T.C. BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ ENVER PAŞA’NIN OSMANLI DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ Yüksek Lisans Tezi MUZAFFER TÜRK İSTANBUL, 2018 T.C. BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KÜRESEL SİYASET VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER PROGRAMI ENVER PAŞA’NIN OSMANLI DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ Yüksek Lisans Tezi MUZAFFER TÜRK Tez Danışmanı: DR. VİRON MATARANGAS İSTANBUL, 2018 T.C. BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KÜRESEL SİYASET VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER PROGRAMI Tezin Adı: Enver Paşa’nın Osmanlı Dış Politikasına Etkisi Öğrencinin Adı Soyadı: Muzaffer Türk Tez Savunma Tarihi: 01.06.2018 Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları yerine getirmiş olduğu Sosyal Bilimler Enstitüsü tarafından onaylanmıştır. Doç. Dr. BURAK KÜNTAY Enstitü Müdürü İmza Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları yerine getirmiş olduğunu onaylarım. Ünvan, Adı ve SOYADI Program Koordinatörü İmza Bu Tez tarafımızca okunmuş, nitelik ve içerik açısından bir Yüksek Lisans tezi olarak yeterli görülmüş ve kabul edilmiştir. Jüri Üyeleri __ İmzalar Tez Danışmanı Dr. Viron MATARANGAS ------------------------------------ Üye Dr. Gaye İLHAN DEMİRYOL ------------------------------------ Üye Dr. Hande PAKER ------------------------------------ TEŞEKKÜR Hem ders aşamasında hem de bu çalışmanın ortaya çıkış sürecindeki katkıları nedeniyle Bahçeşehir Üniversitesi’nin değerli hocalarına ve özellikle tez yazım aşamasında en başından itibaren desteklerini benden esirgemeyen, Dr. Viron Matarangas’a teşekkürü bir borç bilirim. Muzaffer Türk ÖZET ENVER PAŞA’NIN OSMANLI DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ Muzaffer Türk Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Programı Tez Danışmanı: Dr. Viron Matarangas Mayıs 2018, 110 Sayfa Bu çalışmanın temel amacı, Enver Paşa’nın yaklaşık altı yüz yıllık bir imparatorluğun yıkılış sürecindeki etkisini araştırmaktır. Araştırma yapılırken konu hakkında yazılmış kitaplar, makaleler, gazeteler ve devletler arası anlaşmalar temel veri kaynağı olarak kullanılmıştır. Araştırma sonucuna göre uluslararası ilişkilerde bir devletin dış politikasının sadece insan faktörüyle açıklanmasının yetersiz olduğu ve Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecindeki dış politikasında Enver Paşa’nın kişisel fikirleri ve tercihlerinden ziyade devletin iç yapısı ile özellikle uluslararası sitemin anarşik yapısının etki ettiği tespit edilmiştir. Teorik çerçeveden bakıldığında Enver Paşa’nın dış politikada yapmak istedikleri ve yaptıkları kişisel tercihlerden çok reelpolitik ile açıklanabilmektedir. Sonuç olarak uluslararası sistemin anarşik yapısı, XX. yüzyılın başlarında oldukça güçsüz ve yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’ni hayatta kalabilmek adına çeşitli ittifaklara girmeye zorlamıştır. Enver Paşa da bu süreci hızlandıran aktörlerden sadece biri olmuştur. Anahtar Kelimeler: Enver Paşa, İttihat ve Terakki, Osmanlı Devleti, Neorealizm iv ABSTRACT ENVER PASHA’S IMPACT ON OTTOMAN EMPIRE’S FOREIGN POLICY Muzaffer Türk The Graduate School of Social Sciences Global & International Affairs Program Thesis Supervisor: Dr. Viron Matarangas May 2018, 110 Pages The main aim of this study is to investigate Enver Pasha's impact of a nearly six hundred year old Ottoman Empire on the collapse. While conducting research, books, articles, newspapers and interstate agreements about the subject were used as basic data sources. According to the result of the research, it is inadequate to explain foreign politics of a state with only a human factor. Besides, internal structure of the state and especially anarchic nature of the international system rather than Enver Pasha’s personal ideas and preferences had effect on foreign politics in the period of Ottoman Empire collapse. Judging from the theoretical framework, what Enver Pasha wanted to do and did can be opened with realpolitik rather than personal preferences. As a result, the anarchic structure of the international system forced the Ottoman Empire which was very weak and demolished in the early part of twentieth century to enter various alliances in order to survive. Enver Pasha was only one of the actors that accelerated this process. Keywords: Enver Pasha, The Committee of Union and Progress, Ottoman Empire, Neorealism v İÇİNDEKİLER KISALTMALAR .........................................................................................................viii 1. GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 2. TEORİK ÇERÇEVE ............................................................................................... 11 2.1 SAVAŞ VE BARIŞ ....................................................................................... 11 2.1 REALİZM/NEOREALİZM ...................................................................... 13 3. AVRUPA UYUMU VE ENVER PAŞA’DAN ÖNCE OSMANLI DIŞ POLİTİKASI .............................................................................................................. 18 3.1 TARİHSEL SÜREÇ ..................................................................................... 18 3.2 AVRUPA’NIN HASTA ADAMI VE DOĞU SORUNU............................ 20 4. ENVER PAŞA’NIN İLK YILLARI ....................................................................... 27 4.1 ENVER PAŞA’NIN AİLESİ VE EĞİTİM HAYATI ................................27 4.2 ENVER PAŞA’NIN İLK GÖREVLERİ VE SİYASİ FAALİYETLERİ ..………………………………………………………………………………..... 27 5. XX. YÜZYIL BAŞLARINDA OSMANLI DIŞ POLİTİKASI VE ENVER PAŞA ........................................................................................................................................ 29 5.1 REVAL GÖRÜŞMELERİ VE II. MEŞRUTİYET’İN İLANI ................ 29 5.2 TRABLUSGARP SAVAŞI .......................................................................... 34 5.3 BALKAN SAVAŞLARI VE BÂB-I ÂLİ BASKINI .................................. 36 5.4 I. DÜNYA SAVAŞI ...................................................................................... 45 5.4.1 Osmanlı - Alman ittifakı ................................................................. 48 5.4.2 İttifaktan savaşa ............................................................................... 68 5.4.3 Bir devrin sonu ................................................................................. 78 5.4.3.1 Kafkas cephesi ............................................................................... 79 5.4.3.2 Kanal harekâtı .............................................................................. 80 5.4.3.3 Irak cephesi ................................................................................... 82 5.4.3.4 Çanakkale cephesi ........................................................................ 83 5.4.3.5 Suriye-Filistin cephesi .................................................................. 84 5.4.3.6 Bolşevik İhtilali ve Kafkas cephesinin ikinci safhası ................. 85 5.4.3.7 Savaşın bitişi .................................................................................. 87 6. SONUÇ ..................................................................................................................... 89 vi KAYNAKÇA ................................................................................................................ 93 EKLER ....................................................................................................................... 103 Ek 1 Afrika’nın Sömürgeleştirilmesi ............................................................ 104 Ek 2 Makedonya Sorunu ............................................................................... 105 Ek 3 Kâmil Paşa, İngiliz Kraliçesi Mary ve İngiliz Kralı V. George …...... 106 Ek 4 Bâb-ı Âli Baskını .................................................................................... 106 Ek 5 Bulgar Orduları Çatalca Önlerinde .................................................... 107 Ek 6 Birinci Balkan Savaşı Sonucunda Ortaya Çıkan Tablo .................... 107 Ek 7 Üçlü İtilaf Kuruluyor ............................................................................ 108 Ek 8 Sykes – Picot – Sazanov Gizli Anlaşmasına Göre Türkiye’nin Taksimi ............................................................................................................................. 109 Ek 9 Göben Kruvazörü .................................................................................. 109 Ek 10 1914 Avrupa İttifaklar Sistemi ............................................................. 110 vii KISALTMALAR ANZAC : Australian and New Zealand Army Corps BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivi HİF : Hürriyet ve İtilaf Fırkası İTC : İttihat ve Terakki Cemiyeti TBMMZC : Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi TDV : Türkiye Diyanet Vakfı TSK : Türk Silahlı Kuvvetleri TTK : Türk Tarih Kurumu SBE : Sosyal Bilimler Enstitüsü viii 1. GİRİŞ Enver Paşa,1 1881 yılında İstanbul’da doğumundan, 1922’de Orta Asya bozkırlarında Bolşevikler tarafından öldürülmesine kadar Türk tarihinin bir dönemine damgasını vurmuş, şüphesiz en önemli şahsiyetlerden biridir. Enver Paşa’nın yaşadığı dönemin; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı ve yeni bir devletin doğduğu sancılı bir sürece denk gelmesinden dolayı kendisiyle ilgili tartışmalar günümüzde de devam etmektedir. Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girmesi ve savaş sonunda yıkılmasının sorumluluğu genel olarak Enver Paşa’ya ya da başkalarına yüklendiği için o dönemde uluslararası ilişkileri etkileyen temel faktörler göz ardı edilmektedir. Tezimiz; bu düşüncelerin yanlışlığını ortaya koyarak, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini uluslararası ilişkilerin yapısal özelliklerinden kaynaklandığını açıklamak üzerine dayalı olduğundan, öncelikle bu düşüncelere örnekler vererek başlamak gerekiyor. Tezimizi destekleyen argümanlara ise ilerleyen bölümlerde yer vereceğiz. Şimdi öncelikle Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı’na girişinin sorumluluğunu Enver Paşa’ya yükleyen görüşlere bakalım; Enver Paşa konusunda uzman olan ve konumuz ile ilgili temel kaynak eser olan Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa kitabını yazan Şevket Süreyya Aydemir’e göre Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin bütün sorumluluğu Enver Paşa’nındır. Kitabında bu düşüncesini şu şekilde yazmıştır (Aydemir 1970, c. II, s. 506): “Birinci Dünya Harbi’nin, baş adamı olduğu kadar, bilerek sorumlusu da, elbette ki Enver Paşa’dır. Ve Enver Paşa, bu sahnenin ve dramın ön planında, tâ baştan sonuna kadar yer alır.” Osmanlı tarihi alanında dünyaca ünlü en önemli uzmanlardan biri olan Stanford J. Shaw, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili yazdığı bir kitapta, Enver Paşa’yı kastederek kitabın içeriğiyle ilgili şunu söylemektedir (2014, s. 3): Tam ismi İsmail Enver’dir. Ayrıca paşalık (generallik) rütbesine yükselmesi 1914’te olacaktır. Ancak biz metinde bu ayrımı yapmayacağız. 1 1 “Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda korkunç olaylar meydana geldi. Bu olayların nasıl ve neden vuku bulduğunu anlamak ve açıklamak için bir girişimde bulunulmuş, öyle ya da böyle dâhil olan çeşitli taraflardan hangisini ne kadar suçlayacağına karar vermek okura bırakılmıştır.” Yine Stanforf J. Shaw’ın Ezel K. Shaw ile birlikte yazdığı Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye adlı kitapta, İtilaf Devletlerinin Osmanlı Devleti’ni tarafsız tutabilmek için uğraştıklarını ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü konusunda istediği bütün güvenceleri verebileceklerini ancak Enver Paşa’nın buna engel olduğunu belirtmektedir (1983, ss. 374-375). Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini ideolojik bir bakış açısıyla değerlendiren gazeteci yazar Erdoğan Aydın, kitabında; Osmanlı Devleti’nin, Almanya’nın yanında savaşa girmesinin bütün sorumluluğunun Enver Paşa’ya ait olduğunu şu şekilde belirtiyor (2012, ss. 11-15): “…Osmanlı, Almanya ile işbirliği içinde olup içeride gerçek bir diktatörlük kurmuş olan bazı yöneticilerinin komplosuyla savaşa sürüklenecekti. Kısacası Osmanlı’yı tarihten silip toplumunun felaketi olan bu son savaş, tipik bir derin devlet operasyonu olacaktı. …kritik dönemeçlerde etkin siyasal araçlara, hele ki mutlak yetkilere sahip olmuş bireylerin, sürecin gidişatını belirleyebildiği pek çok örnekle sabit. İşte I. Dünya Savaşı öncesi ve savaş sürecinde Enver Paşa’nın böyle bir rolü olacaktır.” “Gelibolu 1915” kitabının yazarı Erol Mütercimler, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanına “siyasi” olarak Enver Paşa tarafından itildiğini şu şekilde belirtiyor (2005, ss. 4-9): “…Neredeyse sekiz buçuk ay sürmüş olan Gelibolu kara muharebelerine yol açan gelişmelerin başlangıcı, siyasi olarak Almanya’nın yanına itilişidir. … 22 Temmuz 1914 tarihinde Harbiye Nazırı Enver Paşa, Almanya’nın İstanbul büyükelçisi Baron von Wangenheim’a ittifak teklifinde bulunmuştur. 2 Ağustos 1914’te de Osmanlı Devleti ile Almanya arasında birlikte hareket etme antlaşması imzalanır. Bu anlaşma, Osmanlı devlet adamlarının iddia ettikleri gibi yalnızca savunma amaçlı değil, gerektiğinde saldırı amaçlı ve ülkeyi her an savaşa sürükleyebilir içerikteydi. Enver Paşa ve Sait Halim Paşa, hükümetin onayını almadan alelacele ve savaşa Almanya tarafından sürüklenebileceklerini bile bile antlaşmayı imzalamakta tereddüt etmemişlerdir.” 2 Birinci Dünya Savaşı’nda aktif olarak görev almış bir bürokrat olan Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar kitabında Enver Paşa’yı kastederek; Osmanlı Devleti’nin başında bulunanların bir oldu-bittisi ile savaşa girdiğini belirtmektedir (1973, s. 75). T.S.K’de general olarak uzun yıllar hizmet etmiş olan ve Komutan Atatürk kitabını yazan Celal Erikan, kitabında Osmanlı Devleti’nin, Enver Paşa’nın kişisel isteği ve oldu-bittisiyle savaşa girdiğini belirtmektedir (2001, s. 98). Birinci Dünya Savaşı’nda görev almış bir general ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra aktif bir siyasetçi olan Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti kitabında, o dönemde yaşanan olayların kişisel kararlara göre şekillendiğini şu şekilde belirtmektedir (1973, s. 194): “O dönemde, Amerika dışında bütün büyük devletler gizli antlaşmalar yapmakta idiler. Fakat müşterek sorumluluk taşıyan bir antlaşmanın birkaç kişinin bilgisi ile imzalanması, savaşın eşiğinde durum anlaşılmadan antlaşma isteğinde bulunulması, tehlikeye gözü kapalı atılmaktan başka bir şey değildi. Tarihçiler bu olayı çok acil sözlerle eleştirirler. Olayı facia, müthiş bir sahtekârlık, gafilce bir hainlik sayanlar da vardır. Biz hainlik ve sahtekârlık sözlerini yerinde bulmadığımız gibi, antlaşmayı imza edenlerin iyi niyetlerinden de şüphemiz yoktur. Şu var ki Enver Paşa Alman ordusunun yenilmez bir kuvvet olduğuna inanmıştı. Talat ve Halil beylerin de ona inançları vardı. Sadrazam da onların başa getirdiği bir kişiydi. Onun kültürü devlet idaresi ile ilgili değildi. Şunu da söylemeliyiz ki Almanya'nın yenileceğini ve onun birçok siyasal ve stratejik hatalar yapacağını da kimse kestiremezdi.” Siyaset bilimi ve tarih alanlarında yazdığı eserlerle tanınan Sina Akşin; Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından, İttifak Devletlerinin aldığı bazı başarısız sonuçlar dan dolayı Türk devlet adamlarının, savaşta tarafsız kalınması yönünde fikirlere sahip olduklarını ancak Enver Paşa ve Talat Paşa’nın buna rağmen Osmanlı Devleti’ni savaşa soktuklarını belirtmektedir (1995, s. 42). İsmet Paşa, Enver Paşa’nın Osmanlı ordusunu modernize ederek önemli işler yaptığını belirttikten sonra Enver Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı konusunda yanlış yaptığını şu şekilde ifade etmiştir (Turan 2004, s. 396): “…Yalnız, siyaset kısmında memleket Cihan Harbi’ne, kaybolmuş bir harbe girmiştir. Almanya için, Almanya’nın kaybettiği bir harbe girmiştir. Alman imparatoru, gene siyaset adamlarının telakkisine göre, ‘Çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha kuvvetim var, Rusya’nın hakkından aynı zamanda gelebilirim’ diye 3 düşünmüştür. Bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bütün kuvveti bağlamamışlar, belki onu da getirseydiler gene mukavemet edebilirlerdi. Çünkü karşı taraf da siyaseti, aynı harbin hesaplarını yaparken Almanya’nın ne kadar asker çıkaracağını ve kendilerinin ne kadar çıkarması lazım geldiğini biliyordu.” Tarih alanında yaptığı çalışmalarla bilinen Oral Sander, Osmanlı diplomasi tarihiyle ilgili yazdığı kitabında İttihat ve Terakki liderlerinin birçoğunun, büyük devletlerle yapılacak olan ittifaka Osmanlı çıkarları açısından yaklaştığını; ancak Enver Paşa’nın inanmış bir Alman yanlısı olduğunu ve bu yüzden hükümet üyelerinin ve sadrazamın karşı çıkmasına rağmen Alman zırhlılarının boğazlardan geçmesine izin verdiğini belirtmektedir (2008, s. 291). İkinci Meşrutiyet dönemi Jön Türk hareketi içinde yer alan, Abdülhamid’e muhalif olmasının yanı sıra İttihat ve Terakki’ye katılmayı reddedip ona karşı mücadele eden ve dönemin önemli siyasetçilerinden biri olan Ahmet Bedevi Kuran’a göre savaşın başladığı ilk günlerden itibaren Enver Paşa Almanya’nın yanında savaşa girmeye karar vermişti (Kuran 2000, s. 425). İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi kitabında İttihatçıların açıktan açığa ve kayıtsız şartsız Alman yanlısı olarak itham edilemeyeceğini; ancak Enver Paşa için bu yorumun doğru olabileceğini belirtmektedir (2017, s. 158). Ünlü İngiliz askeri tarihçi ve Birinci Dünya Savaşı uzmanı Hew Strachan, Osmanlı Devleti’ni Almanya ile ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı’na sokan ve devletin kaderini belirleyenlerin Enver, Talat ve Cemal Paşa olduğunu yazmaktadır (2014, s. 135). Birinci Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olarak görev yapan Faik Tonguç anılarında; görev aldığı birçok yerde savaşa girişin ve savaşta yaşanan felaketlerin Enver Paşa’nın sorumluluğunda olduğunu düşünen birçok kişiyle karşılaştığını yazmıştır (2015, ss. 19-20). 4 Birinci Dünya Savaşı’nda birçok cephede komutan olarak görev yapan Ali İhsan Sabis hatıralarında Enver Paşa ile ilgili şunları söylemektedir (1991, s. 15): “Birinci Dünya Harbi’nde Almanların mutlaka galip geleceklerine inanmış olan Enver Paşa, Turancılık emeli ve hülyalarına uygun düşen Alman ısrarlarına körü körüne muvafakat ediyordu.” Akademisyen Hasan Fendoğlu Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin tek başına Enver Paşa’nın kararıyla olduğunu şu şekilde belirtmektetir. (2015, s. 50): “Birinci Dünya Savaşı’na katılışımızla ilgili Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasını Enver Paşa (ve üç arkadaşı) 2 Ağustos 1914 tarihinde imzalamış ise de gerçekten Birinci Dünya Savaşı’na girme kararını veren tek başına Enver Paşa’dır. Etkili masonlardan Maliye Bakanı Cavit Bey’in dahi, bu işten haberi yoktur. Cavit Bey, I. Dünya Savaşı’na girme yanlısı değildi. Şayet Cihan Savaşı’na girmeseydik, petrol zengini süper güç olabilirdik çünkü Batı, Kuvay-ı Milliye ile başa çıkamamıştı; savaşa girmemiş Osmanlı ile kuşkusuz ki Batı karşısında daha başarılı olacaktık. Almanya Osmanlı’ya gönderdiği savaş malzemeleri üzerinde “Enverland” yazıyordu. Osmanlı’yı savaşa sokan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisini (davetsiz misafirleri) ülkeye kabul eden ve kabine toplantısında, ‘bugün iki çocuğumuz oldu’ diye müjdeyi veren de Enver Paşa’dır. 23 Ekim 1914 tarihinde böylece savaşa girdik. 1917’ye kadar Almanlara 140 milyon lira borçlandık; oysa yıllık gelirimiz 21 milyon lira idi. Enver Paşa, dünyayı tanımadan karar vermişti; çünkü savaş endüstrisi o yıllarda Almanya’da değil, İngiltere’de idi. Zaten 42 yaşında öldürülen Enver Paşa’yı asıl öldüren, doğru değerlendiremediği jeopolitik yasalar ile kavrayamadığı çağ akımları olmuştu. Enver Paşa, baştan kaybedilmiş bir savaşa girmişti; Osmanlı Ordusu yorgundu, yenikti, askerin yeterli gıdası yoktu, tükenmişti. O ortamda Halife V. Mehmet Reşat’ın ilan ettiği cihat da bir işe yarayamamıştı.” Akademisyen Burak Çınar, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini İttihat ve Terakki yöneticilerine bağlayarak şu şekilde açıklıyor (2014, s. 42): “Buradan yola çıkarak, Osmanlı’nın savaşa girişini; hem İttihat ve Terakki’nin Türk jeopolitiğinin önünü açma girişimi, hem de Kuzey Afrika ve Balkanlar’da resmen ya da fiilen yakın zamanda kaybedilen toprakların ardından İngiliz ve Rus tehditlerine karşı bir çıkış yakalayabilmesi için oynadığı bir kumar olarak düşünebiliriz.” Akademisyen Hasan Babacan, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin sorumluluğunu sadece Enver Paşa’ya yüklemese de savaşa girişi yine Enver Paşa ile birlikte diğer bazı kişilerin kararları üzerinden şu şekilde açıklıyor (2002, s. 270: “Aslında Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin gerçek sorumluları, kabine üyelerini ve kamuoyunu haberdar etmeden Almanlarla, 2 Ağustos1914 tarihinde gizli bir ittifak antlaşması imzalayan, Sait Halim Paşa, Talât Bey, Halil Bey ve Enver Paşa’dır.” 5 Akademisyen Edip Öncü, Enver Paşa’nın Almanlara olan bağlılığını ve olası bir büyük savaşta Almanlarla ittifak yapmanın yegâne nedeni olabileceğini ve Almanlarla ittifak yapılmasının Enver Paşa’nın şahsi fikri olduğunu şu şekilde belirtiyor (2003, ss. 71-95): “Savaş başlamadan önce Enver Paşa hariç Almanlara koşulsuz taahhüt veren önemli bir Osmanlı figürü yoktu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü ve en önemli figürü olan Enver Paşa'nın varlığı, genel bir Avrupa savaşı durumunda Almanya ile olası bir ittifak için yeterli bir sebepti. Ocak 1914'te çıkarılan bir kararnamede de belirtildiği gibi, sadece bir bakan olmasına rağmen herhangi bir durumda diğer bakanlardan herhangi birini zapt etme (görevden alma- ihraç etmek v.s.) gücüne sahipti. Böylece kendi yetkisi ile karar verebilme gücünü gösterebiliyordu. …son aşamada Osmanlı-Almanya ittifakını mümkün kılan, Enver, Talat ve Cemal'in bireysel kararları oldu.” İttihat ve Terakki dönemi Osmanlı-Almanya ilişkileri ile ilgili tezinde Mahmut Özdil Enver Paşa ve diğer İttihatçıların Almanya ile ittifak yapıp Osmanlı Devleti’nin savaşa girişindeki rollerini şu şekilde açıklıyor (2017, ss. 69-71): “İttihat ve Terakki yönetiminin Alman İmparatorluğu’na duyduğu hayranlık her kesim tarafından bilinen bir gerçekti. Özellikle de Bâb-ı Ali Baskını sonrası yönetime doğrudan el koyan, İttihat ve Terakki yönetiminde bulunan Enver Paşa ve önemli mevki ve kademedeki silah arkadaşlarının ve devletin yönetiminde bulunan önemli bir takım devlet adamlarının da Alman imparatorluğu ile kurulan bu siyasi ilişkilerin elzem olduğu kanaatinde hemfikir bulunuyorlardı. Siyasi ilişkilerin neticesinde yaklaşan büyük savaş tehlikesi, ordusunu Almanların askeri imkân ve teknikleriyle yenilemeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu’nu, Alman İmparatorluğu’na daha çok yakınlaştıracaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Harbiye Nazırı ve daha sonraları Başkumandan Vekili olarak önemli bir mevkide bulunacak olan Enver Paşa, İmparatorluğun kaderini elinde tuttuğu zaman içerisinde Alman İmparatorluğu ile kurulacak ilişki ve müttefikliğin; Osmanlı İmparatorluğunu, askeri yönden ancak, Avrupa’nın en güçlü kara ordusu olarak gördüğü Alman İmparatorluğu’nun askeri desteği ve ortak hareketi kurtaracak ve eski gücüne ulaştıracak, böylelikle kaybettiği topraklarını tekrar elde etme imkânı bulacağı inancındaydı. Enver Paşa, Alman İmparatorluğunda askeri ateşe olarak görev yaptığı zamanlarda Alman İmparatorluğu’nun, askeri gücünü yakından tanıma fırsatı bulmuş ve İttihat ve Terakki yönetiminde önemli konum ve mevkide bulunduğu zaman içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun, siyasi ve askeri tercihini genel olarak Alman İmparatorluğu yanlısı olarak kullanmasında çok etkili olacak. … Alman İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimine hâkim olan, etkin bir asker ve devlet adamı olarak kendini öne çıkartan Enver Paşa ve Talat Paşa’nın da var olan Alman hayranlıklarını kullanmak suretiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu müttefik bir devlet haline getirmeye muvafık olmuştur.” 6 Tezinde, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı ve Alman donanmaları arasındaki ilişkiyi açıklayan Nesrin Sancak, Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girmesinin nedeni olarak, Enver Paşa başta olmak üzere bazı subayların Almanya’da eğitim görmüş olmasını şu şekilde açıklıyor (2016, ss. 49-50): “Almanya’ya eğitime giden bu subaylar Almancı akımın başını çekmişlerdir. Bu akımın başını çeken Enver Paşa ve diğerleri, bu eğitimi kendi kariyerleri için ordu ve politikada kullanmışlardır. Ülkenin savaşa girmesinde Goeben ve Breslau büyük rol almıştır. Ancak bu rol veliaht Franz Ferdinand’ın öldürülmesi gibi tetikleyici bir roldür. Evet, bu savaşa girmede Alman yanlısı eğitimlerin katkısı olduğu açıktır.” Osmanlı Devleti’nin son dönemlerini ve Cumhuriyet dönemini anlattığı Siyasi Tarih kitabında Rifat Uçarol; Osmanlı yöneticilerinin savaşın başlarında tarafsız kalmak istediklerini ancak Enver ve Talat Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni bir an önce savaşa sokabilmek için Alman askeri heyetiyle birlikte çalıştıklarını belirtiyor (1995, s. 467). Mehmet Okur ve Serdar Göktaş, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili uluslararası bir sempozyumda başta Enver Paşa olmak üzere İttihat ve Terakki’nin etkili isimlerinin Almanya’nın savaşı kazanacağı inancının iki ülkenin ittifak sürecine girmesinde önemli rol oynadığını belirtmişlerdir (2014, s. 284). Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış ve Birinci Dünya Savaşı’na katılmış bir gazeteci yazar olan Ziya Şakir, Enver Paşa’yı suçlayıp Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak savaşa giriş sürecini şöyle anlatıyor (2011, s. 94): “Nihayet bu fırtına, bütün dehşet patlamıştı. Saray Bosna’da atılan tek bir kurşunun tarakası (gürültüsü), bütün Merkezi Avrupa’yı kan ve ateş ile boğmaya başlamıştı. Coğrafi vaziyeti dolayıyla, Osmanlı Hükümeti’nin de bu haile (trajedi) sahnesine çıkmaması mümkün değildi. Fakat makul düşünenler, ihtiyatlı hareketi tavsiye ediyorlar: ‘Biz, çarpışan devletler manzumelerinden hiçbirinin ittifakına dâhil değiliz.’ Buna binaen, vaziyetin inkişafını bekleyelim. Eğer harbe girmek kat’i bir zaruret halini alırsa, ona göre bir karar verelim, diyorlardı. Lakin harbe teşne olan (susamış) zümrede, bir an evvel harbe girmek için sabırsızlık gösteriyorlardı. Mevzuumuzdan hariç olan birçok siyasi teşebbüslerden ve bunların akamete uğrayan neticelerinden sonra, günün birinde şu havadis işitildi: ‘Enver Paşa, Almanlarla ittifak yapmış.” 7 Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda görev yapan Alman subayları ile ilgili tezinde Pınar Doğanay; Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak savaşa girmesinde en önemli payın Enver Paşa’ya ait olduğunu şu şekilde belirtiyor (2016, s. 50): “Avrupa Devletlerinin hızlı kalkınma ve silahlanma yarışında olduğu, Osmanlı Devleti’nin ise siyasi, askeri, ekonomik arenada çöküntü yaşadığı bir dönemde Osmanlıların uluslararası arenada yalnız kalmasından yararlanan Almanya, Osmanlı Devleti ile müttefik olmayı başardı. Almanlar İtilaf Devletleri gibi düşünmüyordu. Yenilenmiş bir Osmanlı Ordusu’nun savaş için oldukça yararlı bir güç olacağına inanıyorlardı. Osmanlı yönetimi bilhassa da bu ittifakın gerçekleşmesinde büyük pay sahibi olan Enver Paşa’nın beklentileri de bu yöndeydi. Zaten en başından beri Enver Paşa’nın Almanlara karşı ayrı bir sempatisi vardı.” William Hale, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 2000 yılına kadarki dış politikasını anlattığı kitabında, Enver Paşa haricindeki herkesin tarafsızlık yanlısı olduğunu ve Enver Paşa’nın hatasıyla Osmanlı Devleti’nin savaşa sürüklendiğini şu şekilde yazıyor (2003, ss. 24-26): “Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı'na Almanya tarafında katılan Osmanlı İmparatorluğu tarihinin son sahnelerini sergiler. Her iki tarafın da bir sakınca görmediği bu ölümcül karar, uzun görüşmeler sonucunda alınmıştı. Osmanlı kanadında halkın ve hükümetin çoğunluğu, Almanya'yla ittifak kurulmasını savunan Enver Paşa hariç, tarafsızlık yanlısıydı. …Enver Paşa Osmanlı diplomasisinde uygulanan hayati bir kuralı çiğnemişti, imparatorluk kendi toprakları doğrudan tehdit edilmediği müddetçe Avrupa güçleriyle herhangi bir savaşa girmemeliydi. Daha önceleri Osmanlı Hükümeti kendi zayıflıklarını Avrupa'daki güçleri birbirlerine karşı kullanarak telafi etmeye çalışmıştı, ama şimdi Enver Paşa bu avantajı geri tepiyordu.” Öner Buçukcu son dönem Osmanlı dış politikasını anlattığı kitabında; Enver Paşa’nın, Osmanlı dış politikasının, Almanya’nın dış politikasına göre güdülenmesi gerektiği düşüncesinde olduğunu iddia ediyor (2014, s.284). Önemli bir tarihçi, diplomat ve aynı zamanda bir siyaset bilimci olan Hüner Tuncer, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu kitabında; “Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Bey, Almanya’nın askeri gücüne ve nihai zaferine körü körüne inanarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini büyük bir tehlikeye atmıştı.” diyerek bütün sorumluluğu bu paşalara yüklüyor (2011, s. 51). Ancak Tuncel, aynı kitapta daha önce Avrupa güçler dengesinde Osmanlı Devleti’nin konumunun mecburen İttifak Devletlerine daha yakın 8 olması gerektiğini gösteren tespitler yapıyor (2011, s. 32). Bu tespitlere Avrupa güçler dengesinin Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini zorunlu kıldığını gösterdiğimiz kısımlarda ayrıca değineceğiz. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda görev yapan Alman general grubunun bir üyesi olan Von Kress, savaştan sonra yazdığı kitabında, kamuoyu, birçok tarafsızlık yanlısı ve İtilaf grubu yanlısı yöneticiye rağmen Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yapmasını Enver Paşa ve Talat Paşa’nın kişisel tercihleri ve gayretlerine şu şekilde bağlıyor (2007, ss. 15-17): “Bu şartlar altında Osmanlı Hükümeti’nin, başlamakta olan Dünya Savaşı’nda takip edeceği siyaset hakkındaki fikirlerin birbirinden pek ziyade aykırı olacağına hayret etmemek gerekir. Bu ortamda harp siyasetini ilgilendiren işlerde sempatilerin, antipatilerin, ticarî menfaatlerin mühim bir rol oynadıklarına şüphe edilmez. Türk halkının büyük çoğunluğu barış taraftarı ve Türkiye’nin tarafsız bir memleket olarak bütün harp kargaşalıklarından uzak kalacağını ümit ediyordu. Küçük bir azınlık da İtilâf Devletleriyle ittifakı arzu ediyordu; yalnız sayısı pek az olan askerlerle siyaset adamları Türkiye’nin Merkezî Devletlere katılması fikrini destekliyorlardı. Türkiye’nin derhal harbe girmesini isteyen ve bunu mümkün görenlerin sayısı çok azdı. Bütün muhalif akımlara karşı koyarak Türkiye’nin Merkezî Devletlere katılmasını sağlayan iki kişinin, Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Dâhiliye Nazırı iken sonradan Sadrazam olan Talat Paşa’nın bu işteki hizmetleri cidden büyük takdire lâyıktır.” Akademisyen Mahmut Bolat’a göre (2014, ss. 16-28): “Savaşa katılma kararı esas olarak, İttihatçı liderlerin, özellikle Enver, Sait Halim ve Talat Paşa’nın eseridir. Almanya ile savasın başlamasından hemen sonra yapılan gizli ittifakın, İttihatçılar bakımından temel gayesi, 1878’de Rusya’ya verilen ve 1912-1913 Balkan Savaşlarında kaybedilen toprakların alınması idi.” Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş süreciyle ilgili yukarıda verilen bu görüşlerin doğruluğu tartışmalıdır. Savaşların ve felaketlerin sorumluluğunu bu şekilde günah keçileri bularak belli kişilere yüklemek yerine perde arkasında yatan asıl nedenleri bulmak daha önemlidir. Bu nedenle biz, tezimizde Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş sürecini Enver Paşa’nın kişisel fikir ve kararlarıyla değil, neorealist teoriden hareketle uluslararası sistemin yapısal özellikleri ile açıklamaya çalışacağız. Konuyu bu çerçevede açıklayabilmek adına, Enver Paşa’nın Osmanlı yönetiminde etkili olmasından önce, savaş ve barış konularında uluslararası ilişkiler 9 disiplinin teorik yaklaşımlarından biri olan neorealizmden bahsetmek, Enver Paşa’nın yetiştiği çevre ve siyasi iklimi anlatmak ve Birinci Dünya Savaşı’na gelinceye kadar Osmanlı dış politikasını etkileyen önemli faktörlere, özellikle de Avrupa güç dengesi sistemine2 (Avrupa Uyumu - Concert of Europe) ve bu sistemin sona erişine değinmek gerekmektedir. Böylelikle konuyu sadece kendine özgü neden sonuç ilişkilileriyle anlatmak yerine, olayları Kenneth Waltz’ın üç analiz seviyesi bağlamında inceleyerek bu olayların arkasında yatan ortak nedenleri tespit etmeye çalışacağız. Çalışmamızın içeriği yukarıda değinilen hususlara göre şekilleneceğinden tezimizde sırasıyla şu konulara yer verilecektir; a) Konu ile ilgili teorik yaklaşımlar. b) On dokuzuncu yüzyıldaki güçler dengesi sisteminin Osmanlı Devleti’ne etkileri. c) Enver Paşa’nın ilk yılları ve siyasi hayatta etkili olmaya başladığı günlerden itibaren Osmanlı Devleti’nin dış ilişkilerinde hangi olayların yaşandığı ve bu olayların akışında Enver Paşa’nın etkisi. d) Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi ve savaş esnasında diğer devletlerle olan ilişkilerinin neorealist bakış açısıyla değerlendirilmesi. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’yı uzun bir müddet sarsan Napolyon Savaşlarının 1815 yılında Viyana Kongresi ile sona ermesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına kadar geçen süreçte, Avrupa’nın büyük devletlerinin uluslararası politikada güçler dengesini gözeterek hareket etmelerini sağlayan sistem. 2 10 2. TEORİK ÇERÇEVE 2.1 SAVAŞ VE BARIŞ “Savaş siyasetin başka yöntemlerle devamıdır.” Carl Von Clausewitz Yirminci yüzyılın başlarında, daha önceki dönemlerde eşi benzeri görülmemiş iki büyük savaş yaşanması ve bu savaşların, hem kazananlar hem de kaybedenler için büyük kayıplara yol açması insanların aklına “kalıcı bir barış ortamı sağlanabilir mi?” sorusu getirmeye başladı. Çünkü Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan savaşlarda genel olarak sadece cephede savaşan askerler doğrudan etkileniyor ve bu kadar büyük felaketler yaşanmıyordu. Ayrıca kazanan taraf için tatmin edici kazanımlar sağlanabiliyordu. Önceki yıllarda yaşanan ve nispeten uzun süren savaşların sonucunda ölen insan sayısı kadar şimdi neredeyse bir günde o sayılarda insan kayıpları yaşanmaya başlamıştı. Savaşlar gün geçtikçe sonuçları tahmin edilemeyen bir muammaya dönüşmüştü. Kenneth Waltz (2009, s.1) “İnsan, Devlet ve Savaş” adlı eserinde bu durumu “Bir savaşı kimin kazandığını sormak, bazılarına göre San Francisco depremini kimin kazandığını sormaya benzer” diyerek açıklamıştı. Bu nedenle artık böyle yıkımlarla karşılaşmamak için kalıcı barış ortamının sağlanması, sağlanamıyorsa da büyük çaplı savaşların çıkması engellenmeliydi. Barış ise savaşın engellenmesiyle sağlanabileceğine göre öncelikle savaşların neden çıktığının anlaşılması gerekiyordu. Ancak ortada şöyle bir sorun vardı; yeni bir savaş çıkmasını bekleyip bu olayın üzerinden genel bir savaş analiz yapmak hem zor hem de uygulamada pek pratik değildi. Bu nedenle mecburen tarih kitaplarına başvurmak gerekiyordu ama tarih kitaplarında da zaten savaşların nedenleri kapsamlıca açıklanıyordu ve bu açıklamaların içeriklerinden genel bir kanı çıkarmak kolay değildi. Çünkü her savaş, belirli tarihsel koşulların doğması nedeniyle kendine özgü nitelikler taşımaktaydı (Heywood 2014, s. 293). Örneğin antik Yunanistan’da yaşanan Atina – Sparta savaşları ile Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasında ortak bir neden bulmak oldukça zordu. Bu nedenle araştırmacılar savaşın nedenlerini belli bir formül ile açıklayıp bunu bütün savaşlara uyarlamak 11 istediklerinde ortaya çok farklı teoriler çıktı. Bu teoriler, savaş konusunda günümüzde de yaygın olarak kabul gören Kenneth Waltz’un (2009) İnsan, Devlet ve Savaş adlı eserinde imge olarak adlandırdığı üç analiz düzeyinde (Level of Analysis) sınıflandırılmaktadır. Bu imgeler şunlardır; İnsan doğası (man), devletlerin içsel özellikleri (state) ve yapısal veya sistemik baskılar (war). İlerleyen bölümlerde bu üç imgeyi; Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin iç dinamikleri ve ulusları sistemin yapısal özellikleri açısından ele alacağız. Böylelikle Enver Paşa’nın Osmanlı dış politikasında ne derecede etkisi olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Şimdi bu imgeleri kısaca açıklayalım; İnsan doğası (man): Bu imge genel olarak ülkeleri yöneten liderlerin kişisel özelliklerine odaklanarak insan doğasının uluslararası ilişkilere olan etkisini açıklar. Doğal olarak bu imgeye göre, savaşların önemli nedenlerinin odak noktası insan doğası ve davranışlarıdır. Savaşlar insanların bencilce davranışları, saldırgan dürtüleri ve ahmaklığının birer sonucudur. Diğer nedenler bundan sonra gelir ve bu diğer nedenler de bu ilk nedenin ışığında yorumlanmalıdır. O halde savaşın önlenmesi, insanların yüceltilmesi ve aydınlatılması ya da psiko-sosyal açıdan yeniden yapılanmalarının güvence altına alınması yoluyla önlenebilir (Waltz 2009, s. 17). Devletlerin içsel özellikleri (state): Bu imgeye göre devletlerin yönetim biçimleri ve ideolojileri o devletlerin uluslararası ilişkilerdeki kararlarına etki eden en önemli unsurdur. Örneğin otokratik yönetimler ile modern demokrasilerin uluslararası ilişkilerdeki yaklaşımları en baştan farklı olacaktır. Bu yaklaşıma göre “Demokrasilerle dolu bir dünya sonsuza dek barış içinde olabilirdi, ancak otokratik yönetimler savaşçıdırlar.” Veya “Kapitalist demokrasiler savaşı etkin olarak teşvik ederler ancak sosyalist yönetimler daha barışçıdır.” şeklinde bakış açıları ortaya atılabilir (Waltz 2009, s. 115). Yapısal veya sistemik baskılar (war): Bu imgeye göre devletlerarası ilişkileri belirleyen temel unsur uluslararası sistemin yapısal özelliğidir (anarşi). Sistem içinde yer alan birçok egemen devlet, onlar arasında yaptırım gücüne sahip bir hukuk sistemi 12 olmaması, her devletin kendi ihtiraslarını ve şikâyetlerini kendi aklı ve arzularının öngörülerine göre yargılamasıyla, çatışma, hatta bazen savaşa varan olaylar zorunlu olarak gerçekleşmiştir. Böyle bir çatışma ortamından olumlu bir sonuç almak isteyen her devlet kendi isteklerine ve yeteneklerine (gücüne) güvenmelidir (Waltz 2009, s. 154). Neorealist teori bu imgeyi temel aldığından ve biz de tezimizi bu teoriye göre açıklayacağımızdan şimdi bu teoriyi açıklayalım. 2.2 REALİZM / NEOREALİZM Realizm, devletlerarası ilişkileri güç açısından açıklayan bir uluslararası ilişkiler teorisidir. Devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde güce başvurmaları bazen reelpolitik olarak da adlandırılmaktadır. Realizm, genel olarak devleti uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul ederek, uluslararası ilişkiler ve uluslararası politikayı devletlerarasındaki mücadele süreci olarak görmektedir. Devletin yekpare ve bütüncül bir aktör olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedirler. Askeri ve güvenlik konularına önem veren realist teoriler için güç uluslararası ilişkileri anlamada en temel kavramdır. Uluslararası barış ortamının oluşabilmesi ve çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümü de güç kullanımıyla ilişkilendirilmektedir (Arı 2013, ss. 137138). Bu nedenle uluslararası ilişkilerde bir devletin dış politikası üç temel hedefe dayanır; gücü korumak, gücü artırmak ya da gücü göstermek/kullanmak (Morgenthau 1949, s. 21) Klasik realizme göre savaş, uluslararası ilişkilerin süreklilik arz eden önemli bir unsurudur. Savaşların çıkması ise güç politikalarının kaçınılmaz dinamiklerinden doğmaktadır. Nasıl ki insanlar bencil bir şekilde kendi çıkarları peşinde koşuyorsa devletler de kendi ulusal çıkarları peşinde koşarlar ve mecburen diğerleriyle çatışma içine girerler (Heywood 2014, s. 296). Realist teorisyenler, insan bencilliğinin (egoizm) ve tüm siyasal yaşamda güç ve güvenliğin önceliğini zorunlu kılan uluslararası hükümetin yokluğunun (anarşi) siyaset üzerinde yaptığı kısıtlamalara vurgu yaparlar. (Donnelly ve diğ. s. 54). Bu teorisyenlerin başında Hans J. Morghenthau gelir. 13 Morgenthau’ya göre realizmin altı temel prensibi bulunmaktadır (Bozdağlıoğlu 2012, ss. 40-41): 1. Politika, toplum gibi, kaynağı insan doğası olan objektif kanunlar tarafından yönetilmektedir. 2. Uluslararası politikada çıkar güç olarak tanımlanır. 3. Güç olarak tanımlanan çıkar evrensel bir olgudur. Çıkarın anlamı ve içeriği ancak politikanın oluşturulduğu kültürel ve siyasi ortama bağlı olarak değişebilir. 4. Ahlaki buyruklarla siyasi eylemler arasında daima bir gerginlik vardır. 5. Belli bir ülkenin ahlaki kaygıları ile evrensel ahlaki kurallar aynı anlama gelmemektedir. 6. Realizmin, çıkarı güç açısından tanımlaması, uluslararası politikayı diğer disiplinlerden ayırmakta ve onu bağımsız bir disiplin yapmaktadır. Klasik realizmin bir diğer temsilcisi de E. H. Carr’dır. Carr’a göre politik tercihler her zaman etik değerlerin üzerindedir. Devletlerin yöneticileri güçlü oldukları için yönetici konumuna yükselmekte, yönetilenler ise zayıf olduklarından güçlülere biat etmektedir (Carr 1941, s. 31-54). Klasik realizmin kurucuları olan teorisyenlerin düşüncelerinin temelleri ise üç önemli tarihsel kişilikten gelmektedir; Thucydides, Machiavelli ve Hobbes. Thucydides Atina ve Sparta arasında yaşanan Pleponezya savaşlarını anlattığı eserinde savaşın nedenini Atina’nın güçlenmesinin Sparta’da yarattığı kuşku ve güvenlik kaygısı ile açıklamıştır (Arı 2013, s. 145). Böylelikle Thucydides, farkında olmadan yirminci yüzyılda realizm ile özdeşleşen temel mantığın da öncülüğünü yapmıştır. Bu mantığa göre savaşın temel nedeni Atina’nın gücünü artırmasıyla güç dengesinde meydana getirdiği değişiklik olmuş ve bunu kendi varlığı için bir tehdit olarak gören Sparta da Atina’ya savaş açmıştır (Balcı ve diğ. 2014, s. 120-121). Bir İtalyan siyaset felsefecisi olan Machiavelli (1994) ise gücün nasıl kazanılacağı, nasıl korunacağı ve nasıl sürdürüleceğine ilişkin bir kitap olan “Prens” adlı çalışmasında “amaç aracı aklar” düşüncesini savunmaktaydı. Günümüzde bu mantık temeline dayanan düşüncelere genel olarak “Machiavellizm” denilmektedir. Machiavellizm’e 14 göre, devletin varlığını sürdürme ve hayatta kalma amacı diğer tüm amaçların önünde gelir (Arı 2013, s. 145-147). İngiliz siyaset felsefecilerinin en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Hobbes’un (2013) “Leviathan” adlı ünlü eseri de siyaset alanındaki ilk genel teori olarak kabul edilmektedir. Hobbes’a göre insanın kendi varlığını ayakta tutma ve sürdürme güdüsünün tüm eylemlerini belirlediğini savunur (Arı 2013, s. 147). İnsanların doğuştan bencil olması nedeniyle, eylemlerini kısıtlayan bir otoritenin olmaması durumunda (anarşi) insanlar arasında şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer (Hobbes 2013, s. 101). Bu durumu Proudhon (1998, s. 281) “Bizim en yüksek erdemlerimiz, son çözümlemede, içgüdünün kör kışkırtmalarına çevrilir ” şeklinde açıklamıştır. Klasik realizme ait bu teoriler İkinci Dünya Savaşı’nın başlarından itibaren yaklaşık yirmi yıllık bir süre boyunca uluslararası ilişkiler çalışmalarında hâkim görüş olmuştur. Ancak 1970’li yılların sonlarından itibaren özellikle Kenneth N. Watz’ın çalışmalarıyla tekil aktörler ve onların rasyonel davranışlarına yoğunlaşmak yerine sistemik unsurlara daha fazla ağırlık veren “neorealizm” denilen bir görüş ortaya çıkmıştır. Bu görüş, uluslararası anarşi ortamında devlet davranışlarını aktörlerin bilinçli ve rasyonel tercihler sonucu tek başlarına gerçekleştirdiği davranışlar olarak değil, sistemin dayattığı eylemler olarak analiz eder. (Balcı, Kardaş 2014 ss. 126-127). (Bu görüş bizim tezimizin temel dayanağını oluşturacaktır. Yani Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin Enver Paşa veya diğer yöneticilerin tek başlarına verdiği kararlar veya onların davranışlarının bir sonucu olmadığını; aksine bu olayların uluslararası anarşik sistemin ortaya çıkardığı zorunluluklardan dolayı yaşandığını göstermeye çalışacağız.) Waltz, uluslararası sistemin bu dayatmayı nasıl oluşturduğunu Uluslararası Politika Teorisi kitabında şu şekilde açıklıyor (2015, ss. 129-143); Çoğu kez, devletin, devletler arasında kendi işlerini şiddetin gölgesinde yürüttüğü söylenir. Bazı devletler bu ortamda her an kuvvet kullanabileceklerinden, sistem içinde yer alan bütün devletler bu duruma hazırlıklı olmalıdır. Aksi taktirde bu devletler askeri olarak kendisinden daha güçlü olan 15 komşularının insafına sığınarak yaşamak zorunda kalırlar. Bu da devletler arasındaki doğa durumunun savaş hali olduğunu gösterir. Burada kastedilen, sürekli savaş çıkması değil, her devletin kuvvet kullanıp kullanmayacağına tek başına karar vermesiyle her an savaşın çıkabileceği gerçeğidir. En azından arada sırada çatışma olmadan temas, ne ailede, ne topluluklarda ne de genel olarak dünyada tasavvur edilebilecek bir durum değildir. Ayrıca gerçekçi olmak gerekirse çatışma içinde yer alan tarafları yöneten karar verici bir mekanizmanın yokluğunda kuvvet kullanımının her zaman önlenebileceği umudunu beslemek mümkün değildir. İnsanlar arasında olduğu gibi devletler arasında da, anarşi veya hükümet yokluğu şiddetin ortaya çıkmasıyla ilişkilendirilebilir. Şiddet tehdidi ve tekrarlanan kuvvet kullanımının dış işlerini iç işlerinden ayırdığı söylenmektedir. Ancak dünya tarihinde hükümdarların çoğu tebaalarının kendilerine direnmek ya da kendilerini devirmek için kuvvet kullanabileceğini kuşkusuz akılda tutmak zorunda kalmıştır. -Hobbes’un doğa durumuna atıfla- Eğer hükümetin yokluğu şiddet tehdidiyle ilişkilendiriliyorsa, varlığı da ilişkilendirilebilir. Rastgele bir ulusal trajediler listesi bu noktayı fazlasıyla örnekler. Napolyon’un yenilgisini takip eden savaşlar, Çin’de yaşanan Taiping İsyanı’nda ölen yirmi milyon insan, Amerikan İç Savaşı’nda ölen bir milyona yakın insan, Stalin’in beş milyon kişiyi ortadan kaldırması veya Hitler’in altı milyon Yahudi’yi yok etmesi gibi. Kuvvet kullanarak ya da kullanmayarak, her devlet kendi çıkarına en fazla hizmet edeceğini düşündüğü yolu çizer. Şayet bir devlet tarafından kuvvet kullanılıyor ya da kullanılması bekleniyorsa, diğer devletlerin tek çaresi tek başına veya birleşik halde kuvvet kullanmak veya kullanmaya hazırlı olmaktır (güç dengesi sistemi-reelpolitik). Kendi inisiyatifiyle hareket etme yeteneğine sahip daha yüksek bir otoriteye yardım talebiyle başvurmak mümkün değildir. Çünkü uluslararası anarşi ortamında böyle bir otorite yoktur. Bu tür koşullarda taraflardan biri ya da diğeri tarafından kuvvet kullanılması ihtimali artalanda bir tehdit olarak her zaman belirir. Siyasette kuvvetin ultima ratio (tek çare) olduğu söylenir. Uluslararası politikada ise kuvvet yalnızca ultima ratio olarak değil, ama aslında ilk ve daimi çare olarak iş görür. Kuvvetin kullanılacak olmasının daimi ihtimali yönlendirmeleri sınırlar, talepleri ılımlı hale getirir ve anlaşmazlıkların çözümlenmesi için bir özendirme işlevi görür. Haddinden sert baskı yapmanın savaşa yol açabileceğini bilen biri, muhtemel kazançların göze alınan risklere değip değmediğini düşünmek için güçlü gerekçelere sahip olur. 16 Neorealist teoriye katkı sunan bir diğer önemli isim ise Robert Giplin’dir. Giplin Security Studies dergisinde yazdığı bir makalede neorealizm ile ilgili şu ilkeleri belirleyerek teoriye katkı sunmuştur (1996, ss. 7-8); 1. 2. 3. Sosyal ve siyasi işlerin temel öğesi grup çatışmasıdır. Devletler yalnız kendi ulusal çıkarları doğrultusunda harekete geçerler. Güç ilişkileri uluslararası ilişkilerin temel özelliğidir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya savaşına girişi, ileride neorealist teorinin bu yaklaşımları ile açıklanacaktır. Bu yüzden tezimizin dayanak noktasını neorealizm, güç dengesi sistemi ve reelpolitik kavramları oluşturacaktır. Şimdi bu iddiamızı temellendireceğimiz olaylara, kişilere ve verilere dönelim. 17 3. AVRUPA UYUMU VE ENVER PAŞA’DAN ÖNCE OSMANLI DIŞ POLİTİKASI 3.1 TARİHSEL SÜREÇ Osmanlı Devleti’nin Avrupa düzenine yönelik olan etkisi, devletin kurulduğu ilk günlerden itibaren çeşitli aksamalara uğrasa da sürekli artmış ve 1683 yılındaki başarısız Viyana kuşatmasında zirveye ulaşmıştı. Ancak Avrupa ülkeleri Osmanlı Devleti’nin Avrupa düzenindeki bu etkisini on sekizinci yüzyıldan itibaren tersine çevirmeye başlamıştı (Kissinger 2016, s. 125). On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde ise artık uluslararası politikaya Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya/Almanya hükmetmekteydi (Hale 2003, s. IX). Bu dönemlerde Karadeniz ve Kafkaslara doğru genişleyen Rusya Balkanlarda da Avusturya ile ittifak yaparak Osmanlı İmparatorluğu’nu zorluyordu. Fransa ve Birleşik Krallık ise Mısır başta olmak üzere Osmanlı toprakları üzerinde nüfuz mücadelesi içindeydi. İmparatorluk bu dış baskılara karşı direnmeye çalışırken aynı zamanda kendi iç sorunlarıyla mücadele etmek zorundaydı. Çünkü imparatorluk orta Avrupa kültür çevresinin etkisi altındaki Balkan eyaletlerinin hareketliliğiyle, yüzyılların yaşam biçimini barından Mezopotamya eyaletlerinin oluşturduğu bir sisteme dönüşmüştü (Ortaylı 1987 s. 22). Osmanlı idari sistemi ise ortaçağdan beri uygulanan klasik esaslardan dolayı on dokuzuncu yüzyıla ayak uyduramıyordu. Çünkü ordunun yönetici kadrolarıyla sivil bürokratlarının herhangi bir örgüte bağlı olmadan tüm sektörlerden vergi almaları nedeniyle imparatorluk bir vergi devletiydi. Valiler ve ordu komutanları bu vergi toplama işini yerel iktidar sahibi olan âyanlarla3 pazarlık yaparak uyguluyorlardı. Yani imparatorluk yerel vilayetlerden oluşan bir devlet niteliği taşımaktaydı. Bu durumun farkına varan ve Arapçada göz anlamına gelen ayn kelimesinin çoğul hali olan ayan; eşraf, vücuh ve erkan ile eş anlamlıdır. Ayan kavramı Osmanlı arşiv kaynaklarında birbirinden farklı değişik görevleri kapsayacak şekilde kullanılmıştır. Ayan taşradaki en biçimsiz ve tanımlanamayan güç odağı olarak kabul edilmiştir. Belgelerde voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak kayda geçen bu kişilere aynı zamanda mütegallibe veya derebeyi de denilebilmektedir. Bu sınıfı oluşturanlar ise kapıkulları, yeniçeri serdarları, sipahi, kethüda yerleri, mültezimler, mukata’a eminleri, emekli olan beylerbeyleri, sancakbeyleri, kadılar, müderrisler, müftüler ile bunların çocuklarından meydana gelmişlerdir (Güven 2016, s. 65). 3 18 imparatorlukta modernleşme4 isteyen yöneticiler on sekizinci yüzyıldan itibaren yapılan çeşitli reformların ardından nihayet çok geniş kapsamlı bir program olan Tanzimat5 reformları ile eskiyen devlet modelinin üzerine merkezileşmiş bir sistem inşa etmeye çalıştılar. Ancak amaçlananın aksine devlet, merkeze uzak bölgelerde güvenilir olmaktan çıkmıştı. Ayrıca imparatorluk yabancı devletlere verilen kapitülasyonlarla her alanda kısıtlanmıştı. İdari sistemdeki bu zayıflık dini ve etnik çeşitlilik nedeniyle gün geçtikçe artmaya başlamıştı. Bu dönemlerde halkın tamamını kapsayan genel bir nüfus sayımı yapılmadığı için imparatorluğun nüfusu tam olarak bilinemiyor ancak eldeki verilere göre on dokuzuncu yüzyılın ortalarında toplam nüfus 26.000.000 civarındaydı. Bu nüfusun üçte ikisini Müslümanlar, geri kalanlarının büyük bir bölümünü ise Hristiyanlar oluşturuyordu. Etnik olarak bakıldığında ise imparatorluğun yarısından fazlası Türk değildi. Devlet, çok istemiş olmasına rağmen bu kozmopolit yapıyı teknik, ekonomik ve kurumsal yetersizliklerinden dolayı tek bir politik topluluğa dönüştürememiştir. Bu nedenlerle toplumu oluşturan bu farklı unsurlar birbirlerinden neredeyse tamamen kopuk yaşıyorlardı. Her dini grubun kendi liderleri ve iç hiyerarşileri vardı. Birçok alanda mahkeme kurma hakları ve kendi eğitim kurumları vardı. On dokuzuncu yüzyıla kadar bu yapı imparatorluk için önemli bir sorun oluşturmadı. Ancak milliyetçilik akımı Balkanlardan başlayarak Osmanlı bünyesindeki bütün etnik unsurları sarmaya başlamıştı. İmparatorluğun her yerinde bu duruma bağlı ayaklanmalar çıkıyordu ve devlet gerek askeri güçle, gerekse reformlarla bu ayaklanmaları önlemeye çalışıyordu. Sınırların büyüklüğüne oranla Türk nüfusun azlığı, lojistik sistemin geri kalmışlığı, ekonomik zayıflık ve ithal silahlara olan bağımlılık nedeniyle Osmanlı Devleti büyük Avrupa güçlerinden herhangi birine karşı askeri risk almaktansa diplomatik ilişkiler yürütmeyi tercih ediyordu (Hale 2003, ss. 2-6). Waltz’ın belirttiği uluslararası sistemin anarşik yapısı ve güçler dengesi sistemi Osmanlı Modernleşme genellikle ekonomik ilerleme, teknolojik gelişme ve siyasi ve toplumsal yaşamın rasyonel örgütlenmesini ima eden ve toplumların “modern” ve “kalkınmış” hale gelmesine neden olan sürece verilen isimdir. 5 Tanzimat; Sultan Abdülmecid’in yayımladığı mülkî ıslahat programı ve bunun uygulandığı dönem. Sözlükte “düzenlemek, sıraya koymak, ıslah etmek” anlamındaki tanzîm kelimesinin çoğulu olan tanzîmât literatürde “mülkî idareyi ıslah ve yeniden organize etme” mânasında kullanılır, ayrıca bu düzenlemelerin yapıldığı dönemi nitelendirir. Son araştırmalar genellikle, 3 Kasım 1839’da ilân edilen Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ile (Tanzimat Fermanı) başlatılan dönemin ilk icraatlarının 1830 yılına kadar geri götürülebileceğini ortaya koymuştur. Ne zaman sona erdiği ise tartışmalı olup bunun için Sadrazam Âlî Paşa’nın öldüğü 1871, Midhat Paşa’nın sürgüne gönderildiği 1877, Meclis-i Meb‘ûsân’ın kapatıldığı 1878 veya Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin kurulduğu 1881 gibi tarihler verilir; ancak 1878’de meclisin kapatılmasıyla dönemin sona erdiği yönünde genel bir fikir oluşmuştur (Akyıldız 2010, s. 1). 4 19 Devleti’ni bu politikayı izlemeye zorluyordu. İmparatorluk yıkılana kadar da bu durum devam edecektir. 3.2 AVRUPA’NIN HASTA ADAMI VE DOĞU SORUNU On dokuzuncu yüzyılda, daha önceden olan her şeyin üzerinde bir hareketlilik vardı. Avrupa önceleri hiç görmediği kadar büyük bir güçle sarsılmaktaydı; teknolojik güçle, iktisadi güçle, kültürel güçle ve kıtalararası güçle. Güçlü olanın hayatta kalmasını öven evrimsel görüşleriyle olsun, tarihsel materyalizm felsefesiyle olsun, üstün insan kültünde veya emperyalizmin kuramı ve pratiğinde olsun; saf güç başlı başına bir değer haline gelmişti (Davies 2011, s. 807). Avrupa’nın büyük güçleri açısından bakıldığında ise on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu yukarıda belirtilen kıstaslara uymayan, “Avrupa’nın hasta adamı” idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde bulunan toprakların kaderi bir “Doğu Sorunu” (Şark Meselesi)6 haline gelmişti ve Avrupa’nın büyük güçleri on dokuzuncu yüzyılın büyük bölümü boyunca Avrupa güç dengesini bozmadan Osmanlı topraklarını bölmeye çalıştı (Kissinger 2016, s. 125). Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği sorunu on dokuzuncu yüzyılda uluslararası ilişkileri ilgilendiren en önemli konulardan biriydi. Dönemin başlarında Osmanlı Devleti’nin mevcudiyetiyle ilgilenen devletlerin başında Birleşik Krallık, Avusturya, İngiltere, Fransa ve Rusya gelmekteydi. 1871 yılından itibaren de bu devletlere Almanya ve İtalya da katılmıştı (Tuncer 2000 s. 95). Ortaya çıkan bu tablo karşısında Osmanlı Devleti, dışarıdan gelen tehditlere karşı, bu tehditten dolayı güçler dengesindeki konumunun sarsılacağını düşünen bir Avrupa gücünü çeşitli tavizler vererek yanına çekmeye çalıştı. Tarihçiler buna “denge politikası” adını vermişlerdir. Osmanlı Devleti açısından bu politikanın başlıca iki devresi vardır: 1878’e kadar Rus tehlikesine karşı Birleşik Krallık’ın desteğini alma ve 1918’e kadar Rus ve İngiliz tehlikesine karşı Almanya’nın desteğini alma (Armaoğlu 1994, s. 43). Bu şartlarda Osmanlı Devleti, Avrupa dengesine, kendi kaderini tam olarak tayin edemeyen ve gerilemekte olan bir güç olarak girdi. Avrupa dengesi kurulurken Osmanlı Devleti de dikkate alınması gereken bir ağırlıktı ancak bu dengenin inşa edilmesinde önemli bir Şark Meselesi genel olarak Osmanlı Devleti’nin Avrupalı büyük devletler tarafından tasfiyesi ve topraklarının paylaşımı kavgasına verilen addır. Kavramın kökeni batı dillerindeki Die Orientalische Frage, VostoEmyj vopros, La question d'orient ve The Eastern Ouestion’dır (Beydilli 2010, s. 352). 6 20 etkisi yoktu. Örneğin İngilizler, Rusların Boğazlara inmesini engellemek için Osmanlı Devleti’ni desteklemek zorunda kalıyordu. Avusturya ise Balkanlarla ilgili konularda zaman zaman Osmanlı zaman zaman da Rusya ile ittifaka giriyordu (Kissinger 2016, s. 126). Mısır üzerinde ise İngiliz – Fransız çekişmesi yaşanmaktaydı. Almanya’nın da Osmanlı topraklarındaki nüfuzu artmaya başlayınca bu sefer de Orta Doğu topraklarında İngiliz – Alman mücadelesi başlayacaktı (Armaoğlu 1994, s. 51). Bu gelişmeler “Doğu Sorunu”nu iyice içinden çıkılamaz bir hale getirmekteydi. Çünkü bir taraftan Avrupa’nın büyük güçleri Osmanlı Devleti’nin bir anda çökmesinin Avrupa düzeni için büyük bir tehlike yaratacağının farkına varmışlardı. İşte bu tehlike Osmanlı Devleti’nin bir süre daha varlığını devam ettirebilmesine olanak sağladı. Diğer taraftan ise Avrupalı devletler yaptıkları savaşlar ve Osmanlı vatandaşları içinden çıkan ayrılıkçı isyanlara verdikleri destekle, tam da korktukları çöküş sürecini körüklemiş oluyorlardı (Quataert 2016, s. 98). Yani Viyana Kongresi ile sağlanan Avrupa düzeni büyük devletlerin çıkarı söz konusu olduğunda barışı sağlama noktasında işe yarıyordu. Osmanlı Devleti ise bu düzende bir istisnaydı. Milliyetçilik ve Doğu Sorunu, Viyana Kongresi ile kurulan düzende iki sapma noktası oluşturmuştu (Bolat 2014, s. 17). Bu sapmalara rağmen on dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti ile Avrupa’nın büyük güçleri arasındaki siyasi ilişkilerin düzenlenmesinde “Avrupa Uyumu” ilkelerinin sürekli uygulandığı görülmektedir. Şimdi Avrupa Uyumu çerçevesinde Osmanlı Devleti ile diğer büyük devletler arasında yaşanan önemli gelişmelere kısaca değinelim. 1833 yılında Osmanlı’nın Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyan nedeniyle Osmanlı Devleti Rusya ile Hünkar İskelesi adı verilen savunma amaçlı bir anlaşma yapmak zorunda kalmıştı. Anlaşmanın konumuzu ilgilendiren en önemli iki maddesi şunlardı; 1. Karşılıklı yardım ilkesi gereğince Rusya, Osmanlı Devleti’nin istikrar ve istiklalini temin etmek arzusunda olduğunu ifade ediyor ve Babıâli yardım talebinde bulunursa istenilen miktarda kara ve deniz gücü göndermeyi vaat ediyordu. 21 2. Osmanlı Devleti gerektiğinde Rusya lehine Çanakkale Boğazı’nı kapatacak ve her ne sebeple olursa olsun yabancı savaş gemilerinin boğazlara girmesine müsaade etmeyecekti (Gencer 2015, s. 632). Özellikle ikinici madde açıkça Birleşik Krallık ve Fransa’nın Rusya üzerinde baskı kurmasını engellemeye yönelikti. Bu nedenle Birleşik Krallık ve Fransa Avrupa Güçler dengesine darbe vurabilecek bu girişim karşında Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını değiştirip Osmanlı Devleti’nin Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki haklarını ve yükümlülüklerini büyük devletlerin garantisi altına alan 1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamışlardır. Bu anlaşmaya göre; Osmanlı Devleti, barış içinde bulunduğu sürece, hiçbir yabancı savaş gemisini Boğazlardan geçirtmemeyi kabul ediyordu. Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya devletleri de bu kurala uyacaklarını taahhüt ediyorlardı. Böylece Boğazlar, Osmanlı Devleti ile Avrupalı devletlerin ortak kontrolü altına alınmış oluyordu (Dördüncü 2001, ss. 87-88). Açıkçası Rusya Avrupa Uyumu kapsamında bu karara uymak zorunda kalmıştı ve Boğazları ele geçirmeden Şark Meselesi’ni kendi lehine çözemeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle Rusya sürekli Osmanlı Devleti’ni köşeye sıkıştıracak politikalar üretmeye devam ediyordu. Nihayetinde Rusya 1853 yılında Osmanlı Devleti’ne verdiği bir ültimatomla Osmanlı Devleti’nden Rusya ile bir ittifak anlaşması imzalamasını ve Osmanlı sınırları içinde bulunan ve sayıları 12 milyon kadar olan Ortodoks vatandaşların “meşru” koruyuculuğunu Rus Çar’ına bırakmasını istedi. Bu istekler açıkça Osmanlı Devleti’nin Rus himayesine girmesini ve süreç içinde de tamamen Rusya’nın kontrolüne girmesini öngörüyordu. Bu yüzden kabul edilmesi halinde Osmanlı Devleti bağımsızlığını yitirecekti. Osmanlı Devleti de Birleşik Krallık’ın desteğini alarak bu teklifi reddetti (Akbulut 2014, ss. 339-340). Bu olaylarda anlaşılacağı gibi Rusya savaş çıkarmak için bahane arıyordu. Kısa bir süre içinde bu isteği gerçekleşecekti. Rusya’nın bu Avrupa güçler dengesini kendi lehine bozma girişimine karşı Osmanlı Devleti, Fransa, Birleşik Krallık ve Sardunya bir ittifak anlaşması yaparak saldırıya geçtiler. Yaklaşık üç yıl süren ve Kırım Savaşı olarak adlandırılan sürecin ardından 1856 yılında Paris Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Karadeniz’e tarafsızlık statüsü verilerek Rusya’nın bu denizde donanma bulundurması engelleniyor ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü ve güvenliği Avrupa’nın büyük güçlerinin garantisi altına alınıyordu 22 (Erim 1953, ss. 346-347). Böylelikle “1815 Avrupa Uyumu” mantığında sorun çözülmüş ve Osmanlı Devleti Avrupa güçler dengesi sistemine dâhil edilerek Rus tehlikesi önlenmişti. Sonraki süreçte de bu antlaşmaya yönelik tüm tehditler Avrupa Uyumu ambargosu ile önlenmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşım temelde bütün devletler için avantaj sağlayan bir özellik taşımaktadır. Osmanlı Devleti büyük bir devletin saldırısıyla karşılaştığında diğer devletler tarafından yardım alacağını teminat altına alırken, bu tarihten itibaren, tehditlere açık konumunu Avrupalı güçlerin kendi aralarındaki mücadelelerle önleyebiliyordu. Aynı şekilde büyük devletler de bir yandan kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla birbirlerine karşı bir güvence ve Osmanlı Devleti’ne yönelik tek taraflı taahhütlere karşı bir alternatif sağlamış oluyorlardı. Bu etkenlerin tamamı dikkate alındığında Avrupa güçler dengesi sisteminin Osmanlı Devleti’ne yönelik düzenlemelerinin, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da uluslararası düzenin istikrarının sürdürülmesi için hayatta kalması gereken zayıf bir devletin varlığını korumada önemli çözümler üreten bir mekanizma olduğu görülmektedir. Ancak 1870’lere gelindiğinde yeni gelişmeler nedeniyle Osmanlı Devleti’nin varlığının sürdürülmesi yönündeki görüşler zayıflamaya başlamıştır. 18751878 yılları arasındaki “Büyük Doğu Krizi”7 boyunca Avrupa Uyumu üyesi devletler ilk olarak Osmanlı Devleti’ne karşı tavır alarak Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki otoritesini sonlandırmaya çalışmışlar, sonrasında ise Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açmasına (1877-78 Osmanlı–Rus Savaşı) göz yummuşlardır (Yasamee 1999 ss. 36-37). Buradan anlaşılacağı gibi Avrupa’nın büyük güçleri Osmanlı Devleti ile eşit ilişkiler kurmak yerine, onu denetim altında tutarak isteklerine boyun eğdirmek zorunda bırakmışlardı (Tuncer 2000, s. 102). Osmanlı-Rus savaşı Rusların Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesiyle sona erdiğinde ise Rusların Osmanlı’ya dayattığı Yeşilköy Antlaşması’nı Avrupa Uyumu çerçevesinde Berlin Antlaşması ile değiştirmişlerdi. Tabii ki antlaşma Osmanlı Devleti’ni kurtarmaktan ziyade bir nevi tazminat ve toprakların bölüşülmesi planı idi. Rusların Balkanlar ve Asya’da, diğer devletlerin ise başka alanlarda kendi çıkarlarına göre genişlemesi sonucunda Avrupa güçler dengesi yeniden sağlanmıştı. Waltz’ın da belirttiği bu uluslararası ortamdaki anarşi durumu Osmanlı Devleti’ni hayatta kalabilmek adına mecburi ittifaklara 1875 yılında Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında başlayan ve Avrupa’nın büyük güçlerinin olaya müdahale etmesiyle iyice büyüyen çeşitli ayaklanma ve savaşlar dizisine “Büyük Doğu Krizi” denilmektedir. Kriz, 1878'de Berlin Antlaşması’nın imzalanması ile sona ermiştir. (Phillips 2012 s. 50) 7 23 yönlendiriyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin gündeminde sürekli büyük bir devletle ittifaka girme düşüncesi vardı. Osmanlı devlet kademelerine göre devletin hayatta kalabilmesinin tek yolu buydu. Bu noktada en elverişli adaylar birbirlerine rakip olan Birleşik Krallık ve Rusya idi. Ancak II. Abdülhamid Osmanlı toprakları üzerinde herhangi bir planı olmadığını düşündüğü Almanya ve onun müttefiki Avusturya ile bir ittifak arayışına girdi. Bu devletlerin Osmanlı ile ilişkilerini geliştirmeye bir itirazları yoktu ancak “Üç İmparator Ligi”ndeki8 müttefikleri olan Rusya ile sorun yaşayacakları taahhütler altına girmek istemiyorlardı. Ancak Rusya ile Avusturya arasında gittikçe artan jeopolitik rekabet bu birliğin önüne geçmeye başlamıştı. Çünkü her ikisi de yıkılmakta olan Osmanlı topraklarının peşindeydi. Bu yüzden her ne kadar Alman İmparatoru, Rusya ve Avusturya kralları ile müttefikmiş gibi görünse de bu devletler gerçekte birbirlerinin boğazlarına sarılmış durumdaydılar. Özellikle birbirlerini bir tehdit olarak gören iki ortağı idare etme sorunu Alman Başbakanı Bismarck’ın kurduğu ittifaklar sistemini tehlikeye atmaktaydı. Bütün stratejik dehasına ve yeteneklerine rağmen Bismarck’ın kurduğu ittifaklar sistemini anlamak çok zor olduğundan ve devam ettirilemediğinden, onun başbakanlıktan ayrılmasının ardından bu ittifaklar sistemi dağılmıştır. Bu gelişmeler üzerine Alman genelkurmayı da Rusya’ya karşı bir önleme savaşı yapılması gerektiğini düşünmeye başlamıştı (Kissinger 2000, ss. 161-182). Hatta Alman genelkurmay başkanı Alfred von Schlieffen Almanya’nın iki cepheli savaş9 sorununu çözüp kısa sürede Avrupa’da büyük bir zafer kazanmayı planlamıştı (Ritter 1958). Eğer plan başarılı olursa Fransa ve Rusya bir anda güçler dengesindeki etkilerini kaybedecek ve Almanya ile Birleşik Krallık Avrupa sahnesinde baş başa kalacaktı. Uluslararası sistemde ortaya çıkan bu güç siyaseti Avrupa’yı bir savaşa sürüklerken II. Abdülhamid de temkinli bir Alman yanlısı politika izliyor ve o dönem için çok büyük bir önemi olan demiryolu ihalelerini Almanlara vererek diğer devletlere karşı elini güçlendirmeye çalışıyordu. Bu politikanın bir devamı olarak da II. Abdülhamid Osmanlı ordusunun yeniden yapılandırılması için Alman İmparatoru I. Wilhelm’e Alman başbakanı O. V. Bismarck’ın 1873 yılında Avusturya ve Rusya ile kurduğu ittifaka verilen isim. “Avrupa’nın merkezinde kurulu olması, Almanya’yı iki cepheli savaş riskiyle yaşamak zorunda olan bir güç yapmıştır. Doğusundaki Rus İmparatorluğu ve batısındaki Fransa Cumhuriyeti arasında kalan Alman İmparatorluğu, Kuzey Almanya Konfederasyonu Şansölyesi Otto von Bismarck’ın tek cepheli savaşa yönelik akılcı politikaları sayesinde 19. yüzyılın ikinci yarısında siyasi birliğini tamamlayarak büyük bir güç olmuştur. Ancak Fransa ve Rusya arasında kurulan ittifakların barış döneminde Almanya’ya yaşattığı iki cepheli savaş hali Alman dış politikasında önemli bir sorun olarak ortaya çıkarmıştır” (Çınar 2014, s. 150). 8 9 24 başvurmuş, Alman başbakanı Bismarck da bu isteğe Osmanlı üzerindeki Alman nüfuzunu artıracağı için olumlu yaklaşınca, 1882’den itibaren Osmanlı ordusu Prusya standartlarında eğitilmeye başlamıştı. II. Wilhelm’in tahta geçmesinin ardından Bismarck görevinden istifa edecek ve yeni imparatorla birlikte Osmanlı Devleti’ndeki Alman nüfuzu artacak ve sistematik bir dış politika haline dönüşmeye başlayacaktır (Buçukcu 2014, s.52). Hatta Alman imparatoru Osmanlı ile dostluğunun bir nişanesi olarak bir keresinde başında kalpak ve üzerinde Osmanlı askeri üniforması olduğu halde İstanbul’a tarihi bir ziyaret yapacaktı. Osmanlı toplumunda Alman imparatoruna “Hacı Wilhelm” lakabı bile takılacaktı. Bu bölüme son verip Enver Paşa dönemine geçmeden önce yukarıda verilen süreçten hareketle on dokuzuncu yüzyılda Avrupa güçler dengesi sistemini bütünsel olarak ele alabilmek ve iyi anlayabilmek adına Morton A. Kaplan’ın (2005) altı sistemine değinmek gerekmektedir. Kaplan’ın “System and Process in İnternational Politics” kitabının genelinde belirttiğine göre on dokuzuncu yüzyıldaki uluslararası sistem şu modellerle açıklanabilir: a) Güç dengesi (Balance of power) b) Gevşek iki kutuplu sistem (The loose bipolar system) c) Sıkı iki kutuplu uluslararası sistem (The tight bipolar system) d) Evrensel sistem (The universal international system) e) Hiyerarşik sistem (The hierarchical international system) f) Birim veto sistemi (The unit veto international system) Kaplan’ın altı sistemi içinde en çok ilgi çeken ve konumuzu ilgilendiren kısım güç dengesi sistemidir. Kaplan güç dengesini on dokuzuncu yüzyılı temel alarak keyfi tarzda asgari beş ana aktöre sahip bir sistem olarak tanımlamıştır (Waltz 2015 s. 67). Sistemin kuralları ise şu şekildedir (Kaplan 2005, ss. 35-36): Yetenekleri artıracak şekilde davran ama savaşacağına müzakere et. Yetenekleri artırma fırsatını kaçıracağına savaş. Temel bir ulusal aktörü ortadan kaldıracağına savaşmayı bırak. Sistemin geri kalanına göre bir başatlık konumu kazanma eğiliminde olan her koalisyona ve tek aktöre karşı çıkacak şekilde davran. e) Ulusüstü örgütlenme ilkeleriyle mutabık olan aktörleri kısıtlayacak şekilde davran a) b) c) d) 25 f) Yenilmiş ya da kısıtlanmış temel ulusal aktörlerin kabul edilebilir rol ortakları olarak sisteme yeniden girmelerine izin ver ya da daha önce can alıcı bir öneme sahip olmayan bir aktörü temel aktör sınıflandırmasına sokacak şekilde davran. Tüm aktörlere kabul edilebilir rol ortakları muamelesi yap. Bu kurallara dikkatle bakılıp olaylar üzerinden değerlendirildiğinde bunların on dokuzuncu yüzyıl uluslararası ilişkilerinin bir özeti olduğu görülecektir. Enver Paşa’dan önceki dönemin uluslararası ilişkilerini belirleyen temel dinamikler özetle bu şekildedir. Şimdi Enver Paşa’nın sürece dâhil olduğu kısımlara geçelim. 26 4. ENVER PAŞA’NIN İLK YILLARI 4.1 ENVER PAŞA’NIN AİLESİ VE EĞİTİM HAYATI Enver Paşa 1881 yılının kasım ayında, İstanbul’da, Divanyolu’nda, eski Lisan Mektebi karşısındaki kendi evlerinde dünyaya gelmiştir (Cengiz 2017, s. 3). Enver Paşa’nın babası Ahmet Bey, Annesi ise Ayşe Hanım’dır. Babası o zamanın Manastır vilayetinin bayındırlık bakanlığında memurdur. Enver Paşa ilköğrenimine İstanbul’da başlayıp Manastır’da devam etmiştir. Enver Paşa “rüştiye” denilen ortaokul ve “idadi” denilen askeri lise eğitimini de Manastır’da görmüş ve askeri ortaöğretim sürecini tamamlamıştır (Tekin 2016, s. 59). Şevket Süreyya Aydemir’in (1970, c. I, s. 248) belirttiğine göre: “Bu mekteplerde İsmail Enver (Enver Paşa) pek de bir şey vadetmeyen orta derecede bir öğrencidir. Meselâ Manastır Askerî Rüştüyesi’nde (ortaokul) şahadetname derecesi, pek iyi veya iyi dahi değildir.” Enver Paşa ortaöğretim sürecinin ardından Mekteb-i Harbiye’ye girmiştir. Bu okuldaki eğitim hayatı önceki dönemlere göre daha iyi geçmiştir ve üç yıllık eğitim hayatının ardından dokuzuncu olarak kurmay olmaya aday kırk öğrenci arasına girmiştir (Doğan 1998, s. 3). Harp Akademisi’nde başarısını artırarak eğitimine devam eden Enver Paşa 1902 yılında okul ikincisi ve Erkan-ı Harp yüzbaşısı olarak mezun olmuştur. 4.2 ENVER PAŞA’NIN İLK GÖREVLERİ VE SİYASİ FAALİYETLERİ Enver Paşa Harp Akademilerinden mezun olduktan sonra ilk olarak merkezi Selanik’te olan 3. Ordu’ya tayin edilmişti. Enver Paşa burada çeşitli küçük görevler aldıktan sonra rütbesi önce kolağası (kıdemli yüzbaşı) sonra da binbaşılığa terfi ettirilmişti. Enver Paşa ilk ciddi görevini ise o dönemde faaliyetlerini iyice artmaya başlayan Bulgar çetelerine karşı yapmıştı (Tekin 2016, s. 69). Aydemir’e (1970, c. I, s. 258) göre; Enver Paşa, ne büro, ne kışla adamıydı. Ona hareketli görevler lazımdı. Rumeli’deki Çetelere karşı aldığı görev de bunun bir yansımasıydı. Enver Paşa bir anda kendisini milliyetçi ayaklanmalar içinde bulmuştu. Mevcut durumu iyice analiz ettikten sonra çetelerle 27 savaşın her şeyi halletmeyeceğini, mevcut idari sisteme karşı da savaşmak gerektiğini düşünmeye başlamıştı (Aydemir 1970, c. I, s. 486). Enver Paşa anılarında bu durumu; “Bütün bu cidâl (mücadele), kendini bilenleri düşündürüyordu. Her gün imhâ edilen çetelerin yerine yenisi zuhur ediyordu. Hükümet, bunların menine karşı, icrâ-yı tesir edecek (etkili olacak) iktidarı gösteremiyordu. Avrupa’nın hükümetlerinin itimadını kaybetmiş olması, artık Osmanlı Hükümeti’nin Rumeli kısmının elden çıkacağı hissini vermeye başlamıştı. Bu hal-i keşmekeş içinde herkeste, böyle her gün ölmekten veya mezellet (itibarsızlık) içinde yaşamaktansa, İstanbul idaresini düzeltmeye savaşmak; böylece, ya vatanı büsbütün kurtarmağa veyahut bu uğurda şanlı bir sûretde ölmeğe savaşmak hâhişi (isteği) uyanmıştı. Fakat henüz bunu kuvveden fiile (düşünceden eyleme) çıkarmak için bir teşebbüs yoktu.” şeklinde anlatmaktadır (Cengiz 2017, ss.28-29). Bu sözlerinden Enver Paşa’nın dış politika fikirlerinin oluşumuna etki eden olayları ve ideolojik temelleri anlayabiliyoruz. Balkanlarda bunlar yaşanırken aynı esnada Genç Türkler,10 Paris’te bir kongre toplamıştı ve Osmanlı ülkesinde “istibdat”11 idaresinin yerine “meşrutiyet”12 getirilmesini istiyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin13 de kurucusu olan Genç Türkler ile Enver Paşa’nın yolu ileride kesişecek ve Osmanlı tarihi açısından birçok önemli dönüm noktası yaşanacaktır. Aydemir’in (1970, c. I, s. 281-282) kitabında yer verdiği, İTC’nin kurucularından olan Kazım Nami Duru’nun bir mektubunda anlattığına göre; İTC 1906’da kurulduktan sonra Enver Paşa Manastırdan Selanik’e çağrılmış ve cemiyete alınmıştır. Aynı zamanda İTC’nin Manastır şubesini örgütlenmesi için de görevlendirilmiştir. Kısa sürede burada cemiyeti örgütlemiş, ordudaki itibarı sayesinde başta Kazım Karabekir ve Resneli Niyazi olmak üzere birçok ordu mensubunu cemiyete üye yaparak teşkilatın yayılmasında öncülük etmiştir. (Tekin 2017, s. 34) Bu olaylara kadar Enver Paşa’nın ciddi bir siyasi faaliyeti olmamıştır. Enver Paşa’nın da dâhil olduğu İTC özellikle Balkanlarda hızlı bir şekilde örgütlenirken II. Abdülhamid’in istihbarat teşkilatı da bu durumdan hemen haberdar olmuştu. Ancak duruma temkinli bir şekilde yaklaşan II. Abdülhamid, İTC hakkında kapsamlı bir araştırma yaptırmış, bu yüzden de süreç oldukça uzamıştı. Bir süre sonra İTC artık padişahın bile engelleyemeyeceği bir büyüklüğe ulaşmıştı (Tekin 2017, s. 35). Yenilik ve ilerleme yanlısı Osmanlı aydınları, idarecileri ve askeri kadrolarına Avrupalılar tarafından verilen ve günümüze kadar yaygın olarak kullanılan isim. 11 Tek bir yöneticinin toplumu baskıyla yönetmesine dayanan düzen. 12 Anayasal monarşi. 13 Bu kısımdan sonra İTC olarak anılacaktır. 10 28 5. XX. YÜZYIL BAŞLARINDA OSMANLI DIŞ POLİTİKASI VE ENVER PAŞA 5.1 REVAL GÖRÜŞMELERİ VE II. MEŞRUTİYET’İN İLANI Rusya on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Asya kıtasındaki yayılmacı faaliyetlerini yoğunlaştırmıştı ve bu durum Birleşik Krallık’ın Uzakdoğu sömürgelerini tehlikeye atmaktaydı. Bu nedenle güçler dengesi sistemine uygun hareket eden Birleşik Krallık bu bölgede Rusya’yı dengeleyebilmek adına 1902 yılında Japonya ile bir ittifak anlaşması imzalamıştı. Bu ittifakın üzerinden fazla bir zaman geçmeden Rus – Japon Savaşı patlak vermiş ve savaşta Rusya çok ağır bir yenilgi almıştı (Buçukcu 2014, 7475). Bu olay Japonya’yı dünyada yeniden şekillenen güçler dengesi sisteminde önemli bir aktör konumuna getirirken, Rusya’nın konumunu ise önemli ölçüde sarsmıştı. Rusya aynı anda hem Almanya hem Birleşik Krallık hem de Japonya ile mücadele içinde kalmaya devam ederse büyük ihtimalle hayatta kalamayacaktı. Bu nedenle özellikle Birleşik Krallık’a yönelik izlediği politikalarda değişime gitmek zorunda kaldı. Birleşik Krallık, daha önce kurulmuş olan Fransa – Rusya ittifakına dâhil edilebilirse Almanya’nın başını çektiği üçlü ittifak karşısında güçlü bir konuma gelinecekti. (Armaoğlu 1994, s. 34-36) Diğer yandan Birleşik Krallık da Almanya’nın güçler dengesini kendi aleyhine değiştirdiğini biliyordu. Bu nedenle Almanya’nın karşısına güçler dengesini yeniden sağlayabilecek bir ittifak çıkarmak gerekiyordu (Buçukcu 2014, s. 75). İşte bu nedenlerden dolayı 1907 yılında Rusya ve Birleşik Krallık arasında bir anlaşma imzalandı. Yumuşayan ilişkilerin ardından İngiliz Kralı ve Rus Çarı Avrupa sorunlarını görüşmek üzere Reval’de bir araya geldiler. Bu görüşmelerde Osmanlı topraklarının paylaşıldığına dair haberler Osmanlı’da adeta bomba etkisi yarattı. Bu haberin doğruluğundan kimse emin değildi ancak bu devletlerin sürekli Osmanlı’yı paylaşmaya yönelik planlar yaptıkları da biliniyordu (Kösoğlu 2008, s. 50-51). Aydemir’e (1970, c. I, s. 520) göre yayılan bu haber sadece beş kelimeydi: “Reval’de Türkiye’nin taksimine karar verildi!” Görüşmelerin metinleri bilinmese de 1917 Ekim Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin yayımladığı belgelerden hareketle Şevket Süreyya 29 Aydemir Reval Görüşmelerinde kabaca dört parçadan oluşan bir formül üzerinde anlaşıldığını yazar (Kösoğlu 2008, s. 51). Bu formül; 1. 2. 3. 4. Osmanlı Devleti’nin dünya için devamlı ve tehlikeli anlaşmazlık konusu olmaktan çıkarılarak, bazı bölgelerin, milletlerarası bir idareye verilmesi. Bu bölgelerden Irak’ın İngiltere, İstanbul ve Boğazların Rus nüfuz bölgeleri olarak, bu devletlere terki, Osmanlı Devleti hakkında karar alınırken, Şark Meselesi ile ilgili diğer devletlerin menfaatlerinin korunması, Osmanlı Devleti’nin sınırları dâhilinde, Türk ve Müslüman olmayan halkların, kendi kendilerini idare hakları üzerinde Rus ve İngilizlerin, devam ve sebat etmeleri. şeklindeydi (Aydemir 1970, c. I, s. 522-523). İTC bu durumdan dolayı hemen harekete geçti. Avrupa devletlerine yönelik çeşitli layihalar yazılmıştı ancak bunlar yeterli değildi. Yapılması gereken meşrutiyeti yeniden getirmek ve Avrupa devletlerinin baskısından kurtulmaktı. İlk olarak Enver Paşa’nın başını çektiği bir grup silahlanarak dağa çıkacaktı. Böylelikle istibdat yönetimine karşı bir ihtilal başlamış oluyordu. Enver Paşa artık devletin kaderini belirleyecek olaylarda fiilen yer almaya başlamıştı. Zamanı gelince aynı etkiyi Osmanlı dış politikası üzerinde de yapmaya çalışacaktır. Enver Paşa ihtilal hareketinin ilk günlerinde halka hitaben bir beyanname yayımlamıştı. Beyanamede: “Muhterem vatandaşlarıma Mebusan Meclisinin dağıtılmış kalması dolayısıyla otuz seneden beri memlekette hüküm sürerek, birçok namuslu vatan evlâdının mahvına ve birçok aile yuvalarının sönmesine sebep olan istibdat idaresi, son zamanda gene şiddetini göstermeye başladı. Zaten keyfî bir idare neticesi, birçok ihtilâller içinde kana boyanan vatan ve milletimizi büsbütün zayıflatarak yakında mahvedecek olan bu istibdada nihayet vermek lâzımdır. Ben, işte bu istibdada karşı milletimin haklarını muhafaza için her şeyimi feda ettim. İcap ederse bu uğurda hayatımı da esirgemeyeceğim. Siz, ey vatanın namuslu ve fakat her şeyden habersiz olan evlâdı! Sizin de benimle bu yolda yürümenizi veya bu işte tarafsız kalmanızı dilerim. Aleyhime hareket edecek olanların görecekleri zararların maddî ve manevî mesuliyeti kendilerine aittir! Yaşasın vatan, yaşasın millet.” yazmaktaydı (Aydemir 1970, c. I, s. 540). Nihayetinde ihtilali bastıramayacağını anlayan II. Abdülhamid meşrutiyet yönetimine dönülmesi kararını aldı ve 23 Temmuz 1908’de meşrutiyet ilan edildi. Enver Paşa da böylelikle hürriyet kahramanı olmuştu. Bu olaylardan sonra Enver Paşa’nın hem Osmanlı’da hem de dünyada çok konuşulan bir simge haline gelmesi, hatta onun ismini taşıyan bir savaş gemisinin alınmak istenmesi nedeniyle dönemin üçüncü ordu komutanı ve daha sonra harbiye nazırı olan 30 Mahmut Şevket Paşa tarafından bir an önce yurt dışına gönderilmesine karar verilmişti. (Turlybek 2013, s. 40). Aydemir’e (1970, c. I, s. 126) göre: “Cemiyetin ve ordunun, ileride önemli görevler alacak olan genç subaylarını dış ülkelere ve bu tür vazifelerle göndermek, onların yetişmeleri ve ileride memlekette üstün görevler alabilmeleri bakımından elbette ki doğrudur. Ama bu kararlar, ancak normal zamanların işidir. Hâlbuki o günlerde memleket, normal şartlar içinde sayılamaz. Bu sebepten bu atamaları, İttihat ve Terakki merkezinin durumu ve gidişatı, gereği gibi değerlendiremediğinin bir göstergesi olarak almak, hatalı olmasa gerektir.” Bu görev verilirken tam olarak ne düşünüldüğü tam olarak bilinmez ama sonuçta Enver Paşa 5 Mart 1909’da Berlin Ataşemiliterliği görevine atanmıştı ve bu durum ileride Almanya ile kurulacak ittifak için de önemli bir olay olarak görülecekti. Enver Paşa Almanya’ya gittiğinde orada özel bir ilgi görmüştü. (Doğan 1998, s.10). Aydemir bu durumu (1970, c. I, s. 534-535) Amiral Afif Büyüktuğrul’un anekdotlarından şu şekilde aktarmıştır: “Enver Paşa yarbay rütbesinde iken, Berlin Büyükelçiliğimiz nezdinde kara ataşesi atanmıştı. Onun İttihat ve Terakki ile yaptığı özel gayretler de imparatorun bilgisi içinde idi. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Hitler’in Mussolini’ye yaptığı gibi Birinci Dünya Savaşı arifesinde imparator da Enver'in gururunu okşayacak bir hareket hazırlamıştı: Berlin'de bulunan bütün sefaretlere mensup kara ve deniz ataşelerine bir yemek vermiş ve bu ziyafette başmisafir yerini Yarbay Enver’e ayırmıştı. Diğer ataşelere: Sizin rütbeleriniz Enver in rütbesinden daha büyük; fakat yakında büyük bir imparatorluğun başına geçeceği için Enver’e baş yeri verdim diyecekti. Bu da yetmeyecek, yemekten sonra koluna girerek Enver’i özel bir odaya götürecekti. Burada ‘Enver diyordu; sen başa geçtiğin zaman her istediğin yardımı yapacağım. İşte sana bir askerî müşavir de buldum: General Makenzen...’ Korgeneral Makenzen’in gelip Yarbay Enver’in karşısında topuk çakması Osmanlı devletinin gelecek harbiye nazırını büsbütün gururlandırmıştı. Diğer taraftan imparator da Osmanlı devletinin adını değiştirmiş ve ‘Enverland’ yapmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nı çocuk çağında yaşamış olan bizim kuşak, savaş içinde memlekete gelen Alman savaş malzeme sandıkları üzerinde Enverland kelimesinin yazılı olduğunu hatırlayacaklardır.” II. Abdülhamid döneminden itibaren Almanya’nın Osmanlı’ya yönelik ilgisi zaten bir sır değildi. Avrupa’daki güçler dengesi açısından Alman İmparatoru II. Wilhelm Osmanlı ile ittifak yapmaya özel önem veriyordu. II. Wilhelm’in bu konudaki düşüncesi 31 İstanbul’daki Alman sefiri Wangenheim’e yazdığı şu mektupta açıkça belliydi (Aydemir 1970, c. I, s. 535): “Türkleri safımda görmek istediğimi bir dakika unutmayınız. Başkası için bir dert olabilecek bu müttefik, benim için çok kıymetlidir. Almanya’da okumuş genç Türk zabitleri arasında samimi dostlar bulabilirsiniz. Bu husustaki kanaat ve teşebbüslerinizin neticesini bizzat bana yazınız. İyi neticeler...” Bu zabitler arasında şüphesiz en önemlisi Enver Paşa’ydı. Bu kısım bize Enver Paşa olmasa da bir şekilde Almanya ile ittifak kurabilecek başka birilerinin bulunabileceğini göstermektedir. Enver Paşa’nın burada Osmanlı dış politikasına yaptığı etki sadece süreci hızlandırmaktı. Burada genel olarak 1908 devriminin ardından sadece Enver Paşa’nın değil İTC’nin de dış politikasına değinmemiz gerekiyor. İTC hakkındaki en önemli uzmanlardan biri olan Feroz Ahmad, İTC’nin dış politika esaslarını şu şekilde özetliyor (Ahmad 1985, s. 293): “1908’de Jön Türkler, -hem liberaller hem de İttihatçı kanat- İngiltere ve Fransa ile iyi ilişkiler kurmak istiyorlardı. Çünkü bu iki ülke de meşrutî rejimleri yaygınlaştırmak için aynı şeyi istiyordu. Dış siyaset iç siyasetin bir uzantısıydı. Meşrutiyeti kurmak ve iktidarı yükselen bir orta sınıfa devretmek üzere sultanın despotizmine son verilmişti. Jön Türkler, doğal olarak, hep II. Abdülhamid’i desteklemiş olan Berlin’den kuşkulanıyorlardı. Ancak çok daha sonraları, meşrutiyetin ve çok partili sistemin başarısızlık belirtileri ortaya çıkınca, 191314’te, ittihatçılar (1913 Ocağından itibaren iktidardaydılar), Almanya’ya siyasî müttefik gözüyle bakmaya başladılar. Ama 1908 sonrası hükümetlerin başlangıçtaki seçimi, İngiltere önderliğindeki Üçlü İtilaftan yanaydı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı, Abdülhamid’in devrilmesini iyi karşıladı ve yeni rejimi kazanmak niyetiyle Bâbıâli ile dostça bir siyaset kurdu. Ama İngiltere, Fransa ve Rusya, İstanbul’daki başarılı Meşrutiyet Devrimi’nin Asya’da kolonileştirdikleri halklar üzerinde yaratacağı yoğun etkiden korkuyorlardı. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, 31 Temmuz 1908’de, anayasanın yeniden yürürlüğe girmesinden bir hafta sonra, endişelerini şöyle ifade etti: ‘Eğer Türkiye meşrutiyeti kurar, bunu ayakları üzerinde tutmayı başarır ve kendisi güçlenirse, bunun sonuçları şu an, bizim hiçbirimizin göremeyeceği noktalara ulaşacaktır. Mısır’daki etkisi müthiş olacağı gibi, Hindistan’da da etkileri hissedilecektir. (...) Eğer Türkiye şimdi bir parlamento kurar ve hükümetini etkilerse, Mısır’da anayasa ve meşrutiyet talebi çok güçlenecektir ve bizim bu talebe karşı direnme gücümüz çok azalacaktır...’ Yeni rejimin ise ne İngiltere’ye, ne de herhangi bir Avrupalı iktidara karşı güçlük çıkarmak gibi bir niyeti yoktu. Bütün istediği, kendi reform programının onlar tarafından beğenilip desteklenmesiydi. Bu planın amacı imparatorluğu güçlendirmek, Avrupa’nın özellikle Akdeniz’de belirginleşen malî ve siyasî denetiminden kurtarmaktı. Ancak Jön Türkler, Avrupa’nın egemenliğinden hoşlanmamakla birlikte, modern bir ekonomik yapı yaratıp bunu sürdürmek için dış sermaye yatırımına, idareyi yeniden örgütleyip modern bir çizgiye oturtmak için ise Avrupalı uzmanlara ihtiyaç duyulduğunun farkındaydılar. Siyasî ve iktisadî özgürlüğün kaybı anlamına gelmedikçe, hem Avrupa sermayesini, hem knowhow’ını kullanmaya razıydılar. Bâbıâli’nin 1908’den sonraki dış siyasetinin, 32 imparatorluğun toprak bütünlüğünü güvence altına almak ve büyük güçler karşısında özerkliğini sürdürebilmek temeli üzerine dayandırıldığı söylenebilir.” Feroz Ahmad’ın bu değerlendirmelerine baktığımızda İTC’nin, Waltz’ın da belirttiği uluslararası sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanan anarşik durum nedeniyle reelpolitik çerçevesinde bir dış politika geliştirmeye çalıştığını görmekteyiz. İleride Enver Paşa’nın da dış politika fikirlerini reelpolitik çerçevesinde değerlendireceğimiz için bu noktada realpolitik konusuna bir parantez açmamız gerekiyor. Kissinger’a göre reelpolitik “Güç hesapları ve ulusal çıkar üzerine dayanan dış politika” anlamına gelmektedir (2000, s. 150). Reelpolitik doğal olarak bir devletin ilk olarak dünya şartlarını gerçekçi ve doğru bir şekilde analiz ederek kendi durumunun bu gerçeklik içesinde hangi konuma denk geldiğini belirlemesiyle başlar. Eğer dış politikadaki karar vericiler bunu doğru bir şekilde yapabilirse (devletler somut varlıklar olmadığından Waltz’ın üç imgesinden ilki olan insan faktörü burada devreye girer) bu konum belirlendikten sonra devletler kendisine bir hedef seçer ve bu hedef doğrultusunda stratejiler geliştirerek yoluna devam eder. Reelpoltikte başarılı olanlar hayatta kalıp büyürken, olamayanlar ya bağımlı hale gelir ya da tamamen tarih sahnesinden çekilir. Reelpolitik denilince akla ilk gelen isim Bismarck’tır. Bismarck’ın uyguladığı reelpolitik sayesinde küçük bir Alman krallığı olan Prusya dünyanın en büyük güçlerinden biri haline gelmiştir. Enver Paşa’nın uyguladığı veya uygulamaya çalıştığı reelpolitiğe ileride değineceğimiz için burada tekrar konumuza döneceğiz. Enver Paşa Berlin’deyken Osmanlı’da işler beklenildiği gibi gitmiyor, hem iç hem dış politikada istikrarsız bir sürece giriliyordu. Bu karışık süreçten faydalanan AvusturyaMacaristan Bosna Hersek’i ilhak etmiş, Bulgar Prensliği bağımsızlığını ilan etmiş ve Girit’te Yunanistan’a bağlandığını açıklamıştı. Hükümet bunalımları, ordu içindeki çekişmeler, halkta baş gösteren hoşnutsuzluk ve irticacıların kışkırtmaları 31 Mart Ayaklanması denilen bir olayın yaşanmasına neden olmuştu. Meşrutiyet yönetimi tehlikeye girmişti. İTC derhal harekete geçti ve önce saraya tehdit telgrafları çekildi. Ardından Balkanlardaki askeri birliklerden bir ordu teşkil edildi. Orduya da “Hareket Ordusu” ismi verildi. Enver Paşa bu esnada Berlin Ateşemiliterliği görevinden dolayı yurt dışındaydı. Olayı haber alır almaz hemen harekete geçti ancak döndüğünde ordu 33 çoktan İstanbul önlerine kadar ilerlemişti. (Aydemir 1970, c. II, s. 164). Hareket ordusu kısa sürede isyanı bastırdı ve Abdülhamid tahttan indirilerek anayasada değişiklikler yapıldı. Artık tahtta V. Mehmed Reşad vardı ancak Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar gölge bir padişah olarak olayları perde arkasından izledi. Asıl sahnede ise İTC ve saraya damat olan Enver Paşa olacaktır. Enver Paşa bu olayların ardından tekrar Berlin’deki görevine geri dönmüştür. 5.2 TRABLUSGARP SAVAŞI Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da yer alan son toprak parçası, bugünkü Libya topraklarını kapsayan Trablusgarp vilayeti ve Bingazi özerk bölgesiydi. Bu iki bölgenin büyük bir kısmı çöllerle kaplı olduğundan bir milyon kilometre karelik bir alan olmasına rağmen üzerinde yaklaşık bir milyon kişi yaşamaktaydı. Osmanlı’nın asıl yerleştikleri ve egemen oldukları bölgeler kıyı kesimleriydi. Güney bölgesinde yer alan Fizan sancağı ise II. Abdülhamid döneminin sürgün bölgesiydi ve dönemin şartlarında kıyıdan buraya ulaşmak yaklaşık iki aylık zor bir çöl yolculuğu gerektiriyordu. Kıyı şeridi ile Fizan arasında önemli bir yerleşim yoktu (Aydemir 1970 c. II, s. 213). Bölgenin doğusu Birleşik Krallık sömürgesi olan Mısır, batısı ise Fransız sömürgeleri olan Tunus ve Cezayir’di. Yani Osmanlı Devleti’nin bölgeyle doğrudan kara bağlantısı yoktu. (Bkz. EK 1) On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İtalyan krallıkları birleşmeye başlamıştı ve 1870 yılına gelindiğinde İtalya siyasal birliğini sağlamıştı. Ancak bu tarihlerde güçler dengesi sisteminde etkili olabilmek için sömürge devleti olmak şarttı. Ucuz hammadde ve garantili pazarlar ancak bu şekilde bulunabiliyordu. Somali topraklarında yaşadığı olumsuz tecrübelerin ardından İtalya yönünü mecburen Libya’ya çevirmişti. Çünkü Avusturya ve Almanya ile o esnada “Üçlü İttifak” içerisinde olduğu için Adriyatik kıyılarına saldırması mümkün değildi. Fransa ve Birleşik Krallık ise İtalya’nın Üçlü İttifak ekseninden uzaklaşması için çeşitli yollar arıyordu. Eğer bu başarılırsa Avrupa güç dengesi sistemi açısından ciddi bir kazanım olacak ve Akdeniz’deki statükoyu kökten değiştirecekti. Bu nedenle Trablusgarp Savaşı’nda diplomatik ve siyasi süreç Osmanlı hukukunu korumak üzerine değil İtalya’nın bir şekilde tatmin edilmesi 34 biçiminde yürüyordu (Buçukcu 2014, s. 189). İngiliz siyasetinde ve dış politika stratejisinin belirlenmesinde çok önemli bir yeri olan W. Churchill Avrupa güçler dengesindeki bu hassas durumu şu şekilde açıklamaktadır (Bardakçı 2015 s. 126): “1911 sonbaharında İtalya Türkiye'nin şimdi Libya denilen Trablus eyaletine sebebiyet verilmeden bir taarruzda bulunmuştu. Bir İtalyan filosu sahil şehirlerini bombardıman etmiş ve karaya bir İtalyan ordusu çıkmıştı. Jön Türkler o tarihte İstanbul'da iktidar mevkiinde idiler ve bu taarruza şiddetle mukabelede bulunulması emri verildi. 1908 Türk ihtilalinin kahramanı olan Enver Paşa Mısır’dan geçerek bizzat Libya'ya gitti ve işgale uğrayan vilayetin müdafaasını ele aldı. Ben o zaman amirallik birinci lordu idim. Enver Paşa'nın arkadaşı Cavid, bana mektup yazarak, İngiltere'nin Türkiye'yi İtalyan istilasına karşı müdafaa etmek üzere himayede bulunmasına mukabil Türkiye'nin İngiltere ile ittifakı teklifinde bulundu. O tarihte Avrupa vaziyetini tehdit eden vahim tehlikeler büyük Britanya’daki liberal hükümetin İtalya'ya karşı hasmane bir vaziyet almasını imkânsız bırakıyordu. Jön Türkler bu kararı verdikten sonra Almanya'nın kucağına atıldılar ve bu hareketin neticesi büyük harbin akıbetinde değilse bile cereyanı üzerinde derin surette müessir (etkili) oldu. Fakat Türkiye'nin Afrika'daki topraklarına vaki olan bu tecavüz bir hadisat silsilesi doğurmuş, bir müddet sonra bu halet-i nez’de (ölüm halinde) olduğu zannedilen Türk İmparatorluğu'na karşı Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan’ın müşterek bir tecavüzünü intac etmişti (sonucunu vermişti). Yine Türkler milli kalkınma eserlerini ciddiye alarak başlarına gelen felaketlerin mesuliyetini kısmen İtalya'ya yüklediler. O tarihten beri pek çok su ve kan aktı. Fakat Türkiye, İtalya'yı daima Akdeniz'de en kötü niyetli komşusu olarak tanıdı.” Bu yazıdaki altı çizili yerlere dikkat edildiğinde İttihat ve Terakki ile Enver Paşa’nın dış politika fikirlerinin Avrupa güçler dengesi sisteminin etkisinde şekillendiğini görmekteyiz. W. Churchill’in bu mülakatı, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmek için ittifaklar kurmaya çalışan fakat zayıflığından ve Waltz’ın belirttiği uluslararası sistemin anarşik yapısından dolayı büyük devletler için bir yem haline geldiğini göstermektedir. Enver Paşa iktidara geldiğinde kendisini bekleyen tablo budur. Nihayetinde 29 Eylül 1911’de İtalya Trablusgarp’a saldırdı. Bu durum karşısında Osmanlı Genelkurmayı olaya müdahale etme taraftarı değildi. (Aydemir 1970, c. II, s. 219) Burada Enver Paşa devreye girdi. Haberi alır almaz yola çıktı ve Selanik İTC merkez komitesini toplayarak olaya müdahale edilmesi yönündeki fikirlerini kabul ettirdi. Bunun ardından Enver Paşa, Mustafa Kemal ve İttihatçı subayların bir kısmı gizlice Kuzey Afrika’ya geçti. Burada İtalyanlara karşı başarılı bir direniş sergileseler de İtalya’nın Girit ve On İki Adalar bölgesini işgal etmesi ve Çanakkale Boğazı’nın girişini kapatması nedeniyle Osmanlı Devleti çok zor durumda kalmıştı. Balkanlarda 35 yaşanan isyan olayları ve yeni kurulan Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti aleyhine bir ittifaka yönelmesi Trablusgarp’taki savaşın devam etmesini mümkün kılmamaktaydı. Bu nedenle Osmanlı Devleti 18 Ekim 1912’de İtalya ile Ouchy Antlaşması’nı imzalayarak savaşı sonlandırmıştır. Antlaşmaya göre (Erim 1953, s. 451455): 1. Trablusgarp ve Bingazi’deki Osmanlı kuvvetleri çekilecek, Trablusgarp ve Bingazi özel bir düzenleme ile yönetilecekti. 2. İtalya, Rodos ve çevresindeki Oniki Adalar bölgesini geçici olarak elinde tutacak, Balkan Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’ne geri verecekti. 3. Trablusgarp ve Bingazi’deki Osmanlı çıkarlarını koruyacak bir naibus ve kadı bulundurulacak, naibus ve kadıların maaşları Osmanlı maliyesinden ödenecekti. Böylelikle Enver Paşa’nın Trablusgarp macerası da son bulmuş oluyordu. Trablusgarp Savaşı Osmanlı siyasetinde de çeşitli çalkantılara neden olmuştu. Meclisteki muhalefet sadrazamların İTC yanlısı değil, tarafsız olmalarını istiyordu. Diğer taraftan Makedonya ve Arnavutluk’ta yaşananlar Osmanlı hükümeti ve İttihatçıları yaşananlardan sorumlu tutar bir pozisyona getirmişti. Bu yüzden Osmanlı kamuoyunda İTC ve Osmanlı hükümeti aleyhine bir hava oluşmuştu. Meclisteki muhalifler de bu durum karşısında İTC içinde muhalefet etmenin faydasız olduğunu düşündüklerinden yeni bir parti kurmaya karar verdiler. Hürriyet ve İtilaf Fırkası14 işte bu şekilde kurulmuştu. 5.3 BALKAN SAVAŞLARI VE BÂB-I ÂLİ BASKINI “Balkanlar tükettiğinden daha fazla tarih üretiyor.” Winston Chuchill 1878 Berlin Antlaşması’ndan beri Balkan toprakları adeta kaynayan bir kazandı ve bu özelliğini günümüze kadar da korumaya devam edecekti. Balkanlardaki bu karışık durum Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik idealleri ile bunun sonucunda ortaya çıkan irredentist15 ve emperyalist politikaların bir sonucuydu. Bulgarlar “Büyük Bulgaristan”, Sırplar “Büyük Sırbistan”, Yunanlılar ise “Büyük Yunanistan” hayali kuruyordu. Bu devletlerin kurduğu hayallerin merkezinde ise Makedonya (Bkz. EK 2) 14 15 Bu kısımdan sona HİF olarak anılacaktır. Bir devletin yabancı ülke topraklarındaki soydaşlarını gerekçe göstererek yayılma siyaseti izlemesi. 36 bulunuyordu (Buçukcu 2014, s. 261). Ancak Balkan Devletleri arasında önceden beri süregelen çekişmeler vardı. Ulusal ayaklanmalar henüz başlamadan önce Fener Rum Patrikhanesi’nin dini hâkimiyeti bütün Balkanları kapsıyordu. İbadetler Yunanca yapılıyordu ve din adamları da patrikhane tarafından atanıyordu. Bu durum Balkan Ortodoksları arasında bir gerilim yaratıyordu. İşin içerisine ulusçuluk fikri de girince herkes kendi milli kilisesini kurmak için mücadele ediyordu. Ancak 1911 yılına gelindiğinde Balkan İttifakı fikri güçlenmeye başlamıştı (Aydemir 1970, c. II, s. 290). Ayrıca Osmanlı Devleti ile İtalya arasında çıkan Trablusgarp savaşı Balkanlardaki siyasi hareketliliği iyice artırmıştı. Balkanlarda yeni ittifak arayışları, askeri hazırlıklar ve diplomatik girişimler hız kazanıyordu. Balkan devletleri büyük devletlere başvurarak Makedonya’nın yönetimini üstlenme ya da reform planlarının uygulanmasını istiyordu. Ancak bu dönemde büyük devletler Balkanlar konusunda doğrudan sorumluluk alarak riske girmek istemiyorlardı. Avusturya konunun Avrupa güçler dengesi sistemi içinde çözümünden yanaydı ve Balkanlardaki durumun görüşülmesi için uluslararası bir konferans önerisinde bulundu. Osmanlı ise Makedonya’ya yönelik yabancı bir müdahale istemediğini bildirerek zaman istedi. Osmanlı hükümetinin bütün çabası Balkanlarda savaşı önlemek ve Trablusgarp’taki savaşı bitirmeye yönelikti (Aydemir 1970, c. II, s. 292). Ancak Balkan devletlerinin beklemeye tahammülü yoktu. Bulgar Başbakanı 11 Ekim 1911’de Fransa’dan dönerken Sırp dışişleri bakanıyla bir görüşme gerçekleştirmiş ve Osmanlı topraklarının paylaşılması konusunda prensipte anlaşmışlardı. 13 Mart 1912’de iki devlet bir anlaşma imzalayarak ittifakı resmileştirdi. Bu anlaşmaya göre (Buçukcu 2014, s. 261): 1. 2. 3. İki hükümet karşılıklı olarak bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin korunmasında birlikte hareket etmeyi taahhüt ediyordu. İki hükümet kendilerinden herhangi birisine bir saldırı yapıldığı takdirde bütün kuvvetleriyle yardımlaşmayı kesin olarak kabul etmişlerdi. Söz konusu yardımlaşma Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Balkan topraklarından herhangi bir kısmını kendisine katmaya veya bu topraklarda geçici olarak yerleşmeye kalkışacak bir büyük devlete karşı da yapılacaktı. Bu hükümlere bakıldığında anlaşma, Osmanlı Devleti ve Avusturya – Macaristan’ın statükoyu değiştirmeye çalışması ihtimaline karşı yapılmıştı. Ancak anlaşmanın ek protokolüne göre Makedonya toprakları bu iki devlet arasında paylaştırılıyordu. Yunanistan ile Bulgaristan ise daha önce çeşitli ittifak girişimleri yapmış olsalar da 37 Makedonya meselesi konusunda anlaşamadıklarından aralarında bir ittifak oluşmamıştı. Bu noktada devreye Rusya girdi ve iki devlet arasında 29 Mayıs 1912’de bir savunma anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre (Buçukcu 2014, s. 262-263): 1. 2. İki devletten herhangi biri Osmanlı Devleti’nin saldırısına uğrarsa birbirlerine yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı. Girit adası yüzünden Osmanlılar ile Yunanistan arasında çıkacak bir savaşta Bulgaristan’ın tarafsız kalmasına karar verilmişti. İttifaklar zincirindeki tek eksik halka Karadağ’dı. Karadağ ise küçük bir ülke olduğunun bilincinde olarak küçük hayaller peşinde koşuyordu. Bu karmaşadan az da olsa kendine pay çıkarabilirse durumdan memnun olacaktı. Bu nedenle doğu sınırındaki Osmanlı toprakları içerisinde bulunan İşkodra Ovası’nı gözüne kestirmişti. Sırbistan da bu dönemde Karadağ’a bir ittifak teklifiyle gelince hemen kabul ettiler. İttifakın kesin sınırlarını çizen yazılı bir anlaşma yoktu ancak Osmanlı Devleti’ne yönelik girişilecek bir mücadelede fikir birliğine varılmıştı (Buçukcu 2014, s. 263-264). Osmanlı ordusu bu Balkan ülkelerini teke tek yenebilirdi ama hepsinin birlikte kurduğu ittifak birliklerine karşı çaresiz kalıyordu (Hale 2003, s. 24). Bu olaylara bakıldığında güçler dengesi sisteminde Osmanlı Devleti’nin konumunun ne kadar zayıfladığını görmekteyiz. Balkanlarda bu gelişmeler olurken yeni kurulan Gazi Ahmet Paşa hükümetinin olaylardan habersiz olduğu anlaşılıyordu. Çünkü göreve gelir gelmez ilk iş olarak Balkanlardaki yüz bin askeri terhis etmişti. İttifak girişimleri öğrenildiğinde ise Osmanlı Devleti’nin barış yanlısı olduğunu göstermek adına seferberlik ilan edilmemişti. Böylelikle Avrupa güçler dengesi sistemini bozacak bu girişimler karşısında büyük devletlerin desteğinin alınabileceği düşünülüyordu (Buçukcu 2014, s. 265). Talat Paşa’ya16 göre süreç şu şekilde gelişmişti (Kabacalı 2017, s. 20): “Balkan Savaşı’nı önlemek Avrupa büyük devletleri için basit bir işti. Hangi devlet grubuna girmiş bulunursa bulunsun büyük devletlerden herhangi birinin ciddi bir tavır takınması bu kadar kan dökülmesine engel olmak için yeterliydi. Fakat siyasi hesaplar ve düşünceler burada da sağduyuya ve insanlık ideallerine baskın çıktı. Üç İtilaf Devleti bu birleşmeyi kendi amaçlarına uygun gördüler ve Üçlü İttifak karşısında bir kuvvet oluşturmayı umdular. Buna karşılık Avusturya elçisi Markof Palaviccini’nin benimle çeşitli görüşmelerinde doğruladığı gibi Türkiye'nin Savaşı kazanacağını umuyorlardı. Avusturya, yenilmiş ve savaştan zayıf düşmüş Balkan Talât Paşa (1874-1921): İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve önde gelen liderlerinden olan Osmanlı devlet adamı. 16 38 devletlerinin ve özellikle Sırbistan'ın kendi isteklerine bağımlı olacağını ve kendisinin de Arnavutluk sorununda özel ve büyük bir rol oynayabileceğini umuyordu. Öteki devletler grubu ise -Türkiye savaştan galip çıkmak şartıylasavaştan sonra statu quo’nun korunacağını bir ihtiyat tedbiri olarak bildiriyordu.” Talat Paşa’nın söylediklerine bakıldığında Osmanlı Devleti’nin uluslararası sitemde ne kadar yalnız kaldığını ve hayatta kalabilmek için ittifaklar sistemi içine girmeye ne kadar çok ihtiyacı olduğu görülmektedir. Bu süreçte Osmanlı ve Avrupa Devletleri diplomatik yollardan olayı çözmeye çalışırken HİF Sultanahmet’te büyük bir miting yapıp savaş yemini etmişti bile. Bunun üzerine Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümet konağının balkonundan ders niteliğindeki şu konuşmayı yapmıştır (Karal 1999, s. 301): “Harp denilen şeyi biz biliriz. Laf ile söylendiği gibi kolay değildir. Harpten hem yenen hem yenilen zarar görür. İşle bunun içindir ki en kuvvetli devletler bile harbe girmek için çok düşünmeye mecburdurlar. Her halde harbin iyi tarafı olduğu gibi pek fena tarafı da vardır. Hesapsız işe de girişilmez. Bu da sizin bileceğiniz şey değildir.” Bu sözler adeta yarım asır sonra Waltz’ın savaşın ağır sonuçlarının ve güç siyasetinin barış ortamını sağlayabileceği tezine dayanak oluşturuyordu. Savaşın önlenmesi yönündeki girişimler sürerken 8 Ekim’de İstanbul’daki Karadağ elçisi Osmanlı Devleti’ne karşı savaş açtıklarını bildirdi. pandoranın kutusu açılmıştı artık. Yaklaşık sekiz ay süren çatışmaların ardından Osmanlı ağır kayıplar vermişti ve büyük devletler nezdinde barış teklifinde bulunmak zorunda kalmıştı. Kuzey Afrika'da çarpışan Enver Paşa ve arkadaşları İstanbul’a dönebildikleri zaman, Balkan Savaşı artık fiilen kaybedilmişti (Aydemir 1970, c. II, s. 353). Bu nedenle Enver Paşa’nın Birinci Balkan Savaşı’nın çıkış sürecinde ve savaşın kaybedilmesinde doğrudan bir rolü yoktur. Bu gelişmeler üzerine Berlin Antlaşması’nı imzalayan devletler Londra’da bir konferans düzenleyerek aralarında bir fikir birliğine vardılar. Yapılacak olan, barışın bedelini Osmanlı’ya ödetmekti. Çünkü Balkan devletleri bunu kabul etmez ve savaş yeniden başlarsa yeni sorunların çıkacağı ortadadır. Bu durumun Avrupa barışını da tehlikeye düşürmesi muhtemeldi. Bu nedenle büyük devletler 17 Aralık 1912’de İstanbul’daki 39 elçileri aracılığıyla Osmanlı Devleti’ne bir nota verdiler. Karal (1999, ss. 334-335) notayı şu şekilde açıklıyor: “Nota korkutmalar ile dolu idi. Osmanlı Hükümeti’nden Avrupa büyük devletlerinin tavsiyelerinin kabul edilmesi istenmekte idi. Notanın sonuna bırakılmış olan öneri şöyledir: ‘Osmanlı Hükümeti Edirne'yi Balkan İttifakı Devletlerine bırakmalı, Ege adaları hakkında büyük devletlerin vereceği karara uymalıdır. Bu tavsiyeyi dikkate almazsa Osmanlı Hükümeti barışın kurulmasını engellemiş olacağı için ağır bir sorumluluk altına girmiş olacaktır. Savaşın tekrar başlaması halinde de İstanbul tehlikeye girecek ve savaş imparatorluğun Asya'daki vilayetlerine bulaşabilecektir. Böyle bir durumda ise büyük devletlerden herhangi bir yardım gelebileceği hesaba katılmamalıdır.’ Sözün kısası notanın esprisi ‘Tavsiyeler kabul edilmelidir. Aksi takdirde kendi düşen ağlamaz’ atalar sözünde erimekte idi.” Karal’ın bu yorumu Osmanlı Devleti’nin güçler dengesi sitemindeki konumunu açık bir şekilde gösteriyor. Buna göre, artık Osmanlı Devleti’nin geleceği kendi elinde değildi. Dış politikada durum bu şekilde ilerlerken iç siyasette de Kâmil Paşa, nam-ı diğer İngiliz Kâmil17 İttihatçıları sıkıştırmaya devam ediyordu. Talat Bey ve Sait Halim Paşa, Kâmil Paşa ile görüşerek ortamı yumuşatmak isteseler de başarılı olamamışlardı. (Buçukcu 2014, s. 276) Kâmil Paşa İttihatçıların bütün uyarılarına rağmen Meclis-i Umumi’yi toplayarak büyük devletlerin verdiği nota kapsamında bir barış antlaşması yapabilmek için onay aldı. Bu, barışın gerçekleşmesi halinde Edirne dâhil Trakya’nın kaybı anlamına geliyordu. Durum bu şekilde kötüye giderken bir de hükümetin Bulgarlar ile gizli bir antlaşmaya imza atacağı kulaktan kulağa dolaşıyordu (Tekin 2016, s. 212). Askeri çevreler Enver Paşa’dan bir şeyler yapmasını beklemekteydi. Kösoğlu’nun aktardığına göre durum karşısında Enver Paşa’nın bir mektubundan alınan düşünceleri şöyledir (2008, s. 162): “Genel karargâhta bütün arkadaşlar bana çok güveniyor gibiler. Sana geçen gün bakanlığın koridorlarında karşılaştığım bir kurmay miralay harp akademisinde tarih hocamdı ağlayarak birçok kere ellerimi öptü desem ki bu sık sık tekrarlanan bir durum böylece anlarsın ki herkesin gösterdiği güvenden hoşnut memleketime büyük hizmet vermeyi düşünüyorum. Ama maalesef hükümetin şerefli olmayan bir yola doğru gittiğini görüyorum. Çünkü bütün Avrupa'nın bizim zayıflamamız karşısında menfaati var. Bu yüzden zaten yeterince ödlek olan hükümetin cesaretini Kâmil Paşa sadrazam değilken Hindistan'da taç giymek için yola çıkan İngiltere kralı V. George ile Mısır’da bir görüşme yapmıştır. Görüşme sırasında çektirilen bir fotoğraf ise çok konuşulmuştur. (Bkz. EK 3) Fotoğrafta Kâmil Paşa sadrazam olmadığı halde V. George'un eşi Mary ile birlikte oturmakta, V. George ve Lord Kitchener ise Kamil Paşa'nın hemen arkasında ayakta durmaktadırlar. Bu fotoğraf, Kamil Paşa'nın İngilizler açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bir de iktidardayken İngiliz yanlısı politikalar izlemesi kamuoyunda adının İngiliz Kâmil olarak anılmasına neden olmuştu. 17 40 kırıyorlar. Almanya kendi cephesinden küçük Asya'ya el koymak vaktinin böylece daha yaklaşacağını düşünüyor. İtalya yeni fethini güçlendirebilir. Avusturya Sırbistan’dan istediğini elde etti. Bulgaristan'ı da kendi tarafına çekecek. Romanya da kendine düşen payı aldı.” Bu mektupta özellikle en dikkat çekici noktalardan birisi Enver Paşa’nın Almanya ile ilgili düşünceleridir. Çünkü burada Küçük Asya18 denilen topraklar Anadolu’dur. Almanya ise bu toprakalara göz dikmiş emperyalist bir devlettir. Buradan görülebileceği gibi Enver Paşa’nın dış politika fikirlerinin şekillenmesinde sıklıkla dile getirilen Alman hayranlığı aslında bir reelpolitiktir. Mektuptaki altı çizili yerlere dikkat edildiğinde Enver Paşa’nın dış politika fikirlerinin uluslararası anarşik yapının Osmanlı Devleti’ne yönelik zorlamasıyla oluştuğu görülmektedir. Yani burada “Enver Paşa ideolojik olarak Turancı ve Alman yanlısıydı. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükledi” iddialarının yanlışlığını görmekteyiz. Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükleyen Enver Paşa değil uluslararası sistemin bizzat kendisiydi. Ancak her şeye rağmen Enver Paşa Osmanlı Devleti’ni kurtarmaya yönelik hamleler yapmaya çalışıyordu. Bu yüzden paşa, bu olaylar karşısında hemen devreye girdi. İTC’nin önde gelenleriyle bir toplantı düzenledi. Toplantıda arkadaşlarıyla arasında şöyle bir konuşma geçtiği nakledilir (Aydemir 1970, c. II, s. 381): “— Arkadaşlar! Geçen seferki toplantınızda verdiğiniz karardan haberdar oldum. Hasretler içinde kaldım. Bin türlü bahane ve vesilelerle hükümete ilişmeyi doğru, bulmamışsınız. Bu husustaki görüşlerinizi bilmiyorum. Yalnız hepinizden bir şey sormak isterim. Şayet memleketin geleceğini bu hükümetin kurtaracağına inanıyorsanız mesele yoktur. Burada toplanıp beyhude yere dedikodu yapmayalım. Dağılalım, vazifemize bakalım. İnanmıyorsanız, o halde birtakım nazariyata kapılıp, kararsız davranmayalım. Derhal çaresine bakalım ve hükümeti devirelim. — Hayır, hükümete katiyen güvenmiyoruz. — O halde ne duruyoruz. Yarından tezi yok, işe, hazırlığımıza başlayalım. — Fakat bu işi kim yapacak? Hükümeti kim devirecek? — Yanımda bulunacak altmış fedakâr arkadaşla bu işi, muvaffakiyetle yaparım...” 23 Ocak 1913’te hükümet barış önerilerini görüşürken Enver Paşa yanına Talat Paşa ve diğer arkadaşlarını da alarak hükümet binasını (Bâb-ı Âli) bastı. Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürüldü, Kâmil Paşa istifa ettirildi ve Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığa getirildi. (Karal 1999, s. 335). Bu hükümet darbesi tarihe Bâb-ı Âli Baskını olarak geçti (Bkz. EK 4). İTC artık iktidardaydı (Aydemir 1970, c. II, s. 386). Enver Paşa’nın yönetimdeki etkisi hız kesmeden artmaya devam ediyordu. Artık sorumluluk Enver 18 Antik çağlardan beri Anadolu’ya verilen isimlerden biri de Asia Minor yani Küçük Asya’dır. 41 Paşa’daydı. Yeni kurulan hükümet geç de olsa Londra’daki konferansa bir nota gönderdi. Nota şu şekildeydi (Karal 1999, 336): “Osmanlı Hükümeti Edirne'nin, Meriç nehrinin sol kıyısında kalan kısmından vazgeçmemekle beraber sağ kıyısında kalan bölgeyi büyük devletlerin tensibine bırakıyor, adalar üzerinde de büyük devletlerin vereceği karara uyacağını bildiriyordu. Notada, önceleri sözü edilmeyen bir konu daha eklenmişti. Osmanlı Hükümeti gümrük tarifelerini yükseltmek, eşitlik ilkesine göre ticaret antlaşmaları yapmak hakkının kendisine tanınması, yabancı postanelerinin kapatılmasını ve barışın imzalanmasından sonra kapitülasyonların kaldırılacağı yolunda teminat verilmesini istemekte idi.” Notanın içeriğine bakıldığında ne Balkan ülkelerinin ne de büyük devletlerin bunu onaylamayacağı açıktı. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili olan kısım 1923 Lozan Konferansı’ndan da bildiğimiz gibi büyük devletlerin kabul edebileceği bir hüküm değildi. Bu da savaşın yeniden başlaması anlamına geliyordu. Ancak Osmanlı savaşın ikinci safhasını da kaybetmiş ve Edirne düşmana teslim olmak zorunda kalmıştı. Bulgar orduları Çatalca’ya kadar ilerlemişti (Bkz. EK 5). Artık Osmanlı için savaşı bitirip, kendisine sunulan barış taslağını kabul etmekten başka bir çözüm gözükmüyordu. 30 Mayıs’ta Osmanlı şu şartları kabul ederek barış antlaşmasını imzaladı (Karal 1999, s. 337): 1. 2. 3. 4. 5. Osmanlı Devleti Avrupa kıtasındaki imparatorluğunun Ege Denizi'nde Enez'den Karadeniz'deki Midye'ye giden hattın batısında kalan topraklarını Balkanlı müttefiklere bırakmayı kabul etmiştir. Osmanlı Devleti, Arnavutluk sınırlarının çizilmesi ile Arnavutluk'a ait bütün işlerin çözümünü altı büyük Avrupa devletine bırakmıştır. Osmanlı Devleti Girit üzerindeki her çeşit haklarından altı büyük devlet lehine vazgeçer. Osmanlı Devleti Ege Adalarının mukadderatını saptamayı büyük devletlere bırakır. Osmanlı Devleti ve Balkan İttifakı Devletleri savaşın ortaya çıkardığı mali sorunların, temsilcilerinin katılacağı milletlerarası bir konferansta çözülmesini kabul eder. Yukarıdaki hükümlerden de anlaşılacağı gibi, antlaşmadan Osmanlı Devleti büyük bir zararla çıkmış Balkan devletleri büyük kazanımlar elde etmiştir (Bkz. EK 6). Ancak Balkan devletlerinin her biri diğerlerinin savaştan daha karlı çıktığını düşünüyordu. (Karal 1999, s. 338). Bu yüzden Balkanlarda yeni bir savaşın ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Balkan İttifakı toprak paylaşımı konusunda anlaşmazlığa düşünce 29 Haziran’da Bulgaristan Sırbistan’a savaş açtı. Bunun üzerine Yunanistan ve Romanya 42 savaşa dâhil oldu ve Bulgaristan’a saldırdılar. Enver Paşa bu karmaşa ortamından yararlanarak hemen orduları harekete geçirdi ve Edirne, Bulgarlardan alındı. Ayrıca Teşkilat-ı Mahsusa19 aracılığıyla Batı Trakya, Bulgar çetelerinden temizlenmişti. Edirne’nin kurtarılışı, Enver Paşa’nın şanına yeni halkalar, yeni haleler ilâve etti. Enver Paşa yeniden, “hürriyet kahramanı Enver Bey” oldu. Hatta ona Edirne’nin ikinci fatihi diyenler de oluyordu (Aydemir 1970, c. II, s. 403). Bulgaristan ise artık bir çıkar yol olmadığını görünce barış talebinde bulundu (Karal 1999, ss. 342-343). Büyük devletler Osmanlı’nın bir oldubittiyle Londra Antlaşması’nı ihlal edip Edirne’ye girmesine büyük bir tepki gösterdiler. Osmanlı Devleti’ne İkinci Balkan Savaşı’nda aldığı yerleri terk etmesi yönünde bir nota verdiler. Osmanlı bu notadaki istekleri kabul etmedi ve Avrupa güçler dengesi sistemi göz önüne alındığında büyük devletlerin Osmanlı’ya karşı bir savaş açması sonuçları belli olmayan bir kargaşa ortamı yaratabileceği için en sonunda Bulgarlarla Türkleri sorunun çözümü için baş başa bıraktılar. Bu durum Enver Paşa’nın reelpolitik uygulamalarının bu olayda işe yaradığını göstermektedir. Böylelikle savaş bitti ve 29 Eylül 1913’te Türk - Bulgar Antlaşması (İstanbul Antlaşması) imzalandı. Bu antlaşamaya göre (Karal 1999, s. 345-346): “Türk-Bulgar sınırı olarak tanınmış Midye-Enez hattı yerine Meriç Nehri'nin sağ kıyısı, Edirne, Kırklareli, Dimetoka Türkiye'de kalmak üzere yeni bir sınır tanındı. Karadeniz cihetinde küçük bir bölge ile Ege kıyısında Dedeağaç'ın etrafında dar bir bölge Bulgaristan'a bırakıldı. Bulgaristan'da kalan eski Osmanlı topraklarında bulunan Müslümanlar, dört yıl süre içinde Bulgar uyruğuna geçeceklerdi. Bulgar uyruğu olan Müslümanlar, sahip bulundukları yönetim ve siyasal haklara ve ayrıca din ve gelenek özgürlüğüne sahip bulunacaklardı. Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Bulgarlar da diğer Hıristiyan cemaatlerinin sahip bulunduğu haklara sahip olacaklardı. Bulgaristan Müslümanlarının bir baş müftüsü ile yeteri kadar müftüsü bulunacak, bunlar Müslüman halk tarafından seçilecek ve seçimleri Osmanlı Şeyhülislamı tarafından tanınacaktı. Müslüman okulları hükümet tarafından yardım görecek, vakıflar, Şeriat hükümlerine göre yönetilecekti. Antlaşmanın imzalanmasından sonra üç hafta içinde iki taraf orduları silahsızlandırılacaktı.” Bu antlaşma, görüleceği üzere Osmanlı Devleti’nin lehinedir. Bu yüzden eli güçlenen Osmanlı Devleti Yunanistan ile yapılan barış görüşmelerine hız vermişti. Ancak sorunlar çok fazlaydı ve bunları kısa bir sürede çözebilmek pek mümkün görünmüyordu. Ancak kamuoyunda Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’la ittifak yaparak Yunanistan’a saldırabileceği konuşulmaya başlamıştı. Bunun üzerine Yunanistan geri Enver Paşa’nın kurduğu ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın atası kabul edilen gizli teşkilat. Ancak bu teşkilatın varlığı kesin olarak kanıtlanamamıştır. 19 43 adım atmak zorunda kaldı ve 14 Kasım 1913’de Atina Antlaşması imzalandı. Antlaşmanın hükümleri şöyleydi (Karal 1999, ss. 347-348): “Yunanlıların kapitülasyonlar ve Patrikhanenin imtiyazlarıyla ilgili istekleri Balkan Savaşı'ndan önceki gibi bırakılmış, Rumların askerliği üzerindeki istek dikkate alınmamış, II. Abdülhamid'in Yunanistan'daki emlaki işi ile Osmanlı Hükümeti'nce Yunan gemilerine el konmasından doğan sorunun Lahey Adalet Divanı'na gönderilmesi kabul edilmişti. Yunanistan'daki Müslümanların Bulgaristan ile yapılmış olan İstanbul Antlaşmasındaki statüye benzer bir statüye tabi olacakları tespit edilmişti. Vakıflar sorununa gelince, Osmanlı Hükümeti, bunların İstanbul’dan Vakıflar Nezareti'ne gönderilerek, yüksek bir memur tarafından idare edilmesi hususundaki isteğinden vazgeçmişti. Müslüman cemaatlerinin yönetiminde bulunmasına ilişkin Yunan önerisine de uymuştu.” Antlaşmanın hükümlerine bakıldığında Osmanlı’nın buradan kazançlı çıktığı görülmektedir. Ancak Ege adalarının statüsünün, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’yla Büyük devletlerin kararına bırakılmasından dolayı bu antlaşmada yer almaması her iki ülke halkında tepkiye yol açıyordu. Kamuoyunda yeniden savaş olasılıkları konuşulmaya başlamıştı. Bir de işin içinde İtalya’nın tuttuğu adalar olduğu için olayın daha fazla büyümesini istemeyen Avrupa devletleri İmroz, Bozcaada ve Meis’in Osmanlı’da kalması, bunun dışındaki işgal edilmiş adaların ise silahsızlandırılması koşuluyla Yunanistan’a verilmesi yönünde Osmanlı Devleti’ne bir nota verdiler. Osmanlı Devleti donanmasının zayıflığından ötürü istemeyerek de olsa bu duruma razı geldi. Böylelikle adalar sorunu geçici olarak çözülmüş oluyordu (Karal 1999, ss. 347348). İkinci Balkan Savaşı’ndaki başarılara rağmen genel olarak bakıldığında ortaya çok olumsuz bir tablo çıkmaktadır. Savaşların ardından Osmanlı sınırları daralmış, itibar kaybı yaşanmış, ulusçuluk düşüncesi uyanmış ve İTC iktidarı iyice kuvvetlenmişti. Dış planda ise Asya'daki Osmanlı eyaletlerinin paylaşılması fikri güçlenmiş ve Doğu Avrupa'da dengesizlik ortaya çıkmıştır (Karal 1999, s.349). Ayrıca Balkan Savaşları sonunda Osmanlı milletleri arasındaki kardeşlik ve İttihad-ı Osmani (Osmanlı birliği) düşüncesi kesin olarak son bulmuştu. Bunun yerini Türk milliyetçiliği fikri almıştı. (Tekin 2016, s. 215). Osmanlı Devleti’nin artık yıkımın eşiğine geldiğini anlayan büyük devletler ise özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya, bundan sonra kendi aralarında çeşitli gizli antlaşmalar yaparak onu paylaşmaya başlayacaklardır (Ülman 1985, s. 292). Enver Paşa’nın, iktidara geldiğinde bu paylaşım planlarını bozarak Osmanlı Devleti’ni bu süreçten sağ çıkaracak bir yol bulması gerekecekti. 44 Bütün bu gelişmeler yaşanırken Enver Paşa ise Harbiye Nazırı olup ordunun idaresini ele almak ve Almanya’nın da desteğiyle orduyu modernize etmek istiyordu. Ancak hem yaşı çok gençti (34) hem de daha general bile değildi. İTC içinde de başta Talat, Cemal ve Enver Paşa olmak üzere çeşitli çekişmeler mevcuttu. Enver Paşa bir an önce bu sorunu çözüp Harbiye Nazırı olmalıydı. Eşi Naciye Sultan’a yazdığı mektupta bunu nasıl hallettiğini anlatıyor. Mektup şöyle (Aydemir 1970, c. II, s. 426): “Ahmet İzzet Paşa meselesine verilecek şekil hakkında Talât ve Halil Beylerle görüştük. Bir geçici kanun yaptık. Yarın bu harbiye nazırlığı meselesi hallolunuyor. Yarın akşam mirliva (paşa-tuğgeneral) üniformamla gelip, saygılarımı arz etmeme müsaade eder misiniz? 15 gün sonra ise kendi dairemizde ve yuvamızda bulunacağız.” Buradan anlaşılan o ki Enver Paşa kendi yöntemleriyle kendi kendini Harbiye Nazırı olarak atayacaktı. Nihayet 1 Ocak 1914'te hem paşalığa yükselmiş, hem de harbiye nazırı olarak kabineye girmiştir. Hürriyet Kahramanı Enver Bey, artık Enver Paşa’dır. Arıca beş gün sonra Osmanlı genelkurmay başkanlığına da tayin olunacaktır. Böylelikle orduların tam kontrolü kendisine geçmiştir. Ziya Şakir bu durum karşısında; “Enver Paşa’nın talih ibresi yükseldikçe yükseliyor. Artık o, bütün askeri fırkanın tek lideri addediliyordu. Onun şahsiyetinin karşısında her kuvvet, ikinci planda kalıyordu” diyordu (2011, s. 92). Padişah bu gelişmeleri daha sonra gazetelerden öğrenecekti (Aydemir 1970, c. II, s. 427). Bu dönemden sonra yaşanan hadiseler bir nevi Birinci Dünya Savaşı’na hazırlık safhası olduğundan bu kısmı burada sonlandırıyoruz. 5.4 I. DÜNYA SAVAŞI "Savaş bilimi pek az kişi tarafından bilinen gizemli bir sırdır." Otto von Bismarck Enver Paşa’nın 34 yaşında hem harbiye nazırı hem de genelkurmay başkanı olması, aynı zamanda padişahın da damadı olarak saraya girmesi Almanya’da, hem basında, hem Alman genelkurmayında hem de Alman İmparatoru II. Wilhelm nezdinde geniş, yankılar uyandırmıştı. Zaten Enver Paşa’nın ilk işlerinden biri de İstanbul’daki Alman 45 heyetini genişletmek ve Almanya ile yeni anlaşmalar yapmak olacaktı. (Aydemir 1970, s. 429). Bu durumun, tezin giriş kısmında belirttiğimiz gibi birçok kişi tarafından Enver Paşa’nın kişisel istekleri doğrultusunda geliştiği düşüncesi oldukça yaygındır. Ancak tek bir kişinin dış politikada bu kadar etkili olabilmesi mümkün müdür? Örneğin Enver Paşa olmasaydı süreç tamamen farklı bir noktaya evrilebilir miydi? Waltz, analiz seviyeleri bağlamında ortaya koyduğu üç imgede (insan doğası, devlet yapısı, sistem yapısı) insan faktörünün ikincil hatta üçüncül öneme sahip olduğunu ve üçüncü imge olmadan ilk ikisinin önemini, etkisini ve sonuçlarını tahmin etmenin imkânsız olduğunu belirtiyor (2009, s. 231). Biz de bu noktadan hareketle tezimizin devamında Birinci Dünya Savaşı’nı bu bağlamda anlatarak, Enver Paşa (insan doğası-man) ve Osmanlı devlet yapısı ile İTC ideolojisinin (devlet yapısı-state) sadece süreci hızlandıran ikincil etmenler olduğunu, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin asıl nedeninin uluslararası sistemdeki anarşik yapının (savaş-war) ortaya çıkardığı güç politikalarından kaynaklandığını ortaya koymaya çalışacağız. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasının temel nedeni Bismarck’ın reelpolitik uygulamalarıyla Almanya’nın birleşmesinden sonra kıtadaki en güçlü devlet olması ve yıllar geçtikçe de kuvvetlenerek Avrupa diplomasisinde devrim yaratmasıydı. Eskiden büyük devletler sürekli Avrupa’nın merkezini baskı altında tutarken şimdi işler tersine dönmüştü ve bu sefer ilk defa merkez, kenarlara (B. Krallık, Fransa ve Rusya) baskı yapabilecek kadar güçlenmişti. Almanya, Avrupa’nın merkezinde yer aldığı için de daima etrafını çeviren bir düşman koalisyonu tehdidi altındaydı. Bismarck bu düşman koalisyonunun oluşmaması için bütün reelpolitik stratejilerini uyguluyordu. Bismarck’a göre beş oyunculu bir kombinezonda üçlü tarafta yer almak her zaman istenilen bir durumdu. Hele ki Almanya gibi beşli kombinezonun en ortasında yer alan bir devlet için bunun önemi daha fazlaydı. Ancak bu beşli kombinezona baktığımızda Sedan Savaşı’nda Alsace Loren’i Almanya’ya kaptıran ve Versailles Sarayı’nda Prusya Kralı’nın kendini Alman imparatoru ilan ederek taç giymesini izleyen Fransa doğrudan Almanya’ya düşmandı. Birleşik Krallık ise bu devletlerden herhangi biri veya birkaçıyla kendini doğrudan savaş tehlikesine sokacak ittifaklar içerisine girmemeyi tercih ederek “şahane yalnızlık” adını verdiği bir politika izliyordu. Doğal olarak geriye Rusya ve Avusturya kalıyordu. Avusturya, Rusya ile özellikle Balkanlar üzerinde anlaşmazlık 46 içinde olduğundan Avrupa barışının kilit noktası Almanya ile Rusya arasındaki ilişki olacaktı. Böyle hassas bir ilişkiyi ise ancak Bismarck gibi bir reelpolitik uzmanı geliştirebilirdi. Bismarck’ın hedefi hiçbir devletin eline, Almanya’ya karşı herhangi bir ittifaka girmek için bahane edebileceği bir şey vermemekti. Özellikle barışın kilit noktası Rusya olduğundan, Almanya’nın Balkanlar üzerinde herhangi bir yayılmacı niyeti olmadığı konusunda Rusya’yı ikna etmesi gerekiyordu. Ruslara, “Balkanların bir Alman erinin kemikleri kadar değeri olmadığını” söyledi. Yani hiçbir şartta Balkanlar için Almanya bir savaşa girmeyecekti. Bismarck ayrıca, Birleşik Krallık’ı güçler dengesi sistemi için Avrupa’da harekete geçirecek hareketlerden kaçınıyordu. Özellikle Almanya’yı doğrudan sömürgecilik yarışı içine sokmamaya özen gösteriyordu ki bu Birleşik Krallık’ın yumuşak karnıydı. Artık geriye Rusya ve Avusturya ile Birleşik Krallık’ı rahatsız etmeyen bir ittifak kurmak kalıyordu. Bunu da 1873’de “Üç İmparator Ligi” denilen ittifak ile yapmayı başardı. Böylece Balkanlar konusundaki Avusturya Rusya gerginliğini çözmüş ve beşli kombinezondaki ezeli düşmanı Fransa’ya karşı kendini güvence altına almıştı. Her halükarda Fransa Almanya’ya saldırsa bile iki cepheli bir savaş durumundan Almanya’yı kurtarmış oluyordu ki bu durumda da Almanya’nın kara gücü düşünüldüğünde Fransa’nın böyle bir harekâta girişmesi açıkça intihar olurdu. Ancak şimdi de bu Üç İmparator Ligini ayakta tutması gerekiyordu. Zaman zaman gerginlikler olsa da Bismarck bunu başardı. Bu noktada Rusya’ya tam olarak güvenemediğinden Avusturya ile 1879’da gizli bir ikili ittifak yaptı. 1882’de ise bu ikili ittifaka İtalya’yı dâhil edip Avrupalı devletlerin büyük bölümünün, Almanya aleyhine oluşacak bir koalisyona girmemesini sağlayan girift ittifaklar ağını tamamlamış oldu. Bismarck bu sayede yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca Avrupa barışını korumayı başarmıştı (Kissinger 2000 s. 150-183). Bu zamanlar Avrupalılar tarafından güzel dönem (la belle epoque) olarak adlandırılmıştı. Tüm bu karmaşık ittifaklar sistemi ve reelpolitik II. Wilhelm’in İmparator olması ile bitmiş ve bunun yerini “weltpolitik – küresel politika” almıştı. Bu yeni politikaya göre II. Wilhelm, Avrupa’da müttefik olarak sadece Avusturya-Macaristan’a taraftar olmasının yanında, Almanya’nın artık kalıplarını kırarak, kıtanın dışında sömürgeciliğe dayanan bir dış politika takip etmesi gerektiğine inanıyordu. Bu da açıkça Bismarck’ın yıllarca engellemeye çalıştığı Almanya’ya karşı en az üç bileşenden oluşan düşman koalisyonunun kurulmasını kaçınılmaz kılıyordu. Çünkü weltpolitik, Birleşik Krallık, Rusya ve Fransa’yı bir araya 47 getiren sihirli formüldü. Fransa zaten Almanya’nın karşısındaydı ancak şimdi Rusya ve Birleşik Krallık da gün geçtikçe büyüyen bu savaş makinesine karşı bir önlem almalıydı. Üçlü İtilaf’ın (Triple Entente) bir araya gelmesi bu sayede mümkün oldu (Bkz. EK 7). Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde Viyana Kongresi’nden bu yana süregelen ve yaklaşık yüz yıl boyunca barışı koruyan Avrupa konferanslar sistemi artık yoktu. Bismarck, Almanya’yı büyük devletlere karşı tehdit oluşturmayan orta büyüklükte bir devlet olarak göstermeye çalışırken yeni Alman liderleri ise komşularına kendi kuvvetlerinin sınırlarını ve Alman dostluğunun yararlarını kabul ettirmek için en iyi yolun kabadayı taktikleri olduğu kanısındaydılar (Kissinger 2000, s. 190). Ayrıca Alman genelkurmayı da yaptıkları savaş planlarıyla bir savaş çıkması durumunda (ki Rusya ile bir savaşın mutlaka çıkacağını, bu nedenle erken davranıp bir önleme savaşı yapmayı düşünüyorlardı) iki cepheli savaş sorununu aşmaya yönelik planlar yapıyorlardı. (Schlieffen Planı). Kissinger’a göre (2000, ss. 201-202): Ortada çok katı ittifaklar olduğunda dengeyi sağlayacak başka bir devlet yoksa ittifaklardaki bağlılığın az olması nedeniyle bir sorun çıktığında, ya taviz verilmesi, ya da ittifaklarda değişiklik yapılması gerekmektedir. Bu seçeneklerden herhangi biri tercih edilmezse diplomasi katılaşır ve bir tarafın kazancının diğer tarafın kaybı olduğu bir oyun gelişir. Silahlanma yarışı ve gerginliğin artması kaçınılmaz bir hal alır. Bu sürecin sonu da doğal olarak savaşla sonuçlanır. İşte Birinci Dünya Savaşı bu nedenlerle çıkmıştı. Şimdi asıl konuya dönerek Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı’na girişine ve Enver Paşa’nın buradaki rolüne değinelim. 5.4.1 Osmanlı - Alman İttifakı Enver Paşa’ya göre, Almanya askeri açıdan Avrupa’nın en güçlü devletiydi ve Avrupa Savaşı’nı kazanabilirdi (Tuncer 2011, s. 33). Peki bu durumda Osmanlı ne yapabilirdi? Tuncer’e göre Birinci Dünya Savaşı çıktığında Osmanlı İmparatorluğu’nun önünde beş seçenek bulunuyordu (2017, ss. 212-213): 1. İttifak Devletlerinin yanında hemen savaşa girmek. 48 2. İtilaf Devletleriyle birlikte savaşa girmek. 3. Rusya’ya karşı İttifak Devletlerinin güçlerine maddi ve manevi yardım sağlamak ama savaşın kesin sonucu belli oluncaya değin tarafsız kalmak. 4. İtilaf Devletlerine destek sağlamak ama savaşın sonucu belli oluncaya değin tarafsız kalmak. 5. Tümüyle tarafsız kalmak. Kâzım Karabekir20 de tarafsız kalınması gerektiğini düşünenlerdendi. Bunu yapabilecek kişi olarak da Enver Paşa’yı gördüğü için düşüncesini şu şekilde ona aktardığını söylüyor (2011, s.21): “…Boğazlar civarındaki kolordularımızı hemen seferber haline getirmekliğimizi ve Boğazları tahkim ve kuvvetli tutmaklığımızı fakat bir taarruza uğramazsak işe karışmamaklığımızı söylemiştim.” Ancak anlaşılan o ki Enver Paşa bu şekilde düşünmüyordu. Enver Paşa’nın da aralarında bulunduğu İTC üst düzey yöneticileri II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren imparatorluğun dış politikadaki en önemli sorununun güçlü bir Avrupa ülkesi ile ittifak kurmak olduğunu düşünüyorlardı. Bu ülkeler Birleşik Krallık, Almanya ya da Fransa olabilirdi. Çünkü o esnada Rusya, Avusturya-Macaristan, İtalya, Yunanistan ve Bulgaristan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak istediği düşünülüyordu. Bu noktada Enver Paşa ilk hamlesini yapıp İTC’nin Maliye Bakanı olan Cavid Bey aracılığıyla W. Churchill’e bir mektup yazarak Osmanlı ile Birleşik Krallık arasında bir ittifak yapılmasını önermiş; ancak Churchill dış işleri bakanı Edward Grey ile görüştükten sonra bunu reddetmişti (Tuncer 2017, s. 213). Bu durum bize Enver Paşa’nın “Alman hayranlığı” etkisiyle veya ideolojik fikirleriyle değil reelpolitik ilkeleriyle hareket ettiğini gösteriyor. Ancak bu ittifak teklifleri Birleşik Krallık tarafından sürekli geçiştiriliyordu. Aydemir’e göre Enver Paşa ve arkadaşları bu dönemde uluslararası güçler dengesi sistemini iyi okuyamıyorlardı. Bu nedenle İmparatorluğu götürdükleri istikametten de pek haberleri yoktu. Kitabında bu durumu şu şöyle açıklıyor (1970, c. II, s. 496): “Enver Paşa ve arkadaşları, yani Mısırlı Sait Paşalar, Talât Beyler, Halil Beyler ve İttihat ve Terakki, XIX. yüzyılda başlayıp, XX. yüzyıla geçen ve patlamasını 1914’te veren bu emperyalist cihan kavgasına varan anlaşmaların tarihini okumuşlar mıydı? Bunu bütün ayrıntıları ve şartları ile değerlendirebiliyorlar mıydı? Gerçeğe uyan görüşleri var mıydı? Attıkları ve atacakları adımın, onları ve imparatorluğu Kâzım Karabekir (1882-1948): Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında önemli görevler almış asker ve devlet adamı. 20 49 nerelere sürükleyeceğini biliyorlar mıydı? Öyle sanıyorum ki bu sorulara ‘evet!’ diye cevap verilemez...” İttihatçıların dış politika stratejilerinin isabetli olup olmadığı bir yana, imparatorluk kendi içinde çürümüş vaziyetteydi. Başta ordu ve ekonomi olmak üzere her alanda büyük sorunlar yaşanıyordu. Kapitülasyonlar ve Duyun-u Umumiye idaresi nedeniyle Osmanlı ekonomik olarak yarı sömürge durumundaydı. Ama İttihatçılara göre en büyük sorun, büyük bir savaşın çıkacağı az çok tahmin edildiğinden uluslararası politikadaki yalnızlık ve müttefik eksikliğiydi. Bu nedenle Birleşik Krallık’tan olumlu yanıt alamayınca bu sefer Talat Paşa aracılığıyla Rusya’ya bir ittifak teklifinde bulunuldu. Tabii ki olumlu bir yanıt alınamadı. Bu arada aynı anda Cemal Paşa’da Fransızlarla ittifak görüşmeleri yapmaktaydı. Buradan da görüleceği gibi II. Abdülhamid döneminde Almanya ile kurulan yakın ilişkilere rağmen Almanya’nın, Avusturya – Macaristan’ın 1908 Bosna’yı ilhak etmesi, 1911 Trablusgarp Savaşı ve 1912-13 Balkan Savaşlarındaki tutumu nedeniyle Almanya’ya güvenilmediği açıktır. Bu yüzden İttifak girişimleri genellikle İtilaf Blok’u ülkeleri nezdinde yapılmaktadır. Ancak bu girişimlerin hiçbiri olumlu bir karşılık bulmamıştı. İttihatçılar iyice yalnızlık ve kararsızlık içinde kalmışlardı. (Aydemir 1970, c. II, ss. 497-498) İşte bu noktada Enver Paşa devreye girecek ve geriye kalan tek seçenek olan Almanya ile ittifak kurmaya yönelinecektir. Demek ki Osmanlı’nın Almanya ile ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı’na girmesi Enver Paşa’nın kişisel tercihlerinden değil uluslararası güçler dengesi sisteminin bir sonucuydu. Tarafsız kalınması seçeneği ise her zaman masada olmakla birlikte ne kadar gerçekçi bir seçenek olduğunu tam olarak belirlemek imkânsızdır. Muhtelif otoriteler ve benim görüşüme göre savaşın gidişatına göre, Marmara ve Boğazlar bölgesinin, iki blok arasındaki çok önemli bir stratejik nokta olduğundan, öyle ya da böyle işgal edilme riski oldukça yüksekti. İtilaf devletleri arasında yapılan gizli anlaşmalarda bunun en önemli kanıtıdır. (Bkz. Ek 8) Zaten Bolşevik Devrimi olmasaydı bugün bile boğazları elimizde tutuyor olmamız pek mümkün gözükmüyor. 1914’e gelindiğinde Avrupa artık saatli bir bomba misali patlamaya hazırdı. Bombanın fitilini ateşleyen ise Sırp Kara El teşkilatına bağlı bir öğrenci olan Gavrilo Princip’in Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya – Macaristan veliahtı Franz Ferdinand’ı 50 öldürmesiydi. Bu olay birbirini tetikleyen savaş dalgası şeklinde bütün dünyaya yayıldı. Sırasıyla: 28 Temmuz 1914: Avusturya-Macaristan, Sırbistan’a savaş ilan etti. 1 Ağustos 1914: Almanya Rusya’ya savaş ilan etti. 2 Ağustos 1914: Türk-Alman ittifakı İmzalandı. 3 Ağustos 1914: İtalya tarafsızlığını ilan etti. 3 Ağustos 1914: Almanya Fransa’ya savaş ilan etti. 4 Ağustos 1914: Almanlar Belçika’ya saldırdı. 4 Ağustos 1914: İngiltere Almanya'ya savaş ilan etti. 5 Ağustos 1914: Avusturya-Macaristan devleti, Türk-Alman ittifakına katıldı. 6 Ağustos 1914: Avusturya-Macaristan, Rusya’ya savaş ilan etti 11 Ağustos 1914: Fransa Avusturya’ya savaş ilan etti. 12 Ağustos 1914: İngiltere Avusturya’ya savaş ilan etti. 23 Ağustos 1914: Japonya Almanya’ya savaş ilan etti. 20 Mayıs 1915: İtalya Avusturya-Macaristan’a savaş ilan etti. 12 Ekim 1915: Bulgaristan Sırbistan’a savaş ilan etti. 6 Nisan 1917: ABD Almanya’ya savaş ilan etti. Konumuz açısından önemli olan nokta Türk-Alman ittifakı olduğu için şimdi özellikle bu noktaya değineceğiz. Enver Paşa’nın buradaki rolü özellikle önemlidir. Çünkü Enver Paşa mevcut şartlar gereğince ve ittifak girişimlerinin reddedilmesi üzerine Üçlü İtilaf ile bir savaşı kaçınılmaz görüyordu. Bu yüzden henüz Almanya ile Osmanlı arasında bir ittifak anlaşması yapılmadan savaş için hazırlık yapmaya başlamıştı. İtilaf Devletlerinden Rusya’nın Kafkasya, İran ve Kuzey Doğu Anadolu üzerinden ve Birleşik Krallık’ın İran ve Körfez üzerinden saldırması beklendiğinden, 15 Mayıs 1914’te Necd Emiri Abdülaziz İbn Saud ile resmi bir ittifak imzalandı. Anlaşmaya göre Saud Osmanlı’ya bağlı kalacaktı ve İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini önlemeye çalışacaktı. Bunun karşılığında Saud’a bölge üzerinde önemli yetkiler veriliyordu (Shaw 2014, s. 40). Ancak bunun işe yaramadığını ileride göreceğiz. Ayrıca Enver Paşa Almanlara, eğer Almanya Osmanlı’nın Üçlü İttifak’a girişini reddederse Osmanlı’nın Üçlü İtilaf’a katılmak zorunda kalacağı yönünde tehditlerde bulunuyordu. Shaw bu 51 tehdit karşısında Almanya’nın tepkisini, Almanya’nın Osmanlı Büyükelçisi H. Wangenheim’in Alman dış işlerine yazdığı mektupla birlikte şu şekilde açıklıyordu. (Shaw 2014, s. 53-54): “Kayser Wilhelm bu tehdidi, sonucun hükümdarlığının ilk günlerinden beri devam eden Almanya'nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azımsanmayacak mali ve ekonomik nüfuzunun ve Osmanlıların İtilaf Devletlerindeki Müslüman halkı efendilerine karşı ayaklanmaya ikna edebileceği umudunun sonu olacağı korkusuyla çok ciddiye alıyordu: Konstantinopolis Büyükelçisi'nden Dışişleri Bakanlığı'na, Telegraph 362. Kostantinopol, 22 Temmuz 1914 Enver Paşa Sadrazam’a (Sait Halim Paşa) Türkiye'nin askeri ve idari yeniden örgütlenmesini tamamlanmadan hiçbir ittifaka girmemesi gerektiğini göstermiş olduğumu söyledi. Teoride görüşüm tamamen doğru. Uygulamada ise Türkiye ancak dışarıdan saldırılara karşı güvende olursa iç reformları barışçıl biçimde ve tam olarak yürütebilecek olma zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyor. Bu nedenle büyük güç gruplarından birinin desteğine ihtiyacı var. Cemiyette küçük bir azınlık Fransa ve Rusya ile bir ittifaktan yana. Çünkü böyle bir ittifak, Üçlü İttifak üyeleri Akdeniz'de daha zayıf olduğu sürece Türkiye'nin güvenliğini garanti edecektir. Diğer yandan, cemiyetin çoğunluğu, Talat bey, Halil ve başkan olarak kendisi Rusya'ya tabi olmak istemiyor ve Üçlü İttifakın, İtilaf Devletlerinden askeri olarak daha güçlü olduğuna ve bir savaş durumunda galip geleceğine inanıyor. Sonuç olarak, mevcut hükümetin ısrarla Üçlü İttifaka katılmak istediğini ve ancak bizim tarafımızdan geri çevrilirlerse gönülsüz bir şekilde Üçlü İtilaf ile bir anlaşma yapmaya karar vereceklerini söylüyor. Artık kabine Türkiye'nin büyük güçlerle karşılaştırıldığında bir müttefik olarak değersiz olduğunu çok iyi biliyor. Netice itibari ile sadece daha küçük ülkelerden biriyle anlaşma yapacağı bir ittifakla ilgilenen güçler grubunun korumasını talep ediyor. Şu anda Türkiye'ye açık, iki ikincil ittifak olasılığı mevcut: Üçlü İtilaf’a doğru yöneleceği Yunanistan ile bir ittifak ve Üçlü İttifak’a doğru yöneltecek Bulgaristan ile bir ittifak. Kabine bu nedenle, ittifakın, Üçlü İttifak’ın veya en azından Üçlü İttifak güçlerinden birinin himayesi altında olması koşuluyla Bulgaristan ile bir anlaşmaya varmaya meyilli. Bulgaristan ile bir ittifak üzerinde önceden tüm ayrıntıları ile anlaşmaya varılmış durumda ve Bulgaristan’ı Üçlü İttifakın himayesi olmadan bunu yapmaya ikna edemediğinden imzalanmamış durumda. Ama şimdi, Avusturya Sırbistan geriliminin bir sonucu olarak, durum kritik bir hal almıştır. Sadrazam Venizelos ile ittifak konusunu görüşecekti. Eğer Türkiye ve Bulgaristan’a, Romanya'nın bir zamanlar Avusturya ile olan ilişkisine benzer bir ilişki ile Üçlü İttifak Bloku’nun bir parçası olma olasılığı sunulursa Yunanistan'ın önerisini reddetmesi daha kolay olacaktır. Bâb-ı Âli Balkanlar'da bir savaş çıkana kadar bekleyemez. Ortak askeri hazırlıklar derhal başlatılmalı. Enver’e cevaben, beni Türkiye için bir ittifakın gerekliliğine ikna edemediğini söyledim. Türkiye'nin ekonomik toparlanması bile bir ittifaka girmesiyle riske girecektir. Eğer Türkiye Üçlü İttifak’a katılırsa Rusya ve Fransa sözleşmeleri imzalayacak mı? Siyasi mülâhazalar ciddi. Üçlü İttifak’ın bir üyesi olarak Türkiye Rusya'nın açık düşmanlığını hesaba katmak zorunda kalacak. O durumda, Türkiye'nin doğu sınırı üçlü ittifakın stratejik tertibindeki en zayıf nokta ve Rusya'nın doğal saldırı noktası haline gelecek. Üçlü ittifak hükümetleri Türkiye'nin bugün tatmin edici bir karşılık sunamayacağı bir şey karşılığında yükümlülük üstlenmek konusunda muhtemelen isteksiz olacak. Türkiye ile Bulgaristan birlikte bir blok 52 olarak bile üçlü ittifakın aksine müttefik olarak zar zor etkin olarak görülebilir. Eğer Romanya bloğun bir parçası olursa kısmen farklı olacaktır ancak bu şu anda çok az ihtimal olan bir olasılıktır. Enver paşa dikkatlice dinledi ancak tekrar tekrar eğer Üçlü İttifak bir Türk-Bulgar ittifakını önlerse cemiyetteki Üçlü İtilaf yandaşlarının üstünlüğü ele geçireceklerinde ısrar etti. Şu andaki kritik hissiyat Brüksel’de bir ittifak anlaşmasına varılmasını çok ihtimal dışı kılıyor. Türkiye bundan sonra Üçlü İttifak’ın onayı olmasa bile Bulgaristan’ı bir ittifaka ikna etmeye çalışabilir. Eğer Bulgaristan, Avusturya-Sırp ihtilafına çekilirse, Türkiye'nin tarafsız kalmayacağı neredeyse kesin, ama batı Trakya yoluyla Yunanistan'a doğru şansını zorlamaya çalışacaktır. Wangenheim.” Bu telgraftan da anlayacağımız gibi Almanya Osmanlı Devleti ile yakın ilişkileri devam ettirmek istese bile doğrudan kendisini yükümlülük altına sokacak bir ittifak içerisine girmekten çekinmektedir. General Liman V. Sanders’de Osmanlı ordusunun Balkan savaşlarındaki durumundan dolayı Osmanlı ile ittifaka sıcak bakmıyordu (Tuncer 2011, s. 35). Enver Paşa da sürekli olarak Osmanlı’yı siyasi yalnızlıktan kurtarmaya çalışarak reelpolitik çerçevesinde bir ittifaka sokmaya çalışmaktaydı. Bu tehdit karşısında II. Wilhelm, Osmanlı’nın Üçlü İtilaf’a girmesini engelleme girişimlerine hız verdi. Bu nedenle Wangenheim’a endişelerini bir kenara bırakmasını ve Enver Paşa’nın Sırbistan’a karşı Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgaristan’ın Almanya ve Avusturya tarafından desteklenen bir ittifak kurması için görüşmelere başlaması teklifini kabul etmesi için talimat verdi. Wangenheim ise, Osmanlı Devleti’nin böyle bir girişim için hazır olmadığını ve bunun Almanya’yı büyük sorumluluk altına sokacağı düşüncesindeydi ancak Kayser’den talimat gelmişti ve bunun uygulanması gerekiyordu. Wangenheim Sadrazam’a bu durumu iletince, Sait Halim Paşa, Avusturya Sırbistan’a savaş ilan etmeden bir gün önce, Rusya’nın müttefiklerinin Osmanlılara karşı bir savaş ilanıyla karşılık vermesini önleyebilmek adına, Rusya’nın müttefiklerinin hiçbirine karşı olmayan ve tamamen Rusya’ya yönelik yedi yıllık sınırlı bir Osmanlı-Alman ittifakını öngören resmi bir öneriyle karşılık verdi. Talat Paşa bu durumu anılarında şu şekilde anlatıyor (Kabacalı 2017, s. 25): “Türkiye, iç yönetimini örgütlemek, ticarette sanayiini geliştirip korumak, demir yolları genişletmek, kısaca yaşayabilmek ve varlığını koruyabilmek için öteden beri, devlet gruplarından birine katılmak üzere bir imkân aramıştı. Fakat devletlerden hiçbiri buna razı olduğunu bildirmemişti. Bu sırada sadrazam Said Halim Paşa, elçi Wangemheim’ın Almanya'nın Türkiye ile eşit şartlar altında bir anlaşma yapmak istediğini kendisine açmış olduğunu bize bildirmek üzere Enver Paşayı, Halil Bey’i ve beni yanına çağırdı. Bizim görüşlerimizi sordu. Hepimiz şu kanıdaydık ki, varlığını koruyabilmesi için Türkiye'nin böyle bir Avrupa devleti ile antlaşma yapması gerekliydi ve Türkiye ancak bilim, sanat, sanayi ve ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin yardımıyla kendi varlığını ve gelişmesini sağlayabilirdi. Sadrazam görüşmeleri 53 bizzat yönetmek istediğini bildirdi ve bu meseleyi gizli tutmamızı rica etti. Henüz resmi ve belirli bir teklif olmadığından, öteki arkadaşlara hiçbir şey söylememesini istediğini bildirdi.” Talat Paşa’nın bu sözlerinde yer alan altı çizili cümlelere baktığımızda uluslararası sistemin Osmanlı Devleti’ni büyük bir devletle ittifaka zorladığını ve Enver Paşa değil de başka bir yönetici karar verici olsaydı da bu durumun değişmeyeceğini gösteriyor. Bu da Waltz’ın üçüncü imgesi olan uluslararası sistemin yapısal özelliğinin devletler arası ilişkilerde ne derece etkili olduğunu gösteriyor. Yukarıda belirtilen teklife göre Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya – Macaristan’dan biri Rusya tarafından saldırıya uğrarsa veya Üçlü İttifak’ın herhangi bir üyesi Rusya’ya saldırırsa yürürlüğe girecekti. Wangenheim teklifi Berlin’e iletti ancak teklifi uygun bulmadığını da ekledi. Çünkü Üçlü İtilaf’ın Osmanlı Devleti ile ittifak kurmak istemediğini, bu yüzden, eğer Üçlü İttifak Osmanlı’nın teklifini reddederse olabilecek tek şeyin Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı Bulgaristan ile bir ittifak kurabileceğiydi. Yani korkulacak bir şey yoktu. Ancak II. Wilhelm her şeye rağmen böyle bir riski almak istemiyordu. Bu nedenle Alman Şansölyesi Bethmann Hollweg’e, sadece Ruslara karşı Osmanlı ile Almanya arasında sınırlı bir ittifak yapılması için aşağıdaki öneriler temel alınarak hemen müzakerelere başlanması talimatını verdi (Shaw 2014, s. 55-56): 1. 2. 3. 4. 5. Her iki tarafta Avusturya ile Sırbistan arasındaki ihtilafta tarafsız kalacaktır. Eğer Rusya Avusturya'ya saldırarak Sırbistan'ı savunmaya çalışır ve böylece müttefikimizi savunmak üzere Almanya'nın Rusya'ya karşı savaşa girmesi gerekirse, o zaman Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya karşı savaş ilan edecektir. Eğer savaş çıkarsa Liman von Sanders idaresindeki Alman askeri misyonu Osmanlı İmparatorluğu’nda kalacak ve Osmanlı başkomutanlığı üzerinde genel bir otoriteye sahip olacaktır. Almanya Rus saldırısına karşı mevcut bütün Osmanlı topraklarını savunmayı kesinlikle kabul edecek, böylece Rusya bu toprakları Anadolu’nun diğer kısımlarına saldırmak için üs olarak kullanmadıkça Berlin Anlaşması uyarınca Rusya'ya kaybedilen doğu vilayetlerini tekrar elde etmek için savaşmayacaktır. Bu Osmanlı Almanya anlaşması Avusturya Macaristan ile Sırbistan arasındaki mevcut kriz devam ettiği sürece yürürlükte kalacaktır. Kayzer’in bu talimatıyla Osmanlı’nın istekleri arasında açıkça büyük uyumsuzluklar vardı. Osmanlılar, Rusya başta olmak üzere büyük güçlerin Osmanlı’ya saldırmasını önlemeye çalışacak bir güvenlik anlaşması peşindeyken Almanya ise Sırbistan ile 54 Avusturya arasındaki krizde başarılı olmak adına Osmanlı’yı kullanmak istiyordu. Bu durumda kriz sona erdiğinde pekâlâ Rusya ve diğer devletlerin saldırısına uğrayabilirdi ve bu teklifler kabul edilirse risk daha da artıyordu. Teklif bu yüzden Osmanlı tarafından reddedildi. Bu da Enver Paşa’nın körü körüne Almanya ile ittifak yaptığı iddialarının asılsızlığını gösteriyor. Reddedilen bu teklife karşılık yedi yıllık yeni bir ittifak teklifi ile karşılık verildi. Wangenheim bu teklifi Alman dış işlerine şu şekilde iletiyor (Shaw 2014, s. 58): “Konstantinopolis Büyükelçisi'nden Dışişleri Bakanlığı'na, Telegraph 370. Kostantinopol, 28 Temmuz 1914 Mutlak gizli. Sadrazam beni az önce gönderdi ve benden padişahın Almanya'nın kısa bir süre için Rusya'ya karşı Türkiye ile gizli bir saldırı ve savunma ittifakına girdiği ve dolayısıyla Türkiye'nin Üçlü İttifak’a girmesini mümkün kıldığı istidanamesini majestelerine sunmamı istedi. Hadise, Rusya, ya Türkiye, ya Almanya, ya da Avusturya saldırdığında, ya da Almanya veya Üçlü İttifak Rusya'ya bir saldırıda bulunduğunda vuku bulacak. Türkiye Rusya'dan başka hiçbir ülkeye karşı koruma istememektedir. Anlaşmalar, borçlar vb. gibi diğer tüm uluslararası sorularla ilgili olarak, her şey olduğu gibi kalacaktır. Türkiye'nin koşulu, savaş halinde imparatorun askeri misyonu Türkiye'de bırakması olacaktır. Türkiye, öte yandan, Türk ordusu başkomutanlığı ve ordunun dörtte birinin fiili sahra komutanlığının savaş çıkması halinde askeri misyona devredilmesinin bir yöntemini bulmakla yükümlüdür. Müzakereler Türk bakanlar bile dâhil olmak kaydıyla mutlak bir gizlilik içinde yürütülmelidir. Sadrazam benden şu anda meseleden hiçbir meslektaşıma söz etmemi istemekte ve Mahmut Paşa'nın21 bile bu sırrı öğrenmemesini ‘zaruri’ olarak nitelemektedir. Wangenheim.” Şansölye Bethman, Kayzer’in bu teklifi kabul ettiğini iletti. Buna göre Alman askeri misyonuna Osmanlı ordusunun başkomutanlığı verilecekti. Hem Osmanlılar hem de Almanya, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki savaşta tarafsız kalacak ancak Osmanlılar Rusya’nın Sırbistan adına müdahale etmesi nedeniyle ya da diğer kasti sorunlar sonucunda girmesi gerekirse savaşta Almanya’ya katılacaktı (Shaw 2014, s. 59). Enver Paşa bu durumdan ne kadar memnun kalmıştı bilemiyoruz ancak Rus gerillalarının Anadolu’nun kuzeydoğusunu işgal ettiği bilgisiyle ve bunun neticesinde Rusların her an saldırıya geçebileceği korkusuyla anlaşmanın resmi olarak bir an önce 21 Osmanlı’nın Berlin büyükelçisi. 55 imzalanması için Almanya’ya baskı yapmaya devam ettiler. Bu dönemde süreci hızlandıran diğer önemli bir etken de Osmanlı donanması için İngiliz tersanelerinde yapılmakta olan ve parası peşin olarak ödenmiş iki savaş gemisine Birleşik Krallık’ın el koymasıydı. Birleşik Krallık’ın bunu neden yaptığını bilemiyoruz ancak İngiliz istihbaratına göre; Almanya ve Osmanlı Devleti ile ittifak görüşmeleri yapıyordu ve eğer ittifak kurulursa Enver Paşa’nın bu iki gemiyi doğrudan Birleşik Krallık tersanelerinden alıp Alman donanmasına yardım etmek adına Kuzey Denizi’ne göndereceği söyleniyordu. 22 Temmuz 1914’te Enver Paşa, büyükelçi Wangenheim’e ittifak teklifini sundu (Tuncer 2011, s.36). Enver Paşa’yı bu kadar kararlı bir şekilde Almanya ile ittifak yapmaya yönelten başka şeyler de olmalıydı. Bunların başında Rusların Doğu Anadolu’da yeni başlayan Ermeni isyanını destekleyerek isyancıları silahlandırmaya çalışmasıydı. Ayrıca Ruslar ve İngilizlerin paylaştıkları İran topraklarından bazı aşiretleri silahlandırarak Osmanlı sınırlarına saldırtması ise diğer bir etkendi. Buna karşılık Enver Paşa İbn Saud’un yardımıyla, Arap dünyasının yanı sıra İran ve Hindistan’a İngiliz karşıtı pan-islamcı ayaklanmalar çıkarmak ve Alman gizli servisiyle işbirliği yapmak üzere kendi istihbarat subaylarını Berlin’e gönderdi. Aynı zamanda Rusya’nın seferberlik ilanına cevaben tüm Osmanlı birliklerine izinli adamlarını çağırması ve savaş ihtimali için tatbikata başlanması emrini vermişti. Bu uygulamalarıyla aslında Osmanlı hükümetinin herhangi bir onayını almadan resmi olamayan bir seferberlik ilan etmişti (Shaw 2014, s. 67). Ayrıca 1 Ağustos 1914’te Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiği gün resmi olarak ittifak imzalanmadığı halde Osmanlı’daki Alman askeri misyonunun başındaki L.V. Sanders, Alman büyükelçisi Wangenheim ve Enver Paşa savaş planlarını detaylandırmak üzere Tarabya’da buluştular. Anlaşma imzalanır imzalanmaz Osmanlı ordusunun Kafkasya’da Rusya’ya karşı savunma pozisyonu alması, böylece Rusya veya Yunanistan’a karşı Bulgaristan ile işbirliği halinde taarruz için kara kuvvetlerinin çoğunu Trakya’da toplayabilmesi üzerinde anlaşmaya varıldı. Ayrıca Karadeniz’deki Osmanlı filosunu güçlendirebilmek adına Göben ile Breslau (Bkz. EK 9) gemilerini de içine alan Akdeniz Alman filosunun İstanbul’a gelmesine karar verildi (Tuncer 2011, s. 41). Sadrazam Osmanlı Devleti’nin savaşta tarafsız kalacağını açıklamış olsa da ertesi gün Harbiye Nazırı Enver Paşa, 56 Sadrazam Said Halim Paşa ve Alman büyükelçisi H. Wangenheim ile Alman büyükelçiliğinin Tarabya’daki yazlık köşkünün bahçesinde bir ittifak anlaşması imzaladılar (Shaw 2014, s. 69). Anlaşmanın hükümleri şu şekildedir (Yılmaz 1992, ss. 121-131): 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Bu iki güç, hâlihazırda Avusturya-Macaristan ve Sırbistan arasındaki çatışmada, kat'i bir tarafsızlık izlemeye karar vermişlerdir. Rusya, etkin askeri müdahalelerde bulunur ve bu durum Almanya için Avusturya-Macaristan'la ittifak nedeni (Casus Foederis22) oluşturursa, bu ittifak nedeni Türkiye için de geçerli olacaktır. Harp durumunda, Alman askeri heyeti Türkiye'nin emrine verilecektir. Öte yandan Türkiye, Ekselansları Harbiye Nazırı ve Ekselansları Askeri Heyet Başkanı'nın birlikte vardıkları antlaşmaya uygun olarak, yukarıda sözü edilen Askeri Heyet'e ordunun (Türk ordusu) genel yönetimi konusunda gerçek bir etkinlik sağlayacaktır. Almanya, Osmanlı arazisi Rusya tarafından tehdit altına düştüğü takdirde icap ederse Osmanlı topraklarını silahlı olarak muhafazayı taahhüt eder. Her iki imparatorluğu da hâlihazırdaki anlaşmazlıklardan doğabilecek uluslararası çatışmalarda korumak amacıyla yapılan bu anlaşma, yukarıda adı geçen yetkililerce imzalanmasını müteakiben yürürlüğe girecek ve karşılıklı vecibelerle 31 Aralık 1918'e kadar yürürlükte kalacaktır. Bu antlaşma, yukarıda belirlenen tarihten altı ay öncesine kadar taraflardan biri tarafından iptal edilmezse, beş yıllık yeni bir dönem daha yürürlükte kalacaktır. Bu belge, Majesteleri Osmanlı Sultanı ve Majesteleri Almanya İmparatoru tarafından tasdik edilecek ve tasdiknameler imza tarihinden itibaren bir ay zarfında karşılıklı teati edilecektir. Bu antlaşma gizli kalacak ve ancak iki yüksek tarafın muvafakati ile kamuoyuna açıklanabilecektir. Ruslara karşı savaşa girdiği takdirde, Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne neler vaat ettiği de ayrıca Alman büyükelçisi aracılığıyla soruluyordu. Wangenheim buna cevap olarak (Karabekir 2011, ss.51-52): “Devlet-i Aliyye’ye, şehr-i halin 2’si tarihli mukavelename ile Almanya'ya karşı vaki olan taahhüdüne sadık olarak, İttifak-ı Müselles devletleriyle bir harbe duçar olacak olursa Almanya, kendi tarafından devlet-i müşarünileyhaya atide beyan edilen faydaları vaat eder. 1. 2. Almanya, Devlet-i Aliyye’ye uhud-i atika usulünün ilgası maksadıyla müzaheretini bahşedecektir. Devlet-i Aliyye'nin Romanya ve Bulgaristan ile icra edeceği müzakereler esnasında Deylet-i Aliyye’ye müzaheret etmeye amade bulunduğunu Almanya beyan eder. Fetih olunacak arazinin taksimi hakkında Bulgaristan ile Osmanlı menfaatlerine muvafık bir itilaf husulü için Almanya mesai-i cemilesini sarf edecektir. Bir anlaşma ile oluşturulan ittifak yükümlülüklerinin yerine getirilmesini gerektiren durum anlamındaki Latince kökenli uluslararası hukuk deyimi. 22 57 3. 4. 5. 6. Düşman askerleri tarafından işgal olunması muhtemel Osmanlı arazisi tahliye edilmedikçe, Almanya sulh akt etmeyecektir. Yunanistan, harb-i hâzıra iştirak eyleyecek ve mağlup olacak olursa Almanya, Devlet-i Alliyye’ye son harp neticesinde elinden çıkmış olan adaları geri verdirmek için çalışacaktır. Almanya, Devlet-i Aliyye'nin şark hudutlarının, devlet-i müşarünileyhayı Rusya'da sakin İslam unsurlanyla doğrudan doğruya temas etmesine müsait olmak üzere tashih ettirmeyi taahhüt eder Almanya, Devlet-i Alliyye'nin münasip bir tazminat-ı harbiye istihsal etmesi emrinde, imal-i nüfuz eyleyecektir. Şurası mukarrerdir ki Almanya, yukarıdaki taahhütlerin 2 numaralı fıkrasında münderiç olandan maadasını ifaya anca kendisinin ve müttefiklerinin, harb-i hâzırdan muzaffer çıktıklan ve muhariplere meramını icra ettirmeye kadir olduğu takdirde mecbur tutulabilcektir. Wangenheim.” Bu anlaşma Osmanlı’nın savaşa girmesini doğrudan zorunlu kılmıyordu (Tuncer 2011, s. 37). Osmanlı’nın savaşa girişi Rusya’nın yapacağı hamlelere bağlıydı. Ancak Rusya bu hamleleri yaparsa anlaşma Osmanlı Devleti’ni tek taraflı bir taahhüt altına sokuyordu. Geç de olsa bunun farkına varan İttihatçılar bu yüzden Almanya’ya yukarıdaki talepleri ilettiler (Aydemir 1969, c. II, s. 518). Enver Paşa bu anlaşmayı bir süre gizli tuttu. Bu esnada Üçlü İtilaf ise tarafsız devletleri kendi yanlarına çekebilmek adına Osmanlı topraklarından çeşitli bölgeler için imtiyazlar vadediyor, Osmanlı Devleti’ne ise tarafsız kalması karşılığında toprak bütünlüğünü korumayı garanti altına alacaklarını söylüyorlardı. En son bu taahhüdü verdiklerinde Osmanlı Balkan topraklarının tamamını kaybetmişti. Enver Paşa’yı bu ittifaka yönelten en önemli nedenlerden biri de buydu (Shaw 2014, s. 75). Peki, bu ittifaka gerek var mıydı? Enver Paşa Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını sağlayabilir miydi? Açıkçası, Osmanlı Devleti’nin önünde, hangi yolu seçerse seçsin büyük riskler bulunuyordu ve hayatta kalabilmesi büyük bir devletin desteği olmadan pek mümkün değildi. Bu noktada Enver Paşa değil de başka bir etkili isim olsaydı bu sonuca varması kaçınılmaz gibi gözüküyordu. Çünkü 1914 yılında Avrupa devletleri arasındaki ilişkiler ve bu ilişkiler bağlamında ortaya çıkan tehlikeler Osmanlı Devleti’nin bekasını doğrudan etkileyecek türdendi. Tarafsızlığını ilan edip bunu korumaya çalışması durumunda bile savaşın Osmanlı’ya sıçraması kaçınılmazdı. Çünkü İttifak Devletlerinin askeri kuvvetleri kıta ortasında toplu bir şekilde yer aldığından bu kuvvetler hiçbir engelle karşılaşmadan cepheler arasında kolayca sevk edilerek ordunun ağırlık merkezi kolayca değiştirilebilecektir. Bu durumda Rusya, müttefiklerinden ayrı kalıyor ve cepheler arasında kuvvet sevkiyatı bir yana silah ve mühimmat yardımı bile alamıyordu. Bu 58 noktada Osmanlı’nın elindeki boğazlar İtilaf Devletleri açısından çok önemli bir hale geliyordu. Bu bölgenin İtilaf Devletlerinin eline geçme riski Almanya için hem kısa hem uzun vadede büyük zararlara neden olacağından savaşa girilmediği takdirde Almanya’nın buna yönelik bir önlem alması gerekiyordu. Ayrıca bir şekilde boğazların İtilaf Devletlerinin eline geçmesi Osmanlı başta olmak üzere bütün Balkan devletlerini İtilaf Devletlerinin yanında yer almaya mecbur bırakacağından bir anda İtilaf Devletleri boğazlardan Balkanların kuzeyine kadar hâkim olarak İttifak Devletlerini çembere almasına neden olabilirdi. Osmanlı seferberliğinin ilk günlerinde İtilaf Devletlerinin Boğazlara yönelik saldırı hazırlıkları ile Almanların ve Osmanlıların boğazları tahkim etmesi de bu durumun bir göstergesiydi. Doğal olarak Almanlarla boğazları tahkim edip aynı zamanda savaşta tarafsız kalmaya çalışmak (boğazların silahlı tarafsızlığı) aslında Almanya ile ittifak anlamına gelmektedir. Bu durumda İtilaf Devletlerinin boğazlardan serbestçe yararlanamaması, savaşı kaybetmeleri riskini ortaya çıkaracağından Osmanlı’ya savaş açmak zorunda kalacaklardır. Hatta durum o kadar ciddi bir hal almıştı ki Rusya Petersburg’da “Boğazları İşgal Encümeni” kurmuştu ve bu kurul Çar’a İstanbul ve Boğazların ani bir baskın ile işgali planını sundu. Çar da bu planı onayladı. Rusların boğazlara saldırmak istediği oldukça açıktı. Hatta Ruslar Osmanlı’nın parasını ödeyerek İngiltere’de yaptırmakta olduğu iki savaş gemisinin bu planları bozacağını düşündüğünden, Rus dışişleri bakanı Sazanov Londra büyükelçisi Benckendorff’a şu telgrafı çekmişti (McMeekin, 2013 s.129): “Türkiye’nin İngiltere’de kendisi için inşa edilmekte olan ‘Rio de Janerio’ (Sultan Osman-ı Evvel) ve ‘Reshadieh’ (Reşadiye) adlı iki dretnotu almaması son derece önemli bir meseledir. Bu gemilerin yapımı öylesine ilerlemiş durumda ki, Türkiye’ye ilkinin birkaç hafta, ikincisinin de birkaç ay içinde gönderilmesi mümkündür. Lütfen, İngiliz hükümetinin bizim için bu sorunun ağırlıklı önemini kavramasını sağlayın ve bu gemilerin mutlak İngiltere’de tutulması için onları gayretle sıkıştırın.” Yukarıda belirtilen nedenlerden ve bu telgraftan anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti’nin, Rusya’nın içinde yer aldığı bir ittifaka girmesi veya tarafsız kalması pek mümkün değildi. Şimdi bu noktada bizim tezimizi ve Enver Paşa’nın bu ittifaka yönelmesinin zorunlu olduğunu destekleyen görüşlere yer verelim; 59 Kazım Karabekir’e göre eğer Almanya ile ittifak yapılmasaydı Osmanlı İtilaf Devletlerine boyun eğecek ve ilk iş olarak İstanbul Ruslara, Çanakkale de İngiliz ve Fransızlara teslim edilecek, Osmanlı ordusu kaldırılarak askerleri de ikmal kuvvetleri olarak tıpkı sömürge halkları gibi Alman cephelerine sürülecekti (2011, ss. 54-63). Dönemin önemli isimlerinden olan Cemal Paşa da Almanya ile ittifakın kaçınılmaz olduğunu söylüyordu. Uluslararası sistemin, Osmanlı’yı Almanya ile ittifak yapmaya mecbur kılan nedenlerini iyi bir şekilde gösterdiği için Cemal Paşa’nın düşüncelerini aynen aktarıyorum (Kabacalı 2016, ss. 134-136): “Her türlü dış görünüşe göre, pek yakın bir gelecekte İttifak ve İtilaf Devletleri grubu arasında müthiş çarpışmalara başlanacağı muhakkak. Böyle bir zamanda eğer biz hiçbir taraftan başı bağlı bulunmaz isek menfaatlarımız hangi tarafla birlikte yürümeyi gerektirirse o tarafa meyletmek imkânını elde bulundurmuş olurduk. Hâlbuki biz daha şimdiden kararımızı vermiş, partimizi tutmuşuz. Bu bakımdan, icraat serbestisi elimizden çıkmış. Bari tuttuğumuz parti milli menfaatlarımıza uygun mu? Biraz daha beklemiş olsa idik, diğer tarafın daha faydalı, daha etkili tekliflerine tabi olamaz mıydık? Bu teklifleri kabul etmek suretiyle memleket menfaatlarına daha faydalı bir iş görmüş olmaz mıydık? Şimdiye kadar bize daima Fransa ile hoş geçinmeyi tavsiye eden, görünüşte dostluk duygularını göstermekle beraber fiili ve hakiki hiçbir yardım göstermemiş olan Almanya, acaba neden dolayı bu sırada bizimle ittifak imzası için acele etti? Hem öyle bir antlaşma ki, Osmanlı Devleti’ni Almanya ve Avusturya ile eşit haklara sahip sayıyor. Böyle bir fedakârlığa bu iki imparatorluk neden dolayı razı oldu? İşte bu bir sürü sual zihnimi işgal ediyor, bunları nasıl halledeceğimi bilemiyordum. Nihayet kesin kararımı şu biçimde verdim: Dünyada hiç kimsenin inkâr edemeyeceği hakikatlerdendir ki, Rusya, Osmanlı İmparatorluğunun can düşmanıdır ve İstanbul'u almak başlıca emelidir. Bu emelden Rusya'yı vazgeçirmek imkânsızdır. Çarlık, Berlin Antlaşması neticesinde İstanbul'a sahip olamayacağını anlayınca gözünü Hindistan'a dikti. İngiliz siyasetinin incelikleri sayesinde kendisine yolun kapanmış olduğunu görünce Uzakdoğu'ya döndü. Port Arthur'a kadar uzattığı eli Japonlar tarafından kırılınca al kanlar içinde geri çekildi: Şimdi artık emellerinin ezeli kâbesine dönmekten başka kurtuluş çaresi görmüyor ve bütün hırsı ile iki buçuk asırlık avına, zavallı Türkiye'ye son hücumu yapmaya hazırlanıyor. Bulduğu müttefikler, kendisine karşı olmaktan ziyade, bundan sonra yanında bulunacaklardır. Kırım seferindeki durum, Berlin Konferansına yol açan durum; bugün tamamen değişmiştir. Mısır'a hâkim olan İngiltere, Basra Körfezine iktisadi bakımdan göz dikmiş olan Almanya'yı, İstanbul'a ve umumi olarak Anadolu'ya göz dikmiş olan Rusya'dan daha zararlı sayıyor. Dolayısıyla Mezopotamya'ya (Elcezire) mukabil İstanbul'u eline teslim etmekten çekinmez. Fransa ile Suriye de kendisine karşı gelinmemek şartıyla Türkiye'nin taksimine muhalefet edeceklerden değildir. Müttefiklerinin Türkiye'deki menfaatlarıyla kendi arzularının uyuşacağını gören Rusya için takip edilecek en esaslı siyaset, mümkün olduğu kadar Türkiye'yi bir başına bırakmak ve daima menfaatlarını elde etmesini sağlayacak tedbirlere başvurmaktan ibaret olur.” 60 Özellikle altı çizili cümlelere baktığımızda Cemal Paşa’nın da uluslararası güçler dengesinin Osmanlı aleyhine değiştiğini gördüğünü ve Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yapmaktan başka çaresinin olmadığını düşündüğü görülmektedir. İmparatorluğun Son Kurşunu; Enver kitabında Zafer Tekin Osmanlı Devleti’nin bu savaşta tarafsız kalamayacağını şu şekilde belirtiyor (2017, ss. 115-116): “…(savaşta) tarafsız kalmak hemen hemen imkânsızdır. Zira Rusya savaşın en önemli tarafıdır ve müttefikleri ile bağlantı yollarının en önemlisi İstanbul Boğazı’dır. Türkiye’nin tarafız kalarak burayı kapatması, Rusya ve İngiltere’nin aleyhinedir, açık bulundurulması ise Almanya’nın menfaatlerine aykırıdır ve her iki durumda da savaşa dahil edilmesi kaçınılmazdır. Geriye sadece Almanya ile yapılacak ittifak kalmaktadır ve bunu da zamanlama olarak iyi ayarlamak, en azından geciktirerek ve gerekli hazırlıkları asgari düzeyde tamamlayarak yapmak gerekmektedir.” Zafer Tekin’in isabetli bulduğumuz bu değerlendirmesinden, Avrupa güçler dengesinin ve güç politikalarının Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na girmeye zorladığı görülmektedir. Tezin giriş kısmında da değindiğimiz kitaplardan biri olan Osmanlı Devleti’nin Sonu adlı kitabında Hüner Tuncer savaş öncesi ittifaklar sistemi içinde Osmanlı Devleti’nin konumunu şu şekilde açıklıyor (2011, s. 32): “Temmuz 1914'te, Üçlü İtilaf Devletleri, ‘Avrupa'nın hasta adamı’ olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğu ile aynı ittifak içerisinde yer almak istemiyordu, çünkü bu devletler, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanacağını öngörüyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa savaşının sonucunda parçalanması durumunda, İngiltere ile Fransa, imparatorluğun topraklarını kendi topraklarına katma yerine; Osmanlı İmparatorluğu'nun yerini, Osmanlı'nın Hristiyan azınlıklarının kendi nüfuzları altında kuracakları devletlerin almasını istiyordu. Bu durum, İngiltere ile Fransa'nın Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi ittifaklar içinde almaları ve savaştan Osmanlıların zaferle çıkmaları halinde, doğaldır ki, gerçekleşmeyecekti.” Hüner Tuncer’in bu yorumundan, zaten Osmanlı yöneticilerinin önünde dağılmak üzere olan bir imparatorluğu kurtarmak adına önlerinde başka bir seçeneğin olmadığını ve bu yüzden de Almanya ile ittifak yoluna gidilmesinin uluslararası sistemin zorlamasıyla olduğu anlaşılmaktadır. 61 Siyaset bilimci Sean McMeekin Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’nın rolünü şu şekilde açıklıyor (2011, ss. 31-41): “Rus-Japon Savaşı’ndan sonra, Japonların 1912'de Kuzey Mançurya’da Rus üstünlüğünü tanımasıyla Petersburg Uzakdoğu'da şaşırtıcı kazanımlar elde etmişti. Çin aynı yıl güçlü Rus baskısı altında isteksizce Moğolistan'a özerklik verdi ve İngilizler 1914'te Çin’in Harbin bölgesinde Rus idari gözetimine razı oldu. Londra ayrıca Afganistan'da Hindukuş dağlarının kuzeyinde Petersburg'a bir nüfuz alanı bırakmayı kabul etti. Bu arada Rusya'nın kuzey İran üzerindeki emperyal nüfuzu hızla bir emrivaki yarattı. Emperyal valiler gibi davranmaya başlayan Rus diplomatlarca atanmış hâkimler sayesinde, Rus göçmenler ve karteller İran Azerbaycanı’nda ekilebilir arazilerin dörtte üçünün kapılarını çoktan elde etmişlerdi. Hem Babıali'yi, hem de Berlin’i telaşa düşüren 1913-1914'teki Ermeni reformu kampanyası, Osmanlı egemenliğindeki Anadolu'da Rus nüfuzunu yaymaya dönük ve pek de gizli sayılmayacak bir Truva atıydı. Son olarak İstanbul'u ve Boğazları ele geçirmeye yönelik Rus planları, Karadeniz filosunun henüz bunu hayata geçirecek kadar güçlü olmamasına karşın, 1914'te feci ilerlemiş durumdaydı ve politika belirleyicilerinden genel destek görmekteydi. ... Japonya ile son savaş elbette emperyal bir yenilgiydi; ama sadece Rusya yayılmasının daha açık seçik biçimde güney ve güney batı sınırlarında yoğunlaşmasını getirmişti. ... Rus emperyalistleri Osmanlı devletini parçalama konusunda bayağı ciddiydi.” Sean McMeekin’in bu tespitlerinden anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti kendisine yönelen bu tehditten kendi başına kurtulamayacağı ve Rusya’nın dâhil olduğu İtilaf bloğuna giremeyeceği için Almanya’nın yanında İttifak bloğuna katılmak zorunda kalmıştı. Bu noktada Enver Paşa’nın tek başına vereceği kararların Avrupa güçler dengesini değiştirip Osmanlı Devleti’ni farklı bir konuma getiremeyeceği açıktır. Tarihçi Robert Mantran, Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak savaşa girmesini şu şekilde yorumluyor (1995, s. 293): “Türk-Alman bağışıklığı, olsa olsa tarihin bir tür kazası, Prusya militarizmi içinde yüzen bir avuç serüvencinin sözleştiği doğal olmayan bir anlaşma mı demektir? Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokmuş olanlardan Müslüman kamuoyunu uzaklaştırmaya kalktığında, İtilaf Devletlerinin propagandası bu temaya sarılmakta gecikmeyecektir. Ne var ki, Babıâli’nin –Sultan V. Mehmed’in rızasıyla- yaptığı seçim, pek mantıklıdır gerçekte. Uçsuz bucaksız bir savaş alanına dönen bir Avrupa’da, Türkiye’yi geleneksel düşmanı Rusya’nın korkunç terslemeleriyle bir kez daha karşı karşıya getirecek olasılıklar yok mudur? Böylesi bir tehlike ortaya çıktığında, İttifak Devletleriyle bağlaşıklık, mümkün tek kale değil midir?” 62 Nevzat Köseoğlu Enver Paşa ile ilgili yazdığı kitabında Enver Paşa dışındaki diğer devlet adamlarının görüşlerini temel alarak Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi hakkında şunları söylüyor (2017 s. 249): “…Görülüyor ki, dönemin yöneticileri, değil bir savaşa girmeyi, varlığını koruyabilmek için bile, bir büyük devlete yaslanmak gerektiğini düşünmektedirler. Bu korkunun temeli Rusya kaynaklı idi ve çok da gerçekçiydi; bunu da en iyi o insanlar biliyorlardı.” Osmanlı Devleti’nde bakanlık ve diplomatlık yapan ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde bizzat yer almış olan Mahmut Muhtar Paşa Almanya ile ittifak meselesi hakkında şunları söylüyor (1999, ss.233-234): “Büyük devletler arasında bizim için en az tehlikeli olanlar Almanya ve Avusturya, en çok korkulacaklar da İngiltere ve Rusya idi. Doğu meselesinin alacağı şekil ise en ziyade bu son iki devletin gaye ve görüşlerine tabi idi.” Demek ki Enver Paşa’nın yerinde Mahmut Muhtar Paşa olsa o da aynı yolu seçecekti. Ali İhsan Gencer ve Sabahattin Özel, Türk İnkılabı ile ilgili kitaplarında Osmanlı Devleti’nin Almanya ile neden ittifak yapmak zorunda kaldığını şu şekilde açıklıyorlar (2016, ss. 48-49): “Osmanlı Devleti son zamanlarda her ne kadar Alman siyasetine meyletmişse de son savaşlarda bu devletten umduğu desteği göremediği İçin İngiltere ve Fransa nezdinde ittifak arayışlarına girmiştir. Ancak her iki devlet de Osmanlı Devleti'ni müttefik olarak kabul etmemişlerdi. Çünkü çıkması muhtemel genel bir savaşın gündeminde Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması da yer alacaktı. Bu devletler çıkacak bir savaşta aşırı ölçüde zayıflamış olan Osmanlı Devleti’ni taşınacak bir yük olarak görüyor, ayrıca müttefikleri olan Rusya'yı kızdırmak istemiyorlardı. Osmanlı Devleti Balkanlar'da da aynı paralelde girişimlerde bulunmuşsa da, olumlu bir sonuç alamamıştı. Diğer taraftan Osmanlı-Rus ilişkilerinde kayda değer bir gelişme 1914 Martı’nda İstanbul'da Osmanlı Rus cemiyetinin kurulmuş olmasıydı. Fakat bir Osmanlı-Rus ittifakına zemin yaratmak amacıyla asıl adım 1914 Mayısı’nda atılmış dâhiliye nazırı Talat Bey'in başkanlığındaki bir kurul Yalta'da Livadia Sarayı'ndaki Çar II. Nikola’yı ziyaret etmişti. Fakat Talat Bey'in bu vesileyle hariciye nazırı Sazanov’la yaptığı görüşmede bir uzlaşmaya varılamamıştı. Bütün bunlar da sonuç olarak siyasi yalnızlıktan kurtulmayı bir zorunluluk olarak gören Osmanlı Devleti’ni Almanya'nın safına yaklaştırmıştı. Esasen iktidardaki İttihat ve Terakki Hükümeti'nin etkili üyeleri olan Enver ve Talat paşalarla, sadrazam Sait Halim Paşa'nın tercihleri de bu doğrultudaydı. İtilaf Devletlerinin Balkan Savaşlarındaki tarafgir tutumlarıyla, Rusya'nın Boğazlar üzerindeki emelleri de bu tercihi destekliyordu.” 63 Dönemin sadrazamı Sait Halim Paşa da Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sürecinde seçeneklerinin çok sınırlı olduğunu ve tarafsız kalmalarının mümkün olmadığını belirtiyor (Balcı 2018, s.21). İttihat ve Terakki Tarihi kitabının yazarı Hüseyin Adıgüzel, dönemin yöneticilerinin seçeneklerinin sınırlı olduğunu ve mecburen Almanya ile ittifak yaptıklarını bu yüzden sorumluluğu doğrudan yöneticilere yüklemenin yanlış olduğunu kitabında şu şekilde açıklıyor (2018, ss. 200-201): “İngiltere'nin en güçlü çağında, Çarlık’ın da kudretini yanına çekmiş olarak, çok boyutlu zafiyetlerle mâlül, parçalanmanın eşiğindeki Osmanlılara yönelik siyaseti ve bu doğrultuda tesis ettiği baskı, gidişatı belirlemişken altın yaldızlarla kaplı birer flama gibi açılan Alman yandaşlığı ve Turancılık iddiaları altında toplanan bir sürü suçlama sayesinde, Türkiye olağanüstü mücadele tarihinin gerçekliğinden koparılmıştır. Bu isnatlar, kendilerine ait bir bütçeleri bile olmayan Osmanlıların maruz kaldığı emperyalist saldırıya meşruiyet kazandırmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmemekte, büyük güçlerin politikaları sonucunda sayısız açmaz içine saplanıp kalmış Osmanlıların yalnızlığını ve çaresizliğini gözlerden saklamaktadır. …Osmanlı'nın savaşa girmesinin, Almanya'nın yandaşlığı ve Turancılık düşüncesine bağlamaya çalışmak o dönemin devlet yöneticilerine atılabilecek en büyük iftiralardan biridir.” Birinci Dünya Savaşı ile ilgili bir uluslararası sempozyumda akademisyen Necmettin Alkan Enver Paşa’nın da görüşlerine yer vererek neden Almanlarla ittifak yapıldığını şu şekilde acıkıyor (2014 s. 171): “…Yine bu bağlamda, Osmanlı devlet adamlarının indinde Rusya’ya karşı duyulan endişe ve korku da unutulmamalıdır. Devlet adamları özellikle de Rusya’nın Kafkasya ve Boğazlar üzerinden yapacağı saldırıyı Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike olarak görmekteydiler. Bunu bertaraf etmek için önce Rusya ile ittifakı denemişler, fakat Rusya bunu reddetmişti. Geriye Rusya’ya karşı denge olarak Almanya’nın askerî ve iktisadi imkânlarının kullanılması kalmıştı. Bundan dolayı son çare olarak Almanlarla birlikte hareket etmeye karar vermişlerdi. Bu kararın alınmasında Enver Paşa öncü olmuştur denebilir. Enver Paşa’nın son çare olarak Almanları neden tercih ettiğini en güzel şekilde yine kendisi izah etmektedir. Amerika Büyükelçisi Morgentau, bu günlerde Enver Paşa ile bizzat yaptığı görüşmede şunları söylediğini zikretmektedir: ‘Menfaatimize olduğu için Almanlarla birlikte hareket ediyoruz. Onlar da menfaatlerinden dolayı bizimleler. Almanya, beklentilerine yardım ettiği sürece Türkiye’yi koruyacaktır. Türkiye, kendisine yardım ettiği sürece Almanya’yı destekleyecektir.’ Dolayısıyla burada karşılıklı bir menfaat ilişkisi ve beklentiler söz konusudur.” Burada açık olarak Enver Paşa’nın uluslararası sistemin baskıları gereğince reelpolitik düzlemde hareket etmeye çalıştığını görmekteyiz. 64 Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş süreciyle ilgili birçok makale ve kitap yazmış olan akademisyen Ali Kaşıyuğun (2009, ss. 336-337): “Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girmemesi Mümkün Müydü?” sorusuna bunun bir önemi olmadığını belirterek “Hem İtilaf Devletleri hem de İttifak Devletleri gözlerini Osmanlı Devleti’ne dikmiş olduklarından tarafsız kalmak bir şey değiştirmeyecektir.” tespitinde bulunmaktadır. Akademisyen Matthew David Penix, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti adlı tezinde Osmanlı Devleti’nin Avrupa güçler dengesinde hayatta kalabilmek ve Birleşik Krallık ile Rusya’nın politikalarına direnebilmek için mecburen Almanya ile yakınlaştığını belirtmektedir (2013, s. 50). Dönemin Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı Halil Menteşe anılarında Almanya ile ittifak yapmalarının neden bir zorunluluk haline geldiğini şu şekilde anlatıyor. (1986, ss. 86-87): “Türk - Alman ittifakı niçin ve nasıl yapıldı? Harb başladığında ben Meclis-i Meb'usan Reisi idim. Ancak 1331 (1915) senesi Ekim ayında Hariciye Nâzırı olarak Said Halim Paşa Hükümeti’ne iştirak ettim. Kabinesinde Sûra-yı Devlet Reisi bulunduğum zaman Said Halim Paşa merhumla aramızda çok samimi bir münasebet teessüs etmişti, Meclis-i Meb'usan Reisi bulunduğum sıralarda müşarünileyh mühim meseleler zuhurunda beni davet eylemeyi ve beynelmilel müzakerelere de beni memur etmeyi âdet edinmişti. 1914 Temmuzu ortalarında idi. Bir gün Yeniköy'deki yalısında: Halil Bey, Almanya ile bir ittifak hazırlamaktayım. Ne dersiniz, devam edeyim mi? Reyinizi bilmek isterim demişti. İngiliz ve Fransızlar nezdindeki bütün teşebbüslerimiz neticesiz kaldığına göre sırf Rusya'ya karşı tedafüi (savunmayla ilgili) olmak şartı ile Almanya ile ittifak akdine muvaffak olursanız, memlekete hizmet etmiş olursunuz demiştim. Ağustos'un ikinci günü sabahleyin Sadrıâzam'ın yalısından telefon geldi. Sadrıâzam Paşa yalıda teşrifinize intizar ediyor deniliyordu. Hemen otomobile atladım, gittim. Enver Paşa ile Talât Beyi orada buldum. Alman sefirinin gelmesi bekleniyordu. Kararlaştırılan muahede müsveddesini okudum. Sırf Rusya'ya karşı tedafüi olarak hazırlanmış olduğunu gördüm. Tedafüi mahiyetini kuvvetlendirecek bir iki kayıd ilâvesini de teklif ettim. Onların kabulü için Sadrıâzam sefirle görüşmüştü. Muahede imza edildikten sonra Alman sefiri ile birlikte gelmiş olan Sefaret Baştercümanı Mösyö Weber: Mademki imparator harp ilân etti. Taahhüdünüzden kurtuldunuz demişti. Filhakika o gün Alman imparatoru harp tehlikesi ilân etmiş ve Rusya'ya ordularını şimali Almanya hudutlarından çekmek üzere 12 saat mühlet vermişti. 65 Muvafakat reyi vermiş olduğumdan dolayı bugün o günden ziyade musib (yanılmayan) olduğuma kaniim. Zira Saray-Bosna'da patlayan bombanın bir Panslavist darbesi olduğunu ve Rusya'nın harbi tahrik ve tesri etmekte ve bunu İstanbul ve Boğazları zapt için yapmakta olduğuna kaani idim. İngiltere ve Fransa'ya takarrüb (yaklaşma) için vuku bulan bütün teşebbüslerimizden müspet bir netice çıkmamış, ittifak tekliflerimiz de reddedilmişti. Harbden sonra meydana çıkan gizli vesaik (belgeler) Osmanlı Devleti'nin kat’i tasfiyesinin harbden evvel İtilâf Devletlerince (Rus, Fransız, İngiliz) takarrür etmiş olduğunu apaşikâr meydana çıkarmıştır. Boğazları ve Basra Körfezi’ni kapayıp Rus ordularını mühimmatsız bırakarak mağlubiyetlerini teminle harp bitmeden harp dışı etmemiş ve şark vilâyetlerimizi Ruslarla işbirliği yapmış olan Ermeni komitacılarından temizlememiş olsaydık milli devletimizin tekevvününe de imkân kalmıyacaktı.” Halil Menteşe’nin bu görüşlerine bakıldığında savaşa Almanya ile girmenin zorunluluğunu düşünmesinin yanında, savaşta yenilgi alınmasına rağmen savaş esnasında yaşanan olayların Rusya aleyhine cereyan etmesinden dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabilmesi için de uygun bir ortam oluştuğunu iddia ediyor. Demek ki Enver Paşa yerinde Halil Menteşe olsaydı o da aynı yolu izleyecekti. Çünkü dönemin güçler dengesi sisteminde Osmanlı Devleti’nin konumu bunu gerektiriyordu. İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve II. Meşrutiyet dönemi önemli siyasetçilerinden biri olan Mithat Şükrü Bleda neden Almanlar ile ittifak yapmak zorunda kaldıklarını İmparatorluğun Çöküşü kitabında şöyle anlatıyor (1979, 78-79): “Bir cihan harbi elle tutulacak hale gelmeden hayli önce İtilaf Devletlerine yanaşmak yolunda birçok teşebbüste bulunmuştuk. Diplomatik faaliyetlerle sık sık zemini yoklamıştık. Hatta Meşrutiyet’in ilanını takip eden aylarda ilk heveslendiğimiz iş İngiltere ile dostluk kurmaktı. Meşrutiyet’in ilanından tam bir yıl sonra bu maksatla Talât’ın başkanlığında yedi, sekiz milletvekilinden kurulu (benim de içinde bulunduğum) bir parlamento heyeti Londra’ya gitmişti. Londra’da birçok diplomat ile görüştük ve bütün gayretlerimize rağmen kendileriyle yazılı bir anlaşmaya varamadık ve gittiğimiz gibi kollarımızı sallaya sallaya geri döndük. Diğer taraftan Fransız dostu olarak tanınan Cavit Bey’i Fransa’ya gönderdik. Ne var ki o da bizden fazla bir şey yapamamış, Fransızları sağlam bir anlaşma yapmaya ikna edememişti. Almanlarla anlaşma yapmadan önce ‘ümit cihandan büyüktür’ sözüne uyarak İngiliz ve Fransızlarla görüşerek hükümetimizin görüşünü bildirdik. Bunu yapmaktaki gayemiz Almanlarla anlaşırken onlar aleyhine herhangi bir düşüncemiz olmadığını belirtmekti. Fransa ve İngiltere sefirlerine durumu böyle bildirdik: - Biz Almanya ile ittifak halindeyiz, bu ittifakın bizi ileride ne gibi zorunluluklar altına sokacağını şimdiden kati olarak kestirmek mümkün değildir. Belki bir gün harbe girmek zorunda kalırız. Şayet İngiltere ve Fransa hükümetleri bütünlüğümüzü koruyacaklarına dair bize yazılı bir garanti verecek olurlarsa harbin sonuna kadar tarafsız kalacağımıza söz veririz. Sefirler teklifimizi hükümetlerine bildirdiler, fakat aradan uzun bir zaman geçtiği halde bu iki ülkeden ne müspet ne de menfi bir cevap aldık. Bu olmadığı gibi 66 diplomatik çevrelerde hakkımızda hiç de hoşa gitmeyecek söylentilerin dolaşmaya başladığını öğrendik. Bu söylentilerin başında Doğu’nun bir kısmı ile Boğazların Rusya’ya peşkeş çekileceği konusu da vardı. Rusya, İngiltere ve Fransa müttefik idiler. İttifakın icap ve zaruretlerini yerine getireceklerdi. Almanlar ise hiçbir taviz beklemeden bizimle anlaşma yapmak, bizi kendi saflarına sokmak istiyorlardı. Karşı tarafta üç dört yüzyıllık düşmanımız pençesini uzatmış üzerimize çullanmak üzere fırsat beklerken nasıl olurdu da Almanya’nın uzattığı eli sıkmazdık?” Osmanlı Devleti’nin son dönemleri, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına damgasını vurmuş olan önemli siyasetçilerden Rauf Orbay hatıralarında Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin neden zorunlu olduğunu şu şekilde açıklıyor (1993, s. 23): “Şuracıkta şimdilik kısaca söyleyeyim ki; Enver fevkalâde dürüst, efendi, namuslu bir adamdı. Hele her şeyin üstündeki vatanseverliğine toz kondurmak imkânı yoktur. Onun hakkındaki tek itham da memleketi Umumî Harb’e sokmasıdır. Bence bu itham da varit değildir. Zira biz Umumî Harb’e girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar, Türkiye'ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık, Rusya'da Bolşeviklik İnkılâbı olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul'u mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da, para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı. Kısaca, bizim 1914 te Birinci Cihan Harbine girmemiz bence, katiyen zaruri idi.” Bu örneklere bakıldığında yirminci yüzyılın başlarında uluslararası sistemin anarşik yapısı ve bu yapı sonucu oluşan güç dengelerinde Osmanlı Devleti’nin konumunun çok zayıf olduğunu ve bu yüzden savaşa girmese de paylaşılacağı ayrıca Enver Paşa dışındaki yöneticilerin de savaşa girmek dışında diğer seçeneklerin pek mantıklı olmadığını düşündüklerini görmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında Enver Paşa’nın dış politika hamlelerinin reelpolitik çerçevesinde gerçekleştiğini ve reelpolitik uygulamalarının da neorealist bakış açısına göre kişilerin davranışlarından değil uluslararası sistemin anarşik yapısından kaynaklandığını görmekteyiz. Bu nedenle Waltz’ın üç imgesinde insan ve devlet yapısının değil uluslararası sistemin etkisini Enver Paşa örneği üzerinde görmekteyiz. Yani Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı öncesindeki politikaları Enver Paşa’nın kişisel fikirleriyle ve Osmanlı Devleti’nin içsel yapısıyla değil uluslararası sitemin yapısal özellikleriyle açıklanabilir. Walz’ın üçüncü imgesi ve neorealist bakış açısı bu yüzden dönemin olaylarını açıklamada tezin temelini oluşturmuştur. 67 Şimdi Almanya ile ittifakın Osmanlı Devleti’ni nasıl savaşa sürüklediğine ve savaşta yaşanan olaylara değinelim. 5.4.2 İttifaktan Savaşa Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak anlaşması yapmasına rağmen tarafsızlığını korumaya devam ediyor gibi gözüküyor ve fiilen savaşa girmiyordu. Bu nedenle Almanlar bir şekilde Osmanlı Devleti’ni ittifak anlaşması gereğince savaşa sokmak istiyordu. Çözüm basitti; Akdeniz’deki iki Alman kruvazörü Karadeniz’deki Osmanlı donanmasına katılacak ve Rusya’ya saldıracaktı. Gemilerin başında Amiral Souchon vardı ve ona bu doğrultuda verilen emirler İngiliz istihbaratı tarafından ele geçirilmişti. Bu arada Almanlar Sadrazam’a ittifak anlaşmasının gereklerinin neden yerine getirilmediğini sorduğunda Sadrazam, Wangenheim’a; kabinenin Almanya ile ittifak yapma kararını Enver Paşa’nın verdiğini, çoğunluğun fikrinin alınmadığı böyle bir eyleme karşı olanların toplantıya çağrılmadığını, Enver Paşa’nın Osmanlı’nın önceki, Bulgaristan ve Romanya ittifaka katılmadıkça savaşa açıkça girmekten kaçınma politikasını bozduğunu ve Almanya tarafında savaşa girme kararı almaya mecbur etmek için o sırada Doğu Akdeniz’de olan Alman gemilerinin Osmanlı sularına girmesine izin vermeye karar verdiğini bildirdi. Enver Paşa ise bu izni verirken Almanya’dan, kapitülasyonların kaldırılmasını, Balkanlarda kaybedilen yerlerin ve Ege adalarının bir kısmının iadesini, Orta Asya’daki Türklerle doğrudan bağlantı kurabilmek için Kafkasya’nın Osmanlı’ya verilmesini ve savaş sonunda Osmanlı’ya savaş tazminatı verilmesini istiyordu. Wangenheim bu istekler karşısında Almanya’nın ancak savaşın kazanılması sonucunda Avrupa’da mutlak kontrol sağlayabilirse bu talepleri yerine getirebileceğine dair sınırlı bir söz veriyordu. Bunun hemen ardından Enver Paşa Rus askeri ataşesi M. N. Leontiyev’le bir görüşme yaptı ve tam seferberlik halindeki 9. ve 11. kolorduları Kafkasya cephesinden çekmeye hazır olduğunu söyledi. Böylece Tiflis’teki Rus komutanlığı isterse, bütün Kafkasya kuvvetlerini Almanya ve Avusturya’ya karşı Batı cephelerini takviye için gönderebilirlerdi. Ayrıca Osmanlı ve Rusya beş ya da on yıl sürecek olan bir savunma ittifakının ilk adımı olarak, Balkan meselelerinde kapsamlı bir anlaşmaya varabilirdi. Enver Paşa ayrıca bu ittifak yapılırsa, 68 anlaşmanın imzalandığı gün, Liman von Sanders’in askeri heyetini kovacağı sözünü verdi. Ruslar bir hafta sonra bu teklifi reddetti ve bunun hemen ardından Enver Paşa Alman gemilerinin Osmanlı karasularına girmesine izin verdi (McMeekin 2013 ss. 133134). Rusya nezdine yapılan bu teklife bakıldığında Enver Paşa’nın son ana kadar seçenekleri zorladığını ve Osmanlı Devleti lehine bir reelpolitik siyaseti ortaya koymaya çalıştığını görmekteyiz. Enver Paşa zamanlamanın doğru olduğuna inanır inanmaz savaşa topyekûn katılabilmek için hem ordu hem halk adına tam seferberlik ilan edilmesine karar verdi (Shaw 2014, ss. 104-105). Seferberlik kararından kısa bir süre sonra her vilayette İdare’i Örfi ve Divan-ı Harb-i Örfi kurulmasını öngören bir karar yayımlandı. Bu karara göre hem askerden kaçmalar engellenecek hem de Almanya ittifakı ve savaş aleyhtarlarının sesi kısılmış olacaktı. Bunun bir benzeri de kurtuluş savaşı dönemindeki Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemelerinin kurulmasıdır. Seferberlik kararı yürürlüğe girdikten birkaç gün sonra Enver Paşa sert bir şekilde yayınları sansürlemek üzere yeni bir sistemin kurulduğunu açıkladı. Bu esnada da yüzyıllardır Osmanlı Devleti’nin başına bela olan kapitülasyonlar meselesini çözmek gerekiyordu ve bu yönde önemli bir adım atıldı. Kapitülasyonlar meselesi ileride de çok önemli bir çatışma konusu olacağı için bu konuda Osmanlı hükümetinin attığı adımın içeriği önemlidir. Savaşta İttifak grubunun galip çıkması halinde Enver Paşa’nın Osmanlı dış politikasına yaptığı en önemli katkılardan biri bu olacaktı. Hükümet kapitülasyonlarla ilgili Almanya’da dâhil yabancı devlet elçiliklerine bir açıklama gönderdi. Bu açıklama hem İTC’nin hem de Enver Paşa’nın dış politika fikirleri ve hedeflerini yansıtması bakımından önemli olduğu için açıklamaya değinmek gerekiyor. Açıklama şu şekilde (Shaw 2014, 227): “Osmanlı imparatorluğu hükümeti, dost güçlerin yurttaşlarına karşı misafirperverlik ve sempati duygular içerisinde, daha önce Şark’a ticaret yapmak için gelen yabancıların tabi olacakları kuralları özel bir şekilde belirlemiş, bunları da büyük güçlere duyurmuştur. Bâb-ı Âli'nin tamamen kendi rızası ile ilan ettiği bu hakları, ayrıcalıklar olarak yorumlamış, bazen pratikteki bazı uygulamalar ile genişletilmiş ve eski antlaşmalar veya kapitülasyonlar adı altında günümüze kadar gelmişlerdir. Bu esnada, bu ayrıcalıklar, bir yandan yüzyılın hukuk normları ve milli egemenlik ilkesi ile tamamen tezat içinde bulunurken, öte yandan, yabancı güçler ile ilişkilerde bazı yanlış anlaşılmaların doğmasına sebep oldukları gibi Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişmesi ve ilerlemesini ve böylece bahsedilen ilişkilerin istenilen yakınlık ve dostluk derecesine ulaşmasını engellemektedirler. Bütün karşı koymalara rağmen Osmanlı imparatorluğu, 1255 yılında Gülhane Hattı Hümayunu ile başladığı rönesans ve reform yolunda yürümeye devam etmektedir ve Avrupa'nın 69 medeni toplumlar ailesi arasında hakkı olan yerini sağlamak için en modern hukuk ilkelerini kabul etmiştir. Anayasal rejimin kurulması, ilerleme yolunda Osmanlı İmparatorluğu'nun çabalarının ne mutlu bir başarı ile taçlandığını göstermektedir. Bu esnada, Kapitülasyonlardan çıkan sonuç olarak devletin egemenliğinin en önemli temelini oluşturan yargılama gücünün uygulanmasına yabancıların müdahalesi; pek çok yasanın yabancılara uygulanamayacağı varsayımı ile yasama gücünün sınırlandırılması; kamu güvenliğine kasteden bir suçlunun sadece yabancı bir milletten olduğu için veya kamunun eylemi, yabancılara karşı her türlü sınırlama ve şartları uygulamama ilkesine saygı duymak durumunda olduğu için yasanın uygulanmasının dışında kalması; sözleşmeyi yapan tarafların milliyetine bağlı olarak aynı sözleşmeden doğan anlaşmazlıkların kısıtlayıcı ayrıcalıklara bağlı olarak birbirinden farklı süreçlerden geçmesi ülkede hukukun mükemmelen işlemesine yönelik bir mahkeme teşkilatın önünde aşılamaz bir engel oluşturmaktadır. Kapitülasyonları, yine aynı şekilde yabancıları Osmanlı İmparatorluğu’nda vergilerden özgür kılması sonucunda Bâb-ı Âli sadece reformları gerçekleştirebilmek için gerekli mali olanakları sağlayan olmakla kalmamakta, dışarıdan borçlanmaya başvurmadan güncel idari ihtiyaçlarını bile karşılayamamaktadır. Yine aynı mantıkla, dolaylı vergilerde yapılan artışlar, doğrudan katkıların oranını yükseltmekte ve Osmanlı mükelleflerinin ağır bir yük altında kalması sonucunu doğurmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ticaret yapan ve her türlü muafiyet ve ayrıcalığa sahip olan yabancıların vergilendirmeye daha az açık olması açık bir adaletsizlik ve devletin saygınlık ve bağımsızlığına karşı bir kasıt oluşturmaktadır. Bütün bu engellere rağmen imparatorluk hükümeti reformcu çabalarını, genel savaş reform yolunda bütün eserlerinin gerçekleşmelerini tehlikeye atarak ülkedeki mali sıkıntıları iyice artırmaya başlayıncaya kadar, azim ile sürdürmekteydi. Bâb-ı Âli, şu kanaate sahiptir ki, Türkiye için tek kurtuluş yolu, bu reform ve kalkınma eserinin en kısa zamanda gerçekleşmesidir ve Türkiye yine kânidir ki bu yolda atacağı her adım bütün dost güçlerin cesaretlendirmesine mazhar olacaktır. İşte bu kanun üzerinedir ki, 1 Ekim 1914 tarihinden başlayarak, İmparatorluğun ilerlemesine bugüne kadar engel oluşturan Kapitülasyonların ve onlara ek bütün ayrıcalık ve toleranslarının kaldırılması ve bütün devletlerle ilişkilerin temeli olarak uluslararası hukukun genel ilkelerinin benimsenmesi kararı alınmıştır. Tatmin olunarak karşılanacağından şüphe duymadığım ve Osmanlı İmparatorluğu'nun önünde bir iyilik devri açacak olan bu kararı bildirime onurunu yaşarken, Bâb-ı Âli'nin kararında tamamen Osmanlı vatanının yüksek çıkarlarını koruduğunu, Kapitülasyonları kaldırırken Rusya hükümetine karşı, dostane olmayan hiçbir fikir beslemediğini ve hükümetiniz ile uluslararası kamu hukukunun genel ilkeleri temelinde ticaret anlaşmaları yapmak amacıyla görüşmeler yapmaya tamamen açık olduğunu eklemeyi bir görev bilirim. Said Halim” Bu açıklamayı okuyan bütün ülkelerden Osmanlı hükümetine tepkiler yağıyordu. Ancak bu hamle işe yaramıştı. Çünkü İtilaf Devletleri bu kararı Almanların aldırdığını ve böylelikle İtilaf Devletleriyle Osmanlı’nın arasını açıp onu İttifak Devletlerinin kucağına düşürmek istediklerini düşünüyorlardı. Bu nedenle tepkiler devam etmedi. Sadece bunu kabul edemeyeceklerine dair protesto notaları göndermekle yetindiler. Sonuçta bu iş bir oldubittiye getirilmişti ve halk bu durumdan dolayı oldukça memnundu (Shaw 2014, ss. 235-236). 70 Enver Paşa’nın Osmanlı karasularına girme izini verdiği Alman gemileri (Göben ve Bresleu) açıkça Osmanlı’nın tarafsızlığını bozuyordu. 8 Ağustos 1914’te Rus, İngiliz ve Fransız büyükelçileri Osmanlı’ya bu gemilerin ya Ege’ye dönmesini ya da gemileri silahsızlandırarak mürettebatın tutuklanması yönünde sert bir nota verdi. Almanya ve Avusturya ise gemilerin Karadeniz’deki Rus limanlarına sefer düzenlemesini istiyordu. Bu durum Osmanlı’yı köşeye sıkıştırmıştı. Enver Paşa bu teklifi Rus donanmasının bölgede üstün olduğu, Osmanlı seferberliğinin daha yeni başlamış olduğunu, bu yüzden ordunun böyle bir çarpışmaya girmeye hazır olmadığını ileri sürerek reddetti. Ancak bu gemilere ne olacağı belli değildi. Enver Paşa bu konuda ne yapacağından emin değildi. Bu esnada Göben ve Bresleu Çanakkale Boğazı’na gelmişti. Masada üç seçenek vardı. İlki; gemilerin geçişine izin vermemek. Şartlar gereği bu pek mümkün görünmüyor. İkinci seçenek Alman gemilerinin geçişine izin vermek ama tarafsız bir ülke olduğundan İngiliz donanmasının da bu gemileri takip etmesinden dolayı onların da geçmesine izin vermek. Son seçenek ise sadece Alman gemilerinin geçişine izin verilerek İngiliz gemileri takip etmek isterse onları bombalamak. Bu konuda Almanlar acil olarak Enver Paşa’ya bu soruları yönelttiler. Gemilerin geçişine izin verilecek miydi? Enver Paşa sadrazama ve meclise danışmam gerekiyor bahanesiyle Almanları biraz oyaladı ancak durum çok acildi. Almanlar baskıyı artırdı. Enver Paşa mecburen evet geçmelerine izin verilecek demek zorunda kaldı. Sonra yeni soru geldi; şayet İngiliz donaması bu gemileri takip ederse ateş açılacak mı? Enver Paşa yine zaman kazanmak için meslektaşlarıma sormalıyım dedi ama fayda etmedi. Baskılar arttı ve Almanlar daha fazla bekleyemeyeceklerini söyleyince en sonunda Enver Paşa evet dedi. Amiral Souchon olayı şu şekilde aktarıyor (Shaw 2014, s. 568): “Saat 16:00’da Truva ovasını ve Çanakkale Boğazı’nı gördük. Giriş açık görünüyordu. Büyük bir endişeyle ve herkes muharebe mevzilerinde Boğazlara girdik. Semaforla Çanakkale Burnu’na işaret verdim. ‘Hemen bir kılavuz yollayın.’ Bir Türk destroyer bize yaklaştı. Muhabere flaması vardı: ‘Beni izleyin.’ Türk kurmay subayın elini dostça sıktım. Almanca konuştu… Yarma girişimimiz başarılı olmuştu. Herkes üzerine düşeni yapmıştı.” Gemiler daha sonra Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaştı. Osmanlı hükümeti bu gemileri İngilizlerin haksız yere el koyduğu gemilerin karşılığında tazminat olarak satın aldığını duyurdu. Gemilerin isimleri Yavuz Selim I ve Midilli olarak değiştirildi. Bütün Alman mürettebat Osmanlı donanmasına girdi. Amiral Souchon ise bu iki gemiyle 71 birlikte Osmanlı donanmasının komutanı oldu. Böylelikle Osmanlı donanması, Karadeniz’deki Rus donanmasından daha güçlü bir konuma gelmiş ve Rusya’nın İstanbul’a saldırma olasılığı önemli ölüde azalmıştı (Tuncer 2011, ss. 42-43) Talat Paşa anılarında bu olayı şu şekilde aktarıyor (Kabacalı 2017, s. 28-29): “Sadrazam ve bazı nazırlar Göben ve Breslau’nun tarafsızlık kuralları uyarınca ya 48 saat içinde Çanakkale Boğazı'ndan çıkmaları ya da silah ve toplarını teslim etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Toplanmış bulunduğumuz odaya yeniden gelen Said Halim Paşa, Wangenheim’ın bu teklife son derece öfkelendiğini ve müttefik sıfatıyla böyle bir davranışa hakkımız olmadığı kanısında bulunduğunu söylediğini bildirdi. Bunu yine uzun görüşmeler izledi ve sonuçta, Wangenheim’a karşı kullanılacak dil ve Türkiye'yi hemen savaşa sokmamak için başvurulması gereken araç ve çözüm yolları hakkında bir karara varıldı. Sadrazam bu haberi bizzat bildirmek istemedi. Halil Bey ve ben, elçinin bulunduğu salona giderek kendisine tereddütlerimizi anlattık. Wangenheim pek heyecanlıydı ve yüzünü ter kaplamıştı. O anda Halil Bey'in aklına gemileri satın almak geldi ve Wangenheim’a bunu önerdi. Bazı tereddütlerden sonra gene aynı öneriyi kabul etti. Gemilerin satışı yalnızca bir gösteriş değil, gerçekti.” İngiltere ve Fransa hemen olayı protesto etti ancak Rusların Osmanlı Devleti’ni doğrudan İttifak Devletlerinin kucağına atacak bir girişim yapmaması için de telkin ediyorlardı. Osmanlı da bu durumu kullanıp zaman kazanabilmek adına çeşitli girişimlerde bulunuyordu. Cemal Paşa bu durumu şu şekilde anlatıyor (Kabacalı 2006, s. 148-150): “Goeben ve Breslau'nun Marmara'ya girişinden sonra biz Boğazları kapamıştık. Bir yandan bu işlemin, bir taraftan da bu iki Alman harp gemisinde elan Alman mürettebat bulunmasının tarafsızlığa aykırılığını ileri sürerek, İngiliz ve Fransız sefirleri resmi ve hususi girişimler yapmaktan bir an geri kalmıyorlardı. İttifakımızdan habersiz olan İtilaf sefirleri, bu iki gemi ve mevcut birçok Alman zabiti sayesinde, Almanların bizi mutlaka bir harbe sürükleyeceklerini iddia ediyorlar ve bizim tarafsızlığımız için tek çarenin, bu gemilerin Alman mürettebattan arındırılması ve Alman ıslahat heyetiyle bu mürettebatın Almanya'ya iadesi olduğunu söylüyorlardı. Cidden tarafsız olsa idik, bizim yapacağımız iş de bu idi. Fakat biz, tarafsızlığımızı yalnızca vakit kazanmak için ilan etmiş; harbe girmek için ordunun seferberliğini tamamlamasını bekliyorduk. Bu sırada Encümen-i Vükela, yine vakit kazanmak fikriyle, İngiliz Sefiri Sir Louis Mallet ile benim, Fransız sefiri ile Cavid Beyin pek sıkı bir ilişki içinde bulunmamıza ve ittifakımız hakkındaki şüphelerini hemen ortadan kaldırmaya çalışmamıza karar verdi. Tarabya'daki evinde bir gün akşam üzeri kendisiyle görüşürken, Sir Louis Mallet: - Cemal Paşa; Osmanlı hükümeti tarafsızlığını hakikaten ve sonuna kadar muhafaza için ne gibi menfaatlar sağlamaya razıdır? dedi. Osmanlı hükümetinin hakiki tarafsızlığından şüphe etmemekle beraber, bu suali Sadrazam Paşaya arz etmek mecburiyetinde olduğumu bildirdim. İngiliz ve Fransızların ittifak dairelerine girmek için ne gibi şartlar ileri sürmemiz icap edeceğine dair Sadrazam Paşa ile birkaç madde kararlaştırarak yazdık. Bu 72 maddeler; bütün kapitülasyonların kaldırılması, Yunanlıların gasp ettiği adaların iadesi, Mısır meselesinin halli, Ruslar tarafından iç işlere katiyen müdahale edilmemesi ve şayet Ruslar tarafından bir tecavüze uğrarsak, İngiliz ve Fransızlar tarafından bilfiil mani olunması vesaire gibi birtakım şartlardan ibaret idi ki; Sir Louis Maller'in bunları Londra'ya nakletmiş olduğunu, biz harbe girdikten sonra yayımlanan İngiliz Mavi kitabındaki telgrafnameden anladım. Üç dört gün sonra Sir Louis Mallet, birer birer cevap veriyordu: ‘Kapitülasyonların adli kısmının kaldırılması şimdi söz konusu olamazmış, ancak mali kısımlardan bazılarının şimdiden kaldırılmasını, diğer müttefikleri razı olmak şartıyla, İngiltere onaylayabilirmiş. Yunanlılarla aramızdaki adalar meselesini zamana bırakmak daha uygun olurmuş. Mısır meselesinin hal suretine şimdiden yanaşmak tehlikeli olacağından, bunun Umumi Harpten sonraya bırakılması uygunmuş. Rusların Türkiye'ye şimdilik bir tecavüz niyetleri olmayıp, esasen Osmanlı hükümetinin ülke bütünlüğü diğer imza sahibi devletler gibi İngiltere ve Fransa'nın dahi kefaleti altında bulunduğundan, bu cihetten pek ziyade emin olmaklığımız lazım getirmiş. Şu kadar var ki, eğer biz arzu edersek, bu kefaleti destekleyecek şekilde bir siyasi senet vermeye hazır bulunuyorlarmış. Ancak bütün bu menfaatlara karşılık biz de, Rus gemilerine karşı Boğazları hiçbir zaman ve hiçbir bahane ile kapamamak zorunluğunda bulunuyor ve bu mühim nokta hakkındaki Rus emellerini tatmin etmemiz gerekiyormuş. Bizim, İtilaf Devletleri grubu lehine harbe girmekliğimizi katiyen istemiyorlar ve bunu menfaatlarına aykırı görüyorlarmış. Alman mürettebatla ısiahat heyetinin Almanya'ya iadesi, Çanakkale Boğazının trafiğe hemen açılması ile bundan böyle katiyen kapatılmayacağının taahhüt edilmesi şart imiş ve buna karşılık ülke bütünlüğümüzün korunmasına ve mali kapitülasyonlarda değişiklik yapılmasına dair İngiltere, Fransa ve Rusya Babıali'ye bir senet vereceklermiş. Bence cevap pek açıktı. Bizim kendileriyle beraber harbe girmekliğimizi İtilaf Devletleri grubu istemiyordu. Bunun sebebi ne olabilir? Zira biz onların müttefiki olarak harbe girecek olursak, Rusya'nın göz diktiği İstanbul'u ele geçirmek imkanı ortadan kalkacaktı. Buna Rusya, katiyen razı olamaz ve dolayısıyla Fransız ve İngilizler de yanaşamazlardı. Amaçları, açıkça şu idi:‘Türkiye'yi şimdilik, bize zarar verecek tedbirler almaktan men edelim; Ruslar bu Umumi Harp esnasında bizimle ilişkiyi kaybetmesinler ve bu sayede biz harbi kazanalım. Ondan sonra Rusya'nın arzusuna uyarak İstanbul'u Ruslara vermek ve Arabistan vilayetlerinde ıslahat talebi adı altında özerk yönetimler kurmak ve onları himaye ve gözetimimiz altına almak güç bir şey değildir.’ Bu açıklamalarından anlaşılıyor ki; ilk ittifak teklifim Paris'te nasıl ve ne suretle redde uğradı ise, İngiliz kanalıyla yaptığım ikinci ittifak teklifi de aynen o suretle reddedildi.” Altı çizili cümlelere bakıldığında Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yapmasının zorunlu olduğunu düşünen sadece Enver Paşa değildir. Enver Paşa bu gemiler sayesinde elinin iyice güçlendiğini düşünerek 12 Ağustos 1914’te Sadrazam’a seferberlik kanununun Osmanlı hükümetine, başlıca Osmanlı limanlarındaki yabancı gemilerde ve ambarlarda bulunan, ordunun ihtiyaç duyabileceği mallara el koyma yetkisi verdiğini bildirdi. Buna da tepkiler gecikmedi ancak her iki 73 tarafta Osmanlı’yı kendi tarafına çekmek istediğinden fiilen bir şey yapmaktan çekiniyorlardı. Ancak İtilaf Devletleri Osmanlı toprak bütünlüğünü garanti etmekten başka bir şey önermediğinden Osmanlı gün geçtikçe İttifak bloğuna daha fazla yaklaşıyordu. Bunu fark eden W. Churchill, Enver Paşa’ya bir mektup yazdı. Mektup şu şekilde (Shaw 2014, ss. 588-589): “19 Ağustos 1914 Türk gemilerini alıkoyma gerekliliğinden dolayı derinden üzüntü duyuyorum. Çünkü tüm Türkiye'de paranın nasıl bir vatanperverlikle toplandığını biliyorum. Bir asker olarak askeri gerekliliğin savaşta ne gerektirdiğini biliyorsunuz. Majestelerinin hükümetine aşağıdaki düzenlemeyi önermek arzusundayım: 1. Her iki gemide Britanya tersanelerine bizim tarafımızdan tamamen onarıldıktan sonra savaş sonunda Türkiye'ye teslim edilecek. 2. Herhangi birinin batması halinde barış ilan edilir edilmez Türkiye'ye tam değerini ödeyeceğiz. 3. Ayrıca bir arabulucunun belirlediği üzere Türkiye'ye mürettebatları göndermesinin neden olduğu ilave masrafları ve diğer harcamaları tek seferde ödeyeceğiz. 4. Gemileri almakdaki gecikme nedeniyle Türkiye'ye tazminat olarak, geriye dönük olarak onları devre aldığımız tarihten itibaren onları tuttuğumuz her gün için haftalık taksitler şeklinde günde 1000 pound ödeyeceğiz. Bu düzenleme Göben ile Breslau’ya ait olan Alman subayları Türk topraklarını kesin olarak ve tamamen terk ettiği gün yürürlüğe girecek ve Türkiye bu savaşta sadık ve yansız bir tarafsızlığı sürdürdüğü ve ne o ne de öbür tarafı tuttuğu sürece bağlayıcı olmaya devam edecek. Kabul ediyor musunuz? Winston Churchill. Enver Paşa’dan bir yanıt gelmeyince Eylül ayının ortalarında öneriyi yeniledi ancak bütün bu olanlara da Osmanlı’nın neden olduğunu söyleyerek suçlayıcı bir tavır takınıyordu. Enver Paşa ise Cavid Bey aracılığıyla İngilizlerin teslim etmediği gemileri hemen iade etmeleri ve Kapitülasyonların kaldırıldığını kabullenmelerini istiyordu. Ancak İngilizler bu gemi meselesinin bir ödünç alma olarak görülmesi gerektiğini ve kapitülasyonlar için ayrıca görüşülmesi gerektiğini söyledi. Bu davranışlar Osmanlı’yı İttifak Devletlerine daha çok yaklaştırıyordu. Bu esnada Bulgaristan ve Romanya’da İttifak bloğuna dâhil edilmeye çalışılıyordu. Fransa ise Osmanlı Devleti’ni ikna çabalarının boşuna olduğunu ve ancak güç kullanımıyla ikna edebileceklerini söylüyordu. Bütün bunlar olurken Rusya Galiçya’da ilerleyerek Avusturya-Macaristan kuvvetlerini yenilgiye uğratınca II. Wilhelm, Enver Paşa’dan acilen Karadeniz’de Rusya’ya yönelik bir amfibi saldırı düzenlemesini istedi. Bu istek karşısında Enver Paşa ağırdan alarak henüz uygun zamanın gelmediğini ve sadece askeri bir eylem için değil 74 aynı zamanda İslam âlemini İtilaf Devletlerinin aleyhine harekete geçirmek üzere büyük bir hazırlık yapıldığını söyledi. Wangenheim, Enver Paşa’nın bu cevabını kayzere iletirken Enver Paşa’nın doğrudan savaşa girmek için Almanya’nın kesin olarak savaşı kazanabilecek bir konuma gelmesini beklediği notunu ekledi (Shaw 2014, ss. 592-595). Enver Paşa gerçekten de kendi kurduğu ve doğrudan talimat verdiği gizli örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla sömürge ülkelerinde ayaklanma hazırlığı yapıyordu ve bu örgüt savaş esnasında birçok ayaklanma çıkaracaktı. İtilaf kuvvetleri sabırla beklemeye devam ediyordu. Enver Paşa zor da olsa her iki tarafı oyalamaya devam ediyordu. Ancak bu esnada Marne Savaşı’nda Almanya bir dizi yenilgiye uğradı. Avusturya da Galiçya’da pek iyi sonuçlar alamıyordu. Bu noktada Osmanlı’nın dikkatleri başka yöne çekecek bir saldırı yapması çok kritik hale gelmişti. Ancak saldırının nereye yapılacağı konusunda görüş birliği yoktu. General Sanders, Göben ve Breslau’yu Odessa yakınlarında Ruslara karşı göndermek için bir plan yaptı. Amiral Souchon, Sanders’i, o kadar askeri Karadeniz’den taşıyıp, Rusların ana muharebe gemilerinin olduğu Sivastopol’deki Rus donanma üssüne 150 mil uzaklıktaki korunaksız düz bir kıyıya çıkarmanın imkânsız olacağına dair ikna etmeye çalışıyordu. Diğer bazı Alman generalleri ise hem İngilizlerin Hindistan ve Avustralya’ya geçişini engellemek hem de sömürgelerde Panislamcı hareketlerin yükselişini teşvik etmek için Osmanlı’nın Sina çölünden Süveyş Kanalı ve Mısır’a saldırması gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak 14 Eylül 1914’te Kayser II. Wilhelm’in Amiral Souchon’a “Yeterince güçlü hisseder hissetmez Karadeniz’de kuvvetli bir eylemde bulunulması” yönündeki talimatlarının iletilmesi üzerine saldırının yönü kesinleşmiş oldu. Bu da Rusya’ya Karadeniz’den saldırılması fikrinin Enver Paşa’ya ait olmadığını gösterir. Ancak Enver Paşa, Amiral Souchon’a, donanmayı Karadeniz’e götürebilmesi yönünde izin verdi. Ve Souchon Kradeniz’e açılarak çeşitli askeri manevralar yapmaya başlayınca Osmanlı hükümeti bu iznin hazırlıksız bir zamanda Osmanlı’yı savaşa sürükleyebileceğini öne sürerek iptal edilmesini istedi. Aslında bu fikrin temel nedeni Marne Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesiydi. Bu yüzden Almanya’nın güçlü konumda olmaması Enver Paşa’yı yeniden düşünmeye ve emri geri almaya sevk etti. Hemen Amiral Souchon’a bir telgraf çekerek ikinci bir emre kadar Karadeniz’deki manevraları ertelemesini emretti (Shaw 2014, ss. 600-604). Enver Paşa, Alman deniz kuvvetlerinin bu aşamadan sonra kolayca durdurulamayacağını biliyordu. Bu yüzden kendisinin emri 75 dinlenmeksizin bir eylem gerçekleştirilirse bunu protesto ederek bunun Osmanlı’nın rızası dışında gerçekleştiğini bildirecekti. Böylelikle Osmanlı’nın tarafsızlığı korunacaktı. Buna karşılık olarak Almanlar, ittifak anlaşmasının yükümlülüklerinin yerine getirilmemesi halinde, Osmanlı Devleti bu şekilde Almanya’nın bir zafer kazanmasını beklerse, Alman yönetimi savaştan sonra Osmanlı Devleti’ni ödüllendirmenin gereksiz olacağını düşünecekti. Rusya ise bu esnada Karadeniz’deki donanmasına eğer Alman gemileri Karadeniz’e çıkıp Osmanlı karasularının ötesine geçerse saldırı emri verdi. Birleşik Krallık ise bu zamanlarda Churchill tarafından teklif edilen, Birleşik Krallık donanmasının Marmara Denizi ve İstanbul’a ilerlemesinin yolunu açmak için, aynı zamanda İstanbul Boğazı’ndan saldıran Rus Karadeniz filosunun ilave desteğiyle, Yunanistan’ın, Gelibolu yarımadasına çıkarma yapması planını kabul etti. Ayrıca Çanakkale Boğazı civarında devriye gezen İngiliz filosuna hangi bayrağı taşıyor olursa olsun Ege’ye açılan herhangi bir Osmanlı gemisi olursa batırması emrediliyordu (Shaw 2014, ss. 610-614). Bu gelişmeler karşılığında Enver Paşa 1 Ekim’de hükümetin onayını almadan Boğazları ticaret ve savaş gemilerine kapatarak cevap verdi. Bu hamle Rusların kuzey denizlerindeki limanlarının sürekli buz tutmasından dolayı Rus ticaretine yönelik büyük bir darbeydi. Aynı zamanda savaş zamanı kıtlığından dolayı İngilizlerin ve Fransızların çok ihtiyaç duydukları Rus tahıl ürünlerine ulaşamamaları anlamına geliyordu. Bu yüzden Enver Paşa’ya bu devletler tarafından şikâyetler yağmaya başladı. Ancak Osmanlı Devleti geri adım atmadı. Almanya ise Osmanlı’nın savaşa girişini teşvik için büyük bir mali yardımın yanı sıra Osmanlı’nın talep ettiği kredileri vermeyi kabul etti. Bu arada Osmanlı Devleti İtilaf Devletleriyle tarafsızlık görüşmeleri yapmayı da ihmal etmiyordu. Ancak taraflar karşılıklı olarak teklifleri kabul etmiyordu. Yine de bu durum bir süre daha Osmanlı’nın tarafsız kalmasına imkân tanıdı. Talat Paşa ise böyle bir durumda Alman yardımının alınamayacağını bildiğinden bir an önce karar vermeliyiz diyordu. Bu esnada Almanya yardım ve kredi anlaşmalarını onayladı ve Osmanlı’nın artık savaşa girmesini istedi. Aynı zamanda vadettiği kredileri altın olarak hemen İstanbul’a gönderdi. Artık durum geri dönülemez bir noktaya gelmişti. Ve Enver Paşa bu gelişmeler üzerine, Karadeniz’deki Osmanlı filosundaki Türk subaylara Alman komutanların emirlerine tartışmasız derhal itaat etmeleri emrini verdi. Enver Paşa daha sonra Amiral Soucon’a filo hazır olur olmaz “Karadeniz’de deniz manevralarını yürütmesi” yetkisini veren bir 76 emir yayımladı. Ayrıca Karadeniz filosunun herhangi bir savaş ilanı öncesinde Rus donanma kuvvetlerine ve limanlarına saldırmasını emreden mühürlü bir belge verdi (Shaw 2014, s. 640). 27 Ekim 1914’te Amiral Souchon, Osmanlı donanmasıyla birlikte Karadeniz’e açıldı. 29 Ekim’de bu filo Rusya’nın Odessa, Theodosia, Sivastopol ve Novorossikh limanlarını bombaladı. 2 Kasım 1914’te Rus Çarı II. Nikola Osmanlı’ya savaş ilan ettiğini açıkladı ve halkına hitaben şu bildiriyi yayımladı (Shaw 2014, s. 651): “Alman komutası altında Türk filosu haince Karadeniz kıyılarımıza saldırma küstahlığında bulunmuştur. Rus halklarının tümüyle beraber, Türkiye'nin ihtiyatsız müdahalesinin sadece ülkenin çöküşünü hızlandıracağı ve Rusya'nın atalarımızın bizlere Karadeniz kıyılarında miras bıraktığı tarihi sorunun çözümüne doğru önünü açacağı sarsılmaz inancını paylaşmaktayız.” Birleşik Krallık ise Osmanlı’ya daha savaş ilan etmeden Çanakkale Boğazı’ndaki tahkimatlara ateş açılması emrini verdi. Buna cevaben aynı gün Enver Paşa hükümetin haberi olmaksızın bütün Osmanlı ordu komutanlarına imparatorluktaki Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve Belçika büyükelçiliklerini arama ve bu ülkelerin yurttaşlarına ait bütün gemi ve mallara el koyulması emri verdi ki bu açıkça savaş nedeniydi. Bu olayı 5 Kasımda Birleşik Krallık ve Fransa’nın Osmanlılara karşı savaş ilan etmesi izledi. Osmanlı devleti ise “kâfir” İtilaf kuvvetlerine karşı, 13 Kasım’da Topkapı Sarayının kutsal emanetler odasında yapılan bir törenle ve 14 Kasım’da Fatih camisinde halkın huzurunda yapılan bir açıklamayla “cihat” ilan ederek karşılık verdi (Shaw 2014, s. 257). Böylece, Birleşik Krallık’ın Hindistan’ı kaybetmesi umuluyordu (Tuncer 2011, s. 51). Cin şişeden çıkmıştı. Artık diplomasi değil silahlar konuşacaktı. Talat Paşa anılarında bu olayları şu şekilde aktarıyor (Kabacalı 2017, s. 30-31): “Halil Bey, kurban bayramın üçüncü günü Berlin'e yola çıkmaya hazırlanıyordu. Biz, müttefiklerimizle savaşa katılacağımız günün geleceğini söyleyerek, gittikçe sabırsızlaşan ve asabileşen Baron von Wangenheim’ı yatıştırmaya çalışıyorduk. Arife günü, Karadeniz donanması ile Amiral Souchon arasında bir muharebe olduğu ve Göben’in Rus sahillerini bombardıman ettiği haberini aldık. Sadrazam, bu darbeden son derece heyecanlandı ve ertesi günkü bayrak törenine katılmayacağını bana yazılı olarak bildirdi. Daha önceden bu olayı hiçbirimiz bilmiyorduk. Fakat herkes gibi ben de Enver Paşa'nın haberi olduğuna inanıyordum. Bayram günü Meclisi Mebusan reisi Halil Bey'in evinde toplandık. Ben Enver Paşa'ya epeyce hücum ettimse de hiç haberi olmadığına yeminli güvence verdi. Bu olay da savaşı artık bir oldubitti haline getirmişti. Sadrazam istifasını 77 verdi. Bu durumu daha aylarca uzatacağına inanıyordu. Ancak kesin karar verme zamanı artık gelmişti. Bayramın üçüncü günü sadrazamın evinde toplandık. Nazırların çoğu hemen savaşa girmeye taraftar görünmüyordu. Durumu koruma yönünde çalışılmasına karar verildi. İtilaf devletleri elçileri ise, durumun aynı şekilde devamını şu şartın gerçekleşmesine bağlıyorlardı: Alman askeri kurulunun ve bütün subaylar ile birlikte Göben’in sınır dışına çıkarılması. Bu şartı yerine getirebilmek, hükümetin gücü ve iktidarı içinde değildi. Bundan başka, arkadaşlardan bazıları müttefiklerimizin ısrar etmeleri durumunda hemen savaşa girilmesinden yanaydı. Sadrazam hemen karar vermek zorunda kaldı ve sonunda savaş durumuna geçmemizi tercih etti. Cavid de aralarında olmak üzere, öteki nazırlar istifalarını verdiler. Türkiye, savaşa böyle girdi.” Şimdi savaşta neler yaşandığına değinelim. 5.4.3 Bir Devrin Sonu Savaşın başlamasıyla birlikte artık diplomasi ikinci planda kaldığından Enver Paşa’nın Osmanlı dış politikasına etkisi askeri stratejileri ve askeri harekâtları vasıtasıyla olacaktır. Konumuzun odak noktası askeri stratejiler ve cephelerde yaşanan savaşların detayları olmadığından bu bağlamda yaşanan olaylara kısaca değinilecektir. Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı ordusu dört ana cephede savaştı: Kafkasya, Çanakkale, Mısır-Filistin ve Irak. Osmanlı ordusu bu cephelerin yanı sıra, daha az yoğunluklu olmak üzere hem bağımsız olarak hem de İttifak Devletleriyle Arabistan, İran, Romanya, Galiçya ve Makedonya cephelerinde mücadele etti. Bu cephelerde genel olarak Enver Paşa’nın Almanlarla birlikte yaptığı savaş planının ana hatları şu şekildeydi (Tuncer 2011, s. 54): 1. 2. 3. Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya’ya bir darbe vurmak. İngiltere’nin “İmparatorluk Yolu”nu kesmek için, Süveyş Kanalı’na ve Mısır’a karşı harekete geçmek. Çanakkale’yi korumak için, Trakya’da önemli bir güç bulundurmak. Her ne kadar savaşın stratejisini Enver Paşa belirlese de Osmanlı’nın savaşa girmesinin hemen ardından Almanlar Enver Paşa’ya büyük bir baskı uygulamaya başlamışlardır. Bu nedenle Mısır ve Kafkasya’da yapılan taarruzlar ve özellikle taarruzların zamanlaması bu baskının bir sonucudur. Bu durumu göstermesi bakımında Aydemir’in 78 genel karargâhta çalışan Binbaşı Ali İhsan Bey’den aktardığı şu satırlar oldukça önemlidir (Aydemir 1970, c. III, ss. 108-110): “16 ağustos 1914 pazar günü, Alman Sefiri von Wenkenheim, Müşir Liman von Sanders Paşa. Umumî Karargâh Erkânıharbiye İkinci Reisi Bronzar Paşa, Donanma Kumandanı Amiral Souchon, Albay von Kress, Alman Ataşemiliteri ve Alman Ataşenevali, Enver Paşa’nın yanında toplandılar. Biz Türklerden bu toplantıya yalnız Bronzar Paşa’nın yardımcısı Hafız Hakkı Bey’in katılmasına izin verilmişti. Von Kress o sırada, harekât şubemizin şefiydi. Almanlar, Bulgarların artık bizimle beraber olmalarına, donanmamızın da Karadeniz’de hâkim vaziyette bulunduğuna göre, artık seferberliğin tamamlanmasını da beklemeye lüzum olmadığını, hemen harekete geçilmek lâzım geldiğini ileri sürerler... Türk kolorduları ile Almanlara yardım için mühim bir hareket yapmak lâzımmış. Esasen Alman orduları şark ve garp cephelerinde ilerlediklerinden, kati netice yakında alınacakmış. Şark cephesinde Avusturya-Macaristan da Rusya içerisine girmiş. Rusların bozgunluğu yakındır demişler. Türkler acele etmezlerse, fırsat kaçırmış olacaklar. Ve Rusya'nın taksiminde hisse alamayacaklar. Bunun için acele harbe girmelidirler, deniliyor. Almanların bu mütalâaları üzerine Enver Pasa, Türklerin nasıl hareket etmesi icap ettiğini sorar, Liman Paşa, kendi kumandasındaki 1. Ordu’nun üç kolordusu ile, Karadeniz’de Odesa civarında Rus sahillerine çıkarma yapmayı ve bu suretle Rus ordusunun sol cenahında ve gerilerinde tesir ederek, Avusturya-Macaristan ordularının yükünü hafifletmeyi ve onların ilerlemelerine tesir etmeyi ileri sürer. Müzakerede bulunan diğer Almanların bazıları da, Süveyş Kanalı’na taarruz ederek İngilizlerin Hindistan'dan kuvvet getirmelerine mani olmayı teklif ederler. Mısır'da muvaffakiyet halinde, Mısır tamamen Türkiye'ye ilhak olunacaktı.” İlerde de görüleceği gibi bu planlar çok az değişiklikle uygulanacaktı. Şimdi bu bağlamda cephelerde yaşanan olaylara kısaca değinelim. 5.4.3.1 Kafkas cephesi Karadeniz’deki Rus limanlarının bombalanmasının ardından Rus ordusu 1 Kasım 1914’te Kafkaslardaki Osmanlı sınırını geçti. Osmanlı orduları henüz seferberliklerini tamamlamışlardı. Alelacele diğer bölgelerden cepheye asker sevk edilmeye başladı. Ancak savaş yorgunu askerler, zorlu yolculuk koşulları ve soğuk hava nedeniyle sürekli firar vakaları yaşanıyordu. Bu şartlarda Osmanlı ordusu mecburen Erzurum yakınlarına çekilmek zorunda kaldı. Enver Paşa ise bu ortamda Rus askerlerin elinde olan Kuzey İran ile Rus toprakları olan Güney Kafkasya’ya saldırarak, oralarda ihtilâller çıkarılmasını ve ihtilallerin ardından oralarda istilâlar yapılmasını istiyordu (Aydemir 1970, c. III, s. 119). Bu isteği nedeniyle bahar aylarının gelmesi beklenmeden taarruza 79 pek de uygun olmayan bir ortamda Enver Paşa taarruz emrini ordulara göndermişti. 25 Kasım’da taarruz başladı. Rusların bulunduğu mevkiler savunmaya pek elverişli olmadığından daha uygun bir noktaya doğru geri çekilmeye başlamışlardı. Bu olay Enver Paşa’yı iyice cesaretlendirdi. Düşmanın tamamen yok edilmesini istiyordu. Almanlar da kış aylarının zorluklarına aldırış etmeden Polonya cephesinin hafiflemesi için bu taarruzun hemen başlaması yönünde Enver Paşa’ya baskı yapıyordu. Enver Paşa bir plan yaptı ve öncelikle amcası Halil Paşa’dan İstanbul’da bir birlik kurarak İran üzerinden Azerbaycan’a gitmesi ve oradaki Türkleri ayaklandırmasını istedi. Halil Paşa’nın bu görevi yerine getirdikten sonra da Rus ordusunu arkadan çevirip ikmal hatlarını kesmesi gerekiyordu. Enver Paşa Sarıkamış üzerinden bir taarruz yaparak Rus ordusunu yok edecekti. Ancak Enver Paşa’nın 3. ordu komutanını görevden alarak bizzat yönettiği bu taarruz büyük bir felaketle sonuçlandı. 16 aylık bir süre içerisinde sayısı yaklaşık 800 000’i bulan 3. Ordu’nun mevcudu 90 000 civarına düşmüştü (Aydemir 1970, c. III, s. 119). Ayrıca daha sonra hem Osmanlı Devleti’nin hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ağrıtacak olan Tehcir Kanunu da bu dönemde çıkartılacak ve Ruslarla işbirliği yaparak silahlandırılan Ermeniler Doğu Anadolu’dan başka yerlere zorunlu göçe tabi tutulacaklardı. 5.4.3.2 Kanal harekâtı Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin hemen ardından Enver Paşa ve bazı Alman generaller arasında yapılan toplantılarda Almanlar, Osmanlı Devleti’nin savaşta yapacağı en önemli hizmetlerden birinin Mısır’daki Süveyş Kanalı bölgesine bir taarruz yapılması olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu kanal sayesinde İngilizler Uzak Doğu’dan Avrupa cephelerinde savaştırılmak üzere takviye güçler sevk ediyorlardı. Bu nedenle Almanlar bu bölgeye yapılacak bir stratejik saldırı harekâtıyla kanalın kapatılmasını istiyordu. Ancak Osmanlı subayları bunu yeterli görmüyor ve Mısır’ın da fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmasını istiyordu. Bu konuda en istekli olan general ise Cemal Paşa idi. Bu nedenle kanal bölgesine yapılan taarruz harekâtlarını da Cemal Paşa komuta edecekti. Bu olayları, Enver Paşa’nın ve Almanların neler planladığını göstermesi bakımından Cemal Paşa’nın hatıralarından aktarmak doğru olacaktır (Kabacalı 2006, ss. 164-165): 80 “Harp haline girişimizden beş on gün sonra Enver Paşa bir gün beni konağına davet etmişti. Paşa, o sırada ayağında çıkan bir çıbandan dolayı yatakta yatıyordu. Davetine hemen gittim. Umumi vaziyet hakkında birkaç kelime konuşulduktan sonra dedi ki: - Azizim Cemal Paşa, Süveyş Kanalı üzerine taarruzi bir harekat tertibi suretiyle, İngilizleri Mısır'da meşgul etmek ve bu sayede Garp cephesine sevk etmekte oldukları birçok Hint fırkasını Mısır'da alıkoymaya mecbur etmekle beraber Çanakkale'ye bir çıkarma kuvveti sevklerine mani olmak istiyordum. Bunun için, bir iki aydan beri Suriye'de bazı hazırlıklarda bulunuyordum. Miralay Mersinli Cemal Bey kumandasındaki 8. Kolordu'yu bu vazifeye tahsis ettim. Almanlar böyle bir hareketin icrasına son derece ehemmiyet verdiklerinden, ıslah heyetine memur Erkanıharp Kaymakamı (Kurmay Yarbay) Von Kress Beyi de münhasıran Kanal Seferi hazırlıklarıyla meşgul olmak üzere 8. Kolordu Erkan-ı Harbiye Riyasetine tayin ederek Şam'a gönderdim. Bir taraftan da, Bedevilerden yardımcı kuvvetler meydana getirmek vazifesiyle yaverim Süvari Binbaşısı Mümtaz Beyi, Ayandan Abdurrahman Bey ve Terkik-i Müellefat-ı Şer'iye Meclisi (Dini Kitapları İnceleme Kurulu) Reisi Şeyh Esat Şukayyr Efendiyi ve daha sair Arap büyüklerini Suriye'ye gönderdim. 4. Ordu Kumandanı Ferik (Korgeneral) Zeki Paşa Hazretleri, yalnız Suriye ve Filistin'in müdafaası ile ve 8. Kolordu Kumandanı Miralay Cemal Bey, kendi kolordusunun seferberliğini tamamlamak ve Kanal Seferi'ni hazırlamakla meşgul olacaklardı. Fakat Zeki Paşa Hazretleri, değil bu seferi icra etmek; Suriye'nin bir muhtemel düşman saldırısına karşı müdafaasını temin için, buradan başka kuvvetler gönderilmesini istemeye başladı. Suriye'den aldığımız haberler, orada durumun pek karışık olduğunu ve Arap ihtilalcilerinin faaliyete başladıklarını gösteriyor. Binaenaleyh düşünüyordum ki; zât-ı âliniz bir fedakarlık buyursanız da 4. Ordu Kumandanlığını üzerinize alsanız, hem Kanal Seferi'ni hazırlayıp İcra, hem de Suriye'de dahili emniyet ve asayişi temin buyursanız? Bilmem, teklife cesaret edeyim mi? Hemen cevap verdim: - Benim İcra kabiliyetimin nerede vatan için daha faydalı ve lüzumlu olduğuna kanaat hasıl ederseniz, oraya gidip vazife ifa etmek benim için en mukaddes bir vazifedir. Binaenaleyh teklif ettiğiniz 4. Ordu Kumandanlığını teşekkür ve istekle kabul eder ve bir iki gün zarfında memuriyet mahallime hareket ederim.” Cemal Paşa kısa bir süre içesinde hazırlıklarını tamamlayacak ve Kanal Harekâtı’nı başlatmak üzere yola çıkacaktır. Fakat hiç kimse, yaklaşık 20000 kişilik zayıf bir ordunun iyi tahkim edilmiş ve 150000 kişilik bir kuvveti yenerek kanalı nasıl geçeceğini bilmiyordu. Cemal Paşa bunu daha sonra itiraf etmişti (Aydemir 1970, c. III, s. 174). Nihayetinde harekât büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmakla kalmayıp Osmanlı orduları elinde bulunan Filistin-Suriye bölgesine doğru geri çekilmek zorunda kalmış ve bu bölgeye doğru bir İngiliz taarruzunu mümkün kılmışlardı. 81 5.4.3.3 Irak cephesi Birinci Dünya Savaşı başladığında Enver Paşa ve Osmanlı karargahının Irak ile ilgili genel görüşü Ali İhsan Paşa’ya göre şu şekildeydi (Aydemir 1970, c. III, s. 188): “Irak: Hindistan yolu çok mühim ise de, denize hâkim olmadığımızdan, bizler bu taraftan bir tazyik yapamayız. Fakat Hindistan'ın kendisini müdafaa için ve tehlikeyi uzakta yakalamak maksadı ile, bu tarafa bir teşebbüş mümkündür. Böyle bir halde ilk silâhı 13. Kolordu atacaktır. Bu kolordunun ise esasen kemiyet ve keyfiyeti (niceliği ve niteliği) zayıftır. Diğer istikametlere mesafesi ise çok uzaktır. Kuvvet sevki ve nakli uzun zaman ister. Bu da pek müşkül ve zayiatlı olacaktır. Bu sebeple bu kuvvetin Irak’ta terki iyi ve faydalı olur.” Buradan, ilk başlarda Enver Paşa’nın Irak üzerindeki birlikleri diğer cephelere sevk etme düşüncesinde olmadığı anlaşılıyor. Ancak daha sonra İngilizlerin Irak’a yönelik bir planı olamadığını düşünen Enver Paşa buradaki birliklerin büyük bir bölümünü Suriye ve Kafkasya’ya sevk edecekti. Bu durum İngilizlerin işgal planlarını kolaylaştırmış ve Basra üzerinden bir işgal harekâtı başlamıştı. İngilizlerin amacı Abadan petrollerini korumak ve Irak üzerinden kuzeye çıkıp Ruslarla birleşerek, Türk kuvvetlerinin İran’a gidip Hindistan’ı tehdit etmesini önlemekti (Armaoğlu 1994, s. 112). İngilizler taarruz başladıktan hemen sonra hızlı bir şekilde güneyden kuzeye doğru Irak topraklarında ilerlemeye başlamıştı. Enver Paşa hatasını anlayarak diğer cephelere gönderdiği birlikleri hemen geri çağırdı. İttihatçıların önemli isimlerinden biri olan Süleyman Askeri Bey’i de Irak kumandanlığı ve Bağdat valiliğine tayin etti. Süleyman Askeri’de hemen toplayabildiği bütün kuvvetleri toplayarak İngilizlere saldırdı. İyi planlanmamış bu taarruz girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ve bu yenilginin sorumluluğu üzerine alan Süleymen Askeri intihar etti. Bunun üzerine Osmanlı ordusu düzensiz bir şekilde geri çekilmeye başladı. Fırsatı değerlendirmek İsteyen İngilizler de daha büyük bir işgal harekâtına başladı. Enver Paşa ise Colmar von der Goltz’un emrinde olmak üzere Nurettin Paşa’yı cephe komutanı olarak tayin etti ve Irak’ı savunmasını, şartlar elverdiğinde ise İngilizlere karşı taarruza geçmesini istedi. Goltz bir süre sonra cephede tifüse yakalanarak ölecekti. 82 İngilizlerin ilk hedefi Ammâre idi. İngiliz ordularının başında General Townshend vardı. Kısa bir sürede Ammâre düştü. Townshend zaman kaybetmeden daha kuzeyde yer alan Kut’a (Kut’ül Ammâre) yöneldi. Şiddetli çarpışmaların ardından Osmanlı ordusu Kut’u İngilizlere bırakarak geri çekildi. Ancak bu noktada İngiliz ordusu yıpranmış ve Osmanlılar birlikleri takviye etmeye başlamışlardı. Osmanlılar ile İngilizler arasında daha birçok çarpışma yaşanmasına rağmen tam olarak galip gelen bir taraf olmamıştır. Nurettin Paşa’da bir süre sonra komutanlıktan ayrılmış ve Enver Paşa da onun yerine amcası Halil Bey’i tayin etmişti. Halil Bey’de Kut’u kuşatarak bütün İngiliz birliklerini esir almış ve bu yüzden rütbesi generalliğe yükseltilmişti. Bu zaferin hemen ardından Enver Paşa İran üzerinden ilerlemeye geçilmesi ve Kirmanşah’ın ele geçirilmesi için Halil Paşa’ya emir gönderdi. Halil Paşa bunun mümkün olmadığını söylese de Enver Paşa ısrarcıydı. Kuvvetlerin önemli bir bölümü İran üzerine gönderildi ve böylelikle Irak Cephesi zayıflamış oldu. İngilizlerde bu hatadan faydalanarak Bağdat’a kadar ilerlediler ve Bağdat kısa bir sürede düştü. Mondros Ateşkesi imzalandığında İngilizler Musul’a kadar ilerlemiş olacaklardı. 5.4.3.4 Çanakkale cephesi İtilaf Devletlerinin Çanakkale Boğazı’na yönelik işgal planları savaşın başından beri vardı ancak Osmanlı’nın tarafsızlığı nedeniyle böyle bir harekâta girişilmemişti. Osmanlı savaşa girince bu planlar daha ciddi bir şekilde ele alınmış ve Winston Churchill’in de cesaretlendirmesiyle cephe açılmıştır. Bu cephenin açılmasının temel olarak üç amacı vardı (Armaoğlu 1994, s. 113): 1. 2. 3. Boğazlar ve İstanbul Müttefiklerin eline geçerse, Osmanlı Devleti için barışı kabullenmekten başka çare kalmaz ve bu suretle Osmanlı İmparatorluğu’nun açmış olduğu ve Müttefiklerin açtığı bütün cepheler tasfiye edilmiş olurdu. Boğazlar ele geçirilirse Rusya ile yakın temas kurulmuş olur, Rusya’ya silah ve malzeme sevki ve Rusya'nın da buğdayından faydalanma sağlanmış olurdu. Osmanlı Devletinin savaştan çekilmesi ve Müttefiklerin Boğazlara yerleşmeleri, henüz savaşa katılmamış diğer Balkan devletleri üzerinde de etki yapar ve bu devletler Merkezi Devletler safında savaşa katılmaya cesaret edemezlerdi. Bu amaçlarla İngiliz ağırlıklı bir İtilaf donanması 19 Şubat 1915’te Çanakkale önlerine geldi ve kıyıdaki tahkimatları bombalamaya başladı. Daha sonra içeri girerek boğazı geçmeye çalışan donanma başarılı olamayıp yedi gemiyi kaybedince geri çekilmek 83 zorunda kaldılar. Böylelikle Churchill’in stratejisi başarısız olmuştu. Şimdi tek çözüm karaya asker çıkarmaktı. İngilizler Uzak Doğu’dan getirdikleri ANZAC birliklerini cepheye sürmeyi planlıyorlardı. Liman von Sanders komutasındaki Osmanlı orduları da buna hazırlıklıydı ve en önemlisi de cephede Mustafa Kemal de yer almaktaydı. Gelibolu yarımadasında yaşanan çok şiddetli çarpışmaların ardından Mustafa Kemal’in yaptığı manevralar sayesinde İtilaf güçleri yenilgiye uğramış ve bir gece sessizce yarımadayı terk etmişlerdi. Kayıplar çok ağırdı. İtilaf güçleri yaklaşık 250.000 kayıp vermişti. Ancak bu zaferin bedeli Osmanlı’ya çok pahalıya patlamış ve en iyi yetişmiş eğitimli kadrolarında içinde yer aldığı 250.000 kişi kadar kayıp verilmişti (Armaoğlu 1994, s. 114). 5.4.3.5 Suriye-Filistin cephesi Cemal Paşa komutasındaki Osmanlı ordularının Kanal Harekâtı’ndaki başarısızlıklarından bahsetmiştik. Bu olaylar üzerine Osmanlı orduları geri çekilmiş ve savunma pozisyonu almıştı. Ancak diğer cephelerde yaşanan olumsuz gelişmeler bölgeden askerlerin bir kısmının başka cephelere kaydırılmasına neden olmuştu. İngilizler de bu fırsattan yararlanarak 1916 yılının sonunda Sina çölünü geçip Suriye sınırına geldiler. 1917’nin başlarına gelindiğinde bu cephedeki en önemli savaşlar Gazze bölgesinde yoğunlaşmıştı. Yaklaşık bir yıl süren yoğun çatışmaların ardından İngilizler Filistin’i işgal etmiş ve Kudüs düşmüştü. Bu durum üzerine cephede görev alan muhtelif Alman generallerin yanı sıra Mustafa Kemal de cephede görevlendirilmişti. Osmanlılar cepheyi takviye etmeye çalışırken General Allenby komutasındaki İngiliz birlikleri 1918 yılının şubat ayından itibaren yeni bir taarruz başlattılar. Ancak bu taarruz düşündükleri kadar başarılı olamadı ve savaş 1918 sonuna kadar uzadı. Eylül ayında yeni bir taarruz hazırlığı yapan İngilizlerin planları anlayan Mustafa Kemal buna önlem alınması için Liman von Sanders’i uyardı ancak ciddiye alınmayınca kendi hazırlıklarını yapmaya başladı. Mustafa Kemal’in haklı olduğu bir süre sonra anlaşıldı ve İngilizler taarruzu başlattığında sadece Mustafa Kemal’in emrinde olan 7. Ordu direnebilmiş ancak bu da yeterli olmamıştı. Mustafa Kemal Suriye’nin savunulmasının gereksizliğini anlamış ve birlikleri Halep yakınlarına çekerek yeni bir savunma hattı oluşturmuş ve burada İngilizleri durdurmuştu. 84 Anadolu’yu savunma hazırlıkları yaparken de Osmanlı savaştan çekilmiş ve Mondros Ateşkesi imzalandığı için cephe de kapanmıştı. 5.4.3.6 Bolşevik İhtilali ve Kafkas cephesinin ikinci safhası Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Rusya günden güne yıpranmış ve cephelerde aldığı başarısızlıklar da zaten önceden beri var olan devrim fikirlerini tetiklemiş ve geniş bir halk tabanına yayılmıştı. Müttefikleriyle de bağlantısı olmayan Rusya bu bunalımla baş edemedi ve 1917 yılında büyük bir kargaşa ortamına sürüklendi. Bu durum Enver Paşa için adeta bir hediye olmuştu. Şimdi Enver Paşa bu yeni durumu iyi değerlendirerek Rusya’ya karşı yeni bir girişim yapmalıydı. 7 Aralık’ta Almanya ve Avusturya ile Rusya arasında bir mütareke imzalanmıştı. Bunu 16 Aralıkta Osmanlı-Rus Mütarekesi takip etti. Ancak Rus generallerinin ordu üzerinde bir etkisi kalmamıştı. Rus ordusu cephede dağılmaya başladı ve genel olarak da silahları Ermeni ve Gürcü gruplara teslim ederek bölgeyi terk etmeye başladılar. Enver Paşa kış ayları olmasına rağmen hemen taarruza geçerek Kafkasları ele geçirmek istiyordu. Bu nedenle 12 Şubat’ta bir taarruz harekâtı başladı ve Osmanlı orduları Azerbaycan’a kadar ilerledi. Bu arada yeni kurulan komünist yönetim “ilhaksız ve tazminatsız barış” talebinde bulununca Almanlar bunu kabul etti ve 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı devleti hem Birinci Dünya Savaşı’nda hem de daha önce 1877-78 savaşında kaybettiği yerleri geri alıyordu. Ancak bölgenin stratejik önemi ve petrol yatakları dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Almanlar Azerbaycan’ı ne Osmanlı’ya ait ne de bağımsız bir Türk devleti olarak görmüyorlardı (Aydemir 1970, c. III, s. 386). Enver Paşa bu durum karşında hemen harekete geçti. Amcası Halil Paşa’yı bütün Şark Orduları Grubu Komutanı, kardeşi Nuri Paşa’yı ise Güney ve Kuzey Kafkasya’ya kumandan ve padişah temsilcisi yaptı. Enver Paşa’nın istekleri ve amacı şuydu (Aydemir, c. III, ss. 387-388): 1. Doğuda ve Kafkasya’da işgaller yaratmak kâfi değildir. 2. Harbe katılsın diye ve harbin ilk safhasında Bulgaristan'a terk ettiğimiz Batı Trakya'dan son topraklarımız geriye verilmeli. Fazla olarak, Bulgaristan Romanya'dan bütün Dobruca’yı aldığı ve Makedonya'dan da genel barışta topraklar alacağı için, Yunanlılardan kurtarılan bütün Batı Trakya, MestaKarasu'ya kadar bize verilmelidir. 85 3. Artık çöken Rus Çarlığı’nın Karadeniz donanmasından bize büyük hisse verilmelidir. 4. Genel barışta, eski Ege adalarımız bize iade edilmelidir. Bunlar açığa vurulan dileklerdi. Bir de açığa vurulmayıp, Enver Paşa’nın şimdi elde bulunan belgelerinden öğrendiklerimiz var: a) İran'da Almanlarla beraber, harpten sonra nüfuz sahibi olmalıyız. b) Azerbaycan'da müstakil bir hükümet kurulmalı. Ama bunun başına geçecek olan reis, daha doğrusu, bu idare, geçici olmalı. Oraya tayin edilecek hükümdar, Halil Paşa ile kendi arasında sır halinde kalmalı. Bu, belki bir Şehzade olabilir. Yahut belki de Enver Paşa hanedanından biri. Meselâ Nuri Paşa... c) Hem Kafkasya'da Enver Paşa’nın tasavvurları yalnız Azerbaycan üzerinde değildir. Bir de, Kuzey Kafkasya ve hele Dağıstan Müslümanları var. Onlar da kurtarılacaktır. Hatta ilk heyetlerini İstanbul’a göndermişlerdir. İlk hedef, Dağıstan’da Şûra şehridir. Ama Çerkezistan’a doğru da yollar açık ve buralarda, bir devlet, bir hükümdar hanedanı geleneği yoktur. O halde?.. d) Nihayet bir de gizli Türkistan Raporu var. Bu raporu da bir heyet getirmiştir. Enver Paşanın elindedir. Bu heyetin de temasları yalnız Enver Paşa’yladır. e) Kaldı ki Kuzey Afrika'da hâlâ bir Osmanlı karargâhı ve teşkilâtı mevcuttur. İtalyanlarla hâlâ savaşılır. Burası Triyeste-Pola sahillerinden (Avusturya) denizaltılarla beslenir. Genel barışta, yani Osmanlı Devleti ile müttefikleri galip gelince, Libya da bir problem olacak. Oraya da bir hükümdar lâzım gelecek. Meselâ zaten orada bulundurulan Şehzade Osman Fuat Efendi. Savaş devresinde, o cephenin fiilen Umumî Kumandam (grup kumandanı) Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’ydı. Ama o, şimdi Kafkasya'ya alınmıştır... f) Harbin sonu zaferle bitince, Osmanlı tahtında da artık; birtakım yaşı geçmiş, kapalı saray duvarları içinde tükenmiş insanlar her halde bırakılamazdı. Demek ki ileride münhal, yani boşalmış bir de Osmanlı tahtı olacak? Almanlar bu isteklerin gerçekleşmesine sıcak bakmadıkları gibi artık Enver Paşa’ya da cephe almaya başlamışlardı. Brest-Litovsk Antlaşması’nda da bu istekler karşılanmamıştı. Ancak ortada da fiilen bir Rus devletinden söz etmek pek mümkün değildi. Bu esnada Romanya’nın da savaştan çekilmesiyle Bükreş’te bir konferans düzenleniyordu. Bu konferansta Osmanlı delegeleri Enver Paşa’nın isteklerini Almanlara bildirdi. Ancak Almanlar bunu sert bir şekilde reddettiler. Almanları temsilen konferansta yer alan Ludendorff, Osmanlı delegesi Zeki Paşa aracılığıyla şu cevabı iletti (Aydemir 1970, c. III s. 405): “General Ludendorff’un yazılı cevabıdır. Başkumandan Paşa hazretlerinin teklifleri, Osmanlı hükümetinin takip etmekte olduğu harp gayesinden, çok ileriye gidiyor. Hem bu husustaki isteklerin bir kere, sulh müzakeresine memur Osmanlı delegesi vasıtasıyla yapılmasını Enver Paşa hazretlerinden rica ederim. Bu suretle, ne netice alınacağını görmüş oluruz.” 86 Bu cevaptan da anlaşılacağı gibi Enver Paşa’nın isteklerinin Almanlar nezdinde pek de kabul edilebilir bir yanı yoktur. Hatta Alman Generali Hindenburg, Kafkaslardaki Osmanlı faaliyetlerini durdurması yönünde Enver Paşa’ya bir ültimatom bile göndermişti (Aydemir 1970, c. III, ss. 443-446). Öyle anlaşılıyor ki Enver Paşa Almaya’nın bu uyarılarını dinlemeyerek Azerbaycan’daki faaliyetlerine devam etmiştir. Bütün bunlar olurken artık 1918’in sonlarına gelinmektedir ve artık mütareke konuşulmaya başlanmıştır. Enver Paşa da artık savaşı kaybettiklerinin farkındadır. Ama en azından Bolşevik İhtilali’nin getirdiği fırsatlardan yararlanmak istemektedir. Bu dönemden sonraki planlarını amcası Hali Paşa’ya gönderdiği şu telgraftan anlamaktayız (Aydemir 1970, c. III, s. 470): “Halil Paşaya, Zatidir 8.10.334 (23.10.1918) Umumî vaziyetin sulha gitmemizi icap ettirdiğini yazmıştım. Bu vaziyette, Azerbaycan’ın teşekkülünü temin etmeyi mühim bir vazife biliyorum. Evvelâ oranın teşkilâtının ikmali için adam, silâh, cephane ile hemen yardım edilsin. Buradan oraya 700.000 lira gönderiyorum. Talât Paşa kabinesi, yani başladığımız harbi iyi bitiremediğimiz için, çekilmek üzereyiz. Ben işsiz şimdilik pek sıkılacağımdan, belki Azerbaycan’a şimdilik seyahat için, bilahare de orada bir hayat eseri görürsem, büsbütün kalmak için hareketi düşünüyorum. Bu hususta mütalaanız nedir?” Bu telgraftan anlaşıldığı gibi artık Enver Paşa her şeyin bittiğinin farkındadır ve maceraya atılma planları yapmaktadır. 5.4.3.7 Savaşın bitişi Mütareke şartları İtilaf Devletleri adına İngiliz donanma komutanlarından biri olan Amiral Arthur Calthorpe tarafından 30 Ekim 1918’de Rauf Bey’e bildirilmişti. Zaten 14 Ekim 1918’de İttihat ve Terakki hükümeti düşmüş, yerine Müşir Ahmet İzzet Paşa başkanlığında yeni bir kabine kurulmuştu. Artık hem İttihat ve Terakki iktidarı sona ermiş hem de Enver Paşa saf dışı kalmıştı. Osmanlı Devleti yenilmiş ve İttihat ve Terakki iktidarı, girişi birçok tartışmalara yol açan ve bu tartışmaların hâlâ devam ettiği Birinci Dünya Savaşı’nı artık kaybetmişti. Bu son, doğal olarak, Osmanlı Devleti’nin de sonu oluyordu (Aydemir 1970, c. III, s. 472). İtilaf Devletleri artık her an İstanbul’a gelebilir ve İttihatçıların yönetici kadrolarını savaş suçlusu olarak yargılayabilirlerdi. Bu nedenle Enver Paşa da dâhil olmak üzere İttihat ve Terakki’nin üst düzey yönetimi yurt 87 dışına çıktı. Anadolu’da ise Mustafa Kemal önderliğinde Türk Kurtuluş Savaşı başladı. Talat Paşa 1921 yılında Almanya’da Ermeni bir suikastçı tarafından öldürüldü. Cemal Paşa 1922’de Tiflis üzerinden Anadolu’ya geçmeye çalışırken iki Ermeni komitacı tarafından suikastla öldürüldü. Enver Paşa ise Orta Asya’ya giderek Basmacılık Hareketi’nin başına geçti ve yaptığı diplomatik girişimler ve askeri deneyimiyle Orta Asya’da Bolşeviklere karşı başarılı mücadeleler verdi. Fakat bu yeterli olmadı ve 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da Ruslara karşı savaşırken öldürüldü. Bir devir böylelikle sona erdi. 88 6. SONUÇ İnsan, Devlet ve Savaş adlı çalışmasında uluslararası ilişkilerde analiz birimleriyle savaş olgusunu açıklamaya çalışan Waltz’a göre; birinci (insan) ve ikinci düzey analiz birimi (devlet) savaşların temel nedenini ortaya koymakta oldukça yetersiz kalmaktadır. Bu yüzden Waltz, savaş olgusunu ve devletlerin birbirleriyle ilişkilerini uluslararası sitemin bizzat kendisi ile açıklamaktadır. Uluslararası sistem de Waltz’ın üçüncü analiz düzeyidir. Buna göre savaşlar uluslararası sistemin anarşik bir yapıda olmasından kaynaklanmaktadır. Enver Paşa örneğinde olduğu gibi, bir devlette iktidarı elinde bulunduran bir yönetici veya yöneticiler grubu, savaş çıkmasını ya da çıkmamasını istese de veya bu süreçlerde yaşanan olaylar ile bir devlette yaşanan iç siyasi dinamikler savaşın görünür nedeni olsa da neorealist bakış açısına göre savaşın asıl nedeni; devletlerarasındaki faaliyetlerde her bir devletin bağımsız hareket etmesi ve bu hareketleri engelleyebilecek bir üst otoritenin olmamasıdır. Örneğin günlük hayatta bireylerin faaliyetlerini sınırlayan bir üst otorite olmasından dolayı bireylerin bazı eylemleri polis ve yargı aracılığıyla cezalandırılabiliyor olmasına rağmen uluslararası ilişkilerde durum bunun tam tersidir. Bu yüzden devletlerin eylemlerini engelleyen bir otoritenin olmamasıyla ortaya çıkan anarşik düzen, savaşların kaçınılmaz nedenidir. Böyle bir ortamda ise varlığını devam ettirmek isteyen devletler kendi başlarının çaresine bakabilmeli (self-help), her alanda kendi kendilerine yetebilmeli ve kısa ve uzun vadeli olarak politik güç dengelerindeki değişimleri iyi anlayarak buna göre eyleme geçmelidir. Yine Birinci Dünya Savaşı örneğinde gördüğümüz gibi, silahlanma yarışının had safhaya ulaştığı bir ortamda, kendi kendine yetemeyen bir devletin tarafsızlığı çoğu zaman bir şey ifade etmez. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda Belçika tarafız bir ülke olarak bir anda Almanya’nın işgaline uğradığında bunu çok acı bir şekilde öğrenmişti. Peki, silahlanma yarışının ortasında kalan ve tarafsız kalmak isteyen bir ülke bunu nasıl başarabilir? Güçler dengesi sisteminde bu sorunu çözen iki yöntem vardır; birincisi, olası bir savaşta tarafsız kalmak isteyen bir devletin kendisinin de silahlanma yarışına katılarak diğer devletleri caydırabilecek kadar güçlü olması. İkincisi ise sistem içinde yer alan devletlerden birinin veya birkaçının diğerlerine saldırmayı göze alamayacağı bir güç dengesi sistemi kurarak savaşın önlenmesi. Yani bir bölgede 89 bulunan en güçlü devletin karşısında en az onun kadar güçlü bir ittifak bloğu kurulması. Bu iki seçeneğin olmadığı veya hayata geçirilemediği durumlarda olası bir savaş durumunda zaten savaşa girmek neredeyse kaçınılmazdır. Osmanlı Devleti üzerinden bu durumu değerlendirecek olursak; Osmanlı Devleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da yaşanan silahlanma yarışında çok geride kalmıştı. Kendi başının çaresine bakamayacak bir durumdaydı. Bu yüzden olası bir büyük savaşta tarafsız kalmasını sağlayabilecek seçenekler düşünüldüğünde Osmanlı Devleti, ne bu silahlanma yarışında Avrupa’nın büyük güçlerine rakip olabilirdi ne de onlara karşı caydırıcı bir güç dengesi sistemi kurabilirdi. Her durumda tarafsız kalması olanaksızdı. Bu da onu sürekli olarak Avrupa’da oluşan güç dengesi sistemlerinde büyük bir devletin yanında ya da belli bir bloğun içinde yer almaya zorluyordu. Örneğin Napolyon Savaşları sürecinde Fransa karşıtı koalisyonda yer alırken, Kırım Savaşı’nda Fransa ile birlikte hareket ederek Rusya’ya karşı oluşan koalisyonun içinde yer alıyordu. Bunu yapmadığı/yapamadığı takdirde bir ya da birkaç devletin Osmanlı Devleti’ni bir yem olarak görmesi kaçınılmazdı. Keza önceki bölümlerde bahsettiğimiz gibi 93 Harbi, Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları Osmanlı Devleti için bu durumun acı birer örnekleriydi. Bu çerçeveden bakıldığında yirminci yüzyılın başlarında güç politikaları ile sarsılan Avrupa’da Osmanlı Devleti’nin olayları uzaktan izleme gibi bir şansı yoktu. Kısa bir süre içinde kendi kendini koruyabilecek bir askeri güce de ulaşamayacağına göre masada çok sınırlı seçenekler kalmaktaydı. Mesela saldırgan devletlere karşı kendini koruyabilecek bir ittifaklar sistemi kurabilirdi. Ancak zaten böyle güçlü bir ittifak oluşturabilecek devletler saldırgan devletlerin bizzat kendisiydi. Dolayısıyla bu seçeneğin hayata geçirilmesi pek mümkün değildi. Bu yüzden hayatta kalabilmek ve bu devletlerden birinin kendisine saldırması halinde, bu saldırıya karşı koyabilmek için silah, asker ve para desteği sağlayabilecek diğer bir saldırgan müttefike ihtiyacı vardı. Adaylar; Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve Almanya idi. Ancak burada şöyle bir sorun vardı ki bu dört devletten üçü zaten Almanya’ya karşı aynı blokta yer alıyordu. Yani aslında Osmanlı Devleti’nin iki seçeneği vardı. Ya İtilaf Devletleriyle anlaşacaktı ya da Almanya ile. Dönemin güçler dengesi sistemine ve belirtilen bu devletlerin coğrafi konum özelliklerine baktığımızda Osmanlı Devleti her iki taraf içinde kritik bir önem arz ediyordu. (Bkz. EK 10) İtilaf ve İttifak bloklarının Avrupa haritası üzerindeki yerleşimi, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını elinde bulunduran Osmanlı Devleti’ni 90 hedef haline getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın gidişatına bakıldığında savaşın bir şekilde Osmanlı Devleti’ne sıçraması kaçınılmaz görünüyordu. İşte bu yüzden Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ile ittifak yaparak girmesinin bu açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Zaten tezimizin dayanağını oluşturan neorealist teoriye göre, sadece Birinci Dünya Savaşı değil, tarihte yaşanmış bütün savaşlar, belli kişilerin şahsi fikirleri, rastlantısal nedenler veya bir şekilde kaza sonucu meydana gelmez. Savaşlar uluslararası sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanır ve bundan dolayı da önceden kestirilebilir. Biz de bu nedenle, tezimizde Osmanlı Devleti’ni ve Birinci Dünya Savaşı’nı bu şekilde ele alarak; Osmanlı Devleti’nin bu savaşa girişini, Enver Paşa’nın, hırs, önyargı veya korkularından ya da Osmanlı Devleti’nin kendi yapısal özelliklerinden değil –Walz’ın analiz düzeyindeki birinci ve ikinci imgeuluslararası sistemin yapısal özelliklerinin ortaya çıkardığı anarşik düzenden kaynaklandığını –Waltz’ın analiz düzeyindeki üçüncü imge- kanıtlarıyla ortaya koymaya çalıştık. Bu noktada bir parantez açarak hem teorik açıklamalar hem de ortaya koyduğumuz verilerle iddia ettiğimiz bu tezleri destekleyen çok önemli bir değerlendirmeye yer vermek gerekiyor. Uluslararası sistemin yapısal özelliklerini ve reelpolitik uygulamaların kurallarını çok iyi bildiğini düşündüğüm, İttihat ve Terakki bünyesinde yer almış, Birinci Dünya Savaşı’nda aktif olarak birçok cephede görev yapmış, Türk Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Atatürk’ün, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili mecliste yaptığı değerlendirme tezdeki iddialarımızın bir özeti niteliğindedir. Değerlendirme şu şekilde (T.B.M.M.Z.C, s. 21): “Harb-i Umumi’ye (Birinci Dünya Savaşı) iştirak etmemek en iyi arzu idi; fakat buna imkân-ı maddi mevcut değildi. Çünkü savaşa girmemek silahlı bir bitaraflılığı (tarafsızlığı) yani Boğazların kapalı bulundurulmasını icap ettiriyordu. Hâlbuki vatanımızın mevki-i coğrafisi, İstanbul’un vaziyeti sevkülceyşi (stratejisi) ve Rusların İtilaf Hükümetleri yanında yer almaları bizim seyirci kalmamıza asla müsait değildi. Bundan başka silahlı bir bitaraflılığın idamesi için paramız, silahımız, sanayimiz hulasa lazım olan vesaitimiz mevcut değildi. İngilizlerin gemilerimize el koyması, harbe girişimizden dört ay evvel Osmanlı zararına bir Ermeni Cumhuriyeti teşkiline karar vermeleri ve Bolşeviklerin yayınladığı gizli antlaşmalardan (Bkz. Ek 8) anlaşıldığına göre İstanbul’un Çarlık Rusyası’na vaat edilmesi harbe İtilaf Devletleri aleyhine girmekliğin gerekliliğini gösteren delillerdir.” 91 Atatürk’ün Enver Paşa ile arasının pek de iyi olmadığı bilinmektedir. Buna rağmen Atatürk’ün yukarıda yaptığı tarafsız değerlendirme bize, Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girişinin, uluslararası sistemin yapısal özelliğinden kaynaklandığını ve bu olayın nedenlerinin belli kişilerin şahsi tercihlerine bağlı olmadığının en önemli göstergelerindendir. Ayrıca Atatürk, Lozan Antlaşması’nın hemen ardından Almanya ile yakın ilişkiler kurmuş ve iki ülke arasında 3 Mart 1924’te bir dostluk anlaşması imzalanmıştır. Çünkü reelpolitik bunu gerektirmektedir. Sonuç olarak on dokuzuncu yüzyıldan itibaren ve özellikle Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı Devleti’nin dış politikası sadece bir ya da birkaç kişinin kişisel istekleri ve ideolojileri etrafında şekillenmemiştir. Uluslararası sistemin anarşik yapısı ve bu yapı nedeniyle ortaya çıkan güçler dengesi sistemi, Osmanlı Devleti’ni, hayatta kalabilmek için çeşitli ittifak arayışlarına yönlendirmiştir. Belirtilen süreçlerde Enver Paşa, İttihat ve Terakki yöneticileri ve Osmanlı Devleti’nin yapısal özelliklerinin rolü ise sadece süreci hızlandırmak olmuştur. Yani neorealist teori ve Waltz’ın analiz düzeyinin üçüncü imgesine göre Enver Paşa’nın iktidarda olduğu dönemdeki dış politika stratejileri ve Osmanlı dış politikasına olan etkisi uluslararası sistemin yapısal özelliklerinin sınırlandırmaları etrafında şekillenmiştir. 92 KAYNAKÇA Kitaplar Adıgüzel, H., 2018. İttihat ve Terakki tarihi – yalanlar geçekler. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları. Ahmad, F., 1985. İttihat ve Terakki’nin Dış Politikası (1908-1919). Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi. 2, İstanbul: İletişim. ss. 293-304 Ahmad, F., 1969. The Young Turks: the Committee of Union and Progress in Turkish Politics, 1908–1914. New York: Oxford University Press. Akbay, Cemal., 2014. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri hazırlıkları ile harbe girişi. Ankara: Genelkurmay Personel Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı Yayınları. Aksakal, M., 2010. Harb-i Umumi eşiğinde Osmanlı - Osmanlı Devleti son savaşına nasıl girdi? 1. Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Akşin. S., 1995. Türkiye Tarihi. 4, İstanbul: Cem Yayınevi. Akşin. S., 2018. Kısa Türkiye tarihi. 14. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Akyıldız, A., 2010. Tanzimat. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 40, İstanbul: TDV. ss. 1-10 Arı. T., 2013. Uluslararası ilişkiler teorileri. 8. Baskı. Bursa: MKM Yayıncılık. Armaoğlu, F., 1994. 20. Yüzyıl siyasi tarihi 1914-1980. 1, 10. Baskı. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Aydemir, Ş. S., 1970. Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa. 1. Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi. Aydın, E., 2012. Osmanlı'nın son savaşı Turan hayalinden Sevr'e. İstanbul: Kırmızı Yayınları. Babacan, H., 2002. Enver Paşa. Türkler Ansiklopedisi. 13, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. ss. 263-272 Balcı, N., 2018. Çanakkale Savaşı. İstanbul: Remzi Kitabevi. Bardakçı, M., 2015. Enver. 1. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 93 Belen, F., 1973. 20. yüzyılda Osmanlı Devleti. İstanbul: Remzi Kitabevi. Beydilli, K., 2010. Şark Meselesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 38, İstanbul: TDV. ss. 352-357 Bleda, M. Ş., 1979. İmparatorluğun Çöküşü. İstanbul: Remzi Kitabevi. Bozdağlı, Y., Arman. M. N., 2012. Uluslararası Politika. 1, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları Buçukcu, Ö., 2014. 1908-1913 Osmanlı dış politikası buhran-ı meşrutiyet. 1. Baskı. İstanbul: Tezkire Yayıncılık. Carr. E. H., 1941, The twenty years’ crisis 1919-1939. London: Macmillan and Co. Limited. Cengiz, H. E. (Hzl.), 2017. Enver Paşa’nın anıları 1881-1908. 9. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Cengizer, A., 2017. Adil hafızanın ışığında Osmanlı’nın son savaşı. 3. Baskı. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Clausewitz, C, V. 1975. Savaş üzerine. Ş. Yalçın (Çev.), 1. Baskı. İstanbul: May Yayınları. Davies, N., 2011. Avrupa Tarihi. B. Çığman ve diğ. (Çev.), 2. Baskı. Ankara: İmge Kitabevi. Donnelly, J., Burchill, S., Linklater, A., Devetak, A., Nardin, T., Paterson, M., Smit, C., True, J., 2014. Uluslararası ilişkiler teorileri. M. Ağcan, A. Aslan (Çev.) 5. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları. Erickson, E. J., 2003. Size ölmeyi emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu. M. T. Akad (Çev.), İstanbul: Kitap Yayınevi. Erikan, Celal., 2001. Komutan Atatürk. 3. Baskı. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. Erim, N., 1953. Devletlerarası hukuku ve siyasi tarih metinleri (Osmanlı İmparatorluğu andlaşmaları). 1, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları. Gencer, A. İ., Özel, S., 2016. Türk inkılâp tarihi. İstanbul: Der Kitabevi Hale, W., 2003. Türk dış politikası. P. Demir (Çev.), İstanbul: Mozaik. Kut, H., 1972. Bitmeyen Savaş. İstanbul: Yaylacık Matbaası Heywood, A., 2015. Siyaset. B. Özipek ve diğ. (Çev.) 15. Baskı. Ankara: Adres Yayınları. 94 Heywood, A., 2014. Küresel Siyaset. N. Uslu, H. Özdemir (Çev.) 3. Baskı. Ankara: Adres Yayınları. Hobbes, T., 2013. Leviathan. S. Lim (Çev.) 11. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. İnan, A., (Hzl.), 1997. Enver Paşa’nın Özel Mektupları. Ankara: İmge Kitabevi. Kabacalı, A. (Hzl.), 2017. Talât Paşa’nın anıları. 10. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Kabacalı, A. (Hzl.), 2006. Cemal Paşa: Hatıralar. 2. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Kaplan, M.A., 2005. System and process in international politics. Colchester: ECPR Press. Karabekir, K., 2011. Birinci Dünya Savaşı anıları. 1. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Karal, E.Z., 1999. Osmanlı Tarihi. 9, 2. Baskı. Ankara: Türk Tarih Kurumu. Kardaş, Ş., Balcı, A., 2014. Uluslararası ilişkilere giriş. 3. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları. Kaşıyuğun, A., 2015. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi. İstanbul: Yeditepe Yayınevi. Kent, M., 2005. The Great Powers and the End of the Ottoman Empire. London: Frank Cass. Kissinger, H., 2000. Diplomasi. İ.H. Kurt (Çev.), 2. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Kissinger, H., 2016. Dünya düzeni. S.S. Gül (Çev.), 1. Baskı. İstanbul: Boyner Yayınları. Kösoğlu, N., 2008. Şehit Enver Paşa. 5. Baskı. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Kress, V., 2007. Son Haçlı seferi-kuma gömülen imparatorluk. T. Balaban (Çev), İstanbul: Yeditepe Kuran, A. B., 2000. İnkılâp tarihimiz ve Jön Türkler. 2 Baskı. İstanbul: Kaynak Yayınları. Lenin, V. İ., 2006. Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması. Cemal Süreyya (Çev.), 11. Baskı. Ankara: Sol Yayınları. Machiavelli, N., 1994. Prens. N. Güvenç (Çev.), 2. Baskı. İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi. 95 Mantran, R., 1995. Osmanlı İmparatorluğu tarihi. 2, S. Tanilli (Çev), İstanbul: Cem Yayınevi. Menteşe. H., 1986. Osmanlı Mebusan Meclisi reisi Halil Menteşe’nin anıları. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları. Muhtar. M., 1999. Maziye bir nazar-Berlin Antlaşması’ndan Harb-i Umumi’ye kadar Avrupa ve Türkiye - Almanya münasebetleri. 2. Baskı. İstanbul: Ötüken Neşriyat. McMeekin, S., 2013. I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın rolü. N. Elhüseyni (Çev), 1. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Morgenthau, H. J., 1949. Politics among nations. 2. Printing. New York: Alfred A. Knopf Mütercimler, E., 2005. Gelibolu 1915. 6. Baskı. İstanbul: Alfa Basın Yayın. Orbay. R., 1993. Cehennem değirmeni – siyasi hatıralarım. 1, İstanbul: Emre Yayınları. Ortaylı, İ., 1987. İmparatorluğun en uzun yüzyılı. 2. Baskı. İstanbul: Hil Yayın. Ortaylı, İ., 2017. İmparatorluğun son nefesi – Osmanlı’nın yaşayan mirası cumhuriyet. 8. Baskı. İstanbul: Timaş Yayınları. Proudhon, J. P., 1998. Mülkiyet nedir? V.G. Üretürk (Çev.), 2. Baskı. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları. Quataert, D., 2016. Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922. A. Berktay (Çev.), 10. Baskı. İstanbul: İletişim. Ritter, G., 1958. The Schlieffen plan: critique of a myth. E&A Wilson (Çev.), London: Oswald Wolf Limited. Roux, J. P., 2015. Türklerin Tarihi- Pasifik'ten Akdeniz’e 2000 Yıl. A. Kazancıgil, L. Özcan (Çev.), İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Sâbis, A. İ., 1991. Harp hatıralarım – Birinci Dünya Harbi. 4, İstanbul: Nehir Yayınları. Sander, O., 2008. Anka’nın yükselişi ve düşüşü – Osmanlı diplomasi tarihi üzerine bir deneme. 3. Baskı. Ankara: İmge Yayınları. Sivridağ, A., Gurulkan, K., Genç, Y. İ., Demirbaş, U., Köse, R., Karaca, Y., Kırca, E., Şeker, K., Albayrak, M., Ergun, A., 2013. Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya Harbi. İstanbul: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı. Soyak, H. R., 1973. Atatürk’ten hatıralar. İstanbul: Yapı ve Kredi Yayınları Strachan, H., 2014. Birinci Dünya Savaşı. Ü. H. Yolsal (Çev.), Ankara: Say Yayınları. 96 Shaw, S.J., 2014. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu. 1, B.S. Aydaş (Çev.), Ankara: TTK Yayınları. Shaw, S.J., Shaw, E. K., 1983. Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye. M. Harmancı (Çev.), İstanbul: E Yayınları. Şakir, Z., 2001. Yakın tarihin üç büyük adamı; Talat, Enver, Cemal Paşalar. İstanbul: Akıl Fikir Yayınları. Tekin, A., 2016. Enver Paşa ve dönemi. 1. Baskı. İstanbul: Kariyer Yayıncılık. Tekin, Z., 2017. İmparatorluğun son kurşunu Enver Paşa. İstanbul: Yakın Plan Yayınları. Tonguç, F., 2015. Birinci Dünya Savaşı’nda bir yedek subayın anıları. 5. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Trumpener, U., 1968. Germany And The Ottoman Empire 1914-1918. Princeton: Princeton University Press. Tuncer, H., 2000. 19. Yüzyılda Osmanlı-Avrupa ilişkileri (1814-1914). 1. Baskı. Ankara: Ümit Yayıncılık. Tuncer, H., 2017. 1914 Yılında Osmanlı İmparatorluğu. 100. Yılında Birinci Dünya Savaşı. Ankara: Kripto Basın Yayın. S. 209-232 Turan, İ., 2004. İsmet İnönü; konuşma, demeç, makale, mesaj ve söyleşileri 1970-1973. Ankara: T.B.M.M Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayınları. Uçarol, R., 1995. Siyasi tarih (1789-1994). 4. Baskı. İstanbul: Filiz Kitabevi. Ülman, H., 1985. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e dış politika ve doğu sorunu. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi. 2, İstanbul: İletişim. ss. 272-292 Waltz, K. N., 2009. İnsan, devlet ve savaş: teorik bir analiz. E. Bozkurt, S. Kanat, S. Yalçıner (Çev.), 1. Baskı. Ankara: Asil Yayın Dağıtım Waltz, K. N., 2015. Uluslararası politika teorisi. O. Binatlı (Çev.), Ankara: Phoenix Yayınevi. Waltz, K. N., Quester, G. H., 1982. Uluslararası ilişkiler kuramı ve dünya siyasal sistemi. E. Onulduran (Çev.), Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları. Yamauchi, M., 1995. Hoşnut Olmamış Adam Enver Paşa. 1. Baskı. Ankara: Bağlam Yayıncılık. 97 Yasamee, F.A.K., 1999. Avrupa İttifaklar sistemi içerisinde Osmanlı İmparatorluğu. Osmanlı Ansiklopedisi. 2, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. ss. 35-43 98 Süreli Yayınlar Akbulut, İ., 2014. 160. Yıldönümünde Kırım Savaşı. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi. 208, ss. 333-350 Aydın, M., 1943. Uluslararası ilişkilerde yaklaşım, teori ve analiz. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi. 51 (1), ss. 71-114 Bolat, M., 2014. 1876-1914 Arası Osmanlı Devleti dış politikasının genel bir değerlendirmesi. Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 1 (1), ss. 16-28 Çınar, B., 2014. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı jeopolitiğinin rolü. Akademik Bakış. 8 (15), ss. 39-56 Çınar, B., 2014. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın iki cepheli savaş sorunu. Güvenlik Stratejileri Dergisi. 20, ss. 149-197 Dördüncü, M., 2001. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1841 Londra Sözleşmesi’ne kadar boğazlar meselesi. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler dergisi. 3 (1), ss. 73-89 Efe, İ., 2015. 1774 1914 Yılı Başından Birinci Dünya Savaşı’na Orduyu Modernleştirme Çabaları ve Türk-Alman İttifakı. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler dergisi. 5 (2), ss. 123-136 Erşan, M., 2009. Hüseyin Fevzi Bey’in, Enver Paşa-İslam İhtilal Cemiyeti İttihadı – Anadolu arasındaki ilişkilere dair raporu. Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic. 4 (3), ss. 952-975 Fraser, G., 1988. Enver Pasha’s bid for Turkestan 1920-1922. Canadian Journal of History. 22, pp. 197-211 Gencer, F., 2015. Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın Osmanlı-İngiliz ilişkilerine yansımaları. Tarih Araştırmaları Dergisi. 34 (58), ss. 629-650 Giplin. R., 1996. No one loves political realist, Security Studies. 5, ss. 7-8. Güven, T., 2016. Osmanlı İmparatorluğu’nda âyanlar, sermaye birikimi ve girişimcilik. Türkiye İslam İktisadı Dergisi. 3 (1), ss. 63-88 Karpat, K., 2004. The entry of the Ottoman Empire into World War I. Belleten. 68 (253), pp. 1-40 99 Kaşıyuğun, A., 2009. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmeden önceki ittifak arayışları. International Journal of History. 1 (1), ss. 318-341 Keleşyılmaz, V., 1999. Belgelerle Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş süreci. Erdem. 10 (31) ss.139-153 Kılıç, S., 2016. Alman deniz ataşesi Humann’ın mektuplarında Enver Paşa. Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. 77, ss. 109-130 Kış, S., 2017. Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren Goeben ve Breslau gerçeği. Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı. 22, ss. 63-86 Koloğlu, O., 2002. İttihatçıların Şefi Enver Paşa. Popüler Tarih. 24, ss. 51-55 Swanson, G. W., 1980 Enver Pasha. The formative years. Middle Eastern Studies. 16 (3), pp. 193-199 Yılmaz, V., 1992. I. Dünya Harbi ve 2 ağustos 1014 tarihli Türk-Alman İttifak Anlaşması. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi. 51, ss. 121-131 Zeyrek, S., 2015. Almanya’nın Çanakkale Savaşları’nda Yürüttüğü Politikalar. Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi. 2 (2), ss. 38-49 100 Diğer Yayınlar Ahmad, F., 2015. Enver Pasha, Ismail (online). International Encyclopedia of the First World War. https://encyclopedia.1914-1918-online.net/article/pasha_enver/201509-18. (Erişim tarihi 24 Ocak 2016) Alkan. N., 2014. Alman Kaynaklarına Göre Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Girmesi. 1914’ten 2014’e 100’üncü Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı Anlamak Sempozyumu. 2014 İstanbul. İstanbul: T.C. Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü. Buçukcu, Ö., 2012. II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Hükümetleri ve Osmanlı Dış Politikası. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE. Doğan, C., 1998. Enver Paşa’nın Yurt Dışındaki Hayatı ve Mücadelesi. Yüksek Lisans Tezi. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi SBE. Doğanay, P., 2016. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda Görev Yapan Alman Subayları. Yüksek Lisans Tezi. Aksaray: Aksaray Üniversitesi SBE. Fendoğlu, H. T., 2015. İkinci Meşrutiyet Sonrasında Osmanlı’da Politik Yaşam. 100. Yılında I. Dünya Savaşı Sempozyumu. 2014 Budapeşte, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları. ss. 37-56 Kaşıyuğun, A., 2014. Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışları ve I. Dünya Savaşı’na Girişi (1911-1914). Doktora Tezi. Kahramanmaraş: Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi SBE. Kaynak, N., 2016. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Donanması ve Alman Donanması Arasındaki İlişkiler. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi SBE. Okur, M., Göktaş, S., 2014. Birinci Dünya Savaşı Sürecinde Meclis-i Umumi’de Görüşülen Başlıca Askerî Meseleler. 2014 İstanbul, İstanbul: Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü. ss. 283-310 Öncü, E., 2003. The Beginnings of Ottoman-German Partnership. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Bilkent Üniversitesi. Özbozdağlı, Ö., 2005. İttihat ve Terakki’nin Balkan Siyaseti. Yüksek Lisans Tezi. Hatay: Mustafa Kemal Üniversitesi SBE. 101 Özdil, M., 2017. İttihat ve Terakki Dönemi Osmanlı-Almanya İlişkileri. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Yeni Yüzyıl Üniversitesi SBE. Penix, M. D., 2013. The Ottoman Empire in World War I: A Rational Disaster. Thesis for the Degree of Master of Arts. Michigan: Eastern Michigan University Phillips, J., 2012. The Eastern Crisis 1875 -1878 in British and Russian Press and Society. Thesis for the PhD Degree. Nottingham: University of Nottingham. T.B.M.M Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cild 1, İçtima Senesi 1, Ankara: T.B.M.M. Kütüphanesi Turlybek, A., 2013. Enver Paşa 1918-1922. Doktora Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE. Uzman, N., 2008. İttihat ve Terakki Dönemi Türk-Rus İlişkileri. Yüksek Lisans Tezi. Kars: Kafkas Üniversitesi SBE. Yanıkdağ, Y., 2014. Ottoman Empire/Middle East (online). International Encyclopedia of the First World War. https://encyclopedia.1914-1918- online.net/article/ottoman_empiremiddle_east. (Erişim tarihi 24 Ocak 2016) 102 EKLER 103 EK 1: Afrika’nın sömürgeleştirilmesi 104 EK 2: Makedonya Sorunu 105 EK 3: Kâmil Paşa, İngiliz Kraliçesi Mary ve İngiliz Kralı V. George EK 4: Bâb-ı Âli Baskını 106 EK 5: Bulgar orduları Çatalca önlerinde. EK 6: Birinci Balkan Savaşı sonucunda ortaya çıkan tablo 107 EK 7: Üçlü İtilaf kuruluyor. 108 EK 8: Sykes – Picot – Sazanov gizli anlaşmasına göre Türkiye’nin taksimi. EK 9: Göben kruvazörü 109 EK 10: 1914 Avrupa ittifaklar sistemi 110