Uploaded by User1629

ENVER PAŞANIN OSMANLI DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ

advertisement
T.C.
BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
ENVER PAŞA’NIN OSMANLI DIŞ
POLİTİKASINA ETKİSİ
Yüksek Lisans Tezi
MUZAFFER TÜRK
İSTANBUL, 2018
T.C.
BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KÜRESEL SİYASET VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER
PROGRAMI
ENVER PAŞA’NIN OSMANLI DIŞ
POLİTİKASINA ETKİSİ
Yüksek Lisans Tezi
MUZAFFER TÜRK
Tez Danışmanı: DR. VİRON MATARANGAS
İSTANBUL, 2018
T.C.
BAHÇEŞEHİR ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KÜRESEL SİYASET VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER PROGRAMI
Tezin Adı: Enver Paşa’nın Osmanlı Dış Politikasına Etkisi
Öğrencinin Adı Soyadı: Muzaffer Türk
Tez Savunma Tarihi: 01.06.2018
Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları yerine getirmiş olduğu Sosyal
Bilimler Enstitüsü tarafından onaylanmıştır.
Doç. Dr. BURAK KÜNTAY
Enstitü Müdürü
İmza
Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları yerine getirmiş olduğunu onaylarım.
Ünvan, Adı ve SOYADI
Program Koordinatörü
İmza
Bu Tez tarafımızca okunmuş, nitelik ve içerik açısından bir Yüksek Lisans tezi olarak
yeterli görülmüş ve kabul edilmiştir.
Jüri Üyeleri
__ İmzalar
Tez Danışmanı
Dr. Viron MATARANGAS
------------------------------------
Üye
Dr. Gaye İLHAN DEMİRYOL
------------------------------------
Üye
Dr. Hande PAKER
------------------------------------
TEŞEKKÜR
Hem ders aşamasında hem de bu çalışmanın ortaya çıkış sürecindeki katkıları nedeniyle
Bahçeşehir Üniversitesi’nin değerli hocalarına ve özellikle tez yazım aşamasında en
başından itibaren desteklerini benden esirgemeyen, Dr. Viron Matarangas’a teşekkürü
bir borç bilirim.
Muzaffer Türk
ÖZET
ENVER PAŞA’NIN OSMANLI DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ
Muzaffer Türk
Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Programı
Tez Danışmanı: Dr. Viron Matarangas
Mayıs 2018, 110 Sayfa
Bu çalışmanın temel amacı, Enver Paşa’nın yaklaşık altı yüz yıllık bir imparatorluğun
yıkılış sürecindeki etkisini araştırmaktır. Araştırma yapılırken konu hakkında yazılmış
kitaplar, makaleler, gazeteler ve devletler arası anlaşmalar temel veri kaynağı olarak
kullanılmıştır. Araştırma sonucuna göre uluslararası ilişkilerde bir devletin dış
politikasının sadece insan faktörüyle açıklanmasının yetersiz olduğu ve Osmanlı
Devleti’nin yıkılış sürecindeki dış politikasında Enver Paşa’nın kişisel fikirleri ve
tercihlerinden ziyade devletin iç yapısı ile özellikle uluslararası sitemin anarşik
yapısının etki ettiği tespit edilmiştir. Teorik çerçeveden bakıldığında Enver Paşa’nın dış
politikada yapmak istedikleri ve yaptıkları kişisel tercihlerden çok reelpolitik ile
açıklanabilmektedir. Sonuç olarak uluslararası sistemin anarşik yapısı, XX. yüzyılın
başlarında oldukça güçsüz ve yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’ni hayatta kalabilmek
adına çeşitli ittifaklara girmeye zorlamıştır. Enver Paşa da bu süreci hızlandıran
aktörlerden sadece biri olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Enver Paşa, İttihat ve Terakki, Osmanlı Devleti, Neorealizm
iv
ABSTRACT
ENVER PASHA’S IMPACT ON OTTOMAN EMPIRE’S FOREIGN POLICY
Muzaffer Türk
The Graduate School of Social Sciences
Global & International Affairs Program
Thesis Supervisor: Dr. Viron Matarangas
May 2018, 110 Pages
The main aim of this study is to investigate Enver Pasha's impact of a nearly six
hundred year old Ottoman Empire on the collapse. While conducting research, books,
articles, newspapers and interstate agreements about the subject were used as basic data
sources. According to the result of the research, it is inadequate to explain foreign
politics of a state with only a human factor. Besides, internal structure of the state and
especially anarchic nature of the international system rather than Enver Pasha’s
personal ideas and preferences had effect on foreign politics in the period of Ottoman
Empire collapse. Judging from the theoretical framework, what Enver Pasha wanted to
do and did can be opened with realpolitik rather than personal preferences. As a result,
the anarchic structure of the international system forced the Ottoman Empire which was
very weak and demolished in the early part of twentieth century
to enter various
alliances in order to survive. Enver Pasha was only one of the actors that accelerated
this process.
Keywords: Enver Pasha, The Committee of Union and Progress, Ottoman Empire,
Neorealism
v
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR .........................................................................................................viii
1. GİRİŞ .......................................................................................................................... 1
2. TEORİK ÇERÇEVE ............................................................................................... 11
2.1 SAVAŞ VE BARIŞ ....................................................................................... 11
2.1 REALİZM/NEOREALİZM ...................................................................... 13
3. AVRUPA UYUMU VE ENVER PAŞA’DAN ÖNCE OSMANLI DIŞ
POLİTİKASI .............................................................................................................. 18
3.1 TARİHSEL SÜREÇ ..................................................................................... 18
3.2 AVRUPA’NIN HASTA ADAMI VE DOĞU SORUNU............................ 20
4. ENVER PAŞA’NIN İLK YILLARI ....................................................................... 27
4.1 ENVER PAŞA’NIN AİLESİ VE EĞİTİM HAYATI ................................27
4.2 ENVER PAŞA’NIN İLK GÖREVLERİ VE SİYASİ FAALİYETLERİ
..………………………………………………………………………………..... 27
5. XX. YÜZYIL BAŞLARINDA OSMANLI DIŞ POLİTİKASI VE ENVER PAŞA
........................................................................................................................................ 29
5.1 REVAL GÖRÜŞMELERİ VE II. MEŞRUTİYET’İN İLANI ................ 29
5.2 TRABLUSGARP SAVAŞI .......................................................................... 34
5.3 BALKAN SAVAŞLARI VE BÂB-I ÂLİ BASKINI .................................. 36
5.4 I. DÜNYA SAVAŞI ...................................................................................... 45
5.4.1 Osmanlı - Alman ittifakı ................................................................. 48
5.4.2 İttifaktan savaşa ............................................................................... 68
5.4.3 Bir devrin sonu ................................................................................. 78
5.4.3.1 Kafkas cephesi ............................................................................... 79
5.4.3.2 Kanal harekâtı .............................................................................. 80
5.4.3.3 Irak cephesi ................................................................................... 82
5.4.3.4 Çanakkale cephesi ........................................................................ 83
5.4.3.5 Suriye-Filistin cephesi .................................................................. 84
5.4.3.6 Bolşevik İhtilali ve Kafkas cephesinin ikinci safhası ................. 85
5.4.3.7 Savaşın bitişi .................................................................................. 87
6. SONUÇ ..................................................................................................................... 89
vi
KAYNAKÇA ................................................................................................................ 93
EKLER ....................................................................................................................... 103
Ek 1 Afrika’nın Sömürgeleştirilmesi ............................................................ 104
Ek 2 Makedonya Sorunu ............................................................................... 105
Ek 3 Kâmil Paşa, İngiliz Kraliçesi Mary ve İngiliz Kralı V. George …...... 106
Ek 4 Bâb-ı Âli Baskını .................................................................................... 106
Ek 5 Bulgar Orduları Çatalca Önlerinde .................................................... 107
Ek 6 Birinci Balkan Savaşı Sonucunda Ortaya Çıkan Tablo .................... 107
Ek 7 Üçlü İtilaf Kuruluyor ............................................................................ 108
Ek 8 Sykes – Picot – Sazanov Gizli Anlaşmasına Göre Türkiye’nin Taksimi
............................................................................................................................. 109
Ek 9 Göben Kruvazörü .................................................................................. 109
Ek 10 1914 Avrupa İttifaklar Sistemi ............................................................. 110
vii
KISALTMALAR
ANZAC
: Australian and New Zealand Army Corps
BOA
: Başbakanlık Osmanlı Arşivi
HİF
: Hürriyet ve İtilaf Fırkası
İTC
: İttihat ve Terakki Cemiyeti
TBMMZC : Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi
TDV
: Türkiye Diyanet Vakfı
TSK
: Türk Silahlı Kuvvetleri
TTK
: Türk Tarih Kurumu
SBE
: Sosyal Bilimler Enstitüsü
viii
1. GİRİŞ
Enver Paşa,1 1881 yılında İstanbul’da doğumundan, 1922’de Orta Asya bozkırlarında
Bolşevikler tarafından öldürülmesine kadar Türk tarihinin bir dönemine damgasını
vurmuş, şüphesiz en önemli şahsiyetlerden biridir. Enver Paşa’nın yaşadığı dönemin;
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı ve yeni bir devletin doğduğu sancılı bir sürece
denk gelmesinden dolayı kendisiyle ilgili tartışmalar günümüzde de devam etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girmesi ve savaş
sonunda yıkılmasının sorumluluğu genel olarak Enver Paşa’ya ya da başkalarına
yüklendiği için o dönemde uluslararası ilişkileri etkileyen temel faktörler göz ardı
edilmektedir. Tezimiz; bu düşüncelerin yanlışlığını ortaya koyarak, Osmanlı Devleti’nin
Birinci Dünya Savaşı’na girişini uluslararası ilişkilerin yapısal özelliklerinden
kaynaklandığını açıklamak üzerine dayalı olduğundan, öncelikle bu düşüncelere
örnekler vererek başlamak gerekiyor. Tezimizi destekleyen argümanlara ise ilerleyen
bölümlerde yer vereceğiz. Şimdi öncelikle Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak
yaparak Birinci Dünya Savaşı’na girişinin sorumluluğunu Enver Paşa’ya yükleyen
görüşlere bakalım;
Enver Paşa konusunda uzman olan ve konumuz ile ilgili temel kaynak eser olan
Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa kitabını yazan Şevket Süreyya Aydemir’e
göre Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin bütün sorumluluğu Enver Paşa’nındır.
Kitabında bu düşüncesini şu şekilde yazmıştır (Aydemir 1970, c. II, s. 506):
“Birinci Dünya Harbi’nin, baş adamı olduğu kadar, bilerek sorumlusu da, elbette ki
Enver Paşa’dır. Ve Enver Paşa, bu sahnenin ve dramın ön planında, tâ baştan
sonuna kadar yer alır.”
Osmanlı tarihi alanında dünyaca ünlü en önemli uzmanlardan biri olan Stanford J.
Shaw, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili yazdığı bir kitapta, Enver Paşa’yı kastederek
kitabın içeriğiyle ilgili şunu söylemektedir (2014, s. 3):
Tam ismi İsmail Enver’dir. Ayrıca paşalık (generallik) rütbesine yükselmesi 1914’te olacaktır. Ancak
biz metinde bu ayrımı yapmayacağız.
1
1
“Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda korkunç
olaylar meydana geldi. Bu olayların nasıl ve neden vuku bulduğunu anlamak ve
açıklamak için bir girişimde bulunulmuş, öyle ya da böyle dâhil olan çeşitli
taraflardan hangisini ne kadar suçlayacağına karar vermek okura bırakılmıştır.”
Yine Stanforf J. Shaw’ın Ezel K. Shaw ile birlikte yazdığı Osmanlı İmparatorluğu ve
Modern Türkiye adlı kitapta, İtilaf Devletlerinin Osmanlı Devleti’ni tarafsız tutabilmek
için uğraştıklarını ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü konusunda istediği bütün
güvenceleri verebileceklerini ancak Enver Paşa’nın buna engel olduğunu belirtmektedir
(1983, ss. 374-375).
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini ideolojik bir bakış açısıyla
değerlendiren gazeteci yazar Erdoğan Aydın, kitabında; Osmanlı Devleti’nin,
Almanya’nın yanında savaşa girmesinin bütün sorumluluğunun Enver Paşa’ya ait
olduğunu şu şekilde belirtiyor (2012, ss. 11-15):
“…Osmanlı, Almanya ile işbirliği içinde olup içeride gerçek bir diktatörlük kurmuş
olan bazı yöneticilerinin komplosuyla savaşa sürüklenecekti. Kısacası Osmanlı’yı
tarihten silip toplumunun felaketi olan bu son savaş, tipik bir derin devlet
operasyonu olacaktı.
…kritik dönemeçlerde etkin siyasal araçlara, hele ki mutlak yetkilere sahip olmuş
bireylerin, sürecin gidişatını belirleyebildiği pek çok örnekle sabit. İşte I. Dünya
Savaşı öncesi ve savaş sürecinde Enver Paşa’nın böyle bir rolü olacaktır.”
“Gelibolu 1915” kitabının yazarı Erol Mütercimler, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya
Savaşı’nda Almanya’nın yanına “siyasi” olarak Enver Paşa tarafından itildiğini şu
şekilde belirtiyor (2005, ss. 4-9):
“…Neredeyse sekiz buçuk ay sürmüş olan Gelibolu kara muharebelerine yol açan
gelişmelerin başlangıcı, siyasi olarak Almanya’nın yanına itilişidir.
… 22 Temmuz 1914 tarihinde Harbiye Nazırı Enver Paşa, Almanya’nın İstanbul
büyükelçisi Baron von Wangenheim’a ittifak teklifinde bulunmuştur. 2 Ağustos
1914’te de Osmanlı Devleti ile Almanya arasında birlikte hareket etme antlaşması
imzalanır. Bu anlaşma, Osmanlı devlet adamlarının iddia ettikleri gibi yalnızca
savunma amaçlı değil, gerektiğinde saldırı amaçlı ve ülkeyi her an savaşa
sürükleyebilir içerikteydi. Enver Paşa ve Sait Halim Paşa, hükümetin onayını
almadan alelacele ve savaşa Almanya tarafından sürüklenebileceklerini bile bile
antlaşmayı imzalamakta tereddüt etmemişlerdir.”
2
Birinci Dünya Savaşı’nda aktif olarak görev almış bir bürokrat olan Hasan Rıza Soyak,
Atatürk’ten Hatıralar kitabında Enver Paşa’yı kastederek; Osmanlı Devleti’nin başında
bulunanların bir oldu-bittisi ile savaşa girdiğini belirtmektedir (1973, s. 75).
T.S.K’de general olarak uzun yıllar hizmet etmiş olan ve Komutan Atatürk kitabını
yazan Celal Erikan, kitabında Osmanlı Devleti’nin, Enver Paşa’nın kişisel isteği ve
oldu-bittisiyle savaşa girdiğini belirtmektedir (2001, s. 98).
Birinci Dünya Savaşı’nda görev almış bir general ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra
aktif bir siyasetçi olan Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti kitabında, o dönemde
yaşanan olayların kişisel kararlara göre şekillendiğini şu şekilde belirtmektedir (1973, s.
194):
“O dönemde, Amerika dışında bütün büyük devletler gizli antlaşmalar yapmakta
idiler. Fakat müşterek sorumluluk taşıyan bir antlaşmanın birkaç kişinin bilgisi ile
imzalanması, savaşın eşiğinde durum anlaşılmadan antlaşma isteğinde bulunulması,
tehlikeye gözü kapalı atılmaktan başka bir şey değildi. Tarihçiler bu olayı çok acil
sözlerle eleştirirler. Olayı facia, müthiş bir sahtekârlık, gafilce bir hainlik sayanlar da
vardır. Biz hainlik ve sahtekârlık sözlerini yerinde bulmadığımız gibi, antlaşmayı imza
edenlerin iyi niyetlerinden de şüphemiz yoktur. Şu var ki Enver Paşa Alman
ordusunun yenilmez bir kuvvet olduğuna inanmıştı. Talat ve Halil beylerin de ona
inançları vardı. Sadrazam da onların başa getirdiği bir kişiydi. Onun kültürü devlet
idaresi ile ilgili değildi. Şunu da söylemeliyiz ki Almanya'nın yenileceğini ve onun
birçok siyasal ve stratejik hatalar yapacağını da kimse kestiremezdi.”
Siyaset bilimi ve tarih alanlarında yazdığı eserlerle tanınan Sina Akşin; Birinci Dünya
Savaşı’nın başlamasının ardından, İttifak Devletlerinin aldığı bazı başarısız sonuçlar
dan dolayı Türk devlet adamlarının, savaşta tarafsız kalınması yönünde fikirlere sahip
olduklarını ancak Enver Paşa ve Talat Paşa’nın buna rağmen Osmanlı Devleti’ni savaşa
soktuklarını belirtmektedir (1995, s. 42).
İsmet Paşa, Enver Paşa’nın Osmanlı ordusunu modernize ederek önemli işler yaptığını
belirttikten sonra Enver Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı konusunda yanlış yaptığını şu
şekilde ifade etmiştir (Turan 2004, s. 396):
“…Yalnız, siyaset kısmında memleket Cihan Harbi’ne, kaybolmuş bir harbe girmiştir.
Almanya için, Almanya’nın kaybettiği bir harbe girmiştir. Alman imparatoru, gene
siyaset adamlarının telakkisine göre, ‘Çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet
topladım, daha kuvvetim var, Rusya’nın hakkından aynı zamanda gelebilirim’ diye
3
düşünmüştür. Bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bütün kuvveti bağlamamışlar, belki
onu da getirseydiler gene mukavemet edebilirlerdi. Çünkü karşı taraf da siyaseti, aynı
harbin hesaplarını yaparken Almanya’nın ne kadar asker çıkaracağını ve kendilerinin
ne kadar çıkarması lazım geldiğini biliyordu.”
Tarih alanında yaptığı çalışmalarla bilinen Oral Sander, Osmanlı diplomasi tarihiyle
ilgili yazdığı kitabında İttihat ve Terakki liderlerinin birçoğunun, büyük devletlerle
yapılacak olan ittifaka Osmanlı çıkarları açısından yaklaştığını; ancak Enver Paşa’nın
inanmış bir Alman yanlısı olduğunu ve bu yüzden hükümet üyelerinin ve sadrazamın
karşı çıkmasına rağmen Alman zırhlılarının boğazlardan geçmesine izin verdiğini
belirtmektedir (2008, s. 291).
İkinci Meşrutiyet dönemi Jön Türk hareketi içinde yer alan, Abdülhamid’e muhalif
olmasının yanı sıra İttihat ve Terakki’ye katılmayı reddedip ona karşı mücadele eden ve
dönemin önemli siyasetçilerinden biri olan Ahmet Bedevi Kuran’a göre savaşın
başladığı ilk günlerden itibaren Enver Paşa Almanya’nın yanında savaşa girmeye karar
vermişti (Kuran 2000, s. 425).
İlber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi kitabında İttihatçıların açıktan açığa ve
kayıtsız şartsız Alman yanlısı olarak itham edilemeyeceğini; ancak Enver Paşa için bu
yorumun doğru olabileceğini belirtmektedir (2017, s. 158).
Ünlü İngiliz askeri tarihçi ve Birinci Dünya Savaşı uzmanı Hew Strachan, Osmanlı
Devleti’ni Almanya ile ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı’na sokan ve devletin
kaderini belirleyenlerin Enver, Talat ve Cemal Paşa olduğunu yazmaktadır (2014, s.
135).
Birinci Dünya Savaşı yıllarında yedek subay olarak görev yapan Faik Tonguç
anılarında; görev aldığı birçok yerde savaşa girişin ve savaşta yaşanan felaketlerin
Enver Paşa’nın sorumluluğunda olduğunu düşünen birçok kişiyle karşılaştığını
yazmıştır (2015, ss. 19-20).
4
Birinci Dünya Savaşı’nda birçok cephede komutan olarak görev yapan Ali İhsan Sabis
hatıralarında Enver Paşa ile ilgili şunları söylemektedir (1991, s. 15): “Birinci Dünya
Harbi’nde Almanların mutlaka galip geleceklerine inanmış olan Enver Paşa, Turancılık
emeli ve hülyalarına uygun düşen Alman ısrarlarına körü körüne muvafakat ediyordu.”
Akademisyen Hasan Fendoğlu Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin
tek başına Enver Paşa’nın kararıyla olduğunu şu şekilde belirtmektetir. (2015, s. 50):
“Birinci Dünya Savaşı’na katılışımızla ilgili Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasını
Enver Paşa (ve üç arkadaşı) 2 Ağustos 1914 tarihinde imzalamış ise de gerçekten
Birinci Dünya Savaşı’na girme kararını veren tek başına Enver Paşa’dır. Etkili
masonlardan Maliye Bakanı Cavit Bey’in dahi, bu işten haberi yoktur. Cavit Bey, I.
Dünya Savaşı’na girme yanlısı değildi. Şayet Cihan Savaşı’na girmeseydik, petrol
zengini süper güç olabilirdik çünkü Batı, Kuvay-ı Milliye ile başa çıkamamıştı; savaşa
girmemiş Osmanlı ile kuşkusuz ki Batı karşısında daha başarılı olacaktık. Almanya
Osmanlı’ya gönderdiği savaş malzemeleri üzerinde “Enverland” yazıyordu.
Osmanlı’yı savaşa sokan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisini (davetsiz
misafirleri) ülkeye kabul eden ve kabine toplantısında, ‘bugün iki çocuğumuz oldu’
diye müjdeyi veren de Enver Paşa’dır. 23 Ekim 1914 tarihinde böylece savaşa girdik.
1917’ye kadar Almanlara 140 milyon lira borçlandık; oysa yıllık gelirimiz 21 milyon
lira idi. Enver Paşa, dünyayı tanımadan karar vermişti; çünkü savaş endüstrisi o
yıllarda Almanya’da değil, İngiltere’de idi. Zaten 42 yaşında öldürülen Enver Paşa’yı
asıl öldüren, doğru değerlendiremediği jeopolitik yasalar ile kavrayamadığı çağ
akımları olmuştu. Enver Paşa, baştan kaybedilmiş bir savaşa girmişti; Osmanlı
Ordusu yorgundu, yenikti, askerin yeterli gıdası yoktu, tükenmişti. O ortamda Halife
V. Mehmet Reşat’ın ilan ettiği cihat da bir işe yarayamamıştı.”
Akademisyen Burak Çınar, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişini İttihat
ve Terakki yöneticilerine bağlayarak şu şekilde açıklıyor (2014, s. 42):
“Buradan yola çıkarak, Osmanlı’nın savaşa girişini; hem İttihat ve Terakki’nin Türk
jeopolitiğinin önünü açma girişimi, hem de Kuzey Afrika ve Balkanlar’da resmen ya
da fiilen yakın zamanda kaybedilen toprakların ardından İngiliz ve Rus tehditlerine
karşı bir çıkış yakalayabilmesi için oynadığı bir kumar olarak düşünebiliriz.”
Akademisyen Hasan Babacan, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin sorumluluğunu
sadece Enver Paşa’ya yüklemese de savaşa girişi yine Enver Paşa ile birlikte diğer bazı
kişilerin kararları üzerinden şu şekilde açıklıyor (2002, s. 270:
“Aslında Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin gerçek sorumluları, kabine üyelerini
ve kamuoyunu haberdar etmeden Almanlarla, 2 Ağustos1914 tarihinde gizli bir ittifak
antlaşması imzalayan, Sait Halim Paşa, Talât Bey, Halil Bey ve Enver Paşa’dır.”
5
Akademisyen Edip Öncü, Enver Paşa’nın Almanlara olan bağlılığını ve olası bir büyük
savaşta Almanlarla ittifak yapmanın yegâne nedeni olabileceğini ve Almanlarla ittifak
yapılmasının Enver Paşa’nın şahsi fikri olduğunu şu şekilde belirtiyor (2003, ss. 71-95):
“Savaş başlamadan önce Enver Paşa hariç Almanlara koşulsuz taahhüt veren
önemli bir Osmanlı figürü yoktu. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü ve en
önemli figürü olan Enver Paşa'nın varlığı, genel bir Avrupa savaşı durumunda
Almanya ile olası bir ittifak için yeterli bir sebepti. Ocak 1914'te çıkarılan bir
kararnamede de belirtildiği gibi, sadece bir bakan olmasına rağmen herhangi bir
durumda diğer bakanlardan herhangi birini zapt etme (görevden alma- ihraç etmek
v.s.) gücüne sahipti. Böylece kendi yetkisi ile karar verebilme gücünü
gösterebiliyordu.
…son aşamada Osmanlı-Almanya ittifakını mümkün kılan, Enver, Talat ve Cemal'in
bireysel kararları oldu.”
İttihat ve Terakki dönemi Osmanlı-Almanya ilişkileri ile ilgili tezinde Mahmut Özdil
Enver Paşa ve diğer İttihatçıların Almanya ile ittifak yapıp Osmanlı Devleti’nin savaşa
girişindeki rollerini şu şekilde açıklıyor (2017, ss. 69-71):
“İttihat ve Terakki yönetiminin Alman İmparatorluğu’na duyduğu hayranlık her
kesim tarafından bilinen bir gerçekti. Özellikle de Bâb-ı Ali Baskını sonrası
yönetime doğrudan el koyan, İttihat ve Terakki yönetiminde bulunan Enver Paşa ve
önemli mevki ve kademedeki silah arkadaşlarının ve devletin yönetiminde bulunan
önemli bir takım devlet adamlarının da Alman imparatorluğu ile kurulan bu siyasi
ilişkilerin elzem olduğu kanaatinde hemfikir bulunuyorlardı. Siyasi ilişkilerin
neticesinde yaklaşan büyük savaş tehlikesi, ordusunu Almanların askeri imkân ve
teknikleriyle
yenilemeye
çalışan
Osmanlı
İmparatorluğu’nu,
Alman
İmparatorluğu’na daha çok yakınlaştıracaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Harbiye Nazırı ve daha sonraları Başkumandan Vekili
olarak önemli bir mevkide bulunacak olan Enver Paşa, İmparatorluğun kaderini
elinde tuttuğu zaman içerisinde Alman İmparatorluğu ile kurulacak ilişki ve
müttefikliğin; Osmanlı İmparatorluğunu, askeri yönden ancak, Avrupa’nın en güçlü
kara ordusu olarak gördüğü Alman İmparatorluğu’nun askeri desteği ve ortak
hareketi kurtaracak ve eski gücüne ulaştıracak, böylelikle kaybettiği topraklarını
tekrar elde etme imkânı bulacağı inancındaydı. Enver Paşa, Alman
İmparatorluğunda askeri ateşe olarak görev yaptığı zamanlarda Alman
İmparatorluğu’nun, askeri gücünü yakından tanıma fırsatı bulmuş ve İttihat ve
Terakki yönetiminde önemli konum ve mevkide bulunduğu zaman içerisinde Osmanlı
İmparatorluğu’nun, siyasi ve askeri tercihini genel olarak Alman İmparatorluğu
yanlısı olarak kullanmasında çok etkili olacak.
… Alman İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimine hâkim olan, etkin
bir asker ve devlet adamı olarak kendini öne çıkartan Enver Paşa ve Talat Paşa’nın
da var olan Alman hayranlıklarını kullanmak suretiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu
müttefik bir devlet haline getirmeye muvafık olmuştur.”
6
Tezinde, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı ve Alman donanmaları arasındaki
ilişkiyi açıklayan Nesrin Sancak, Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa
girmesinin nedeni olarak, Enver Paşa başta olmak üzere bazı subayların Almanya’da
eğitim görmüş olmasını şu şekilde açıklıyor (2016, ss. 49-50):
“Almanya’ya eğitime giden bu subaylar Almancı akımın başını çekmişlerdir. Bu
akımın başını çeken Enver Paşa ve diğerleri, bu eğitimi kendi kariyerleri için ordu ve
politikada kullanmışlardır. Ülkenin savaşa girmesinde Goeben ve Breslau büyük rol
almıştır. Ancak bu rol veliaht Franz Ferdinand’ın öldürülmesi gibi tetikleyici bir
roldür. Evet, bu savaşa girmede Alman yanlısı eğitimlerin katkısı olduğu açıktır.”
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerini ve Cumhuriyet dönemini anlattığı Siyasi Tarih
kitabında Rifat Uçarol; Osmanlı yöneticilerinin savaşın başlarında tarafsız kalmak
istediklerini ancak Enver ve Talat Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni bir an önce savaşa
sokabilmek için Alman askeri heyetiyle birlikte çalıştıklarını belirtiyor (1995, s. 467).
Mehmet Okur ve Serdar Göktaş, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili uluslararası bir
sempozyumda başta Enver Paşa olmak üzere İttihat ve Terakki’nin etkili isimlerinin
Almanya’nın savaşı kazanacağı inancının iki ülkenin ittifak sürecine girmesinde önemli
rol oynadığını belirtmişlerdir (2014, s. 284).
Osmanlı Devleti’nin son dönemleri ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış ve Birinci
Dünya Savaşı’na katılmış bir gazeteci yazar olan Ziya Şakir, Enver Paşa’yı suçlayıp
Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak savaşa giriş sürecini şöyle anlatıyor
(2011, s. 94):
“Nihayet bu fırtına, bütün dehşet patlamıştı. Saray Bosna’da atılan tek bir kurşunun
tarakası (gürültüsü), bütün Merkezi Avrupa’yı kan ve ateş ile boğmaya başlamıştı.
Coğrafi vaziyeti dolayıyla, Osmanlı Hükümeti’nin de bu haile (trajedi) sahnesine
çıkmaması mümkün değildi. Fakat makul düşünenler, ihtiyatlı hareketi tavsiye
ediyorlar: ‘Biz, çarpışan devletler manzumelerinden hiçbirinin ittifakına dâhil
değiliz.’
Buna binaen, vaziyetin inkişafını bekleyelim. Eğer harbe girmek kat’i bir zaruret
halini alırsa, ona göre bir karar verelim, diyorlardı. Lakin harbe teşne olan (susamış)
zümrede, bir an evvel harbe girmek için sabırsızlık gösteriyorlardı. Mevzuumuzdan
hariç olan birçok siyasi teşebbüslerden ve bunların akamete uğrayan neticelerinden
sonra, günün birinde şu havadis işitildi: ‘Enver Paşa, Almanlarla ittifak yapmış.”
7
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda görev yapan Alman subayları ile ilgili
tezinde Pınar Doğanay; Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak savaşa
girmesinde en önemli payın Enver Paşa’ya ait olduğunu şu şekilde belirtiyor (2016, s.
50):
“Avrupa Devletlerinin hızlı kalkınma ve silahlanma yarışında olduğu, Osmanlı
Devleti’nin ise siyasi, askeri, ekonomik arenada çöküntü yaşadığı bir dönemde
Osmanlıların uluslararası arenada yalnız kalmasından yararlanan Almanya, Osmanlı
Devleti ile müttefik olmayı başardı. Almanlar İtilaf Devletleri gibi düşünmüyordu.
Yenilenmiş bir Osmanlı Ordusu’nun savaş için oldukça yararlı bir güç olacağına
inanıyorlardı. Osmanlı yönetimi bilhassa da bu ittifakın gerçekleşmesinde büyük pay
sahibi olan Enver Paşa’nın beklentileri de bu yöndeydi. Zaten en başından beri Enver
Paşa’nın Almanlara karşı ayrı bir sempatisi vardı.”
William Hale, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 2000 yılına
kadarki dış politikasını anlattığı kitabında, Enver Paşa haricindeki herkesin tarafsızlık
yanlısı olduğunu ve Enver Paşa’nın hatasıyla Osmanlı Devleti’nin savaşa sürüklendiğini
şu şekilde yazıyor (2003, ss. 24-26):
“Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı'na Almanya tarafında katılan Osmanlı
İmparatorluğu tarihinin son sahnelerini sergiler. Her iki tarafın da bir sakınca
görmediği bu ölümcül karar, uzun görüşmeler sonucunda alınmıştı. Osmanlı
kanadında halkın ve hükümetin çoğunluğu, Almanya'yla ittifak kurulmasını savunan
Enver Paşa hariç, tarafsızlık yanlısıydı.
…Enver Paşa Osmanlı diplomasisinde uygulanan hayati bir kuralı çiğnemişti,
imparatorluk kendi toprakları doğrudan tehdit edilmediği müddetçe Avrupa güçleriyle
herhangi bir savaşa girmemeliydi. Daha önceleri Osmanlı Hükümeti kendi
zayıflıklarını Avrupa'daki güçleri birbirlerine karşı kullanarak telafi etmeye
çalışmıştı, ama şimdi Enver Paşa bu avantajı geri tepiyordu.”
Öner Buçukcu son dönem Osmanlı dış politikasını anlattığı kitabında; Enver Paşa’nın,
Osmanlı dış politikasının, Almanya’nın dış politikasına göre güdülenmesi gerektiği
düşüncesinde olduğunu iddia ediyor (2014, s.284).
Önemli bir tarihçi, diplomat ve aynı zamanda bir siyaset bilimci olan Hüner Tuncer,
Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu kitabında; “Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Bey,
Almanya’nın askeri gücüne ve nihai zaferine körü körüne inanarak, Osmanlı
İmparatorluğu’nun geleceğini büyük bir tehlikeye atmıştı.” diyerek bütün sorumluluğu
bu paşalara yüklüyor (2011, s. 51). Ancak Tuncel, aynı kitapta daha önce Avrupa güçler
dengesinde Osmanlı Devleti’nin konumunun mecburen İttifak Devletlerine daha yakın
8
olması gerektiğini gösteren tespitler yapıyor (2011, s. 32). Bu tespitlere Avrupa güçler
dengesinin Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesini zorunlu kıldığını gösterdiğimiz
kısımlarda ayrıca değineceğiz.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda görev yapan Alman general
grubunun bir üyesi olan Von Kress, savaştan sonra yazdığı kitabında, kamuoyu, birçok
tarafsızlık yanlısı ve İtilaf grubu yanlısı yöneticiye rağmen Osmanlı Devleti’nin
Almanya ile ittifak yapmasını Enver Paşa ve Talat Paşa’nın kişisel tercihleri ve
gayretlerine şu şekilde bağlıyor (2007, ss. 15-17):
“Bu şartlar altında Osmanlı Hükümeti’nin, başlamakta olan Dünya Savaşı’nda takip
edeceği siyaset hakkındaki fikirlerin birbirinden pek ziyade aykırı olacağına hayret
etmemek gerekir. Bu ortamda harp siyasetini ilgilendiren işlerde sempatilerin,
antipatilerin, ticarî menfaatlerin mühim bir rol oynadıklarına şüphe edilmez. Türk
halkının büyük çoğunluğu barış taraftarı ve Türkiye’nin tarafsız bir memleket olarak
bütün harp kargaşalıklarından uzak kalacağını ümit ediyordu. Küçük bir azınlık da
İtilâf Devletleriyle ittifakı arzu ediyordu; yalnız sayısı pek az olan askerlerle siyaset
adamları Türkiye’nin Merkezî Devletlere katılması fikrini destekliyorlardı.
Türkiye’nin derhal harbe girmesini isteyen ve bunu mümkün görenlerin sayısı çok
azdı. Bütün muhalif akımlara karşı koyarak Türkiye’nin Merkezî Devletlere
katılmasını sağlayan iki kişinin, Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Dâhiliye Nazırı iken
sonradan Sadrazam olan Talat Paşa’nın bu işteki hizmetleri cidden büyük takdire
lâyıktır.”
Akademisyen Mahmut Bolat’a göre (2014, ss. 16-28): “Savaşa katılma kararı esas
olarak, İttihatçı liderlerin, özellikle Enver, Sait Halim ve Talat Paşa’nın eseridir.
Almanya ile savasın başlamasından hemen sonra yapılan gizli ittifakın, İttihatçılar
bakımından temel gayesi, 1878’de Rusya’ya verilen ve 1912-1913 Balkan Savaşlarında
kaybedilen toprakların alınması idi.”
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş süreciyle ilgili yukarıda verilen bu
görüşlerin doğruluğu tartışmalıdır. Savaşların ve felaketlerin sorumluluğunu bu şekilde
günah keçileri bularak belli kişilere yüklemek yerine perde arkasında yatan asıl
nedenleri bulmak daha önemlidir. Bu nedenle biz, tezimizde Osmanlı Devleti’nin
Birinci Dünya Savaşı’na giriş sürecini Enver Paşa’nın kişisel fikir ve kararlarıyla değil,
neorealist teoriden hareketle uluslararası sistemin yapısal özellikleri ile açıklamaya
çalışacağız. Konuyu bu çerçevede açıklayabilmek adına, Enver Paşa’nın Osmanlı
yönetiminde etkili olmasından önce, savaş ve barış konularında uluslararası ilişkiler
9
disiplinin teorik yaklaşımlarından biri olan neorealizmden bahsetmek, Enver Paşa’nın
yetiştiği çevre ve siyasi iklimi anlatmak ve Birinci Dünya Savaşı’na gelinceye kadar
Osmanlı dış politikasını etkileyen önemli faktörlere, özellikle de Avrupa güç dengesi
sistemine2 (Avrupa Uyumu - Concert of Europe) ve bu sistemin sona erişine değinmek
gerekmektedir. Böylelikle konuyu sadece kendine özgü neden sonuç ilişkilileriyle
anlatmak yerine, olayları Kenneth Waltz’ın üç analiz seviyesi bağlamında inceleyerek
bu olayların arkasında yatan ortak nedenleri tespit etmeye çalışacağız.
Çalışmamızın içeriği yukarıda değinilen hususlara göre şekilleneceğinden tezimizde
sırasıyla şu konulara yer verilecektir;
a) Konu ile ilgili teorik yaklaşımlar.
b) On dokuzuncu yüzyıldaki güçler dengesi sisteminin Osmanlı Devleti’ne etkileri.
c) Enver Paşa’nın ilk yılları ve siyasi hayatta etkili olmaya başladığı günlerden
itibaren Osmanlı Devleti’nin dış ilişkilerinde hangi olayların yaşandığı ve bu
olayların akışında Enver Paşa’nın etkisi.
d) Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi ve savaş esnasında diğer
devletlerle olan ilişkilerinin neorealist bakış açısıyla değerlendirilmesi.
Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’yı uzun bir müddet sarsan Napolyon Savaşlarının 1815 yılında
Viyana Kongresi ile sona ermesinden, Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına kadar geçen
süreçte, Avrupa’nın büyük devletlerinin uluslararası politikada güçler dengesini gözeterek hareket
etmelerini sağlayan sistem.
2
10
2. TEORİK ÇERÇEVE
2.1 SAVAŞ VE BARIŞ
“Savaş siyasetin başka yöntemlerle devamıdır.”
Carl Von Clausewitz
Yirminci yüzyılın başlarında, daha önceki dönemlerde eşi benzeri görülmemiş iki büyük
savaş yaşanması ve bu savaşların, hem kazananlar hem de kaybedenler için büyük
kayıplara yol açması insanların aklına “kalıcı bir barış ortamı sağlanabilir mi?” sorusu
getirmeye başladı. Çünkü Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan savaşlarda
genel olarak sadece cephede savaşan askerler doğrudan etkileniyor ve bu kadar büyük
felaketler yaşanmıyordu. Ayrıca kazanan taraf için tatmin edici kazanımlar
sağlanabiliyordu. Önceki yıllarda yaşanan ve nispeten uzun süren savaşların sonucunda
ölen insan sayısı kadar şimdi neredeyse bir günde o sayılarda insan kayıpları yaşanmaya
başlamıştı. Savaşlar gün geçtikçe sonuçları tahmin edilemeyen bir muammaya
dönüşmüştü. Kenneth Waltz (2009, s.1) “İnsan, Devlet ve Savaş” adlı eserinde bu
durumu “Bir savaşı kimin kazandığını sormak, bazılarına göre San Francisco depremini
kimin kazandığını sormaya benzer” diyerek açıklamıştı. Bu nedenle artık böyle
yıkımlarla karşılaşmamak için kalıcı barış ortamının sağlanması, sağlanamıyorsa da
büyük çaplı savaşların çıkması engellenmeliydi. Barış ise savaşın engellenmesiyle
sağlanabileceğine göre öncelikle savaşların neden çıktığının anlaşılması gerekiyordu.
Ancak ortada şöyle bir sorun vardı; yeni bir savaş çıkmasını bekleyip bu olayın
üzerinden genel bir savaş analiz yapmak hem zor hem de uygulamada pek pratik
değildi. Bu nedenle mecburen tarih kitaplarına başvurmak gerekiyordu ama tarih
kitaplarında da zaten savaşların nedenleri kapsamlıca açıklanıyordu ve bu açıklamaların
içeriklerinden genel bir kanı çıkarmak kolay değildi. Çünkü her savaş, belirli tarihsel
koşulların doğması nedeniyle kendine özgü nitelikler taşımaktaydı (Heywood 2014, s.
293). Örneğin antik Yunanistan’da yaşanan Atina – Sparta savaşları ile Birinci Dünya
Savaşı’nın çıkmasında ortak bir neden bulmak oldukça zordu. Bu nedenle araştırmacılar
savaşın nedenlerini belli bir formül ile açıklayıp bunu bütün savaşlara uyarlamak
11
istediklerinde ortaya çok farklı teoriler çıktı. Bu teoriler, savaş konusunda günümüzde
de yaygın olarak kabul gören Kenneth Waltz’un (2009) İnsan, Devlet ve Savaş adlı
eserinde imge olarak adlandırdığı üç analiz düzeyinde (Level of Analysis)
sınıflandırılmaktadır. Bu imgeler şunlardır; İnsan doğası (man), devletlerin içsel
özellikleri (state) ve yapısal veya sistemik baskılar (war). İlerleyen bölümlerde bu üç
imgeyi; Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin iç dinamikleri ve ulusları sistemin yapısal
özellikleri açısından ele alacağız. Böylelikle Enver Paşa’nın Osmanlı dış politikasında
ne derecede etkisi olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Şimdi bu imgeleri kısaca açıklayalım;
İnsan doğası (man): Bu imge genel olarak ülkeleri yöneten liderlerin kişisel
özelliklerine odaklanarak insan doğasının uluslararası ilişkilere olan etkisini açıklar.
Doğal olarak bu imgeye göre, savaşların önemli nedenlerinin odak noktası insan doğası
ve davranışlarıdır. Savaşlar insanların bencilce davranışları, saldırgan dürtüleri ve
ahmaklığının birer sonucudur. Diğer nedenler bundan sonra gelir ve bu diğer nedenler
de bu ilk nedenin ışığında yorumlanmalıdır. O halde savaşın önlenmesi, insanların
yüceltilmesi ve aydınlatılması ya da psiko-sosyal açıdan yeniden yapılanmalarının
güvence altına alınması yoluyla önlenebilir (Waltz 2009, s. 17).
Devletlerin içsel özellikleri (state): Bu imgeye göre devletlerin yönetim biçimleri ve
ideolojileri o devletlerin uluslararası ilişkilerdeki kararlarına etki eden en önemli
unsurdur. Örneğin otokratik yönetimler ile modern demokrasilerin uluslararası
ilişkilerdeki yaklaşımları en baştan farklı olacaktır. Bu yaklaşıma göre “Demokrasilerle
dolu bir dünya sonsuza dek barış içinde olabilirdi, ancak otokratik yönetimler
savaşçıdırlar.” Veya “Kapitalist demokrasiler savaşı etkin olarak teşvik ederler ancak
sosyalist yönetimler daha barışçıdır.” şeklinde bakış açıları ortaya atılabilir (Waltz 2009,
s. 115).
Yapısal veya sistemik baskılar (war): Bu imgeye göre devletlerarası ilişkileri belirleyen
temel unsur uluslararası sistemin yapısal özelliğidir (anarşi). Sistem içinde yer alan
birçok egemen devlet, onlar arasında yaptırım gücüne sahip bir hukuk sistemi
12
olmaması, her devletin kendi ihtiraslarını ve şikâyetlerini kendi aklı ve arzularının
öngörülerine göre yargılamasıyla, çatışma, hatta bazen savaşa varan olaylar zorunlu
olarak gerçekleşmiştir. Böyle bir çatışma ortamından olumlu bir sonuç almak isteyen
her devlet kendi isteklerine ve yeteneklerine (gücüne) güvenmelidir (Waltz 2009, s.
154).
Neorealist teori bu imgeyi temel aldığından ve biz de tezimizi bu teoriye göre
açıklayacağımızdan şimdi bu teoriyi açıklayalım.
2.2 REALİZM / NEOREALİZM
Realizm, devletlerarası ilişkileri güç açısından açıklayan bir uluslararası ilişkiler
teorisidir. Devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde güce başvurmaları bazen reelpolitik
olarak da adlandırılmaktadır. Realizm, genel olarak devleti uluslararası ilişkilerin temel
aktörü
olarak
kabul
ederek,
uluslararası
ilişkiler
ve
uluslararası
politikayı
devletlerarasındaki mücadele süreci olarak görmektedir. Devletin yekpare ve bütüncül
bir aktör olduğunu varsayan realistler devlet içi dinamikleri göz ardı etmektedirler.
Askeri ve güvenlik konularına önem veren realist teoriler için güç uluslararası ilişkileri
anlamada en temel kavramdır. Uluslararası barış ortamının oluşabilmesi ve çıkabilecek
anlaşmazlıkların çözümü de güç kullanımıyla ilişkilendirilmektedir (Arı 2013, ss. 137138). Bu nedenle uluslararası ilişkilerde bir devletin dış politikası üç temel hedefe
dayanır; gücü korumak, gücü artırmak ya da gücü göstermek/kullanmak (Morgenthau
1949, s. 21)
Klasik realizme göre savaş, uluslararası ilişkilerin süreklilik arz eden önemli bir
unsurudur. Savaşların çıkması ise güç politikalarının kaçınılmaz dinamiklerinden
doğmaktadır. Nasıl ki insanlar bencil bir şekilde kendi çıkarları peşinde koşuyorsa
devletler de kendi ulusal çıkarları peşinde koşarlar ve mecburen diğerleriyle çatışma
içine girerler (Heywood 2014, s. 296). Realist teorisyenler, insan bencilliğinin (egoizm)
ve tüm siyasal yaşamda güç ve güvenliğin önceliğini zorunlu kılan uluslararası
hükümetin yokluğunun (anarşi) siyaset üzerinde yaptığı kısıtlamalara vurgu yaparlar.
(Donnelly ve diğ. s. 54). Bu teorisyenlerin başında Hans J. Morghenthau gelir.
13
Morgenthau’ya göre realizmin altı temel prensibi bulunmaktadır (Bozdağlıoğlu 2012,
ss. 40-41):
1.
Politika, toplum gibi, kaynağı insan doğası olan objektif kanunlar tarafından
yönetilmektedir.
2.
Uluslararası politikada çıkar güç olarak tanımlanır.
3.
Güç olarak tanımlanan çıkar evrensel bir olgudur. Çıkarın anlamı ve içeriği
ancak politikanın oluşturulduğu kültürel ve siyasi ortama bağlı olarak
değişebilir.
4.
Ahlaki buyruklarla siyasi eylemler arasında daima bir gerginlik vardır.
5.
Belli bir ülkenin ahlaki kaygıları ile evrensel ahlaki kurallar aynı anlama
gelmemektedir.
6.
Realizmin, çıkarı güç açısından tanımlaması, uluslararası politikayı diğer
disiplinlerden ayırmakta ve onu bağımsız bir disiplin yapmaktadır.
Klasik realizmin bir diğer temsilcisi de E. H. Carr’dır. Carr’a göre politik tercihler her
zaman etik değerlerin üzerindedir. Devletlerin yöneticileri güçlü oldukları için yönetici
konumuna yükselmekte, yönetilenler ise zayıf olduklarından güçlülere biat etmektedir
(Carr 1941, s. 31-54). Klasik realizmin kurucuları olan teorisyenlerin düşüncelerinin
temelleri ise üç önemli tarihsel kişilikten gelmektedir; Thucydides, Machiavelli ve
Hobbes.
Thucydides Atina ve Sparta arasında yaşanan Pleponezya savaşlarını anlattığı eserinde
savaşın nedenini Atina’nın güçlenmesinin Sparta’da yarattığı kuşku ve güvenlik kaygısı
ile açıklamıştır (Arı 2013, s. 145). Böylelikle Thucydides, farkında olmadan yirminci
yüzyılda realizm ile özdeşleşen temel mantığın da öncülüğünü yapmıştır. Bu mantığa
göre savaşın temel nedeni Atina’nın gücünü artırmasıyla güç dengesinde meydana
getirdiği değişiklik olmuş ve bunu kendi varlığı için bir tehdit olarak gören Sparta da
Atina’ya savaş açmıştır (Balcı ve diğ. 2014, s. 120-121).
Bir İtalyan siyaset felsefecisi olan Machiavelli (1994) ise gücün nasıl kazanılacağı, nasıl
korunacağı ve nasıl sürdürüleceğine ilişkin bir kitap olan “Prens” adlı çalışmasında
“amaç aracı aklar” düşüncesini savunmaktaydı. Günümüzde bu mantık temeline
dayanan düşüncelere genel olarak “Machiavellizm” denilmektedir. Machiavellizm’e
14
göre, devletin varlığını sürdürme ve hayatta kalma amacı diğer tüm amaçların önünde
gelir (Arı 2013, s. 145-147).
İngiliz siyaset felsefecilerinin en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Hobbes’un
(2013) “Leviathan” adlı ünlü eseri de siyaset alanındaki ilk genel teori olarak kabul
edilmektedir. Hobbes’a göre insanın kendi varlığını ayakta tutma ve sürdürme
güdüsünün tüm eylemlerini belirlediğini savunur (Arı 2013, s. 147). İnsanların doğuştan
bencil olması nedeniyle, eylemlerini kısıtlayan bir otoritenin olmaması durumunda
(anarşi) insanlar arasında şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insan hayatı
yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer (Hobbes 2013, s. 101). Bu durumu Proudhon
(1998, s. 281) “Bizim en yüksek erdemlerimiz, son çözümlemede, içgüdünün kör
kışkırtmalarına çevrilir ” şeklinde açıklamıştır.
Klasik realizme ait bu teoriler İkinci Dünya Savaşı’nın başlarından itibaren yaklaşık
yirmi yıllık bir süre boyunca uluslararası ilişkiler çalışmalarında hâkim görüş olmuştur.
Ancak 1970’li yılların sonlarından itibaren özellikle Kenneth N. Watz’ın çalışmalarıyla
tekil aktörler ve onların rasyonel davranışlarına yoğunlaşmak yerine sistemik unsurlara
daha fazla ağırlık veren “neorealizm” denilen bir görüş ortaya çıkmıştır. Bu görüş,
uluslararası anarşi ortamında devlet davranışlarını aktörlerin bilinçli ve rasyonel
tercihler sonucu tek başlarına gerçekleştirdiği davranışlar olarak değil, sistemin
dayattığı eylemler olarak analiz eder. (Balcı, Kardaş 2014 ss. 126-127). (Bu görüş bizim
tezimizin temel dayanağını oluşturacaktır. Yani Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya
Savaşı’na girişinin Enver Paşa veya diğer yöneticilerin tek başlarına verdiği kararlar
veya onların davranışlarının bir sonucu olmadığını; aksine bu olayların uluslararası
anarşik sistemin ortaya çıkardığı zorunluluklardan dolayı yaşandığını göstermeye
çalışacağız.)
Waltz, uluslararası sistemin bu dayatmayı nasıl oluşturduğunu Uluslararası Politika
Teorisi kitabında şu şekilde açıklıyor (2015, ss. 129-143); Çoğu kez, devletin, devletler
arasında kendi işlerini şiddetin gölgesinde yürüttüğü söylenir. Bazı devletler bu ortamda
her an kuvvet kullanabileceklerinden, sistem içinde yer alan bütün devletler bu duruma
hazırlıklı olmalıdır. Aksi taktirde bu devletler askeri olarak kendisinden daha güçlü olan
15
komşularının insafına sığınarak yaşamak zorunda kalırlar. Bu da devletler arasındaki
doğa durumunun savaş hali olduğunu gösterir. Burada kastedilen, sürekli savaş çıkması
değil, her devletin kuvvet kullanıp kullanmayacağına tek başına karar vermesiyle her an
savaşın çıkabileceği gerçeğidir. En azından arada sırada çatışma olmadan temas, ne
ailede, ne topluluklarda ne de genel olarak dünyada tasavvur edilebilecek bir durum
değildir. Ayrıca gerçekçi olmak gerekirse çatışma içinde yer alan tarafları yöneten karar
verici bir mekanizmanın yokluğunda kuvvet kullanımının her zaman önlenebileceği
umudunu beslemek mümkün değildir. İnsanlar arasında olduğu gibi devletler arasında
da, anarşi veya hükümet yokluğu şiddetin ortaya çıkmasıyla ilişkilendirilebilir. Şiddet
tehdidi ve tekrarlanan kuvvet kullanımının dış işlerini iç işlerinden ayırdığı
söylenmektedir. Ancak dünya tarihinde hükümdarların çoğu tebaalarının kendilerine
direnmek ya da kendilerini devirmek için kuvvet kullanabileceğini kuşkusuz akılda
tutmak zorunda kalmıştır. -Hobbes’un doğa durumuna atıfla- Eğer hükümetin yokluğu
şiddet tehdidiyle ilişkilendiriliyorsa, varlığı da ilişkilendirilebilir. Rastgele bir ulusal
trajediler listesi bu noktayı fazlasıyla örnekler. Napolyon’un yenilgisini takip eden
savaşlar, Çin’de yaşanan Taiping İsyanı’nda ölen yirmi milyon insan, Amerikan İç
Savaşı’nda ölen bir milyona yakın insan, Stalin’in beş milyon kişiyi ortadan kaldırması
veya Hitler’in altı milyon Yahudi’yi yok etmesi gibi. Kuvvet kullanarak ya da
kullanmayarak, her devlet kendi çıkarına en fazla hizmet edeceğini düşündüğü yolu
çizer. Şayet bir devlet tarafından kuvvet kullanılıyor ya da kullanılması bekleniyorsa,
diğer devletlerin tek çaresi tek başına veya birleşik halde kuvvet kullanmak veya
kullanmaya hazırlı olmaktır (güç dengesi sistemi-reelpolitik). Kendi inisiyatifiyle
hareket etme yeteneğine sahip daha yüksek bir otoriteye yardım talebiyle başvurmak
mümkün değildir. Çünkü uluslararası anarşi ortamında böyle bir otorite yoktur. Bu tür
koşullarda taraflardan biri ya da diğeri tarafından kuvvet kullanılması ihtimali artalanda
bir tehdit olarak her zaman belirir. Siyasette kuvvetin ultima ratio (tek çare) olduğu
söylenir. Uluslararası politikada ise kuvvet yalnızca ultima ratio olarak değil, ama
aslında ilk ve daimi çare olarak iş görür. Kuvvetin kullanılacak olmasının daimi ihtimali
yönlendirmeleri sınırlar, talepleri ılımlı hale getirir ve anlaşmazlıkların çözümlenmesi
için bir özendirme işlevi görür. Haddinden sert baskı yapmanın savaşa yol açabileceğini
bilen biri, muhtemel kazançların göze alınan risklere değip değmediğini düşünmek için
güçlü gerekçelere sahip olur.
16
Neorealist teoriye katkı sunan bir diğer önemli isim ise Robert Giplin’dir. Giplin
Security Studies dergisinde yazdığı bir makalede neorealizm ile ilgili şu ilkeleri
belirleyerek teoriye katkı sunmuştur (1996, ss. 7-8);
1.
2.
3.
Sosyal ve siyasi işlerin temel öğesi grup çatışmasıdır.
Devletler yalnız kendi ulusal çıkarları doğrultusunda harekete geçerler.
Güç ilişkileri uluslararası ilişkilerin temel özelliğidir.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya savaşına girişi, ileride neorealist teorinin bu
yaklaşımları ile açıklanacaktır. Bu yüzden tezimizin dayanak noktasını neorealizm, güç
dengesi sistemi ve reelpolitik kavramları oluşturacaktır. Şimdi bu iddiamızı
temellendireceğimiz olaylara, kişilere ve verilere dönelim.
17
3. AVRUPA UYUMU VE ENVER PAŞA’DAN ÖNCE OSMANLI DIŞ
POLİTİKASI
3.1 TARİHSEL SÜREÇ
Osmanlı Devleti’nin Avrupa düzenine yönelik olan etkisi, devletin kurulduğu ilk
günlerden itibaren çeşitli aksamalara uğrasa da sürekli artmış ve 1683 yılındaki
başarısız Viyana kuşatmasında zirveye ulaşmıştı. Ancak Avrupa ülkeleri Osmanlı
Devleti’nin Avrupa düzenindeki bu etkisini on sekizinci yüzyıldan itibaren tersine
çevirmeye başlamıştı (Kissinger 2016, s. 125). On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde ise
artık
uluslararası
politikaya
Birleşik
Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve
Prusya/Almanya hükmetmekteydi (Hale 2003, s. IX). Bu dönemlerde Karadeniz ve
Kafkaslara doğru genişleyen Rusya Balkanlarda da Avusturya ile ittifak yaparak
Osmanlı İmparatorluğu’nu zorluyordu. Fransa ve Birleşik Krallık ise Mısır başta olmak
üzere Osmanlı toprakları üzerinde nüfuz mücadelesi içindeydi. İmparatorluk bu dış
baskılara karşı direnmeye çalışırken aynı zamanda kendi iç sorunlarıyla mücadele etmek
zorundaydı. Çünkü imparatorluk orta Avrupa kültür çevresinin etkisi altındaki Balkan
eyaletlerinin hareketliliğiyle, yüzyılların yaşam biçimini barından Mezopotamya
eyaletlerinin oluşturduğu bir sisteme dönüşmüştü (Ortaylı 1987 s. 22). Osmanlı idari
sistemi ise ortaçağdan beri uygulanan klasik esaslardan dolayı on dokuzuncu yüzyıla
ayak uyduramıyordu. Çünkü ordunun yönetici kadrolarıyla sivil bürokratlarının
herhangi bir örgüte bağlı olmadan tüm sektörlerden vergi almaları nedeniyle
imparatorluk bir vergi devletiydi. Valiler ve ordu komutanları bu vergi toplama işini
yerel iktidar sahibi olan âyanlarla3 pazarlık yaparak uyguluyorlardı. Yani imparatorluk
yerel vilayetlerden oluşan bir devlet niteliği taşımaktaydı. Bu durumun farkına varan ve
Arapçada göz anlamına gelen ayn kelimesinin çoğul hali olan ayan; eşraf, vücuh ve erkan ile eş
anlamlıdır. Ayan kavramı Osmanlı arşiv kaynaklarında birbirinden farklı değişik görevleri kapsayacak
şekilde kullanılmıştır. Ayan taşradaki en biçimsiz ve tanımlanamayan güç odağı olarak kabul edilmiştir.
Belgelerde voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak kayda geçen bu kişilere aynı
zamanda mütegallibe veya derebeyi de denilebilmektedir. Bu sınıfı oluşturanlar ise kapıkulları, yeniçeri
serdarları, sipahi, kethüda yerleri, mültezimler, mukata’a eminleri, emekli olan beylerbeyleri,
sancakbeyleri, kadılar, müderrisler, müftüler ile bunların çocuklarından meydana gelmişlerdir (Güven
2016, s. 65).
3
18
imparatorlukta modernleşme4 isteyen yöneticiler on sekizinci yüzyıldan itibaren yapılan
çeşitli reformların ardından nihayet çok geniş kapsamlı bir program olan Tanzimat5
reformları ile eskiyen devlet modelinin üzerine merkezileşmiş bir sistem inşa etmeye
çalıştılar. Ancak amaçlananın aksine devlet, merkeze uzak bölgelerde güvenilir
olmaktan çıkmıştı. Ayrıca imparatorluk yabancı devletlere verilen kapitülasyonlarla her
alanda kısıtlanmıştı. İdari sistemdeki bu zayıflık dini ve etnik çeşitlilik nedeniyle gün
geçtikçe artmaya başlamıştı. Bu dönemlerde halkın tamamını kapsayan genel bir nüfus
sayımı yapılmadığı için imparatorluğun nüfusu tam olarak bilinemiyor ancak eldeki
verilere göre on dokuzuncu yüzyılın ortalarında toplam nüfus 26.000.000 civarındaydı.
Bu nüfusun üçte ikisini Müslümanlar, geri kalanlarının büyük bir bölümünü ise
Hristiyanlar oluşturuyordu. Etnik olarak bakıldığında ise imparatorluğun yarısından
fazlası Türk değildi. Devlet, çok istemiş olmasına rağmen bu kozmopolit yapıyı teknik,
ekonomik
ve
kurumsal
yetersizliklerinden
dolayı
tek
bir
politik
topluluğa
dönüştürememiştir. Bu nedenlerle toplumu oluşturan bu farklı unsurlar birbirlerinden
neredeyse tamamen kopuk yaşıyorlardı. Her dini grubun kendi liderleri ve iç
hiyerarşileri vardı. Birçok alanda mahkeme kurma hakları ve kendi eğitim kurumları
vardı. On dokuzuncu yüzyıla kadar bu yapı imparatorluk için önemli bir sorun
oluşturmadı. Ancak milliyetçilik akımı Balkanlardan başlayarak Osmanlı bünyesindeki
bütün etnik unsurları sarmaya başlamıştı. İmparatorluğun her yerinde bu duruma bağlı
ayaklanmalar çıkıyordu ve devlet gerek askeri güçle, gerekse reformlarla bu
ayaklanmaları önlemeye çalışıyordu. Sınırların büyüklüğüne oranla Türk nüfusun azlığı,
lojistik sistemin geri kalmışlığı, ekonomik zayıflık ve ithal silahlara olan bağımlılık
nedeniyle Osmanlı Devleti büyük Avrupa güçlerinden herhangi birine karşı askeri risk
almaktansa diplomatik ilişkiler yürütmeyi tercih ediyordu (Hale 2003, ss. 2-6). Waltz’ın
belirttiği uluslararası sistemin anarşik yapısı ve güçler dengesi sistemi Osmanlı
Modernleşme genellikle ekonomik ilerleme, teknolojik gelişme ve siyasi ve toplumsal yaşamın rasyonel
örgütlenmesini ima eden ve toplumların “modern” ve “kalkınmış” hale gelmesine neden olan sürece
verilen isimdir.
5
Tanzimat; Sultan Abdülmecid’in yayımladığı mülkî ıslahat programı ve bunun uygulandığı dönem.
Sözlükte “düzenlemek, sıraya koymak, ıslah etmek” anlamındaki tanzîm kelimesinin çoğulu olan
tanzîmât literatürde “mülkî idareyi ıslah ve yeniden organize etme” mânasında kullanılır, ayrıca bu
düzenlemelerin yapıldığı dönemi nitelendirir. Son araştırmalar genellikle, 3 Kasım 1839’da ilân edilen
Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ile (Tanzimat Fermanı) başlatılan dönemin ilk icraatlarının 1830 yılına kadar
geri götürülebileceğini ortaya koymuştur. Ne zaman sona erdiği ise tartışmalı olup bunun için Sadrazam
Âlî Paşa’nın öldüğü 1871, Midhat Paşa’nın sürgüne gönderildiği 1877, Meclis-i Meb‘ûsân’ın kapatıldığı
1878 veya Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nin kurulduğu 1881 gibi tarihler verilir; ancak 1878’de meclisin
kapatılmasıyla dönemin sona erdiği yönünde genel bir fikir oluşmuştur (Akyıldız 2010, s. 1).
4
19
Devleti’ni bu politikayı izlemeye zorluyordu. İmparatorluk yıkılana kadar da bu durum
devam edecektir.
3.2 AVRUPA’NIN HASTA ADAMI VE DOĞU SORUNU
On dokuzuncu yüzyılda, daha önceden olan her şeyin üzerinde bir hareketlilik vardı.
Avrupa önceleri hiç görmediği kadar büyük bir güçle sarsılmaktaydı; teknolojik güçle,
iktisadi güçle, kültürel güçle ve kıtalararası güçle. Güçlü olanın hayatta kalmasını öven
evrimsel görüşleriyle olsun, tarihsel materyalizm felsefesiyle olsun, üstün insan
kültünde veya emperyalizmin kuramı ve pratiğinde olsun; saf güç başlı başına bir değer
haline gelmişti (Davies 2011, s. 807). Avrupa’nın büyük güçleri açısından bakıldığında
ise on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu yukarıda belirtilen kıstaslara
uymayan, “Avrupa’nın hasta adamı” idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde bulunan
toprakların kaderi bir “Doğu Sorunu” (Şark Meselesi)6 haline gelmişti ve Avrupa’nın
büyük güçleri on dokuzuncu yüzyılın büyük bölümü boyunca Avrupa güç dengesini
bozmadan Osmanlı topraklarını bölmeye çalıştı (Kissinger 2016, s. 125). Osmanlı
Devleti’nin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği sorunu on dokuzuncu yüzyılda
uluslararası ilişkileri ilgilendiren en önemli konulardan biriydi. Dönemin başlarında
Osmanlı Devleti’nin mevcudiyetiyle ilgilenen devletlerin başında Birleşik Krallık,
Avusturya, İngiltere, Fransa ve Rusya gelmekteydi. 1871 yılından itibaren de bu
devletlere Almanya ve İtalya da katılmıştı (Tuncer 2000 s. 95). Ortaya çıkan bu tablo
karşısında Osmanlı Devleti, dışarıdan gelen tehditlere karşı, bu tehditten dolayı güçler
dengesindeki konumunun sarsılacağını düşünen bir Avrupa gücünü çeşitli tavizler
vererek yanına çekmeye çalıştı. Tarihçiler buna “denge politikası” adını vermişlerdir.
Osmanlı Devleti açısından bu politikanın başlıca iki devresi vardır: 1878’e kadar Rus
tehlikesine karşı Birleşik Krallık’ın desteğini alma ve 1918’e kadar Rus ve İngiliz
tehlikesine karşı Almanya’nın desteğini alma (Armaoğlu 1994, s. 43). Bu şartlarda
Osmanlı Devleti, Avrupa dengesine, kendi kaderini tam olarak tayin edemeyen ve
gerilemekte olan bir güç olarak girdi. Avrupa dengesi kurulurken Osmanlı Devleti de
dikkate alınması gereken bir ağırlıktı ancak bu dengenin inşa edilmesinde önemli bir
Şark Meselesi genel olarak Osmanlı Devleti’nin Avrupalı büyük devletler tarafından tasfiyesi ve
topraklarının paylaşımı kavgasına verilen addır. Kavramın kökeni batı dillerindeki Die Orientalische
Frage, VostoEmyj vopros, La question d'orient ve The Eastern Ouestion’dır (Beydilli 2010, s. 352).
6
20
etkisi yoktu. Örneğin İngilizler, Rusların Boğazlara inmesini engellemek için Osmanlı
Devleti’ni desteklemek zorunda kalıyordu. Avusturya ise Balkanlarla ilgili konularda
zaman zaman Osmanlı zaman zaman da Rusya ile ittifaka giriyordu (Kissinger 2016, s.
126). Mısır üzerinde ise İngiliz – Fransız çekişmesi yaşanmaktaydı. Almanya’nın da
Osmanlı topraklarındaki nüfuzu artmaya başlayınca bu sefer de Orta Doğu topraklarında
İngiliz – Alman mücadelesi başlayacaktı (Armaoğlu 1994, s. 51). Bu gelişmeler “Doğu
Sorunu”nu iyice içinden çıkılamaz bir hale getirmekteydi. Çünkü bir taraftan
Avrupa’nın büyük güçleri Osmanlı Devleti’nin bir anda çökmesinin Avrupa düzeni için
büyük bir tehlike yaratacağının farkına varmışlardı. İşte bu tehlike Osmanlı Devleti’nin
bir süre daha varlığını devam ettirebilmesine olanak sağladı. Diğer taraftan ise Avrupalı
devletler yaptıkları savaşlar ve Osmanlı vatandaşları içinden çıkan ayrılıkçı isyanlara
verdikleri destekle, tam da korktukları çöküş sürecini körüklemiş oluyorlardı (Quataert
2016, s. 98). Yani Viyana Kongresi ile sağlanan Avrupa düzeni büyük devletlerin çıkarı
söz konusu olduğunda barışı sağlama noktasında işe yarıyordu. Osmanlı Devleti ise bu
düzende bir istisnaydı. Milliyetçilik ve Doğu Sorunu, Viyana Kongresi ile kurulan
düzende iki sapma noktası oluşturmuştu (Bolat 2014, s. 17). Bu sapmalara rağmen on
dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti ile Avrupa’nın büyük güçleri arasındaki
siyasi ilişkilerin düzenlenmesinde “Avrupa Uyumu” ilkelerinin sürekli uygulandığı
görülmektedir.
Şimdi Avrupa Uyumu çerçevesinde Osmanlı Devleti ile diğer büyük devletler arasında
yaşanan önemli gelişmelere kısaca değinelim.
1833 yılında Osmanlı’nın Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyan nedeniyle
Osmanlı Devleti Rusya ile Hünkar İskelesi adı verilen savunma amaçlı bir anlaşma
yapmak zorunda kalmıştı. Anlaşmanın konumuzu ilgilendiren en önemli iki maddesi
şunlardı;
1. Karşılıklı yardım ilkesi gereğince Rusya, Osmanlı Devleti’nin istikrar ve
istiklalini temin etmek arzusunda olduğunu ifade ediyor ve Babıâli yardım
talebinde bulunursa istenilen miktarda kara ve deniz gücü göndermeyi vaat
ediyordu.
21
2. Osmanlı Devleti gerektiğinde Rusya lehine Çanakkale Boğazı’nı kapatacak
ve her ne sebeple olursa olsun yabancı savaş gemilerinin boğazlara
girmesine müsaade etmeyecekti (Gencer 2015, s. 632).
Özellikle ikinici madde açıkça Birleşik Krallık ve Fransa’nın Rusya üzerinde baskı
kurmasını engellemeye yönelikti. Bu nedenle Birleşik Krallık ve Fransa Avrupa Güçler
dengesine darbe vurabilecek bu girişim karşında Osmanlı Devleti’ne yönelik
politikalarını değiştirip Osmanlı Devleti’nin Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki
haklarını ve yükümlülüklerini büyük devletlerin garantisi altına alan 1841 Londra
Boğazlar Sözleşmesi’ni imzalamışlardır. Bu anlaşmaya göre; Osmanlı Devleti, barış
içinde bulunduğu sürece, hiçbir yabancı savaş gemisini Boğazlardan geçirtmemeyi
kabul ediyordu. Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya devletleri de bu kurala
uyacaklarını taahhüt ediyorlardı. Böylece Boğazlar, Osmanlı Devleti ile Avrupalı
devletlerin ortak kontrolü altına alınmış oluyordu (Dördüncü 2001, ss. 87-88). Açıkçası
Rusya Avrupa Uyumu kapsamında bu karara uymak zorunda kalmıştı ve Boğazları ele
geçirmeden Şark Meselesi’ni kendi lehine çözemeyeceğini anlamıştı. Bu nedenle Rusya
sürekli Osmanlı Devleti’ni köşeye sıkıştıracak politikalar üretmeye devam ediyordu.
Nihayetinde Rusya 1853 yılında Osmanlı Devleti’ne verdiği bir ültimatomla Osmanlı
Devleti’nden Rusya ile bir ittifak anlaşması imzalamasını ve Osmanlı sınırları içinde
bulunan ve sayıları 12 milyon kadar olan Ortodoks vatandaşların “meşru”
koruyuculuğunu Rus Çar’ına bırakmasını istedi. Bu istekler açıkça Osmanlı Devleti’nin
Rus himayesine girmesini ve süreç içinde de tamamen Rusya’nın kontrolüne girmesini
öngörüyordu. Bu yüzden kabul edilmesi halinde Osmanlı Devleti bağımsızlığını
yitirecekti. Osmanlı Devleti de Birleşik Krallık’ın desteğini alarak bu teklifi reddetti
(Akbulut 2014, ss. 339-340). Bu olaylarda anlaşılacağı gibi Rusya savaş çıkarmak için
bahane arıyordu. Kısa bir süre içinde bu isteği gerçekleşecekti. Rusya’nın bu Avrupa
güçler dengesini kendi lehine bozma girişimine karşı Osmanlı Devleti, Fransa, Birleşik
Krallık ve Sardunya bir ittifak anlaşması yaparak saldırıya geçtiler. Yaklaşık üç yıl
süren ve Kırım Savaşı olarak adlandırılan sürecin ardından 1856 yılında Paris
Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Karadeniz’e tarafsızlık statüsü verilerek
Rusya’nın bu denizde donanma bulundurması engelleniyor ve Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğü ve güvenliği Avrupa’nın büyük güçlerinin garantisi altına alınıyordu
22
(Erim 1953, ss. 346-347).
Böylelikle “1815 Avrupa Uyumu” mantığında sorun
çözülmüş ve Osmanlı Devleti Avrupa güçler dengesi sistemine dâhil edilerek Rus
tehlikesi önlenmişti. Sonraki süreçte de bu antlaşmaya yönelik tüm tehditler Avrupa
Uyumu ambargosu ile önlenmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşım temelde bütün devletler
için avantaj sağlayan bir özellik taşımaktadır. Osmanlı Devleti büyük bir devletin
saldırısıyla karşılaştığında diğer devletler tarafından yardım alacağını teminat altına
alırken, bu tarihten itibaren, tehditlere açık konumunu Avrupalı güçlerin kendi
aralarındaki mücadelelerle önleyebiliyordu. Aynı şekilde büyük devletler de bir yandan
kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla birbirlerine karşı bir güvence ve Osmanlı
Devleti’ne yönelik tek taraflı taahhütlere karşı bir alternatif sağlamış oluyorlardı. Bu
etkenlerin tamamı dikkate alındığında Avrupa güçler dengesi sisteminin Osmanlı
Devleti’ne yönelik düzenlemelerinin, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da
uluslararası düzenin istikrarının sürdürülmesi için hayatta kalması gereken zayıf bir
devletin varlığını korumada önemli çözümler üreten bir mekanizma olduğu
görülmektedir. Ancak 1870’lere gelindiğinde yeni gelişmeler nedeniyle Osmanlı
Devleti’nin varlığının sürdürülmesi yönündeki görüşler zayıflamaya başlamıştır. 18751878 yılları arasındaki “Büyük Doğu Krizi”7 boyunca Avrupa Uyumu üyesi devletler
ilk olarak Osmanlı Devleti’ne karşı tavır alarak Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki
otoritesini sonlandırmaya çalışmışlar, sonrasında ise Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne
karşı savaş açmasına (1877-78 Osmanlı–Rus Savaşı) göz yummuşlardır (Yasamee 1999
ss. 36-37). Buradan anlaşılacağı gibi Avrupa’nın büyük güçleri Osmanlı Devleti ile eşit
ilişkiler kurmak yerine, onu denetim altında tutarak isteklerine boyun eğdirmek zorunda
bırakmışlardı (Tuncer 2000, s. 102). Osmanlı-Rus savaşı Rusların Yeşilköy’e
(Ayastefanos) kadar gelmesiyle sona erdiğinde ise Rusların Osmanlı’ya dayattığı
Yeşilköy Antlaşması’nı
Avrupa
Uyumu
çerçevesinde
Berlin
Antlaşması
ile
değiştirmişlerdi. Tabii ki antlaşma Osmanlı Devleti’ni kurtarmaktan ziyade bir nevi
tazminat ve toprakların bölüşülmesi planı idi. Rusların Balkanlar ve Asya’da, diğer
devletlerin ise başka alanlarda kendi çıkarlarına göre genişlemesi sonucunda Avrupa
güçler dengesi yeniden sağlanmıştı. Waltz’ın da belirttiği bu uluslararası ortamdaki
anarşi durumu Osmanlı Devleti’ni hayatta kalabilmek adına mecburi ittifaklara
1875 yılında Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarında başlayan ve Avrupa’nın büyük güçlerinin olaya
müdahale etmesiyle iyice büyüyen çeşitli ayaklanma ve savaşlar dizisine “Büyük Doğu Krizi”
denilmektedir. Kriz, 1878'de Berlin Antlaşması’nın imzalanması ile sona ermiştir. (Phillips 2012 s. 50)
7
23
yönlendiriyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin gündeminde sürekli büyük bir devletle
ittifaka girme düşüncesi vardı. Osmanlı devlet kademelerine göre devletin hayatta
kalabilmesinin tek yolu buydu. Bu noktada en elverişli adaylar birbirlerine rakip olan
Birleşik Krallık ve Rusya idi. Ancak II. Abdülhamid Osmanlı toprakları üzerinde
herhangi bir planı olmadığını düşündüğü Almanya ve onun müttefiki Avusturya ile bir
ittifak arayışına girdi. Bu devletlerin Osmanlı ile ilişkilerini geliştirmeye bir itirazları
yoktu ancak “Üç İmparator Ligi”ndeki8 müttefikleri olan Rusya ile sorun yaşayacakları
taahhütler altına girmek istemiyorlardı. Ancak Rusya ile Avusturya arasında gittikçe
artan jeopolitik rekabet bu birliğin önüne geçmeye başlamıştı. Çünkü her ikisi de
yıkılmakta olan Osmanlı topraklarının peşindeydi. Bu yüzden her ne kadar Alman
İmparatoru, Rusya ve Avusturya kralları ile müttefikmiş gibi görünse de bu devletler
gerçekte birbirlerinin boğazlarına sarılmış durumdaydılar. Özellikle birbirlerini bir
tehdit olarak gören iki ortağı idare etme sorunu Alman Başbakanı Bismarck’ın kurduğu
ittifaklar sistemini tehlikeye atmaktaydı. Bütün stratejik dehasına ve yeteneklerine
rağmen Bismarck’ın kurduğu ittifaklar sistemini anlamak çok zor olduğundan ve devam
ettirilemediğinden, onun başbakanlıktan ayrılmasının ardından bu ittifaklar sistemi
dağılmıştır. Bu gelişmeler üzerine Alman genelkurmayı da Rusya’ya karşı bir önleme
savaşı yapılması gerektiğini düşünmeye başlamıştı (Kissinger 2000, ss. 161-182). Hatta
Alman genelkurmay başkanı Alfred von Schlieffen Almanya’nın iki cepheli savaş9
sorununu çözüp kısa sürede Avrupa’da büyük bir zafer kazanmayı planlamıştı (Ritter
1958). Eğer plan başarılı olursa Fransa ve Rusya bir anda güçler dengesindeki etkilerini
kaybedecek ve Almanya ile Birleşik Krallık Avrupa sahnesinde baş başa kalacaktı.
Uluslararası sistemde ortaya çıkan bu güç siyaseti Avrupa’yı bir savaşa sürüklerken II.
Abdülhamid de temkinli bir Alman yanlısı politika izliyor ve o dönem için çok büyük
bir önemi olan demiryolu ihalelerini Almanlara vererek diğer devletlere karşı elini
güçlendirmeye çalışıyordu. Bu politikanın bir devamı olarak da II. Abdülhamid
Osmanlı ordusunun yeniden yapılandırılması için Alman İmparatoru I. Wilhelm’e
Alman başbakanı O. V. Bismarck’ın 1873 yılında Avusturya ve Rusya ile kurduğu ittifaka verilen isim.
“Avrupa’nın merkezinde kurulu olması, Almanya’yı iki cepheli savaş riskiyle yaşamak zorunda olan bir
güç yapmıştır. Doğusundaki Rus İmparatorluğu ve batısındaki Fransa Cumhuriyeti arasında kalan Alman
İmparatorluğu, Kuzey Almanya Konfederasyonu Şansölyesi Otto von Bismarck’ın tek cepheli savaşa
yönelik akılcı politikaları sayesinde 19. yüzyılın ikinci yarısında siyasi birliğini tamamlayarak büyük bir
güç olmuştur. Ancak Fransa ve Rusya arasında kurulan ittifakların barış döneminde Almanya’ya yaşattığı
iki cepheli savaş hali Alman dış politikasında önemli bir sorun olarak ortaya çıkarmıştır” (Çınar 2014, s.
150).
8
9
24
başvurmuş, Alman başbakanı Bismarck da bu isteğe Osmanlı üzerindeki Alman
nüfuzunu artıracağı için olumlu yaklaşınca, 1882’den itibaren Osmanlı ordusu Prusya
standartlarında eğitilmeye başlamıştı. II. Wilhelm’in tahta geçmesinin ardından
Bismarck görevinden istifa edecek ve yeni imparatorla birlikte Osmanlı Devleti’ndeki
Alman nüfuzu artacak ve sistematik bir dış politika haline dönüşmeye başlayacaktır
(Buçukcu 2014, s.52). Hatta Alman imparatoru Osmanlı ile dostluğunun bir nişanesi
olarak bir keresinde başında kalpak ve üzerinde Osmanlı askeri üniforması olduğu halde
İstanbul’a tarihi bir ziyaret yapacaktı. Osmanlı toplumunda Alman imparatoruna “Hacı
Wilhelm” lakabı bile takılacaktı.
Bu bölüme son verip Enver Paşa dönemine geçmeden önce yukarıda verilen süreçten
hareketle on dokuzuncu yüzyılda Avrupa güçler dengesi sistemini bütünsel olarak ele
alabilmek ve iyi anlayabilmek adına Morton A. Kaplan’ın (2005) altı sistemine
değinmek gerekmektedir. Kaplan’ın “System and Process in İnternational Politics”
kitabının genelinde belirttiğine göre on dokuzuncu yüzyıldaki uluslararası sistem şu
modellerle açıklanabilir:
a) Güç dengesi (Balance of power)
b) Gevşek iki kutuplu sistem (The loose bipolar system)
c) Sıkı iki kutuplu uluslararası sistem (The tight bipolar system)
d) Evrensel sistem (The universal international system)
e) Hiyerarşik sistem (The hierarchical international system)
f) Birim veto sistemi (The unit veto international system)
Kaplan’ın altı sistemi içinde en çok ilgi çeken ve konumuzu ilgilendiren kısım güç
dengesi sistemidir. Kaplan güç dengesini on dokuzuncu yüzyılı temel alarak keyfi
tarzda asgari beş ana aktöre sahip bir sistem olarak tanımlamıştır (Waltz 2015 s. 67).
Sistemin kuralları ise şu şekildedir (Kaplan 2005, ss. 35-36):
Yetenekleri artıracak şekilde davran ama savaşacağına müzakere et.
Yetenekleri artırma fırsatını kaçıracağına savaş.
Temel bir ulusal aktörü ortadan kaldıracağına savaşmayı bırak.
Sistemin geri kalanına göre bir başatlık konumu kazanma eğiliminde olan her koalisyona ve tek
aktöre karşı çıkacak şekilde davran.
e) Ulusüstü örgütlenme ilkeleriyle mutabık olan aktörleri kısıtlayacak şekilde davran
a)
b)
c)
d)
25
f)
Yenilmiş ya da kısıtlanmış temel ulusal aktörlerin kabul edilebilir rol ortakları olarak sisteme
yeniden girmelerine izin ver ya da daha önce can alıcı bir öneme sahip olmayan bir aktörü temel
aktör sınıflandırmasına sokacak şekilde davran. Tüm aktörlere kabul edilebilir rol ortakları
muamelesi yap.
Bu kurallara dikkatle bakılıp olaylar üzerinden değerlendirildiğinde bunların on
dokuzuncu yüzyıl uluslararası ilişkilerinin bir özeti olduğu görülecektir.
Enver Paşa’dan önceki dönemin uluslararası ilişkilerini belirleyen temel dinamikler
özetle bu şekildedir. Şimdi Enver Paşa’nın sürece dâhil olduğu kısımlara geçelim.
26
4. ENVER PAŞA’NIN İLK YILLARI
4.1 ENVER PAŞA’NIN AİLESİ VE EĞİTİM HAYATI
Enver Paşa 1881 yılının kasım ayında, İstanbul’da, Divanyolu’nda, eski Lisan Mektebi
karşısındaki kendi evlerinde dünyaya gelmiştir (Cengiz 2017, s. 3). Enver Paşa’nın
babası Ahmet Bey, Annesi ise Ayşe Hanım’dır. Babası o zamanın Manastır vilayetinin
bayındırlık bakanlığında memurdur. Enver Paşa ilköğrenimine İstanbul’da başlayıp
Manastır’da devam etmiştir. Enver Paşa “rüştiye” denilen ortaokul ve “idadi” denilen
askeri lise eğitimini de Manastır’da görmüş ve askeri ortaöğretim sürecini
tamamlamıştır (Tekin 2016, s. 59). Şevket Süreyya Aydemir’in (1970, c. I, s. 248)
belirttiğine göre: “Bu mekteplerde İsmail Enver (Enver Paşa) pek de bir şey vadetmeyen
orta derecede bir öğrencidir. Meselâ Manastır Askerî Rüştüyesi’nde (ortaokul)
şahadetname derecesi, pek iyi veya iyi dahi değildir.” Enver Paşa ortaöğretim sürecinin
ardından Mekteb-i Harbiye’ye girmiştir. Bu okuldaki eğitim hayatı önceki dönemlere
göre daha iyi geçmiştir ve üç yıllık eğitim hayatının ardından dokuzuncu olarak kurmay
olmaya aday kırk öğrenci arasına girmiştir (Doğan 1998, s. 3). Harp Akademisi’nde
başarısını artırarak eğitimine devam eden Enver Paşa 1902 yılında okul ikincisi ve
Erkan-ı Harp yüzbaşısı olarak mezun olmuştur.
4.2 ENVER PAŞA’NIN İLK GÖREVLERİ VE SİYASİ FAALİYETLERİ
Enver Paşa Harp Akademilerinden mezun olduktan sonra ilk olarak merkezi Selanik’te
olan 3. Ordu’ya tayin edilmişti. Enver Paşa burada çeşitli küçük görevler aldıktan sonra
rütbesi önce kolağası (kıdemli yüzbaşı) sonra da binbaşılığa terfi ettirilmişti. Enver Paşa
ilk ciddi görevini ise o dönemde faaliyetlerini iyice artmaya başlayan Bulgar çetelerine
karşı yapmıştı (Tekin 2016, s. 69). Aydemir’e (1970, c. I, s. 258) göre; Enver Paşa, ne
büro, ne kışla adamıydı. Ona hareketli görevler lazımdı. Rumeli’deki Çetelere karşı
aldığı görev de bunun bir yansımasıydı. Enver Paşa bir anda kendisini milliyetçi
ayaklanmalar içinde bulmuştu. Mevcut durumu iyice analiz ettikten sonra çetelerle
27
savaşın her şeyi halletmeyeceğini, mevcut idari sisteme karşı da savaşmak gerektiğini
düşünmeye başlamıştı (Aydemir 1970, c. I, s. 486). Enver Paşa anılarında bu durumu;
“Bütün bu cidâl (mücadele), kendini bilenleri düşündürüyordu. Her gün imhâ edilen
çetelerin yerine yenisi zuhur ediyordu. Hükümet, bunların menine karşı, icrâ-yı tesir
edecek (etkili olacak) iktidarı gösteremiyordu. Avrupa’nın hükümetlerinin itimadını
kaybetmiş olması, artık Osmanlı Hükümeti’nin Rumeli kısmının elden çıkacağı
hissini vermeye başlamıştı. Bu hal-i keşmekeş içinde herkeste, böyle her gün
ölmekten veya mezellet (itibarsızlık) içinde yaşamaktansa, İstanbul idaresini
düzeltmeye savaşmak; böylece, ya vatanı büsbütün kurtarmağa veyahut bu uğurda
şanlı bir sûretde ölmeğe savaşmak hâhişi (isteği) uyanmıştı. Fakat henüz bunu
kuvveden fiile (düşünceden eyleme) çıkarmak için bir teşebbüs yoktu.”
şeklinde anlatmaktadır (Cengiz 2017, ss.28-29). Bu sözlerinden Enver Paşa’nın dış
politika fikirlerinin oluşumuna etki eden olayları ve ideolojik temelleri anlayabiliyoruz.
Balkanlarda bunlar yaşanırken aynı esnada Genç Türkler,10 Paris’te bir kongre
toplamıştı ve Osmanlı ülkesinde “istibdat”11 idaresinin yerine “meşrutiyet”12
getirilmesini istiyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin13 de kurucusu olan Genç
Türkler ile Enver Paşa’nın yolu ileride kesişecek ve Osmanlı tarihi açısından birçok
önemli dönüm noktası yaşanacaktır. Aydemir’in (1970, c. I, s. 281-282) kitabında yer
verdiği, İTC’nin kurucularından olan Kazım Nami Duru’nun bir mektubunda anlattığına
göre; İTC 1906’da kurulduktan sonra Enver Paşa Manastırdan Selanik’e çağrılmış ve
cemiyete alınmıştır. Aynı zamanda İTC’nin Manastır şubesini örgütlenmesi için de
görevlendirilmiştir. Kısa sürede burada cemiyeti örgütlemiş, ordudaki itibarı sayesinde
başta Kazım Karabekir ve Resneli Niyazi olmak üzere birçok ordu mensubunu cemiyete
üye yaparak teşkilatın yayılmasında öncülük etmiştir. (Tekin 2017, s. 34) Bu olaylara
kadar Enver Paşa’nın ciddi bir siyasi faaliyeti olmamıştır. Enver Paşa’nın da dâhil
olduğu İTC özellikle Balkanlarda hızlı bir şekilde örgütlenirken II. Abdülhamid’in
istihbarat teşkilatı da bu durumdan hemen haberdar olmuştu. Ancak duruma temkinli bir
şekilde yaklaşan II. Abdülhamid, İTC hakkında kapsamlı bir araştırma yaptırmış, bu
yüzden de süreç oldukça uzamıştı. Bir süre sonra İTC artık padişahın bile
engelleyemeyeceği bir büyüklüğe ulaşmıştı (Tekin 2017, s. 35).
Yenilik ve ilerleme yanlısı Osmanlı aydınları, idarecileri ve askeri kadrolarına Avrupalılar tarafından
verilen ve günümüze kadar yaygın olarak kullanılan isim.
11
Tek bir yöneticinin toplumu baskıyla yönetmesine dayanan düzen.
12
Anayasal monarşi.
13
Bu kısımdan sonra İTC olarak anılacaktır.
10
28
5. XX. YÜZYIL BAŞLARINDA OSMANLI DIŞ POLİTİKASI VE
ENVER PAŞA
5.1 REVAL GÖRÜŞMELERİ VE II. MEŞRUTİYET’İN İLANI
Rusya on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Asya kıtasındaki yayılmacı
faaliyetlerini yoğunlaştırmıştı ve bu durum Birleşik Krallık’ın Uzakdoğu sömürgelerini
tehlikeye atmaktaydı. Bu nedenle güçler dengesi sistemine uygun hareket eden Birleşik
Krallık bu bölgede Rusya’yı dengeleyebilmek adına 1902 yılında Japonya ile bir ittifak
anlaşması imzalamıştı. Bu ittifakın üzerinden fazla bir zaman geçmeden Rus – Japon
Savaşı patlak vermiş ve savaşta Rusya çok ağır bir yenilgi almıştı (Buçukcu 2014, 7475). Bu olay Japonya’yı dünyada yeniden şekillenen güçler dengesi sisteminde önemli
bir aktör konumuna getirirken, Rusya’nın konumunu ise önemli ölçüde sarsmıştı. Rusya
aynı anda hem Almanya hem Birleşik Krallık hem de Japonya ile mücadele içinde
kalmaya devam ederse büyük ihtimalle hayatta kalamayacaktı. Bu nedenle özellikle
Birleşik Krallık’a yönelik izlediği politikalarda değişime gitmek zorunda kaldı. Birleşik
Krallık, daha önce kurulmuş olan Fransa – Rusya ittifakına dâhil edilebilirse
Almanya’nın başını çektiği üçlü ittifak karşısında güçlü bir konuma gelinecekti.
(Armaoğlu 1994, s. 34-36) Diğer yandan Birleşik Krallık da Almanya’nın güçler
dengesini kendi aleyhine değiştirdiğini biliyordu. Bu nedenle Almanya’nın karşısına
güçler dengesini yeniden sağlayabilecek bir ittifak çıkarmak gerekiyordu (Buçukcu
2014, s. 75). İşte bu nedenlerden dolayı 1907 yılında Rusya ve Birleşik Krallık arasında
bir anlaşma imzalandı. Yumuşayan ilişkilerin ardından İngiliz Kralı ve Rus Çarı Avrupa
sorunlarını görüşmek üzere Reval’de bir araya geldiler. Bu görüşmelerde Osmanlı
topraklarının paylaşıldığına dair haberler Osmanlı’da adeta bomba etkisi yarattı. Bu
haberin doğruluğundan kimse emin değildi ancak bu devletlerin sürekli Osmanlı’yı
paylaşmaya yönelik planlar yaptıkları da biliniyordu (Kösoğlu 2008, s. 50-51).
Aydemir’e (1970, c. I, s. 520) göre yayılan bu haber sadece beş kelimeydi: “Reval’de
Türkiye’nin taksimine karar verildi!” Görüşmelerin metinleri bilinmese de 1917 Ekim
Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin yayımladığı belgelerden hareketle Şevket Süreyya
29
Aydemir Reval Görüşmelerinde kabaca dört parçadan oluşan bir formül üzerinde
anlaşıldığını yazar (Kösoğlu 2008, s. 51). Bu formül;
1.
2.
3.
4.
Osmanlı Devleti’nin dünya için devamlı ve tehlikeli anlaşmazlık konusu olmaktan
çıkarılarak, bazı bölgelerin, milletlerarası bir idareye verilmesi.
Bu bölgelerden Irak’ın İngiltere, İstanbul ve Boğazların Rus nüfuz bölgeleri
olarak, bu devletlere terki,
Osmanlı Devleti hakkında karar alınırken, Şark Meselesi ile ilgili diğer
devletlerin menfaatlerinin korunması,
Osmanlı Devleti’nin sınırları dâhilinde, Türk ve Müslüman olmayan halkların,
kendi kendilerini idare hakları üzerinde Rus ve İngilizlerin, devam ve sebat
etmeleri.
şeklindeydi (Aydemir 1970, c. I, s. 522-523). İTC bu durumdan dolayı hemen harekete
geçti. Avrupa devletlerine yönelik çeşitli layihalar yazılmıştı ancak bunlar yeterli
değildi. Yapılması gereken meşrutiyeti yeniden getirmek ve Avrupa devletlerinin
baskısından kurtulmaktı. İlk olarak Enver Paşa’nın başını çektiği bir grup silahlanarak
dağa çıkacaktı. Böylelikle istibdat yönetimine karşı bir ihtilal başlamış oluyordu. Enver
Paşa artık devletin kaderini belirleyecek olaylarda fiilen yer almaya başlamıştı. Zamanı
gelince aynı etkiyi Osmanlı dış politikası üzerinde de yapmaya çalışacaktır. Enver Paşa
ihtilal hareketinin ilk günlerinde halka hitaben bir beyanname yayımlamıştı.
Beyanamede:
“Muhterem vatandaşlarıma
Mebusan Meclisinin dağıtılmış kalması dolayısıyla otuz seneden beri memlekette
hüküm sürerek, birçok namuslu vatan evlâdının mahvına ve birçok aile yuvalarının
sönmesine sebep olan istibdat idaresi, son zamanda gene şiddetini göstermeye
başladı. Zaten keyfî bir idare neticesi, birçok ihtilâller içinde kana boyanan vatan ve
milletimizi büsbütün zayıflatarak yakında mahvedecek olan bu istibdada nihayet
vermek lâzımdır. Ben, işte bu istibdada karşı milletimin haklarını muhafaza için her
şeyimi feda ettim. İcap ederse bu uğurda hayatımı da esirgemeyeceğim. Siz, ey
vatanın namuslu ve fakat her şeyden habersiz olan evlâdı! Sizin de benimle bu yolda
yürümenizi veya bu işte tarafsız kalmanızı dilerim. Aleyhime hareket edecek
olanların görecekleri zararların maddî ve manevî mesuliyeti kendilerine aittir!
Yaşasın vatan, yaşasın millet.”
yazmaktaydı (Aydemir 1970, c. I, s. 540). Nihayetinde ihtilali bastıramayacağını
anlayan II. Abdülhamid meşrutiyet yönetimine dönülmesi kararını aldı ve 23 Temmuz
1908’de meşrutiyet ilan edildi. Enver Paşa da böylelikle hürriyet kahramanı olmuştu.
Bu olaylardan sonra Enver Paşa’nın hem Osmanlı’da hem de dünyada çok konuşulan
bir simge haline gelmesi, hatta onun ismini taşıyan bir savaş gemisinin alınmak
istenmesi nedeniyle dönemin üçüncü ordu komutanı ve daha sonra harbiye nazırı olan
30
Mahmut Şevket Paşa tarafından bir an önce yurt dışına gönderilmesine karar verilmişti.
(Turlybek 2013, s. 40). Aydemir’e (1970, c. I, s. 126) göre:
“Cemiyetin ve ordunun, ileride önemli görevler alacak olan genç subaylarını dış
ülkelere ve bu tür vazifelerle göndermek, onların yetişmeleri ve ileride memlekette
üstün görevler alabilmeleri bakımından elbette ki doğrudur. Ama bu kararlar, ancak
normal zamanların işidir. Hâlbuki o günlerde memleket, normal şartlar içinde
sayılamaz. Bu sebepten bu atamaları, İttihat ve Terakki merkezinin durumu ve
gidişatı, gereği gibi değerlendiremediğinin bir göstergesi olarak almak, hatalı
olmasa gerektir.”
Bu görev verilirken tam olarak ne düşünüldüğü tam olarak bilinmez ama sonuçta Enver
Paşa 5 Mart 1909’da Berlin Ataşemiliterliği görevine atanmıştı ve bu durum ileride
Almanya ile kurulacak ittifak için de önemli bir olay olarak görülecekti.
Enver Paşa Almanya’ya gittiğinde orada özel bir ilgi görmüştü. (Doğan 1998, s.10).
Aydemir bu durumu (1970, c. I, s. 534-535) Amiral Afif Büyüktuğrul’un
anekdotlarından şu şekilde aktarmıştır:
“Enver Paşa yarbay rütbesinde iken, Berlin Büyükelçiliğimiz nezdinde kara ataşesi
atanmıştı. Onun İttihat ve Terakki ile yaptığı özel gayretler de imparatorun bilgisi
içinde idi. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Hitler’in Mussolini’ye yaptığı gibi Birinci
Dünya Savaşı arifesinde imparator da Enver'in gururunu okşayacak bir hareket
hazırlamıştı: Berlin'de bulunan bütün sefaretlere mensup kara ve deniz ataşelerine
bir yemek vermiş ve bu ziyafette başmisafir yerini Yarbay Enver’e ayırmıştı. Diğer
ataşelere: Sizin rütbeleriniz Enver in rütbesinden daha büyük; fakat yakında büyük
bir imparatorluğun başına geçeceği için Enver’e baş yeri verdim diyecekti. Bu da
yetmeyecek, yemekten sonra koluna girerek Enver’i özel bir odaya götürecekti.
Burada ‘Enver diyordu; sen başa geçtiğin zaman her istediğin yardımı yapacağım.
İşte sana bir askerî müşavir de buldum: General Makenzen...’
Korgeneral Makenzen’in gelip Yarbay Enver’in karşısında topuk çakması Osmanlı
devletinin gelecek harbiye nazırını büsbütün gururlandırmıştı. Diğer taraftan
imparator da Osmanlı devletinin adını değiştirmiş ve ‘Enverland’ yapmıştı.
Birinci Dünya Savaşı’nı çocuk çağında yaşamış olan bizim kuşak, savaş içinde
memlekete gelen Alman savaş malzeme sandıkları üzerinde Enverland kelimesinin
yazılı olduğunu hatırlayacaklardır.”
II. Abdülhamid döneminden itibaren Almanya’nın Osmanlı’ya yönelik ilgisi zaten bir
sır değildi. Avrupa’daki güçler dengesi açısından Alman İmparatoru II. Wilhelm
Osmanlı ile ittifak yapmaya özel önem veriyordu. II. Wilhelm’in bu konudaki düşüncesi
31
İstanbul’daki Alman sefiri Wangenheim’e yazdığı şu mektupta açıkça belliydi
(Aydemir 1970, c. I, s. 535):
“Türkleri safımda görmek istediğimi bir dakika unutmayınız. Başkası için bir dert
olabilecek bu müttefik, benim için çok kıymetlidir. Almanya’da okumuş genç Türk
zabitleri arasında samimi dostlar bulabilirsiniz. Bu husustaki kanaat ve
teşebbüslerinizin neticesini bizzat bana yazınız. İyi neticeler...”
Bu zabitler arasında şüphesiz en önemlisi Enver Paşa’ydı. Bu kısım bize Enver Paşa
olmasa da bir şekilde Almanya ile ittifak kurabilecek başka birilerinin bulunabileceğini
göstermektedir. Enver Paşa’nın burada Osmanlı dış politikasına yaptığı etki sadece
süreci hızlandırmaktı. Burada genel olarak 1908 devriminin ardından sadece Enver
Paşa’nın değil İTC’nin de dış politikasına değinmemiz gerekiyor. İTC hakkındaki en
önemli uzmanlardan biri olan Feroz Ahmad, İTC’nin dış politika esaslarını şu şekilde
özetliyor (Ahmad 1985, s. 293):
“1908’de Jön Türkler, -hem liberaller hem de İttihatçı kanat- İngiltere ve Fransa ile
iyi ilişkiler kurmak istiyorlardı. Çünkü bu iki ülke de meşrutî rejimleri
yaygınlaştırmak için aynı şeyi istiyordu. Dış siyaset iç siyasetin bir uzantısıydı.
Meşrutiyeti kurmak ve iktidarı yükselen bir orta sınıfa devretmek üzere sultanın
despotizmine son verilmişti. Jön Türkler, doğal olarak, hep II. Abdülhamid’i
desteklemiş olan Berlin’den kuşkulanıyorlardı. Ancak çok daha sonraları,
meşrutiyetin ve çok partili sistemin başarısızlık belirtileri ortaya çıkınca, 191314’te, ittihatçılar (1913 Ocağından itibaren iktidardaydılar), Almanya’ya siyasî
müttefik gözüyle bakmaya başladılar. Ama 1908 sonrası hükümetlerin başlangıçtaki
seçimi, İngiltere önderliğindeki Üçlü İtilaftan yanaydı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı,
Abdülhamid’in devrilmesini iyi karşıladı ve yeni rejimi kazanmak niyetiyle Bâbıâli
ile dostça bir siyaset kurdu. Ama İngiltere, Fransa ve Rusya, İstanbul’daki başarılı
Meşrutiyet Devrimi’nin Asya’da kolonileştirdikleri halklar üzerinde yaratacağı
yoğun etkiden korkuyorlardı. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, 31
Temmuz 1908’de, anayasanın yeniden yürürlüğe girmesinden bir hafta sonra,
endişelerini şöyle ifade etti: ‘Eğer Türkiye meşrutiyeti kurar, bunu ayakları üzerinde
tutmayı başarır ve kendisi güçlenirse, bunun sonuçları şu an, bizim hiçbirimizin
göremeyeceği noktalara ulaşacaktır. Mısır’daki etkisi müthiş olacağı gibi,
Hindistan’da da etkileri hissedilecektir. (...) Eğer Türkiye şimdi bir parlamento
kurar ve hükümetini etkilerse, Mısır’da anayasa ve meşrutiyet talebi çok
güçlenecektir ve bizim bu talebe karşı direnme gücümüz çok azalacaktır...’
Yeni rejimin ise ne İngiltere’ye, ne de herhangi bir Avrupalı iktidara karşı güçlük
çıkarmak gibi bir niyeti yoktu. Bütün istediği, kendi reform programının onlar
tarafından beğenilip desteklenmesiydi. Bu planın amacı imparatorluğu
güçlendirmek, Avrupa’nın özellikle Akdeniz’de belirginleşen malî ve siyasî
denetiminden kurtarmaktı. Ancak Jön Türkler, Avrupa’nın egemenliğinden
hoşlanmamakla birlikte, modern bir ekonomik yapı yaratıp bunu sürdürmek için dış
sermaye yatırımına, idareyi yeniden örgütleyip modern bir çizgiye oturtmak için ise
Avrupalı uzmanlara ihtiyaç duyulduğunun farkındaydılar. Siyasî ve iktisadî
özgürlüğün kaybı anlamına gelmedikçe, hem Avrupa sermayesini, hem knowhow’ını kullanmaya razıydılar. Bâbıâli’nin 1908’den sonraki dış siyasetinin,
32
imparatorluğun toprak bütünlüğünü güvence altına almak ve büyük güçler
karşısında özerkliğini sürdürebilmek temeli üzerine dayandırıldığı söylenebilir.”
Feroz Ahmad’ın bu değerlendirmelerine baktığımızda İTC’nin, Waltz’ın da belirttiği
uluslararası sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanan anarşik durum nedeniyle
reelpolitik çerçevesinde bir dış politika geliştirmeye çalıştığını görmekteyiz. İleride
Enver Paşa’nın da dış politika fikirlerini reelpolitik çerçevesinde değerlendireceğimiz
için bu noktada realpolitik konusuna bir parantez açmamız gerekiyor.
Kissinger’a göre reelpolitik “Güç hesapları ve ulusal çıkar üzerine dayanan dış politika”
anlamına gelmektedir (2000, s. 150). Reelpolitik doğal olarak bir devletin ilk olarak
dünya şartlarını gerçekçi ve doğru bir şekilde analiz ederek kendi durumunun bu
gerçeklik içesinde hangi konuma denk geldiğini belirlemesiyle başlar. Eğer dış
politikadaki karar vericiler bunu doğru bir şekilde yapabilirse (devletler somut varlıklar
olmadığından Waltz’ın üç imgesinden ilki olan insan faktörü burada devreye girer) bu
konum belirlendikten sonra devletler kendisine bir hedef seçer ve bu hedef
doğrultusunda stratejiler geliştirerek yoluna devam eder. Reelpoltikte başarılı olanlar
hayatta kalıp büyürken, olamayanlar ya bağımlı hale gelir ya da tamamen tarih
sahnesinden çekilir. Reelpolitik denilince akla ilk gelen isim Bismarck’tır. Bismarck’ın
uyguladığı reelpolitik sayesinde küçük bir Alman krallığı olan Prusya dünyanın en
büyük güçlerinden biri haline gelmiştir. Enver Paşa’nın uyguladığı veya uygulamaya
çalıştığı reelpolitiğe ileride değineceğimiz için burada tekrar konumuza döneceğiz.
Enver Paşa Berlin’deyken Osmanlı’da işler beklenildiği gibi gitmiyor, hem iç hem dış
politikada istikrarsız bir sürece giriliyordu. Bu karışık süreçten faydalanan AvusturyaMacaristan Bosna Hersek’i ilhak etmiş, Bulgar Prensliği bağımsızlığını ilan etmiş ve
Girit’te Yunanistan’a bağlandığını açıklamıştı. Hükümet bunalımları, ordu içindeki
çekişmeler, halkta baş gösteren hoşnutsuzluk ve irticacıların kışkırtmaları 31 Mart
Ayaklanması denilen bir olayın yaşanmasına neden olmuştu. Meşrutiyet yönetimi
tehlikeye girmişti. İTC derhal harekete geçti ve önce saraya tehdit telgrafları çekildi.
Ardından Balkanlardaki askeri birliklerden bir ordu teşkil edildi. Orduya da “Hareket
Ordusu” ismi verildi. Enver Paşa bu esnada Berlin Ateşemiliterliği görevinden dolayı
yurt dışındaydı. Olayı haber alır almaz hemen harekete geçti ancak döndüğünde ordu
33
çoktan İstanbul önlerine kadar ilerlemişti. (Aydemir 1970, c. II, s. 164). Hareket ordusu
kısa sürede isyanı bastırdı ve Abdülhamid tahttan indirilerek anayasada değişiklikler
yapıldı. Artık tahtta V. Mehmed Reşad vardı ancak Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna
kadar gölge bir padişah olarak olayları perde arkasından izledi. Asıl sahnede ise İTC ve
saraya damat olan Enver Paşa olacaktır. Enver Paşa bu olayların ardından tekrar
Berlin’deki görevine geri dönmüştür.
5.2 TRABLUSGARP SAVAŞI
Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da yer alan son toprak parçası, bugünkü Libya
topraklarını kapsayan Trablusgarp vilayeti ve Bingazi özerk bölgesiydi. Bu iki bölgenin
büyük bir kısmı çöllerle kaplı olduğundan bir milyon kilometre karelik bir alan
olmasına rağmen üzerinde yaklaşık bir milyon kişi yaşamaktaydı. Osmanlı’nın asıl
yerleştikleri ve egemen oldukları bölgeler kıyı kesimleriydi. Güney bölgesinde yer alan
Fizan sancağı ise II. Abdülhamid döneminin sürgün bölgesiydi ve dönemin şartlarında
kıyıdan buraya ulaşmak yaklaşık iki aylık zor bir çöl yolculuğu gerektiriyordu. Kıyı
şeridi ile Fizan arasında önemli bir yerleşim yoktu (Aydemir 1970 c. II, s. 213).
Bölgenin doğusu Birleşik Krallık sömürgesi olan Mısır, batısı ise Fransız sömürgeleri
olan Tunus ve Cezayir’di. Yani Osmanlı Devleti’nin bölgeyle doğrudan kara bağlantısı
yoktu. (Bkz. EK 1)
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında İtalyan krallıkları birleşmeye başlamıştı ve
1870 yılına gelindiğinde İtalya siyasal birliğini sağlamıştı. Ancak bu tarihlerde güçler
dengesi sisteminde etkili olabilmek için sömürge devleti olmak şarttı. Ucuz hammadde
ve garantili pazarlar ancak bu şekilde bulunabiliyordu. Somali topraklarında yaşadığı
olumsuz tecrübelerin ardından İtalya yönünü mecburen Libya’ya çevirmişti. Çünkü
Avusturya ve Almanya ile o esnada “Üçlü İttifak” içerisinde olduğu için Adriyatik
kıyılarına saldırması mümkün değildi. Fransa ve Birleşik Krallık ise İtalya’nın Üçlü
İttifak ekseninden uzaklaşması için çeşitli yollar arıyordu. Eğer bu başarılırsa Avrupa
güç dengesi sistemi açısından ciddi bir kazanım olacak ve Akdeniz’deki statükoyu
kökten değiştirecekti. Bu nedenle Trablusgarp Savaşı’nda diplomatik ve siyasi süreç
Osmanlı hukukunu korumak üzerine değil İtalya’nın bir şekilde tatmin edilmesi
34
biçiminde yürüyordu (Buçukcu 2014, s. 189).
İngiliz siyasetinde ve dış politika
stratejisinin belirlenmesinde çok önemli bir yeri olan W. Churchill Avrupa güçler
dengesindeki bu hassas durumu şu şekilde açıklamaktadır (Bardakçı 2015 s. 126):
“1911 sonbaharında İtalya Türkiye'nin şimdi Libya denilen Trablus eyaletine
sebebiyet verilmeden bir taarruzda bulunmuştu. Bir İtalyan filosu sahil şehirlerini
bombardıman etmiş ve karaya bir İtalyan ordusu çıkmıştı. Jön Türkler o tarihte
İstanbul'da iktidar mevkiinde idiler ve bu taarruza şiddetle mukabelede bulunulması
emri verildi. 1908 Türk ihtilalinin kahramanı olan Enver Paşa Mısır’dan geçerek
bizzat Libya'ya gitti ve işgale uğrayan vilayetin müdafaasını ele aldı. Ben o zaman
amirallik birinci lordu idim. Enver Paşa'nın arkadaşı Cavid, bana mektup yazarak,
İngiltere'nin Türkiye'yi İtalyan istilasına karşı müdafaa etmek üzere himayede
bulunmasına mukabil Türkiye'nin İngiltere ile ittifakı teklifinde bulundu. O tarihte
Avrupa vaziyetini tehdit eden vahim tehlikeler büyük Britanya’daki liberal
hükümetin İtalya'ya karşı hasmane bir vaziyet almasını imkânsız bırakıyordu. Jön
Türkler bu kararı verdikten sonra Almanya'nın kucağına atıldılar ve bu hareketin
neticesi büyük harbin akıbetinde değilse bile cereyanı üzerinde derin surette müessir
(etkili) oldu.
Fakat Türkiye'nin Afrika'daki topraklarına vaki olan bu tecavüz bir hadisat silsilesi
doğurmuş, bir müddet sonra bu halet-i nez’de (ölüm halinde) olduğu zannedilen
Türk İmparatorluğu'na karşı Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan’ın müşterek bir
tecavüzünü intac etmişti (sonucunu vermişti). Yine Türkler milli kalkınma eserlerini
ciddiye alarak başlarına gelen felaketlerin mesuliyetini kısmen İtalya'ya yüklediler.
O tarihten beri pek çok su ve kan aktı. Fakat Türkiye, İtalya'yı daima Akdeniz'de en
kötü niyetli komşusu olarak tanıdı.”
Bu yazıdaki altı çizili yerlere dikkat edildiğinde İttihat ve Terakki ile Enver Paşa’nın dış
politika fikirlerinin Avrupa güçler dengesi sisteminin etkisinde şekillendiğini
görmekteyiz. W. Churchill’in bu mülakatı, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmek için
ittifaklar kurmaya çalışan fakat zayıflığından ve Waltz’ın belirttiği uluslararası sistemin
anarşik yapısından dolayı büyük devletler için bir yem haline geldiğini göstermektedir.
Enver Paşa iktidara geldiğinde kendisini bekleyen tablo budur.
Nihayetinde 29 Eylül 1911’de İtalya Trablusgarp’a saldırdı. Bu durum karşısında
Osmanlı Genelkurmayı olaya müdahale etme taraftarı değildi. (Aydemir 1970, c. II, s.
219) Burada Enver Paşa devreye girdi. Haberi alır almaz yola çıktı ve Selanik İTC
merkez komitesini toplayarak olaya müdahale edilmesi yönündeki fikirlerini kabul
ettirdi. Bunun ardından Enver Paşa, Mustafa Kemal ve İttihatçı subayların bir kısmı
gizlice Kuzey Afrika’ya geçti. Burada İtalyanlara karşı başarılı bir direniş sergileseler
de İtalya’nın Girit ve On İki Adalar bölgesini işgal etmesi ve Çanakkale Boğazı’nın
girişini kapatması nedeniyle Osmanlı Devleti çok zor durumda kalmıştı. Balkanlarda
35
yaşanan isyan olayları ve yeni kurulan Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti aleyhine
bir
ittifaka
yönelmesi
Trablusgarp’taki
savaşın
devam
etmesini
mümkün
kılmamaktaydı. Bu nedenle Osmanlı Devleti 18 Ekim 1912’de İtalya ile Ouchy
Antlaşması’nı imzalayarak savaşı sonlandırmıştır. Antlaşmaya göre (Erim 1953, s. 451455):
1. Trablusgarp ve Bingazi’deki Osmanlı kuvvetleri çekilecek, Trablusgarp ve Bingazi
özel bir düzenleme ile yönetilecekti.
2. İtalya, Rodos ve çevresindeki Oniki Adalar bölgesini geçici olarak elinde tutacak,
Balkan Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’ne geri verecekti.
3. Trablusgarp ve Bingazi’deki Osmanlı çıkarlarını koruyacak bir naibus ve kadı
bulundurulacak, naibus ve kadıların maaşları Osmanlı maliyesinden ödenecekti.
Böylelikle Enver Paşa’nın Trablusgarp macerası da son bulmuş oluyordu. Trablusgarp
Savaşı Osmanlı siyasetinde de çeşitli çalkantılara neden olmuştu. Meclisteki muhalefet
sadrazamların İTC yanlısı değil, tarafsız olmalarını istiyordu. Diğer taraftan Makedonya
ve Arnavutluk’ta yaşananlar Osmanlı hükümeti ve İttihatçıları yaşananlardan sorumlu
tutar bir pozisyona getirmişti. Bu yüzden Osmanlı kamuoyunda İTC ve Osmanlı
hükümeti aleyhine bir hava oluşmuştu. Meclisteki muhalifler de bu durum karşısında
İTC içinde muhalefet etmenin faydasız olduğunu düşündüklerinden yeni bir parti
kurmaya karar verdiler. Hürriyet ve İtilaf Fırkası14 işte bu şekilde kurulmuştu.
5.3 BALKAN SAVAŞLARI VE BÂB-I ÂLİ BASKINI
“Balkanlar tükettiğinden daha fazla tarih üretiyor.”
Winston Chuchill
1878 Berlin Antlaşması’ndan beri Balkan toprakları adeta kaynayan bir kazandı ve bu
özelliğini günümüze kadar da korumaya devam edecekti. Balkanlardaki bu karışık
durum Fransız İhtilali’nin yaydığı milliyetçilik idealleri ile bunun sonucunda ortaya
çıkan irredentist15 ve emperyalist politikaların bir sonucuydu. Bulgarlar “Büyük
Bulgaristan”, Sırplar “Büyük Sırbistan”, Yunanlılar ise “Büyük Yunanistan” hayali
kuruyordu. Bu devletlerin kurduğu hayallerin merkezinde ise Makedonya (Bkz. EK 2)
14
15
Bu kısımdan sona HİF olarak anılacaktır.
Bir devletin yabancı ülke topraklarındaki soydaşlarını gerekçe göstererek yayılma siyaseti izlemesi.
36
bulunuyordu (Buçukcu 2014, s. 261). Ancak Balkan Devletleri arasında önceden beri
süregelen çekişmeler vardı. Ulusal ayaklanmalar henüz başlamadan önce Fener Rum
Patrikhanesi’nin dini hâkimiyeti bütün Balkanları kapsıyordu. İbadetler Yunanca
yapılıyordu ve din adamları da patrikhane tarafından atanıyordu. Bu durum Balkan
Ortodoksları arasında bir gerilim yaratıyordu. İşin içerisine ulusçuluk fikri de girince
herkes kendi milli kilisesini kurmak için mücadele ediyordu. Ancak 1911 yılına
gelindiğinde Balkan İttifakı fikri güçlenmeye başlamıştı (Aydemir 1970, c. II, s. 290).
Ayrıca Osmanlı Devleti ile İtalya arasında çıkan Trablusgarp savaşı Balkanlardaki
siyasi hareketliliği iyice artırmıştı. Balkanlarda yeni ittifak arayışları, askeri hazırlıklar
ve diplomatik girişimler hız kazanıyordu. Balkan devletleri büyük devletlere başvurarak
Makedonya’nın yönetimini üstlenme ya da reform planlarının uygulanmasını istiyordu.
Ancak bu dönemde büyük devletler Balkanlar konusunda doğrudan sorumluluk alarak
riske girmek istemiyorlardı. Avusturya konunun Avrupa güçler dengesi sistemi içinde
çözümünden yanaydı ve Balkanlardaki durumun görüşülmesi için uluslararası bir
konferans önerisinde bulundu. Osmanlı ise Makedonya’ya yönelik yabancı bir
müdahale istemediğini bildirerek zaman istedi. Osmanlı hükümetinin bütün çabası
Balkanlarda savaşı önlemek ve Trablusgarp’taki savaşı bitirmeye yönelikti (Aydemir
1970, c. II, s. 292). Ancak Balkan devletlerinin beklemeye tahammülü yoktu. Bulgar
Başbakanı 11 Ekim 1911’de Fransa’dan dönerken Sırp dışişleri bakanıyla bir görüşme
gerçekleştirmiş
ve
Osmanlı
topraklarının
paylaşılması
konusunda
prensipte
anlaşmışlardı. 13 Mart 1912’de iki devlet bir anlaşma imzalayarak ittifakı resmileştirdi.
Bu anlaşmaya göre (Buçukcu 2014, s. 261):
1.
2.
3.
İki hükümet karşılıklı olarak bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin
korunmasında birlikte hareket etmeyi taahhüt ediyordu.
İki hükümet kendilerinden herhangi birisine bir saldırı yapıldığı takdirde bütün
kuvvetleriyle yardımlaşmayı kesin olarak kabul etmişlerdi.
Söz konusu yardımlaşma Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Balkan topraklarından
herhangi bir kısmını kendisine katmaya veya bu topraklarda geçici olarak
yerleşmeye kalkışacak bir büyük devlete karşı da yapılacaktı.
Bu hükümlere bakıldığında anlaşma, Osmanlı Devleti ve Avusturya – Macaristan’ın
statükoyu değiştirmeye çalışması ihtimaline karşı yapılmıştı. Ancak anlaşmanın ek
protokolüne göre Makedonya toprakları bu iki devlet arasında paylaştırılıyordu.
Yunanistan ile Bulgaristan ise daha önce çeşitli ittifak girişimleri yapmış olsalar da
37
Makedonya meselesi konusunda anlaşamadıklarından aralarında bir ittifak oluşmamıştı.
Bu noktada devreye Rusya girdi ve iki devlet arasında 29 Mayıs 1912’de bir savunma
anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre (Buçukcu 2014, s. 262-263):
1.
2.
İki devletten herhangi biri Osmanlı Devleti’nin saldırısına uğrarsa birbirlerine
yardım etmeyi taahhüt ediyorlardı.
Girit adası yüzünden Osmanlılar ile Yunanistan arasında çıkacak bir savaşta
Bulgaristan’ın tarafsız kalmasına karar verilmişti.
İttifaklar zincirindeki tek eksik halka Karadağ’dı. Karadağ ise küçük bir ülke olduğunun
bilincinde olarak küçük hayaller peşinde koşuyordu. Bu karmaşadan az da olsa kendine
pay çıkarabilirse durumdan memnun olacaktı. Bu nedenle doğu sınırındaki Osmanlı
toprakları içerisinde bulunan İşkodra Ovası’nı gözüne kestirmişti. Sırbistan da bu
dönemde Karadağ’a bir ittifak teklifiyle gelince hemen kabul ettiler. İttifakın kesin
sınırlarını çizen yazılı bir anlaşma yoktu ancak Osmanlı Devleti’ne yönelik girişilecek
bir mücadelede fikir birliğine varılmıştı (Buçukcu 2014, s. 263-264). Osmanlı ordusu bu
Balkan ülkelerini teke tek yenebilirdi ama hepsinin birlikte kurduğu ittifak birliklerine
karşı çaresiz kalıyordu (Hale 2003, s. 24). Bu olaylara bakıldığında güçler dengesi
sisteminde Osmanlı Devleti’nin konumunun ne kadar zayıfladığını görmekteyiz.
Balkanlarda bu gelişmeler olurken yeni kurulan Gazi Ahmet Paşa hükümetinin
olaylardan habersiz olduğu anlaşılıyordu. Çünkü göreve gelir gelmez ilk iş olarak
Balkanlardaki yüz bin askeri terhis etmişti. İttifak girişimleri öğrenildiğinde ise Osmanlı
Devleti’nin barış yanlısı olduğunu göstermek adına seferberlik ilan edilmemişti.
Böylelikle Avrupa güçler dengesi sistemini bozacak bu girişimler karşısında büyük
devletlerin desteğinin alınabileceği düşünülüyordu (Buçukcu 2014, s. 265). Talat
Paşa’ya16 göre süreç şu şekilde gelişmişti (Kabacalı 2017, s. 20):
“Balkan Savaşı’nı önlemek Avrupa büyük devletleri için basit bir işti. Hangi devlet
grubuna girmiş bulunursa bulunsun büyük devletlerden herhangi birinin ciddi bir
tavır takınması bu kadar kan dökülmesine engel olmak için yeterliydi. Fakat siyasi
hesaplar ve düşünceler burada da sağduyuya ve insanlık ideallerine baskın çıktı. Üç
İtilaf Devleti bu birleşmeyi kendi amaçlarına uygun gördüler ve Üçlü İttifak
karşısında bir kuvvet oluşturmayı umdular. Buna karşılık Avusturya elçisi Markof
Palaviccini’nin benimle çeşitli görüşmelerinde doğruladığı gibi Türkiye'nin Savaşı
kazanacağını umuyorlardı. Avusturya, yenilmiş ve savaştan zayıf düşmüş Balkan
Talât Paşa (1874-1921): İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve önde gelen liderlerinden olan Osmanlı
devlet adamı.
16
38
devletlerinin ve özellikle Sırbistan'ın kendi isteklerine bağımlı olacağını ve
kendisinin de Arnavutluk sorununda özel ve büyük bir rol oynayabileceğini
umuyordu. Öteki devletler grubu ise -Türkiye savaştan galip çıkmak şartıylasavaştan sonra statu quo’nun korunacağını bir ihtiyat tedbiri olarak bildiriyordu.”
Talat Paşa’nın söylediklerine bakıldığında Osmanlı Devleti’nin uluslararası sitemde ne
kadar yalnız kaldığını ve hayatta kalabilmek için ittifaklar sistemi içine girmeye ne
kadar çok ihtiyacı olduğu görülmektedir.
Bu süreçte Osmanlı ve Avrupa Devletleri diplomatik yollardan olayı çözmeye çalışırken
HİF Sultanahmet’te büyük bir miting yapıp savaş yemini etmişti bile. Bunun üzerine
Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümet konağının balkonundan ders niteliğindeki şu
konuşmayı yapmıştır (Karal 1999, s. 301):
“Harp denilen şeyi biz biliriz. Laf ile söylendiği gibi kolay değildir. Harpten hem
yenen hem yenilen zarar görür. İşle bunun içindir ki en kuvvetli devletler bile harbe
girmek için çok düşünmeye mecburdurlar. Her halde harbin iyi tarafı olduğu gibi
pek fena tarafı da vardır. Hesapsız işe de girişilmez. Bu da sizin bileceğiniz şey
değildir.”
Bu sözler adeta yarım asır sonra Waltz’ın savaşın ağır sonuçlarının ve güç siyasetinin
barış ortamını sağlayabileceği tezine dayanak oluşturuyordu. Savaşın önlenmesi
yönündeki girişimler sürerken 8 Ekim’de İstanbul’daki Karadağ elçisi Osmanlı
Devleti’ne karşı savaş açtıklarını bildirdi. pandoranın kutusu açılmıştı artık. Yaklaşık
sekiz ay süren çatışmaların ardından Osmanlı ağır kayıplar vermişti ve büyük devletler
nezdinde barış teklifinde bulunmak zorunda kalmıştı. Kuzey Afrika'da çarpışan Enver
Paşa ve arkadaşları İstanbul’a dönebildikleri zaman, Balkan Savaşı artık fiilen
kaybedilmişti (Aydemir 1970, c. II, s. 353). Bu nedenle Enver Paşa’nın Birinci Balkan
Savaşı’nın çıkış sürecinde ve savaşın kaybedilmesinde doğrudan bir rolü yoktur. Bu
gelişmeler üzerine Berlin Antlaşması’nı imzalayan devletler Londra’da bir konferans
düzenleyerek aralarında bir fikir birliğine vardılar. Yapılacak olan, barışın bedelini
Osmanlı’ya ödetmekti. Çünkü Balkan devletleri bunu kabul etmez ve savaş yeniden
başlarsa yeni sorunların çıkacağı ortadadır. Bu durumun Avrupa barışını da tehlikeye
düşürmesi muhtemeldi. Bu nedenle büyük devletler 17 Aralık 1912’de İstanbul’daki
39
elçileri aracılığıyla Osmanlı Devleti’ne bir nota verdiler. Karal (1999, ss. 334-335)
notayı şu şekilde açıklıyor:
“Nota korkutmalar ile dolu idi. Osmanlı Hükümeti’nden Avrupa büyük devletlerinin
tavsiyelerinin kabul edilmesi istenmekte idi. Notanın sonuna bırakılmış olan öneri
şöyledir: ‘Osmanlı Hükümeti Edirne'yi Balkan İttifakı Devletlerine bırakmalı, Ege
adaları hakkında büyük devletlerin vereceği karara uymalıdır. Bu tavsiyeyi dikkate
almazsa Osmanlı Hükümeti barışın kurulmasını engellemiş olacağı için ağır bir
sorumluluk altına girmiş olacaktır. Savaşın tekrar başlaması halinde de İstanbul
tehlikeye girecek ve savaş imparatorluğun Asya'daki vilayetlerine bulaşabilecektir.
Böyle bir durumda ise büyük devletlerden herhangi bir yardım gelebileceği hesaba
katılmamalıdır.’ Sözün kısası notanın esprisi ‘Tavsiyeler kabul edilmelidir. Aksi
takdirde kendi düşen ağlamaz’ atalar sözünde erimekte idi.”
Karal’ın bu yorumu Osmanlı Devleti’nin güçler dengesi sitemindeki konumunu açık bir
şekilde gösteriyor. Buna göre, artık Osmanlı Devleti’nin geleceği kendi elinde değildi.
Dış politikada durum bu şekilde ilerlerken iç siyasette de Kâmil Paşa, nam-ı diğer
İngiliz Kâmil17 İttihatçıları sıkıştırmaya devam ediyordu. Talat Bey ve Sait Halim Paşa,
Kâmil Paşa ile görüşerek ortamı yumuşatmak isteseler de başarılı olamamışlardı.
(Buçukcu 2014, s. 276) Kâmil Paşa İttihatçıların bütün uyarılarına rağmen Meclis-i
Umumi’yi toplayarak büyük devletlerin verdiği nota kapsamında bir barış antlaşması
yapabilmek için onay aldı. Bu, barışın gerçekleşmesi halinde Edirne dâhil Trakya’nın
kaybı anlamına geliyordu. Durum bu şekilde kötüye giderken bir de hükümetin
Bulgarlar ile gizli bir antlaşmaya imza atacağı kulaktan kulağa dolaşıyordu (Tekin 2016,
s. 212). Askeri çevreler Enver Paşa’dan bir şeyler yapmasını beklemekteydi.
Kösoğlu’nun aktardığına göre durum karşısında Enver Paşa’nın bir mektubundan alınan
düşünceleri şöyledir (2008, s. 162):
“Genel karargâhta bütün arkadaşlar bana çok güveniyor gibiler. Sana geçen gün
bakanlığın koridorlarında karşılaştığım bir kurmay miralay harp akademisinde
tarih hocamdı ağlayarak birçok kere ellerimi öptü desem ki bu sık sık tekrarlanan
bir durum böylece anlarsın ki herkesin gösterdiği güvenden hoşnut memleketime
büyük hizmet vermeyi düşünüyorum. Ama maalesef hükümetin şerefli olmayan bir
yola doğru gittiğini görüyorum. Çünkü bütün Avrupa'nın bizim zayıflamamız
karşısında menfaati var. Bu yüzden zaten yeterince ödlek olan hükümetin cesaretini
Kâmil Paşa sadrazam değilken Hindistan'da taç giymek için yola çıkan İngiltere kralı V. George ile
Mısır’da bir görüşme yapmıştır. Görüşme sırasında çektirilen bir fotoğraf ise çok konuşulmuştur. (Bkz.
EK 3) Fotoğrafta Kâmil Paşa sadrazam olmadığı halde V. George'un eşi Mary ile birlikte oturmakta, V.
George ve Lord Kitchener ise Kamil Paşa'nın hemen arkasında ayakta durmaktadırlar. Bu fotoğraf, Kamil
Paşa'nın İngilizler açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bir de iktidardayken İngiliz
yanlısı politikalar izlemesi kamuoyunda adının İngiliz Kâmil olarak anılmasına neden olmuştu.
17
40
kırıyorlar. Almanya kendi cephesinden küçük Asya'ya el koymak vaktinin böylece
daha yaklaşacağını düşünüyor. İtalya yeni fethini güçlendirebilir. Avusturya
Sırbistan’dan istediğini elde etti. Bulgaristan'ı da kendi tarafına çekecek. Romanya
da kendine düşen payı aldı.”
Bu mektupta özellikle en dikkat çekici noktalardan birisi Enver Paşa’nın Almanya ile
ilgili düşünceleridir. Çünkü burada Küçük Asya18 denilen topraklar Anadolu’dur.
Almanya ise bu toprakalara göz dikmiş emperyalist bir devlettir. Buradan görülebileceği
gibi Enver Paşa’nın dış politika fikirlerinin şekillenmesinde sıklıkla dile getirilen Alman
hayranlığı aslında bir reelpolitiktir. Mektuptaki altı çizili yerlere dikkat edildiğinde
Enver Paşa’nın dış politika fikirlerinin uluslararası anarşik yapının Osmanlı Devleti’ne
yönelik zorlamasıyla oluştuğu görülmektedir. Yani burada “Enver Paşa ideolojik olarak
Turancı ve Alman yanlısıydı. Bu yüzden Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükledi”
iddialarının yanlışlığını görmekteyiz. Osmanlı Devleti’ni savaşa sürükleyen Enver Paşa
değil uluslararası sistemin bizzat kendisiydi. Ancak her şeye rağmen Enver Paşa
Osmanlı Devleti’ni kurtarmaya yönelik hamleler yapmaya çalışıyordu. Bu yüzden paşa,
bu olaylar karşısında hemen devreye girdi. İTC’nin önde gelenleriyle bir toplantı
düzenledi. Toplantıda arkadaşlarıyla arasında şöyle bir konuşma geçtiği nakledilir
(Aydemir 1970, c. II, s. 381):
“— Arkadaşlar! Geçen seferki toplantınızda verdiğiniz karardan haberdar oldum.
Hasretler içinde kaldım. Bin türlü bahane ve vesilelerle hükümete ilişmeyi doğru,
bulmamışsınız. Bu husustaki görüşlerinizi bilmiyorum. Yalnız hepinizden bir şey
sormak isterim. Şayet memleketin geleceğini bu hükümetin kurtaracağına
inanıyorsanız mesele yoktur. Burada toplanıp beyhude yere dedikodu yapmayalım.
Dağılalım, vazifemize bakalım. İnanmıyorsanız, o halde birtakım nazariyata kapılıp,
kararsız davranmayalım. Derhal çaresine bakalım ve hükümeti devirelim.
— Hayır, hükümete katiyen güvenmiyoruz.
— O halde ne duruyoruz. Yarından tezi yok, işe, hazırlığımıza başlayalım.
— Fakat bu işi kim yapacak? Hükümeti kim devirecek?
— Yanımda bulunacak altmış fedakâr arkadaşla bu işi, muvaffakiyetle yaparım...”
23 Ocak 1913’te hükümet barış önerilerini görüşürken Enver Paşa yanına Talat Paşa ve
diğer arkadaşlarını da alarak hükümet binasını (Bâb-ı Âli) bastı. Harbiye Nazırı Nazım
Paşa öldürüldü, Kâmil Paşa istifa ettirildi ve Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığa
getirildi. (Karal 1999, s. 335). Bu hükümet darbesi tarihe Bâb-ı Âli Baskını olarak geçti
(Bkz. EK 4). İTC artık iktidardaydı (Aydemir 1970, c. II, s. 386). Enver Paşa’nın
yönetimdeki etkisi hız kesmeden artmaya devam ediyordu. Artık sorumluluk Enver
18
Antik çağlardan beri Anadolu’ya verilen isimlerden biri de Asia Minor yani Küçük Asya’dır.
41
Paşa’daydı. Yeni kurulan hükümet geç de olsa Londra’daki konferansa bir nota
gönderdi. Nota şu şekildeydi (Karal 1999, 336):
“Osmanlı Hükümeti Edirne'nin, Meriç nehrinin sol kıyısında kalan kısmından
vazgeçmemekle beraber sağ kıyısında kalan bölgeyi büyük devletlerin tensibine
bırakıyor, adalar üzerinde de büyük devletlerin vereceği karara uyacağını
bildiriyordu. Notada, önceleri sözü edilmeyen bir konu daha eklenmişti. Osmanlı
Hükümeti gümrük tarifelerini yükseltmek, eşitlik ilkesine göre ticaret antlaşmaları
yapmak hakkının kendisine tanınması, yabancı postanelerinin kapatılmasını ve
barışın imzalanmasından sonra kapitülasyonların kaldırılacağı yolunda teminat
verilmesini istemekte idi.”
Notanın içeriğine bakıldığında ne Balkan ülkelerinin ne de büyük devletlerin bunu
onaylamayacağı açıktı. Özellikle kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili olan kısım
1923 Lozan Konferansı’ndan da bildiğimiz gibi büyük devletlerin kabul edebileceği bir
hüküm değildi. Bu da savaşın yeniden başlaması anlamına geliyordu. Ancak Osmanlı
savaşın ikinci safhasını da kaybetmiş ve Edirne düşmana teslim olmak zorunda kalmıştı.
Bulgar orduları Çatalca’ya kadar ilerlemişti (Bkz. EK 5). Artık Osmanlı için savaşı
bitirip, kendisine sunulan barış taslağını kabul etmekten başka bir çözüm
gözükmüyordu. 30 Mayıs’ta Osmanlı şu şartları kabul ederek barış antlaşmasını
imzaladı (Karal 1999, s. 337):
1.
2.
3.
4.
5.
Osmanlı Devleti Avrupa kıtasındaki imparatorluğunun Ege Denizi'nde Enez'den
Karadeniz'deki Midye'ye giden hattın batısında kalan topraklarını Balkanlı
müttefiklere bırakmayı kabul etmiştir.
Osmanlı Devleti, Arnavutluk sınırlarının çizilmesi ile Arnavutluk'a ait bütün
işlerin çözümünü altı büyük Avrupa devletine bırakmıştır.
Osmanlı Devleti Girit üzerindeki her çeşit haklarından altı büyük devlet lehine
vazgeçer.
Osmanlı Devleti Ege Adalarının mukadderatını saptamayı büyük devletlere
bırakır.
Osmanlı Devleti ve Balkan İttifakı Devletleri savaşın ortaya çıkardığı mali
sorunların, temsilcilerinin katılacağı milletlerarası bir konferansta çözülmesini
kabul eder.
Yukarıdaki hükümlerden de anlaşılacağı gibi, antlaşmadan Osmanlı Devleti büyük bir
zararla çıkmış Balkan devletleri büyük kazanımlar elde etmiştir (Bkz. EK 6). Ancak
Balkan devletlerinin her biri diğerlerinin savaştan daha karlı çıktığını düşünüyordu.
(Karal 1999, s. 338). Bu yüzden Balkanlarda yeni bir savaşın ayak sesleri duyulmaya
başlamıştı. Balkan İttifakı toprak paylaşımı konusunda anlaşmazlığa düşünce 29
Haziran’da Bulgaristan Sırbistan’a savaş açtı. Bunun üzerine Yunanistan ve Romanya
42
savaşa dâhil oldu ve Bulgaristan’a saldırdılar. Enver Paşa bu karmaşa ortamından
yararlanarak hemen orduları harekete geçirdi ve Edirne, Bulgarlardan alındı. Ayrıca
Teşkilat-ı Mahsusa19 aracılığıyla Batı Trakya, Bulgar çetelerinden temizlenmişti.
Edirne’nin kurtarılışı, Enver Paşa’nın şanına yeni halkalar, yeni haleler ilâve etti. Enver
Paşa yeniden, “hürriyet kahramanı Enver Bey” oldu. Hatta ona Edirne’nin ikinci fatihi
diyenler de oluyordu (Aydemir 1970, c. II, s. 403). Bulgaristan ise artık bir çıkar yol
olmadığını görünce barış talebinde bulundu (Karal 1999, ss. 342-343). Büyük devletler
Osmanlı’nın bir oldubittiyle Londra Antlaşması’nı ihlal edip Edirne’ye girmesine büyük
bir tepki gösterdiler. Osmanlı Devleti’ne İkinci Balkan Savaşı’nda aldığı yerleri terk
etmesi yönünde bir nota verdiler. Osmanlı bu notadaki istekleri kabul etmedi ve Avrupa
güçler dengesi sistemi göz önüne alındığında büyük devletlerin Osmanlı’ya karşı bir
savaş açması sonuçları belli olmayan bir kargaşa ortamı yaratabileceği için en sonunda
Bulgarlarla Türkleri sorunun çözümü için baş başa bıraktılar. Bu durum Enver Paşa’nın
reelpolitik uygulamalarının bu olayda işe yaradığını göstermektedir. Böylelikle savaş
bitti ve 29 Eylül 1913’te Türk - Bulgar Antlaşması (İstanbul Antlaşması) imzalandı. Bu
antlaşamaya göre (Karal 1999, s. 345-346):
“Türk-Bulgar sınırı olarak tanınmış Midye-Enez hattı yerine Meriç Nehri'nin sağ
kıyısı, Edirne, Kırklareli, Dimetoka Türkiye'de kalmak üzere yeni bir sınır tanındı.
Karadeniz cihetinde küçük bir bölge ile Ege kıyısında Dedeağaç'ın etrafında dar bir
bölge Bulgaristan'a bırakıldı. Bulgaristan'da kalan eski Osmanlı topraklarında
bulunan Müslümanlar, dört yıl süre içinde Bulgar uyruğuna geçeceklerdi. Bulgar
uyruğu olan Müslümanlar, sahip bulundukları yönetim ve siyasal haklara ve ayrıca
din ve gelenek özgürlüğüne sahip bulunacaklardı. Buna karşılık Osmanlı
İmparatorluğu'nda yaşayan Bulgarlar da diğer Hıristiyan cemaatlerinin sahip
bulunduğu haklara sahip olacaklardı. Bulgaristan Müslümanlarının bir baş müftüsü
ile yeteri kadar müftüsü bulunacak, bunlar Müslüman halk tarafından seçilecek ve
seçimleri Osmanlı Şeyhülislamı tarafından tanınacaktı. Müslüman okulları hükümet
tarafından yardım görecek, vakıflar, Şeriat hükümlerine göre yönetilecekti.
Antlaşmanın imzalanmasından sonra üç hafta içinde iki taraf orduları
silahsızlandırılacaktı.”
Bu antlaşma, görüleceği üzere Osmanlı Devleti’nin lehinedir. Bu yüzden eli güçlenen
Osmanlı Devleti Yunanistan ile yapılan barış görüşmelerine hız vermişti. Ancak
sorunlar çok fazlaydı ve bunları kısa bir sürede çözebilmek pek mümkün
görünmüyordu. Ancak kamuoyunda Osmanlı Devleti’nin Bulgaristan’la ittifak yaparak
Yunanistan’a saldırabileceği konuşulmaya başlamıştı. Bunun üzerine Yunanistan geri
Enver Paşa’nın kurduğu ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın atası kabul edilen gizli teşkilat. Ancak bu
teşkilatın varlığı kesin olarak kanıtlanamamıştır.
19
43
adım atmak zorunda kaldı ve 14 Kasım 1913’de Atina Antlaşması imzalandı.
Antlaşmanın hükümleri şöyleydi (Karal 1999, ss. 347-348):
“Yunanlıların kapitülasyonlar ve Patrikhanenin imtiyazlarıyla ilgili istekleri Balkan
Savaşı'ndan önceki gibi bırakılmış, Rumların askerliği üzerindeki istek dikkate
alınmamış, II. Abdülhamid'in Yunanistan'daki emlaki işi ile Osmanlı Hükümeti'nce
Yunan gemilerine el konmasından doğan sorunun Lahey Adalet Divanı'na
gönderilmesi kabul edilmişti. Yunanistan'daki Müslümanların Bulgaristan ile
yapılmış olan İstanbul Antlaşmasındaki statüye benzer bir statüye tabi olacakları
tespit edilmişti. Vakıflar sorununa gelince, Osmanlı Hükümeti, bunların
İstanbul’dan Vakıflar Nezareti'ne gönderilerek, yüksek bir memur tarafından idare
edilmesi hususundaki isteğinden vazgeçmişti. Müslüman cemaatlerinin yönetiminde
bulunmasına ilişkin Yunan önerisine de uymuştu.”
Antlaşmanın
hükümlerine
bakıldığında
Osmanlı’nın
buradan
kazançlı
çıktığı
görülmektedir. Ancak Ege adalarının statüsünün, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’yla
Büyük devletlerin kararına bırakılmasından dolayı bu antlaşmada yer almaması her iki
ülke halkında tepkiye yol açıyordu. Kamuoyunda yeniden savaş olasılıkları
konuşulmaya başlamıştı. Bir de işin içinde İtalya’nın tuttuğu adalar olduğu için olayın
daha fazla büyümesini istemeyen Avrupa devletleri İmroz, Bozcaada ve Meis’in
Osmanlı’da kalması, bunun dışındaki işgal edilmiş adaların ise silahsızlandırılması
koşuluyla Yunanistan’a verilmesi yönünde Osmanlı Devleti’ne bir nota verdiler.
Osmanlı Devleti donanmasının zayıflığından ötürü istemeyerek de olsa bu duruma razı
geldi. Böylelikle adalar sorunu geçici olarak çözülmüş oluyordu (Karal 1999, ss. 347348). İkinci Balkan Savaşı’ndaki başarılara rağmen genel olarak bakıldığında ortaya çok
olumsuz bir tablo çıkmaktadır. Savaşların ardından Osmanlı sınırları daralmış, itibar
kaybı yaşanmış, ulusçuluk düşüncesi uyanmış ve İTC iktidarı iyice kuvvetlenmişti. Dış
planda ise Asya'daki Osmanlı eyaletlerinin paylaşılması fikri güçlenmiş ve Doğu
Avrupa'da dengesizlik ortaya çıkmıştır (Karal 1999, s.349). Ayrıca Balkan Savaşları
sonunda Osmanlı milletleri arasındaki kardeşlik ve İttihad-ı Osmani (Osmanlı birliği)
düşüncesi kesin olarak son bulmuştu. Bunun yerini Türk milliyetçiliği fikri almıştı.
(Tekin 2016, s. 215). Osmanlı Devleti’nin artık yıkımın eşiğine geldiğini anlayan büyük
devletler ise özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya, bundan sonra kendi aralarında çeşitli
gizli antlaşmalar yaparak onu paylaşmaya başlayacaklardır (Ülman 1985, s. 292). Enver
Paşa’nın, iktidara geldiğinde bu paylaşım planlarını bozarak Osmanlı Devleti’ni bu
süreçten sağ çıkaracak bir yol bulması gerekecekti.
44
Bütün bu gelişmeler yaşanırken Enver Paşa ise Harbiye Nazırı olup ordunun idaresini
ele almak ve Almanya’nın da desteğiyle orduyu modernize etmek istiyordu. Ancak hem
yaşı çok gençti (34) hem de daha general bile değildi. İTC içinde de başta Talat, Cemal
ve Enver Paşa olmak üzere çeşitli çekişmeler mevcuttu. Enver Paşa bir an önce bu
sorunu çözüp Harbiye Nazırı olmalıydı. Eşi Naciye Sultan’a yazdığı mektupta bunu
nasıl hallettiğini anlatıyor. Mektup şöyle (Aydemir 1970, c. II, s. 426):
“Ahmet İzzet Paşa meselesine verilecek şekil hakkında Talât ve Halil Beylerle
görüştük. Bir geçici kanun yaptık. Yarın bu harbiye nazırlığı meselesi hallolunuyor.
Yarın akşam mirliva (paşa-tuğgeneral) üniformamla gelip, saygılarımı arz etmeme
müsaade eder misiniz? 15 gün sonra ise kendi dairemizde ve yuvamızda
bulunacağız.”
Buradan anlaşılan o ki Enver Paşa kendi yöntemleriyle kendi kendini Harbiye Nazırı
olarak atayacaktı. Nihayet 1 Ocak 1914'te hem paşalığa yükselmiş, hem de harbiye
nazırı olarak kabineye girmiştir. Hürriyet Kahramanı Enver Bey, artık Enver Paşa’dır.
Arıca beş gün sonra Osmanlı genelkurmay başkanlığına da tayin olunacaktır. Böylelikle
orduların tam kontrolü kendisine geçmiştir. Ziya Şakir bu durum karşısında; “Enver
Paşa’nın talih ibresi yükseldikçe yükseliyor. Artık o, bütün askeri fırkanın tek lideri
addediliyordu. Onun şahsiyetinin karşısında her kuvvet, ikinci planda kalıyordu”
diyordu (2011, s. 92). Padişah bu gelişmeleri daha sonra gazetelerden öğrenecekti
(Aydemir 1970, c. II, s. 427).
Bu dönemden sonra yaşanan hadiseler bir nevi Birinci Dünya Savaşı’na hazırlık safhası
olduğundan bu kısmı burada sonlandırıyoruz.
5.4 I. DÜNYA SAVAŞI
"Savaş bilimi pek az kişi tarafından bilinen gizemli bir sırdır."
Otto von Bismarck
Enver Paşa’nın 34 yaşında hem harbiye nazırı hem de genelkurmay başkanı olması,
aynı zamanda padişahın da damadı olarak saraya girmesi Almanya’da, hem basında,
hem Alman genelkurmayında hem de Alman İmparatoru II. Wilhelm nezdinde geniş,
yankılar uyandırmıştı. Zaten Enver Paşa’nın ilk işlerinden biri de İstanbul’daki Alman
45
heyetini genişletmek ve Almanya ile yeni anlaşmalar yapmak olacaktı. (Aydemir 1970,
s. 429). Bu durumun, tezin giriş kısmında belirttiğimiz gibi birçok kişi tarafından Enver
Paşa’nın kişisel istekleri doğrultusunda geliştiği düşüncesi oldukça yaygındır. Ancak
tek bir kişinin dış politikada bu kadar etkili olabilmesi mümkün müdür? Örneğin Enver
Paşa olmasaydı süreç tamamen farklı bir noktaya evrilebilir miydi?
Waltz, analiz
seviyeleri bağlamında ortaya koyduğu üç imgede (insan doğası, devlet yapısı, sistem
yapısı) insan faktörünün ikincil hatta üçüncül öneme sahip olduğunu ve üçüncü imge
olmadan ilk ikisinin önemini, etkisini ve sonuçlarını tahmin etmenin imkânsız olduğunu
belirtiyor (2009, s. 231). Biz de bu noktadan hareketle tezimizin devamında Birinci
Dünya Savaşı’nı bu bağlamda anlatarak, Enver Paşa (insan doğası-man) ve Osmanlı
devlet yapısı ile İTC ideolojisinin (devlet yapısı-state) sadece süreci hızlandıran ikincil
etmenler olduğunu, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin asıl nedeninin uluslararası
sistemdeki anarşik yapının (savaş-war) ortaya çıkardığı güç politikalarından
kaynaklandığını ortaya koymaya çalışacağız.
Birinci
Dünya
Savaşı’nın
çıkmasının
temel
nedeni
Bismarck’ın
reelpolitik
uygulamalarıyla Almanya’nın birleşmesinden sonra kıtadaki en güçlü devlet olması ve
yıllar geçtikçe de kuvvetlenerek Avrupa diplomasisinde devrim yaratmasıydı. Eskiden
büyük devletler sürekli Avrupa’nın merkezini baskı altında tutarken şimdi işler tersine
dönmüştü ve bu sefer ilk defa merkez, kenarlara (B. Krallık, Fransa ve Rusya) baskı
yapabilecek kadar güçlenmişti. Almanya, Avrupa’nın merkezinde yer aldığı için de
daima etrafını çeviren bir düşman koalisyonu tehdidi altındaydı. Bismarck bu düşman
koalisyonunun oluşmaması için bütün reelpolitik stratejilerini uyguluyordu. Bismarck’a
göre beş oyunculu bir kombinezonda üçlü tarafta yer almak her zaman istenilen bir
durumdu. Hele ki Almanya gibi beşli kombinezonun en ortasında yer alan bir devlet
için bunun önemi daha fazlaydı. Ancak bu beşli kombinezona baktığımızda Sedan
Savaşı’nda Alsace Loren’i Almanya’ya kaptıran ve Versailles Sarayı’nda Prusya
Kralı’nın kendini Alman imparatoru ilan ederek taç giymesini izleyen Fransa doğrudan
Almanya’ya düşmandı. Birleşik Krallık ise bu devletlerden herhangi biri veya birkaçıyla
kendini doğrudan savaş tehlikesine sokacak ittifaklar içerisine girmemeyi tercih ederek
“şahane yalnızlık” adını verdiği bir politika izliyordu. Doğal olarak geriye Rusya ve
Avusturya kalıyordu. Avusturya, Rusya ile özellikle Balkanlar üzerinde anlaşmazlık
46
içinde olduğundan Avrupa barışının kilit noktası Almanya ile Rusya arasındaki ilişki
olacaktı. Böyle hassas bir ilişkiyi ise ancak Bismarck gibi bir reelpolitik uzmanı
geliştirebilirdi. Bismarck’ın hedefi hiçbir devletin eline, Almanya’ya karşı herhangi bir
ittifaka girmek için bahane edebileceği bir şey vermemekti. Özellikle barışın kilit
noktası Rusya olduğundan, Almanya’nın Balkanlar üzerinde herhangi bir yayılmacı
niyeti olmadığı konusunda Rusya’yı ikna etmesi gerekiyordu. Ruslara, “Balkanların bir
Alman erinin kemikleri kadar değeri olmadığını” söyledi. Yani hiçbir şartta Balkanlar
için Almanya bir savaşa girmeyecekti. Bismarck ayrıca, Birleşik Krallık’ı güçler
dengesi sistemi için Avrupa’da harekete geçirecek hareketlerden kaçınıyordu. Özellikle
Almanya’yı doğrudan sömürgecilik yarışı içine sokmamaya özen gösteriyordu ki bu
Birleşik Krallık’ın yumuşak karnıydı. Artık geriye Rusya ve Avusturya ile Birleşik
Krallık’ı rahatsız etmeyen bir ittifak kurmak kalıyordu. Bunu da 1873’de “Üç İmparator
Ligi” denilen ittifak ile yapmayı başardı. Böylece Balkanlar konusundaki Avusturya
Rusya gerginliğini çözmüş ve beşli kombinezondaki ezeli düşmanı Fransa’ya karşı
kendini güvence altına almıştı. Her halükarda Fransa Almanya’ya saldırsa bile iki
cepheli bir savaş durumundan Almanya’yı kurtarmış oluyordu ki bu durumda da
Almanya’nın kara gücü düşünüldüğünde Fransa’nın böyle bir harekâta girişmesi açıkça
intihar olurdu. Ancak şimdi de bu Üç İmparator Ligini ayakta tutması gerekiyordu.
Zaman zaman gerginlikler olsa da Bismarck bunu başardı. Bu noktada Rusya’ya tam
olarak güvenemediğinden Avusturya ile 1879’da gizli bir ikili ittifak yaptı. 1882’de ise
bu ikili ittifaka İtalya’yı dâhil edip Avrupalı devletlerin büyük bölümünün, Almanya
aleyhine oluşacak bir koalisyona girmemesini sağlayan girift ittifaklar ağını tamamlamış
oldu. Bismarck bu sayede yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca Avrupa barışını korumayı
başarmıştı (Kissinger 2000 s. 150-183). Bu zamanlar Avrupalılar tarafından güzel
dönem (la belle epoque) olarak adlandırılmıştı. Tüm bu karmaşık ittifaklar sistemi ve
reelpolitik II. Wilhelm’in İmparator olması ile bitmiş ve bunun yerini “weltpolitik –
küresel politika” almıştı. Bu yeni politikaya göre II. Wilhelm, Avrupa’da müttefik
olarak sadece Avusturya-Macaristan’a taraftar olmasının yanında, Almanya’nın artık
kalıplarını kırarak, kıtanın dışında sömürgeciliğe dayanan bir dış politika takip etmesi
gerektiğine inanıyordu. Bu da açıkça Bismarck’ın yıllarca engellemeye çalıştığı
Almanya’ya karşı en az üç bileşenden oluşan düşman koalisyonunun kurulmasını
kaçınılmaz kılıyordu. Çünkü weltpolitik, Birleşik Krallık, Rusya ve Fransa’yı bir araya
47
getiren sihirli formüldü. Fransa zaten Almanya’nın karşısındaydı ancak şimdi Rusya ve
Birleşik Krallık da gün geçtikçe büyüyen bu savaş makinesine karşı bir önlem
almalıydı. Üçlü İtilaf’ın (Triple Entente) bir araya gelmesi bu sayede mümkün oldu
(Bkz. EK 7).
Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde Viyana Kongresi’nden bu yana süregelen ve
yaklaşık yüz yıl boyunca barışı koruyan Avrupa konferanslar sistemi artık yoktu.
Bismarck, Almanya’yı büyük devletlere karşı tehdit oluşturmayan orta büyüklükte bir
devlet olarak göstermeye çalışırken yeni Alman liderleri ise komşularına kendi
kuvvetlerinin sınırlarını ve Alman dostluğunun yararlarını kabul ettirmek için en iyi
yolun kabadayı taktikleri olduğu kanısındaydılar (Kissinger 2000, s. 190). Ayrıca
Alman genelkurmayı da yaptıkları savaş planlarıyla bir savaş çıkması durumunda (ki
Rusya ile bir savaşın mutlaka çıkacağını, bu nedenle erken davranıp bir önleme savaşı
yapmayı düşünüyorlardı) iki cepheli savaş sorununu aşmaya yönelik planlar
yapıyorlardı. (Schlieffen Planı). Kissinger’a göre (2000, ss. 201-202): Ortada çok katı
ittifaklar olduğunda dengeyi sağlayacak başka bir devlet yoksa ittifaklardaki bağlılığın
az olması nedeniyle bir sorun çıktığında, ya taviz verilmesi, ya da ittifaklarda değişiklik
yapılması gerekmektedir. Bu seçeneklerden herhangi biri tercih edilmezse diplomasi
katılaşır ve bir tarafın kazancının diğer tarafın kaybı olduğu bir oyun gelişir. Silahlanma
yarışı ve gerginliğin artması kaçınılmaz bir hal alır. Bu sürecin sonu da doğal olarak
savaşla sonuçlanır. İşte Birinci Dünya Savaşı bu nedenlerle çıkmıştı.
Şimdi asıl konuya dönerek Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak Birinci
Dünya Savaşı’na girişine ve Enver Paşa’nın buradaki rolüne değinelim.
5.4.1 Osmanlı - Alman İttifakı
Enver Paşa’ya göre, Almanya askeri açıdan Avrupa’nın en güçlü devletiydi ve Avrupa
Savaşı’nı kazanabilirdi (Tuncer 2011, s. 33). Peki bu durumda Osmanlı ne yapabilirdi?
Tuncer’e göre Birinci Dünya Savaşı çıktığında Osmanlı İmparatorluğu’nun önünde beş
seçenek bulunuyordu (2017, ss. 212-213):
1. İttifak Devletlerinin yanında hemen savaşa girmek.
48
2. İtilaf Devletleriyle birlikte savaşa girmek.
3. Rusya’ya karşı İttifak Devletlerinin güçlerine maddi ve manevi yardım sağlamak ama
savaşın kesin sonucu belli oluncaya değin tarafsız kalmak.
4. İtilaf Devletlerine destek sağlamak ama savaşın sonucu belli oluncaya değin tarafsız
kalmak.
5. Tümüyle tarafsız kalmak.
Kâzım Karabekir20 de tarafsız kalınması gerektiğini düşünenlerdendi. Bunu yapabilecek
kişi olarak da Enver Paşa’yı gördüğü için düşüncesini şu şekilde ona aktardığını
söylüyor (2011, s.21): “…Boğazlar civarındaki kolordularımızı hemen seferber haline
getirmekliğimizi ve Boğazları tahkim ve kuvvetli tutmaklığımızı fakat bir taarruza
uğramazsak işe karışmamaklığımızı söylemiştim.” Ancak anlaşılan o ki Enver Paşa bu
şekilde düşünmüyordu.
Enver Paşa’nın da aralarında bulunduğu İTC üst düzey yöneticileri II. Meşrutiyet’in
ilanından itibaren imparatorluğun dış politikadaki en önemli sorununun güçlü bir
Avrupa ülkesi ile ittifak kurmak olduğunu düşünüyorlardı. Bu ülkeler Birleşik Krallık,
Almanya ya da Fransa olabilirdi. Çünkü o esnada Rusya, Avusturya-Macaristan, İtalya,
Yunanistan
ve
Bulgaristan’ın
Osmanlı
İmparatorluğu’nu
parçalamak
istediği
düşünülüyordu. Bu noktada Enver Paşa ilk hamlesini yapıp İTC’nin Maliye Bakanı olan
Cavid Bey aracılığıyla W. Churchill’e bir mektup yazarak Osmanlı ile Birleşik Krallık
arasında bir ittifak yapılmasını önermiş; ancak Churchill dış işleri bakanı Edward Grey
ile görüştükten sonra bunu reddetmişti (Tuncer 2017, s. 213). Bu durum bize Enver
Paşa’nın “Alman hayranlığı” etkisiyle veya ideolojik fikirleriyle değil reelpolitik
ilkeleriyle hareket ettiğini gösteriyor. Ancak bu ittifak teklifleri Birleşik Krallık
tarafından sürekli geçiştiriliyordu. Aydemir’e göre Enver Paşa ve arkadaşları bu
dönemde uluslararası güçler dengesi sistemini iyi okuyamıyorlardı. Bu nedenle
İmparatorluğu götürdükleri istikametten de pek haberleri yoktu. Kitabında bu durumu
şu şöyle açıklıyor (1970, c. II, s. 496):
“Enver Paşa ve arkadaşları, yani Mısırlı Sait Paşalar, Talât Beyler, Halil Beyler ve
İttihat ve Terakki, XIX. yüzyılda başlayıp, XX. yüzyıla geçen ve patlamasını 1914’te
veren bu emperyalist cihan kavgasına varan anlaşmaların tarihini okumuşlar
mıydı? Bunu bütün ayrıntıları ve şartları ile değerlendirebiliyorlar mıydı? Gerçeğe
uyan görüşleri var mıydı? Attıkları ve atacakları adımın, onları ve imparatorluğu
Kâzım Karabekir (1882-1948): Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında önemli
görevler almış asker ve devlet adamı.
20
49
nerelere sürükleyeceğini biliyorlar mıydı? Öyle sanıyorum ki bu sorulara ‘evet!’
diye cevap verilemez...”
İttihatçıların dış politika stratejilerinin isabetli olup olmadığı bir yana, imparatorluk
kendi içinde çürümüş vaziyetteydi. Başta ordu ve ekonomi olmak üzere her alanda
büyük sorunlar yaşanıyordu. Kapitülasyonlar ve Duyun-u Umumiye idaresi nedeniyle
Osmanlı ekonomik olarak yarı sömürge durumundaydı. Ama İttihatçılara göre en büyük
sorun, büyük bir savaşın çıkacağı az çok tahmin edildiğinden uluslararası politikadaki
yalnızlık ve müttefik eksikliğiydi. Bu nedenle Birleşik Krallık’tan olumlu yanıt
alamayınca bu sefer Talat Paşa aracılığıyla Rusya’ya bir ittifak teklifinde bulunuldu.
Tabii ki olumlu bir yanıt alınamadı. Bu arada aynı anda Cemal Paşa’da Fransızlarla
ittifak görüşmeleri yapmaktaydı. Buradan da görüleceği gibi II. Abdülhamid döneminde
Almanya ile kurulan yakın ilişkilere rağmen Almanya’nın, Avusturya – Macaristan’ın
1908 Bosna’yı ilhak etmesi, 1911 Trablusgarp Savaşı ve 1912-13 Balkan Savaşlarındaki
tutumu nedeniyle Almanya’ya güvenilmediği açıktır. Bu yüzden İttifak girişimleri
genellikle İtilaf Blok’u ülkeleri nezdinde yapılmaktadır. Ancak bu girişimlerin hiçbiri
olumlu bir karşılık bulmamıştı. İttihatçılar iyice yalnızlık ve kararsızlık içinde
kalmışlardı. (Aydemir 1970, c. II, ss. 497-498) İşte bu noktada Enver Paşa devreye
girecek ve geriye kalan tek seçenek olan Almanya ile ittifak kurmaya yönelinecektir.
Demek ki Osmanlı’nın Almanya ile ittifak yaparak Birinci Dünya Savaşı’na girmesi
Enver Paşa’nın kişisel tercihlerinden değil uluslararası güçler dengesi sisteminin bir
sonucuydu. Tarafsız kalınması seçeneği ise her zaman masada olmakla birlikte ne kadar
gerçekçi bir seçenek olduğunu tam olarak belirlemek imkânsızdır. Muhtelif otoriteler ve
benim görüşüme göre savaşın gidişatına göre, Marmara ve Boğazlar bölgesinin, iki blok
arasındaki çok önemli bir stratejik nokta olduğundan, öyle ya da böyle işgal edilme riski
oldukça yüksekti. İtilaf devletleri arasında yapılan gizli anlaşmalarda bunun en önemli
kanıtıdır. (Bkz. Ek 8) Zaten Bolşevik Devrimi olmasaydı bugün bile boğazları elimizde
tutuyor olmamız pek mümkün gözükmüyor.
1914’e gelindiğinde Avrupa artık saatli bir bomba misali patlamaya hazırdı. Bombanın
fitilini ateşleyen ise Sırp Kara El teşkilatına bağlı bir öğrenci olan Gavrilo Princip’in
Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya – Macaristan veliahtı Franz Ferdinand’ı
50
öldürmesiydi. Bu olay birbirini tetikleyen savaş dalgası şeklinde bütün dünyaya yayıldı.
Sırasıyla:
28 Temmuz 1914: Avusturya-Macaristan, Sırbistan’a savaş ilan etti.
1 Ağustos 1914: Almanya Rusya’ya savaş ilan etti.
2 Ağustos 1914: Türk-Alman ittifakı İmzalandı.
3 Ağustos 1914: İtalya tarafsızlığını ilan etti.
3 Ağustos 1914: Almanya Fransa’ya savaş ilan etti.
4 Ağustos 1914: Almanlar Belçika’ya saldırdı.
4 Ağustos 1914: İngiltere Almanya'ya savaş ilan etti.
5 Ağustos 1914: Avusturya-Macaristan devleti, Türk-Alman ittifakına katıldı.
6 Ağustos 1914: Avusturya-Macaristan, Rusya’ya savaş ilan etti
11 Ağustos 1914: Fransa Avusturya’ya savaş ilan etti.
12 Ağustos 1914: İngiltere Avusturya’ya savaş ilan etti.
23 Ağustos 1914: Japonya Almanya’ya savaş ilan etti.
20 Mayıs 1915: İtalya Avusturya-Macaristan’a savaş ilan etti.
12 Ekim 1915: Bulgaristan Sırbistan’a savaş ilan etti.
6 Nisan 1917: ABD Almanya’ya savaş ilan etti.
Konumuz açısından önemli olan nokta Türk-Alman ittifakı olduğu için şimdi özellikle
bu noktaya değineceğiz. Enver Paşa’nın buradaki rolü özellikle önemlidir. Çünkü Enver
Paşa mevcut şartlar gereğince ve ittifak girişimlerinin reddedilmesi üzerine Üçlü İtilaf
ile bir savaşı kaçınılmaz görüyordu. Bu yüzden henüz Almanya ile Osmanlı arasında bir
ittifak anlaşması
yapılmadan savaş için hazırlık yapmaya başlamıştı. İtilaf
Devletlerinden Rusya’nın Kafkasya, İran ve Kuzey Doğu Anadolu üzerinden ve
Birleşik Krallık’ın İran ve Körfez üzerinden saldırması beklendiğinden, 15 Mayıs
1914’te Necd Emiri Abdülaziz İbn Saud ile resmi bir ittifak imzalandı. Anlaşmaya göre
Saud Osmanlı’ya bağlı kalacaktı ve İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini önlemeye
çalışacaktı. Bunun karşılığında Saud’a bölge üzerinde önemli yetkiler veriliyordu (Shaw
2014, s. 40). Ancak bunun işe yaramadığını ileride göreceğiz. Ayrıca Enver Paşa
Almanlara, eğer Almanya Osmanlı’nın Üçlü İttifak’a girişini reddederse Osmanlı’nın
Üçlü İtilaf’a katılmak zorunda kalacağı yönünde tehditlerde bulunuyordu. Shaw bu
51
tehdit karşısında Almanya’nın tepkisini, Almanya’nın Osmanlı Büyükelçisi H.
Wangenheim’in Alman dış işlerine yazdığı mektupla birlikte şu şekilde açıklıyordu.
(Shaw 2014, s. 53-54):
“Kayser Wilhelm bu tehdidi, sonucun hükümdarlığının ilk günlerinden beri devam
eden Almanya'nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azımsanmayacak mali ve ekonomik
nüfuzunun ve Osmanlıların İtilaf Devletlerindeki Müslüman halkı efendilerine karşı
ayaklanmaya ikna edebileceği umudunun sonu olacağı korkusuyla çok ciddiye
alıyordu:
Konstantinopolis Büyükelçisi'nden Dışişleri Bakanlığı'na,
Telegraph 362.
Kostantinopol, 22 Temmuz 1914
Enver Paşa Sadrazam’a (Sait Halim Paşa) Türkiye'nin askeri ve idari yeniden
örgütlenmesini tamamlanmadan hiçbir ittifaka girmemesi gerektiğini göstermiş
olduğumu söyledi. Teoride görüşüm tamamen doğru.
Uygulamada ise Türkiye ancak dışarıdan saldırılara karşı güvende olursa iç
reformları barışçıl biçimde ve tam olarak yürütebilecek olma zorunluluğu ile karşı
karşıya kalıyor. Bu nedenle büyük güç gruplarından birinin desteğine ihtiyacı var.
Cemiyette küçük bir azınlık Fransa ve Rusya ile bir ittifaktan yana. Çünkü böyle bir
ittifak, Üçlü İttifak üyeleri Akdeniz'de daha zayıf olduğu sürece Türkiye'nin
güvenliğini garanti edecektir. Diğer yandan, cemiyetin çoğunluğu, Talat bey, Halil
ve başkan olarak kendisi Rusya'ya tabi olmak istemiyor ve Üçlü İttifakın, İtilaf
Devletlerinden askeri olarak daha güçlü olduğuna ve bir savaş durumunda galip
geleceğine inanıyor. Sonuç olarak, mevcut hükümetin ısrarla Üçlü İttifaka katılmak
istediğini ve ancak bizim tarafımızdan geri çevrilirlerse gönülsüz bir şekilde Üçlü
İtilaf ile bir anlaşma yapmaya karar vereceklerini söylüyor. Artık kabine Türkiye'nin
büyük güçlerle karşılaştırıldığında bir müttefik olarak değersiz olduğunu çok iyi
biliyor. Netice itibari ile sadece daha küçük ülkelerden biriyle anlaşma yapacağı bir
ittifakla ilgilenen güçler grubunun korumasını talep ediyor. Şu anda Türkiye'ye açık,
iki ikincil ittifak olasılığı mevcut: Üçlü İtilaf’a doğru yöneleceği Yunanistan ile bir
ittifak ve Üçlü İttifak’a doğru yöneltecek Bulgaristan ile bir ittifak. Kabine bu
nedenle, ittifakın, Üçlü İttifak’ın veya en azından Üçlü İttifak güçlerinden birinin
himayesi altında olması koşuluyla Bulgaristan ile bir anlaşmaya varmaya meyilli.
Bulgaristan ile bir ittifak üzerinde önceden tüm ayrıntıları ile anlaşmaya varılmış
durumda ve Bulgaristan’ı Üçlü İttifakın himayesi olmadan bunu yapmaya ikna
edemediğinden imzalanmamış durumda. Ama şimdi, Avusturya Sırbistan geriliminin
bir sonucu olarak, durum kritik bir hal almıştır. Sadrazam Venizelos ile ittifak
konusunu görüşecekti. Eğer Türkiye ve Bulgaristan’a, Romanya'nın bir zamanlar
Avusturya ile olan ilişkisine benzer bir ilişki ile Üçlü İttifak Bloku’nun bir parçası
olma olasılığı sunulursa Yunanistan'ın önerisini reddetmesi daha kolay olacaktır.
Bâb-ı Âli Balkanlar'da bir savaş çıkana kadar bekleyemez. Ortak askeri hazırlıklar
derhal başlatılmalı.
Enver’e cevaben, beni Türkiye için bir ittifakın gerekliliğine ikna edemediğini
söyledim. Türkiye'nin ekonomik toparlanması bile bir ittifaka girmesiyle riske
girecektir. Eğer Türkiye Üçlü İttifak’a katılırsa Rusya ve Fransa sözleşmeleri
imzalayacak mı? Siyasi mülâhazalar ciddi. Üçlü İttifak’ın bir üyesi olarak Türkiye
Rusya'nın açık düşmanlığını hesaba katmak zorunda kalacak. O durumda,
Türkiye'nin doğu sınırı üçlü ittifakın stratejik tertibindeki en zayıf nokta ve Rusya'nın
doğal saldırı noktası haline gelecek. Üçlü ittifak hükümetleri Türkiye'nin bugün
tatmin edici bir karşılık sunamayacağı bir şey karşılığında yükümlülük üstlenmek
konusunda muhtemelen isteksiz olacak. Türkiye ile Bulgaristan birlikte bir blok
52
olarak bile üçlü ittifakın aksine müttefik olarak zar zor etkin olarak görülebilir. Eğer
Romanya bloğun bir parçası olursa kısmen farklı olacaktır ancak bu şu anda çok az
ihtimal olan bir olasılıktır. Enver paşa dikkatlice dinledi ancak tekrar tekrar eğer
Üçlü İttifak bir Türk-Bulgar ittifakını önlerse cemiyetteki Üçlü İtilaf yandaşlarının
üstünlüğü ele geçireceklerinde ısrar etti. Şu andaki kritik hissiyat Brüksel’de bir
ittifak anlaşmasına varılmasını çok ihtimal dışı kılıyor. Türkiye bundan sonra Üçlü
İttifak’ın onayı olmasa bile Bulgaristan’ı bir ittifaka ikna etmeye çalışabilir. Eğer
Bulgaristan, Avusturya-Sırp ihtilafına çekilirse, Türkiye'nin tarafsız kalmayacağı
neredeyse kesin, ama batı Trakya yoluyla Yunanistan'a doğru şansını zorlamaya
çalışacaktır. Wangenheim.”
Bu telgraftan da anlayacağımız gibi Almanya Osmanlı Devleti ile yakın ilişkileri devam
ettirmek istese bile doğrudan kendisini yükümlülük altına sokacak bir ittifak içerisine
girmekten çekinmektedir. General Liman V. Sanders’de Osmanlı ordusunun Balkan
savaşlarındaki durumundan dolayı Osmanlı ile ittifaka sıcak bakmıyordu (Tuncer 2011,
s. 35). Enver Paşa da sürekli olarak Osmanlı’yı siyasi yalnızlıktan kurtarmaya çalışarak
reelpolitik çerçevesinde bir ittifaka sokmaya çalışmaktaydı. Bu tehdit karşısında II.
Wilhelm, Osmanlı’nın Üçlü İtilaf’a girmesini engelleme girişimlerine hız verdi. Bu
nedenle Wangenheim’a endişelerini bir kenara bırakmasını ve Enver Paşa’nın
Sırbistan’a karşı Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgaristan’ın Almanya ve Avusturya
tarafından desteklenen bir ittifak kurması için görüşmelere başlaması teklifini kabul
etmesi için talimat verdi. Wangenheim ise, Osmanlı Devleti’nin böyle bir girişim için
hazır
olmadığını
ve
bunun
Almanya’yı
büyük
sorumluluk
altına
sokacağı
düşüncesindeydi ancak Kayser’den talimat gelmişti ve bunun uygulanması gerekiyordu.
Wangenheim Sadrazam’a bu durumu iletince, Sait Halim Paşa, Avusturya Sırbistan’a
savaş ilan etmeden bir gün önce, Rusya’nın müttefiklerinin Osmanlılara karşı bir savaş
ilanıyla karşılık vermesini önleyebilmek adına, Rusya’nın müttefiklerinin hiçbirine karşı
olmayan ve tamamen Rusya’ya yönelik yedi yıllık sınırlı bir Osmanlı-Alman ittifakını
öngören resmi bir öneriyle karşılık verdi. Talat Paşa bu durumu anılarında şu şekilde
anlatıyor (Kabacalı 2017, s. 25):
“Türkiye, iç yönetimini örgütlemek, ticarette sanayiini geliştirip korumak, demir
yolları genişletmek, kısaca yaşayabilmek ve varlığını koruyabilmek için öteden beri,
devlet gruplarından birine katılmak üzere bir imkân aramıştı. Fakat devletlerden
hiçbiri buna razı olduğunu bildirmemişti.
Bu sırada sadrazam Said Halim Paşa, elçi Wangemheim’ın Almanya'nın Türkiye ile
eşit şartlar altında bir anlaşma yapmak istediğini kendisine açmış olduğunu bize
bildirmek üzere Enver Paşayı, Halil Bey’i ve beni yanına çağırdı. Bizim
görüşlerimizi sordu. Hepimiz şu kanıdaydık ki, varlığını koruyabilmesi için
Türkiye'nin böyle bir Avrupa devleti ile antlaşma yapması gerekliydi ve Türkiye
ancak bilim, sanat, sanayi ve ticaret bakımından bu derece ilerlemiş bir devletin
yardımıyla kendi varlığını ve gelişmesini sağlayabilirdi. Sadrazam görüşmeleri
53
bizzat yönetmek istediğini bildirdi ve bu meseleyi gizli tutmamızı rica etti. Henüz
resmi ve belirli bir teklif olmadığından, öteki arkadaşlara hiçbir şey söylememesini
istediğini bildirdi.”
Talat Paşa’nın bu sözlerinde yer alan altı çizili cümlelere baktığımızda uluslararası
sistemin Osmanlı Devleti’ni büyük bir devletle ittifaka zorladığını ve Enver Paşa değil
de başka bir yönetici karar verici olsaydı da bu durumun değişmeyeceğini gösteriyor.
Bu da Waltz’ın üçüncü imgesi olan uluslararası sistemin yapısal özelliğinin devletler
arası ilişkilerde ne derece etkili olduğunu gösteriyor.
Yukarıda belirtilen teklife göre Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya –
Macaristan’dan biri Rusya tarafından saldırıya uğrarsa veya Üçlü İttifak’ın herhangi bir
üyesi Rusya’ya saldırırsa yürürlüğe girecekti. Wangenheim teklifi Berlin’e iletti ancak
teklifi uygun bulmadığını da ekledi. Çünkü Üçlü İtilaf’ın Osmanlı Devleti ile ittifak
kurmak istemediğini, bu yüzden, eğer Üçlü İttifak Osmanlı’nın teklifini reddederse
olabilecek tek şeyin Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı Bulgaristan ile bir ittifak
kurabileceğiydi. Yani korkulacak bir şey yoktu. Ancak II. Wilhelm her şeye rağmen
böyle bir riski almak istemiyordu. Bu nedenle Alman Şansölyesi Bethmann Hollweg’e,
sadece Ruslara karşı Osmanlı ile Almanya arasında sınırlı bir ittifak yapılması için
aşağıdaki öneriler temel alınarak hemen müzakerelere başlanması talimatını verdi
(Shaw 2014, s. 55-56):
1.
2.
3.
4.
5.
Her iki tarafta Avusturya ile Sırbistan arasındaki ihtilafta tarafsız kalacaktır.
Eğer Rusya Avusturya'ya saldırarak Sırbistan'ı savunmaya çalışır ve böylece
müttefikimizi savunmak üzere Almanya'nın Rusya'ya karşı savaşa girmesi
gerekirse, o zaman Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya karşı savaş ilan edecektir.
Eğer savaş çıkarsa Liman von Sanders idaresindeki Alman askeri misyonu
Osmanlı İmparatorluğu’nda kalacak ve Osmanlı başkomutanlığı üzerinde genel
bir otoriteye sahip olacaktır.
Almanya Rus saldırısına karşı mevcut bütün Osmanlı topraklarını savunmayı
kesinlikle kabul edecek, böylece Rusya bu toprakları Anadolu’nun diğer
kısımlarına saldırmak için üs olarak kullanmadıkça Berlin Anlaşması uyarınca
Rusya'ya kaybedilen doğu vilayetlerini tekrar elde etmek için savaşmayacaktır.
Bu Osmanlı Almanya anlaşması Avusturya Macaristan ile Sırbistan arasındaki
mevcut kriz devam ettiği sürece yürürlükte kalacaktır.
Kayzer’in bu talimatıyla Osmanlı’nın istekleri arasında açıkça büyük uyumsuzluklar
vardı. Osmanlılar, Rusya başta olmak üzere büyük güçlerin Osmanlı’ya saldırmasını
önlemeye çalışacak bir güvenlik anlaşması peşindeyken Almanya ise Sırbistan ile
54
Avusturya arasındaki krizde başarılı olmak adına Osmanlı’yı kullanmak istiyordu. Bu
durumda kriz sona erdiğinde pekâlâ Rusya ve diğer devletlerin saldırısına uğrayabilirdi
ve bu teklifler kabul edilirse risk daha da artıyordu. Teklif bu yüzden Osmanlı
tarafından reddedildi. Bu da Enver Paşa’nın körü körüne Almanya ile ittifak yaptığı
iddialarının asılsızlığını gösteriyor.
Reddedilen bu teklife karşılık yedi yıllık yeni bir ittifak teklifi ile karşılık verildi.
Wangenheim bu teklifi Alman dış işlerine şu şekilde iletiyor (Shaw 2014, s. 58):
“Konstantinopolis Büyükelçisi'nden Dışişleri Bakanlığı'na,
Telegraph 370.
Kostantinopol, 28 Temmuz 1914
Mutlak gizli.
Sadrazam beni az önce gönderdi ve benden padişahın Almanya'nın kısa bir süre için
Rusya'ya karşı Türkiye ile gizli bir saldırı ve savunma ittifakına girdiği ve
dolayısıyla Türkiye'nin Üçlü İttifak’a girmesini mümkün kıldığı istidanamesini
majestelerine sunmamı istedi. Hadise, Rusya, ya Türkiye, ya Almanya, ya da
Avusturya saldırdığında, ya da Almanya veya Üçlü İttifak Rusya'ya bir saldırıda
bulunduğunda vuku bulacak. Türkiye Rusya'dan başka hiçbir ülkeye karşı koruma
istememektedir. Anlaşmalar, borçlar vb. gibi diğer tüm uluslararası sorularla ilgili
olarak, her şey olduğu gibi kalacaktır. Türkiye'nin koşulu, savaş halinde
imparatorun askeri misyonu Türkiye'de bırakması olacaktır. Türkiye, öte yandan,
Türk ordusu başkomutanlığı ve ordunun dörtte birinin fiili sahra komutanlığının
savaş çıkması halinde askeri misyona devredilmesinin bir yöntemini bulmakla
yükümlüdür.
Müzakereler Türk bakanlar bile dâhil olmak kaydıyla mutlak bir gizlilik içinde
yürütülmelidir. Sadrazam benden şu anda meseleden hiçbir meslektaşıma söz
etmemi istemekte ve Mahmut Paşa'nın21 bile bu sırrı öğrenmemesini ‘zaruri’ olarak
nitelemektedir. Wangenheim.”
Şansölye Bethman, Kayzer’in bu teklifi kabul ettiğini iletti. Buna göre Alman askeri
misyonuna Osmanlı ordusunun başkomutanlığı verilecekti. Hem Osmanlılar hem de
Almanya, Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki savaşta tarafsız kalacak ancak
Osmanlılar Rusya’nın Sırbistan adına müdahale etmesi nedeniyle ya da diğer kasti
sorunlar sonucunda girmesi gerekirse savaşta Almanya’ya katılacaktı (Shaw 2014, s.
59). Enver Paşa bu durumdan ne kadar memnun kalmıştı bilemiyoruz ancak Rus
gerillalarının Anadolu’nun kuzeydoğusunu işgal ettiği bilgisiyle ve bunun neticesinde
Rusların her an saldırıya geçebileceği korkusuyla anlaşmanın resmi olarak bir an önce
21
Osmanlı’nın Berlin büyükelçisi.
55
imzalanması için Almanya’ya baskı yapmaya devam ettiler. Bu dönemde süreci
hızlandıran diğer önemli bir etken de Osmanlı donanması için İngiliz tersanelerinde
yapılmakta olan ve parası peşin olarak ödenmiş iki savaş gemisine Birleşik Krallık’ın el
koymasıydı. Birleşik Krallık’ın bunu neden yaptığını bilemiyoruz ancak İngiliz
istihbaratına göre; Almanya ve Osmanlı Devleti ile ittifak görüşmeleri yapıyordu ve
eğer ittifak kurulursa Enver Paşa’nın bu iki gemiyi doğrudan Birleşik Krallık
tersanelerinden alıp Alman donanmasına yardım etmek adına Kuzey Denizi’ne
göndereceği söyleniyordu.
22 Temmuz 1914’te Enver Paşa, büyükelçi Wangenheim’e ittifak teklifini sundu
(Tuncer 2011, s.36). Enver Paşa’yı bu kadar kararlı bir şekilde Almanya ile ittifak
yapmaya yönelten başka şeyler de olmalıydı. Bunların başında Rusların Doğu
Anadolu’da yeni başlayan Ermeni isyanını destekleyerek isyancıları silahlandırmaya
çalışmasıydı. Ayrıca Ruslar ve İngilizlerin paylaştıkları İran topraklarından bazı
aşiretleri silahlandırarak Osmanlı sınırlarına saldırtması ise diğer bir etkendi. Buna
karşılık Enver Paşa İbn Saud’un yardımıyla, Arap dünyasının yanı sıra İran ve
Hindistan’a İngiliz karşıtı pan-islamcı ayaklanmalar çıkarmak ve Alman gizli servisiyle
işbirliği yapmak üzere kendi istihbarat subaylarını Berlin’e gönderdi. Aynı zamanda
Rusya’nın seferberlik ilanına cevaben tüm Osmanlı birliklerine izinli adamlarını
çağırması ve savaş ihtimali için tatbikata başlanması emrini vermişti. Bu
uygulamalarıyla aslında Osmanlı hükümetinin herhangi bir onayını almadan resmi
olamayan bir seferberlik ilan etmişti (Shaw 2014, s. 67). Ayrıca 1 Ağustos 1914’te
Almanya’nın Rusya’ya savaş ilan ettiği gün resmi olarak ittifak imzalanmadığı halde
Osmanlı’daki Alman askeri misyonunun başındaki L.V. Sanders, Alman büyükelçisi
Wangenheim ve Enver Paşa savaş planlarını detaylandırmak üzere Tarabya’da
buluştular. Anlaşma imzalanır imzalanmaz Osmanlı ordusunun Kafkasya’da Rusya’ya
karşı savunma pozisyonu alması, böylece Rusya veya Yunanistan’a karşı Bulgaristan ile
işbirliği halinde taarruz için kara kuvvetlerinin çoğunu Trakya’da toplayabilmesi
üzerinde anlaşmaya varıldı. Ayrıca Karadeniz’deki Osmanlı filosunu güçlendirebilmek
adına Göben ile Breslau (Bkz. EK 9) gemilerini de içine alan Akdeniz Alman filosunun
İstanbul’a gelmesine karar verildi (Tuncer 2011, s. 41). Sadrazam Osmanlı Devleti’nin
savaşta tarafsız kalacağını açıklamış olsa da ertesi gün Harbiye Nazırı Enver Paşa,
56
Sadrazam Said Halim Paşa ve Alman büyükelçisi H. Wangenheim ile Alman
büyükelçiliğinin Tarabya’daki yazlık köşkünün bahçesinde bir ittifak anlaşması
imzaladılar (Shaw 2014, s. 69). Anlaşmanın hükümleri şu şekildedir (Yılmaz 1992, ss.
121-131):
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Bu iki güç, hâlihazırda Avusturya-Macaristan ve Sırbistan arasındaki
çatışmada, kat'i bir tarafsızlık izlemeye karar vermişlerdir.
Rusya, etkin askeri müdahalelerde bulunur ve bu durum Almanya için
Avusturya-Macaristan'la ittifak nedeni (Casus Foederis22) oluşturursa, bu
ittifak nedeni Türkiye için de geçerli olacaktır.
Harp durumunda, Alman askeri heyeti Türkiye'nin emrine verilecektir. Öte
yandan Türkiye, Ekselansları Harbiye Nazırı ve Ekselansları Askeri Heyet
Başkanı'nın birlikte vardıkları antlaşmaya uygun olarak, yukarıda sözü edilen
Askeri Heyet'e ordunun (Türk ordusu) genel yönetimi konusunda gerçek bir
etkinlik sağlayacaktır.
Almanya, Osmanlı arazisi Rusya tarafından tehdit altına düştüğü takdirde icap
ederse Osmanlı topraklarını silahlı olarak muhafazayı taahhüt eder.
Her iki imparatorluğu da hâlihazırdaki anlaşmazlıklardan doğabilecek
uluslararası çatışmalarda korumak amacıyla yapılan bu anlaşma, yukarıda adı
geçen yetkililerce imzalanmasını müteakiben yürürlüğe girecek ve karşılıklı
vecibelerle 31 Aralık 1918'e kadar yürürlükte kalacaktır.
Bu antlaşma, yukarıda belirlenen tarihten altı ay öncesine kadar taraflardan
biri tarafından iptal edilmezse, beş yıllık yeni bir dönem daha yürürlükte
kalacaktır.
Bu belge, Majesteleri Osmanlı Sultanı ve Majesteleri Almanya İmparatoru
tarafından tasdik edilecek ve tasdiknameler imza tarihinden itibaren bir ay
zarfında karşılıklı teati edilecektir.
Bu antlaşma gizli kalacak ve ancak iki yüksek tarafın muvafakati ile
kamuoyuna açıklanabilecektir.
Ruslara karşı savaşa girdiği takdirde, Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne neler vaat ettiği
de ayrıca Alman büyükelçisi aracılığıyla soruluyordu. Wangenheim buna cevap olarak
(Karabekir 2011, ss.51-52):
“Devlet-i Aliyye’ye, şehr-i halin 2’si tarihli mukavelename ile Almanya'ya karşı vaki
olan taahhüdüne sadık olarak, İttifak-ı Müselles devletleriyle bir harbe duçar olacak
olursa Almanya, kendi tarafından devlet-i müşarünileyhaya atide beyan edilen
faydaları vaat eder.
1.
2.
Almanya, Devlet-i Aliyye’ye uhud-i atika usulünün ilgası maksadıyla
müzaheretini bahşedecektir.
Devlet-i Aliyye'nin Romanya ve Bulgaristan ile icra edeceği müzakereler
esnasında Deylet-i Aliyye’ye müzaheret etmeye amade bulunduğunu Almanya
beyan eder. Fetih olunacak arazinin taksimi hakkında Bulgaristan ile Osmanlı
menfaatlerine muvafık bir itilaf husulü için Almanya mesai-i cemilesini sarf
edecektir.
Bir anlaşma ile oluşturulan ittifak yükümlülüklerinin yerine getirilmesini gerektiren durum anlamındaki
Latince kökenli uluslararası hukuk deyimi.
22
57
3.
4.
5.
6.
Düşman askerleri tarafından işgal olunması muhtemel Osmanlı arazisi tahliye
edilmedikçe, Almanya sulh akt etmeyecektir.
Yunanistan, harb-i hâzıra iştirak eyleyecek ve mağlup olacak olursa Almanya,
Devlet-i Alliyye’ye son harp neticesinde elinden çıkmış olan adaları geri
verdirmek için çalışacaktır.
Almanya, Devlet-i Aliyye'nin şark hudutlarının, devlet-i müşarünileyhayı
Rusya'da sakin İslam unsurlanyla doğrudan doğruya temas etmesine müsait
olmak üzere tashih ettirmeyi taahhüt eder
Almanya, Devlet-i Alliyye'nin münasip bir tazminat-ı harbiye istihsal etmesi
emrinde, imal-i nüfuz eyleyecektir.
Şurası mukarrerdir ki Almanya, yukarıdaki taahhütlerin 2 numaralı fıkrasında
münderiç olandan maadasını ifaya anca kendisinin ve müttefiklerinin, harb-i
hâzırdan muzaffer çıktıklan ve muhariplere meramını icra ettirmeye kadir olduğu
takdirde mecbur tutulabilcektir. Wangenheim.”
Bu anlaşma Osmanlı’nın savaşa girmesini doğrudan zorunlu kılmıyordu (Tuncer 2011,
s. 37). Osmanlı’nın savaşa girişi Rusya’nın yapacağı hamlelere bağlıydı. Ancak Rusya
bu hamleleri yaparsa anlaşma Osmanlı Devleti’ni tek taraflı bir taahhüt altına
sokuyordu. Geç de olsa bunun farkına varan İttihatçılar bu yüzden Almanya’ya
yukarıdaki talepleri ilettiler (Aydemir 1969, c. II, s. 518). Enver Paşa bu anlaşmayı bir
süre gizli tuttu. Bu esnada Üçlü İtilaf ise tarafsız devletleri kendi yanlarına çekebilmek
adına Osmanlı topraklarından çeşitli bölgeler için imtiyazlar vadediyor, Osmanlı
Devleti’ne ise tarafsız kalması karşılığında toprak bütünlüğünü korumayı garanti altına
alacaklarını söylüyorlardı. En son bu taahhüdü verdiklerinde Osmanlı Balkan
topraklarının tamamını kaybetmişti. Enver Paşa’yı bu ittifaka yönelten en önemli
nedenlerden biri de buydu (Shaw 2014, s. 75). Peki, bu ittifaka gerek var mıydı? Enver
Paşa Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını sağlayabilir miydi? Açıkçası, Osmanlı
Devleti’nin önünde, hangi yolu seçerse seçsin büyük riskler bulunuyordu ve hayatta
kalabilmesi büyük bir devletin desteği olmadan pek mümkün değildi. Bu noktada Enver
Paşa değil de başka bir etkili isim olsaydı bu sonuca varması kaçınılmaz gibi
gözüküyordu. Çünkü 1914 yılında Avrupa devletleri arasındaki ilişkiler ve bu ilişkiler
bağlamında ortaya çıkan tehlikeler Osmanlı Devleti’nin bekasını doğrudan etkileyecek
türdendi. Tarafsızlığını ilan edip bunu korumaya çalışması durumunda bile savaşın
Osmanlı’ya sıçraması kaçınılmazdı. Çünkü İttifak Devletlerinin askeri kuvvetleri kıta
ortasında toplu bir şekilde yer aldığından bu kuvvetler hiçbir engelle karşılaşmadan
cepheler
arasında
kolayca
sevk
edilerek
ordunun
ağırlık
merkezi
kolayca
değiştirilebilecektir. Bu durumda Rusya, müttefiklerinden ayrı kalıyor ve cepheler
arasında kuvvet sevkiyatı bir yana silah ve mühimmat yardımı bile alamıyordu. Bu
58
noktada Osmanlı’nın elindeki boğazlar İtilaf Devletleri açısından çok önemli bir hale
geliyordu. Bu bölgenin İtilaf Devletlerinin eline geçme riski Almanya için hem kısa
hem uzun vadede büyük zararlara neden olacağından savaşa girilmediği takdirde
Almanya’nın buna yönelik bir önlem alması gerekiyordu. Ayrıca bir şekilde boğazların
İtilaf Devletlerinin eline geçmesi Osmanlı başta olmak üzere bütün Balkan devletlerini
İtilaf Devletlerinin yanında yer almaya mecbur bırakacağından bir anda İtilaf Devletleri
boğazlardan Balkanların kuzeyine kadar hâkim olarak İttifak Devletlerini çembere
almasına neden olabilirdi. Osmanlı seferberliğinin ilk günlerinde İtilaf Devletlerinin
Boğazlara yönelik saldırı hazırlıkları ile Almanların ve Osmanlıların boğazları tahkim
etmesi de bu durumun bir göstergesiydi. Doğal olarak Almanlarla boğazları tahkim edip
aynı zamanda savaşta tarafsız kalmaya çalışmak (boğazların silahlı tarafsızlığı) aslında
Almanya ile ittifak anlamına gelmektedir. Bu durumda İtilaf Devletlerinin boğazlardan
serbestçe
yararlanamaması, savaşı kaybetmeleri riskini ortaya çıkaracağından
Osmanlı’ya savaş açmak zorunda kalacaklardır. Hatta durum o kadar ciddi bir hal
almıştı ki Rusya Petersburg’da “Boğazları İşgal Encümeni” kurmuştu ve bu kurul Çar’a
İstanbul ve Boğazların ani bir baskın ile işgali planını sundu. Çar da bu planı onayladı.
Rusların boğazlara saldırmak istediği oldukça açıktı. Hatta Ruslar Osmanlı’nın parasını
ödeyerek İngiltere’de yaptırmakta olduğu iki savaş gemisinin bu planları bozacağını
düşündüğünden, Rus dışişleri bakanı Sazanov Londra büyükelçisi Benckendorff’a şu
telgrafı çekmişti (McMeekin, 2013 s.129):
“Türkiye’nin İngiltere’de kendisi için inşa edilmekte olan ‘Rio de Janerio’ (Sultan
Osman-ı Evvel) ve ‘Reshadieh’ (Reşadiye) adlı iki dretnotu almaması son derece
önemli bir meseledir. Bu gemilerin yapımı öylesine ilerlemiş durumda ki, Türkiye’ye
ilkinin birkaç hafta, ikincisinin de birkaç ay içinde gönderilmesi mümkündür.
Lütfen, İngiliz hükümetinin bizim için bu sorunun ağırlıklı önemini kavramasını
sağlayın ve bu gemilerin mutlak İngiltere’de tutulması için onları gayretle
sıkıştırın.”
Yukarıda belirtilen nedenlerden ve bu telgraftan anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti’nin,
Rusya’nın içinde yer aldığı bir ittifaka girmesi veya tarafsız kalması pek mümkün
değildi. Şimdi bu noktada bizim tezimizi ve Enver Paşa’nın bu ittifaka yönelmesinin
zorunlu olduğunu destekleyen görüşlere yer verelim;
59
Kazım Karabekir’e göre eğer Almanya ile ittifak yapılmasaydı Osmanlı İtilaf
Devletlerine boyun eğecek ve ilk iş olarak İstanbul Ruslara, Çanakkale de İngiliz ve
Fransızlara teslim edilecek, Osmanlı ordusu kaldırılarak askerleri de ikmal kuvvetleri
olarak tıpkı sömürge halkları gibi Alman cephelerine sürülecekti (2011, ss. 54-63).
Dönemin önemli isimlerinden olan Cemal Paşa da Almanya ile ittifakın kaçınılmaz
olduğunu söylüyordu. Uluslararası sistemin, Osmanlı’yı Almanya ile ittifak yapmaya
mecbur kılan nedenlerini iyi bir şekilde gösterdiği için Cemal Paşa’nın düşüncelerini
aynen aktarıyorum (Kabacalı 2016, ss. 134-136):
“Her türlü dış görünüşe göre, pek yakın bir gelecekte İttifak ve İtilaf Devletleri
grubu arasında müthiş çarpışmalara başlanacağı muhakkak. Böyle bir zamanda
eğer biz hiçbir taraftan başı bağlı bulunmaz isek menfaatlarımız hangi tarafla
birlikte yürümeyi gerektirirse o tarafa meyletmek imkânını elde bulundurmuş
olurduk. Hâlbuki biz daha şimdiden kararımızı vermiş, partimizi tutmuşuz. Bu
bakımdan, icraat serbestisi elimizden çıkmış. Bari tuttuğumuz parti milli
menfaatlarımıza uygun mu? Biraz daha beklemiş olsa idik, diğer tarafın daha
faydalı, daha etkili tekliflerine tabi olamaz mıydık? Bu teklifleri kabul etmek
suretiyle memleket menfaatlarına daha faydalı bir iş görmüş olmaz mıydık? Şimdiye
kadar bize daima Fransa ile hoş geçinmeyi tavsiye eden, görünüşte dostluk
duygularını göstermekle beraber fiili ve hakiki hiçbir yardım göstermemiş olan
Almanya, acaba neden dolayı bu sırada bizimle ittifak imzası için acele etti? Hem
öyle bir antlaşma ki, Osmanlı Devleti’ni Almanya ve Avusturya ile eşit haklara
sahip sayıyor. Böyle bir fedakârlığa bu iki imparatorluk neden dolayı razı oldu?
İşte bu bir sürü sual zihnimi işgal ediyor, bunları nasıl halledeceğimi bilemiyordum.
Nihayet kesin kararımı şu biçimde verdim:
Dünyada hiç kimsenin inkâr edemeyeceği hakikatlerdendir ki, Rusya, Osmanlı
İmparatorluğunun can düşmanıdır ve İstanbul'u almak başlıca emelidir. Bu emelden
Rusya'yı vazgeçirmek imkânsızdır. Çarlık, Berlin Antlaşması neticesinde İstanbul'a
sahip olamayacağını anlayınca gözünü Hindistan'a dikti. İngiliz siyasetinin
incelikleri sayesinde kendisine yolun kapanmış olduğunu görünce Uzakdoğu'ya
döndü. Port Arthur'a kadar uzattığı eli Japonlar tarafından kırılınca al kanlar
içinde geri çekildi: Şimdi artık emellerinin ezeli kâbesine dönmekten başka kurtuluş
çaresi görmüyor ve bütün hırsı ile iki buçuk asırlık avına, zavallı Türkiye'ye son
hücumu yapmaya hazırlanıyor. Bulduğu müttefikler, kendisine karşı olmaktan
ziyade, bundan sonra yanında bulunacaklardır. Kırım seferindeki durum, Berlin
Konferansına yol açan durum; bugün tamamen değişmiştir. Mısır'a hâkim olan
İngiltere, Basra Körfezine iktisadi bakımdan göz dikmiş olan Almanya'yı, İstanbul'a
ve umumi olarak Anadolu'ya göz dikmiş olan Rusya'dan daha zararlı sayıyor.
Dolayısıyla Mezopotamya'ya (Elcezire) mukabil İstanbul'u eline teslim etmekten
çekinmez. Fransa ile Suriye de kendisine karşı gelinmemek şartıyla Türkiye'nin
taksimine muhalefet edeceklerden değildir. Müttefiklerinin Türkiye'deki
menfaatlarıyla kendi arzularının uyuşacağını gören Rusya için takip edilecek en
esaslı siyaset, mümkün olduğu kadar Türkiye'yi bir başına bırakmak ve daima
menfaatlarını elde etmesini sağlayacak tedbirlere başvurmaktan ibaret olur.”
60
Özellikle altı çizili cümlelere baktığımızda Cemal Paşa’nın da uluslararası güçler
dengesinin Osmanlı aleyhine değiştiğini gördüğünü ve Osmanlı Devleti’nin Almanya
ile ittifak yapmaktan başka çaresinin olmadığını düşündüğü görülmektedir.
İmparatorluğun Son Kurşunu; Enver kitabında Zafer Tekin Osmanlı Devleti’nin bu
savaşta tarafsız kalamayacağını şu şekilde belirtiyor (2017, ss. 115-116):
“…(savaşta) tarafsız kalmak hemen hemen imkânsızdır. Zira Rusya savaşın en önemli
tarafıdır ve müttefikleri ile bağlantı yollarının en önemlisi İstanbul Boğazı’dır.
Türkiye’nin tarafız kalarak burayı kapatması, Rusya ve İngiltere’nin aleyhinedir, açık
bulundurulması ise Almanya’nın menfaatlerine aykırıdır ve her iki durumda da savaşa
dahil edilmesi kaçınılmazdır. Geriye sadece Almanya ile yapılacak ittifak kalmaktadır
ve bunu da zamanlama olarak iyi ayarlamak, en azından geciktirerek ve gerekli
hazırlıkları asgari düzeyde tamamlayarak yapmak gerekmektedir.”
Zafer Tekin’in isabetli bulduğumuz bu değerlendirmesinden, Avrupa güçler dengesinin
ve güç politikalarının Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na girmeye zorladığı
görülmektedir.
Tezin giriş kısmında da değindiğimiz kitaplardan biri olan Osmanlı Devleti’nin Sonu
adlı kitabında Hüner Tuncer savaş öncesi ittifaklar sistemi içinde Osmanlı Devleti’nin
konumunu şu şekilde açıklıyor (2011, s. 32):
“Temmuz 1914'te, Üçlü İtilaf Devletleri, ‘Avrupa'nın hasta adamı’ olarak
nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğu ile aynı ittifak içerisinde yer almak istemiyordu,
çünkü bu devletler, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanacağını öngörüyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa savaşının sonucunda parçalanması durumunda,
İngiltere ile Fransa, imparatorluğun topraklarını kendi topraklarına katma yerine;
Osmanlı İmparatorluğu'nun yerini, Osmanlı'nın Hristiyan azınlıklarının kendi
nüfuzları altında kuracakları devletlerin almasını istiyordu. Bu durum, İngiltere ile
Fransa'nın Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi ittifaklar içinde almaları ve savaştan
Osmanlıların zaferle çıkmaları halinde, doğaldır ki, gerçekleşmeyecekti.”
Hüner Tuncer’in bu yorumundan, zaten Osmanlı yöneticilerinin önünde dağılmak üzere
olan bir imparatorluğu kurtarmak adına önlerinde başka bir seçeneğin olmadığını ve bu
yüzden de Almanya ile ittifak yoluna gidilmesinin uluslararası sistemin zorlamasıyla
olduğu anlaşılmaktadır.
61
Siyaset bilimci Sean McMeekin Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya’nın rolünü şu şekilde
açıklıyor (2011, ss. 31-41):
“Rus-Japon Savaşı’ndan sonra, Japonların 1912'de Kuzey Mançurya’da Rus
üstünlüğünü tanımasıyla Petersburg Uzakdoğu'da şaşırtıcı kazanımlar elde etmişti.
Çin aynı yıl güçlü Rus baskısı altında isteksizce Moğolistan'a özerklik verdi ve
İngilizler 1914'te Çin’in Harbin bölgesinde Rus idari gözetimine razı oldu. Londra
ayrıca Afganistan'da Hindukuş dağlarının kuzeyinde Petersburg'a bir nüfuz alanı
bırakmayı kabul etti. Bu arada Rusya'nın kuzey İran üzerindeki emperyal nüfuzu hızla
bir emrivaki yarattı. Emperyal valiler gibi davranmaya başlayan Rus diplomatlarca
atanmış hâkimler sayesinde, Rus göçmenler ve karteller İran Azerbaycanı’nda
ekilebilir arazilerin dörtte üçünün kapılarını çoktan elde etmişlerdi. Hem Babıali'yi,
hem de Berlin’i telaşa düşüren 1913-1914'teki Ermeni reformu kampanyası, Osmanlı
egemenliğindeki Anadolu'da Rus nüfuzunu yaymaya dönük ve pek de gizli
sayılmayacak bir Truva atıydı. Son olarak İstanbul'u ve Boğazları ele geçirmeye
yönelik Rus planları, Karadeniz filosunun henüz bunu hayata geçirecek kadar güçlü
olmamasına karşın, 1914'te feci ilerlemiş durumdaydı ve politika belirleyicilerinden
genel destek görmekteydi.
... Japonya ile son savaş elbette emperyal bir yenilgiydi; ama sadece Rusya
yayılmasının daha açık seçik biçimde güney ve güney batı sınırlarında yoğunlaşmasını
getirmişti.
... Rus emperyalistleri Osmanlı devletini parçalama konusunda bayağı ciddiydi.”
Sean McMeekin’in bu tespitlerinden anlaşılacağı gibi Osmanlı Devleti kendisine
yönelen bu tehditten kendi başına kurtulamayacağı ve Rusya’nın dâhil olduğu İtilaf
bloğuna giremeyeceği için Almanya’nın yanında İttifak bloğuna katılmak zorunda
kalmıştı. Bu noktada Enver Paşa’nın tek başına vereceği kararların Avrupa güçler
dengesini değiştirip Osmanlı Devleti’ni farklı bir konuma getiremeyeceği açıktır.
Tarihçi Robert Mantran, Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yaparak savaşa
girmesini şu şekilde yorumluyor (1995, s. 293):
“Türk-Alman bağışıklığı, olsa olsa tarihin bir tür kazası, Prusya militarizmi içinde
yüzen bir avuç serüvencinin sözleştiği doğal olmayan bir anlaşma mı demektir?
Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokmuş olanlardan Müslüman kamuoyunu
uzaklaştırmaya kalktığında, İtilaf Devletlerinin propagandası bu temaya sarılmakta
gecikmeyecektir. Ne var ki, Babıâli’nin –Sultan V. Mehmed’in rızasıyla- yaptığı seçim,
pek mantıklıdır gerçekte. Uçsuz bucaksız bir savaş alanına dönen bir Avrupa’da,
Türkiye’yi geleneksel düşmanı Rusya’nın korkunç terslemeleriyle bir kez daha karşı
karşıya getirecek olasılıklar yok mudur? Böylesi bir tehlike ortaya çıktığında, İttifak
Devletleriyle bağlaşıklık, mümkün tek kale değil midir?”
62
Nevzat Köseoğlu Enver Paşa ile ilgili yazdığı kitabında Enver Paşa dışındaki diğer
devlet adamlarının görüşlerini temel alarak Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya
Savaşı’na girişi hakkında şunları söylüyor (2017 s. 249):
“…Görülüyor ki, dönemin yöneticileri, değil bir savaşa girmeyi, varlığını
koruyabilmek için bile, bir büyük devlete yaslanmak gerektiğini düşünmektedirler. Bu
korkunun temeli Rusya kaynaklı idi ve çok da gerçekçiydi; bunu da en iyi o insanlar
biliyorlardı.”
Osmanlı Devleti’nde bakanlık ve diplomatlık yapan ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde
bizzat yer almış olan Mahmut Muhtar Paşa Almanya ile ittifak meselesi hakkında
şunları söylüyor (1999, ss.233-234):
“Büyük devletler arasında bizim için en az tehlikeli olanlar Almanya ve Avusturya,
en çok korkulacaklar da İngiltere ve Rusya idi. Doğu meselesinin alacağı şekil ise en
ziyade bu son iki devletin gaye ve görüşlerine tabi idi.”
Demek ki Enver Paşa’nın yerinde Mahmut Muhtar Paşa olsa o da aynı yolu seçecekti.
Ali İhsan Gencer ve Sabahattin Özel, Türk İnkılabı ile ilgili kitaplarında Osmanlı
Devleti’nin Almanya ile neden ittifak yapmak zorunda kaldığını şu şekilde açıklıyorlar
(2016, ss. 48-49):
“Osmanlı Devleti son zamanlarda her ne kadar Alman siyasetine meyletmişse de son
savaşlarda bu devletten umduğu desteği göremediği İçin İngiltere ve Fransa nezdinde
ittifak arayışlarına girmiştir. Ancak her iki devlet de Osmanlı Devleti'ni müttefik
olarak kabul etmemişlerdi. Çünkü çıkması muhtemel genel bir savaşın gündeminde
Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması da yer alacaktı. Bu devletler çıkacak bir
savaşta aşırı ölçüde zayıflamış olan Osmanlı Devleti’ni taşınacak bir yük olarak
görüyor, ayrıca müttefikleri olan Rusya'yı kızdırmak istemiyorlardı. Osmanlı Devleti
Balkanlar'da da aynı paralelde girişimlerde bulunmuşsa da, olumlu bir sonuç
alamamıştı. Diğer taraftan Osmanlı-Rus ilişkilerinde kayda değer bir gelişme 1914
Martı’nda İstanbul'da Osmanlı Rus cemiyetinin kurulmuş olmasıydı. Fakat bir
Osmanlı-Rus ittifakına zemin yaratmak amacıyla asıl adım 1914 Mayısı’nda atılmış
dâhiliye nazırı Talat Bey'in başkanlığındaki bir kurul Yalta'da Livadia Sarayı'ndaki
Çar II. Nikola’yı ziyaret etmişti. Fakat Talat Bey'in bu vesileyle hariciye nazırı
Sazanov’la yaptığı görüşmede bir uzlaşmaya varılamamıştı. Bütün bunlar da sonuç
olarak siyasi yalnızlıktan kurtulmayı bir zorunluluk olarak gören Osmanlı Devleti’ni
Almanya'nın safına yaklaştırmıştı. Esasen iktidardaki İttihat ve Terakki Hükümeti'nin
etkili üyeleri olan Enver ve Talat paşalarla, sadrazam Sait Halim Paşa'nın tercihleri
de bu doğrultudaydı. İtilaf Devletlerinin Balkan Savaşlarındaki tarafgir tutumlarıyla,
Rusya'nın Boğazlar üzerindeki emelleri de bu tercihi destekliyordu.”
63
Dönemin sadrazamı Sait Halim Paşa da Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı
sürecinde seçeneklerinin çok sınırlı olduğunu ve tarafsız kalmalarının mümkün
olmadığını belirtiyor (Balcı 2018, s.21).
İttihat ve Terakki Tarihi kitabının yazarı Hüseyin Adıgüzel, dönemin yöneticilerinin
seçeneklerinin sınırlı olduğunu ve mecburen Almanya ile ittifak yaptıklarını bu yüzden
sorumluluğu doğrudan yöneticilere yüklemenin yanlış olduğunu kitabında şu şekilde
açıklıyor (2018, ss. 200-201):
“İngiltere'nin en güçlü çağında, Çarlık’ın da kudretini yanına çekmiş olarak, çok
boyutlu zafiyetlerle mâlül, parçalanmanın eşiğindeki Osmanlılara yönelik siyaseti ve
bu doğrultuda tesis ettiği baskı, gidişatı belirlemişken altın yaldızlarla kaplı birer
flama gibi açılan Alman yandaşlığı ve Turancılık iddiaları altında toplanan bir sürü
suçlama sayesinde, Türkiye olağanüstü mücadele tarihinin gerçekliğinden
koparılmıştır. Bu isnatlar, kendilerine ait bir bütçeleri bile olmayan Osmanlıların
maruz kaldığı emperyalist saldırıya meşruiyet kazandırmaktan başka hiçbir şeye
hizmet etmemekte, büyük güçlerin politikaları sonucunda sayısız açmaz içine saplanıp
kalmış Osmanlıların yalnızlığını ve çaresizliğini gözlerden saklamaktadır.
…Osmanlı'nın savaşa girmesinin, Almanya'nın yandaşlığı ve Turancılık düşüncesine
bağlamaya çalışmak o dönemin devlet yöneticilerine atılabilecek en büyük
iftiralardan biridir.”
Birinci Dünya Savaşı ile ilgili bir uluslararası sempozyumda akademisyen Necmettin
Alkan Enver Paşa’nın da görüşlerine yer vererek neden Almanlarla ittifak yapıldığını şu
şekilde acıkıyor (2014 s. 171):
“…Yine bu bağlamda, Osmanlı devlet adamlarının indinde Rusya’ya karşı duyulan
endişe ve korku da unutulmamalıdır. Devlet adamları özellikle de Rusya’nın Kafkasya
ve Boğazlar üzerinden yapacağı saldırıyı Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike
olarak görmekteydiler. Bunu bertaraf etmek için önce Rusya ile ittifakı denemişler,
fakat Rusya bunu reddetmişti. Geriye Rusya’ya karşı denge olarak Almanya’nın
askerî ve iktisadi imkânlarının kullanılması kalmıştı. Bundan dolayı son çare olarak
Almanlarla birlikte hareket etmeye karar vermişlerdi. Bu kararın alınmasında Enver
Paşa öncü olmuştur denebilir. Enver Paşa’nın son çare olarak Almanları neden tercih
ettiğini en güzel şekilde yine kendisi izah etmektedir. Amerika Büyükelçisi Morgentau,
bu günlerde Enver Paşa ile bizzat yaptığı görüşmede şunları söylediğini
zikretmektedir: ‘Menfaatimize olduğu için Almanlarla birlikte hareket ediyoruz. Onlar
da menfaatlerinden dolayı bizimleler. Almanya, beklentilerine yardım ettiği sürece
Türkiye’yi koruyacaktır. Türkiye, kendisine yardım ettiği sürece Almanya’yı
destekleyecektir.’ Dolayısıyla burada karşılıklı bir menfaat ilişkisi ve beklentiler söz
konusudur.”
Burada açık olarak Enver Paşa’nın uluslararası sistemin baskıları gereğince reelpolitik
düzlemde hareket etmeye çalıştığını görmekteyiz.
64
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş süreciyle ilgili birçok makale ve
kitap yazmış olan akademisyen Ali Kaşıyuğun (2009, ss. 336-337): “Osmanlı
Devleti’nin Savaşa Girmemesi Mümkün Müydü?” sorusuna bunun bir önemi
olmadığını belirterek “Hem İtilaf Devletleri hem de İttifak Devletleri gözlerini Osmanlı
Devleti’ne dikmiş olduklarından tarafsız kalmak bir şey değiştirmeyecektir.” tespitinde
bulunmaktadır.
Akademisyen Matthew David Penix, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti adlı
tezinde Osmanlı Devleti’nin Avrupa güçler dengesinde hayatta kalabilmek ve Birleşik
Krallık ile Rusya’nın politikalarına direnebilmek için mecburen Almanya ile
yakınlaştığını belirtmektedir (2013, s. 50).
Dönemin Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı Halil Menteşe anılarında Almanya ile
ittifak yapmalarının neden bir zorunluluk haline geldiğini şu şekilde anlatıyor. (1986, ss.
86-87):
“Türk - Alman ittifakı niçin ve nasıl yapıldı?
Harb başladığında ben Meclis-i Meb'usan Reisi idim. Ancak 1331 (1915) senesi Ekim
ayında Hariciye Nâzırı olarak Said Halim Paşa Hükümeti’ne iştirak ettim.
Kabinesinde Sûra-yı Devlet Reisi bulunduğum zaman Said Halim Paşa merhumla
aramızda çok samimi bir münasebet teessüs etmişti, Meclis-i Meb'usan Reisi
bulunduğum sıralarda müşarünileyh mühim meseleler zuhurunda beni davet eylemeyi
ve beynelmilel müzakerelere de beni memur etmeyi âdet edinmişti. 1914 Temmuzu
ortalarında idi. Bir gün Yeniköy'deki yalısında: Halil Bey, Almanya ile bir ittifak
hazırlamaktayım. Ne dersiniz, devam edeyim mi? Reyinizi bilmek isterim demişti.
İngiliz ve Fransızlar nezdindeki bütün teşebbüslerimiz neticesiz kaldığına göre sırf
Rusya'ya karşı tedafüi (savunmayla ilgili) olmak şartı ile Almanya ile ittifak akdine
muvaffak olursanız, memlekete hizmet etmiş olursunuz demiştim.
Ağustos'un ikinci günü sabahleyin Sadrıâzam'ın yalısından telefon geldi. Sadrıâzam
Paşa yalıda teşrifinize intizar ediyor deniliyordu. Hemen otomobile atladım, gittim.
Enver Paşa ile Talât Beyi orada buldum. Alman sefirinin gelmesi bekleniyordu.
Kararlaştırılan muahede müsveddesini okudum. Sırf Rusya'ya karşı tedafüi olarak
hazırlanmış olduğunu gördüm. Tedafüi mahiyetini kuvvetlendirecek bir iki kayıd
ilâvesini de teklif ettim. Onların kabulü için Sadrıâzam sefirle görüşmüştü. Muahede
imza edildikten sonra Alman sefiri ile birlikte gelmiş olan Sefaret Baştercümanı
Mösyö Weber: Mademki imparator harp ilân etti. Taahhüdünüzden kurtuldunuz
demişti. Filhakika o gün Alman imparatoru harp tehlikesi ilân etmiş ve Rusya'ya
ordularını şimali Almanya hudutlarından çekmek üzere 12 saat mühlet vermişti.
65
Muvafakat reyi vermiş olduğumdan dolayı bugün o günden ziyade musib (yanılmayan)
olduğuma kaniim. Zira Saray-Bosna'da patlayan bombanın bir Panslavist darbesi
olduğunu ve Rusya'nın harbi tahrik ve tesri etmekte ve bunu İstanbul ve Boğazları
zapt için yapmakta olduğuna kaani idim. İngiltere ve Fransa'ya takarrüb (yaklaşma)
için vuku bulan bütün teşebbüslerimizden müspet bir netice çıkmamış, ittifak
tekliflerimiz de reddedilmişti. Harbden sonra meydana çıkan gizli vesaik (belgeler)
Osmanlı Devleti'nin kat’i tasfiyesinin harbden evvel İtilâf Devletlerince (Rus, Fransız,
İngiliz) takarrür etmiş olduğunu apaşikâr meydana çıkarmıştır.
Boğazları ve Basra Körfezi’ni kapayıp Rus ordularını mühimmatsız bırakarak
mağlubiyetlerini teminle harp bitmeden harp dışı etmemiş ve şark vilâyetlerimizi
Ruslarla işbirliği yapmış olan Ermeni komitacılarından temizlememiş olsaydık milli
devletimizin tekevvününe de imkân kalmıyacaktı.”
Halil Menteşe’nin bu görüşlerine bakıldığında savaşa Almanya ile girmenin
zorunluluğunu düşünmesinin yanında, savaşta yenilgi alınmasına rağmen savaş
esnasında yaşanan olayların Rusya aleyhine cereyan etmesinden dolayı Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulabilmesi için de uygun bir ortam oluştuğunu iddia ediyor. Demek
ki Enver Paşa yerinde Halil Menteşe olsaydı o da aynı yolu izleyecekti. Çünkü dönemin
güçler dengesi sisteminde Osmanlı Devleti’nin konumu bunu gerektiriyordu.
İttihat ve Terakki’nin kurucularından ve II. Meşrutiyet dönemi önemli siyasetçilerinden
biri olan Mithat Şükrü Bleda neden Almanlar ile ittifak yapmak zorunda kaldıklarını
İmparatorluğun Çöküşü kitabında şöyle anlatıyor (1979, 78-79):
“Bir cihan harbi elle tutulacak hale gelmeden hayli önce İtilaf Devletlerine yanaşmak
yolunda birçok teşebbüste bulunmuştuk. Diplomatik faaliyetlerle sık sık zemini
yoklamıştık. Hatta Meşrutiyet’in ilanını takip eden aylarda ilk heveslendiğimiz iş
İngiltere ile dostluk kurmaktı. Meşrutiyet’in ilanından tam bir yıl sonra bu maksatla
Talât’ın başkanlığında yedi, sekiz milletvekilinden kurulu (benim de içinde
bulunduğum) bir parlamento heyeti Londra’ya gitmişti. Londra’da birçok diplomat ile
görüştük ve bütün gayretlerimize rağmen kendileriyle yazılı bir anlaşmaya varamadık
ve gittiğimiz gibi kollarımızı sallaya sallaya geri döndük. Diğer taraftan Fransız dostu
olarak tanınan Cavit Bey’i Fransa’ya gönderdik. Ne var ki o da bizden fazla bir şey
yapamamış, Fransızları sağlam bir anlaşma yapmaya ikna edememişti. Almanlarla
anlaşma yapmadan önce ‘ümit cihandan büyüktür’ sözüne uyarak İngiliz ve
Fransızlarla görüşerek hükümetimizin görüşünü bildirdik. Bunu yapmaktaki gayemiz
Almanlarla anlaşırken onlar aleyhine herhangi bir düşüncemiz olmadığını belirtmekti.
Fransa ve İngiltere sefirlerine durumu böyle bildirdik:
- Biz Almanya ile ittifak halindeyiz, bu ittifakın bizi ileride ne gibi zorunluluklar altına
sokacağını şimdiden kati olarak kestirmek mümkün değildir. Belki bir gün harbe
girmek zorunda kalırız. Şayet İngiltere ve Fransa hükümetleri bütünlüğümüzü
koruyacaklarına dair bize yazılı bir garanti verecek olurlarsa harbin sonuna kadar
tarafsız kalacağımıza söz veririz.
Sefirler teklifimizi hükümetlerine bildirdiler, fakat aradan uzun bir zaman geçtiği
halde bu iki ülkeden ne müspet ne de menfi bir cevap aldık. Bu olmadığı gibi
66
diplomatik çevrelerde hakkımızda hiç de hoşa gitmeyecek söylentilerin dolaşmaya
başladığını öğrendik.
Bu söylentilerin başında Doğu’nun bir kısmı ile Boğazların Rusya’ya peşkeş
çekileceği konusu da vardı. Rusya, İngiltere ve Fransa müttefik idiler. İttifakın icap ve
zaruretlerini yerine getireceklerdi. Almanlar ise hiçbir taviz beklemeden bizimle
anlaşma yapmak, bizi kendi saflarına sokmak istiyorlardı. Karşı tarafta üç dört
yüzyıllık düşmanımız pençesini uzatmış üzerimize çullanmak üzere fırsat beklerken
nasıl olurdu da Almanya’nın uzattığı eli sıkmazdık?”
Osmanlı Devleti’nin son dönemleri, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına
damgasını vurmuş olan önemli siyasetçilerden Rauf Orbay hatıralarında Osmanlı
Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin neden zorunlu olduğunu şu şekilde
açıklıyor (1993, s. 23):
“Şuracıkta şimdilik kısaca söyleyeyim ki; Enver fevkalâde dürüst, efendi, namuslu bir
adamdı. Hele her şeyin üstündeki vatanseverliğine toz kondurmak imkânı yoktur.
Onun hakkındaki tek itham da memleketi Umumî Harb’e sokmasıdır. Bence bu itham
da varit değildir. Zira biz Umumî Harb’e girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin
müttefiki olan Ruslar, Türkiye'ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık,
Rusya'da Bolşeviklik İnkılâbı olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir
büyük harbin galibi olunca, öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul'u mutlaka ele
geçirmek yolunu tutardı. Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da, para veriyorlar,
top veriyorlar ve harbe girmemizi istiyorlardı.
Kısaca, bizim 1914 te Birinci Cihan Harbine girmemiz bence, katiyen zaruri idi.”
Bu örneklere bakıldığında yirminci yüzyılın başlarında uluslararası sistemin anarşik
yapısı ve bu yapı sonucu oluşan güç dengelerinde Osmanlı Devleti’nin konumunun çok
zayıf olduğunu ve bu yüzden savaşa girmese de paylaşılacağı ayrıca Enver Paşa
dışındaki yöneticilerin de savaşa girmek dışında diğer seçeneklerin pek mantıklı
olmadığını düşündüklerini görmekteyiz. Bu açıdan bakıldığında Enver Paşa’nın dış
politika
hamlelerinin
reelpolitik
çerçevesinde
gerçekleştiğini
ve
reelpolitik
uygulamalarının da neorealist bakış açısına göre kişilerin davranışlarından değil
uluslararası sistemin anarşik yapısından kaynaklandığını görmekteyiz. Bu nedenle
Waltz’ın üç imgesinde insan ve devlet yapısının değil uluslararası sistemin etkisini
Enver Paşa örneği üzerinde görmekteyiz. Yani Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya
Savaşı öncesindeki politikaları Enver Paşa’nın kişisel fikirleriyle ve Osmanlı
Devleti’nin içsel yapısıyla değil uluslararası sitemin yapısal özellikleriyle açıklanabilir.
Walz’ın üçüncü imgesi ve neorealist bakış açısı bu yüzden dönemin olaylarını
açıklamada tezin temelini oluşturmuştur.
67
Şimdi Almanya ile ittifakın Osmanlı Devleti’ni nasıl savaşa sürüklediğine ve savaşta
yaşanan olaylara değinelim.
5.4.2 İttifaktan Savaşa
Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak anlaşması yapmasına rağmen tarafsızlığını
korumaya devam ediyor gibi gözüküyor ve fiilen savaşa girmiyordu. Bu nedenle
Almanlar bir şekilde Osmanlı Devleti’ni ittifak anlaşması gereğince savaşa sokmak
istiyordu. Çözüm basitti; Akdeniz’deki iki Alman kruvazörü Karadeniz’deki Osmanlı
donanmasına katılacak ve Rusya’ya saldıracaktı. Gemilerin başında Amiral Souchon
vardı ve ona bu doğrultuda verilen emirler İngiliz istihbaratı tarafından ele geçirilmişti.
Bu arada Almanlar Sadrazam’a ittifak anlaşmasının gereklerinin neden yerine
getirilmediğini sorduğunda Sadrazam, Wangenheim’a; kabinenin Almanya ile ittifak
yapma kararını Enver Paşa’nın verdiğini, çoğunluğun fikrinin alınmadığı böyle bir
eyleme karşı olanların toplantıya çağrılmadığını, Enver Paşa’nın Osmanlı’nın önceki,
Bulgaristan ve Romanya ittifaka katılmadıkça savaşa açıkça girmekten kaçınma
politikasını bozduğunu ve Almanya tarafında savaşa girme kararı almaya mecbur etmek
için o sırada Doğu Akdeniz’de olan Alman gemilerinin Osmanlı sularına girmesine izin
vermeye karar verdiğini bildirdi. Enver Paşa ise bu izni verirken Almanya’dan,
kapitülasyonların kaldırılmasını, Balkanlarda kaybedilen yerlerin ve Ege adalarının bir
kısmının iadesini, Orta Asya’daki Türklerle doğrudan bağlantı kurabilmek için
Kafkasya’nın Osmanlı’ya verilmesini ve savaş sonunda Osmanlı’ya savaş tazminatı
verilmesini istiyordu. Wangenheim bu istekler karşısında Almanya’nın ancak savaşın
kazanılması sonucunda Avrupa’da mutlak kontrol sağlayabilirse bu talepleri yerine
getirebileceğine dair sınırlı bir söz veriyordu. Bunun hemen ardından Enver Paşa Rus
askeri ataşesi M. N. Leontiyev’le bir görüşme yaptı ve tam seferberlik halindeki 9. ve
11. kolorduları Kafkasya cephesinden çekmeye hazır olduğunu söyledi. Böylece
Tiflis’teki Rus komutanlığı isterse, bütün Kafkasya kuvvetlerini Almanya ve
Avusturya’ya karşı Batı cephelerini takviye için gönderebilirlerdi. Ayrıca Osmanlı ve
Rusya beş ya da on yıl sürecek olan bir savunma ittifakının ilk adımı olarak, Balkan
meselelerinde kapsamlı bir anlaşmaya varabilirdi. Enver Paşa ayrıca bu ittifak yapılırsa,
68
anlaşmanın imzalandığı gün, Liman von Sanders’in askeri heyetini kovacağı sözünü
verdi. Ruslar bir hafta sonra bu teklifi reddetti ve bunun hemen ardından Enver Paşa
Alman gemilerinin Osmanlı karasularına girmesine izin verdi (McMeekin 2013 ss. 133134). Rusya nezdine yapılan bu teklife bakıldığında Enver Paşa’nın son ana kadar
seçenekleri zorladığını ve Osmanlı Devleti lehine bir reelpolitik siyaseti ortaya koymaya
çalıştığını görmekteyiz.
Enver Paşa zamanlamanın doğru olduğuna inanır inanmaz savaşa topyekûn katılabilmek
için hem ordu hem halk adına tam seferberlik ilan edilmesine karar verdi (Shaw 2014,
ss. 104-105). Seferberlik kararından kısa bir süre sonra her vilayette İdare’i Örfi ve
Divan-ı Harb-i Örfi kurulmasını öngören bir karar yayımlandı. Bu karara göre hem
askerden kaçmalar engellenecek hem de Almanya ittifakı ve savaş aleyhtarlarının sesi
kısılmış olacaktı. Bunun bir benzeri de kurtuluş savaşı dönemindeki Hıyanet-i Vataniye
Kanunu ve İstiklal Mahkemelerinin kurulmasıdır. Seferberlik kararı yürürlüğe girdikten
birkaç gün sonra Enver Paşa sert bir şekilde yayınları sansürlemek üzere yeni bir
sistemin kurulduğunu açıkladı. Bu esnada da yüzyıllardır Osmanlı Devleti’nin başına
bela olan kapitülasyonlar meselesini çözmek gerekiyordu ve bu yönde önemli bir adım
atıldı. Kapitülasyonlar meselesi ileride de çok önemli bir çatışma konusu olacağı için bu
konuda Osmanlı hükümetinin attığı adımın içeriği önemlidir. Savaşta İttifak grubunun
galip çıkması halinde Enver Paşa’nın Osmanlı dış politikasına yaptığı en önemli
katkılardan biri bu olacaktı. Hükümet kapitülasyonlarla ilgili Almanya’da dâhil yabancı
devlet elçiliklerine bir açıklama gönderdi. Bu açıklama hem İTC’nin hem de Enver
Paşa’nın dış politika fikirleri ve hedeflerini yansıtması bakımından önemli olduğu için
açıklamaya değinmek gerekiyor. Açıklama şu şekilde (Shaw 2014, 227):
“Osmanlı imparatorluğu hükümeti, dost güçlerin yurttaşlarına karşı
misafirperverlik ve sempati duygular içerisinde, daha önce Şark’a ticaret yapmak
için gelen yabancıların tabi olacakları kuralları özel bir şekilde belirlemiş, bunları
da büyük güçlere duyurmuştur. Bâb-ı Âli'nin tamamen kendi rızası ile ilan ettiği bu
hakları, ayrıcalıklar olarak yorumlamış, bazen pratikteki bazı uygulamalar ile
genişletilmiş ve eski antlaşmalar veya kapitülasyonlar adı altında günümüze kadar
gelmişlerdir. Bu esnada, bu ayrıcalıklar, bir yandan yüzyılın hukuk normları ve milli
egemenlik ilkesi ile tamamen tezat içinde bulunurken, öte yandan, yabancı güçler ile
ilişkilerde bazı yanlış anlaşılmaların doğmasına sebep oldukları gibi Osmanlı
İmparatorluğu'nun gelişmesi ve ilerlemesini ve böylece bahsedilen ilişkilerin
istenilen yakınlık ve dostluk derecesine ulaşmasını engellemektedirler. Bütün karşı
koymalara rağmen Osmanlı imparatorluğu, 1255 yılında Gülhane Hattı Hümayunu
ile başladığı rönesans ve reform yolunda yürümeye devam etmektedir ve Avrupa'nın
69
medeni toplumlar ailesi arasında hakkı olan yerini sağlamak için en modern hukuk
ilkelerini kabul etmiştir. Anayasal rejimin kurulması, ilerleme yolunda Osmanlı
İmparatorluğu'nun çabalarının ne mutlu bir başarı ile taçlandığını göstermektedir.
Bu esnada, Kapitülasyonlardan çıkan sonuç olarak devletin egemenliğinin en
önemli temelini oluşturan yargılama gücünün uygulanmasına yabancıların
müdahalesi; pek çok yasanın yabancılara uygulanamayacağı varsayımı ile yasama
gücünün sınırlandırılması; kamu güvenliğine kasteden bir suçlunun sadece yabancı
bir milletten olduğu için veya kamunun eylemi, yabancılara karşı her türlü sınırlama
ve şartları uygulamama ilkesine saygı duymak durumunda olduğu için yasanın
uygulanmasının dışında kalması; sözleşmeyi yapan tarafların milliyetine bağlı
olarak aynı sözleşmeden doğan anlaşmazlıkların kısıtlayıcı ayrıcalıklara bağlı
olarak birbirinden farklı süreçlerden geçmesi ülkede hukukun mükemmelen
işlemesine yönelik bir mahkeme teşkilatın önünde aşılamaz bir engel
oluşturmaktadır.
Kapitülasyonları, yine aynı şekilde yabancıları Osmanlı İmparatorluğu’nda
vergilerden özgür kılması sonucunda Bâb-ı Âli sadece reformları
gerçekleştirebilmek için gerekli mali olanakları sağlayan olmakla kalmamakta,
dışarıdan borçlanmaya başvurmadan güncel idari ihtiyaçlarını bile
karşılayamamaktadır. Yine aynı mantıkla, dolaylı vergilerde yapılan artışlar,
doğrudan katkıların oranını yükseltmekte ve Osmanlı mükelleflerinin ağır bir yük
altında kalması sonucunu doğurmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ticaret yapan
ve her türlü muafiyet ve ayrıcalığa sahip olan yabancıların vergilendirmeye daha az
açık olması açık bir adaletsizlik ve devletin saygınlık ve bağımsızlığına karşı bir
kasıt oluşturmaktadır. Bütün bu engellere rağmen imparatorluk hükümeti reformcu
çabalarını, genel savaş reform yolunda bütün eserlerinin gerçekleşmelerini
tehlikeye atarak ülkedeki mali sıkıntıları iyice artırmaya başlayıncaya kadar, azim
ile sürdürmekteydi. Bâb-ı Âli, şu kanaate sahiptir ki, Türkiye için tek kurtuluş yolu,
bu reform ve kalkınma eserinin en kısa zamanda gerçekleşmesidir ve Türkiye yine
kânidir ki bu yolda atacağı her adım bütün dost güçlerin cesaretlendirmesine
mazhar olacaktır. İşte bu kanun üzerinedir ki, 1 Ekim 1914 tarihinden başlayarak,
İmparatorluğun ilerlemesine bugüne kadar engel oluşturan Kapitülasyonların ve
onlara ek bütün ayrıcalık ve toleranslarının kaldırılması ve bütün devletlerle
ilişkilerin temeli olarak uluslararası hukukun genel ilkelerinin benimsenmesi kararı
alınmıştır. Tatmin olunarak karşılanacağından şüphe duymadığım ve Osmanlı
İmparatorluğu'nun önünde bir iyilik devri açacak olan bu kararı bildirime onurunu
yaşarken, Bâb-ı Âli'nin kararında tamamen Osmanlı vatanının yüksek çıkarlarını
koruduğunu, Kapitülasyonları kaldırırken Rusya hükümetine karşı, dostane olmayan
hiçbir fikir beslemediğini ve hükümetiniz ile uluslararası kamu hukukunun genel
ilkeleri temelinde ticaret anlaşmaları yapmak amacıyla görüşmeler yapmaya
tamamen açık olduğunu eklemeyi bir görev bilirim. Said Halim”
Bu açıklamayı okuyan bütün ülkelerden Osmanlı hükümetine tepkiler yağıyordu. Ancak
bu hamle işe yaramıştı. Çünkü İtilaf Devletleri bu kararı Almanların aldırdığını ve
böylelikle İtilaf Devletleriyle Osmanlı’nın arasını açıp onu İttifak Devletlerinin
kucağına düşürmek istediklerini düşünüyorlardı. Bu nedenle tepkiler devam etmedi.
Sadece bunu kabul edemeyeceklerine dair protesto notaları göndermekle yetindiler.
Sonuçta bu iş bir oldubittiye getirilmişti ve halk bu durumdan dolayı oldukça
memnundu (Shaw 2014, ss. 235-236).
70
Enver Paşa’nın Osmanlı karasularına girme izini verdiği Alman gemileri (Göben ve
Bresleu) açıkça Osmanlı’nın tarafsızlığını bozuyordu. 8 Ağustos 1914’te Rus, İngiliz ve
Fransız büyükelçileri Osmanlı’ya bu gemilerin ya Ege’ye dönmesini ya da gemileri
silahsızlandırarak mürettebatın tutuklanması yönünde sert bir nota verdi. Almanya ve
Avusturya ise gemilerin Karadeniz’deki Rus limanlarına sefer düzenlemesini istiyordu.
Bu durum Osmanlı’yı köşeye sıkıştırmıştı. Enver Paşa bu teklifi Rus donanmasının
bölgede üstün olduğu, Osmanlı seferberliğinin daha yeni başlamış olduğunu, bu yüzden
ordunun böyle bir çarpışmaya girmeye hazır olmadığını ileri sürerek reddetti. Ancak bu
gemilere ne olacağı belli değildi. Enver Paşa bu konuda ne yapacağından emin değildi.
Bu esnada Göben ve Bresleu Çanakkale Boğazı’na gelmişti. Masada üç seçenek vardı.
İlki; gemilerin geçişine izin vermemek. Şartlar gereği bu pek mümkün görünmüyor.
İkinci seçenek Alman gemilerinin geçişine izin vermek ama tarafsız bir ülke
olduğundan İngiliz donanmasının da bu gemileri takip etmesinden dolayı onların da
geçmesine izin vermek. Son seçenek ise sadece Alman gemilerinin geçişine izin
verilerek İngiliz gemileri takip etmek isterse onları bombalamak. Bu konuda Almanlar
acil olarak Enver Paşa’ya bu soruları yönelttiler. Gemilerin geçişine izin verilecek
miydi? Enver Paşa sadrazama ve meclise danışmam gerekiyor bahanesiyle Almanları
biraz oyaladı ancak durum çok acildi. Almanlar baskıyı artırdı. Enver Paşa mecburen
evet geçmelerine izin verilecek demek zorunda kaldı. Sonra yeni soru geldi; şayet
İngiliz donaması bu gemileri takip ederse ateş açılacak mı? Enver Paşa yine zaman
kazanmak için meslektaşlarıma sormalıyım dedi ama fayda etmedi. Baskılar arttı ve
Almanlar daha fazla bekleyemeyeceklerini söyleyince en sonunda Enver Paşa evet dedi.
Amiral Souchon olayı şu şekilde aktarıyor (Shaw 2014, s. 568):
“Saat 16:00’da Truva ovasını ve Çanakkale Boğazı’nı gördük. Giriş açık
görünüyordu. Büyük bir endişeyle ve herkes muharebe mevzilerinde Boğazlara
girdik. Semaforla Çanakkale Burnu’na işaret verdim. ‘Hemen bir kılavuz yollayın.’
Bir Türk destroyer bize yaklaştı. Muhabere flaması vardı: ‘Beni izleyin.’ Türk
kurmay subayın elini dostça sıktım. Almanca konuştu… Yarma girişimimiz başarılı
olmuştu. Herkes üzerine düşeni yapmıştı.”
Gemiler daha sonra Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaştı. Osmanlı hükümeti bu
gemileri İngilizlerin haksız yere el koyduğu gemilerin karşılığında tazminat olarak satın
aldığını duyurdu. Gemilerin isimleri Yavuz Selim I ve Midilli olarak değiştirildi. Bütün
Alman mürettebat Osmanlı donanmasına girdi. Amiral Souchon ise bu iki gemiyle
71
birlikte Osmanlı donanmasının komutanı oldu. Böylelikle Osmanlı donanması,
Karadeniz’deki Rus donanmasından daha güçlü bir konuma gelmiş ve Rusya’nın
İstanbul’a saldırma olasılığı önemli ölüde azalmıştı (Tuncer 2011, ss. 42-43)
Talat Paşa anılarında bu olayı şu şekilde aktarıyor (Kabacalı 2017, s. 28-29):
“Sadrazam ve bazı nazırlar Göben ve Breslau’nun tarafsızlık kuralları uyarınca ya
48 saat içinde Çanakkale Boğazı'ndan çıkmaları ya da silah ve toplarını teslim
etmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Toplanmış bulunduğumuz odaya yeniden gelen
Said Halim Paşa, Wangenheim’ın bu teklife son derece öfkelendiğini ve müttefik
sıfatıyla böyle bir davranışa hakkımız olmadığı kanısında bulunduğunu söylediğini
bildirdi. Bunu yine uzun görüşmeler izledi ve sonuçta, Wangenheim’a karşı
kullanılacak dil ve Türkiye'yi hemen savaşa sokmamak için başvurulması gereken
araç ve çözüm yolları hakkında bir karara varıldı. Sadrazam bu haberi bizzat
bildirmek istemedi. Halil Bey ve ben, elçinin bulunduğu salona giderek kendisine
tereddütlerimizi anlattık. Wangenheim pek heyecanlıydı ve yüzünü ter kaplamıştı. O
anda Halil Bey'in aklına gemileri satın almak geldi ve Wangenheim’a bunu önerdi.
Bazı tereddütlerden sonra gene aynı öneriyi kabul etti. Gemilerin satışı yalnızca bir
gösteriş değil, gerçekti.”
İngiltere ve Fransa hemen olayı protesto etti ancak Rusların Osmanlı Devleti’ni
doğrudan İttifak Devletlerinin kucağına atacak bir girişim yapmaması için de telkin
ediyorlardı. Osmanlı da bu durumu kullanıp zaman kazanabilmek adına çeşitli
girişimlerde bulunuyordu. Cemal Paşa bu durumu şu şekilde anlatıyor (Kabacalı 2006,
s. 148-150):
“Goeben ve Breslau'nun Marmara'ya girişinden sonra biz Boğazları kapamıştık. Bir
yandan bu işlemin, bir taraftan da bu iki Alman harp gemisinde elan Alman
mürettebat bulunmasının tarafsızlığa aykırılığını ileri sürerek, İngiliz ve Fransız
sefirleri resmi ve hususi girişimler yapmaktan bir an geri kalmıyorlardı.
İttifakımızdan habersiz olan İtilaf sefirleri, bu iki gemi ve mevcut birçok Alman
zabiti sayesinde, Almanların bizi mutlaka bir harbe sürükleyeceklerini iddia
ediyorlar ve bizim tarafsızlığımız için tek çarenin, bu gemilerin Alman
mürettebattan arındırılması ve Alman ıslahat heyetiyle bu mürettebatın Almanya'ya
iadesi olduğunu söylüyorlardı. Cidden tarafsız olsa idik, bizim yapacağımız iş de bu
idi. Fakat biz, tarafsızlığımızı yalnızca vakit kazanmak için ilan etmiş; harbe girmek
için ordunun seferberliğini tamamlamasını bekliyorduk. Bu sırada Encümen-i
Vükela, yine vakit kazanmak fikriyle, İngiliz Sefiri Sir Louis Mallet ile benim,
Fransız sefiri ile Cavid Beyin pek sıkı bir ilişki içinde bulunmamıza ve ittifakımız
hakkındaki şüphelerini hemen ortadan kaldırmaya çalışmamıza karar verdi.
Tarabya'daki evinde bir gün akşam üzeri kendisiyle görüşürken, Sir Louis Mallet:
- Cemal Paşa; Osmanlı hükümeti tarafsızlığını hakikaten ve sonuna kadar muhafaza
için ne gibi menfaatlar sağlamaya razıdır? dedi.
Osmanlı hükümetinin hakiki tarafsızlığından şüphe etmemekle beraber, bu suali
Sadrazam Paşaya arz etmek mecburiyetinde olduğumu bildirdim. İngiliz ve
Fransızların ittifak dairelerine girmek için ne gibi şartlar ileri sürmemiz icap
edeceğine dair Sadrazam Paşa ile birkaç madde kararlaştırarak yazdık. Bu
72
maddeler; bütün kapitülasyonların kaldırılması, Yunanlıların gasp ettiği adaların
iadesi, Mısır meselesinin halli, Ruslar tarafından iç işlere katiyen müdahale
edilmemesi ve şayet Ruslar tarafından bir tecavüze uğrarsak, İngiliz ve Fransızlar
tarafından bilfiil mani olunması vesaire gibi birtakım şartlardan ibaret idi ki; Sir
Louis Maller'in bunları Londra'ya nakletmiş olduğunu, biz harbe girdikten sonra
yayımlanan İngiliz Mavi kitabındaki telgrafnameden anladım. Üç dört gün sonra Sir
Louis Mallet, birer birer cevap veriyordu: ‘Kapitülasyonların adli kısmının
kaldırılması şimdi söz konusu olamazmış, ancak mali kısımlardan bazılarının
şimdiden kaldırılmasını, diğer müttefikleri razı olmak şartıyla, İngiltere
onaylayabilirmiş. Yunanlılarla aramızdaki adalar meselesini zamana bırakmak
daha uygun olurmuş. Mısır meselesinin hal suretine şimdiden yanaşmak tehlikeli
olacağından, bunun Umumi Harpten sonraya bırakılması uygunmuş. Rusların
Türkiye'ye şimdilik bir tecavüz niyetleri olmayıp, esasen Osmanlı hükümetinin ülke
bütünlüğü diğer imza sahibi devletler gibi İngiltere ve Fransa'nın dahi kefaleti
altında bulunduğundan, bu cihetten pek ziyade emin olmaklığımız lazım getirmiş. Şu
kadar var ki, eğer biz arzu edersek, bu kefaleti destekleyecek şekilde bir siyasi senet
vermeye hazır bulunuyorlarmış. Ancak bütün bu menfaatlara karşılık biz de, Rus
gemilerine karşı Boğazları hiçbir zaman ve hiçbir bahane ile kapamamak
zorunluğunda bulunuyor ve bu mühim nokta hakkındaki Rus emellerini tatmin
etmemiz gerekiyormuş. Bizim, İtilaf Devletleri grubu lehine harbe girmekliğimizi
katiyen istemiyorlar ve bunu menfaatlarına aykırı görüyorlarmış. Alman
mürettebatla ısiahat heyetinin Almanya'ya iadesi, Çanakkale Boğazının trafiğe
hemen açılması ile bundan böyle katiyen kapatılmayacağının taahhüt edilmesi şart
imiş ve buna karşılık ülke bütünlüğümüzün korunmasına ve mali kapitülasyonlarda
değişiklik yapılmasına dair İngiltere, Fransa ve Rusya Babıali'ye bir senet
vereceklermiş.
Bence cevap pek açıktı. Bizim kendileriyle beraber harbe girmekliğimizi İtilaf
Devletleri grubu istemiyordu. Bunun sebebi ne olabilir? Zira biz onların müttefiki
olarak harbe girecek olursak, Rusya'nın göz diktiği İstanbul'u ele geçirmek imkanı
ortadan kalkacaktı. Buna Rusya, katiyen razı olamaz ve dolayısıyla Fransız ve
İngilizler de yanaşamazlardı.
Amaçları, açıkça şu idi:‘Türkiye'yi şimdilik, bize zarar verecek tedbirler almaktan
men edelim; Ruslar bu Umumi Harp esnasında bizimle ilişkiyi kaybetmesinler ve bu
sayede biz harbi kazanalım. Ondan sonra Rusya'nın arzusuna uyarak İstanbul'u
Ruslara vermek ve Arabistan vilayetlerinde ıslahat talebi adı altında özerk
yönetimler kurmak ve onları himaye ve gözetimimiz altına almak güç bir şey
değildir.’
Bu açıklamalarından anlaşılıyor ki; ilk ittifak teklifim Paris'te nasıl ve ne suretle
redde uğradı ise, İngiliz kanalıyla yaptığım ikinci ittifak teklifi de aynen o suretle
reddedildi.”
Altı çizili cümlelere bakıldığında Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yapmasının
zorunlu olduğunu düşünen sadece Enver Paşa değildir.
Enver Paşa bu gemiler sayesinde elinin iyice güçlendiğini düşünerek 12 Ağustos
1914’te Sadrazam’a seferberlik kanununun Osmanlı hükümetine, başlıca Osmanlı
limanlarındaki yabancı gemilerde ve ambarlarda bulunan, ordunun ihtiyaç duyabileceği
mallara el koyma yetkisi verdiğini bildirdi. Buna da tepkiler gecikmedi ancak her iki
73
tarafta Osmanlı’yı kendi tarafına çekmek istediğinden fiilen bir şey yapmaktan
çekiniyorlardı. Ancak İtilaf Devletleri Osmanlı toprak bütünlüğünü garanti etmekten
başka bir şey önermediğinden Osmanlı gün geçtikçe İttifak bloğuna daha fazla
yaklaşıyordu. Bunu fark eden W. Churchill, Enver Paşa’ya bir mektup yazdı. Mektup şu
şekilde (Shaw 2014, ss. 588-589):
“19 Ağustos 1914
Türk gemilerini alıkoyma gerekliliğinden dolayı derinden üzüntü duyuyorum. Çünkü
tüm Türkiye'de paranın nasıl bir vatanperverlikle toplandığını biliyorum. Bir asker
olarak askeri gerekliliğin savaşta ne gerektirdiğini biliyorsunuz. Majestelerinin
hükümetine aşağıdaki düzenlemeyi önermek arzusundayım:
1. Her iki gemide Britanya tersanelerine bizim tarafımızdan tamamen onarıldıktan
sonra savaş sonunda Türkiye'ye teslim edilecek.
2. Herhangi birinin batması halinde barış ilan edilir edilmez Türkiye'ye tam
değerini ödeyeceğiz.
3. Ayrıca bir arabulucunun belirlediği üzere Türkiye'ye mürettebatları
göndermesinin neden olduğu ilave masrafları ve diğer harcamaları tek seferde
ödeyeceğiz.
4. Gemileri almakdaki gecikme nedeniyle Türkiye'ye tazminat olarak, geriye dönük
olarak onları devre aldığımız tarihten itibaren onları tuttuğumuz her gün için
haftalık taksitler şeklinde günde 1000 pound ödeyeceğiz.
Bu düzenleme Göben ile Breslau’ya ait olan Alman subayları Türk topraklarını
kesin olarak ve tamamen terk ettiği gün yürürlüğe girecek ve Türkiye bu savaşta
sadık ve yansız bir tarafsızlığı sürdürdüğü ve ne o ne de öbür tarafı tuttuğu sürece
bağlayıcı olmaya devam edecek.
Kabul ediyor musunuz? Winston Churchill.
Enver Paşa’dan bir yanıt gelmeyince Eylül ayının ortalarında öneriyi yeniledi ancak
bütün bu olanlara da Osmanlı’nın neden olduğunu söyleyerek suçlayıcı bir tavır
takınıyordu. Enver Paşa ise Cavid Bey aracılığıyla İngilizlerin teslim etmediği gemileri
hemen iade etmeleri ve Kapitülasyonların kaldırıldığını kabullenmelerini istiyordu.
Ancak İngilizler bu gemi meselesinin bir ödünç alma olarak görülmesi gerektiğini ve
kapitülasyonlar için ayrıca görüşülmesi gerektiğini söyledi. Bu davranışlar Osmanlı’yı
İttifak Devletlerine daha çok yaklaştırıyordu. Bu esnada Bulgaristan ve Romanya’da
İttifak bloğuna dâhil edilmeye çalışılıyordu. Fransa ise Osmanlı Devleti’ni ikna
çabalarının boşuna olduğunu ve ancak güç kullanımıyla ikna edebileceklerini
söylüyordu. Bütün bunlar olurken Rusya Galiçya’da ilerleyerek Avusturya-Macaristan
kuvvetlerini yenilgiye uğratınca II. Wilhelm, Enver Paşa’dan acilen Karadeniz’de
Rusya’ya yönelik bir amfibi saldırı düzenlemesini istedi. Bu istek karşısında Enver Paşa
ağırdan alarak henüz uygun zamanın gelmediğini ve sadece askeri bir eylem için değil
74
aynı zamanda İslam âlemini İtilaf Devletlerinin aleyhine harekete geçirmek üzere büyük
bir hazırlık yapıldığını söyledi. Wangenheim, Enver Paşa’nın bu cevabını kayzere
iletirken Enver Paşa’nın doğrudan savaşa girmek için Almanya’nın kesin olarak savaşı
kazanabilecek bir konuma gelmesini beklediği notunu ekledi (Shaw 2014, ss. 592-595).
Enver Paşa gerçekten de kendi kurduğu ve doğrudan talimat verdiği gizli örgüt olan
Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla sömürge ülkelerinde ayaklanma hazırlığı yapıyordu ve
bu örgüt savaş esnasında birçok ayaklanma çıkaracaktı. İtilaf kuvvetleri sabırla
beklemeye devam ediyordu. Enver Paşa zor da olsa her iki tarafı oyalamaya devam
ediyordu. Ancak bu esnada Marne Savaşı’nda Almanya bir dizi yenilgiye uğradı.
Avusturya da Galiçya’da pek iyi sonuçlar alamıyordu. Bu noktada Osmanlı’nın
dikkatleri başka yöne çekecek bir saldırı yapması çok kritik hale gelmişti. Ancak
saldırının nereye yapılacağı konusunda görüş birliği yoktu. General Sanders, Göben ve
Breslau’yu Odessa yakınlarında Ruslara karşı göndermek için bir plan yaptı. Amiral
Souchon, Sanders’i, o kadar askeri Karadeniz’den taşıyıp, Rusların ana muharebe
gemilerinin olduğu Sivastopol’deki Rus donanma üssüne 150 mil uzaklıktaki
korunaksız düz bir kıyıya çıkarmanın imkânsız olacağına dair ikna etmeye çalışıyordu.
Diğer bazı Alman generalleri ise hem İngilizlerin Hindistan ve Avustralya’ya geçişini
engellemek hem de sömürgelerde Panislamcı hareketlerin yükselişini teşvik etmek için
Osmanlı’nın Sina çölünden Süveyş Kanalı ve Mısır’a saldırması gerektiğini
düşünüyorlardı. Ancak 14 Eylül 1914’te Kayser II. Wilhelm’in Amiral Souchon’a
“Yeterince güçlü hisseder hissetmez Karadeniz’de kuvvetli bir eylemde bulunulması”
yönündeki talimatlarının iletilmesi üzerine saldırının yönü kesinleşmiş oldu. Bu da
Rusya’ya Karadeniz’den saldırılması fikrinin Enver Paşa’ya ait olmadığını gösterir.
Ancak Enver Paşa, Amiral Souchon’a, donanmayı Karadeniz’e götürebilmesi yönünde
izin verdi. Ve Souchon Kradeniz’e açılarak çeşitli askeri manevralar yapmaya
başlayınca Osmanlı hükümeti bu iznin hazırlıksız bir zamanda Osmanlı’yı savaşa
sürükleyebileceğini öne sürerek iptal edilmesini istedi. Aslında bu fikrin temel nedeni
Marne Savaşı’nda Almanya’nın yenilmesiydi. Bu yüzden Almanya’nın güçlü konumda
olmaması Enver Paşa’yı yeniden düşünmeye ve emri geri almaya sevk etti. Hemen
Amiral Souchon’a bir telgraf çekerek ikinci bir emre kadar Karadeniz’deki manevraları
ertelemesini emretti (Shaw 2014, ss. 600-604). Enver Paşa, Alman deniz kuvvetlerinin
bu aşamadan sonra kolayca durdurulamayacağını biliyordu. Bu yüzden kendisinin emri
75
dinlenmeksizin bir eylem gerçekleştirilirse bunu protesto ederek bunun Osmanlı’nın
rızası
dışında
gerçekleştiğini
bildirecekti.
Böylelikle
Osmanlı’nın
tarafsızlığı
korunacaktı. Buna karşılık olarak Almanlar, ittifak anlaşmasının yükümlülüklerinin
yerine getirilmemesi halinde, Osmanlı Devleti bu şekilde Almanya’nın bir zafer
kazanmasını
beklerse,
Alman
yönetimi
savaştan
sonra
Osmanlı
Devleti’ni
ödüllendirmenin gereksiz olacağını düşünecekti. Rusya ise bu esnada Karadeniz’deki
donanmasına eğer Alman gemileri Karadeniz’e çıkıp Osmanlı karasularının ötesine
geçerse saldırı emri verdi. Birleşik Krallık ise bu zamanlarda Churchill tarafından teklif
edilen, Birleşik Krallık donanmasının Marmara Denizi ve İstanbul’a ilerlemesinin
yolunu açmak için, aynı zamanda İstanbul Boğazı’ndan saldıran Rus Karadeniz
filosunun ilave desteğiyle, Yunanistan’ın, Gelibolu yarımadasına çıkarma yapması
planını kabul etti. Ayrıca Çanakkale Boğazı civarında devriye gezen İngiliz filosuna
hangi bayrağı taşıyor olursa olsun Ege’ye açılan herhangi bir Osmanlı gemisi olursa
batırması emrediliyordu (Shaw 2014, ss. 610-614). Bu gelişmeler karşılığında Enver
Paşa 1 Ekim’de hükümetin onayını almadan Boğazları ticaret ve savaş gemilerine
kapatarak cevap verdi. Bu hamle Rusların kuzey denizlerindeki limanlarının sürekli buz
tutmasından dolayı Rus ticaretine yönelik büyük bir darbeydi. Aynı zamanda savaş
zamanı kıtlığından dolayı İngilizlerin ve Fransızların çok ihtiyaç duydukları Rus tahıl
ürünlerine ulaşamamaları anlamına geliyordu. Bu yüzden Enver Paşa’ya bu devletler
tarafından şikâyetler yağmaya başladı. Ancak Osmanlı Devleti geri adım atmadı.
Almanya ise Osmanlı’nın savaşa girişini teşvik için büyük bir mali yardımın yanı sıra
Osmanlı’nın talep ettiği kredileri vermeyi kabul etti. Bu arada Osmanlı Devleti İtilaf
Devletleriyle tarafsızlık görüşmeleri yapmayı da ihmal etmiyordu. Ancak taraflar
karşılıklı olarak teklifleri kabul etmiyordu. Yine de bu durum bir süre daha Osmanlı’nın
tarafsız kalmasına imkân tanıdı. Talat Paşa ise böyle bir durumda Alman yardımının
alınamayacağını bildiğinden bir an önce karar vermeliyiz diyordu. Bu esnada Almanya
yardım ve kredi anlaşmalarını onayladı ve Osmanlı’nın artık savaşa girmesini istedi.
Aynı zamanda vadettiği kredileri altın olarak hemen İstanbul’a gönderdi. Artık durum
geri dönülemez bir noktaya gelmişti. Ve Enver Paşa bu gelişmeler üzerine,
Karadeniz’deki Osmanlı filosundaki Türk subaylara Alman komutanların emirlerine
tartışmasız derhal itaat etmeleri emrini verdi. Enver Paşa daha sonra Amiral Soucon’a
filo hazır olur olmaz “Karadeniz’de deniz manevralarını yürütmesi” yetkisini veren bir
76
emir yayımladı. Ayrıca Karadeniz filosunun herhangi bir savaş ilanı öncesinde Rus
donanma kuvvetlerine ve limanlarına saldırmasını emreden mühürlü bir belge verdi
(Shaw 2014, s. 640).
27 Ekim 1914’te Amiral Souchon, Osmanlı donanmasıyla birlikte Karadeniz’e açıldı.
29 Ekim’de bu filo Rusya’nın Odessa, Theodosia, Sivastopol ve Novorossikh
limanlarını bombaladı. 2 Kasım 1914’te Rus Çarı II. Nikola Osmanlı’ya savaş ilan
ettiğini açıkladı ve halkına hitaben şu bildiriyi yayımladı (Shaw 2014, s. 651):
“Alman komutası altında Türk filosu haince Karadeniz kıyılarımıza saldırma
küstahlığında bulunmuştur. Rus halklarının tümüyle beraber, Türkiye'nin ihtiyatsız
müdahalesinin sadece ülkenin çöküşünü hızlandıracağı ve Rusya'nın atalarımızın
bizlere Karadeniz kıyılarında miras bıraktığı tarihi sorunun çözümüne doğru önünü
açacağı sarsılmaz inancını paylaşmaktayız.”
Birleşik Krallık ise Osmanlı’ya daha savaş ilan etmeden Çanakkale Boğazı’ndaki
tahkimatlara ateş açılması emrini verdi. Buna cevaben aynı gün Enver Paşa hükümetin
haberi olmaksızın bütün Osmanlı ordu komutanlarına imparatorluktaki Birleşik Krallık,
Fransa, Rusya ve Belçika büyükelçiliklerini arama ve bu ülkelerin yurttaşlarına ait
bütün gemi ve mallara el koyulması emri verdi ki bu açıkça savaş nedeniydi. Bu olayı 5
Kasımda Birleşik Krallık ve Fransa’nın Osmanlılara karşı savaş ilan etmesi izledi.
Osmanlı devleti ise “kâfir” İtilaf kuvvetlerine karşı, 13 Kasım’da Topkapı Sarayının
kutsal emanetler odasında yapılan bir törenle ve 14 Kasım’da Fatih camisinde halkın
huzurunda yapılan bir açıklamayla “cihat” ilan ederek karşılık verdi (Shaw 2014, s.
257). Böylece, Birleşik Krallık’ın Hindistan’ı kaybetmesi umuluyordu (Tuncer 2011, s.
51). Cin şişeden çıkmıştı. Artık diplomasi değil silahlar konuşacaktı. Talat Paşa
anılarında bu olayları şu şekilde aktarıyor (Kabacalı 2017, s. 30-31):
“Halil Bey, kurban bayramın üçüncü günü Berlin'e yola çıkmaya hazırlanıyordu.
Biz, müttefiklerimizle savaşa katılacağımız günün geleceğini söyleyerek, gittikçe
sabırsızlaşan ve asabileşen Baron von Wangenheim’ı yatıştırmaya çalışıyorduk.
Arife günü, Karadeniz donanması ile Amiral Souchon arasında bir muharebe
olduğu ve Göben’in Rus sahillerini bombardıman ettiği haberini aldık. Sadrazam,
bu darbeden son derece heyecanlandı ve ertesi günkü bayrak törenine
katılmayacağını bana yazılı olarak bildirdi. Daha önceden bu olayı hiçbirimiz
bilmiyorduk. Fakat herkes gibi ben de Enver Paşa'nın haberi olduğuna
inanıyordum. Bayram günü Meclisi Mebusan reisi Halil Bey'in evinde toplandık.
Ben Enver Paşa'ya epeyce hücum ettimse de hiç haberi olmadığına yeminli güvence
verdi. Bu olay da savaşı artık bir oldubitti haline getirmişti. Sadrazam istifasını
77
verdi. Bu durumu daha aylarca uzatacağına inanıyordu. Ancak kesin karar verme
zamanı artık gelmişti.
Bayramın üçüncü günü sadrazamın evinde toplandık. Nazırların çoğu hemen savaşa
girmeye taraftar görünmüyordu. Durumu koruma yönünde çalışılmasına karar
verildi. İtilaf devletleri elçileri ise, durumun aynı şekilde devamını şu şartın
gerçekleşmesine bağlıyorlardı: Alman askeri kurulunun ve bütün subaylar ile
birlikte Göben’in sınır dışına çıkarılması. Bu şartı yerine getirebilmek, hükümetin
gücü ve iktidarı içinde değildi. Bundan başka, arkadaşlardan bazıları
müttefiklerimizin ısrar etmeleri durumunda hemen savaşa girilmesinden yanaydı.
Sadrazam hemen karar vermek zorunda kaldı ve sonunda savaş durumuna
geçmemizi tercih etti. Cavid de aralarında olmak üzere, öteki nazırlar istifalarını
verdiler. Türkiye, savaşa böyle girdi.”
Şimdi savaşta neler yaşandığına değinelim.
5.4.3 Bir Devrin Sonu
Savaşın başlamasıyla birlikte artık diplomasi ikinci planda kaldığından Enver Paşa’nın
Osmanlı dış politikasına etkisi askeri stratejileri ve askeri harekâtları vasıtasıyla
olacaktır. Konumuzun odak noktası askeri stratejiler ve cephelerde yaşanan savaşların
detayları olmadığından bu bağlamda yaşanan olaylara kısaca değinilecektir.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde Osmanlı ordusu dört ana cephede savaştı: Kafkasya,
Çanakkale, Mısır-Filistin ve Irak. Osmanlı ordusu bu cephelerin yanı sıra, daha az
yoğunluklu olmak üzere hem bağımsız olarak hem de İttifak Devletleriyle Arabistan,
İran, Romanya, Galiçya ve Makedonya cephelerinde mücadele etti. Bu cephelerde genel
olarak Enver Paşa’nın Almanlarla birlikte yaptığı savaş planının ana hatları şu
şekildeydi (Tuncer 2011, s. 54):
1.
2.
3.
Doğu Anadolu ve Kafkasya üzerinden Rusya’ya bir darbe vurmak.
İngiltere’nin “İmparatorluk Yolu”nu kesmek için, Süveyş Kanalı’na ve Mısır’a
karşı harekete geçmek.
Çanakkale’yi korumak için, Trakya’da önemli bir güç bulundurmak.
Her ne kadar savaşın stratejisini Enver Paşa belirlese de Osmanlı’nın savaşa girmesinin
hemen ardından Almanlar Enver Paşa’ya büyük bir baskı uygulamaya başlamışlardır.
Bu nedenle Mısır ve Kafkasya’da yapılan taarruzlar ve özellikle taarruzların
zamanlaması bu baskının bir sonucudur. Bu durumu göstermesi bakımında Aydemir’in
78
genel karargâhta çalışan Binbaşı Ali İhsan Bey’den aktardığı şu satırlar oldukça
önemlidir (Aydemir 1970, c. III, ss. 108-110):
“16 ağustos 1914 pazar günü, Alman Sefiri von Wenkenheim, Müşir Liman von
Sanders Paşa. Umumî Karargâh Erkânıharbiye İkinci Reisi Bronzar Paşa,
Donanma Kumandanı Amiral Souchon, Albay von Kress, Alman Ataşemiliteri ve
Alman Ataşenevali, Enver Paşa’nın yanında toplandılar. Biz Türklerden bu
toplantıya yalnız Bronzar Paşa’nın yardımcısı Hafız Hakkı Bey’in katılmasına izin
verilmişti. Von Kress o sırada, harekât şubemizin şefiydi. Almanlar, Bulgarların
artık bizimle beraber olmalarına, donanmamızın da Karadeniz’de hâkim vaziyette
bulunduğuna göre, artık seferberliğin tamamlanmasını da beklemeye lüzum
olmadığını, hemen harekete geçilmek lâzım geldiğini ileri sürerler...
Türk kolorduları ile Almanlara yardım için mühim bir hareket yapmak lâzımmış.
Esasen Alman orduları şark ve garp cephelerinde ilerlediklerinden, kati netice
yakında alınacakmış. Şark cephesinde Avusturya-Macaristan da Rusya içerisine
girmiş. Rusların bozgunluğu yakındır demişler. Türkler acele etmezlerse, fırsat
kaçırmış olacaklar. Ve Rusya'nın taksiminde hisse alamayacaklar. Bunun için acele
harbe girmelidirler, deniliyor.
Almanların bu mütalâaları üzerine Enver Pasa, Türklerin nasıl hareket etmesi icap
ettiğini sorar, Liman Paşa, kendi kumandasındaki 1. Ordu’nun üç kolordusu ile,
Karadeniz’de Odesa civarında Rus sahillerine çıkarma yapmayı ve bu suretle Rus
ordusunun sol cenahında ve gerilerinde tesir ederek, Avusturya-Macaristan
ordularının yükünü hafifletmeyi ve onların ilerlemelerine tesir etmeyi ileri sürer.
Müzakerede bulunan diğer Almanların bazıları da, Süveyş Kanalı’na taarruz ederek
İngilizlerin Hindistan'dan kuvvet getirmelerine mani olmayı teklif ederler. Mısır'da
muvaffakiyet halinde, Mısır tamamen Türkiye'ye ilhak olunacaktı.”
İlerde de görüleceği gibi bu planlar çok az değişiklikle uygulanacaktı. Şimdi bu
bağlamda cephelerde yaşanan olaylara kısaca değinelim.
5.4.3.1 Kafkas cephesi
Karadeniz’deki Rus limanlarının bombalanmasının ardından Rus ordusu 1 Kasım
1914’te Kafkaslardaki Osmanlı sınırını geçti. Osmanlı orduları henüz seferberliklerini
tamamlamışlardı. Alelacele diğer bölgelerden cepheye asker sevk edilmeye başladı.
Ancak savaş yorgunu askerler, zorlu yolculuk koşulları ve soğuk hava nedeniyle sürekli
firar vakaları yaşanıyordu. Bu şartlarda Osmanlı ordusu mecburen Erzurum yakınlarına
çekilmek zorunda kaldı. Enver Paşa ise bu ortamda Rus askerlerin elinde olan Kuzey
İran ile Rus toprakları olan Güney Kafkasya’ya saldırarak, oralarda ihtilâller
çıkarılmasını ve ihtilallerin ardından oralarda istilâlar yapılmasını istiyordu (Aydemir
1970, c. III, s. 119). Bu isteği nedeniyle bahar aylarının gelmesi beklenmeden taarruza
79
pek de uygun olmayan bir ortamda Enver Paşa taarruz emrini ordulara göndermişti. 25
Kasım’da taarruz başladı. Rusların bulunduğu mevkiler savunmaya pek elverişli
olmadığından daha uygun bir noktaya doğru geri çekilmeye başlamışlardı. Bu olay
Enver Paşa’yı iyice cesaretlendirdi. Düşmanın tamamen yok edilmesini istiyordu.
Almanlar da kış aylarının zorluklarına aldırış etmeden Polonya cephesinin hafiflemesi
için bu taarruzun hemen başlaması yönünde Enver Paşa’ya baskı yapıyordu. Enver Paşa
bir plan yaptı ve öncelikle amcası Halil Paşa’dan İstanbul’da bir birlik kurarak İran
üzerinden Azerbaycan’a gitmesi ve oradaki Türkleri ayaklandırmasını istedi. Halil
Paşa’nın bu görevi yerine getirdikten sonra da Rus ordusunu arkadan çevirip ikmal
hatlarını kesmesi gerekiyordu. Enver Paşa Sarıkamış üzerinden bir taarruz yaparak Rus
ordusunu yok edecekti. Ancak Enver Paşa’nın 3. ordu komutanını görevden alarak
bizzat yönettiği bu taarruz büyük bir felaketle sonuçlandı. 16 aylık bir süre içerisinde
sayısı yaklaşık 800 000’i bulan 3. Ordu’nun mevcudu 90 000 civarına düşmüştü
(Aydemir 1970, c. III, s. 119). Ayrıca daha sonra hem Osmanlı Devleti’nin hem de
Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ağrıtacak olan Tehcir Kanunu da bu dönemde
çıkartılacak ve Ruslarla işbirliği yaparak silahlandırılan Ermeniler Doğu Anadolu’dan
başka yerlere zorunlu göçe tabi tutulacaklardı.
5.4.3.2 Kanal harekâtı
Osmanlı Devleti’nin savaşa girişinin hemen ardından Enver Paşa ve bazı Alman
generaller arasında yapılan toplantılarda Almanlar, Osmanlı Devleti’nin savaşta
yapacağı en önemli hizmetlerden birinin Mısır’daki Süveyş Kanalı bölgesine bir taarruz
yapılması olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu kanal sayesinde İngilizler Uzak Doğu’dan
Avrupa cephelerinde savaştırılmak üzere takviye güçler sevk ediyorlardı. Bu nedenle
Almanlar bu bölgeye yapılacak bir stratejik saldırı harekâtıyla kanalın kapatılmasını
istiyordu. Ancak Osmanlı subayları bunu yeterli görmüyor ve Mısır’ın da fethedilerek
Osmanlı topraklarına katılmasını istiyordu. Bu konuda en istekli olan general ise Cemal
Paşa idi. Bu nedenle kanal bölgesine yapılan taarruz harekâtlarını da Cemal Paşa
komuta edecekti. Bu olayları, Enver Paşa’nın ve Almanların neler planladığını
göstermesi bakımından Cemal Paşa’nın hatıralarından aktarmak doğru olacaktır
(Kabacalı 2006, ss. 164-165):
80
“Harp haline girişimizden beş on gün sonra Enver Paşa bir gün beni konağına
davet etmişti. Paşa, o sırada ayağında çıkan bir çıbandan dolayı yatakta yatıyordu.
Davetine hemen gittim. Umumi vaziyet hakkında birkaç kelime konuşulduktan sonra
dedi ki:
- Azizim Cemal Paşa, Süveyş Kanalı üzerine taarruzi bir harekat tertibi suretiyle,
İngilizleri Mısır'da meşgul etmek ve bu sayede Garp cephesine sevk etmekte
oldukları birçok Hint fırkasını Mısır'da alıkoymaya mecbur etmekle beraber
Çanakkale'ye bir çıkarma kuvveti sevklerine mani olmak istiyordum. Bunun için, bir
iki aydan beri Suriye'de bazı hazırlıklarda bulunuyordum. Miralay Mersinli Cemal
Bey kumandasındaki 8. Kolordu'yu bu vazifeye tahsis ettim. Almanlar böyle bir
hareketin icrasına son derece ehemmiyet verdiklerinden, ıslah heyetine memur
Erkanıharp Kaymakamı (Kurmay Yarbay) Von Kress Beyi de münhasıran Kanal
Seferi hazırlıklarıyla meşgul olmak üzere 8. Kolordu Erkan-ı Harbiye Riyasetine
tayin ederek Şam'a gönderdim. Bir taraftan da, Bedevilerden yardımcı kuvvetler
meydana getirmek vazifesiyle yaverim Süvari Binbaşısı Mümtaz Beyi, Ayandan
Abdurrahman Bey ve Terkik-i Müellefat-ı Şer'iye Meclisi (Dini Kitapları İnceleme
Kurulu) Reisi Şeyh Esat Şukayyr Efendiyi ve daha sair Arap büyüklerini Suriye'ye
gönderdim. 4. Ordu Kumandanı Ferik (Korgeneral) Zeki Paşa Hazretleri, yalnız
Suriye ve Filistin'in müdafaası ile ve 8. Kolordu Kumandanı Miralay Cemal Bey,
kendi kolordusunun seferberliğini tamamlamak ve Kanal Seferi'ni hazırlamakla
meşgul olacaklardı. Fakat Zeki Paşa Hazretleri, değil bu seferi icra etmek;
Suriye'nin bir muhtemel düşman saldırısına karşı müdafaasını temin için, buradan
başka kuvvetler gönderilmesini istemeye başladı. Suriye'den aldığımız haberler,
orada durumun pek karışık olduğunu ve Arap ihtilalcilerinin faaliyete başladıklarını
gösteriyor. Binaenaleyh düşünüyordum ki; zât-ı âliniz bir fedakarlık buyursanız da
4. Ordu Kumandanlığını üzerinize alsanız, hem Kanal Seferi'ni hazırlayıp İcra, hem
de Suriye'de dahili emniyet ve asayişi temin buyursanız? Bilmem, teklife cesaret
edeyim mi?
Hemen cevap verdim:
- Benim İcra kabiliyetimin nerede vatan için daha faydalı ve lüzumlu olduğuna
kanaat hasıl ederseniz, oraya gidip vazife ifa etmek benim için en mukaddes bir
vazifedir. Binaenaleyh teklif ettiğiniz 4. Ordu Kumandanlığını teşekkür ve istekle
kabul eder ve bir iki gün zarfında memuriyet mahallime hareket ederim.”
Cemal Paşa kısa bir süre içesinde hazırlıklarını tamamlayacak ve Kanal Harekâtı’nı
başlatmak üzere yola çıkacaktır. Fakat hiç kimse, yaklaşık 20000 kişilik zayıf bir
ordunun iyi tahkim edilmiş ve 150000 kişilik bir kuvveti yenerek kanalı nasıl
geçeceğini bilmiyordu. Cemal Paşa bunu daha sonra itiraf etmişti (Aydemir 1970, c. III,
s. 174). Nihayetinde harekât büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmakla kalmayıp Osmanlı
orduları elinde bulunan Filistin-Suriye bölgesine doğru geri çekilmek zorunda kalmış ve
bu bölgeye doğru bir İngiliz taarruzunu mümkün kılmışlardı.
81
5.4.3.3 Irak cephesi
Birinci Dünya Savaşı başladığında Enver Paşa ve Osmanlı karargahının Irak ile ilgili
genel görüşü Ali İhsan Paşa’ya göre şu şekildeydi (Aydemir 1970, c. III, s. 188):
“Irak:
Hindistan yolu çok mühim ise de, denize hâkim olmadığımızdan, bizler bu taraftan
bir tazyik yapamayız. Fakat Hindistan'ın kendisini müdafaa için ve tehlikeyi uzakta
yakalamak maksadı ile, bu tarafa bir teşebbüş mümkündür. Böyle bir halde ilk silâhı
13. Kolordu atacaktır. Bu kolordunun ise esasen kemiyet ve keyfiyeti (niceliği ve
niteliği) zayıftır. Diğer istikametlere mesafesi ise çok uzaktır. Kuvvet sevki ve nakli
uzun zaman ister. Bu da pek müşkül ve zayiatlı olacaktır. Bu sebeple bu kuvvetin
Irak’ta terki iyi ve faydalı olur.”
Buradan, ilk başlarda Enver Paşa’nın Irak üzerindeki birlikleri diğer cephelere sevk
etme düşüncesinde olmadığı anlaşılıyor. Ancak daha sonra İngilizlerin Irak’a yönelik
bir planı olamadığını düşünen Enver Paşa buradaki birliklerin büyük bir bölümünü
Suriye ve Kafkasya’ya sevk edecekti. Bu durum İngilizlerin işgal planlarını
kolaylaştırmış ve Basra üzerinden bir işgal harekâtı başlamıştı. İngilizlerin amacı
Abadan petrollerini korumak ve Irak üzerinden kuzeye çıkıp Ruslarla birleşerek, Türk
kuvvetlerinin İran’a gidip Hindistan’ı tehdit etmesini önlemekti (Armaoğlu 1994, s.
112).
İngilizler taarruz başladıktan hemen sonra hızlı bir şekilde güneyden kuzeye doğru Irak
topraklarında ilerlemeye başlamıştı. Enver Paşa hatasını anlayarak diğer cephelere
gönderdiği birlikleri hemen geri çağırdı. İttihatçıların önemli isimlerinden biri olan
Süleyman Askeri Bey’i de Irak kumandanlığı ve Bağdat valiliğine tayin etti. Süleyman
Askeri’de hemen toplayabildiği bütün kuvvetleri toplayarak İngilizlere saldırdı. İyi
planlanmamış bu taarruz girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ve bu yenilginin sorumluluğu
üzerine alan Süleymen Askeri intihar etti. Bunun üzerine Osmanlı ordusu düzensiz bir
şekilde geri çekilmeye başladı. Fırsatı değerlendirmek İsteyen İngilizler de daha büyük
bir işgal harekâtına başladı. Enver Paşa ise Colmar von der Goltz’un emrinde olmak
üzere Nurettin Paşa’yı cephe komutanı olarak tayin etti ve Irak’ı savunmasını, şartlar
elverdiğinde ise İngilizlere karşı taarruza geçmesini istedi. Goltz bir süre sonra cephede
tifüse yakalanarak ölecekti.
82
İngilizlerin ilk hedefi Ammâre idi. İngiliz ordularının başında General Townshend
vardı. Kısa bir sürede Ammâre düştü. Townshend zaman kaybetmeden daha kuzeyde
yer alan Kut’a (Kut’ül Ammâre) yöneldi. Şiddetli çarpışmaların ardından Osmanlı
ordusu Kut’u İngilizlere bırakarak geri çekildi. Ancak bu noktada İngiliz ordusu
yıpranmış ve Osmanlılar birlikleri takviye etmeye başlamışlardı. Osmanlılar ile
İngilizler arasında daha birçok çarpışma yaşanmasına rağmen tam olarak galip gelen bir
taraf olmamıştır. Nurettin Paşa’da bir süre sonra komutanlıktan ayrılmış ve Enver Paşa
da onun yerine amcası Halil Bey’i tayin etmişti. Halil Bey’de Kut’u kuşatarak bütün
İngiliz birliklerini esir almış ve bu yüzden rütbesi generalliğe yükseltilmişti. Bu zaferin
hemen ardından Enver Paşa İran üzerinden ilerlemeye geçilmesi ve Kirmanşah’ın ele
geçirilmesi için Halil Paşa’ya emir gönderdi. Halil Paşa bunun mümkün olmadığını
söylese de Enver Paşa ısrarcıydı. Kuvvetlerin önemli bir bölümü İran üzerine gönderildi
ve böylelikle Irak Cephesi zayıflamış oldu. İngilizlerde bu hatadan faydalanarak
Bağdat’a kadar ilerlediler ve Bağdat kısa bir sürede düştü. Mondros Ateşkesi
imzalandığında İngilizler Musul’a kadar ilerlemiş olacaklardı.
5.4.3.4 Çanakkale cephesi
İtilaf Devletlerinin Çanakkale Boğazı’na yönelik işgal planları savaşın başından beri
vardı ancak Osmanlı’nın tarafsızlığı nedeniyle böyle bir harekâta girişilmemişti.
Osmanlı savaşa girince bu planlar daha ciddi bir şekilde ele alınmış ve Winston
Churchill’in de cesaretlendirmesiyle cephe açılmıştır. Bu cephenin açılmasının temel
olarak üç amacı vardı (Armaoğlu 1994, s. 113):
1.
2.
3.
Boğazlar ve İstanbul Müttefiklerin eline geçerse, Osmanlı Devleti için barışı
kabullenmekten başka çare kalmaz ve bu suretle Osmanlı İmparatorluğu’nun
açmış olduğu ve Müttefiklerin açtığı bütün cepheler tasfiye edilmiş olurdu.
Boğazlar ele geçirilirse Rusya ile yakın temas kurulmuş olur, Rusya’ya silah ve
malzeme sevki ve Rusya'nın da buğdayından faydalanma sağlanmış olurdu.
Osmanlı Devletinin savaştan çekilmesi ve Müttefiklerin Boğazlara yerleşmeleri,
henüz savaşa katılmamış diğer Balkan devletleri üzerinde de etki yapar ve bu
devletler Merkezi Devletler safında savaşa katılmaya cesaret edemezlerdi.
Bu amaçlarla İngiliz ağırlıklı bir İtilaf donanması 19 Şubat 1915’te Çanakkale önlerine
geldi ve kıyıdaki tahkimatları bombalamaya başladı. Daha sonra içeri girerek boğazı
geçmeye çalışan donanma başarılı olamayıp yedi gemiyi kaybedince geri çekilmek
83
zorunda kaldılar. Böylelikle Churchill’in stratejisi başarısız olmuştu. Şimdi tek çözüm
karaya asker çıkarmaktı. İngilizler Uzak Doğu’dan getirdikleri ANZAC birliklerini
cepheye sürmeyi planlıyorlardı. Liman von Sanders komutasındaki Osmanlı orduları da
buna hazırlıklıydı ve en önemlisi de cephede Mustafa Kemal de yer almaktaydı.
Gelibolu yarımadasında yaşanan çok şiddetli çarpışmaların ardından Mustafa Kemal’in
yaptığı manevralar sayesinde İtilaf güçleri yenilgiye uğramış ve bir gece sessizce
yarımadayı terk etmişlerdi. Kayıplar çok ağırdı. İtilaf güçleri yaklaşık 250.000 kayıp
vermişti. Ancak bu zaferin bedeli Osmanlı’ya çok pahalıya patlamış ve en iyi yetişmiş
eğitimli kadrolarında içinde yer aldığı 250.000 kişi kadar kayıp verilmişti (Armaoğlu
1994, s. 114).
5.4.3.5 Suriye-Filistin cephesi
Cemal
Paşa
komutasındaki
Osmanlı
ordularının
Kanal
Harekâtı’ndaki
başarısızlıklarından bahsetmiştik. Bu olaylar üzerine Osmanlı orduları geri çekilmiş ve
savunma pozisyonu almıştı. Ancak diğer cephelerde yaşanan olumsuz gelişmeler
bölgeden askerlerin bir kısmının başka cephelere kaydırılmasına neden olmuştu.
İngilizler de bu fırsattan yararlanarak 1916 yılının sonunda Sina çölünü geçip Suriye
sınırına geldiler. 1917’nin başlarına gelindiğinde bu cephedeki en önemli savaşlar
Gazze bölgesinde yoğunlaşmıştı. Yaklaşık bir yıl süren yoğun çatışmaların ardından
İngilizler Filistin’i işgal etmiş ve Kudüs düşmüştü. Bu durum üzerine cephede görev
alan
muhtelif
Alman
generallerin
yanı
sıra
Mustafa
Kemal
de
cephede
görevlendirilmişti. Osmanlılar cepheyi takviye etmeye çalışırken General Allenby
komutasındaki İngiliz birlikleri 1918 yılının şubat ayından itibaren yeni bir taarruz
başlattılar. Ancak bu taarruz düşündükleri kadar başarılı olamadı ve savaş 1918 sonuna
kadar uzadı. Eylül ayında yeni bir taarruz hazırlığı yapan İngilizlerin planları anlayan
Mustafa Kemal buna önlem alınması için Liman von Sanders’i uyardı ancak ciddiye
alınmayınca kendi hazırlıklarını yapmaya başladı. Mustafa Kemal’in haklı olduğu bir
süre sonra anlaşıldı ve İngilizler taarruzu başlattığında sadece Mustafa Kemal’in
emrinde olan 7. Ordu direnebilmiş ancak bu da yeterli olmamıştı. Mustafa Kemal
Suriye’nin savunulmasının gereksizliğini anlamış ve birlikleri Halep yakınlarına
çekerek yeni bir savunma hattı oluşturmuş ve burada İngilizleri durdurmuştu.
84
Anadolu’yu savunma hazırlıkları yaparken de Osmanlı savaştan çekilmiş ve Mondros
Ateşkesi imzalandığı için cephe de kapanmıştı.
5.4.3.6 Bolşevik İhtilali ve Kafkas cephesinin ikinci safhası
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Rusya günden güne yıpranmış ve
cephelerde aldığı başarısızlıklar da zaten önceden beri var olan devrim fikirlerini
tetiklemiş ve geniş bir halk tabanına yayılmıştı. Müttefikleriyle de bağlantısı olmayan
Rusya bu bunalımla baş edemedi ve 1917 yılında büyük bir kargaşa ortamına
sürüklendi. Bu durum Enver Paşa için adeta bir hediye olmuştu. Şimdi Enver Paşa bu
yeni durumu iyi değerlendirerek Rusya’ya karşı yeni bir girişim yapmalıydı.
7 Aralık’ta Almanya ve Avusturya ile Rusya arasında bir mütareke imzalanmıştı. Bunu
16 Aralıkta Osmanlı-Rus Mütarekesi takip etti. Ancak Rus generallerinin ordu üzerinde
bir etkisi kalmamıştı. Rus ordusu cephede dağılmaya başladı ve genel olarak da silahları
Ermeni ve Gürcü gruplara teslim ederek bölgeyi terk etmeye başladılar. Enver Paşa kış
ayları olmasına rağmen hemen taarruza geçerek Kafkasları ele geçirmek istiyordu. Bu
nedenle 12 Şubat’ta bir taarruz harekâtı başladı ve Osmanlı orduları Azerbaycan’a kadar
ilerledi. Bu arada yeni kurulan komünist yönetim “ilhaksız ve tazminatsız barış”
talebinde bulununca Almanlar bunu kabul etti ve 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk
Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Osmanlı devleti hem Birinci Dünya
Savaşı’nda hem de daha önce 1877-78 savaşında kaybettiği yerleri geri alıyordu. Ancak
bölgenin stratejik önemi ve petrol yatakları dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin müttefiki
olan Almanlar Azerbaycan’ı ne Osmanlı’ya ait ne de bağımsız bir Türk devleti olarak
görmüyorlardı (Aydemir 1970, c. III, s. 386). Enver Paşa bu durum karşında hemen
harekete geçti. Amcası Halil Paşa’yı bütün Şark Orduları Grubu Komutanı, kardeşi Nuri
Paşa’yı ise Güney ve Kuzey Kafkasya’ya kumandan ve padişah temsilcisi yaptı. Enver
Paşa’nın istekleri ve amacı şuydu (Aydemir, c. III, ss. 387-388):
1. Doğuda ve Kafkasya’da işgaller yaratmak kâfi değildir.
2. Harbe katılsın diye ve harbin ilk safhasında Bulgaristan'a terk ettiğimiz Batı
Trakya'dan son topraklarımız geriye verilmeli. Fazla olarak, Bulgaristan
Romanya'dan bütün Dobruca’yı aldığı ve Makedonya'dan da genel barışta
topraklar alacağı için, Yunanlılardan kurtarılan bütün Batı Trakya, MestaKarasu'ya kadar bize verilmelidir.
85
3. Artık çöken Rus Çarlığı’nın Karadeniz donanmasından bize büyük hisse
verilmelidir.
4. Genel barışta, eski Ege adalarımız bize iade edilmelidir.
Bunlar açığa vurulan dileklerdi. Bir de açığa vurulmayıp, Enver Paşa’nın şimdi
elde bulunan belgelerinden öğrendiklerimiz var:
a) İran'da Almanlarla beraber, harpten sonra nüfuz sahibi olmalıyız.
b) Azerbaycan'da müstakil bir hükümet kurulmalı. Ama bunun başına geçecek olan
reis, daha doğrusu, bu idare, geçici olmalı. Oraya tayin edilecek hükümdar,
Halil Paşa ile kendi arasında sır halinde kalmalı. Bu, belki bir Şehzade olabilir.
Yahut belki de Enver Paşa hanedanından biri. Meselâ Nuri Paşa...
c) Hem Kafkasya'da Enver Paşa’nın tasavvurları yalnız Azerbaycan üzerinde
değildir. Bir de, Kuzey Kafkasya ve hele Dağıstan Müslümanları var. Onlar da
kurtarılacaktır. Hatta ilk heyetlerini İstanbul’a göndermişlerdir. İlk hedef,
Dağıstan’da Şûra şehridir. Ama Çerkezistan’a doğru da yollar açık ve
buralarda, bir devlet, bir hükümdar hanedanı geleneği yoktur. O halde?..
d) Nihayet bir de gizli Türkistan Raporu var. Bu raporu da bir heyet getirmiştir.
Enver Paşanın elindedir. Bu heyetin de temasları yalnız Enver Paşa’yladır.
e) Kaldı ki Kuzey Afrika'da hâlâ bir Osmanlı karargâhı ve teşkilâtı mevcuttur.
İtalyanlarla hâlâ savaşılır. Burası Triyeste-Pola sahillerinden (Avusturya)
denizaltılarla beslenir. Genel barışta, yani Osmanlı Devleti ile müttefikleri galip
gelince, Libya da bir problem olacak. Oraya da bir hükümdar lâzım gelecek.
Meselâ zaten orada bulundurulan Şehzade Osman Fuat Efendi. Savaş
devresinde, o cephenin fiilen Umumî Kumandam (grup kumandanı) Enver
Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’ydı. Ama o, şimdi Kafkasya'ya alınmıştır...
f) Harbin sonu zaferle bitince, Osmanlı tahtında da artık; birtakım yaşı geçmiş,
kapalı saray duvarları içinde tükenmiş insanlar her halde bırakılamazdı. Demek
ki ileride münhal, yani boşalmış bir de Osmanlı tahtı olacak?
Almanlar bu isteklerin gerçekleşmesine sıcak bakmadıkları gibi artık Enver Paşa’ya da
cephe
almaya
başlamışlardı.
Brest-Litovsk
Antlaşması’nda
da
bu
istekler
karşılanmamıştı. Ancak ortada da fiilen bir Rus devletinden söz etmek pek mümkün
değildi.
Bu esnada Romanya’nın da savaştan çekilmesiyle Bükreş’te bir konferans
düzenleniyordu. Bu konferansta Osmanlı delegeleri Enver Paşa’nın isteklerini
Almanlara bildirdi. Ancak Almanlar bunu sert bir şekilde reddettiler. Almanları
temsilen konferansta yer alan Ludendorff, Osmanlı delegesi Zeki Paşa aracılığıyla şu
cevabı iletti (Aydemir 1970, c. III s. 405):
“General Ludendorff’un yazılı cevabıdır.
Başkumandan Paşa hazretlerinin teklifleri, Osmanlı hükümetinin takip etmekte
olduğu harp gayesinden, çok ileriye gidiyor. Hem bu husustaki isteklerin bir kere,
sulh müzakeresine memur Osmanlı delegesi vasıtasıyla yapılmasını Enver Paşa
hazretlerinden rica ederim. Bu suretle, ne netice alınacağını görmüş oluruz.”
86
Bu cevaptan da anlaşılacağı gibi Enver Paşa’nın isteklerinin Almanlar nezdinde pek de
kabul edilebilir bir yanı yoktur. Hatta Alman Generali Hindenburg, Kafkaslardaki
Osmanlı faaliyetlerini durdurması yönünde Enver Paşa’ya bir ültimatom bile
göndermişti (Aydemir 1970, c. III, ss. 443-446). Öyle anlaşılıyor ki Enver Paşa
Almaya’nın bu uyarılarını dinlemeyerek Azerbaycan’daki faaliyetlerine devam etmiştir.
Bütün bunlar olurken artık 1918’in sonlarına gelinmektedir ve artık mütareke
konuşulmaya başlanmıştır. Enver Paşa da artık savaşı kaybettiklerinin farkındadır. Ama
en azından Bolşevik İhtilali’nin getirdiği fırsatlardan yararlanmak istemektedir. Bu
dönemden sonraki planlarını amcası Hali Paşa’ya gönderdiği şu telgraftan anlamaktayız
(Aydemir 1970, c. III, s. 470):
“Halil Paşaya, Zatidir
8.10.334 (23.10.1918)
Umumî vaziyetin sulha gitmemizi icap ettirdiğini yazmıştım. Bu vaziyette,
Azerbaycan’ın teşekkülünü temin etmeyi mühim bir vazife biliyorum. Evvelâ oranın
teşkilâtının ikmali için adam, silâh, cephane ile hemen yardım edilsin. Buradan
oraya 700.000 lira gönderiyorum. Talât Paşa kabinesi, yani başladığımız harbi iyi
bitiremediğimiz için, çekilmek üzereyiz. Ben işsiz şimdilik pek sıkılacağımdan, belki
Azerbaycan’a şimdilik seyahat için, bilahare de orada bir hayat eseri görürsem,
büsbütün kalmak için hareketi düşünüyorum. Bu hususta mütalaanız nedir?”
Bu telgraftan anlaşıldığı gibi artık Enver Paşa her şeyin bittiğinin farkındadır ve
maceraya atılma planları yapmaktadır.
5.4.3.7 Savaşın bitişi
Mütareke şartları İtilaf Devletleri adına İngiliz donanma komutanlarından biri olan
Amiral Arthur Calthorpe tarafından 30 Ekim 1918’de Rauf Bey’e bildirilmişti. Zaten 14
Ekim 1918’de İttihat ve Terakki hükümeti düşmüş, yerine Müşir Ahmet İzzet Paşa
başkanlığında yeni bir kabine kurulmuştu. Artık hem İttihat ve Terakki iktidarı sona
ermiş hem de Enver Paşa saf dışı kalmıştı. Osmanlı Devleti yenilmiş ve İttihat ve
Terakki iktidarı, girişi birçok tartışmalara yol açan ve bu tartışmaların hâlâ devam ettiği
Birinci Dünya Savaşı’nı artık kaybetmişti. Bu son, doğal olarak, Osmanlı Devleti’nin de
sonu oluyordu (Aydemir 1970, c. III, s. 472). İtilaf Devletleri artık her an İstanbul’a
gelebilir ve İttihatçıların yönetici kadrolarını savaş suçlusu olarak yargılayabilirlerdi. Bu
nedenle Enver Paşa da dâhil olmak üzere İttihat ve Terakki’nin üst düzey yönetimi yurt
87
dışına çıktı. Anadolu’da ise Mustafa Kemal önderliğinde Türk Kurtuluş Savaşı başladı.
Talat Paşa 1921 yılında Almanya’da Ermeni bir suikastçı tarafından öldürüldü. Cemal
Paşa 1922’de Tiflis üzerinden Anadolu’ya geçmeye çalışırken iki Ermeni komitacı
tarafından suikastla öldürüldü. Enver Paşa ise Orta Asya’ya giderek Basmacılık
Hareketi’nin başına geçti ve yaptığı diplomatik girişimler ve askeri deneyimiyle Orta
Asya’da Bolşeviklere karşı başarılı mücadeleler verdi. Fakat bu yeterli olmadı ve 4
Ağustos 1922’de Tacikistan’da Ruslara karşı savaşırken öldürüldü.
Bir devir böylelikle sona erdi.
88
6. SONUÇ
İnsan, Devlet ve Savaş adlı çalışmasında uluslararası ilişkilerde analiz birimleriyle savaş
olgusunu açıklamaya çalışan Waltz’a göre; birinci (insan) ve ikinci düzey analiz birimi
(devlet) savaşların temel nedenini ortaya koymakta oldukça yetersiz kalmaktadır. Bu
yüzden Waltz, savaş olgusunu ve devletlerin birbirleriyle ilişkilerini uluslararası sitemin
bizzat kendisi ile açıklamaktadır. Uluslararası sistem de Waltz’ın üçüncü analiz
düzeyidir. Buna göre savaşlar uluslararası sistemin anarşik bir yapıda olmasından
kaynaklanmaktadır. Enver Paşa örneğinde olduğu gibi, bir devlette iktidarı elinde
bulunduran bir yönetici veya yöneticiler grubu, savaş çıkmasını ya da çıkmamasını
istese de veya bu süreçlerde yaşanan olaylar ile bir devlette yaşanan iç siyasi dinamikler
savaşın görünür nedeni olsa da neorealist bakış açısına göre savaşın asıl nedeni;
devletlerarasındaki faaliyetlerde her bir devletin bağımsız hareket etmesi ve bu
hareketleri engelleyebilecek bir üst otoritenin olmamasıdır. Örneğin günlük hayatta
bireylerin faaliyetlerini sınırlayan bir üst otorite olmasından dolayı bireylerin bazı
eylemleri polis ve yargı aracılığıyla cezalandırılabiliyor olmasına rağmen uluslararası
ilişkilerde durum bunun tam tersidir. Bu yüzden devletlerin eylemlerini engelleyen bir
otoritenin olmamasıyla ortaya çıkan anarşik düzen, savaşların kaçınılmaz nedenidir.
Böyle bir ortamda ise varlığını devam ettirmek isteyen devletler kendi başlarının
çaresine bakabilmeli (self-help), her alanda kendi kendilerine yetebilmeli ve kısa ve
uzun vadeli olarak politik güç dengelerindeki değişimleri iyi anlayarak buna göre
eyleme geçmelidir. Yine Birinci Dünya Savaşı örneğinde gördüğümüz gibi, silahlanma
yarışının had safhaya ulaştığı bir ortamda, kendi kendine yetemeyen bir devletin
tarafsızlığı çoğu zaman bir şey ifade etmez. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda Belçika
tarafız bir ülke olarak bir anda Almanya’nın işgaline uğradığında bunu çok acı bir
şekilde öğrenmişti. Peki, silahlanma yarışının ortasında kalan ve tarafsız kalmak isteyen
bir ülke bunu nasıl başarabilir? Güçler dengesi sisteminde bu sorunu çözen iki yöntem
vardır; birincisi, olası bir savaşta tarafsız kalmak isteyen bir devletin kendisinin de
silahlanma yarışına katılarak diğer devletleri caydırabilecek kadar güçlü olması. İkincisi
ise sistem içinde yer alan devletlerden birinin veya birkaçının diğerlerine saldırmayı
göze alamayacağı bir güç dengesi sistemi kurarak savaşın önlenmesi. Yani bir bölgede
89
bulunan en güçlü devletin karşısında en az onun kadar güçlü bir ittifak bloğu kurulması.
Bu iki seçeneğin olmadığı veya hayata geçirilemediği durumlarda olası bir savaş
durumunda zaten savaşa girmek neredeyse kaçınılmazdır. Osmanlı Devleti üzerinden bu
durumu değerlendirecek olursak; Osmanlı Devleri on dokuzuncu yüzyılın sonlarından
itibaren Avrupa’da yaşanan silahlanma yarışında çok geride kalmıştı. Kendi başının
çaresine bakamayacak bir durumdaydı. Bu yüzden olası bir büyük savaşta tarafsız
kalmasını sağlayabilecek seçenekler düşünüldüğünde Osmanlı Devleti, ne bu
silahlanma yarışında Avrupa’nın büyük güçlerine rakip olabilirdi ne de onlara karşı
caydırıcı bir güç dengesi sistemi kurabilirdi. Her durumda tarafsız kalması olanaksızdı.
Bu da onu sürekli olarak Avrupa’da oluşan güç dengesi sistemlerinde büyük bir devletin
yanında ya da belli bir bloğun içinde yer almaya zorluyordu. Örneğin Napolyon
Savaşları sürecinde Fransa karşıtı koalisyonda yer alırken, Kırım Savaşı’nda Fransa ile
birlikte hareket ederek Rusya’ya karşı oluşan koalisyonun içinde yer alıyordu. Bunu
yapmadığı/yapamadığı takdirde bir ya da birkaç devletin Osmanlı Devleti’ni bir yem
olarak görmesi kaçınılmazdı. Keza önceki bölümlerde bahsettiğimiz gibi 93 Harbi,
Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları Osmanlı Devleti için bu durumun acı birer
örnekleriydi. Bu çerçeveden bakıldığında yirminci yüzyılın başlarında güç politikaları
ile sarsılan Avrupa’da Osmanlı Devleti’nin olayları uzaktan izleme gibi bir şansı yoktu.
Kısa bir süre içinde kendi kendini koruyabilecek bir askeri güce de ulaşamayacağına
göre masada çok sınırlı seçenekler kalmaktaydı. Mesela saldırgan devletlere karşı
kendini koruyabilecek bir ittifaklar sistemi kurabilirdi. Ancak zaten böyle güçlü bir
ittifak oluşturabilecek devletler saldırgan devletlerin bizzat kendisiydi. Dolayısıyla bu
seçeneğin hayata geçirilmesi pek mümkün değildi. Bu yüzden hayatta kalabilmek ve bu
devletlerden birinin kendisine saldırması halinde, bu saldırıya karşı koyabilmek için
silah, asker ve para desteği sağlayabilecek diğer bir saldırgan müttefike ihtiyacı vardı.
Adaylar; Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve Almanya idi. Ancak burada şöyle bir sorun
vardı ki bu dört devletten üçü zaten Almanya’ya karşı aynı blokta yer alıyordu. Yani
aslında Osmanlı Devleti’nin iki seçeneği vardı. Ya İtilaf Devletleriyle anlaşacaktı ya da
Almanya ile. Dönemin güçler dengesi sistemine ve belirtilen bu devletlerin coğrafi
konum özelliklerine baktığımızda Osmanlı Devleti her iki taraf içinde kritik bir önem
arz ediyordu. (Bkz. EK 10) İtilaf ve İttifak bloklarının Avrupa haritası üzerindeki
yerleşimi, İstanbul ve Çanakkale boğazlarını elinde bulunduran Osmanlı Devleti’ni
90
hedef haline getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın gidişatına bakıldığında savaşın bir
şekilde Osmanlı Devleti’ne sıçraması kaçınılmaz görünüyordu. İşte bu yüzden Osmanlı
Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na Almanya ile ittifak yaparak girmesinin bu açıdan
değerlendirilmesi gerekmektedir. Zaten tezimizin dayanağını oluşturan neorealist
teoriye göre, sadece Birinci Dünya Savaşı değil, tarihte yaşanmış bütün savaşlar, belli
kişilerin şahsi fikirleri, rastlantısal nedenler veya bir şekilde kaza sonucu meydana
gelmez. Savaşlar uluslararası sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanır ve bundan
dolayı da önceden kestirilebilir. Biz de bu nedenle, tezimizde Osmanlı Devleti’ni ve
Birinci Dünya Savaşı’nı bu şekilde ele alarak; Osmanlı Devleti’nin bu savaşa girişini,
Enver Paşa’nın, hırs, önyargı veya korkularından ya da Osmanlı Devleti’nin kendi
yapısal özelliklerinden değil –Walz’ın analiz düzeyindeki birinci ve ikinci imgeuluslararası sistemin yapısal özelliklerinin ortaya çıkardığı anarşik düzenden
kaynaklandığını –Waltz’ın analiz düzeyindeki üçüncü imge- kanıtlarıyla ortaya
koymaya çalıştık.
Bu noktada bir parantez açarak hem teorik açıklamalar hem de ortaya koyduğumuz
verilerle iddia ettiğimiz bu tezleri destekleyen çok önemli bir değerlendirmeye yer
vermek
gerekiyor.
Uluslararası
sistemin
yapısal
özelliklerini
ve
reelpolitik
uygulamaların kurallarını çok iyi bildiğini düşündüğüm, İttihat ve Terakki bünyesinde
yer almış, Birinci Dünya Savaşı’nda aktif olarak birçok cephede görev yapmış, Türk
Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Atatürk’ün,
Birinci Dünya Savaşı ile ilgili mecliste yaptığı değerlendirme tezdeki iddialarımızın bir
özeti niteliğindedir. Değerlendirme şu şekilde (T.B.M.M.Z.C, s. 21):
“Harb-i Umumi’ye (Birinci Dünya Savaşı) iştirak etmemek en iyi arzu idi; fakat buna
imkân-ı maddi mevcut değildi. Çünkü savaşa girmemek silahlı bir bitaraflılığı
(tarafsızlığı) yani Boğazların kapalı bulundurulmasını icap ettiriyordu. Hâlbuki
vatanımızın mevki-i coğrafisi, İstanbul’un vaziyeti sevkülceyşi (stratejisi) ve Rusların
İtilaf Hükümetleri yanında yer almaları bizim seyirci kalmamıza asla müsait değildi.
Bundan başka silahlı bir bitaraflılığın idamesi için paramız, silahımız, sanayimiz
hulasa lazım olan vesaitimiz mevcut değildi. İngilizlerin gemilerimize el koyması,
harbe girişimizden dört ay evvel Osmanlı zararına bir Ermeni Cumhuriyeti teşkiline
karar vermeleri ve Bolşeviklerin yayınladığı gizli antlaşmalardan (Bkz. Ek 8)
anlaşıldığına göre İstanbul’un Çarlık Rusyası’na vaat edilmesi harbe İtilaf Devletleri
aleyhine girmekliğin gerekliliğini gösteren delillerdir.”
91
Atatürk’ün Enver Paşa ile arasının pek de iyi olmadığı bilinmektedir. Buna rağmen
Atatürk’ün yukarıda yaptığı tarafsız değerlendirme bize, Osmanlı Devleti’nin
Almanya’nın yanında savaşa girişinin, uluslararası sistemin yapısal özelliğinden
kaynaklandığını ve bu olayın nedenlerinin belli kişilerin şahsi tercihlerine bağlı
olmadığının en önemli göstergelerindendir. Ayrıca Atatürk, Lozan Antlaşması’nın
hemen ardından Almanya ile yakın ilişkiler kurmuş ve iki ülke arasında 3 Mart 1924’te
bir dostluk anlaşması imzalanmıştır. Çünkü reelpolitik bunu gerektirmektedir.
Sonuç olarak on dokuzuncu yüzyıldan itibaren ve özellikle Birinci Dünya Savaşı
sürecinde Osmanlı Devleti’nin dış politikası sadece bir ya da birkaç kişinin kişisel
istekleri ve ideolojileri etrafında şekillenmemiştir. Uluslararası sistemin anarşik yapısı
ve bu yapı nedeniyle ortaya çıkan güçler dengesi sistemi, Osmanlı Devleti’ni, hayatta
kalabilmek için çeşitli ittifak arayışlarına yönlendirmiştir. Belirtilen süreçlerde Enver
Paşa, İttihat ve Terakki yöneticileri ve Osmanlı Devleti’nin yapısal özelliklerinin rolü
ise sadece süreci hızlandırmak olmuştur. Yani neorealist teori ve Waltz’ın analiz
düzeyinin üçüncü imgesine göre Enver Paşa’nın iktidarda olduğu dönemdeki dış
politika stratejileri ve Osmanlı dış politikasına olan etkisi uluslararası sistemin yapısal
özelliklerinin sınırlandırmaları etrafında şekillenmiştir.
92
KAYNAKÇA
Kitaplar
Adıgüzel, H., 2018. İttihat ve Terakki tarihi – yalanlar geçekler. İstanbul: Bilgeoğuz
Yayınları.
Ahmad, F., 1985. İttihat ve Terakki’nin Dış Politikası (1908-1919). Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi. 2, İstanbul: İletişim. ss. 293-304
Ahmad, F., 1969. The Young Turks: the Committee of Union and Progress in Turkish
Politics, 1908–1914. New York: Oxford University Press.
Akbay, Cemal., 2014. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri hazırlıkları ile harbe
girişi. Ankara: Genelkurmay Personel Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt
(ATASE) Daire Başkanlığı Yayınları.
Aksakal, M., 2010. Harb-i Umumi eşiğinde Osmanlı - Osmanlı Devleti son savaşına
nasıl girdi? 1. Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Akşin. S., 1995. Türkiye Tarihi. 4, İstanbul: Cem Yayınevi.
Akşin. S., 2018. Kısa Türkiye tarihi. 14. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları
Akyıldız, A., 2010. Tanzimat. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 40, İstanbul:
TDV. ss. 1-10
Arı. T., 2013. Uluslararası ilişkiler teorileri. 8. Baskı. Bursa: MKM Yayıncılık.
Armaoğlu, F., 1994. 20. Yüzyıl siyasi tarihi 1914-1980. 1, 10. Baskı. Ankara: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Aydemir, Ş. S., 1970. Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa. 1. Baskı. İstanbul:
Remzi Kitabevi.
Aydın, E., 2012. Osmanlı'nın son savaşı Turan hayalinden Sevr'e. İstanbul: Kırmızı
Yayınları.
Babacan, H., 2002. Enver Paşa. Türkler Ansiklopedisi. 13, Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları. ss. 263-272
Balcı, N., 2018. Çanakkale Savaşı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Bardakçı, M., 2015. Enver. 1. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
93
Belen, F., 1973. 20. yüzyılda Osmanlı Devleti. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Beydilli, K., 2010. Şark Meselesi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 38,
İstanbul: TDV. ss. 352-357
Bleda, M. Ş., 1979. İmparatorluğun Çöküşü. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Bozdağlı, Y., Arman. M. N., 2012. Uluslararası Politika. 1, Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yayınları
Buçukcu, Ö., 2014. 1908-1913 Osmanlı dış politikası buhran-ı meşrutiyet. 1. Baskı.
İstanbul: Tezkire Yayıncılık.
Carr. E. H., 1941, The twenty years’ crisis 1919-1939. London: Macmillan and Co.
Limited.
Cengiz, H. E. (Hzl.), 2017. Enver Paşa’nın anıları 1881-1908. 9. Baskı. İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Cengizer, A., 2017. Adil hafızanın ışığında Osmanlı’nın son savaşı. 3. Baskı. İstanbul:
Ötüken Neşriyat.
Clausewitz, C, V. 1975. Savaş üzerine. Ş. Yalçın (Çev.), 1. Baskı. İstanbul: May
Yayınları.
Davies, N., 2011. Avrupa Tarihi. B. Çığman ve diğ. (Çev.), 2. Baskı. Ankara: İmge
Kitabevi.
Donnelly, J., Burchill, S., Linklater, A., Devetak, A., Nardin, T., Paterson, M., Smit, C.,
True, J., 2014. Uluslararası ilişkiler teorileri. M. Ağcan, A. Aslan (Çev.) 5.
Baskı. İstanbul: Küre Yayınları.
Erickson, E. J., 2003. Size ölmeyi emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı
ordusu. M. T. Akad (Çev.), İstanbul: Kitap Yayınevi.
Erikan, Celal., 2001. Komutan Atatürk. 3. Baskı. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Erim, N., 1953. Devletlerarası hukuku ve siyasi tarih metinleri (Osmanlı İmparatorluğu
andlaşmaları). 1, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.
Gencer, A. İ., Özel, S., 2016. Türk inkılâp tarihi. İstanbul: Der Kitabevi
Hale, W., 2003. Türk dış politikası. P. Demir (Çev.), İstanbul: Mozaik.
Kut, H., 1972. Bitmeyen Savaş. İstanbul: Yaylacık Matbaası
Heywood, A., 2015. Siyaset. B. Özipek ve diğ. (Çev.) 15. Baskı. Ankara: Adres
Yayınları.
94
Heywood, A., 2014. Küresel Siyaset. N. Uslu, H. Özdemir (Çev.) 3. Baskı. Ankara:
Adres Yayınları.
Hobbes, T., 2013. Leviathan. S. Lim (Çev.) 11. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
İnan, A., (Hzl.), 1997. Enver Paşa’nın Özel Mektupları. Ankara: İmge Kitabevi.
Kabacalı, A. (Hzl.), 2017. Talât Paşa’nın anıları. 10. Baskı. İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Kabacalı, A. (Hzl.), 2006. Cemal Paşa: Hatıralar. 2. Baskı. İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Kaplan, M.A., 2005. System and process in international politics. Colchester: ECPR
Press.
Karabekir, K., 2011. Birinci Dünya Savaşı anıları. 1. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Karal, E.Z., 1999. Osmanlı Tarihi. 9, 2. Baskı. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Kardaş, Ş., Balcı, A., 2014. Uluslararası ilişkilere giriş. 3. Baskı. İstanbul: Küre
Yayınları.
Kaşıyuğun, A., 2015. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişi. İstanbul:
Yeditepe Yayınevi.
Kent, M., 2005. The Great Powers and the End of the Ottoman Empire. London: Frank
Cass.
Kissinger, H., 2000. Diplomasi. İ.H. Kurt (Çev.), 2. Baskı. İstanbul: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları.
Kissinger, H., 2016. Dünya düzeni. S.S. Gül (Çev.), 1. Baskı. İstanbul: Boyner
Yayınları.
Kösoğlu, N., 2008. Şehit Enver Paşa. 5. Baskı. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Kress, V., 2007. Son Haçlı seferi-kuma gömülen imparatorluk. T. Balaban (Çev),
İstanbul: Yeditepe
Kuran, A. B., 2000. İnkılâp tarihimiz ve Jön Türkler. 2 Baskı. İstanbul: Kaynak
Yayınları.
Lenin, V. İ., 2006. Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması. Cemal Süreyya
(Çev.), 11. Baskı. Ankara: Sol Yayınları.
Machiavelli, N., 1994. Prens. N. Güvenç (Çev.), 2. Baskı. İstanbul: Anahtar Kitaplar
Yayınevi.
95
Mantran, R., 1995. Osmanlı İmparatorluğu tarihi. 2, S. Tanilli (Çev), İstanbul: Cem
Yayınevi.
Menteşe. H., 1986. Osmanlı Mebusan Meclisi reisi Halil Menteşe’nin anıları. İstanbul:
Hürriyet Vakfı Yayınları.
Muhtar. M., 1999. Maziye bir nazar-Berlin Antlaşması’ndan Harb-i Umumi’ye kadar
Avrupa ve Türkiye - Almanya münasebetleri. 2. Baskı. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
McMeekin, S., 2013. I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın rolü. N. Elhüseyni (Çev), 1. Baskı.
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Morgenthau, H. J., 1949. Politics among nations. 2. Printing. New York: Alfred A.
Knopf
Mütercimler, E., 2005. Gelibolu 1915. 6. Baskı. İstanbul: Alfa Basın Yayın.
Orbay. R., 1993. Cehennem değirmeni – siyasi hatıralarım. 1, İstanbul: Emre Yayınları.
Ortaylı, İ., 1987. İmparatorluğun en uzun yüzyılı. 2. Baskı. İstanbul: Hil Yayın.
Ortaylı, İ., 2017. İmparatorluğun son nefesi – Osmanlı’nın yaşayan mirası cumhuriyet.
8. Baskı. İstanbul: Timaş Yayınları.
Proudhon, J. P., 1998. Mülkiyet nedir? V.G. Üretürk (Çev.), 2. Baskı. İstanbul:
Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
Quataert, D., 2016. Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922. A. Berktay (Çev.), 10. Baskı.
İstanbul: İletişim.
Ritter, G., 1958. The Schlieffen plan: critique of a myth. E&A Wilson (Çev.), London:
Oswald Wolf Limited.
Roux, J. P., 2015. Türklerin Tarihi- Pasifik'ten Akdeniz’e 2000 Yıl. A. Kazancıgil, L.
Özcan (Çev.), İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Sâbis, A. İ., 1991. Harp hatıralarım – Birinci Dünya Harbi. 4, İstanbul: Nehir Yayınları.
Sander, O., 2008. Anka’nın yükselişi ve düşüşü – Osmanlı diplomasi tarihi üzerine bir
deneme. 3. Baskı. Ankara: İmge Yayınları.
Sivridağ, A., Gurulkan, K., Genç, Y. İ., Demirbaş, U., Köse, R., Karaca, Y., Kırca, E.,
Şeker, K., Albayrak, M., Ergun, A., 2013. Osmanlı Belgelerinde Birinci Dünya
Harbi. İstanbul: T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı
Arşivi Daire Başkanlığı.
Soyak, H. R., 1973. Atatürk’ten hatıralar. İstanbul: Yapı ve Kredi Yayınları
Strachan, H., 2014. Birinci Dünya Savaşı. Ü. H. Yolsal (Çev.), Ankara: Say Yayınları.
96
Shaw, S.J., 2014. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu. 1, B.S. Aydaş
(Çev.), Ankara: TTK Yayınları.
Shaw, S.J., Shaw, E. K., 1983. Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye. M.
Harmancı (Çev.), İstanbul: E Yayınları.
Şakir, Z., 2001. Yakın tarihin üç büyük adamı; Talat, Enver, Cemal Paşalar. İstanbul:
Akıl Fikir Yayınları.
Tekin, A., 2016. Enver Paşa ve dönemi. 1. Baskı. İstanbul: Kariyer Yayıncılık.
Tekin, Z., 2017. İmparatorluğun son kurşunu Enver Paşa. İstanbul: Yakın Plan
Yayınları.
Tonguç, F., 2015. Birinci Dünya Savaşı’nda bir yedek subayın anıları. 5. Baskı.
İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Trumpener, U., 1968. Germany And The Ottoman Empire 1914-1918. Princeton:
Princeton University Press.
Tuncer, H., 2000. 19. Yüzyılda Osmanlı-Avrupa ilişkileri (1814-1914). 1. Baskı.
Ankara: Ümit Yayıncılık.
Tuncer, H., 2017. 1914 Yılında Osmanlı İmparatorluğu. 100. Yılında Birinci Dünya
Savaşı. Ankara: Kripto Basın Yayın. S. 209-232
Turan, İ., 2004. İsmet İnönü; konuşma, demeç, makale, mesaj ve söyleşileri 1970-1973.
Ankara: T.B.M.M Kültür Sanat Yayın Kurulu Yayınları.
Uçarol, R., 1995. Siyasi tarih (1789-1994). 4. Baskı. İstanbul: Filiz Kitabevi.
Ülman, H., 1985. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e dış politika ve doğu sorunu. Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi. 2, İstanbul: İletişim. ss. 272-292
Waltz, K. N., 2009. İnsan, devlet ve savaş: teorik bir analiz. E. Bozkurt, S. Kanat, S.
Yalçıner (Çev.), 1. Baskı. Ankara: Asil Yayın Dağıtım
Waltz, K. N., 2015. Uluslararası politika teorisi. O. Binatlı (Çev.), Ankara: Phoenix
Yayınevi.
Waltz, K. N., Quester, G. H., 1982. Uluslararası ilişkiler kuramı ve dünya siyasal
sistemi. E. Onulduran (Çev.), Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yayınları.
Yamauchi, M., 1995. Hoşnut Olmamış Adam Enver Paşa. 1. Baskı. Ankara: Bağlam
Yayıncılık.
97
Yasamee, F.A.K., 1999. Avrupa İttifaklar sistemi içerisinde Osmanlı İmparatorluğu.
Osmanlı Ansiklopedisi. 2, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. ss. 35-43
98
Süreli Yayınlar
Akbulut, İ., 2014. 160. Yıldönümünde Kırım Savaşı. Türk Dünyası Araştırmaları
Dergisi. 208, ss. 333-350
Aydın, M., 1943. Uluslararası ilişkilerde yaklaşım, teori ve analiz. Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi. 51 (1), ss. 71-114
Bolat, M., 2014. 1876-1914 Arası Osmanlı Devleti dış politikasının genel bir
değerlendirmesi. Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 1 (1),
ss. 16-28
Çınar, B., 2014. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı jeopolitiğinin rolü. Akademik Bakış.
8 (15), ss. 39-56
Çınar, B., 2014. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın iki cepheli savaş sorunu.
Güvenlik Stratejileri Dergisi. 20, ss. 149-197
Dördüncü, M., 2001.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1841 Londra
Sözleşmesi’ne kadar boğazlar meselesi. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler dergisi. 3 (1), ss. 73-89
Efe, İ., 2015.
1774 1914 Yılı Başından Birinci Dünya Savaşı’na Orduyu
Modernleştirme Çabaları ve Türk-Alman İttifakı. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal
Bilimler dergisi. 5 (2), ss. 123-136
Erşan, M., 2009. Hüseyin Fevzi Bey’in, Enver Paşa-İslam İhtilal Cemiyeti İttihadı –
Anadolu arasındaki ilişkilere dair raporu. Turkish Studies International Periodical
For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic. 4 (3), ss. 952-975
Fraser, G., 1988. Enver Pasha’s bid for Turkestan 1920-1922. Canadian Journal of
History. 22, pp. 197-211
Gencer, F., 2015. Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın Osmanlı-İngiliz ilişkilerine
yansımaları. Tarih Araştırmaları Dergisi. 34 (58), ss. 629-650
Giplin. R., 1996. No one loves political realist, Security Studies. 5, ss. 7-8.
Güven, T., 2016. Osmanlı İmparatorluğu’nda âyanlar, sermaye birikimi ve girişimcilik.
Türkiye İslam İktisadı Dergisi. 3 (1), ss. 63-88
Karpat, K., 2004. The entry of the Ottoman Empire into World War I. Belleten. 68
(253), pp. 1-40
99
Kaşıyuğun, A., 2009. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmeden önceki ittifak
arayışları. International Journal of History. 1 (1), ss. 318-341
Keleşyılmaz, V., 1999. Belgelerle Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş süreci.
Erdem. 10 (31) ss.139-153
Kılıç, S., 2016. Alman deniz ataşesi Humann’ın mektuplarında Enver Paşa. Türk
Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi. 77, ss. 109-130
Kış, S., 2017. Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren Goeben ve Breslau gerçeği.
Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı. 22, ss. 63-86
Koloğlu, O., 2002. İttihatçıların Şefi Enver Paşa. Popüler Tarih. 24, ss. 51-55
Swanson, G. W., 1980 Enver Pasha. The formative years. Middle Eastern Studies. 16
(3), pp. 193-199
Yılmaz, V., 1992. I. Dünya Harbi ve 2 ağustos 1014 tarihli Türk-Alman İttifak
Anlaşması. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu
Dergisi. 51, ss. 121-131
Zeyrek, S., 2015. Almanya’nın Çanakkale Savaşları’nda Yürüttüğü Politikalar. Osmanlı
Mirası Araştırmaları Dergisi. 2 (2), ss. 38-49
100
Diğer Yayınlar
Ahmad, F., 2015. Enver Pasha, Ismail (online). International Encyclopedia of the First
World War. https://encyclopedia.1914-1918-online.net/article/pasha_enver/201509-18. (Erişim tarihi 24 Ocak 2016)
Alkan. N., 2014. Alman Kaynaklarına Göre Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya
Savaşı’na Girmesi. 1914’ten 2014’e 100’üncü Yılında Birinci Dünya Savaşı’nı
Anlamak Sempozyumu. 2014 İstanbul. İstanbul: T.C. Harp Akademileri
Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü.
Buçukcu, Ö., 2012. II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Hükümetleri ve Osmanlı Dış
Politikası. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi SBE.
Doğan, C., 1998. Enver Paşa’nın Yurt Dışındaki Hayatı ve Mücadelesi. Yüksek Lisans
Tezi. Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi SBE.
Doğanay, P., 2016. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nda Görev Yapan
Alman Subayları. Yüksek Lisans Tezi. Aksaray: Aksaray Üniversitesi SBE.
Fendoğlu, H. T., 2015. İkinci Meşrutiyet Sonrasında Osmanlı’da Politik Yaşam. 100.
Yılında I. Dünya Savaşı Sempozyumu. 2014 Budapeşte, Ankara: Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları. ss. 37-56
Kaşıyuğun, A., 2014. Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışları ve
I. Dünya Savaşı’na Girişi (1911-1914). Doktora Tezi. Kahramanmaraş:
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi SBE.
Kaynak, N., 2016. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Donanması ve Alman Donanması
Arasındaki İlişkiler. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi SBE.
Okur, M., Göktaş, S., 2014. Birinci Dünya Savaşı Sürecinde Meclis-i Umumi’de
Görüşülen Başlıca Askerî Meseleler. 2014 İstanbul, İstanbul: Harp Akademileri
Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü. ss. 283-310
Öncü, E., 2003. The Beginnings of Ottoman-German Partnership. Yüksek Lisans Tezi.
Ankara: Bilkent Üniversitesi.
Özbozdağlı, Ö., 2005. İttihat ve Terakki’nin Balkan Siyaseti. Yüksek Lisans Tezi. Hatay:
Mustafa Kemal Üniversitesi SBE.
101
Özdil, M., 2017. İttihat ve Terakki Dönemi Osmanlı-Almanya İlişkileri. Yüksek Lisans
Tezi. İstanbul: Yeni Yüzyıl Üniversitesi SBE.
Penix, M. D., 2013. The Ottoman Empire in World War I: A Rational Disaster. Thesis
for the Degree of Master of Arts. Michigan: Eastern Michigan University
Phillips, J., 2012. The Eastern Crisis 1875 -1878 in British and Russian Press and
Society. Thesis for the PhD Degree. Nottingham: University of Nottingham.
T.B.M.M Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cild 1, İçtima Senesi 1, Ankara: T.B.M.M.
Kütüphanesi
Turlybek, A., 2013. Enver Paşa 1918-1922. Doktora Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi
SBE.
Uzman, N., 2008. İttihat ve Terakki Dönemi Türk-Rus İlişkileri. Yüksek Lisans Tezi.
Kars: Kafkas Üniversitesi SBE.
Yanıkdağ, Y., 2014. Ottoman Empire/Middle East (online). International Encyclopedia
of
the
First
World
War.
https://encyclopedia.1914-1918-
online.net/article/ottoman_empiremiddle_east. (Erişim tarihi 24 Ocak 2016)
102
EKLER
103
EK 1: Afrika’nın sömürgeleştirilmesi
104
EK 2: Makedonya Sorunu
105
EK 3: Kâmil Paşa, İngiliz Kraliçesi Mary ve İngiliz Kralı V. George
EK 4: Bâb-ı Âli Baskını
106
EK 5: Bulgar orduları Çatalca önlerinde.
EK 6: Birinci Balkan Savaşı sonucunda ortaya çıkan tablo
107
EK 7: Üçlü İtilaf kuruluyor.
108
EK 8: Sykes – Picot – Sazanov gizli anlaşmasına göre Türkiye’nin taksimi.
EK 9: Göben kruvazörü
109
EK 10: 1914 Avrupa ittifaklar sistemi
110
Download