu yapının
kurucuları Alman kökenli olmalarına karşın işlerini Baltık kıyısındaki
kentlerde genişlettikten sonra Alman kentlerine yaymaya başlamışlardır.
•
Büyük ölçüde kendi çabalarıyla bir birlik oluşturan ve başarılar elde ederek
tarihte görülmemiş bir bağımsızlıkla hareket edebilen birlik, Baltık Denizi’nin
neredeyse kapalı olan havzasından batıdaki Kuzey Denizi’ne doğru
genişlemeye başladı.
•
1237 gibi erken bir tarihte İngiliz topraklarında da imtiyazlar elde edildi.
•
Her ne kadar birliğin o anda batıda ulaştığı en uç nokta İngiltere olsa da
birliğin batıdaki merkezi burası değildi.
•
Flanders’de bulunan Brugge, bu dönemde birliğin batıdaki en önemli
merkeziydi. Öyle ki, bilinen dünyanın her yerinden tüccarlar buraya sadece
ticaret yapmak amacıyla değil aynı zamanda birbirlerinin ticari
tecrübelerinden de faydalanmak adına gelmekteydi.
•
Flanders, günümüzde Belçika’nın Kuzey Denizi’ne kıyısı bulunan
bölgeleri için kullanılan bir addır
•
Döneminin son derece gelişmiş sanayisi, zengin eğitim merkezi ve
güney-batı Avrupa’dan her zamankinden daha fazla sayıda yabancı
tüccarın varış noktası olan Flandre, doğu Avrupa ile daha yakın ve eşit
bir ilişkiye sahipti.
•
Birliğin önemli kentlerinden ve kurucu ortakları arasında yer alan
Lübeck ve Hamburg, çok daha önceleri tuz ve ringa balığı ticaretini
tekelleştiren resmi bir ortaklığa sahipti.
•
Gotland’la gerçekleştirilen ticaret ve oluşturulan yeni birlik havası
etkisini hemen gösterecek ve ileride Hansa Birliği’nin temeli sayılacak
olan Artlenburger Ayrıcalığı 1161 Ekim’inde imzalanacaktır.
•
Belge, Baltık’ta ticaret yapan Gotland’daki tüccarlarla Lübeck
kentindeki tüccarlar arasında bir dengeyi garanti ediyordu.
•
Bu sayede gümrüksüz, koruma ve karşılıklı güvene dayalı özgür bir
ticaret ortamı sağlanıyordu.
Hansa-İskandinav İlişkileri
•
Baltık Denizi’ne kıyısı bulunan ve aynı
zamanda ticari faaliyetler yürüten İskandinav
kentleriyle Hansa Birliği arasındaki ilişki,
birlik kurulmadan öncesine dayanmaktadır.
•
İskandinav coğrafyasının hemen yanı
başındaki Gotland Adası’nda örgütlenerek
birlik oluşturulmasına karşın birbirleriyle
herhangi bir ilişkide bulunmamaları tesadüf
değildi.
•
Bu durumun yaşanmasında Hansa ile
İskandinav
ülke/kentlerinin
rekabet
içerisinde yer almaları büyük etkiye sahipti.
•
Danimarka Kralı II. Valdemar’ın yenilgiye uğratıldığı Bornhöved Savaşı
(1227) sonrasında Hansalılar, önemli ayrıcalıklar elde ettiler.
•
Bu tarihte her ne kadar resmi bir birliğe sahip olmasalar da Hansa tüccarları
ilk defa kolektif hareket ederek haklarını savunmaktadır.
•
Norveç Kralı’nın 1284’te Hansa tüccarlarının ayrıcalıklarını kısıtlamaya
gitmesi de Hansalıların birlikte hareket etmesi ve ambargosuyla karşılık
bulmaktaydı.
•
Norveç’e tahıl ticaretini durduran birlik, ülkede kıtlıkla bir krizin ortaya
çıkmasını sağlayarak Kral’ı boyun eğmek zorunda bıraktı.
•
Bu sayede eskisinden daha iyi şartlara sahip genişletilmiş imtiyazlar elde
edildi.
•
Bu ve benzeri durumlar İskandinav kentleriyle Hansa tüccarları arasında
karşılıklı güvene dayanan bir bağın oluşmasına engel oldu.
•
Hansalılar,
İskandinav
kentlerine
uyguladıkları türden ambargo ve baskıyı
başka kent ve devletlere de çeşitli vesilelerle
uygulayarak kendi haklarını koruma ya da
daha fazla imtiyaz elde etmeye devam
ettiler.
•
Hatta bazı durumlarda birliğe üye kentler de
bu tür boykotlardan nasiplerini almıştır.
•
Hansa tüccarları birliğin batıdaki en önemli
merkezi Brugge’de haklarının gasp
edildiğini düşündükleri dönemlerde hiç
düşünmeden
boykot
kararı
alarak
merkezlerini Hollanda’daki Aardenburg
veya
Dordrecht’e
taşımaktan
geri
durmamışlardır.
•
Bu durum Brugge’nin geri adım atmasına
kadar devam etmiştir.
•
Birlik her geçen gün büyüyüp güçlenirken
rakipleri de o oranda artmaktaydı.
•
Daha önceden sürtüşmelerin yaşandığı
Danimarkalılarla savaşma noktasına
gelindiğinde
dönemin
Kralı
IV.
Valdemar
(Atterdag),
güçlerini
toplayarak 1361’de Gotland ve 1362’de
de Hapsian’da Hansalıları bozgununa
uğrattı.
•
Fakat Hansalılar, 1367 Helsingborg
Kuşatması’yla Bruno Warendorp’u ve
Danimarka kralını yendi.
•
Bu galibiyetten üç yıl sonra 24 Mayıs 1370’te, Kral IV. Valdemar ve Hansa
kentleri arasında Stralsund Antlaşması/Barışı imzalandı.
•
Bu anlaşma, Danimarka’nın saldırganlığının sonunu ve temel ekonomik
meselelerde Hansa üstünlüğünü ve birliğin Avrupa siyasetinde artık tanınır hale
gelmesini sağlamıştır.
İlk Hansa Günü - Hansetag
•
Hamburg ve Lübeck arasındaki ticari birlikteliğin başarı ve gücü her
geçen gün yeni kent ve kasabaların katılımını da sağlamıştı.
•
Bu durum, Hansa Birliği’nin resmi kuruluş tarihine kadar artarak devam
etti.
•
Önceleri
Gotland’ndaki
Visby
kentinden
gerçekleşen
yönetim
faaliyetleri, 1356’da Lübeck’te toplanan ilk Hansa Günü’yle
(Hansetag) bu kentten yürütülmeye başlandı.
•
Aynı gün birliğe üye kent ve kasabalar kendi ordularını birbirlerinin emrine
vererek, bir diğerini koruyacağını ve savunacağını öngören Lübeck Yasası’na
uymaya yemin etti ve böylece seksen üyeyle birlik resmi olarak kuruldu.
•
Lübeck, diğer tüm Hansa kasaba ve kentlerine göre merkezi konumuyla ilk
Hansa Günü de dahil olmak üzere toplantıların ve sözleşmelerin çoğuna ev
sahipliği yaptı.
•
Hansa Birliği öncesinde ve ilk zamanlarında, soyluların ve Katolik
Kilise’nin sahip olduğu güç, serfleri ve tüccar sınıfını kendi inisiyatifleri
altında yönetmelerini sağlamaktaydı.
•
Fakat birlik gücünü arttırmaya başlayıp kuzey Avrupa ve Baltık’a kıyısı
olan kentlerde varlık göstermeye başlayınca kendine ait bir kültür de
gelişmeye başladı.
•
Birliğe katılan her kentte kontor adı verilen ticari bölgeler kurularak
ticaret yönlendirilmeye çalışılırken aynı zamanda sosyal yapıya meydan
okuyacak güce ve zenginliğe de sahip olundu.
•
On üçüncü yüzyıldan on altıncı yüzyılın ortalarına kadar Hansa Birliği,
kontorları aracılığıyla sağladığı güvencelerle batının hammadde ve gıda
ihtiyaçlarını doğudan karşılayarak, Avrupa’nın kuzeydoğusu ve kuzeybatısı
arasındaki mal değişimine büyük ölçüde egemen oldu.
•
Bu ticarette doğunun kürk, balmumu, tahıl, bal, keten, kenevir, ahşap, reçine,
zift ve katran gibi ürünlerini batıya götürürken; batıdan da kumaş, değerli
madenler, metal eşya ve özellikle silah gibi endüstriyel ürünler getirildi.
•
Zaman içerisinde gücü iyice artan Hansa Birliği artık sadece kuzey
Avrupa’da değil Portekiz’den Rusya’ya ve İskandinav ülkelerinden
İtalya’ya kadar geniş bir ekonomik coğrafyada iki yüzü aşkın kentte
çok sayıda kontora sahipti.
•
Bu kentler arasındaki bağlantıysa dört büyük aktarma merkezi;
•
doğuda Novgorod’daki Peteryard (Kuzeybatı Rusya)
•
Bergen’deki Tyske Bryggen (Norveç)
•
batıdaysa Brugge (Flanders)
•
Londra’da önceleri Guildhall sonradan Steelyard (İngiltere)
Hansa Birliğinin Gerilemesi
•
Zaman içerisinde Hansa kentlerinde yaşanan yönetimsel bozulmalar on
beşinci yüzyıla gelindiğinde Rusya’da da kendini gösterdiğinde hem halk
hem de Rus yönetimince hoş karşılanmadı ve bölgenin önemli aktarma
merkezi Novgorod’daki kontor, 1494’te Rus Çarı Büyük İvan’ın (1462-1505)
emriyle kapatıldı.
•
Bu gelişmeyle, Hansa tüccarları buradaki tüm ticari ayrıcalıklarını
kaybederken, buradan yürütülen işlemlerse Riga’ya aktarıldı.
•
Büyük İvan’ın bu adımı diğer devlet yönetimlerince de benimsendi ve birliğin
kendi tüccarlarını marjinalleştirdiği ve üyeleri dışındaki tüccarların kârlarını
en aza indirme eğiliminde olduğu varsayımı öne sürülerek benzer
uygulamalara gidilmeye çalışıldı.
•
Büyük İvan’la başlayan Hansa Birliği’ne karşı girişimlerin yanı sıra yükselen ulusal ve
bölgesel ekonomiler, Hansa tüccarları ve kentleri gibi bölgeler üstü bir birliğe yaşam
hakkı tanımamaya başladı.
•
Birliğin güçten düşmesindeki önemli etkenlerden birisi de üyelerinin dini inanç
farklılıklarıydı.
•
Reform Hareketleri ve temelde dini görüşteki ayrılıkların neden olduğu Otuz Yıl
Savaşları (1618-1648) birliğe üye birçok kenti birbirleriyle savaşır hale getirdi.
•
Bu da Hansa tüccarlarının ticaret alanını ve düzenli mal akışını ortadan
kaldırarak birliğin güçten düşmesine ve etki alanının daralmasına neden
oldu.
•
Tüm bu siyasi ve dini gelişmelerle bir zamanlar sayıları iki yüzü aşan
kentin dahil olduğu Hansa Birliği, 1669’da Lübeck’teki son Hansa
Günü’nü ondan az kentin katılımıyla gerçekleştirdi.
•
Birlik on sekizinci yüzyılın başından itibaren artık sadece sembolik bir
yapı olarak varlığını devam ettirdi.
•
Birliğin önemli iki kenti Lübeck ve Hamburg’un yanı sıra Bremen bu sembolik yapının
koruyucuları olarak ittifakı devam ettirdi.
•
Her ne kadar eski gücünde olmasa da zaman içerisinde oluşturulan ikili ilişkiler
sayesinde okyanus ötesiyle dahi ticaret yapacak güce sahip olundu.
•
Bu gücünün farkında olan birlik üyeleri bölgelerindeki diğer birlikler ve devletlerin siyasi
ve iktisadi tacizlerine karşı varlıklarını devam ettirebilme adına karşılıklı ticari
anlaşmalar ve konsolosluklar açma yoluyla haklarını savunmaya devam ettiler.
•
İşte tam da bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere’yle 1838’de bir ticaret
anlaşması imzalaması birliğin Akdeniz’de de faaliyet göstermesine olanak sağlayabilirdi.
•
Bu kapsamda birliğin Londra elçisi James Colquhoun (1780-1855), Osmanlı
İmparatorluğu’yla karşılıklı ticaret anlaşması imzalamanın yolları aranmakla
görevlendirilmiştir.
Osmanlı-Alman Ticareti’nde Hansa Birliği
•
Mevcut literatürde, Osmanlı-Alman ilişkilerinde Prusya’yla olan ilişkiler temel
alınmaktadır.
•
Fakat Lübeck, Hamburg ve Bremen’in oluşturduğu ve Osmanlı arşiv belgelerinde
Vilhanseatik veya Cemahir-i Selase-i Vilhanseatik gibi ifadelerle kendisine yer
bulan Hansa Birliği görmezden gelinmektedir.
•
Halbuki bu birlik görüleceği üzere Baltalimanı’yla başlayan süreçte Osmanlı’yla ilk
imtiyazlı ticaret anlaşmasını imzalayan Alman kökenli devlet yapılanmasıdır ve her
ne kadar temelde bir ticari birlik olsa da Osmanlı’yla anlaşma imzalayacak güce
sahiptir.
•
Birliğin Osmanlı’yla olan siyasi ilişkileri görmezden gelinerek Alman Birliği’nin
kuruluşunda öncü rol oynayan ve kurulan yeni Alman İmparatorluğu’nun yönetimini
elinde bulunduran Prusya’yla olan ilişkiler, Osmanlı-Alman ilişkilerinde temel
alınmaktadır.
•
Halbuki, Hansa Birliği’yle imzalanan ilk antlaşmadan bir yılı aşkın süre sonra 22 Ekim
1840’ta Prusya’yla aynı şartlar altında bir antlaşma imzalanmıştır.
•
Bu iki ayrı antlaşma da göstermektedir ki, Osmanlı-Alman ikili ilişkilerinde en
azından iktisadi konularda Hansa Birliği’ne atıfta bulunmak gerekmektedir.
•
Aynı zamanda görülmektedir ki, Hansa Birliği kendi başına bir yapılanmadır ve
Prusya’yla herhangi bir yönetimsel birliktelikten söz etmek mümkün değildir.
•
Hatta Hansa Birliği, Prusya’nın başkenti Berlin’de bir elçi dahi bulundurmaktadır.
•
Tüm bunlar da göstermektedir ki, Hansa Birliği Alman coğrafyasında kendi yönetimini
diğer Alman devlet yapılanmalarına dahi kabul ettirebilecek güce ve özerkliğe sahiptir.
•
Osmanlı İmparatorluğu ile Hansa Birliği arasındaki iktisadi ilişkileri
incelemeden önce iki toplum, Osmanlı ve Alman toplumu, arasındaki tarihsel
arka plana bakmak adeta zorunluluktur.
•
İki toplum arasında kurulan ilk temaslar sadece iktisadi değil aynı zamanda
siyasi ve askeri ilişkileri de içinde barındırmaktadır.
•
Bu ilişkiler, Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunda etkili olan Prusya
Krallığı döneminde yoğunlaşmaktadır.
•
İlk diplomatik temaslar, Prusya Kralı I. Friedrich (1701-1713)’in tahta çıkışı
dolayısıyla Osmanlı heyetinin Berlin’i ziyaretiyle gerçekleşse de Alman
kentleriyle ticari ilişkiler çok daha önceleri Leipzig, Dresden, Augsburg,
Regensburg ve Nürnberg gibi Alman kentleriyle yapılan karşılıklı ticarete
dayanmaktadır.
•
Osmanlı İmparatorluğu ile Alman kentleri arasındaki ikili diplomatik
ilişkilerin temelini oluşturan asıl gelişmelerse Prusya Kralı II. Friedrich
(Büyük Friedrich)’in hükümdarlık yıllarına (1740-1786) dayanmaktadır.
•
Avusturya ve Rusya’nın Osmanlı ve Prusya’ya komşu ve düşman oluşları
kaçınılmaz olarak iki devletin bir araya gelmesini sağlamıştı.
•
Osmanlı’yla Prusya’nın birbirlerine sınırlarının olmayışı diğer komşuları gibi
birbirlerinin topraklarında yayılmalarını engelliyordu.
•
Bu duruma ek olarak Prusya’nın, Katolik Avusturya ve Ortodoks Rusya gibi
koyu Hristiyanlık öğretilerini benimsemeyen Protestanlık inancına sahip
olması Osmanlı’yla ittifak yapmasını da kolaylaştırmaktaydı.
•
Tüm bu gelişmeler iki devletin yakınlaşmasını sağlayan ortamı yaratmaktaydı.
Zamanla ikili ittifak anlaşması imzalasa da Prusya’nın kendi bölgesel ve iç sorunlarıyla
uğraşması iki devlet arasındaki ilişkilerin belirli bir düzeyde seyretmesine neden oldu.
•
Fransa’da 1789’da gerçekleşen devrim ve sonrasında yaşananlar Prusya’yı sınırları
konusunda düşünmeye sevk etti.
•
1806, IV. Koalisyon Savaşı’yla Napolyon Bonaparte liderliğindeki Fransa’nın
İngiltere, Rusya ve Prusya’dan oluşan birliği yenmesi ve Berlin’i işgal etmesiyle
Kutsal Roma Germen İmparatorluğu son buldu.
•
•
Bu da beraberinde Osmanlı-Prusya ilişkilerini duraklama dönemine soktu.
Bu dönemde Prusya’yı işgal eden Napolyon, ileride Alman birliğinin sağlanmasındaki
önemli adımlardan birini de attı.
•
• Fransa,
1806’da yıkılan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun boşluğunu
doldurmak ve Alman kentlerini daha iyi idare edebilmek adına ülke genelinde yapılan
düzenlemelerle o dönemde sayıları iki yüzü bulan Alman kentlerinin sayısını
altmışa düşürdü.
• Bu dönemde anayasanın da uygulamaya konulmasıyla kentlerin siyasi olarak bir
araya gelmelerine imkan tanındı.
• 1811’e
gelindiğinde, Hansa Birliği’nin önemli kentleri Lübeck, Hamburg ve
Bremen de Fransa tarafından ilhak edilse de 1813’te bu üç Hansa kenti tekrardan
bağımsızlıklarını kazandı.
• Daha sonra, Koalisyon Savaşları’na son veren 1815 Viyana Antlaşması’yla da
önceden sayıları altmışa düşürülen Alman kentlerinin sayısı bu sefer otuz sekize
düşürüldü ve Alman Konfederasyonu (Deutscher Bund) adı verilen bir yapı altında
birleştirildiler.
•
Alman Konfederasyonu, 1848 İhtilali’ne kadar varlığını devam ettirdi.
•
Bu tarihte birleşmiş bir Alman Devleti hayalini
taşıyan liberal ve devrimci fikirdeki ihtilalciler ayaklandılar.
•
Fakat ihtilalcilerin bu istekleri Alman kentleri arasında gerçekleşen
görüşmeler olumsuz sonuçlanınca gerçekleşemedi.
•
Hatta var olan konfederasyon da dağıldı.
•
Fakat, Prusya ve Avusturya önderliğinde 1850’de tekrar toplanan
konfederasyon bu sefer iki güç arasında liderlik çekişmelerine sahne
oldu.
•
1866’ya gelindiğindeyse, Avusturya-Prusya arasında kaçınılmaz savaş patlak
verdi ve konfederasyon tekrar dağıldı.
•
Konfederasyon her ne kadar dağılsa da birlik olma isteği devam eden Alman
kentleri yeni bir birliğin doğuşunu da sağladılar.
•
Main Nehri’nin kuzeyindeki birçok kuzey Almanya kenti, 1866’da Prusya
önderliğinde, Kuzey Almanya Konfederasyonu’nu (Norddeutscher Bund) kurdu.
•
Bu konfederasyonsa 1871’de Alman İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar
varlığını devam ettirdi.
1839 Osmanlı-Hansa İmtiyazlı Ticaret Anlaşması
•
Alman topraklarında siyasi ve askeri durumunun normale döndüğü vakitte, Osmanlı
İmparatorluğu 16 Ağustos 1838’de İngilizlerle bir ticaret anlaşması imzalamaktaydı.
•
Baltalimanı Antlaşması olarak da bilinen anlaşmayla İngilizler, Osmanlı İmparatorluğu
topraklarında gerçekleştirecekleri ticaretten çeşitli imtiyazlar sayesinde büyük karla elde
etmeyi garantilemekteydi.
•
Lübeck, Hamburg ve Bremen’in oluşturduğu Hansa Birliği de İngilizlere tanınan bu
imtiyazlardan faydalanmak adına hemen harekete geçti.
•
Birlik, Osmanlı İmparatorluğu’yla Baltalimanı’nın temel alındığı bir
antlaşmayı ilgili antlaşmadan dokuz ay sonra 20 Mayıs 1839’da
imzaladı.
•
Bu belgede anlaşma tarihi olarak 10 Mayıs 1839 belirtilmektedir.
•
Bu anlaşmadan önce Londra Sefiri Mustafa Reşid Paşa tarafından
Sadarete Belçika ile imzalanan ticaret anlaşmasının bir benzerinin Hansa
Birliği ile imzalanması yönünde bir yazı iletilmiştir.
•
Anlaşma tarihi olarak 26 Şaban 1256/22-23 Ekim 1840 tarihleri de
verilmektedir.
•
Başka bir kaynaktaysa, anlaşma tarihi olarak 18 Mayıs verilmektedir.
• Hansa
Birliği’nin İngilizlerle yapılan anlaşmanın üzerinden bir yıl bile
geçmeden Osmanlı’yla ticaret anlaşması imzalaması Prusya önderliğindeki Alman
Konfederasyonu karşısında büyük başarıydı.
• Anlaşmayı Hansa adına birliğin Londra elçisi James Colquhoun (1780-1855)
imzalarken; Osmanlı adına Londra Sefiri Mustafa Reşid Paşa (1800-1858)
imzaladı.
• Osmanlı İmparatorluğu ve Hansa Birliği arasında imzalanan on sekiz maddelik,
Seyri Sefain ve Ticaret Anlaşması anlaşması birkaç defa eklemelerle genişletildi.
• Antlaşma
aynı zamanda Osmanlı’yla bir Alman kent/devlet yapılanması
arasındaki ilk imtiyazlı ticaret anlaşmasıydı.
•
Hansa Birliği’nin Osmanlı İmparatorluğu’yla doğrudan ticari ilişkiler kurmasının
temelinde hem bir yandan Osmanlı’yla yakınlaşma isteği hem de Avrupalı devletlere
1838’de tanınan ticari ayrıcalıklardan faydalanma düşüncesi yatmaktaydı.
•
Tüm bunların yanında on yedinci yüzyılda Hansa Birliği'nin yavaş yavaş
dağılmasından sonra kurucu üyeler, Lübeck ve Hamburg’un yanı sıra Bremen, ticari
çıkarlarını savunmak ve komşu Alman prensliklerinin tecavüzlerine karşı
egemenliklerini savunmak adına Avrupa’nın güçlü devletleriyle diplomatik ilişkilerini
sürdürdüler.
•
Bu temsil ilişkisi, denizaşırı ticaret üzerindeki merkantilist kısıtlamaların
hafifletildiği on dokuzuncu yüzyılın başlarındaysa büyük ölçüde genişledi.
•
Avrupa, Asya ve Amerika’daki Hansa ileri karakolları, öncelikle ticari
ihtiyaçlara hizmet eden ve neredeyse yalnızca fahri konsoloslar
tarafından yönetilen bir yapıya sahipti.
•
Ancak Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki diğer limanlarda
konsolosluk açılması için öncelikle İstanbul’da bir diplomatik
temsilcilik açılması konusunda ısrar etti.
•
Müzakerelere başlanılan 1836’dan itibaren kat edilen süreçte,
Osmanlı’nın İngilizlerle imzaladığı 1838 Baltalimanı Antlaşması büyük
bir öneme sahiptir.
Osmanlı İmparatorluğu, Hansa Birliği’yle imzaladığı ilk anlaşmanın üzerinde çok
geçmeden, 15 Eylül 1841’de yeni bir anlaşmayla ilgili antlaşmanın esasları
detaylandırılmıştır.
•
Yeni anlaşmaya göre, ilgili anlaşmanın dördüncü maddesi uyarınca tarım ve sanayi
ürünlerinden alınan ve daha önceden kaldırılan dahili ticaret vergisi yerine eşyanın
kıymeti gereğince yüzde 9 ve iskeleden ihraçlarında da tüccarların yüzde 3’lük vergi
ödenmeleri belirtilirken, antlaşmanın yedi yıl süreyle geçerli olacağı aksi belirtilmedikçe
süre sonunda kendiliğinden yenileneceği de belirtilmiştir.
•
•
Antlaşmanın yeni ve İngiltere ve Fransa’yla imzalanan anlaşma
maddelerinden farklı olan kısmıysa her iki akit taraf için de en çok
kayırılan (müsaadeye mazhar) ulus hakları biçiminde karşılıklılık
sağlamasıydı.
•
Fakat Osmanlı’ya verilen bu taviz, tüm yabancı devletlere Hansa
kentlerinde serbest ve eşit rekabeti garanti eden Hansa ticaret
anlaşmasına karşılık geliyordu.
•
Ancak bu durumda, Osmanlı’nın bu deneyime sahip uzak mesafeye
gidebilen tüccarlarının neredeyse hiç bulunmaması mütekabiliyet ve en
çok kayırılan ulus muamelesinden pek de yararlanmayacağı
varsayılabilirdi.
İstanbul’da İlk Diplomatik Temsilcilik
•
Hansa Birliği, 1625’te ilk defa Lahey’de açtığı diplomatik
temsilciliğinden sonra birliğin sona erdiği güne kadar ticari ilişkide
bulunduğu bölgelerdeki çeşitli kentlerde temsilcilikler açmıştır.
•
Bu temsilcilikler bazen üç Hansa kentini temsilen tek çatı altında
olabileceği gibi genellikle her kent kendi diplomatik temsilciliğini
açmıştır.
•
Birliğin fiili olarak sona erdiği güne kadar Lübeck 202, Hamburg 286 ve
Bremen 217 diplomatik temsilciliğe sahipti.
•
Hansa Birliği her ne kadar iki antlaşma imzalanmış olsa da Osmanlı İmparatorluğu’nda
bir temsilciliği yoktu.
•
İlgili antlaşmalardan önce gerçekleşen görüşmelerde İstanbul’da bir diplomatik
temsilcilik açılması üzerine yapılan müzakereler, anlaşma metninin altıncı maddesi
uyarınca, 1842 Ekimi’nde İspanyol Antonio Lopez de Cordoba’nın (1799-1854) Hansa
elçisi olarak görevlendirilmesiyle karşılandı.
•
Cordoba’nın İstanbul’daki temsilciliği Hansa Birliği’nin Osmanlı’daki ilk ortak
temsiliydi.
•
Fakat İstanbul’dan önce İzmir’de Bremen müstakil bir temsilcilik açarak Johann Peter
Miller’i konsolos olarak atamıştı.
•
İzmir’de açılan bu konsolosluk birliğe dahil bir kentin Osmanlı’daki ilk temsil edilişiydi.
•
“…. Bu üç devlet de Osmanlı memleketlerinin ticari bölge, kent ve limanlarında
konsolosluklar açılmasına gereksinme gördükleri yerlerde gerek kendi uyruklarından ve
gerek yabancılardan bulunsun konsolos ve konsolos vekilleri atayabileler;…”
• İspanyol
Antonio Lopez de Cordoba sayesinde ilk etapta ihtiyaçlarını
karşılayan Hansa tüccarları zaman içerisinde Almanca konuşan bir elçiye
ihtiyaç duyduklarında birlik, İstanbul’a Alman kökenli bir görevli atama
konusunda karar aldı.
• Bu sayede, Hansa Birliği kendine ait özerk bir elçilik de açmış olacaktı.
• Bu
gelişme uyarınca, şark üzerine araştırmalar yapan Andreas David
Mordtmann, Hansa Birliği’nin İstanbul elçisi olarak 1846’da görevlendirildi ve
1847’de görevine başladı.
•
Lübeck, Hamburg ve Bremen’in oluşturduğu Hansa Birliği için İstanbul’daki
diplomatik temsilcilik, kıta Avrupası dışında tam diplomatik karaktere sahip ilk
tecrübeydi.
•
Osmanlı’da uzun zamandır diplomatik temsilcilikleri bulunan diğer deniz
cumhuriyetlerinin aksine, Venedik vb. gibi, birliğin Babıâli’nin yüksek siyasetinde aktif
bir rol oynamaya ne niyeti ne de kudreti vardı.
•
Her ne kadar Mordtmann, diğer konsoloslardan farklı bir göreve sahip olmasa da daha
çok tarafsızlığı ve ticari özgürlüğü desteklemekle yetinen bir dış siyasetle, bölgede
çatışan büyük güçler arasında birliğin haklarını savunmaya ve geliştirmeye çalıştı.
•
Bu sayede Mordtmann, İstanbul’dan elde ettiği ticari ve siyasi bilgilerle temsilciliğin
kapandığı 1859’a kadar aktif ve başarılı bir görev yerine getirdi.
•
Andreas Davı̇d Mordtmann, Alman Ulusal Birliği’nin (Deutscher
Nationalverein) 1859’da kuruluşuna kadar Hansa diplomatik temsilcisi olarak
İstanbul’da görev yaptı.
•
Bu tarihte, Hansa temsilciliği Prusya’nın İstanbul’da bulunan elçiliğinin
bünyesine girdi.
•
Böylelikle Mordtmann’ın görev ve yetkileri de sona erdi.
•
Osmanlı İmparatorluğu, Hansa elçiliğinin Prusya’ya devredilmesinden sonraki
süreçte Baltalimanı temel alınarak imzalanan imtiyazlı ticaret anlaşmalarında
zaman içerisinde revizyona gitmek istedi.
•
Bunun amacı en basit ifadeyle, yerli üretimi dış rekabetten korumaktı.
•
Bu durumdan haliyle Hansa Birliği’yle imzalanan anlaşma da etkilendi.
•
Fakat birliğin 1859’da elçiliğini Prusya’ya devretmesiyle ilgili görüşmeler artık
Almanların Osmanlı’daki tek temsilcisi Prusya elçiliği aracılığıyla
gerçekleştiriliyor gözükse de Osmanlı İmparatorluğu Berlin’de bulunan sefiri
Yanko Aristaki Efendi’yi dönemin Hansa Birliği Berlin Elçisi’yle müzakere
yapması konusunda ruhsat verdi.
•
Bu sayede Prusya’yla imzalanan ticaret antlaşmasının hükümleri
üzerinde görüşme imkanı tanınmış oldu.
•
Bu gelişmeler sonucunda Prusya’yla imzalanan 20 Mart 1862 tarihli
yeni anlaşma hükümleri uyarınca ithalattan alınan gümrük vergisi
yüzde 5’ten yüzde 8’e yükseltilirken ihracattan alınan gümrük
vergisiyse yüzde 12’den yüzde 8’e indirildi.
•
Ancak ihracat gümrüğü, takip eden her yıl yüzde 1 indirilmek kaydıyla 8
yıl sonunda yüzde 1’e düşürülecekti.
•
Bu anlaşma hükümleri aynı şekilde Hansa Birliği tarafından da
uygulanmıştır.
•
Hansa Birliği, 1859’da her ne kadar temsilciliğini Prusya’ya devretse de
görüldüğü üzere varlığını devam ettirmiş ve Osmanlı’yla ilişkilerini de
sürdürmüştür.
•
1866’da Prusya ve Avusturya arasında Alman kent devletleri üzerindeki
hakimiyeti belirleyecek olan Yedi Hafta Savaşı ya da Avusturya-Prusya Savaşı
olarak da bilinen savaşın patlak vermesiyle birlikte 1867’de Hansa Birliği’ni
oluşturan Lübeck, Hamburg ve Bremen, Prusya’nın yanında savaşa girmiştir.
•
Birlik üyeleri, 31 Ağustos 1867’de ilk seçimleri gerçekleştirilen Kuzey Almanya
Konfederasyonu’na (Norddeutscher Bund) tam katılım sağlamıştır.
•
Bu tarihten itibaren müstakil bir birlikten söz etmek pek de mümkün
değildir.
•
Öyle ki, Prusya’nın baskılarının iyiden iyiye hissettirildiği 1867’den
itibaren birliğe üye kentler, Kuzey Alman Konfederasyonu’na 1868’de
dahil oldular.
•
Böylelikle, 1839’da başlayan Osmanlı-Hansa resmi ilişkileri de son
bulmuş oldu.
•
Bu tarihten sonra Osmanlı İmparatorluğu ilk etapta Prusya Krallığı’yla
daha sonra da 1871 itibarıyla, yeni kurulan Alman İmparatorluğu’yla
ilişkilerine devam etmiştir.
Download