FİLM FESTİVALLERİ VE TÜRKİYE’DE SİNEMANIN GELECEĞİ Derleyen: Ebubekir Elkatmış Kültür Yayınları : 3 FİLM FESTİVALLERİ VE TÜRKİYE’DE SİNEMANIN GELECEĞİ Derleyen Ebubekir Elkatmış Sahi̇ bi̇ UBSD Uluslararasi Boğazi̇ çi̇ Si̇ nema Derneği̇ Derleyen Ebubekir Elkatmış Redaksiyon Melis Özbakır Kapak Tasarımı İsmai̇ l Büken Baskı Gülmat Matbaacılık Topkapı / İSTANBUL Tel: 0212 577 79 77 Matbaa Sertifika No: 18005 Merhabalar; İkinci Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’ni geride bırakıp, üçüncü kez sinemaseverlerin karşısına çıkmak için gün saydığımız bugünlerde hazırlamaya başladığımız kültür - sanat dizisinden bir kitabı daha siz değerli festival takipçilerimizle paylaşmanın gururunu yaşamaktayız. Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği olarak 2014 yılında düzenlediğimiz II. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen panel, forum ve atölyelerden bir kültür serisi hazırlamaya başladık. Bu kültür sanat dizisinin, gerçekleştirdiğimiz etkinliklerin, tıpkı sinema gibi hayata karışması ve üzerinde konuşulan, tartışılan, zihin yoran etkinliklerin yıllar sonra tekrar hatırlanması için önemli bir adım olacağı kanaatindeyiz. Serinin üçüncü kitabı olarak, Türkiye’de seyirciden yönetmene, dağıtımcıya ve festivallere uzanan süreçte yaşanan sektörel sorunları, sektörün tüm bileşenlerinden temsilcilerle konuşulduğu “Film Festivalleri ve Türkiye’de Sinemanın Geleceği” adlı forumun gelecek nesiller için bir bellek işlevi görmesini ve bu konuda oluşan sorulara bir cevap mahiyetini taşıyacağını düşündüğümüz için, yayınlamayı üzerimize bir borç biliyoruz. İkinci senesinde film gösterimlerinin yanı sıra Uluslararası Boğaziçi Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen özel etkinliklerin düzenlenmesine katkı sağlayan konuşmacılara ve tüm ekibimize teşekkür ediyor, emeklerimizin karşılığını bu satırlarda da görüyor olmak ve sizlerle paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. FESTİVAL BAŞKANI OGÜN ŞANLIER Merhabalar, Henüz ikinci yılımızda gerçekleştirdiğimiz “Festivaller ve Türkiye’de Sinemanın Geleceği” adlı foruma ait konu başlığının önemi bu yıl çok daha anlaşılır şekilde ortaya çıktı. Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği olarak bu konuyu gündemimizde tutmaya ve yıl içerisinde gerçekleştireceğimiz faaliyetlerle ülkemizdeki festivallerin daha güçlü ve etkili bir yapıya kavuşmaları için teorik altyapıyı güçlendirmeye ve kavramsal yapının ortaya çıkmasına gayret edeceğiz. Davetimizi kırmayıp forumda ana konuşmacılar arasında yer almayı kabul eden başta moderasyon yapan Film Yönetmenleri Derneği Başkanı Reis Çelik’e, ardından Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği Yönetim Kurulu Üyesi Yamaç Okur’a, Belgesel Sinemacılar Birliği üyesi Mustafa Ünlü’ye, Sinema Yazarları Derneği üyesi Olkan Özyurt’a ve dağıtımcı kimliği ile aramızda bulunan Ferhat Aslan’a teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca foruma destek veren sinemacılarımıza ve sinemaseverlere katkılarından ötürü en içten teşekkürlerimi belirtirim. GENEL SANAT YÖNETMENİ KAMİL KOÇ Reis Çelik: Reis Çelik 1961 yılında Ardahan’da doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşen Çelik, İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Müzik ve Tiyatro bölümü mezunudur.Gazetecilikten dağıtımcılığa, fotoğrafçılıktan video gazete yayıncılığına kadar pek çok işte çalışarak, belgesel filmler üretmeye başlayan Reis Çelik, çeşitli kuruluşlara altı yüz civarında reklam filmi çekmiştir.Türkiye’de yapılan ilk Nazım Hikmet belgeseli olan: Nazım Hikmet Ziyaretçin Var’ın ardından Işıklar Sönmesin, İnat Hikayeleri, Hoşçakal Yarın ve Lal Gece gibi filmlere imza atmıştır. Yamaç Okur: 1998 yılı Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi bölümü mezunudur. 2001 Ekim’inde yayın hayatına başlayan Altyazı Aylık Sinema Dergisi’nin kurucularından oldu. 2003-2013 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde çeşitli pozisyonlarda çalıştı ve Film Merkezi’nin kurumsallaşmasında pay sahibi oldu. 2007 yılında uzun metraj sinema filmleri yapmak üzere Nadir Öperli, Seyfi Teoman ve Enis Köstepen ile birlikte sinema filmleri yapmayı amaçlayan Bulut Film’i kurdu. Yapımcılığını yaptığı filmler birçok önemli festivalden ödülle döndü. Yönetmen ve yapımcıların oluşturduğu bir platform olan ve temel amacı üyeleri arasında iletişim ve dayanışma olan Yeni Sinema Hareketi’nin kurucularından oldu. 2011 yılından beri Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği (SE-YAP)’ın Yönetim Kurulu’nda görev almaktadır. 2015 Mart’ından bu yana Ay Yapım bünyesinde yapımcılık yapmaktadır. Ferhat Aslan: 1993 Marmara Üniversitesi Ekonomi bölümü mezunu olan Ferhat Aslan, eğitimine 1997’ye kadar Cambridge Üniversitesi’nde devam etmiştir. Ferhat Aslan Mars Sinema Grubu’nun dağıtım bölümü genel müdürü olarak kariyerini sürdürmektedir. Olkan Özyurt: Olkan Özyurt, ilk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra üniversite okumak için İstanbul’a gelmiştir. Ortaokul yıllarında tanıştığı sinemayla İstanbul’da daha yoğun olarak ilgilenmeye başlayan Özyurt, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde geçen üç yılın sonrasında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümüne geçerek sinema eğitimi almıştır. 2000 yılında Radikal Gazetesi’nin kültür sanat bölümünde aktif olarak gazeteciliğe başlamıştır. Filmleri, proje aşamasından başlayarak itinayla takip etmesiyle tanınır. 2000’li yıllarda çekilen çoğu filmin setine sızmayı başarmıştır. Radikal İki, Radikal Kitap, Radikal Cumartesi eklerinde ve Milliyet Sanat, Popüler Tarih, Sinema, Empire Türkiye, Aktüel gibi dergilerde yazıları yayımlandı. 2008 Eylül itibariyle Sabah Gazetesi’nde çalışmaya başlayan yazarın yazı ve söyleşileri Sabah Gazetesi’nde ve online sinema dergisi Arka Pencere’de yayımlanmaktadır. Ayrıca TRT2’de yayınlanan “Ve Sinema” programı için de danışmanlık ve metin yazarlığı yapmaktadır. Mustafa Ünlü: 1963 yılında Ankara’da doğan Ünlü, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü mezunudur. 1987 yılında TRT Haber Merkezi, İngilizce Bülten Prodüktörü olarak başladığı kariyerini yapım yardımcısı, muhabir, yapım yönetmeni, yönetmen ve öğretim görevlisi olarak sürdürdü. Ünlü, Belgesel Sinemacılar Meslek Birliği üyesidir. KAMİL KOÇ: Kıymetli misafirler hoş geldiniz. Davetimize katılım gösterip, bu pazar sabahı bizlerle olduğunuz için teşekkür ederim. Malumunuz II. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali başladı. Bu sene on beş gün sürecek olan festivalimizin; memleketimize bir festival daha kazandıralım derdinden ziyade, sinemamızın yükünü yüklenmesini; sinemamızı, dünya sinema terminolojisi içerisinde bir kimliğe kavuşturacak işlerin önünü açmasını istiyoruz. Dünyada teorik ve pratik bilgisiyle sinemamız üzerine ilgi gösteren meslektaşlarımızın, bizim sinemamızdan, daha güçlü bir şekilde bahsetmelerini temin için yola çıktık. Derdimiz bu. İddia sahibi bir ekip olarak bundan üç yıl önce çalışmaya başladık; ekibimize yeni arkadaşlar ekleyerek büyüyoruz. Geçen yıl bu salonda kısa filmci arkadaşlarımızın yapım ve destekleme sürecine, filmin üretim süreçlerine ilişkin bir forum daha yaptık. Çok keyifli oldu. Bu yıl da meseleyi festivaller üzerine yoğunlaştıralım ama bunu spesifik olarak festivallerin tartışıldığı; bu festival, şu festival meselesinden uzakta, bizi daha ileriye taşıyacak bir noktaya götürmemiz gerektiğini bilerek hareket edelim istedik. Zihnimizin tarihsel kodlarla çalışırken ‘tarih’i, bir sonraki adımı olan ‘tarif’ için algılamak ve bu mantıkla hareket etmek gibi bir düsturu var. Olması gerekenin de bu olduğunu düşünüyoruz. Onun için festivallerle Türkiye sinemasının geleceğini konuşmak istedik. Burada gerçekleştireceğimiz forumun usulü; herkesin söz hakkı alabileceği, konuşmacı arkadaşlarımızın belirttiği beş dakikayı geçmeyecek sunumlar yapılması şeklinde. Tabi ki konuşmanın kendi ritmi ve akıcılığı içerisinde uzayıp kısalabilir. Bunu salondaki arkadaşların tepkisi ile de dile getirebilir, şekillendirebiliriz. Forum tamamen kayıt altına alınacak. Bu forumun en büyük amacı buradan bir kitap çıkması ve bu kitabın yine her konuşmacının kendisine redakte için yeniden gönderilecek ve bu gönderilen metinler en son bu forumun düzenleyicisi olarak benim redakte etmemin ardından bir kitap haline dönüşecek ve tüm sektörümüze ücretsiz olarak dağıtılacak. Ev sahibi olarak moderasyon yapmak istemiyorum. Reis Çelik’i tanıyoruz hepimiz: Film Yönetmenleri Derneği başkanı. Reis Bey bu tip ortamları iyi modere ediyor, üslubuyla her ortamda bizi dinginleştirdiği için kendisinden rica ediyorum. Çünkü ben de tartışmaya katılmak istiyorum. Buyurun efendim. REİS ÇELİK: Teşekkür ederim. Aslında bu pazar sabahı güneşli olsaydı, gezerdik; ama bu pazar sabahı İstanbul yağmurlu olduğu için salonda bu kadar kalabalığız. Yoksa bu kadar olmazdık. Aslını sorarsanız bir ülkenin geleceği ve kaderi ya da bir sektörün ileriki zamanlarının konuşulması soğuk şeylerdir ve bunlar çok az insanla konuşulur. Biliyorsunuz meclistede komisyona havale edilir konular, eğer bir iş olmayacaksa komisyon görüşür 15-20 kişi birbiriyle dövüşür, sonuçta da o iş olmaz. Bizde de forumlara havale edilen şeyler pek hayata geçmiş değildir. Ama çok önemli bir özelliği olan yapıya sahibiz; çünkü kayıt altındaki konu10 FİLM-YÖN Derneği Başkanı, Reis Çelik şulan şeyler, günün birinde çözülmeye niyetlenildiği zaman insanların önüne gelir ve böyle bir şey konuşmuştuk, yapmıştık, söylemiştik deriz ve bunun üzerinden ana fikir tabanı oluşturur, o ana fikir tabanı üzerinden de bir çözüm önerimiz varsa çözmeye niyetleniriz. Onun için bu tür şeylerin yapılması çok önemli. Artık dünyada festivallerin formu değişti. Festivaller; sinemada sadece film göstermenin ötesine geçip o ülke sinemasının, sanatının dünya ile entegrasyonundan tutun kendi ülkesindeki sinemasal sorunların dile getirildiği çözüme yönelik yapıların masaya yatırıldığı birer merkez halini aldı. Son zamanlarda çok iyi örneklerle karşılaştık. En son Antalya’da SEYAP (Sinema Eseri Yapımcıları Meslek Birliği) ’ın düzenlemiş olduğu Antalya Film Forum, Türkiye’de film festivallerinde neler yapılması gerektiğine dair çok önemli bir adım oldu. Bu toplantının yapılması da buna katkı sağlayacak. Yoksa burada memleketi kurtarmayacağız. Geldiğimiz nokta konusunda bir iki söz söyleyerek konuşmaya başlayabiliriz. Yüz yıllık bir cumhuriyete yaklaştık, sinemanın da yüzüncü yılını kutluyoruz. Gelin görün ki sinemamız, bundan on beş sene öncesine kadar devlet tarafından asla desteklenmeyen, tam tersine devlet tarafından ha bire yargılanan, sansürlenen “nerden çıktı bunlar” diyen bir kafayla günümüze kadar geldi ve sektörün inanılmaz çabası ve savaşıyla ilk defa Türkiye’de sinemanın desteklenmesi konusunda bir yasa çıkardık. Gittik, mecliste 11 yattık, gerçekten o salonlarda iki yıl tükettik ve bugün Türkiye’de sinema üretiminin desteklenebilir olduğunu bu yüz yıllık devlete sonunda anlatabildik. Aynı zamanda onunla birlikte festivaller desteklenmeye başlandı. Sinema kültürünün köylere kadar uzanması sürecine girdik. Bunu da ilk etapta sinemaya dair her aşamanın desteklenmesi konusundaki taleplerimiz ile başardık. Festival yapmak istiyorlarsa “buyurun destekleyin” diye vurgu yaptık. Bugün gelişmemiz şu noktaya geldi. Sinema filmlerinin desteklenme potansiyeli olarak sürecin başlangıcından bu yana çok büyük bir değişiklik yapamadık fakat festivallerin desteklenmesi konusundaki taleplerimiz inanılmaz bir enflasyonun başlamasına neden oldu. Çünkü herkes bir festival yapmak istedi ve kiraz festivalinden bülbül festivaline kadar her yerde film festivalleri düzenlenmeye başlandı. Aslında kötü değil, iyidir fakat bu yapılan ciddi işleri boğacak noktaya gelip de suistimal noktasına taşındığı zaman problem olmaya başlar. O zaman da işte bu tür forumlar onu der-top etmeyi ve kültür sanatı yönlendirenlere neler söylememiz gerektiği konusunda bize bir yol gösterir. Biz de bunun üzerine böyle bir araya geliriz. Ne dersin Yamaç? YAMAÇ OKUR: Ben yapımcı kimliğim ile buradayım. 2007’den bu yana yaptığımız filmler hem ulusal hem uluslararası çeşitli film festivallerinde prömiyer yaptı veya gösterim seçkisine dahil oldu. Dolayısıyla festivaller anlamında deneyimli yapımcılardan bir tanesiyim. En azından son sekiz yılına şahidim. Festivallerle bağlantılı bazı notlarım var. Özellikle bu film yapım tarafı dışında festivaller tarafını konuşuyor olmayı çok önemsiyorum. Hatta Kamil, bu forumun fikrini ilk gün açtığında mümkün olduğu kadar konuyu kısıtlayalım ve bir şeye odaklanalım dedim. Çünkü Türkiye’deki festivalcilik mevzuu konuşulmayı hak ediyor. Dünyadaki en eski film festivallerinden birinin sahibiyiz. Antalya bu sene 51. yılını kutladı. Keza Adana Altın Koza ve İstanbul Film Festivali çok eski festivaller. Birtakım yeni festivaller, örneğin Malatya Film Festivali var, Gezici Film Festivali yıllardır başarı ile devam ediyor. Dolayısıyla epey bir festivalimiz var. Bu festivallere bakıldığı zaman, iki eğilim görüyorum ben; problem olarak da teşhis edilebilir. Bir tanesi festivallerin ortak özelliğine baktığımız zaman İstanbul haricindeki bütün festivallerin yerel desteklerle yapıldığını görüyoruz. Bu bir saptama. Dünyada da festivaller böyle yapılıyor fakat bir takım dengeler var. İki hafta önce “Festivaller İstanbul’da” projesi ile bağlantılı olarak Berlin Film Festivali’nin önemli programcılarını İstanbul’a davet ettik, aramızda geçen bir diyalogu aktarıyorum: Berlin Film Festivali’nin bütçesini sordum. “Nasıl bir bütçe ile Berlin Film Festivali yapılıyor, bunu nasıl finanse ediyorlar” diye... Şimdi bütçe rakamı çok önemli değil. 20-25 milyon euro idi yanlış hatırlamıyorsam. Fakat önemli olan şey şu festivalin ikinci direktörü olan Thomas: “1/3 ünü kamudan finanse ediyoruz, 1/3 ünü seyirci ve market bölümünden 12 SEYAP Yönetim Kurulu Üyesi, Yamaç Okur finanse ediyoruz, 1/3 ünü de sponsorlardan finanse ediyoruz. Dolayısıyla bir denge gözetiliyor. Evet kamu var, belediye var ama bunlar dışında seyirci de finanse ediyor, sektör de finanse ediyor ve sponsorlar da ödüyor” dedi. Şimdi bize döndüğümüz zaman örneğin ulusal festivaller olarak Antalya veya Adana’ya bakalım, ikisi de belediyeler tarafından düzenlenen festivaller. Festival başkanı aynı zamanda büyükşehir belediyesinin başkanı. Ve dolayısıyla belediyeler her beş yılda bir değiştiği için tabii ki de bir süreklilik yaratılamıyor. Sektörde meslektaşlarımızla konuştuğumuz zaman en büyük eksikliğin bahsi geçen durumdan kaynaklandığı söyleniyor. İki festivalin de öne çıkan eksikliği artistik direktörünün olmaması. Bu aslında festivalin tümüne yansıyor. Programına yansıyor, yönetimine yansıyor, sektör ile olan ilişkisine yansıyor, her tarafa yansıyor. Hatta Antalya Film Festivali için yeni belediye başkanı Menderes Türel geldiğinde sorular oldu basın toplantısında, ilk sorulan sorulardan bir tanesi “ Ne yapacaksınız? Burası kurumsallaşacak mı?”: “Biz de kurumsallaşmak istiyoruz ama beş yıl» diyor. Dolayısıyla artistik direktörlük kavramının Türkiye’de oturmaması ciddi sıkıntı olarak gözüküyor: Örneğin İstanbul Film Festivali, evet orada da eleştirilecek şeyler var ama sonuçta bir artistik direktörü var. Seçimleyemeyebiliriz oradaki kişileri, eleştirebiliriz ama artistik direktörlük kavramı olmadığı zaman kimi eleştirdiğimiz, neyi eleştirdiğimiz de 13 belli olmuyor. Antalya konusunda bir şeyi eleştirirken belediye başkanını mı eleştiriyoruz oradaki festival yönetimini mi eleştiriyoruz, bunlar netleşmiyor. O yüzden netleşmesinde fayda var. İkinci olay süreklilik ve kurumsallaşma olayı. Bizde birtakım yönetimsel sıkıntılar da var. Örneğin ben aynı zamanda Sinema Yapımcıları Meslek Birliği Yönetim Kurulu üyesiyim ama festivaller ile bağlantılı, festivalleri bir arada bulabileceğimiz bir oluşum yok. Adana, Antalya, İstanbul veya diğer festivaller bir araya gelip kendi ilke ve şartlarını konuşmuyorlar. Dolayısıyla bir süreklilik ve kurumsallaşma yok. Bir yere davetli olarak katılıp bir tanışıklık gerçekleşmesinin ardından, öbür yıl o kişi görevi devretmiş olabiliyor. Ondan sonraki yıl başka bir kişi değişiyor. Sadece festival direktörleri değil alt kadrolar da çok sık değiştiriliyor. Belediye ile bağlantılılar direkt olarak. Yine burada vurgulamak istediğim ulusal festivallerdeki yüksek para ödülleri. Bu kadar çok şeyi tartışıyor, eleştiriyor olmamızın sebeplerinden birisi de ulusal yarışmalarda verilen yüksek para ödülleri tabii ki. Dünyadaki festivallere baktığımızda: Ortadoğu’da bunu yapan festivaller var, Abu Dabi’de de var, onun dışında pek festival kalmadı. Genelde hep bu tip ödüller. En iyi film ödülü veriliyor. Örneğin Berlin Film Festivali’nde 50.000 euro veriliyor ama yarısı dağıtımcıya yarısı yapımcıya veriliyor. Özellikle Antalya ve Adana’da verilen para ödüllerinin yüksekliği söz konusu, bu yıl her ikisinde de 350.000 lira yanlış hatırlamıyorsam. Bu da bazı şeyleri tartışmayı zorlaştırıyor. Özellikle bu sene bunu Antalya’da yaşadık. Antalya ve Adana’nın yan yana oturarak bu konuda bir karar alması gerekiyor. Tarihselliğini anlayabiliyorum, yani bu para ödüllerinin başlangıcı -burada genç arkadaşlar da var- şöyle: sistematik destek mekanizması Türkiye’de 2004 yılında başlıyor. 2004 yılından önce sistematik bir destek mekanizması yok; bu yüzden bu festivaller daha eski festivaller olduğu için aynı zamanda Türk Filmleri’ne destek olarak da yola çıkmış. Fakat şu anda artık yılda en aşağı 10-12 milyon lira yapıma destek veriliyor. Dolayısıyla aynı durumda değiliz. Ne oluyor? Bu para ödüllerinin yüksekliği; jüriler eleştiriliyor, seçimler eleştiriliyor, jüri bulmak zorlaşıyor. Artistik direktörlük ve kurumsallık olmayınca bir festivalin yapısını korumak zorlaşıyor. REİS ÇELİK En can alıcı kısım orası zaten. Bir festivalin özgürlüğü yoksa, yönetim özgürlüğü yoksa, o festivalin geleceği de ne yazık ki belediye ile birlikte lağvediliyor. Bu bize çok yabancı bir şey değil. Çünkü devamlılık ilkesi bir devletin aklı demektir. Bu devletin devamlılık ilkesi hiç olmamış. Yani o koca temeller atılmış, inanılmaz paralar harcanmış yerlere bir bakıyorsunuz ki falan iktidar geldiğinde o yer artık yok. Onun yerine koltuğu bile değiştiriyor yani meclisteki koltuğa bile oturmak istemiyor. Bunlar geri kalmışlığın, hazımsızlığın, kendine güvensizliğin çok belirgin işaretleridir. Festivaller de, sinema filmi festivalleri de, son zamanlarda gelişmeye başladı ve bu anlamda ciddi yerler tutulmaya başlandı. Festivallerde biraz kenarda mı kalıyor yoksa öne çıkmaya başladı mı tartışmasıda yine bir festivalin aklıyla alakalı bir şey. O anlamda acaba Mustafa neler söyler bize. 14 BSB Üyesi, Mustafa Ünlü MUSTAFA ÜNLÜ Madem festivalleri konuşuyoruz, genelleme yapmak gerekirse; özendiğimiz, beğendiğimiz gündem oluşturan uluslararası festivaller gibi festivallere sahip olamamamızın iki tane temel nedeni var: Biri sinemanın kurumsallaşamaması. Türk Sineması maalesef kurumsallaşmayı başarabilmiş bir sinema değil. Destekler, önemli bir sıçramaya yol açmışsa bile, yapımcısıyla, arşiviyle, bağımsız destekleme kurumlarıyla, endüstriyel bir ülke sineması oluşturmayı yüz yılda başaramadık. İkincisi de festivallerin bağımsızlaşması -ki bu da birinci nedene bağlı. Bugün Türkiye›ye baktığınızda festivaller iki sebeple varlıklarını sürdürüyor: Birincisi destekler, yerel belediyelerin kendini bu alanda var etme gayreti nedeniyle devam ediyor. İkincisi de inat yüzünden devam ediyor. Bazı festivaller: “Bu festivalin yürümesi, sinemanın bir başarısıdır.” deyip devam edecek. Bir dönem başkanlığını da yaptığım, Belgesel Sinemacılar Birliği’nin on yedi yıldır düzenlediği, “1001 Belgesel Film Festivali” üzerinden örnekleyerek devam edeyim. Şu sıralar on yedinci yılında bu festival, on yedi yıldır kurumsallaşmadı. Açıkçası biz kendi kendimize bunun eleştirisini çok yapıyoruz. Niye devam ediyor? Devam ediyor; çünkü başlangıç noktasında Türkiye’de belgesellerle izleyicinin buluşabileceği, belgeselcilerin, belgesele merak duyanların bir araya gelebileceği bir platform yoktu. O platform olsun 15 diye başladı ve aynı nedenlerle devam ediyor. Bahsi geçen uluslararası festival, her sene yirmi beş yabancı konuk ağırlıyor. Bunları çok kısaca geçeceğim, her sene farklı ülkelerden beş yüze yakın uluslararası filmin başvurduğu festivalde sayılar altmışa düştü bu sene elli altmış film gösteriliyor. yan etkinlikleriyle, konferanslarıyla bir festivalden bahsediyoruz ve son dört yıldır 50 bin liraya yapılıyor bu festival. Nasıl yapılıyor? Tamamen gönüllü olarak yapılıyor. Gönüllü insanlar işlerini güçlerini bırakıyorlar, aylarca bu festivalle uğraşıyorlar. Sağdan soldan destekler alınıyor. Tabi belediyelerin ev sahipliği söz konusu, onun dışında da konsoloslukların destekleri, bilet ya da konukların ağırlanması gibi destekler var. Belediyeler otelleri karşılıyor. 50 bin lira da Kültür Bakanlığı’ndan geliyor. Altı sene önce 80 bin liraydı, ondan önce 90 bin liraydı, son dört senedir bizi 50 bin liraya bağladı bakanlık. Öyle öngörüyor, herhalde nasıl olsa yapıyorlar şu ya da bu şekilde deyip veriyorlar. Bunu örnek olarak verdim çünkü bu inat uğruna yapılan bir şey. Gönül ister ki bu festival bağımsız olsun; çünkü desteklerin de sonuçları oluyor tabii, yani beklentilere yol açıyor. Tartıştığımız sansür meseleleri, oto-sansür meseleleri, kayıt altına alınma meseleleri de başımızı ağrıtıyor. Destek; devletten, siyasetten geldiği zaman karşılıksız olmuyor. Belediye bir festival yaptığı zaman güncel siyasetin çok dışında kalamıyor. Bunlar da festivallerin kurumsallaşması konusunda ayrı engeller olarak karşımıza çıkıyor. Teşekkür ederim. REİS ÇELİK Ferhat bey, dağıtımcının bağımsızlığını tartışamayız, dağıtır veya dağıtmaz bilemiyoruz tabi. Aslında dağıtım, bir ülke sinemasındaki ya da festivallerindeki çok önemli bir yer. Bizde henüz oluşmamış olan bir alan. Yamaç’ın bahsettiği Berlin Film Festivali’ni gidip baştan sona seyrettiğiniz zaman festivalin arkasındaki gücün ne olduğunu, o dağıtım gücünün festivali nasıl iteklediğini, nasıl götürdüğünü görüyorsunuz. Dünyada büyük bir baskı gücüdür dağıtım işi. Çünkü bir ülkenin kurduğu festivalde o gelen filmlerin alınması, pazarlanması veya gelen filmleri daha önceden almış olan dağıtımcıların o festivaldeki yeri, tartışmasız. Ama bizde bir türlü ona entegre olamadık gibi geliyor bana. Siz ne diyorsunuz? Olduk mu? Olacak mıyız? FERHAT ASLAN Şimdi öncelikle ben sektör profesyoneli olarak katılıyorum. Daha çok dağıtım üzerine konuşacağım. Yaklaşık yirmi beş senedir sektördeyim. Festivallere bakışım: olması, yürütülmesi, desteklenmesi yönünde. Bir dağıtımcının bakışıyla Türkiye’de festival algısını değerlendireceğim. Dağıtımcının festivallere ilgi göstermemesinin en büyük nedenlerinden bir tanesi de bizim festivallerimizin ticari karşılığının olmaması. Günün sonunda, bizim gibi profesyoneller; dağıtıcı ve sinema sahibi, kazandığına bakıyor. Çünkü bu insanlar ticaret yapıyorlar ve işlere ticari bakıyorlar. Festivaller ticarileşemediği, seyirciden karşılık alamadığı sürece arkadaşların dediği gibi kimi 16 Dağıtımcı, Ferhat Aslan belediyenin desteği ile, kimi bir sponsor desteği ile devam eder ama bu süreç değişmeden ilerler. Festivallerin bir pazar haline dönüştürülmesi gerekiyor. Eğer, Berlin, Venedik veya Cannes gibi bir pazar haline dönüştürülürse, bu festivallerin gördüğü karşılığı kazanır. Fakat bizdeki festivaller genellikle art-house, sıkıcı filmlerin olduğu algısıyla karşılanıyor. Sinemacıda bunu yıkamazsınız. Biraz sonra dağıtıcının fonksiyonlarını anlatacağım ama sadece festivallere ilişkin bakışımı söylüyorum. Yıllardır ben de ticari sinemanın, popüler sinemanın temsilcisi olarak görev yaptım. Sinemacı, sinemada filmi sergileyen kişi, ticari karşılık olmadığı sürece festival filmlerini istemiyor. Karşı da değilim sinemacının o bakışına. Sinemalar pahalı organizasyon kurumları. Bu farklı şekilde ayrıştırılmalı. Bizde ticari olan filmler de bazen festival algısıyla karşılık bulamıyor. Burada, festival organize edişimizden, festivalleri anlatamamamızdan ya da kategorize edemememizden kaynaklanan sorunlar var. Bu algıyı yıkamadığımız sürece festivaller, böyle işte, kendimiz yan yana geliriz, konuşuruz ama bir sonuç olacağını düşünmüyorum. Festival filmlerini dağıtıcılar dağıtmakta zorlanıyor, evet, çünkü sinemacı festival filmi oynatmak istemiyor. Festival filmini veriyorsunuz ticari karşılığı yok. Sinemaya koyuyorsunuz gitmiyor. Festivalleri ticarileştirmezsek aynı şekilde devam edecektir. Festivaller ticari olursa bu, se17 yirciye, sinemacıya ve yapımcıya yansıyacaktır. Yoksa aynı şekilde devam eder. REİS ÇELİK Evet Olkan. Şimdi bu sinema yazarlığı aslında bizim yaptıklarımızın çok dışında. En serbest olan, en bağımsız olan bölüm orası. Çünkü yapan değil, pazarlayan değil, yöneten veya yazan değil sadece ortaya çıkan durum üzerinden hem sinemayı hem festivali değerlendirme gözlüğü aslında. Onun için de istediği gibi istediği yerden bakıp istediğini söyleyebiliyor. Genel anlamda, aslında çok belirgin sorunları anlattığımız bu bölümde Türkiye Sineması ve Festivalleri konusuna genel bakışın nedir, ne düşünüyorsun? OLKAN ÖZYURT Festivallerin aslında “işlevi nedir?” diye sormak gerekiyor. Yani Türkiye’de baktığımız zaman İstanbul Film Festivali’nin bir ekol ve okul olma hali vardır ve oradan bir çok yönetmen yetiştiği gibi bir çok sinema yazarı da yetişmiştir. Daha eski bir festival olan Antalya Film Festivali ile ilgili ben hiç bir şey duymadım. “A ben bu festivale katıldım, yıllarca film izledim ve sinema yazarı oldum, yönetmen oldum, şu oldum, bu oldum.” diyene de hiç rastlamadım açıkçası. Dolayısıyla, temelde seyirciyle kurduğu ciddi bir ilişki var festivallerin. Onun üzerinden de sinema kültürüne çok ciddi katkıları oluyor. Bunu en net şekilde İstanbul Film Festivali’nde görüyoruz. Film nasıl izleniri bile bir anlamda, İstanbul Film Festivali’nde öğrendik biz. Mengü Ertel’in o bağırmaları “susun kardeşim film izliyorum burada!” diye yüksek sesle konuşmalarıyla terbiye olmuş bir kuşağız. Aynı şekilde Antalya Film Festivali’nde teyzelerin dolma getirip aralarında dolma yediklerini de biliyorum. İkisi arasındaki fark burada. Festivaller sinema sektörüne katkıda bulundukları gibi, sinema kültürüne de nasıl katkıda bulunuyorlar, ben bu açıdan bakmaya çalışacağım. Sinema yazarları Ferhat Bey’in söylediği gibi “festivaller ticarileşemiyor, festivaller pazar haline dönüştürülmeli” gibi savların tam da karşısında. Çünkü buralar kültürel alanlardır ve ticaretin biraz dışında tutulması gereken yerlerdir. Türkiye’de sinema kültürü çok hassas bir dönemde. Doksanlarda, sizin yaptığınız, Kürt meselesi ile ilgili ilk filmi yanlış hatırlamıyorsam dört kopyayla 243 bin kişi izlemişti. Ama şimdi bugün dört kopya ile girebiliyor musunuz sinemalara? Niye giremezsiniz? Ben sizin filminizi Çemberlitaş’ta, kapıda sivil polisler falan varken, o riskle izlemiştim. O zaman sinema yazarı falan da değildim. Basit bir öğrenciydim. Peki beni o filme götüren neydi? İşte İstanbul Film Festivali’nde izlediğimiz filmler, görgü, orada oluşturduğumuz sinema kültürüydü. Bu kültürden uzaklaştığımızı, festivallerdeki para ödüllerinin yüksek tutulması ve karşısında rekabetin çok sert olması nedeniyle de seyirciyle kurduğu ilişkinin ciddi anlamda problemli olduğunu düşünüyorum. Elli yıllık bir festivalin seyircisi olmaz mı Antalya’da. Olamamış yani. Bir şekilde tamamlanabiliyor her seferinde 18 SİYAD Üyesi, Olkan Özyurt festival. Mesela ticari sinemaya bakın! Antalya ticari gösterimler sırasında da öncelikli bir şehir değil. Festival vaktinin dışında da vizyona giren Türk Filmleri’ne Antalya halkının iştirak ettiğini göremiyoruz. Niye oluşturulmuyor? Çünkü her belediye başkanı daha popülist yaklaşmak istiyor. Bir belediye başkanı için festivaller, hem Adana hem Antalya hem de diğerleri, kendilerini ve şehirlerini tanıtmak için mükemmel yerler. Direk ulusal basına çıkıyorlar, yani atıyorum Nevşehir belediye başkanını tanımazsınız ama Antalya belediye başkanını her daim tanırız. Festivali düzenlemenin gereklerini yerine getiriyorlar mı? Oralarda büyük soru işaretleri var. Ama bunun yanında seyirciye ne sunuyorlar? Oralarda da büyük soru işaretleri var. Kendi kişisel fikrimi söyleyeyim, sinema yazarı olarak: Bu festivallerin amaçlarına baktığımız zaman yirmi otuz yıldır değişmediğini görüyoruz. Türkiye’de sinema kültürünün yaygınlaşması, Türk Sineması’nın uluslararası alanda entegre olması gibi öyle birtakım tabirler var. Türk Sineması, dünya sinemasına zaten entegre olmuş durumda ve bu entegrasyonu da yapan, yapımcı algısının değişmesi, yönetmen algısının değişmesi. O, tırnak içinde ‘festival’ filmlerini çeken yönetmenlerdir. Mahsun Kırmızıgül’ün Türk Sineması’nın uluslararası entegrasyonuna ne kadar katkısı vardır? Tartışabiliriz; ama Nuri Bilge Ceylan’ın çok ciddi katkısı vardır. Nuri Bilge Ceylan direk doksanlarda nereden çıkmıştır? İstanbul 19 ve Antalya Film Festivalleri’nden çıkmıştır. O zaman ona, bu yönetmene yol açılmamış olsaydı Türk Sineması, dünya sinemasına bu kadar entegre olmayabilirdi. Bu anlamda festivallerin ciddi anlamda ticarileşmemesi gerektiğini ve pazara dönüştürülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Arka planda bir pazar haline getirilmesine katkı sağlanabilir ama sinemaya ekonomi terimleriyle yaklaştığımız zaman uzun vadede elimizde çok bir şey kalacağını düşünmüyorum. REİS ÇELİK Teşekkür ederim. İsterseniz biraz interaktif bir noktaya gidelim. Evet, Semir Aslanyürek. Konuşun hocam. SEMİR ASLANYÜREK Herkese merhaba, hepiniz hoş geldiniz. Daha doğrusu hepimiz hoş geldik. Ben özellikle sahnede oturmak istemedim. Sahnede, konuşmacılar arasında otursaydım salondaki kadar rahat konuşamazdım. Onun için ben izleyenler arasında oturmayı tercih ettim ve buradan saldırmak istiyorum. İlk başta şunu söylemek istiyorum: Forum konuşmacılarının tamamının konuştuğu şeyleri daha önce de çok dinledim. Yani kırk yıldır hemen hemen aynı şeyleri dinliyorum. Gelin sorunu daha açık ortaya koyalım isterseniz. Dışarıdan bakmak yerine sorunun içine girebilirsek içinin ne kadar kokuşmuş olduğunu göreceğiz. İkincisi, Lev Tolstoy sanatın üç tane amansız düşmanı olduğunu söyler. Bu üç amansız düşmanın birincisi Tolstoy’a göre Sanat Akademileridir. İkincisi sergiler, festivaller, eleştiri kurumu ve üçüncüsü de profesyonellik... Bu saptamayı çoğu kişi tarafından bir evliya olarak kabul edilen Tolstoy yapmıştır. Şimdi akademilerle, festivallerin, sinemanın sorunlarıyla ne alakası var, diyeceksiniz? Çok alakası var! Bu kurumların mutlaka ve çok ciddi bir şekilde sorgulanması gerekir. Gerçekten bunlar sanatın en amansız düşmanlarıdır. Nacizane bir akademisyen olarak okullara ayrıca değineceğim. Fakat şimdi, öncelikle festivallerin yararlarını sorgulamak istiyorum arkadaşlar! Bir festival niye yapılır? Gerçekten niye yapılır, bunu konuşalım isterseniz. Bu festivaller üç yüz seneden beri yapılıyor olsa ne yazar, hiç yapılmamış olsa ne yazar? Acaba, sinemayı izleyiciye sevdirmek için mi festival yapıyoruz? Kuşku duyuyorum bundan. Peki, dışarıya tanıtmak için mi? Yahut da demin arkadaşlar söyledi, yönetmen yetiştirmek için mi? Hayır. Yönetmen er meydanında yetişir, ne okulda ne festivalde ne de bilmem nerede. Er meydanında yetişir, sette yetişir yönetmen. Tabi onda o yetenek varsa. Bakın, ben yirmi beş yıldır sinema eğitimi veren bir öğretim üyesi olduğum halde bunu söylüyorum. Acınacak bir şey! Ben şahsen festivalleri bir eğlence, bir gösteriş olarak görüyorum. Bir gövde gösterisi hatta! “Festivale şunu davet ettik, bu geldi, şu geldi, festivalimiz şu kadara mal oldu” gösterisi... Bazı festivaller yüz binlerce dolar ödeyerek ABD’den meşhur bir 20 oyuncu davet ediyorlar. Bunun mantığını anlamakta zorlanıyorum. Bazen bir festivale harcanan paranın Türkiye’de bir yılda yapılan filmlerin yarısının bütçesine eşit olduğu görülebiliyor... Bazen festivallerimizi sektör çalışanlarının “yaz tatili” olarak görüyorum. Bu böyleyse inanın diyecek yok! Birkaç yıl önce benim gibi festival davetlisi bir yönetmen arkadaşımla barda kahve içiyorduk ki, festival organizasyonundan birinin arkadaşıyla dertleşirken, bazı sanatçıların bütün sene yan gelip yattıklarından, sonra festivale gelip beş yıldızlı otellerde tatil yaptıklarından yakındığını işitmiştik. Bize çok dokunmuştu, ayrılırken otel ücretlerimiz dahil tüm masraflarımızı kendimiz karşılamaya karar verdik... Ondan sonra festivallerden daha çok soğudum... REİS ÇELİK Hocam gaza gelmişsin. SEMİR ASLANYÜREK Bunu sen de biliyorsun Reis. Neyse, uzatmak istemiyorum. Sadece bazı değinmelerde bulunup yangını başlatacağım. Ondan sonra yangını siz söndürün isterseniz. Gerçekten festival, sektör çalışanları için günlük bir tatil ise diyecek yok. Çünkü sinema çalışanlarının tatil yapacak paraları yok! Bunlara kendimi de katıyorum. Diğer taraftan bir ülkede sinemanın iflas edişinin en önemli göstergelerinden biri, festivallerin mantar gibi üremesidir. Bir ülkede ne kadar bayram varsa, o ülkede durum o kadar vahim. Dikkat ederseniz bayramı çok olan toplumların genellikle yoksul toplumlar olduğunu görürsünüz. Bu toplumlar biraz nefes almak, yılda bir yiyemedikleri yemekleri bir kez olsun yiyebilmek için bayram yapıyorlar herhalde... Ülkemizin dünyada en çok sinema okulu olan ülke olduğunu biliyor muydunuz?. Türkiye’de yüz yirmi kadar sinema okulu olduğunu tahmin ediyorum. Atlas Okyanusu’ndan Ural Dağları’na kadar bütün Avrupa’da yüz yirmi sinema okulu olduğunu hiç sanmıyorum. Peki bu ne Allah aşkına? Kuluçka makinesi mi? Ayıptır kardeşim, insan utanır yani... Bunu devletin tepesi dahil bütün herkese haykırmak istiyorum. Bir ülkede bu kadar sinema okulu olmaz. İşe yaramayan ve sinema okulu demeye bin yalancı şahit gereken bu yüz yirmi okul yerine doğru dürüst bir okul Türkiye için yeter de artar bile... Kuluçka makinesinde civciv yetiştirir gibi sinemacı yetiştiriyorlar. Bir öğretim üyesi olarak şahsen bu durumdan utanıyorum. Eskiden üç yüz milyonluk Sovyetler Birliğinde tek bir sinema okulu vardı, o okulda en az elli ülkeden öğrenci de okuyordu. Ayrıca şunu eklemek istiyorum. Festivallerin sinemaya nasıl baktıklarını çok 21 merak ediyorum. Çünkü hiçbir festivalde böyle bir mevzunun konuşulduğuna tanık olmadım. Sinema bir sanat mı, yoksa bir ticaret mi? Bir de festivaller bu soruya cevap verirlerse şahane olur inanın. Şimdilik benden bu kadar! Dinlediğiniz için teşekkür ederim. REİS ÇELİK Evet, başka? Hanımefendi var orada. DERYA DURMAZ Merhaba. Ben Derya Durmaz. BİROY (Sinema Oyuncuları Meslek Birliği) ve Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği’nin yönetim kurulu üyeliklerini ve dış ilişkilerini yürüten kişiyim. Reis Bey’in, Mülteci filmi ile sekiz sene önce ilk defa oyuncu olarak uluslararası festivallere konuk oldum. Geçtiğimiz nisan ayında da kendi kısa filmim ile yönetmen olarak katıldım. Dolayısıyla biraz içinden de nasıl göründüğümüze bakmak istiyorum. Festivaller niçin yapılıyor? Popüler olmalılar mı? Bir taraftan düşününce bana tuhaf geliyor. Mesela, bir caz müziği festivalimiz var, klasik müzik festivali var; ama pop müzik festivali yok ve zaten buna gerek yok. Adı üstünde, popüler olan zaten herkese, her şekilde her kanaldan ulaşıyor. Ama ulaşmayanın da kendine ait bir kitlesi var. Arz - talep dediğiniz dengede illa biri öbüründen sonra gelmiyor. Bazen de siz arz ettikten sonra talep gelmeye başlıyor. Yani işi kültür tarafıyla ele alan festivallerin varlığı, zaten bu sunduğunuz sanat eserlerine ilgi duyan insanların, ilgi duyduğu şeyle bir araya gelmesini sağlar; hem de siz bunu gerçekten sağlam bir düzleme oturtabilirseniz talebi de arttırırsınız. Ondan sonra belki de bu festivaller kendi sinemacılarını, müzisyenlerini yetiştirir, belki kendi kemikleşmiş kitlelerini de geliştirir ve bu kitleler ve sanatçılar bir araya gelmenin hazzını da yaşayabilirler. Festivaller ticarileşmeli mi kısmını çok sağlıklı bir tartışma olarak görmüyorum. Kaldı ki zaten, bir şekilde her yapının eleştirilmesi gerekir. İstanbul Film Festivali örneğine bakacak olursak, bilet bulmakta zorlanırsınız geç kalırsanız. Demek ki, boş bir aktivite değil. Festivalde gösterilen her film izleyici ile buluşuyorsa bunun bir anlamı var demektir. Festivallerin mantar gibi çoğalma meselesine katılıyorum. Yerel bir festivalden yeni geldim. Festivalin kendisi yoktu aslında. Yani yeme içme vardı, kokteyller vardı ama festivalin kendisi yoktu. Filmler gösterilemiyordu. Buradan hareketle neden festival yapılıyor, sorusuna bir cevap aranabilir. Kültüre değil de başka bir şeylere hizmet etsin diye mi? Belediyeler desteklediğinde popülist olsun diye, birtakım gruplar kendi dünya görüşleriyle, kendi sanat anlayışları üzerinden bir şeyler yapmaya çalışıyorsa buradan sağlıksız sonuçlar çıkıyor. Amacımız burada x festival x kişiyi eleştirmek 22 değil fakat dediğim gibi somut örnek üzerinden konuşayım. Çektiğim kısa film nisan ayından beri on sekiz tane festivale katıldı, yedi ödül aldı, beşi yurtdışından, ikisi Türkiye’den. Benim filmim gibi, Berlin’e başvurup yarışma seçkisine dahil olmuş, Toronto’ya başvurup yarışma seçkisine dahil olmuş bir filmin, Türkiye’de uluslararası festivallere seçilemediğini görüyoruz. O zaman şunu sorgulamaya başlıyoruz. Herhangi bir festival adı vermekten vazgeçelim. Bizim adı sanı duyulan festivallerimizin kendi dünya görüşlerine uyan filmleri, seçkilere dahil ettiği bir takım oto sansürlü, baştan dışlayıcı şeyler yapabildiğini ve bizim de bunlara izleyici kaldığımızı görüyoruz. Bunları da tartışmamız gerektiğine inanıyorum. Bizim çıkış noktamız popülizm olsun veya olmasın, teması belirlenemeyen festivallerle baş başa kalmamız sürpriz bir sonuç olmuyor. İşin özünü unutuyoruz. Festival ne için? Sinema için. Bir film teknik olanakların verdiği en iyi şekilde gösterilerek sinemacıyla izleyiciyi bir araya getirmeli, yaptığımız işleri bizim izleyiciyle tartışabilmemiz, onlarla bunun keyfini birlikte çıkarabilmemiz gerekiyor. Türkiye’nin en büyük festivallerinden bir tanesinde ilk dakikadan, “biz altyazı yapamayız, siz bize yapın getirin.” sıkıntısını yaşadık. Şimdi ben bundan ne anladım? Sinemacı olarak devletten, belediyeden kendim fon almıyorum. Bir festival ortaya çıkıyor diyor ki, uluslararası bir yarışma yapıyorum, ayrıca misyonlarım arasında kısa filmi geliştirmek var. Kısa filmi geliştirme misyonu edinen uluslararası bir yarışma yapmaya soyunan organizasyonun aldığı fonları her şeyden önce: yemeden, içmeden, kokteylden, kırmızı halıdan önce gösterim şartlarına harcaması gerekiyor. Tabi ki hepimiz severiz, hoşumuza gider: güzel bir kokteyl de olsun, çok çalıştık, yorulduk... Semir Hoca’nın dediği gibi tatil yapamadık vesaire, üstüne güzel bir şeyler de olacaksa kimse hayır demez. Ama ortada içerik yoksa, daha binayı dikmediysek, sıvasıyla uğraşmanın bir anlamı yok. Buralara da dikkat edilmesi gerekiyor. Bir risk oluşturması mümkün olsa da meslek birliklerinin, festival yapılacak şehirlerde gerekli teknik altyapının sağlanabildiğini denetlemesi gerekir. Teşekkür ederim. REİS ÇELİK Çok sağ olun. Evet, başka arkadaşlardan varsa alalım. Beyefendiye mikrofon uzatabilir miyiz? EMRE YILDIRIM Selamlar, ben Emre Yıldırım. Şimdi hanımefendiyi tanımıyorum ama bir kısa metraj film, on sekiz tane festivali niye dolaşır? Filmin izleyici ile buluşması için diyelim. Festival niye yapılıyor? Filmler gelsin diye diyelim. İnternet varken bir kısa metraj film niye on sekiz tane festival gezer. Demek ki festivalin 23 amacı değil de film yapmanın amacıyla ilgili konuşmamız gerekiyor. Sanat, ticari veya festival diye ayrılır mı? Belgesel ayrılır mı? Benim yaptığım bir belgesel film Berlin Film Festivali’ne katıldı. On sene önce çağırdılar, param yoktu gidemedim. Ankara’ya ya da Antalya’ya giderim dedim. Seyirciyle birlikte oturayım, ne çekmişim, adamın gözünden görürüm. Derim ki “haa iyi bir film yaptım.” Seyirciyle birlikte otururum izlerim. Onlar beni ön elemeden geçirmediler. Bir hocamla bunu paylaştım. Ödüllü bir sinemacıydı: “Ödül avcısı mı olacaksın; sinemacı mı olacaksın?” dedi. O günden sonra ilk defa burada konuşuyorum. Şimdi bunları duydukça hocamın sözleri aklıma geliyor. Belki festival de yapmak lazım ama bence ilk soru filmi niye yapıyoruz? REİS ÇELİK Teşekkür ediyorum. Simdi biraz bu tarafa dönelim. Çünkü bu interaktif bir forum. Burada söylediklerimizin karşı muhatabı olarak kendimizi alalım. Sinema dediğimiz, sorun dediğimiz şey biziz. Biz dediğimiz zaten sinema. Olmasını istediğimiz şeyi, kime ve nasıl yaptıracağımızı konuşuyoruz. Bu sorunlar yumağını nereye taşıyacağımız konusunda söz birliği eksik olan bir sinema dünyasıyız. Ortak paydada buluşma kültüründen biraz yoksunuz. Bu karşılıklı söylediklerimiz ile kendimiz de muhatabız. Semir Bey’in de söylediklerinin oku kendisini göstermektedir. Moskova’da okudu. Hocam Moskova’da niye okudun? Kendisi profesör. Hocam niye profesörsün? Kendisi sinema yapar, festivale gider ben de kendime soruyorum, bunlar birer sorun, bunları ben de yapıyorum. Ama bir serzenişimi dile getiriyorum. Yahu hoca etme eyleme. Bir film yaptık arkasında duruyoruz. Acılarını çekip borçlarını ödüyoruz. Kameranın arkasında kimse görmüyor, bir- iki kız da bizi görsün ne olur yani? Buna göz dikme. Ayıp, bunu da elimizden mi alacaksın? Buyur. Hoca bir şey söyleyecek, buyurun. SEMİR ASLANYÜREK Foruma bir önerim var. Gelin sistemli gidelim. Mesela önce festivalleri tartışalım. Arkadaşlar çok güzel konuştular, Derya da, Emre de. Ama sistemli gidelim ve mümkün mertebe benim filmim, onun filmi demeden tartışalım ki gereksiz tartışmalara sebep olmasın. Tabi ki bu bir öneri. Bir de sırayla gidelim mesela. Önce festivallerden başlayalım. Yararları, zararları, çıkarları, bilmem neleri... Kaç festival yapılıyor? Acaba hakkını vererek ve olması gerektiği gibi yapılan bir festival, yarım yamalak veya sırf gösteriş için yapılan onlarca festivalden daha iyi değil mi? Kanaatimce hakkıyla yapılmış bir festival yarım yamalak onlarca festivale bedeldir. Sonra sinema okullarını tartışalım. Bir film niye yapılır, onu da sorgulayalım. Bu konuları sırayla tartışalım. Benim önerim bu. 24 REİS ÇELİK Varacağımız yer zaten, bunu yapıyoruz. Herkesin bir ateşi çıksın ortaya ondan sonra temeline inelim. Birbirimize yanıt verme durumunda değiliz. Yeni fikirleri ve neler olabiliri konuşursak bunun faydasını görmüş olacağız. Sorunu ortaya koymak ve üzerinden yürüyebilme ortamını sağlamak durumundayız. Senin bir söyleyeceğin vardı Mustafa. MUSTAFA ÜNLÜ Şimdi, eğer teyzeler dolma alıp festivale gidiyorlarsa, orada bir çelişki var. O zaman festivaller nasıl festival filmi gösteriyor? Demek ki öyle filmler göstermiyor ya da o teyzelerin durumu farklı. Bunu eleştirmek için söylemiyorum, bu ticarileşme meselesine ben de takılıyorum. Ferhat ticarileşmeli derken umuyorum ki pazarlaşmayı kastediyor. Festival ticarileşemez herhalde. Sinema kurumsallaşmadıkça festivaller de evirilemezler. Festivallerin sinemayı desteklemesi, belgesel alanını, kurmaca alanını desteklemesi söz konusu ise, bu ancak pazar haline gelmesiyle mümkün. Bir yandan filmleri izleyiciye izletir, bir yandan da bir pazar oluşturabilir, dağıtımcıların gelip orada Türkiye’nin sinemasıyla ya da farklı ülkelerin sinemasıyla buluşmalarını sağlayabilir. İkincisi: profesyonel bir alan oluşturması gerekiyor. Festival, bence bunun için de yapılır. Türkiye’de İstanbul Film Festivali’ne biz genelde film izlemeye gidiyoruz. Antalya Film Festivali’ne, kendimizi göstermeye gidiyoruz. İnsanlar da gelen şöhretleri görmeye gidiyor. Genelde hep böyledir. Böyle bir resim var Antalya’da. Ama yurtdışından kaç tane dağıtımcı o festivallere gelir? Yurtdışından kaç tane sinemacı, satın almacı bizim elli yıllık festivalimize gelip de Türk Sineması’nda bu yıl neler olmuş, neler üretmişler demeye gelir? Belki de biraz buna bakmak lazım. REİS ÇELİK Şimdi, Ferhat Bey size bir şey sormak istiyorum. Ferhat Bey bir dağıtımcı. Bizim duygusal bakışımızın ötesinde, olaya ticari olarak bakmak durumunda. İşin soğuk tarafında duruyor. Ben film çekmişim, olağanüstü ödüller alıyor falan; ama götürüyorum Ferhat Bey’e, diyor ki: “Reisciğim, buna on bin seyirci giderse, oh, öp başına koy.” Hayal kırıklığına uğruyorum. Ya nasıl olur? Oysa bu dünyaları fethetti falan. Öyle değil. Bizim duygusal olarak baktığımız eserin meta olarak kabul etmesek de kapitalist bir dünyanın içerisinde nasıl ayakta kalmamızı sağlayacağını, festival ile bu ticari yapının birbirinin içerisine nasıl gireceğini öğrenmemiz gerekiyor. Türkiye’de bağımsız sinemanın, art-house sinemanın kendisine nasıl yer edinip, yönetmenin yeni bir film çekebileceğinin koşulları da formülleri de yine duruma soğukkanlılıkla bakmakta yatıyor. Tabii ki festival sadece ticaretten oluşan bir şey olmayacak ama pazarlaması olduğu zaman daha faydalı olacak. Ferhat Bey yapılanmalardaki bu temel eksiğimiz konusunda ne diyorsunuz. 25 FERHAT ASLAN Tabii Reis Abi, seninle daha önce bir iki festivalde de konuştuk. Şimdi pazarlaması ve satımı en zor olan, film. Türkiye’de de festival algısı sıkıntılı. İstanbul Film Festivali diyoruz. İstanbul Film Festivali ticari bir festivaldir. Bu tartışılmaz. Dünyanın çeşitli yerlerinden, sansüre uğramış, ilgi çekmiş, bir şekilde pazarlaması yapılmış filmler geliyor. İyi yönetmenlerden, iyi yapımcılardan gelen filmler seyirciyle buluşuluyor. İstanbul Film Festivali ticari bir festivaldir. Bir sanat festivali de olsa, seyirci karşılığı olan bir festival. Bizim popüler sinema ile festival sinemasının halkta karşılığı yok, sıkıntı bu. yedi yüz bin seyircinin bin tane ya da beş yüz tane filme dağılması durumunda ticaretten söz edilemez. Seyircinin talebi olması lazım. Sinemacıya götürüyorsunuz, biliyorsunuz, almak istemiyor. Çok haklılar. Bir haftada anca elli kişiye ulaşırsa film, o salonu tutamıyorsunuz. Siz de geçmişte yaşadınız. Beyefendi de biraz önce söyledi. Festivaller yapılmalı ama bu tip festivaller: pazarla, alıcısıyla, satıcısıyla olmalı. Festival filmlerine para harcayamıyoruz, pazarlayamıyoruz, bir de o eksiğimiz var. Sizin dediğiniz gibi festivale bile katılırken çeşitli engeller çıkıyor. REİS ÇELİK Peki diyelim ki bu konuyu tartışıyoruz da, bir yere taşımak istiyoruz. Devlet tarafında, festival organizatörlüğü tarafında veya destekçiler tarafında ne olması lazım? Ne yapılması lazım? Antalya için örneğin ne öneriyorsunuz? MUSTAFA ÜNLÜ Bir de Türkiye de art-house festival var mı? FERHAT ASLAN Aslına bakarsanız festivallerin hepsi art-house algılanıyor, sıkıntı bu. Bu sinemacıda da var, seyircide de var. Festivale katılmış bir filmi, elli tane salona dağıtın; onların içerisinden beş tane, gerçekten art-house diyebileceğimiz - Kadıköy Rexx veya Ankara Kızılay gibi- birkaç salona koyun, bu beş salonda çalışır ama geri kalan kırk beş salonda çalışmaz. Bu tamamen seyircinin, bu festival filmidir, art-house’dur, uzundur tepkisiyle karşılamasından kaynaklanıyor. Festivaller, seyredilebilir algısı oluşturulabilirse; karşılığı olur. Mutlaka yönetmenler de yetiştirilmeli, ilk deneyimlerini yaşamalarına izin verilmeli ama seyirci yoksa, ne yönetmen olabilir ne de yapımcı… Bütün kapıları kapatırsınız. 26 REİS ÇELİK Yani algıdan kastınıza bir örnek vermek istiyorum. Şimdi Nuri Bilge filmleri genelde Türkiye’de yirmi bin seyirciyle izlenirken üç saatlik Kış Uykusu –ki çok güzel bir film- bu algıda değişikliğin ilk belini kıran oldu ve üç yüz bini geçti yanlış hatırlamıyorsam. FERHAT ASLAN Hatta o değil, 3 Maymun’dur. REİS ÇELİK Bu mu yani? Bunu mu kastediyorsunuz? FERHAT ASLAN Evet, evet. Yani pazarlanabilmeli, seyirciyle de mutlaka buluşturulması lazım. Festival filmlerinin sadece festivallere özgü olduğu algısı var dünyada. MUSTAFA ÜNLÜ Cannes’da ödül almasaydı, o zaman bu rakam olacak mıydı? FERHAT ASLAN Tabii, bunun da payı var, büyük bir reklam malzemesi. MUSTAFA ÜNLÜ O zaman festivalin böyle bir işlevi var diyebilir miyiz? Türkiye’de de böyle bir festival olsa… FERHAT ASLAN Onu diyorum ben. Festivaller, zaten organizasyon sahipleri için bir festival haline gelmesinden ötürü sıkıntılı. Dışarı açamıyoruz, festivalin toplumsallaşmasını sağlayamıyoruz, festivale seyirci getiremiyoruz. Nuri Bilge’nin 3 Maymunla Cannes’da ödül almasıyla beraber büyük bir pazarlama yapıldı. Sinema işi; pazarlama işi. Dünyada ne yaparsanız yapın: İstediğiniz malı üretin; pazarlamasını yapamıyorsanız satamazsınız. Ticari bir sinema var ve dünya sinemasının %95’ini temsil ediyor. 27 REİS ÇELİK Hocam şu Tolstoy’a bir sorsana, ne diyor bu konuda? Beyefendinin epeydir bir sorusu var, ondan sonra. ERSİN ELÇİN Öncelikle merhabalar herkese. Ben Ersin Elçin. ‘Bağımsız Sinema Kolektifi’nin kurucusuyum. Dağıtımcılar belli bir algıya sahipler; seyirci adına kararlar veriliyor. Festival filmi ya da ticari film olarak kim kategorize ediyor. Sinema adına bunlara kim karar veriyor? Hangi film iyidir? Hangi film kötüdür? Hangi film festival filmidir? Bakanlıktan para alan filmler bağımsız mıdır? Bağımsız film nedir? Festival yapıldığı zaman gideceğiz, birbirimizin filmini izleyeceğiz; çok iyi olmuş falan… Herkes birbirini tebrik edecek; ama halk izlemeyecek. Köy filmleri yapılacak ama köylüler izlemeyecek. Kasaba filmleri yapılacak ama kasabalılar izleyemeyecek; entelektüeller izleyecek, yazacak, çizecek... Bu kurumu kurarken yıllarca böyle dolduk, bir sürü insanla sinema üzerine konuşuldu, herkesin böyle sinema kurtarma, memleket kurtarma dolu geceleri olmuştur. Semir Hocaya da sormak istiyorum: Üniversitelerde, festivallerde, bizim sinemamızda kuramsal çalışan ve sanatsal açıdan bir buluşu olan yönetmen veya bir kurumumuz var mıdır? Biz festivallerde disiplinler arası düşünüyor muyuz? Sadece sinema, sinema, sinema tutturmuşuz. Acaba alternatif dağıtım alanları üretemez miyiz bir araya gelip? Tiyatroda film gösterimi olmaz mı? Olur. Sokakta da olur, kültür merkezlerinde de olur. 5-6 salonda hepimiz bir araya gelsek iyi bir filmi gösterebiliriz. Dernekler işin sadece ticari taraflarını, düşünüyor. Ödül sayısına göre gösterim koyuyor. Kariyer yaparken oturup, bunları mı düşünmeliyim? Filmim festivalden ödül alırsa beni insanlar tanıyacak. Böyle bir algıya sahip olmak zaten sektörü kafadan, sakat bir yere koymak oluyor. Yanlış yere inşa edilmiş bir sektörü şimdi oturup tartışıyoruz. Temeline inecek olursak, “sinema nedir” sorusunu, herkesin oturup bir düşünmesi lazım. Kime yapıyoruz? Kim izleyecek? Neyi eleştireceğiz? Onu konuşalım. Bir film yapıldığı zaman, salondan çıktıktan sonra, bu filmi nasıl yaptınız gibi magazinsel söyleşilere rastlıyoruz. Film iyi mi, kötü mü? Halk salak değil ki. İzleyen karar verir. Bir filmin iyiliğini kötülüğünü, nesini sevdiğini köylü insanlar bizden çok daha iyi bilir. Artık bu festivallerin ve insanların snop taraflarını da yontması gerekiyor. 28 REİS ÇELİK Teşekkür ederim. Kamil, bir şey demek istiyordun. KAMİL KOÇ Ferhat Abinin biraz önceki konuşmasına karşılık, bu bağlamda bir şeyler söyleyeceğim. Biraz sonra toparlamak adına da ekleyeceklerim olacak. Halil Cibran’ın “Derviş” kitabının film uyarlamasını, Salma Hayek prodüktörlüğünü üstlenerek Hollywood’dan on yönetmene yaptırdı. Bizim arkadaşlarımız da bunu Toronto’da izlediler, “Biz de gösterelim, açılış filmi yapalım.”dedik. Selma Hayek ile irtibata geçtiler ve gelmeyi kabul etti. Filmi de vermeyi kabul etti. Sonradan öğrendik ki filmin dağıtım haklarını Türkiye’den bir yapımcı, satın almış. Biz bu yapımcının ağzından girdik, burnundan çıktık, “Eğer filmim bir festivalin açılışında gösterilirse, festival filmi olarak lanse olur ve para kazanamam.” diyerek, bize filmi vermedi. Böyle bir algı var festivallerle ilgili. Bilmem anlatabiliyor muyum? Her üretim için geçerli olan bir söz var: “Marifet, iltifata tâbîdir; müşterisi olmayan mal zâyîdir.” Sinema için de iki iltifat makamı vardır: Film festivalleri ve Box Office istatistikleri. Biz festivallerin ne olup olmadığını, bir iltifat makamı olarak film festivallerinin kime, neye iltifat ettiği meselesini konuşabilirsek, Yamaç’ın açılım yaptığı festival direktörü meselesi, festivallerin kimliği ve kişiliği meselelerinden hareketle bir noktaya varabiliriz. Her festivalin bir kimliği, bir tavrı olmak zorunda. Olkan, İstanbul Film Festivali’nden bahsetti. Biz Olkan ile çocukluk arkadaşıyız, beraber büyüdük, o yazar olarak girdi, ben yapımcı, yönetmen, senarist tavrıyla girdim. İkimizin de geldiği noktada bir şey var. Beğenelim ya da beğenmeyelim, İstanbul Film Festivali diye bir film festivali var ve bir kimliği var bu festivalin. Antalya’da bir kimlik var mı yok mu? Adana’da var mı yok mu? Yani önce festivaller nasıl kimlik sahibi olur bu meselenin üzerinde durmalı. O zaman Derya Hanım’ın “Ben hangi festivale filmimi gönderebilirim, hangisine göndermemeliyim” sorusunun cevabı açığa çıkar. Aynı zamanda Yamaç’ın, dünyadaki festivallerle ilgili ciddi bir birikimi var. Avrupa’nın; Berlin, Venedik, Cannes gibi dünya çapında çok bilinen festivalleri var. Bu festivaller neden yapılıyor? Kimler tarafından yapılıyor? Bunların konuşup, bu festivallerin başlangıç noktalarına giderek bir sonuca ulaşılabilir. Marksist teoride değişmez bir şey vardır. Finansın merkezi, üretim süreçlerini belirler. Yani “Parayı veren düdüğü çalar.” der, Marksist teori. Finansı koyan, bütün üretim süreçlerinde: kitle iletişim ve sanatsal süreçlerinde, sizin güzergahınızı belirler. Bu tartışılır ama yine de sonuç bu olur. Ben Frankfurt Okulu’nun bu tavırla; Marksist teoriyi alaşağı etmek üzere yapılandırıldığını, özellikle 29 finans kapitalin İngiltere’den Amerika‘ya kayışıyla beraber, birinci dünya savaşıyla, ikinci dünya savaşı arasında cereyan eden o olaylara bağlıyorum. Bunun sinemamızla ya da festivallerle ilişkisi ne? Bunun direkt ilişkisi var. Finans kapitalin merkezi, bütün bu süreçlere tesir ediyor. Sinemacıyı kenara aldığınız zaman, sinema diye bir şey olmaz. Yaşadığımız son beş sene içerisinde Türkiye’de sinema ciddi anlamda bir kırılma yaşıyor sektör olarak, benim iddiam bu. Buradan bir sıçrama gerçekleştirebilir miyiz? Biz kendi ellerimizle ürettiğimiz ürünlerimize sahip çıkıp, finans kapitalin merkeziyle kendi ürünlerimiz arasında bir denklik ilişkisi kurabilir miyiz? Berlin Film Festivali: Tabii ki onun bir tavrı var, bir kültür politikası var. Ülkesinin kültür politikası çerçevesinde programını yapar, bölümlerini kurar, davetlilerini getirir. İşte Yamaç getirdi mesela. Gerçekten çok şık bir şekilde anlattılar ve biz, ikinci dünya savaşı sonrasında Almanya’nın ne duruma geldiğini ve ne durumda olduğunu; Berlin Film Festivali’nin bir Amerikalı subay tarafından kurulmuş olduğunu ve Amerika’nın Almanya İmparatorluğu üzerindeki hegemonyasıyla alakalı program detaylarını gördük orada. Cannes Film Festivali’ni kim kuruyor? Cannes Film Festivali’ni Fransa Kültür Bakanı kurmuyor. Milli Eğitim Bakanı kuruyor. Venedik Film Festivali, Maliye Bakanı tarafından kuruluyor. Bu, ülkelerin kendi kültür sanat politikalarıyla bağlantılı bir tavrı da gerektiriyor. Yani, “Eğer siz, dünya çapında bir festivalinizin olmasını istiyorsanız, kültür sanat politikası noktasında festivallerin ve ülkenin bir istikameti olmak durumunda.” diyorum. REİS ÇELİK Teşekkür ederim. Şimdi isterseniz somut şeyleri dile getirelim. Örneğin, nereden başlayalım? Önümüzde duran birkaç problem var. İlki: Biz gerçekten festivallerin yapılanması konusunda, sinema desteklemeleri konusunda, dağıtımlar konusunda, bir geçiş dönemine denk geldik. Burada belirlenecek politikalar, bundan sonraki yönlendirmeleri yapacak bir yasa, mecliste bekliyor. Bu destekleme yasasının kapsam genişletiliyor. Biz çalıştık üzerinde. Kısa filmcilere nasıl bakılacak? Dağıtım desteği nasıl verilmesi gerekiyor? Sinema salonlarının, seyircinin nasıl desteklenmesi gerekiyor veya bu festivallerin neler olabileceği nasıl belirleniyor? Olkan, şimdi bir eleştirmen olarak, bu konular üzerinden giderek, bir destek bulması açısından, neler söylüyorsun, neler öneriyorsun? OLKAN ÖZYURT Şu an 2014 yılındayız, 2004’de eğer Sinema Yasası çıkmamış olsaydı, biz bunları da konuşmuyor olacaktık. 2004’de çıkan yasayla belki de bir adım attı, devlet. Türkiye Cumhuriyeti ilk defa sinema alanında bir politika belirleme işine girdi. Ondan öncesine baktığımız zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür-sanat politikası olmadığı gibi sinema politikası da yok. Sinemacılara bakışı da, başta 30 belirttiniz ama, şöyle tanımlanabilir: Bunlar yaramaz çocuk. Hafif yaramazlık yaptığı zaman hep ensesine vurmuş devlet. Onun için de hiçbir zaman bir destek gösterilmemiş. Eğer destek gösterilmiş olsaydı, zaten “Umut” filmini kimse yurtdışına kaçırmak istemezdi, Cannes’da gösterilsin diye. Ancak 2004’de başlıyor devletin, sinemanın önemini anlaması, bir politika geliştirmesi ve desteklenmesi gerektiğine olan inanç. Fakat bu 2004’de çıkan yasayı zaman içerisinde pratik hayata geçirirken bir takım sorunlar çıktı. Şimdi daha iyi bir yasaya ihtiyaç duyuyoruz; çünkü 2004’de çıkan yasa güncel değil; içinde bulunduğumuz şartları kapsayamıyor. Kalıplaşmış algılardan kurtulmamız gerekiyor, meselelere bakarken. Festival filmi, gişe filmi... Halbuki iyi film vardır, kötü film vardır. Onun dışındaki nitelendirmeler biraz algı oyunu gibi geliyor bana. Mesela, “Bal” filmi “Altın Ayı” aldı, Almanya’da dokuz ay vizyonda kaldı, yüz yirmi bin seyirci yaptı. Türkiye’de on hafta, otuz bin seyirci. Utanmamız lazım bizim bundan. Ferhat Bey’e söylüyorum, Almanlar ne yaptıysa Türkler de yapabilirdi bunu. Pazarlama mı? Altın Ayı almışsınız, daha neyi pazarlayacaksınız? Hıncal Uluç bunun üzerine bir sayfa yazı yazdı, Semih Kaplanoğlu sinemasını sevmeyen birisi olarak: “Muhteşem bir şeydir.” diye. Bunu niye söylüyorum? Algıyı değiştirdiği için ve çok köşeli bir algıyı değiştirdiği için. Demek ki olabiliyormuş. Başka Sinema diye bir oluşum var. Tırnak içinde festival filmleri oynatıyor ve salonlar gayet dolu oluyor. Hatta onu bırakın çocuklu-anneli gösterime başladılar, onlar bile dolu dolu geçiyor. Burada problem olan şu, her film kendi potansiyel seyircisi ile Türkiye’de buluşamıyor ve o gişe filmi dediğimiz filmler para getirecek kaygısıyla o kadar çok salonda açılıyor ki diğer filmlere yer kalmıyor. Diğer filmler de kendilerini nerede gösterebiliyorlar? Festivallerde. Peki festivallerde ödül aldıktan sonra salonlara uğrayabiliyorlar mı? Şu anki durumda çok mümkün olmuyor ama siz Almanların inadı gibi inatlaşırsanız yani her sinema, bir salonunu bu tür filmlere ayırırsa bakın on yıl sonra nasıl her şey değişebiliyor Türkiye’de. Demin beyefendi söyledi, seyirciyle ilgili algısını. Ben “Yumurta”yı, Kars’ta gezici festivalde, ilk defa sinemaya giden bir teyze ile izledim. “Yumurta” filmine tırnak içinde o teyze katlandı ve ondan sonra belki yarım saat oturup o teyzeyle muhabbet ettik. O kalıplaşmış algılarla konuşmaya başladığımızda bir yol alamıyoruz ama başka türlü bir noktaya çevrildiği zaman insanlar izlerler, bu tür filmleri izlerler yani. “Sevmek Zamanı”, Türkiye’de vizyona girmemiş bir filmdir. Ama insanlara sorduğunuz zaman bilirler. Bazı filmleri insanlar vizyon sırasında keşfedemiyorlar. Gişe filmlerine bile dört hafta verirseniz potansiyel seyircisiyle asla buluşamaz. Bunun önüne geçmek için belki bu yasa, sinemalara kota koyabilir. Yasada; salonların iki tanesini bağımsız filmlere ayırmak zorundasın denildiği zaman on yıl sonra başka bir film dünyasını konuşuyor oluruz. Sinema kültürü dediğim şey, buydu. Kimse festivallerdeki bu yüksek konsantre 31 gereken filmleri anasının karnında öğrenmiyor. Biz de sinema yazarıyız ama Kemal Sunal filmleriyle büyüdük. Bruce Lee filmleri falan izliyorduk. Bu izleye izleye olabilecek bir şey ama bizim o izlemeyi sürekli kılmamız gerekiyor. Yoksa şöyle bir problem de var, insanlar sinemaya gelmiyorlar. Evlerde, artık cep telefonlarında bile film izleyebiliyoruz. Sinemalarda gişe filmlerinden de baygınlık gelmiş insanlara. Ben izlemem diyor yani. Bunu ne yapacağız şimdi? Festivaller; sinemacıların kendilerini rahat bir şekilde ifade ettiği alanlar olarak görülmeye başlandı ve tek alan olmaya başladı. Dolayısıyla orada bir sıkışma var şu an. Bazı şeylerin sorgulanması, bazı şeylerin yaşanması da bunun göstergesi. Eskiden daha büyük problemler yaşanıyordu festivallerde, bu kadar çok su yüzüne çıkmazdı. Ama şimdi tek mecra orası kaldı. Bağımsız sinema yapan adam ne yapsın? Elinde bir festival kalmış. Orada da kendini gösteremezse biz haberdar olamayacağız. SEMİR ASLANYÜREK Konuşmalarımız hep aynı şeyin etrafında döndüğü için insanlar salonu terk etmeye başladı, dikkat ederseniz. Ben on dört senedir, hatta on dört seneden de fazla, alternatif sinema salonları geliştirelim diye yakınıyorum. Dağıtımcı filmlerimizi dağıtmıyorsa biz sinemacılar da kendi salonlarımızı açar, dağıtımcının on beş, yirmi liraya on bin kişiye izlettiği sanat filmini, üç veya beş liraya bir milyon izleyiciye izletiriz. Ama benim sanat filminden kastım festivallerde ödül alan ne idüğü belirsiz ve hangi kriterlere göre ödül aldığı belli olmayan ‘sanat’ filmi değil! Sanat filmi demişken buna biraz açıklık getirmek istiyorum: Son zamanlarda festivallerde öyle filmlere ödüller veriliyor ki, akıllara zarar, deliliğe methiye... Hiçbir içeriği bulunmayan, ne olduğu ve neye hizmet ettiği belli olmayan bir sürü filmin ödül aldığını görüyoruz son zamanlarda. Ben sinema eğitimimi dünyanın belki de en muhteşem sinema okulunda aldım ve dünyaya ün salmış ustaların elinde yetiştim. Ayrıca yirmi dört yıldır sinema eğitimi veren bir öğretim üyesiyim. On dört yıldan beri profesör unvanını taşıyorum. Yazılmış bir düzine senaryom var, beş uzun metrajlı film yönettim. Son zamanlarda ödüle boğulan bir filmi izledikten sonra o filmden hiçbir şey anlamadım diye yemin edebiliyorsam, oturup biraz düşünmek gerekmez mi? Aptal mıyım acaba? Yoksa demode mi oldum? Umarım ne demek istediğim anlaşılmıştır... Öneriye, yani alternatif sinema salonlarına dönelim.Yıllardır alternatif sinema salonlarından söz eder dururum. Bir yasa çıkaracaklarmış! Çıkarmasınlar efendim! Sinemacıya yasa değil, asa lazım! Sinemacının elinde asa olması lazım. Yasa çıkaracaklar da ne işe yarayacak? Her hükümet istediği yasayı çıkarmak isterse ne olacak? Niye sektör kendi yasasını koymuyor? Sen kendi yasanı koymazsan birileri gelir seni kendi oyuncağı yapar. Niye sektörün kendi salonları 32 yok? Niye sektörün yani sinema çalışanlarından tutun, sinema birliğinin, set işçisinden yönetmenine kadar, hepsinin bir olduğu, sinema birliği yok? Elli tane sinema birliği var, derneği var ve ne işe yaradıklarını cidden çok merak ediyorum. Bunları kapatın lütfen. Bir tane örgüt kurun. Bütün sinema okullarını kapatın, bir tane okul açın. Bütün festivalleri sepetleyin, bir tane festival kalsın. Tüm bu saydığımız sinema kurumları, özellikle festivaller ya siyasetin, ya ticaretin, ya da çeşitli lobilerin esiri. Bu bütün dünyada böyle. Cannes da lobidir, Montreal de lobidir, bilmem ne de lobidir. Lobi çalışmaları, siyaset, ticaret, para, mafya ve çeteler... Sinemanın da mafyası oluyormuş... Sektör buna karşı gelmek zorunda. Bakın ben çok açık ve net söylüyorum... REİS ÇELİK Teşekkür ediyoruz hocam. SEMİR ASLANYÜREK Bir dakika beyler! Bana bir lobinin elinde olmayan yeryüzünde bir tek festival gösterin. Bu festival isterse elli haneli ücra bir köyün, ördekleri konu alan kısa film festivali olsun ama bir lobinin hegemonyası veya etkisi altında olmasın... Hodri meydan, bana böyle bir festival gösterin biliyorsanız. Benim önerim şudur ki, eğer dağıtımcılar filmlerimizi dağıtmıyorsa, o zaman kimse film vermesin. Tüm sektör birleşsin ve birbirine sahip çıksın. Bakın o zaman neler oluyor. Ticari filmler mi? Ticari filmler bu ülkenin seyircisinin beynini yıkıyor, kısırlaştırıyor. Demokritos söylemiştir: Bir köleye siyah zeytin yerine on kez arka arkaya keçi dışkısı yediriyorlar. Köle önce yediğinin berbat bir şey olduğunu söylese de, daha sonra tadını beğendiğini, yediğinin hiç fena olmadığını söylüyor. Yani sonuçta kanıksamış oluyor. Ticari sinema diye insan vicdan ve ahlakından soyutlanmış görüntülerin uyuşturucu ticaretinden ne farkı var? Eğer amaç para kazanmak ise, para kazandıran her şey mübahtır. Yani bu durumda amaç aracı haklı kılıyor... REİS ÇELİK Tamam mı? Biraz da biz konuşalım. SEMİR ASLANYÜREK Ticari filmler, biraz önce verdiğim örnekteki gibi, gerçekten insan algısını bozdular. İzleyicilere her türlü şeyi kanıksattılar ve her türlü zevksizliği zevk haline getirdiler. Bunun başta müsebbibi ticari film ve dizilerdir arkadaşlar. Artık diziden geçilmiyor. Dizi starı değilseniz, sizin filminizde bir dizi starı oynamıyorsa 33 sizin filminiz artık izleyiciyle buluşamaz. Oysa bunu değiştirmek mümkün. Bu arada “yüksek sanat” filmlerini de es geçmemek lazım. Hiçbir şey anlatmayan ve neye hizmet ettiği belli olmayan içeriksiz filmleri de sanat filmi diye yutturmak aynı şekilde çok zararlı. Demek istediğim sinema sanatı, para kazanmak adına her türlü ayıbı mübah gören ticari sinemayla, herhangi bir içerikten yoksun ve “deliliğe methiye” türünden filmler arasında sıkıştı kaldı. Sinemamızı bu çıkmazdan kurtarmak bizim görevimiz... Sektör kendi dağıtım ağını oluşturabilmeli ve sinema tüccarlarının dağıtmak istemediği filmlerini dağıtmalı. Bunu gerçekten yapabilmeli. Sinemacılar birlik olup kendi dağıtım şebekelerini ve salonlarını oluşturamıyorsa o zaman film tüccarlarını boykot etsin, kimse filmini onlara vermesin. Gerekirse bir yıl kimse film çekmesin... Tabi bunlar heyecanla söylenmiş sözler... Ama birlik olup iyi düşünülürse ve insanlar kararlılık gösterirse en zor sorunlar çözüm bulur... REİS ÇELİK Bu da ciddi bir öneri. Ciddi öneri olarak alıyoruz. SEMİR ASLANYÜREK Bana öyle geliyor ki, sinema festivalleri de, sinema okulları da, film dağıtımı da eğer sektörün elinde değilse sinema hiçbir zaman rayına oturmayacak. Sinemanın yapımından eğitimine ve dağıtımına kadar her şeyi sektörün elinde, çalışanların elinde olmalı. Üreten bunu sahiplenmeli. Festivalleri de okulları da ticaretini de. Eğer üretenler bunu sahiplenmiyorsa o zaman geçmiş olsun! O zaman forum yapmaya da gerek yok... KAMİL KOÇ Eğer elimizde böyle bir değnek varsa ve bu değneğin tutulması gerekiyorsa en makul yer ortası olur herhalde. REİS ÇELİK Şimdi Semir Hocayı biraz daha sinirlendirerek devam edeyim. Türkiye’deki en büyük eksiklik, alternatif bağımsız sinemaların olmayışıdır. Almanya’da bine yakın bağımsız sinema salonu vardır, Fransa’da yedi yüz civarındadır, İngiltere’de çoktur ve bunlar yerel yönetimler tarafından desteklidir ve buralar art-house sinemanın gösterildiği yer, haftalarca ayakta kalabildiği yerdir. Türkiye’de tek örneği de benim 1999’da kurduğum Yeşilçam Sineması’dır; ama hocanın bir gün öğrencileri toplayıp getirdiğini hiç görmedim. Evet Yamaç, festivaller konusunda, festivallerin bağımsızlaşması ve bir festivalin dünyada söz sahibi olabilmesi açısından, almamız gereken yol nedir? 34 YAMAÇ OKUR İlk turda unuttum söylemeyi, Atlas Sineması’nda bu forumun yapılmasını çok önemli buluyorum, çok doğru bir karar Boğaziçi Film Festivali için. Festivallerin en önemli sorunlarından birisi de mekan sorunu, ne yazık ki. Emek Sineması’nın daha geçtiğimiz yıl yıkıldığını ve bu ölçekte, bu büyüklükte kalan tek sinema olarak Atlas’ın kaldığını ve İstanbul Film Festivali’nde ana gösterim mekanı olduğunu tarihe bir not düşmek gerekiyor. İlk turda biraz daha problemler üzerine gittik. Problemler her zaman daha fazla. Ne yapmalı? Bir, tabi herkes kendi çöplüğüne bakmalı. Herkes kendi lokaline bakıp çalışmalı. Yapımcılar kendi lokaline, yönetmenler kendi lokaline. Ve ben burada anahtar kelime olarak örgütlenme kelimesini koymak istiyorum. Örgütlülük, bir arada yol almak, beraber yol almak, tartışmak. Türkiye’deki tartışma kültürü çok parlak değil. Sinema da bundan nasibini alıyor. Meslek birliklerini, dernekleri, kurumları beğenmeyebiliriz, ama bunların içerisinde yer almamız, örgütlenmemiz gerekiyor. Ne zaman ki film üretenler bu kurumlarda daha fazla yer alacaklar, yönetim kurullarına gelecekler o zaman daha sağlıklı tartışmalar yürüyecek. Festivaller belediyeler tarafından finanse ediliyor olabilir, daha çok devlet tarafından finanse ediliyor olabilir ama önemli değil. Aslında gücü bizim ürettiğimiz filmlerden alıyor. Dolayısıyla bir arada hareket edildiği an aslında ana güç festivallerin. Antalya örneğinde bunu yaşadık aslında. Antalya neyle hatırlanacak? Ki bu sene gidenler biliyor festival son yıllarda olmadığı kadar profesyonelce düzenlendi. Gelenler tanık oldu. Ama bu sene festival kocaman bir yarışmanın yapılmamasıyla hatırlanacak. Belgesel yarışmasının olmamasıyla hatırlanacak. Örneğin Antalya Film Forum’dan bahsetti Reis Çelik. Bu arada bir not düşeyim SEYAP düzenlemedi; tamamen bağımsızdı, sektörün de desteklediği bir organizasyon olarak düzenlendi. SEYAP’dan da içinde yer alan arkadaşlar desteklediler, ben dahil olmak üzere. Ama Antalya Film Forumu’nun iyi yapılmış olmasının bir önemi yok. Dolayısıyla ilk kelime olarak bu örgütlenme kelimesini koymak istiyorum. İkinci şey, evet yasaları küçümseyebiliriz ama üst yapılar çok önemli. Tutunduğunuz bir dal olmazsa neyi konuşacaksınız? Olkan da bahsetti, 2004 yılında çıkan yasa sayesinde hepimiz buradayız. Çünkü o sayede bir sürü film üretildi. O olmasa üretilir miydi? Bu çapta üretilmezdi. Sonuçta her sene 30-40 film destekleniyor. Kurumun kararlarını beğenmeyebiliriz ama kurul, sektör temsilcilerinin çoğunluğunu oluşturan bir kurul. Değiştirmek bizim elimizde. Dolayısıyla yasa çok önemli. Şu anda yeni bir yasanın arifesindeyiz. İlk defa Kültür Bakanı, Los Angeles ziyaretinde yeni yasayı açıkladı. Ocak ayında meclise gelmesi gündemde. Sektör eski yıllara göre çok daha organize bu noktada. Mesela biz artık yasa 35 yazabilecek noktaya geldik kendi bilgi birikimimizle, ama yine de nasıl bir yasa geçecek bilmiyoruz. Tabi burada da anahtar kelime kültür-sanat politikası, özellikle sinema politikası. Örneğin, şu an mevcut hükümetin, kültür-sanat politikası ve sinema politikası ne? Sonuçta yasa da aslında bunu gösterecek. Bakan’ın yaptığı açıklamada bunu ekonomik olarak görüyoruz. Yurtdışından yabancı filmlerin Türkiye’ye gelişi olarak biraz açıklandı. Bu bir havuç mu? Yoksa bunun üzerinde aslında bir sinema kültürü yaratmaya yönelik bir yasa mı olacak? Bütün bunları göreceğiz. Biz bir sürü şey önerdik. Bunların ne kadarının bu yasada yer alacağını hep birlikte göreceğiz. Destek mekanizmasının çeşitlendirilmesi çok önemli. Türkiye’de sadece film yapımı destekleniyor. Halbuki film yapımı olduğu kadar senaristlerin yetişmesi, laboratuarların desteklenmesi, proje geliştirme aşamasının desteklenmesi, sinema salonlarının desteklenmesi gerekiyor. Avrupa’ya baktığınız zaman, bunu son derece iyi görebiliyorsunuz. Sağlıklı bir destek mekanizmasında filmlerin ne kadar destek alabileceği, diğer destek mekanizmalarının ne kadar olacağı önemli, festivallerin de ne kadar destek alacağı önemli. Örneğin işte CHP’li bir belediye ile AKP’li bir belediyenin aynı destekleri alması lazım. Festival aynı çünkü. Bunların artık siyasetten ayrıştırılması lazım. Bu noktada güç yine sektöre ait. Sektör eğer kendisi birtakım şeylerde diretebilirse, ona göre gider. Şimdi Ferhat Bey haklı olarak bir dağıtım şirketi gözüyle pazar olgusundan bahsetti. Kendi gözünden haklı olduğu noktalar açık. Fakat bu endüstri ve festival ilişkisi çok önemli bir ilişki. Mesela Semir Hoca lobi olarak, bağlantılarını açıklıyor. Bu aslında biraz festivallerin ne olduğu ve nasıl olduğu, onları nasıl tanımladığınızla ilgili bir şey. Artık dünyada festivaller alternatif bir dağıtım kanalı haline dönüşmüş durumda. Dünyada benim bildiğim kadarıyla 10.000’e yakın, her filmin gidebileceği farklı festivaller var, öyle düşünün. Ticari filmlerin de; izlenmesi zor olan filmlerin de gidebileceği festivaller var. Dolayısıyla bu endüstri ilişkisi çok önemli. Örneğin İstanbul Film Festivali on yıl önce Köprüde Buluşmalar Ortak Yapım ve Proje Geliştirme Platformu’nu kurdu. Alınan kararları beğenmeyebiliriz ama bu sayede farklı bir destek mekanizması oluştu. Bu bence çok önemli ki festivallerin son yirmi yılına baktığımız zaman artık sadece film gösterilen yerler değil, aslında projeleri daha fikir aşamasında iken keşfeden, onlara destek vermeye çalışan, film profesyonelleriyle buluşturan yerler olduğunu görüyoruz. Antalya ve Adana’nın da aslında bu konuda çabaları olmuştu. Adana “Adana Bazaar” diye bir organizasyon yapıyor. Antalya bu sene “Antalya Film Forum’’a başladı. Bunlar endüstri ile olan ilişkilerde çok önemli. Bir yandan da festivallere kimler geliyor? Kimler çağırılıyor? Burada bir sistematik var mı? Bence, bu organizasyonlar sayesinde biraz daha netleşecek. Ne yapmalı konusunda bir şey daha; mutlaka festivaller yine yıl içine yayılacak etkinliklerde bulunmalı. Özellikle belediyelerin düzenlediği festivaller. 36 Bu seyirci olgusu adına çok önemli. Yani kimin gittiği. Sadece bir hafta, on gün festival yaparak bir kentte seyirci yaratamıyorsunuz. Mutlaka yıl içerisine yayılacak örgütlenmeler, sinema kulüpleri oluşturmak gerekiyor. Bu aslında belediyelerin görevi, bir kamu politikası. Türkiye’de ne yazık ki belediyelerin çok az yaptığı bir şey. Yine bence tepede kültür-sanat politikasının olmamasıyla bağlantılı. Türkiye’de sanat ne yazık ki çoğu zaman korkulan bir alan halinde. Sadece AKP değil; daha önceki dönemler için de geçerli bu, genel olarak konuşuyorum. Dolayısıyla bu festival merkezi çok önemli. Örneğin İstanbul Film Festivali’ni hepimiz seviyoruz. Benimde kendi sinema kültürümü oluşturan yerlerden birisi ama İstanbul Film Festivali’nin 34 yıldır bir festival merkezi oluşturamamış olması durumunu eleştirmek gerekiyor. Bu da acıklı bir şey. Bu kadar yılda bir festival sarayının, merkezinin olamaması. Adana’nın yıllardır yapılıp, Altın Koza’nın hala ana gösterim merkezinin bir alışveriş merkezi salonu olması. Bütün bunları da konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla politikayla bağlantılı olarak yine bu yapısallaşma, kurumsallaşma anahtar kelimeler… REİS ÇELİK Ferhat Bey, sinema salonlarında alternatif ve bağımsız sinema dediğimiz filmlerin yer alması, bunların var olabilmesinin koşulları konusundaki net uyarılarınız ve önerileriniz nedir? FERHAT ASLAN Şöyle bir sıkıntı var ülkemizde: Sinema salonu sayısı yetersiz. Yani üretime baktığınız zaman dört yüz tane filmin vizyona sunulmaya çalışıldığı bir ülkede, 2100 salon var. Bu 2100 salondan altı yüzünün üzerini çizerseniz aslında 14001500 salonda dört yüz tane filmi vizyona sokmaya çalışıyorsunuz. Alternatif sinemanın, bağımsız sinemanın, art-house -ne dersek diyelim- bunların yer bulabilmesi için salon arzının daha iyi olması lazım. Çünkü bizim bir sıkıntımız daha var. Bu da belli bölgelerde salon arzı olması. Mesela sinemasız illerimiz var. Sineması olsa bile vizyona çıkacak malları karşılayamayacak bir kapasite sorunu var. Aynı zamanda Türkiye’nin ve Akdeniz ülkelerinin en büyük sıkıntısı, herkesin filmini kasım ile mart arasında çıkarmak istemesi. Bu maalesef büyük bir sıkıntı. O dönemde çıkmak istediği için de insanlar filmi ya çıkartamıyor ya da çıkarsa da “Bal” filmi gibi oluyor. Çünkü mart ve aralık arasında iki yüz tane filmi sokmaya çalıştığınız için salon bulamıyorsunuz. En büyük sıkıntılardan bir tanesi bu. Salon bulsa bile seyirci ile buluşma şansı olmuyor. Şu anda salon sayısı noktasında benim yaptığım çalışmalarda tahminimce minimum bin tane salona ihtiyacı var bu ülkenin. İstanbul’un çeşitli bölgeleri olmak üzere, İzmir gibi şehirlerde de salon sıkıntısı var. Antalya’ya gidiyorsunuz: dört sinema var. Bursa’da giremezsiniz bile; popüler sinema çok çalışır. 37 REİS ÇELİK Bir şey sormak istiyorum. Diyelim ki bin salon daha eklediğimiz zaman benim veya herhangi bir arkadaşımın veya bir öğrencinin çektiği minimal bir sinema filminin üç dört hafta oynama koşulu ne olmalı? Somut olarak ne öneriyorsunuz? FERHAT ASLAN Şimdi herkes diyor ki bağımsız sinema farklıdır. Fakat günün sonunda ticarete geliyorsunuz, ne kadar tartışırsanız tartışın bundan kaçamazsınız. Yapımcı olarak da sinemaya film koyduğunuz zaman karşılığını görmek istiyorsunuz. Ben bir sürü bağımsız, ödül almış yönetmen ve yapımcıyla görüştüm. Geliyorlar: “E benim filmim ticari bir film.” Tamam koyalım. Herkes yüz kopya iki yüz sinema iki yüz salonda olalım istiyor. Diyorum ki -bu benim görüşümdür, katılır ya da katılmazsınız “ yapın, on tane salonda çıkalım, ne diyorsunuz?”. Evet, senin filmin eğer on tane hedef salonda çıkarsa seyirciyle buluşur. Yapımcılarımızda, bağımsız sinema yapıyorum diyen, art-house ya da sanat sineması yapanlarda da bu sıkıntımız var. Eğer salon sayısını arttırırsak emin olun arz tarafı dengelenecek. Sektörün en büyük sıkıntılarından bir tanesi de sezon sorunu. Kasım ile mart arasına sıkışmış sezon. Ben o sıkıntıyı yaşıyorum. Muhtemelen bütün dağıtımcılar yirmi yıldır bununla karşı karşıya. Ocakta film çıkmak istiyor. Katılsak da katılmasak da ocaktaki seyirci algısı çocuk, aile, çizgi film seyrinde oluyor. Sinemacı da haliyle ona yöneliyor. Ama en büyük sıkıntılardan bir tanesi, film oynatabilecek salon yok. Van’a gidiyorsunuz, üç tane sinemanın yedi tane salonuna sıkışıyorsunuz. Erzurum’a gidiyorsunuz benzer. Daha sinemamız olmayan iller var. Artvin’e gidiyorsunuz iki tane salondasınız. Yani hangi sinemayı, hangi filmi, hangi seyirciyle buluşturacaksınız? Kaç hafta tutacaksınız? Salon sayılarının arttırılması, alternatif dağıtım kanalları çok desteklediğim ve doğru bulduğum bir konu. M3 Film’in yaptığı “Başka Sinema”, müthiş bir örnektir. Genişleyerek de devam ediyor. Bugün sektörün öncü sinemaları ve zincirleri bunlara yer de veriyor, vermeye de devam edecekler. Yani bu kanalla, bu kültür oluşturulacak ve seyirci orada buluşabilecek. Devletin de bağımsız ya da özgür sinema, gösterilebileceği kültür merkezlerinin oluşturması lazım. Popüler sinema, dünyada popüler olmaya devam edecek. Bunu dünyada bin yıl daha tartışsanız bu şeyi değiştiremezsiniz. Algıyı yıkamazsınız. Başka ülkelerin sinemasında da bağımsız sinema %2 den öteye gitmiyor arkadaşlar! Bu yüz yıllık bir süreç. Bunu bizlerin değiştirme şansı yok. Benim de çok değer verdiğim bir sürü film var. Göremiyorsunuz. Hakikaten vizyona çıkamıyor, vizyona çıktığı zaman bir hafta kalabiliyor. Çok içler acısı. Devletin sinemalara girebilmesi için mutlaka bir teşvikinin, desteğinin olması gerek. Ama daha çok birliklerin desteği olmalı, elli tane birlik var, herkes birbirinden ayrı, herkesin bakışı ayrı. Bir sosyal politika, bir sinema politikası haline getirilip salonlar açılabilir. Bağımsız bir dağı40 tım kanalı da kurulabilir mi? Evet, ama arkasında yine sermaye olması lazım. REİS ÇELİK Evet, biraz da salona, somut öneri sunmak isteyen arkadaşlarımıza yöneltelim. Buyurun. YUSUF ASLANYÜREK Merhabalar. Adım Yusuf, görüntü yönetmeniyim. Ferhat Bey çok somut ve mantıklı bir şey söyledi. “bin tane daha salona ihtiyacımız var” dedi. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de 2200 tane salon var. Ve bu 2200 tane salonun sekiz yüzü aslında zayıf denilebilecek nitelikte. Zayıftan kastım, seyircinin belli sebepler yüzünden gitmediği, salonlar. Çok sık gidilen, seyircisi olan yaklaşık 1400 salonumuz var. FERHAT ASLAN 1400-1500 arasında. YUSUF ASLANYÜREK “Dört yüz tane sinema filmi gerçekten çok sıkışık ve bunların hepsi sezonun içerisinde girmek istiyor bin tane salona ihtiyacımız var” diyorsunuz. Meslek birlikleri olarak devlete gidip, bin salona daha ihtiyacımız olduğunu ve bununla ilgili teşvik şartlarını konuşmamız gerektiğini ifade etmeliyiz. Yani salon açan kişiden belirli bir süre vergi alınmaması böylelikle sinema salonu açmaya insanların teşvik edilmesi gerekiyor. Bu teşvik sadece Türkiye sineması gösteren salonlarda geçerli olmalı. Böylelikle Türkiye’deki sinema endüstrisine ve sinema salonlarına destekte bulunmuş olurken, aynı zamanda az gösterilen ya da hiç vizyona girememiş filmlere şans tanınmış olacak. Yeni bir dağıtım kanalı çözüm değil. “Başka Sinema” diye bir dağıtım kanalı var ve işe yarıyor diyorsunuz; işe yaradığını düşünmüyorum. Çünkü seyircileri beş binlerde, on binlerde kalıyor. Siz Başka Sinema’da elli bin, yüz bin yapmış bir film biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Dolayısıyla o dağıtım işi de çözüm değil. FERHAT ASLAN Daha büyük dağıtıcılar da var. YUSUF ASLANYÜREK Mars daha yeni bir dağıtımcı ama şöyle bir özelliği var, sekiz yüz tane salonunuz mu vardı? 41 FERHAT ASLAN Altı yüz civarı galiba. YUSUF ASLANYÜREK Altı yüz salonunuz var. Şu an eli en güçlü dağıtım şirketi sizsiniz. Yani “Başka Sinema” değil. Asıl sizin buna sahip çıkmanızın gerektiğini düşünüyorum. FERHAT ASLAN Şimdi, öncelikle şunu söyleyeyim. Ben Mars adına buraya katılmıyorum ve salon tartışması içerisine de çok girmek istemiyorum. Başka Sinema’da seninle aynı fikirde değilim. Yani on bin alıyorsa arkadaşlar, nereye koyacaksın ki? Başka Sinema, bir sürü güzel yerde var. Seyircinin buluşabileceği sinemalarda, on bin geliyorsa bunu yargılayamayız. On bin seyirci gelmesi sadece sinema ya da salon bulamamakla ilgili bir sorun değil ki. Demek ki karşılığı bu. Bunu kabul etmezsek bir yere varamayız. On bin seyirciye, bence mutlu olmak gerekir. Seyirci, film ile bir şekilde buluşuyor. Bugün Başka Sinema yirmi salona ulaştı. Bu sayı çok önemli. Bakın, herhalde Er Ryan’ı Kurtarmak, yirmi yedi kopya ile çıkmıştı, sekiz yüz bin seyircilerde. Akıl Oyunları çıktı 2000’li yıllarda, kırk sekiz tane kopyayla, bir milyon seyirciye ulaştı. Salonla alakalı bir olay değil bu. Seyirci öyle tercih ediyorsa saygı duymak lazım. Film on bin izlendi diye ne seyirciyi yargılayabiliriz, ne de sinemacıyı. Yirmi kopya çıkıyorsunuz, on bin geliyor, bana göre büyük başarıdır. YUSUF ASLANYÜREK Peki, yirmi tane salon yetiyorsa eğer bin tane daha salon istememizin sebebi neydi? FERHAT ASLAN Sektör açılmadığı sürece bu durum arzı karşılamıyor. Şu anda Türkiye’deki sinema doluluk oranı maalesef, sezonun çok sıkışık olmasından dolayı ortalama %13’lerde. Ama kasımdan itibaren bu oranlar şişiyor ve salona gerçekten ihtiyaç duyuluyor. Filmler yeterli şansı bulamıyor. Sinemalarda birçok film ya çıkıyor ya da girdiği hafta yok olup gidiyor. Eğer salon sayısını arttırırsak, filmler yeterince sinemada kalabilir ve her film emin olun seyirciyle buluşur. Ondan sonrasına seyirci karar verir, seyirciyi yargılayamayız. O filme gitti bir milyon aldı, buna gitti on bin aldı. Bu seyircinin tercihidir. İnsanların gidişlerini, para harcamalarını ya da tercihlerini yargılama şansımız yok. Dönüp kendimize bakmak gerekir o zaman. Ben on binlik filmi niye ürettim? On bin beni mutlu eder mi, etmez mi? Buna bakmak gerekiyor. 42 YUSUF ASLANYÜREK Bir örnek vereceğim sadece, Yol adlı sinema filminden. Yol filmi 1982’de çekiliyor ve Fransa’da vizyona giriyor. Bir buçuk milyon milyon izleyici yapıyor ki Fransa’da o dönemin, o yılın gişe rekoru. Bunu ben araştırmıştım, film on yedi yıl sonra Türkiye’de vizyona giriyor ve beş yüz bin izleyici yapıyor. Kabul edersiniz ki iyi bir rakam, değil mi? FERHAT ASLAN Çok güzel bir rakam. YUSUF ASLANYÜREK Bunu demek ki sanat filmi ya da ticari film olarak değil, iyi kötü film şeklinde tartışmak ve bu filmlere, reklam güçlerine bakmaksızın salonlarda yer vermek gerekiyor. FERHAT ASLAN Ben bir şey daha eklemek istiyorum. Çok uzun zamandır bu işin içindeyim. Hakikaten film hak ettiği seyirciyi alıyor. Seyircinin iletişim gücü çok yüksek. Okuyor, bakıyor, algılıyor. Çok enteresan bir çağda yaşıyoruz. Bilgi çağı. Bilgiye ulaşım. Bunun direkt sonuçlarını yansımalardan görüyoruz. Matematiğinden görüyoruz. Yani iyi film her zaman iş yapıyor. Onun için on bin gelen seyirciye de, bir milyon gelen seyirciye de saygı duyacağız. Kimsenin aklını yargılamaya, insanlar adına karar vermemize gerek yok. Temel anlamıyla festivaller yahut sektör gibi kanallarla filmleri bir şekilde seyirciyle buluşturmamız gerekiyor. Buna sektör olarak, devlet olarak yan yana gelip çözüm bulunması gerekiyor. O seyirciyi aldı, bu seyirciyi aldı yargısını ben çok doğru bulmuyorum. Arka tarafa, kendimize bakmamız lazım. KAMİL KOÇ Somut bir öneride bulunmak istiyorum Reis Abi. Şimdi, bildiğim kadarıyla, burası Atlas Sineması’nın aslında balkonu. Yani sinemamız şu anda aşağıda. Neden? Çünkü Cevdet Abi, Faik Abi, Türker Abi salonu dolduramıyor. Burada iki salon vardı, aşağıdaki büyük salon da ikiye bölündü. Yani bizim salonu dolduracak seyircimiz yok ama bir zamanlar seyirci dolan bu salonlar vardı. Ne oldu? Benim tespit edebildiğim temel şey şu; biz sektör olarak, özellikle 12 Eylül’den sonra, o araya giren seks filmleri furyası ile aileyi sinemamızdan uzaklaştırdık. Bizim şu anda sekiz bin ile bir milyon arasında seyircimiz var ve filmlerimiz çoluk çocuğun eline kalmış durumda. Gerçekten teen-age grup ya da maksimum 28-30 yaşa varan bir seyirci potansiyelimiz var. 43 Bakıyoruz artık sinema salonlarında iki koltuk yan yana. Yani, iki kişi yan yana olsun diye. Bunun antropolojik çözümlemesini herkes yapar. Ama bu duruma biz düşürüldük. Biz düştük. Nasıl oldu bu? Sinema ailece gidilecek bir seyirlikten çıktı. Çünkü sinema, sanat eseri üzerinden bir yükseklik teklif eder. Eğer biz bu meseleyi sanat eseri üzerinden bir yükseklik teklif etmek olarak algılıyorsak o zaman da en yakınımızdakilerden başlamamız gerekir. Sinemamızı yeniden aileler ile buluşturmamız gerekiyor. Ferhat Hocam aslında bunun ekonomi matematiğini yaptığı için gerçekçi bir cevap bekliyorum oradan. Bizim bilet ücretlerimiz yüksek. Yani üç dört kişilik bir aile, haftada iki gün sinemaya gelsin dediğimizde -buna uygun filmler de var aslında- ciddi bir maliyeti var bunun. Yani orta sınıf bir aile için ciddi bir rakam. Bizim bilet fiyatlarımız düşse, seyircimiz çoğalsa, film izleme alışkanlığı yeniden kazanılsa; bu sayede de biz yapımcı ve yönetmenler olarak potansiyel seyircimizi harekete geçirsek ve kendi anlatımımızı şekillendirebilsek diyorum. FERHAT ASLANYÜREK Şunu söyleyeyim, bir kere Türkiye’de bir fiyat çeşitliliği var. Birçok kampanyalarla bu sağlanıyor. Günün sonunda sinema en ucuz eğlencedir. Eğleniyorsunuz, keyif almaya, seyretmeye gidiyorsunuz. Çok yüksek bulmuyorum bilet ortalamasını. Dünyaya baktığınız zaman da gayet kabul edilebilir. Türkiye’de çok iyi bir fiyat çeşitliliği var: hafta içi, hafta sonu, öğrencisi, halk günleri, indirim günleri, kampanyalar. Bizde şu algı var: üç dört tane lokasyona bakıp fiyat yüksek algısı yapılıyor. Hayır değil. Bir sinemanın sekiz on çeşit bilet fiyatı var ve yeterli bilet çeşitliliği sağlanmış durumda. Bu sene muhtemelen altmış milyonluk seyirciye ulaşacağız. Dünyada pozitif olarak Çin haricinde büyüyen yegane ülkeyiz. Yani bilet fiyatlarını yükselterek fiyat bazlı bir büyüme değil daha çok kişi elde ederek. Yasal ve toplumsal dönüşüm var. Arkadaşlar! İstanbul hala sinemanın %40-45’ini alıyor. Şimdi festivalleri ve pek çok şeyi tartışıyoruz. Daha bir iki yıl öncesine kadar şehirlerde kadınların ayrı erkeklerin ayrı gittiği sinemalar vardı. İşte bunlardan yeni bir toplumsal algıya ve iletişime geçiyoruz. İnsanların Anadolu’da artık sinemaya gidebildiği bir süreç yaşanmış. Biz görmedik, çocuktuk ama hani bir devşirme olmuş ve ölmüş. Ancak şimdi yeniden diriliyor. Altmış milyon seyirci muhtemelen 2015’te gelecek ve yapılacaklara bakarsak bir büyüme var. İnşallah 2020 yılında yüz milyona geliriz. Böyle bir hedef olmalı. Böyle bir hedef olduğu zaman da aksayan yönleriyle, festivaliyle, yapımcısıyla, yapılanıyla filmleri sektörle buluşturarak bu noktaya varacağız. Sektör büyüyor ve büyümeye devam edecek. Alternatif sinema, bağımsız sinema ya da festivaller de büyüyecek. Festivallerin amacına ulaşmadığı noktasında hemfikirim. Seçici, organize, amaca yönelik festivaller olursa iyi olur ama festivallerin kesinlikle faydası var. Bir ivme, bir hareket, bir hatırlatma yapıyor en azından. Düşünceyi getiriyor. Kısa film bence müthiş bir şeydir ve sinemaya giden yoldur. Bu konuda da 44 festivali tebrik ediyorum. İnşallah daha iyi olur. Fiyat çeşitliliğinin ben Türkiye’de yeterli olduğunu düşünüyorum. Sadece iki üç tane lokasyona bakarsanız fiyatları yüksek görürsünüz. Ben birebir çok fazla içinde olduğum için hakikaten Türkiye’de fiyatların gayet makul olduğunu düşünüyorum. Bir su parasına sinemaya gidiyorsunuz Anadolu’da, bu İstanbul’da da var. Gidiyorsunuz bir sinema on bir lira, yanındaki sinema altı lira. O yüzden yüksek bulmuyorum, aynı fikirde değilim. Dünyanın her yerinde büyük iller İstanbul gibi pahalıdır, hayat pahalı, AVM pahalı, yaptığınız iş pahalı, çektiğiniz film pahalı. Bunun karşılığının olması lazım. Anadolu’ya gidiyorsunuz ve işler çok ucuzluyor ya da İstanbul’un iki ayrı semtine gittiğiniz zaman fiyatlar çok farklılaşabiliyor. O yüzden ben fiyatların seyirci üzerinde çok etkili olduğunu da düşünmüyorum. Fiyat belli bir noktaya kadar etkendir ama önemli olan sizin verdiğiniz filmin kalitesi ve seyircinin filminizi ne kadar izlemek istediğidir. Bunu değiştiremezsiniz. Biz geçmişte, ismini söylemeyeceğim, çok enteresan bir film dağıtıyoruz, yarı yıldayız. Film felaket başladı. En iyi döneminde çıkıyor sektörün. 16 Ocak ya da 23 Ocak hatırlamıyorum. İkinci hafta bedava yaptık ve gelen olmadı. Anladınız mı? Fiyat belli bir noktaya kadar etken ama önemli olan sizin sinemada içerik olarak ne verdiğiniz, nasıl sattığınız ve nasıl pazarladığınızdır. İşe biraz daha ticari tarafından baktığım için öte tarafını çok fazla tartışmam ben. REİS ÇELİK Evet, başka öneri var mı? DERYA DURMAZ Bir tarafıyla forumda festivallerle ilişkili olarak aslında Türkiye Sineması’nın geleceği üzerinden bir tartışma yürütüyoruz. O kısma döndüğümüz zaman bunun bir ayağının sanatsal özgürlüğün, sanatta ifade özgürlüğünün korunması olduğunu diğer ayağının da hep sektör olduğunu söylüyoruz. İşte kolektiflerden bahsederken de, bir şeyleri reddetmekten bahsederken de sektör diyoruz. Çünkü aslında bir sektör var önümüzde. Sektör anlamında baktığımız zaman meseleye, yaşamaya devam edecek iki ayağı var. Tam da yakın geçmişteki festivaller üzerinden sansür tartışmışken bir adım geriye gidip sanatta oto sansür olgusuna bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu durum bana şimdiye kadar -hem kişisel hem de kurumsal özeleştiri olarak da-bu konuya sinema örgütleri olarak hiç el atmadığımızı hatırlatıyor. Epey bir yer gezdim ve çok uzun süredir dünyanın hiçbir yerinde görmediğim bir şeyi televizyonda görüyorum. Filmlerde buzlama yapılıyor. Buzlama, diyalogların kesilmesi ve daha pek çoğu. Kaldı ki telif hakları yasamızda eser sahibinin, filminin bütünlüğünün korunmasına dair manevi bir hakkı olmasına rağmen, yasa dahilinde olmayan pek çok şey küçük küçük sansürlenerek normalleştirildi. Bunun son noktası da geçenlerde bir yapımcının sosyal medyada ‘’Altyazının buzlandığını gördüm, 45 inanamıyorum!’’ diye yaptığı paylaşımdır. Bizlerin hem bireysel hem de sektör örgütleri olarak bununla ilgili ortaya bir tepki koymamız gerekiyor.. Bu somut bir öneridir. Festivallere dönersek, Yamaç’ın başta bahsettiği şeyin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir de biraz önce bir beyefendi, “Bir film on sekiz festivale neden gider?” dedi. Bir film bence elli bin festivale de gitsin. Çünkü seyirlik bir sanat yapıyoruz ve amacımız izleyiciye ulaşması. Bu kanalların hepsini birden doldurmamız gerekir diye düşünüyorum. Ben içinde bulunduğum bir filminde kendi yaptığım bir filminde festivaller üzerinden, internet üzerinden, uzun metraj ise mümkünse gösterime girerek, her koldan ve dünyanın her yerinden nereye ulaşabiliyorsa, mümkün olabildiği kadar insana ulaşsın isterim. Yoksa zaten film yapmazdık. Ama beyefendinin söylediği bir şey Yamaç’ın söyledikleriyle de örtüşüyor. Buradaki rekabet ve ödüllendirilme meselesine odaklandığımız zaman iş sıkıntıya giriyor. Şu anki büyük festivallerin yarattığı en büyük sıkıntılardan biri bu. Çok büyük bir ödül var karşımızda ve bu ödül için birbirini yiyen sinemacılara dönüşmek gibi de bir ihtimal var. Gösterimler, festivaller, filmler olması gerektiği koşullarda gösterilmeli ve seyircisine ulaştırılmak için elden gelen her imkan kullanılmalıdır. Bildiğim kadarıyla Cannes’da büyük bir para ödülü yok. Ancak Cannes’da yarışmaya layık görülmüş bir filmseniz önceden yaptığınız filmler için de ön satış imkanınız doğuyor. Bu sayede de büyük ödülü alırsanız ön satıştan alacağınız para üçe beşe katlanıyor. Bu tip ticari karşılıkları var. Mars’ı temsilen gelen beyefendinin dediklerine bağlanan ve hepimizi aynı noktada birleştiren bir tablo çıkıyor. Yani Berlin’in Cannes’ın bir ‘pazar’ yani film marketi olduğu olgusu. Çok önemli şeyler değil mi? Cannes çok büyük bir örnek. Herkesin yaptığı film ulaşamıyor oraya diye düşünelim. Ben Hamburg Kısa Film Festivali’ne gittim bu sene. Ortada büyük bir para ödülü yok. Birkaç tane para ödülü var ama sembolik ödüller bunlar fakat festivalin tamamen örgütlenmesi, şehre sinema sunulması amaçlanıyor. Şehrin alışveriş merkezi gibi daha ticari filmlerin oynadığı sinemalarından tutun; kültür merkezlerine, festivalin yapılmakta olduğu endüstriyel alanın içerisinde, otopark duvarlarına kadar her yerde film gösteriliyor. Yarışma dışında birçok kategori var. Bunların ötesinde en büyük aktivitelerden bir tanesi de “Gel Kendi Filmini Göster” diye bir bölümleri var. USB ile gidiyorsunuz, oturuyorsunuz orada, sıra alıyorsunuz, yazdırıyorsunuz isminizi, filminizi takıyorsunuz ve insanlar izledikten sonra tartışıyorsunuz. Filmi olmayan da, filmi olan da izleyici olarak geliyor bunları görmeye. Hamburg’un bir kısa film ajansı var. Ödül almak her şey değil ama şanslıydım, orada ödül aldım. Filminizin satış ve dağıtımı ile ilgileniyorlar. Festivallerin arkasında dönen pazar ile bağlantı kurmak çok önemli. Bu bir popülizm çılgınlığı ya da birbiriyle yarıştırıp büyük bir paraya ulaştırma derdi değil; bunun altyapısını sağlayıp ekonomik boyutuyla da filmin hak sahibinin bağlanmasını sağlama olduğunu düşünüyorum. 46 Beyefendi; “çünkü sinemaya âşık nesiller yetiştirmek lazım” dedi. Uzun vadede düşündüğümüzde bu da çok önemli. Filmim bir çocuğun hikâyesi olduğu için benim bilmediğim bir şeydi: Çocuk Filmleri Festivalleri yurtdışında çok örgütlü bir şekilde yapılıyor. Avrupa ve Amerika’da her şehirde olduğunu gördüm. Bir filmde bir çocuğa hitap edebilecek bir öykünüz varsa çocuk filmleri festivallerine de girebiliyorsunuz O zaman her şey yarışma olmuyor ve aslında ana meselenin bir çocuk seçkisi, çocuk gösterimi olduğunu görüyorsunuz. Meslek örgütü de burada olduğu için bu somut örneği de iletmiş olayım. Mesela Hollanda’da Sine-Kid diye bir festival var ve bunun bir çocuk filmleri marketi var. Katıldığım bir yerde bahsi geçen festivalin temsilcisini görmüştüm. “Türkiye’den yana yakıla çocuk filmi bakıyoruz. Türkiye’den çocuk filmi göstermek istiyoruz. Biz Hollanda’da bulamıyoruz, sizin ülkenizde çocuk filmleri çekilmiyor mu?” dedi. Bunun cevabını bilmiyorum ama kendi tarafımıza dönüp baktığımız zaman işte sinemaya âşık o çocukların yetişmesi için de festivallerin içinde bu seçkilerin, kategorilerin düşünülmeye başlanması gerekiyor. Bu da bilginize. REİS ÇELİK Sırayla devam edelim. GÖNÜL MOROĞLU Merhabalar. Ben sinemacı bir babanın Ali Moroğlu’nun kızıyım. İsmim Gönül Moroğlu. Babam rahmetli olmadan önce 1999 yılına kadar yaklaşık elli altmış kadar film yaptık. Bunlardan en bilineni Necip Fazıl Kısakürek romanından uyarlanan “Reis Bey” filmi. Çocukluğumdan itibaren sinemanın içinde büyümüş biri olarak sinemayı seviyorum. Beyefendinin dediği gibi sinemacı yetişen, sinemaya âşık bir insanım. Ama şartlar gereği yeni yapımlar yapamadığım için farklı bir şekilde sinemaya devam etmek istedim. Çevremde irtibatta olduğum görme ve işitme engellilerden gelen istekler ve gördüğüm ihtiyaç doğrultusunda son üç yıldır “Sinema Engel Tanımıyor” diyerek bir sosyal sorumluluk projesi geliştirdim. Yani bizlerin sinemada istediğimiz zaman gidip izleme imkânımız olan filmlerin engelliler tarafından da izlenebilmesi adına çalışmalar yapıyoruz. Bugün burada yapılan konuşmalar ile festivaller ve Türk sinemasının geleceği hakkında birçok düşünce dile getirildi. Benim festivaller konusunda düşünce belirtecek kadar yeterli bir görüşüm yok. Ancak sinemamızın geleceği ve sinemaya daha fazla müşteri kazandırma konusunda benim söyleyecek sözüm var. Türk Sineması yüz yılı geride bıraktı. Bu zaman içinde çok güzel çalışmalar yapıldı ve bugünlere gelindi. Ancak genel olarak sosyal yaşamda görmediğimiz ya da görmezden geldiğimiz, oysa hayatın gerçeği olan ve birlikte yaşadığımız engelli insanlarımız var. Engelli olarak dünyaya gelmeleri ya da bir hastalıkkaza sonucu engelli yaşamak zorunda olmaları onların seçimi değil. Ancak ya47 şamları için şartları oluşturmak ve engelsiz erişilebilir yaşam hakkını sağlamak hepimizin görevidir. Tüm bu nedenlerden dolayı sektör olarak; engelli insanlarımıza hak ettiği sosyal yaşam eğlencesinden biri olan sinemaya erişimini sağlamak öncelikle sosyal sorumluluğumuzdur. Hem de sektörümüzün ihtiyacı olan müşteri kazandırmanın da ticari bir boyutudur. Bu sene yüz yılı geride bıraktık ama engellilerimiz hala sinemaya erişemiyorlar hala sinema hakkı onlara verilemedi. Hala şu sıralarda bizimle beraber oturamıyorlar. Çünkü onlara filmleri engelsiz izleyecekleri hale getiremiyoruz. Bedensel engelliler için hiç konuşmuyorum bile; çünkü AVM’lerden, ulaşım şartlarının imkânsızlığından giremiyorlar sinema salonlarına. Mimari engeller sorunu var burada da. Mimari engellere çözüm bulma imkânımız zor bizim. Görme ve işitme engelli 5 milyon insanımız için betimleme, işaretleme ve alt yazı uygulaması yapılabilir. Bunu bireysel olarak konuştum yapımcı arkadaşlarımla. Haklı olarak ticari kaygılarla geri döndüler. Özel gösterimler verelim izletin dediler. Ancak bu bir çözüm değil, amacımız köklü çözümler olmalı. Son iki yıldır özellikle engellilerimizi anlatan filmler yapılıyor, onları anlatıyoruz ama onları getirip sinemada izlettiremiyoruz. En basiti “Benim Dünyam” filmi. Görme ve işitme engelli bir kızın hayatını anlatıyor. Bir dünya para kazandılar; ama o insanları getirip sinemada filmi izlettirmediler. Hatta yapım aşamasındayken birçok yerde haber oldu. Derneklere müracaat etmişler, bizim izleyebileceğimiz hale getirin diye. Verdikleri cevap ki ben de bizzat dolaylı yoldan yapımcısıyla konuştum. “Sezon geçsin, biz size DVD verelim; alın kendi derneklerinizde izleyin.” Bu çok saygısızca ve ötekileştiren bir zihniyet. İnsanları sinemalara taşımadıktan sonra bu tarz filmler yapmanın hiçbir mantığı olamaz. Beş milyon insandan bahsediyoruz. Yanında gelen ailesinden, yardımcısından değil. Beş milyonun %10’unu geçtim %1’ini getirseniz elli bin seyirci eder. Bu da sinemanın geleceğidir. REİS ÇELİK Var mı söz almayan başka? İHSAN KABİL Merhabalar. Festivaller ülkemiz için çok önemli. Bütün sorunlarına rağmen çok önemsiyorum varlıklarını. İstanbul Film Festivali de ilk festivallerden biri olarak hakikaten birçok insanın yetişmesinde büyük rol oynadı. Ancak zaman içinde, galiba o ilk zamanlardaki sıcaklık, birliktelik, ortak dil gibi bir yakınlaşma gitgide sönmeye başladı. Film artışıyla veya bazı sinema değerlerine eskisi kadar dikkat edilmemesiyle, sinema kültürünün daha üst örneklerinin biraz daha azalmasıyla böyle bir problem yaşanmaya başlandı zannediyorum. 48 Bir de genel itibariyle bugün düzenlenen festivallerde daha insani ve ahlaki değerlerin gözetilmesi gerektiğine inanıyorum. Evet, yani otokontrol, sansür vesaire bunlar da tartışılsın ama yine de insani varlıklar olarak, yeryüzüne bir kere geldik ve bence bazı noktaların da dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda eski Sovyetler Birliği’nin ve bugün İran’da yapılan uygulamaların, korumacı yaklaşımların bence insanın ruh dünyasını, iç dünyasını, varlığını gözettiğini düşünüyorum. Sanatın bu denli dokunulmaz bir şekilde ele alınmasını, elitist bir noktaya çekilmesini ben bir noktadan sonra adeta insanın kendisine dönen bir tetik olabilme ihtimali taşıdığını da zannediyorum ve bunun da örneklerini gördüğümü düşünüyorum. O bakımdan ticari sinema ile sanatsal sinemanın uçlarının birbirine biraz daha yakınlaştırılması gerektiğine inanıyorum. Recep İvedik cinsi ticarileşme kadar, kitsch hale gelmenin ya da çok anlaşılmaz soyutlamalar ve deneysel yaklaşımlar içinde olan bir sanat sinemasının da o denli bir başka uç teşkil ettiğini düşünüyorum. Toplumsal değerleri gözeten, insanı bütüncül şekilde ele alan bir yaklaşım ve zihniyet algısının oluşması gerektiği inancındayım. O bakımdan, televizyonlar diyoruz, belli buzlamalar, yaş değerleri ama öte taraftan internet ortamının, bu görsel medyanın uçsuz bucaksız bir özgürlük içinde olması, artık bu özgürlüğün insanın yararına değil zararına işleyen bir sürece dönüşme ihtimalini de görmemiz lazım. Geçen yıl Polonya’da bir sinema etkinliğindeydik. Orada pornografik bir film afişi çıktı karşımıza. Bu denli değerlerin örselenmesi ya da bu denli serbestliğin hiçbir yere varmadığı inancındayım. Başka bir deyişle, nihilizmin hakikaten çok incelikli bir şekilde gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Her şeyin tartışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu sağlıklı bir şey ama bir sanat eseri elimizden çıktıktan sonra üçüncü şahıslara ve yaş grubunu kestiremediğimiz bir kitlenin önüne çıkıyor. Bu anlamda bu notlamaların da ne kadar doğru olduğunu ya da uygulandığını düşünmek durumundayız. Televizyonda ve internet ortamına düştüğünde geniş bir yaş grubu muhatap olduğundan onların bir yerde geçersiz olduğunu da görelim. Bu çerçevede festivallerin belli bir sorumlulukla yürümesi gerekiyor. Türkiye’deki ve dünyadaki sinemanın da bence bunu oldukça gözetmesi gerekiyor. Yine Türkiye’deki festivallerin yüzünü Avrupa ve Amerika’ya, Uzakdoğu’ya ve başka coğrafyalara da yönelmesi gerekiyor. Dünya kültürü çok renkli ve çeşitli. REİS ÇELİK Beyefendi el kaldırıyordu, evet. 49 SELÇUK DURAK Teşekkür ederim. Ben Selçuk, tarihçiyim ve biraz da dışarıdan biriyim. Eski bir akademisyen olarak dört ana başlıkla önerilerimi sıralayacağım. Benim anladığım ‘’Sinema seyircisi nasıl yetiştirilir?’’ konusunda bir sıkıntı var. Bir kere sinema seyircisi yetiştirmek gerekiyor. Ben kendi uygulamalarımdan bir örnek vereyim; Mersin’de Devlet Opera Balesi var. İnsanlar pek gitmiyor. Bunun üzerine Müdür Bey öğrenci getirmeyi teklif etti. İnsanlar sinema ve tiyatronun pahalı olduğunu, insanların pahalı kıyafetleri ile gittiği bir şey zannediyor. Sonrasında öğrenci kulüplerinin temsilcileriyle görüştüm. Her birine kontenjan verdik. Altı yüz kişilik salonda gelen insan sayısı elli idi. Sonra böyle arkalardan yer vererek bütün salonu doldurdular ve izledikleri eserin ücretini sordular. Öğrendiler ki beş lira. Bizler beş liraya sigara alıyoruz, ayıp oluyor diye düşündüler. Buradan yola çıkarsam, birazcık sinema veya salon sahipleri de özveride bulunmalı. Alışveriş merkezleri bile halk günü yapıyor. Onlar da yapsınlar. Salonları sadece para kazanacakları yapılar olarak görmemeleri lazım. Hem halka hizmet ediyorum diyorsun hem halk izlesin diyorsun; ama hayır, yalan söylüyorsun. Halkı aldatıyorsun. Tek düşünülen cebe giren para. Samimi olmak lazım ve bu samimiyeti de insanların bilmesi lazım. Biz festivalin açılışına geldiğimizde ücretsiz olduğunu yeni öğrenmiş olduk. Bilmiyorsam bu iyi anlatılamamış demektir. Kamil Bey lütfen bana kızmasın. KAMİL KOÇ Hayır, estağfurullah. SELÇUK DURAK Biz üç tane muhtarımızı götürdük, niye? Dedim ki bu film festivalinin afişi yok mu? Asın muhtarlığa, berbere. Bilimi bile satmak zorunda kalıyorsak, sinemayı satmak için kafayı daha fazla çalıştırmak zorundayız. Halk içinse, o zaman halka ulaşması lazım diye düşünmekteyim. Mersin’de Narenciye Festivali diye bir şey var. Orada bu kısa filmlerin de gösterimi yapılabilir. Farklı alanlardaki festivallerde film gösterimlerinin yapılması, sinema seyircisini arttırabilir diye düşünüyorum. Elbette bu benim kanaatim. Yine bir Mersin örneği vermek istiyorum. Valimiz, kültür danışmanıydı aynı zamanda ve bir gün farklı alanlarda birikmiş fonların kültür-sanat alanına dağıtılması gerektiğini konuştuk. Her şey Kültür Bakanlığı değil. Bizdeki işsizlik fonunun kobilere kredi olarak dağıtılması gibi anlamsız bir durum var. Bir diğeri iyi komedi hala oldukça az. Hala Recep İvedik evresindeyiz. Tamam, hadi biz fazla kitap okuyan insanız, o kahkaha attığında bizim canım sıkılıyor. Bayramda çocuklar el öpmesin; ama Recep İvedik taklidi de yapmasınlar. Birazcık yönetmenlerimizin ve yapımcılarımızın da bu konuda sorumlu olduğunu 52 düşünmekteyim. Bu benim halk olarak arzımdır. Bir diğeri: Biz hala Japon veya Çin çizgi filmleri izliyoruz. TRT’de bir Keloğlan var, bizim çocuklar sürekli onu izliyor. Yok mudur şöyle çocuklar için eli ayağı düzgün, hem animasyon hem çizgi film yapan insanlar? Yok. Son olarak da açık sinemaların arttırılması gerekiyor. Bu konuda da zaten birliklerimizin katkıları var. Birçok belediye başkanıyla ben yan yana gelme fırsatı buluyorum. Bu durumda hep asfalt yapmak ya da çöp toplamak dışında kişilerin gerekliliğini yeni anladılar. Siyasiler konuşmak dışında ne yapmamız lazım diye düşüne düşüne artık açık sinemalar yapıyorlar. Özet olarak, -hani halk günleri ve benzerlerini bir yana koyarsak- farklı alanlardaki festivallere sinema filmlerinin gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir de farklı bütçelerin bu tip festivaller için kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Çok teşekkür ederim. Sağ olunuz. REİS ÇELİK Teşekkürler. KAMİL KOÇ Ben bir cevap vermek istiyorum. Bize birisi bu şekilde bir eleştiri ya da katkı sunduğunda, hemen tamam, bu iş sende deyip devam ediyoruz. Ekibimizin iyi bildiği bir şeydir bu. Biz böyle büyüyoruz. Cevdet Abinin de bize bir önerisi, film gösterimlerimizi çok cüzi miktarlarda olsa da ücretli yapmak. Gelecek yıl zannediyorum ücretli olacak. REİS ÇELİK Evet, beyefendi. SERCAN GİDİŞOĞLU Merhabalar. Adım Sercan Gidişoğlu. Oyuncular Sendikası’nı temsilen buradayım. Kişisel tecrübem gereği festivaller adına çok büyük laflar edebilecek biri değilim. Birkaç uzun ve kısa metraj filmde rol aldım ve sadece oyunculuk tarafını biliyorum. Bireysel olarak birkaç festivale de gittim. Çok büyük bir festival deneyimim yok. Ancak mesleki örgütlenmemiz adına bir yerden bakmak için söz almak istedim. Anladığım kadarıyla festivalleri, sinema sektörünü değiştirecek, dönüştürecek ya da oraya destek sağlayacak bir mekanizma olarak öneriler yapmak istiyoruz. Konuşmacıların da söylediği gibi destek mekanizmalarını festivaller üzerinden yürüten ve belki de festivali sadece bir sinema filminin maddi kazanımı ya da bitmiş bir ürün üzerinden kalitenin ilerletilmesi değil, aslında üretim süreçlerini de değiştirip dönüştürecek, geliştirecek bir mekanizma olarak görmemiz gerekmez mi? Örneğin; bir festival, bitmiş bir 53 filmi seçerken sadece o filmin sinema değeri üzerine bakarak bu seçkiyi yapıyor diyelim. Belki başka ideolojik sebepler de katılıyor olabilir. Fakat festivaller film seçerken filmin üretim sürecinin nasıl gerçekleştiğini, çalışma koşullarının nasıl olduğunu göz önüne alıyor mu? Hep dünya sinemasından, çalışma şartlarının ve sektörün farklı olduğundan bahsediyoruz. Kendi emeğimizi değerli kılan şey, film yapım sürecinde ne kadar önemsendi, benimsendi ve değerli bulundu? Biz oyuncu olarak bunun bulunmadığı ve bulunduğu sinema setlerini biliyoruz. Bir festivale film seçiyorken sırf buna göre seçersek belki Türkiye’de festivale sokacak film bulamayız. Bunu sektörün bir gerçeği olarak da söylüyorum. Üzücü bir nokta bu. Her şeyiyle bu şekilde çekilebilmiş film çok az. Ama bu en azından puanlandırmanın, belki notlamanın bir parçası olamaz mı? Dolayısıyla festival aslında iyi üretmek, doğru üretmektir. Alternatif diyoruz, hayatta da sömürmeden üretmek için bir şeylerin değiştiricisi, dönüştürücüsü, özendiricisi olamaz mı festivaller? Böyle bir soruyu ortaya atmak istedim ben somut olarak. Teşekkür ederim. REİS ÇELİK Teşekkür ederim. Hanımefendiye de söz verelim. Sonra da toparlayalım. DENİZ SENAY GİRGİNER Merhaba, adım Deniz Senay Girginer. Maalesef ben sizler gibi sinema alanında çok yetkin ve bilgili biri değilim. Üniversite birinci sınıf sinema öğrencisiyim. Somut bir öneri değil de bir sinema öğrencisinin kaygısını dile getirebilirim. Genç bir sinemacı olarak tabii ki ben de bir festivale katılmak, yaptığım filmle festivalden ödül almak, beğenilmek ve tanınmak istiyorum. Fakat daha önce medyadan da takip ettiğim ve burada sizi dinlediğim üzere şunu fark ettim ki madem festivallerdeki filmlerimiz halka ulaşamıyor, hep uzun sahneli tipik sahneli filmler çekiliyor; biz filmlerimizi halka nasıl tanıtacağız? Biz geleceğin sinemacıları olarak kendimizi halka nasıl anlatmalıyız? Bunu merak ediyorum. Çünkü bizim için geleceğimiz çok karanlık. Biz sinemayı seçerek aslında kendi akranlarımız arasında çok riskli bir yola girdik. Hatta bazen kendi aramızda bunun hayatımızla oynadığımız bir kumar olduğundan bahsediyoruz. Çünkü otobüslerde ‘’Yavrum ne okuyorsun?’’ diye soruyorlar bize. Sinema dediğimizde: “Olsun,olsun. Belki sen de başka bir iş yaparsın.” gibi bir tepkiyle karşılaşıyoruz. O yüzden çok karanlık bir gelecek bizi bekliyor ve pek de umutlu değilim. Teşekkürler. REİS ÇELİK Bir de beyefendiye mikrofon verebilir misiniz? Sonra toparlıyoruz. 54 SOYSAL DEMİR Merhaba, Soysal Demir. Ben de sinemanın farklı yanlarından, ucundan kıyısından tutmuş biriyim. İşe sinema yazarlığı ile başladım. Oradan da yapım süreçlerine dahil oldum. Festivallerde çalışma imkânı buldum. Çeşitli departmanlarda çeşitli işler yaptık. Festivallerde, pek çok sinema yazarı arkadaşımızın katkısıyla gazeteler çıkarttık, yayınlar yaptık. İstanbul Film Festivali’nde ve TÜRSAK’ta çalıştım. Antalya ile uzun yıllar web siteleri için çalıştık. Şimdi çubuğu oraya bükmek istediğim için soracağım. Bilgilendirme de önemli bir süreç sinema açısından. Her şeyin dijitalleştiği bir çağda yaşıyoruz. Telif haklarının önem kazandığı bir dönemdeyiz. O yüzden bilgilendirme süreçleri, bunların yayılma hızı, buna verilecek tepkiler önemli. Böyle bir açık olduğunu düşünüyorum. Sinemamız son on beş yıldır mesafe kat ediyor. Zaten buradaki konuşmalardan da bunu çıkartmak mümkün. Çok güzel örnekler verildi. Uluslararası filmlerimizin uluslararası başarıları var artık. Tüm sorunlarına rağmen ele avuca gelmiş festivallerimiz var. Çok önemli deneyim kazanmış yapımcılarımız var. Örneğin, Yamaç’ta yetişen pek çok yönetmen oldu. ‘Alt-Yazı’ dergisi çıktı, yayınlar oluştu. Pek çok alanda, pek çok üretim var. Fakat bunların haklarının nasıl korunacağı, nasıl kurumsallaşacağı ve örgütleneceği hakkında sıkıntılar var. Bundan on beş sene öncesine baktığımızda bugün aslında bu işler için kurulan pek çok örgüt var. Yapımcı örgütleri, oyuncu örgütleri var. Fakat bunların etkinlikleri ve gücü konusunda belirli sıkıntılar var. Benim birinci önerim; devletle veya başka kurumlarla da birtakım görüşmelerin, pazarlıkların yapılmasını kolaylaştıracak bir çatı örgütü kurmak. En azından bunun için kafa yormaya başlamak. Bütün örgütlerin aslında biraz destek olacağı, kurumsallaşmasını sağlayacağı bir sinema ve film merkezi oluşturmak. Bağımsız bir sinema merkezi birinci önerim. Kolay değil ama kafamızın bir köşesinde olması bile önemli diye düşünüyorum. Öyle veya böyle bir eşik oluşturması bakımından yasalar, belli hakları talep etmemiz ve elde etmemiz açısından çok önemli. Yürütülen yasa çalışması da önemli ama kaçımız ne kadar bilgiliyiz, ne kadar okuduk, sinemacılar ne kadar farkında, haklarını ne kadar biliyorlar bilmiyoruz. Dolayısıyla bunların dijitalleşmesi ve yayılması da çok önemli. Bir sürü bilgi var ve bu bilgilerin doğru yerden, doğru merkezden ve doğru etkinlikle ulaşması son derece sıkıntılı. Sektör diyoruz ama sektör hakkında bilgi alacak unsurlar çok zayıf. Bunları hep kulaktan dolma bilgilerle buluyoruz. Herhangi bir görevde çalışacağınız başka iş arkadaşlarınızı sette daha önce çalışmış arkadaşlarınızdan buluyorsunuz. Bu durum sette çalışan arkadaşlar için de oyuncular için de böyle. Halbuki daha kümülatif olarak, bunların bir merkez tarafından bilgilerinin paylaşılabilmesi gerekiyor. Bunlar da yok değil ama parça parça. Bu bilgiye biraz daha kolay yaklaşmanın yöntemini bulabilmeliyiz. O bilgi çok işimize yarayacak diye düşünüyorum. Yine telif hakları konusu çok önemli. Filmlerin sadece sinemada gösterilmesi değil; televizyonlarda, diğer dijital ürünlerde gösterilmesi önemli. Hatta giderek daha farklı bir yere evrilecek. Belki her türlü dijital araç bir sinemaya dönüşecek. 55 Dolayısıyla buraların çok iyi takip edilmesi lazım. Belki bu konuda deneyimli, bilgili, birikimli bir avukat birimi, hukuksal danışmanlık grubu gibi bir şey oluşturmak önemli olabilir. Örgütlenme sadece üstten olabilecek bir şey değil. Burada birkaç örnek gördük. Muhtarlıktan bahsedildi. Muhtarlıklar artık işlevi neredeyse kalmayan kurumlar gibi. Belki bu tip şeyler yapılabilir. Kültür merkezleri bunların içine sokulabilir. Tıpkı Boğaziçi Film Merkezi’ni önemsediğim gibi Başka Sinema’yı da önemsiyorum. Diğer yandan öğrenci arkadaşlarımızı hiç işin bir tarafına katanımız yok. Ben çok karşılaşıyorum. Staj için geliyorlar, okulu bitirmek üzereler; ama kafalarında ne yapmak istediklerine dair hiçbir fikre sahip değiller. Sinema sanki yek pare bir şeymiş gibi duruyor. Bin türlü bölümü, bin türlü işi var. Ama onlar bitiriyorlar okulu ve nereye doğru yürümek isteyeceklerine dair hiçbir fikirleri yok. Biraz onları da bu işlerin içine katabilecek mekanizmalar geliştirmeliyiz, meslek örgütlerinin de bu konuda çalışması, bir takım kapılar açması gerekir diye düşünüyorum. Somut önerim; dijital dünyada sinemamızı bir çatı altında toplayacak büyük ve etkili bir web sitesi olmalı. REİS ÇELİK: Sinema merkezi diyerek bir yarayı açıyorsun. Şimdi şöyle yapalım. Masadaki arkadaşlar son önerilerini kursunlar. Yalnız Kamil’e çok kızgınım. Herhalde muhalif fikirlerim olduğu için beni moderatör yaptı ki fikirlerimi konuşmayayım; ama en sonunda ben de fikirlerimi söyleyeceğim. Evet, film eleştirmenlerinin son eleştirilerini alalım. OLKAN ÖZYURT: Yani öneri olarak, çok iyi festivaller var. Türkiye’de İstanbul Film Festivali bir uçta duruyorsa, iyi festivallerden bir diğeri Gezici Film Festivali’dir. Yirminci yılını kutluyor. Buralara bakılıp diğer festivallerin de ona göre bir yol haritası çizebileceğini düşünüyorum. Şimdi şu şöyle yapılmalı, bu böyle yapılmalı, sinema yazarlarının kaleminin biraz dışında. Sinema yazarı, biraz var olanın üstünden yürüyor. Sektöre göre biz; seyirci konumunda olduğumuz için, daha çok, sinema kültürü ve seyirci-sinema ilişkileri ile ilgileniyoruz. Mesela bir pazar lafı veya ekonominin terminolojisi girdiği zaman işin içine ki giriyor, girecek; bunlar bizim için arka planda kalabilir. Buralar, sinema yazarlarının kalem oynatacağı veya odaklanacağı noktalar değil. Netice itibariyle SİYAD, dernek olarak sinemayı bir sanat kabul ediyor. Tüzüğünde bu var. Biz oradan yürümek durumundayız. Festivallerin daha çok yaygınlaşması ile ilgili, seyirci üzerindeki etkisinin artması gerekliliği üzerine düşünebilirim. Mesela Boğaziçi Film Festivali’nin programını incelediğim zaman bir tarafta Kemal Sunal komedileri görüyorsunuz, öbür tarafta da Susuz Yaz var. İşte klasiği de almış komediyi de almış. 56 Gişe Filmleri diye bir başlığı var. Bağımsız başlığında Derviş Zaim’in Balık filmi de var. Bir kucaklama derdi var bu festivalin. Yıllardan beri bizim niye popüler filmler festivalimiz yok deniliyor. İşte bununla ilgili bir girişim olmuş. Görmüyoruz etmiyoruz. Dolayısıyla festivallerin bir politikayla girmesi lazım. Birbirinden farklı olması lazım. Adana ile Antalya farklı festivallerdir, nasıl? Ortaya çıkışları itibariyle. Geldiğimiz nokta nedir? Hiçbir farkları yoktur. Yani 300 bin, 350 bin lira gibi rakamlar dönüyor. O paraların hemen 50 binlere çekilmesi gerekiyor. Yine o paraları ver ama ikinciye de ver, üçüncüye de ver veya bunlardan da öte, film daha projesindeyken, post-prodüksiyon sürecindeyken ver. Antalya film yapmaya yönelik adımlarda o paraların harcanması için çalışmaya başladı. Yoksa meblağlar bu kadar yüksek olunca tanıdığımız insanlar, tanımadığımız insanlara dönüşüyor. Bunlar çok büyük paralar ve her şeyin kimyasını değiştirebilir. İstanbul Film Festivali bu kadar büyük ödüller vermiyor. Dolayısıyla oradan çıkan kararlar daha az tartışılır hale geliyor. Antalya’nın bütün kararları son on yıldır sürekli tartışma halinde. Kararları ancak zamana bıraktığınız zaman, doğru mu yanlış mı görebiliyorsunuz ama sürekli tartışılması da o festivalin bir şamar oğlanına döndüğünü gösteriyor. Bu yıl ortaya çıkan mesele de biraz öyleydi. Mesela bu sansür konusu başka ciddi bir festivalde olsaydı bu kadar tartışacak mıydık? Hayır, ama biz Antalya’nın en ufak bir hareketini bile tartışmayı düşünecek haldeyiz. MUSTAFA ÜNLÜ Tartışırız burada ve bitmez. OLKAN ÖZYURT Evet. Herkes Antalya ile ilgi bir söz söyleme ihtiyacı içerisinde ve buna da kendisini yetkin görüyor. Fikirlerimizi söyleyebiliriz; ama başka bir durumla karşılaştığımız zaman, İstanbul Film Festivali’nde daha çekinceli davranırız. Şahsen görüyorum yani. Şimdi hangisi doğru bilmiyorum ama çok seslilik olduğu vakit bazı meseleler tartışılırken odağından kayıyor. ERSİN ELÇİN Birini yapan Kültür Sanat Vakfı değil mi? Yani olaya kültür-sanat olarak yaklaşıyor birisi. Yani diğer disiplinleri, tiyatroyu, çağdaş sanatı bilen; performans sanatlarını, resimi takip eden; bianellere, sergilere giden insanların da içinde bulunduğu; sanatı gözeten insanların yaptığı bir festivalle diğeri ayrı oluyor. Sinema filmleri sadece iyi film kötü film değil de; çağdaş sanatı da içine alıyor. “Gelenekten Çağdaşa” dendi ya Antalya’da, benim eleştirim buydu Antalya için. Yani niye bu filmi seçtin? Üç yüz bini niye bu aldı? Beni ilgilendirmiyor. Gelenek var; ama çağdaş sanat nerede? Sinemada çağdaş sanat nasıl işlendi bugün? Bir tiyatro sahnesinde izleyiciyi yaratıcı kılan, oturup iki üç gün üzerine düşündürecek performanslar izliyorum; ama sinemada hala çok daha genelle57 nebilecek örnekleri ele alıyoruz. Diğer disiplinlerle etkileşim olmuyor. Burada saatlerdir hep sadece sinema sektörünü konuşuyoruz. Tolstoy’dan bahsedildi. Onun dışında sinema deyince aklımızda istediğimiz görüntüler, klasik çekimler gibi bir algı var. Bir yerde de bahsettiğim şey buydu. Kuramsal çalışmak, biçim üzerine düşünmek, insanları düşündürmek, yaratıcı kılmak gerekiyor. Türk sinemasında kaç filmde bugün bu tip şeyleri görebiliyoruz? Video Art deniyor mesela. Bunu video yapan nedir? Yani buna sinema demememizin sebebi nedir? Biz bunu İstanbul Modern’de izledik; ama bunu niye bir festivalde görmeyelim ya da biz buna niye sinema demeyelim? Benim, işin sanatsal tarafıyla ilgili sorunum var. Mesela bugün burada da sinemanın geleceğinden bahsederken biz hiç sanattan, sanatın geleceğinden, sanatçıların ne gibi işler yaptığından konuşmuyor, ne durumda olduğundan, işin edebî ya da felsefî tarafından kuşku duymuyoruz. Hep hangisi kaç para aldı, o şöyle mi oldu? Bu bir kısır döngü. Sabaha kadar tartışırız. Sabaha kadar da tartışalım. Festival nedir ki? Festivalde ben ne izleyeceğim? Sadece sinema izlemek zorunda değilim. Kültür Sanat Vakfı olması gerekiyor dediğimde, demek istediğim şey tam da buydu. Sadece biz olaya sinema ve sinemacı olarak yaklaşmamalıyız diye düşünüyorum. OLKAN ÖZYURT Ama o vakıfta bienalin kreatörü gelip festivalin yöneticisine bir şey demiyor. Oralarda da bir uzmanlaşma hali var. Size cevap olacaksa, Ankara Film Festivali’nde, çağdaş sanat, video-art, sinema ilişkisi ile ilgili geçmiş yıllarda bir programı vardı. Mesela bu yıl da Gezici Film Festivali’nde böyle bir çalışmaya başlandı. ERSİN ELÇİN Ben sizi eleştiren bir yargı üzerinden demiyorum. Bu bence önemli bir şey. İşin sanatsal içeriğinden ziyade amacı da önemli. REİS ÇELİK Haklısın, doğru söylüyorsun. Şimdi tartışmamızı oraya götürmeyelim; ama şunu söylemek istiyorum size. Sanatın sorunları tartışılıp konuşulabilir; ama sanatın boyutu yaratıcıya ait bir şeydir. Sen onu yaparsın, önümüze koyarsın, biz onun üzerinden gideriz. Bunu tartışarak sanata boyut kazandıramayız. Sanatta boyut, yaptığın an ortaya çıkar. Onun için önce yapacaksın. Bu tartışma, sinemamızın şu anki sorunları üzerine. Yani çözebileceğimiz, adım atabileceğimiz noktalar var. Bak güzel bir öneri getirmiştin: sinema salonlarını tekrardan düzeltmeye, geliştirmeye yönelik. Bunlar bizim tartıştıklarımız. OLKAN ÖZYURT Festivaller ve işlevleri konusunda son olarak şunu söyleyeyim. Bu yıl Türk Si58 neması’nın 100. yılıydı. Türk Sineması’nın 100. yılı ile ilgili çeşitli programlar, etkinlikler oldu. Fakat bunların ortaya çok da elle tutulur bir şey çıkarttığını düşünmüyorum. 100. yılın; festivallerin ve programlarının ana omurgaları olmadığını görüyoruz. O noktada bir tartışma bile yapılamadı. KAMİL KOÇ Dün yaptık. Burçak Evren ile Romanya’dan Marian Tutii geldi. Katılım sınırlıydı 25-30 kişilik bir arkadaş grubu. OLKAN ÖZYURT Kitlesel olarak yapılamadı. Gündeme getirilemedi. “Neymiş, ne değilmiş?” bile denilemedi. Kaygım o. Fransa’da olsaydı bambaşka şeyler olabilirdi. Bırak, İhsan Bey dedi ki, doğuya dönün. İran’da da olsaydı bambaşka bir şey olurdu. Festivaller, bu saydığımız nedenlerden dolayı güncelin içinde kalıyorlar ve o güncelin içinde kaldığı için de, 100. yıl gibi tarihi bir fırsatı da kaçırabiliyorlar. Hadi bunu kaçırdık ama biraz daha güncelin dışına çıkmaya ihtiyacımız var. Bu perspektifi geliştirecek insanlar da bu festivali düzenleyen, o artistik yönünü belirleyen kişiler diye düşünüyorum. REİS ÇELİK Evet, Mustafa, seni dinleyelim. MUSTAFA ÜNLÜ Evet gene dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz. Sinema çok bütünsel bir şey. Sektör lafı geçiyor. Ben kullanmamaya çalışıyorum; çünkü Türkiye’de bir sinema sektörü olduğunu düşünmüyorum. Sektör dediğiniz şey tüm kurumları ile vardır. Yani festivalinden, okuluna, yapım mekanizmalarına, destekleme mekanizmalarına, saklama, yayma ve onu geliştirme mekanizmalarına kadar bütünlüklü bir şeydir. Örneğin otomotiv sektörü öyle bir şeydir. Yedek parçasından tutun, sendikasına kadar bir bütünlük arz eder. Sinemada bizim böyle bir şeyimiz yok. Kimsenin kimseyle, organik olarak destekleme anlamında bir bağı yok. Yıllardır bağımsız bir sinema kurumundan bahsediyoruz. Gerçekten de tek çıkar yoldur. Festivaller anlamında, sinemanın yaygınlaşması anlamında, destek mekanizmalarının bir yere oturması anlamında. Antalya niye şamar oğlanı? Antalya şamar oğlanı çünkü Antalya siyaseti aşamıyor ve Antalya odağında büyük ödüller, paralar ve siyaset dönüyor. Belediye başkanı festivalin başkanı. Dolayısıyla otosansür oluyor. Dolayısıyla sansür oluyor. Yani o zaman, kusura bakmayın ama elbette şamar oğlanı olacak. Bütün bunları düşündüğünüzde, sinema bütünseldir diyoruz. Ben on yedi yıldır Belgesel Film Festivali’nin içindeyim, bir parçasıyım, za59 man zaman da başında oldum. Ben bir tane sinema yazarının belgesel yazdığını görmedim. O festivale gelip baksanız olağanüstü filmler var. Nereden baksanız, iki yıl önce on iki bin izleyici vardı. Bir belgesel film festivali için az buz bir şey değildir. Sinema yazarlarının da oturup bakmaları lazım. Orada dünyayı dolaşmış, dünyanın en anlamlı ve gerçek hikâyelerini dile getiren filmler var. Gerçekten herhangi bir kurmaca ile yarışabilecek -eğer öyle bakıyorsanız- filmler bunlar. Ama bir sinema yazarının oturup da “Şunu izledim, böyle bir film var.”dediğini görmedim. Dolayısıyla bu bütünsellik ve kurumsallık içinde baktığımızda tek somut örneği budur. Bunun için zamana ihtiyaç var. Bunun için algı diyoruz, algı çok önemli bir şey. Festival filmi algısı, ticari film algısı, sanat filmi algısı, jüri algısı, belgesel algısı ve daha nicesi diye uzatabiliriz. Bugün baktığınızda buradaki insanların yarısına belgeseli sorsak sonunda çıkan cevabı tartışırız. Dolayısıyla bu algıları yerine oturtmak, bunları daha sağlıklı hale getirmek, belki de sinema ile uğraşan insanların ortak sorumluluğudur. Böyle düzelecek, başka çare yok. REİS ÇELİK: Evet, Yamaç. YAMAÇ OKUR: Özellikle bugünkü forumda iyi film-kötü film meselesi çok konuşuldu. Bence iyi film - kötü film ve ticaret arasında bir ilişki yok. Bir film iyi film olabilir. Günün sonunda iş yapmayabilir de yapabilir de. Festivallere bunu koymanın sorunlu bir tartışma olduğunu düşünüyorum. Çünkü epey konuşuldu bu konu. Festivallerle bağlantılı olarak yine konuşmadığımız konulardan bir tanesi ki bence gelecek yıllara not düşmek açısından önemli, prömiyer meselesi. Antalya bu sene biliyorsunuz prömiyeri kaldırdı. Biz sektör açısından bir geri adım olduğunu düşünüyoruz. Kendi meslektaşlarımızla uzun uzun konuştuk. Birbirinin benzeri, kimlik oluşturmayan bir sürü festival var ve aynı filmleri gösteriyor. Tabii bu durum seyircide, belki sektörde bıkkınlık yaratıyor. Aynı filmler, bir sürü festivalde birden. Özellikle prömiyer yaptığınız zaman bu algıyı kırmak biraz mümkün. Artistik direktör kavramından bahsetmiştim ilk konuşmamda. Bunu biraz açmak istiyorum. Ekip olayı çok önemli. Şimdi niye kimlik oluşturamıyor festivaller? Çünkü yıl boyunca çalışan kimlikleri yok. Biraz önce Olkan bahsetti, 100. yıl kaçırılmış bir fırsat, haklı. Niye öyle? Çünkü festival ekipleri en çok iki-üç ay önce çalışmaya başlayabiliyor. İki üç ayda nasıl bir program oluşturabilirsiniz ki? Nerelere gidebilirsiniz? Ancak film seçilebiliyor. Dolayısıyla böyle kapsamlı büyük programlar oluşturma şansınız kalmıyor. İstanbul Film Festivali niye daha profesyonel diyoruz? Çünkü yıl boyunca çalışan bir ekibi var. En azından benim bildiğim kadarıyla yıl boyunca çalışan beş kişilik bir kadrosu var. E tabi bu da bir fark yaratıyor. 60 Ek olarak şu anki yönetmelik biliyorsunuz yasaklamayı da getiriyor. Yakın zamanda Nymphomaniac yasaklandı ama bunun artık yönetmeliklerden çıkması gerekiyor. Her türlü sanatsal etkinlik düzenleyen komiteler, kendi kararlarıyla istedikleri filmi gösterebilmeli. Bunun için devletten alınan belgeye ihtiyaç duyulmamalı diye düşünüyorum. Bir de tabii ki Soysal’ın bahsettiği bir sinema merkezi fikrine katılıyorum. Aslında bu, bundan beş altı yıl önce hatırlarsınız, devlet tarafından bize getirilmiş bir öneriydi. Sektör içinde epey bir tartışıldı fakat o dönem bu fırsatı doğru değerlendiremedik. MUSTAFA ÜNLÜ Ama bağımsız değildi. YAMAÇ OKUR: Bağımsız değildi ama bir fırsattı. Yeteri kadar tartışılamadı o dönem. Şu anda yürürlüğe girecek sinema yasasının yeni adı Türkiye Sinema Kanunu. Ama bir sinema merkezi geçmiyor hiçbir yerinde. Ara kanun olarak görüyoruz biz bunu sinemacılar olarak. Tabii ki esas hedefimiz bağımsız sinemacıların, kendilerinin yönetebileceği bir merkez oluşturması. Ancak tabii bu da bir yol. Yukarıdan birisinin yapacağı bir şey değil. İşte bunlar tartışarak, güçlenerek, birleşerek yapabileceğimiz bir şey. Tabii ki temel çözümler burada yatıyor. Bizim kendi kendimize karar alabileceğimiz mekanizmaları kurmakla bunlar çözülebilecek. REİS ÇELİK Şunu söylemek istiyorum öncelikle. Aslında devletin yapısını da toplum oluşturduğuna göre toplumun kendisine hedef koyduğu şeyler nedir ve toplum neyi temel alarak yürür konusu önemlidir. Toplumu asıl yürüten, topluma yön veren, toplumun kendi içinden yetiştirdiği aydınlardır. Sadece sanatsal anlamda bir aydından bahsetmiyorum. Teknolojideki aydın, eğitimdeki aydın, kabzımallıktaki aydın, tuvalet yapımında kullanılan yöntem ve biçimi öneren aydın, tümü kapsayan bir yapıdan bahsediyorum. Şöyle bakalım topluma. Hepimiz çocuk olduk, en çok şekeri ve çikolatayı, tatlıları severiz. Anneden babadan isteriz sürekli. Çocuk ister, ister ki sürekli çikolata yesin ve ister ki sürekli bilgisayar başında oyun oynasın. Biz ebeveynler olarak ona olabildiğince şekerden az vererek, oğlum sevmiyorsun ama süt iç, lahana ye, kızım sen şunu yapma diye zorlarız. Niye zorlarız? Onun sağlığı için zorlarız. Toplumu büyütmek de buna benzer bir şeydir. Bir topluma angaje edeceğin şey o toplumun sağlıklı bir toplum olmasına yönelik bir yaklaşımsa desteklenir. Devlet de sinemanın veya diğer sanatların bu toplum için gerekli bir tüketim malzemesi ve ihtiyaç olduğunun farkına vararak bakarsa, o toplumu sinema alanında da resim alanında da büyütebilir ve geliştirebiliriz. Size çok ilginç bir örnek vereceğim. Son beş altı haftadır, pazar sabahları saat 61 10’da, yanılmıyorsam Azerbaycan televizyonundaki bir yarışmayı izliyorum. Yarışmada resim sanatı üzerinden eserler gösteriliyor ve o resim üzerindeki resmin hikâyesini, hikâyesinin içerisindeki metaforları yarıştıran ve onun üzerinden yarış yapan gençlerin birbirleri ile kapışması üzerine kurulmuş bir program. İnanılmaz şeyler. Ben izliyorum, bildiğim şeyleri yeniden öğrenmeye başlıyorum ve büyük bir sükse yapıyor. Basit bir hikâyeden topluma bir eğitim veriyor. Peki, bizdeki yarışmalara baktığımız zaman, ben bilmem kocam bilir, evlilik yarışması... Toplumu nasıl yönlendiriyoruz? Toplumu neye ihtiyaç duyar hale getiriyoruz? 1970’li yıllarda, o olağanüstü filmleri üreten Yeşilçam Sineması ne yazık ki pornografiye yavaş yavaş kaydı ve farkında olmadan kötü bir zincire girdi. Bir yandan yasaklıyorsun, bir yandan sansürlüyorsun, bir yandan iyi, toplumsal işler yapanı içeri atıyorsun ve bir yandan da öbür tarafın kapısını açıyorsun. 1980’lerin başına geldiğimizde Türkiye Sineması bitmişti. Bugün neler oluyor? Bugün yine aynı tehlikeli bir evrimleşmenin eşiğindeyiz. İçeriksiz, derinliği olmayan, feci küfürbaz komedi filmi noktasına geldik. Sinemamız “toplum böyle istiyor” evrimine dönüştürülüyor. Çocuk da çikolata istiyor. Toplum bunu istiyor ve buna yönleniyoruz ve hızla ona evriliyoruz. Bugün son yapılanlara baktığım zaman Recep İvedik bir başyapıt olarak gelmeye başlıyor bana. Toplumsal irdelemeyi daha doğru yapan bir şey olarak karşıma çıkıyor; çünkü o da giderek boşalmaya başlıyor ve aynı tehlikeye giriyoruz. Böyle bir evrede devlet, hangi iktidar olursa olsun, temel politika olarak; kültürlendirilmiş ve sanatla barışmış bir toplum yaratma kaygısıyla hareket etseydi o zaman bizim başlıklarımız şuydu: Festivallerimiz nasıl olacak? Salon ve seyirciyi buluşturabilecek miyiz? Filmlerimizi nasıl pazarlayacağız? Sinemanın bir çatısı yok, bir kurum oluşturalım mı? Film destekleme yasaları ve telif hakları topluma verilsin mi, verilmesin mi? Sinemada eğitimi ne yapmalıyız? Konuştuğumuz konular bunlardı. Başlıkların hemen altındaki şeyleri bu kafadan bakarak öneriyorum devlete. Festivalleri, sanata olması gereken yerden bakarak özgürleştirmek zorundasınız. Yani her belediye başkanına, her sinema genel müdürünün yapısına göre, her iktidara göre, her bakana göre bir festival organize etmemelisiniz. Bir ülkenin geleceğine yazık edersiniz, yok edersiniz. Devlet devamlılığını, toplum devamlılığını bulamazsınız. İkincisi, sadece filmlere destek vermekle sinemayı kurtaramayız. Seyirciye destek vermemiz gerekiyor. Seyircinin sinema salonlarına gitmesini teşvik etmemiz gerekiyor. Devletin belirli ölçüde sinemaya gitmemiş insan topluluklarının biletlerini alarak onların sinemaya gitmesini sağlaması gerekiyor. Size çok çarpıcı bir örnek vereceğim. Amerika’da nüfus başına bir kişiye yılda dört film düşüyor. Yani istatistiklere göre her Amerikan vatandaşının bir tanesi yılda dört sinema bileti almış oluyor. Çin onu yakaladı. Çin şimdi kendisine yeni bir hedef koydu ve milyonlarca köye film gösterme ekranı, sinema salonu kurdu ve bu sayıyı on ikiye çıkarmayı planlıyor. Yani her nüfusun ayda bir kez sinemaya gitmesini hedefliyor. Pazarını da yaratıyor aynı zamanda. Hollanda’da her Hollanda vatandaşına on bilet düşüyor. Yani biz 62 yetmiş milyonuz daha yeni altmış milyon seyirciyi bulacağız, elli milyonlardayız. Bilet sayısı olarak bir kişiye bir bilet düşmüyor. Hollanda’da bir kişiye on bilet düşüyor ve o kadar sinemaya gidiyor. Semir Hoca’nın haklı olarak feryat ettiği şey, 120 tane sinema okulu var ama hiç birinde ne yazık ki sinema eğitimi verilmiyor. Sadece tribüne oynuyoruz. Tüm yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı eğer bu toplumsal bellekten yola çıkarak hareket ettirir ve bu önerilere bir devlet, bir hükümet, bir muhalefet olarak bütün kurum ve yapılara bunu ele alalım der isek işte o zaman bu salonlar boş olmaz. O filmler de karşılıksız kalmaz diye düşünüyorum. Ben de söz hakkımı kullanmış oldum. Teşekkür ediyorum. Düzenleyenlere de teşekkür ediyorum. Çok önemli bir şey bu. Festivallerde bunu üç kişi de olsak tartışmak zorunda olduğumuzu hissettirdiği için. Teşekkür ederim, sağ olun. KAMİL KOÇ Festival olarak biz de bütün katılımcı arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Özellikle söz alan arkadaşlarımız için bilgi defteri dolaştırıldı. Oraya lütfen isimlerinizi yazınız; çünkü metinler deşifre edildikten sonra size ulaşacak. Herkese teşekkürler. 63 INTERNATIONAL BOSPHORUS FILM FESTIVAL www.bogazfilmfestivali.com #BogaziciFF 20 - 27 Kasım 2015 66