BİRİNCİ BÖLÜM

advertisement
6. grup) KÜRESEL DÖNÜŞÜMLER
David Held & Anthony McGrev
Birinci Bölüm
Küreselleşmeyi Anlamak
George Modelski, “küreselleşme dünyanın büyük medeniyetleri arasındaki
artan bağlantının tarihidir” der. Daha da açmak gerekirse en eski medeniyetler
arasında düzensiz aralıklarla ortaya çıkan karşılaşmalara kadar uzanan uzun vadeli,
tarihsel bir süreçtir. Modelski’ye göre küreselleşme, uluslar, medeniyetler ve siyasi
topluluklar arasındaki genel dayanışmanın, genişlemenin ve derinleşmenin tarihsel
sürecini kapsayan bir mevhumdur.
Tony Giddens için de küreselleşme modernlikle geniş çapta eş anlamlıdır
çünkü yeni çağda “dünya çapında toplumsal ilişkilerin yoğunluğu” daha önceki
tarihsel dönemlerin hepsinde olduğundan çok daha fazladır.
David Held ve Anthony McGrew küreselleşmeyi, “kıtalar arası veya bölgeler
arası akışlar ve ağlar meydana getiren, toplumsal ilişkilerin uzamsal örgütlenmesinde
dönüşümü temsil eden bir süreç” olarak tanımlamaktadırlar.
Jan Aart Scholte “yersizyurtsuzlaşma” kavramını genişleterek, küreselleşmeyi,
sınırları ve ülkeleri aşan bir olgu olarak belirler. Justin Rosenberg ise Küreselleşme
kuramının dairesel bir mantığı temsil etmesi bakımından önemli bir çelişki taşıdığını
savunur. Ona göre küreselleşme tasviri kategori olmaktan öteye geçemiyor, yeni
nitelikleri de ya abartılıyor ya da basit bir “uzamsal fetişizm”e indirgeniyor. Bu şüpheci
ses Paul Hirst ile Grahame Thompson’un desteğiyle yükseliyor.
Stanley Hoffman’a göre küreselleşmenin abartılan niteliği 11 eylül sonrası
değişen dünyada apaçık ortadadırç Birleşik Devletler’e yapılan terörist saldırılar
dünya düzenini sürdürmede siyasi ve iktisadi coğrafya, devletlerin merkezliği ve
askeri güç gerçekliğini gösterdi. Batı küreselleşmesi ile terörün küreselleşmesi
yakından bağlantılı hale geldi.
1. Küreselleşme.
George Modelski
George Modelski’ye göre birden fazla tarihsel dünya toplumunun tek bir
küresel sistem içinde bir araya getirilmesi sürecinden küreselleşme olarak söz
edilebilir.
İslam Dünyası:
Küreselleşmenin başlangıç döneminde, M.S. 1000 dolaylarında,
dünya ölçeğindeki siyasal bir düzene en yakın oluşum İslam Dünyası’ydı. Bu birliğin
kökenleri Arapların yedinci yüzyıldaki fetihlerine dayanıyordu ve birleştirici gücünü
islamdan alıyordu. Alimler ve bilim insanlarının merkezi Kahire ve Bağdat gibi
şehirlerdi, eğitim kurumları da Avrupa’daki üniversiteleri yüzyıldan fazla bir farkla
önceliyordu.
Müslümanlar, Avrasya-Afrika topraklarında merkezi bir yer tutmaları ve bunu
geniş erimli ticaret amacıyla kullanmaları sonucunda dünya uygarlığının başlıca
merkezlerini çoktan bir araya getirmişlerdi. Ne var ki Yeni Dünya ve okyanuslar arası
gemicilikle ilgilenmediler.
1500’den itibaren İslam Dünyası Avrupalı donanma harekatlarıyla stratejik
olarak kuşatıldı ve giderek canlılığını yitirdi.
Avrupa’nın Yayılması: Dünyanın siyasal birleşmesini sağlama görevi artık
Avrupa’daydı. Bu durumu doğuran saik, bir anlamda, İslam dünyasının sahip olduğu
zenginliğe ve bunun yanı yarattığı düşünülen tehdide duyulan tepkiydi. Portekizliler
ve İspanyollar bu tepkinin başını çekiyorlardı.
Küreselleşme sürecini başlatanlar dünya uygarlığının merkezinde bulunanlar
değil, uzak bir köşesinde yaşayanlardı. Takip edilen 500 yıl boyunca küreselleşmenin
1
süratini ve karakterini belirleyen, dolayısıyla dünya siyasetinin yapısını şekillendiren
de onlar oldu.
Küreselleşme sürecinin çarpıcı bir özelliği de gurur ve şiddet duygularıyla
tetiklenmiş olmasıdır. Avrupalıların savaşkanlık eğilimi sömürgeciliği başlatacaktır.
Avrupa açısından büyük gelişmelerin önünü açan bu küreselleşme süreci, sömürülen
halklar tarafından bakıldığı zaman pek olumlu sonuçlar içermemektedir.
Devlet faaliyetleri ve etkinliğindeki müthiş artışın küreselleşmenin yarattığı en
önemli etki olduğu düşünülebilir. Portekiz, İspanya, İngiltere ve Fransa’daki kraliyet
yönetimleri, keşif ve sömürüyü örgütlediler ve bunun meyvelerini topladılar. Bunu
yaparken Venedik, Cenova ve Floransa gibi İtalyan şehir devletlerinden pek çok şey
öğrendiler. Bunlar, orta çağın son dönemindeki idari örgütlenme ve etkinlik
modelleriydi. Fakat uzak mesafeden daha üst düzey bir yönetim biçimini etkin olarak
uygulayabilmek adına, örgütlenmelerini büyük ölçüde genişletmek zorunda kaldılar.
Küreselleşmenin bir başka önemli yanı, şaşkınlık verici kontrol edilemezliğiydi.
Bu, Avrupa denen tek bir varlığın denizaşırı toprakları ele geçirdiği bir genişleme
değildi. Daha ziyade bir girişimler çokluğunun Avrupa’dan dünyaya saçılmasıydı.
Sonrasında bu sürecin etkileri Avrupa’yı değiştirdi. Tek bir imparatorluk değil, her biri
diğeriyle rekabet içinde olan bir takım imparatorluklar ortaya çıktı.
Küreselleşme, kurumlar arasındaki çeşitliliğin artmasına yardım ederek
Avrupa’da ve nihayetinde dünyada bağımsız devletler sistemini güçlendirdi.
2 – Modernliğin Küreselleşmesi: Anthony Giddens
Modernlik doğası gereği küreselleşmektedir – bu modern kurumların en temel
ayırt edici özelliklerinde, bilhassa da oturmamışlıklarında ve dönüşlülüklerinde
barizdir. Sosyologların sınırlı bir sistem olarak “toplum” fikrine duydukları yersiz
güvenin yerine toplumsal hayatın zaman ve mekan boyunca nasıl düzenlendiğine
yoğunlaşan bir başlangıç noktası geçmelidir – zaman – mekan mesafelenmesi
sorunsalı.
Modern çağda, zaman-mekan mesafelenmesinin ölçeği önceki tüm
zamanlardan yüksektir ve bunla örtüşür şekilde yerel ve mesafeli toplumsal biçim ve
olayların arası “gergin” hale gelmektedir. Küreselleşme esas olarak farklı toplumsal
bağlamlar ve bölgeler arasındaki bağlanma kipleri ile tüm dünya düzeni boyunca bir
şebeke oluşturduğu ölçüde bu gerileme sürecine gönderme yapar. Böylece uzak
yerellikleri yerel olayların millerce ötedeki olaylar tarafından biçimlendirildiği
bağlantılar kuran dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak
tanımlanabilir. Örneğin; Singapur’daki bir kentsel alanın artan refahı karışık bir
küresel iktisadi bağlar şebekesi aracılığıyla Pittsburgh’daki yerel ürünleri dünya
piyasalarında rekabet edemeyen bir mahallenin yoksullaşması ile nedensel olarak
bağlı olabilir.
İki Kuramsal Bakış Açısı
Mashall McLuhan ve birkaç başka yazarın çalışmaları bir yana bırakılacak
olursa, küreselleşme üzerine tartışmalar birbirlerinden geniş ölçüde ayrı iki farklı
yazın dizisi oluşturuyormuş gibi gözüküyor. Biri uluslararası ilişkiler yazını, ötekisi ise
özellikle Immanuel Wallerstein’ın ismiyle beraber anılan ve Marksist bir konuma yakın
duran “dünya sistemi kuramı” yazını.
Uluslararası ilişkiler kuramcıları ayırt edici şekilde ulus-devlet sisteminin
gelişimine odaklanıyorlar ve onun Avrupa’dali kökenlerini ve ardından tüm dünyaya
yayılışını tahlil ediyorlar. Devletler birbirleriyle ilişkiye giren oyuncular olarak
görülüyor. Ulus devletlerin öncesine göre kendi içişlerine daha az egemen oldukları
savunuluyor fakat pek azı gelecekte “dünya devleti”nin oluşumunu öngörüyor.
2
Anthony Giddens’a göre devletlere birer oyuncu gibi bakmak toplumsal ilişkilei
anlamayı zorlaştırır.
Wallerstein, sosyologların alışılmış “toplumlar” uğraşını aşarak daha kapsayıcı
bir küreselleşmiş ilişkiler kavramsallaştırmasına ulaşmıştır. Dünya Ekonomileri olarak
adlandırdığı şey modern zamanlardan önce de vardı ancak son 3-4 yüzyılda
dünyanın geri kalan kısmından önemli ölçüde farklıydılar. Wallerstein’ın çözümlediği
biçimiyle kapitalizmin doğuşu farklı farklı türden bir düzeni müjdeliyordu, ilk defa ölçek
olarak gerçekten küresel ve siyasal güçten çok ekonomik güce dayalı “dünya
kapitalist ekonomisi”. Kökenleri on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda bulunan dünya
kapitalist ekonomisi siyasi bir merkez aracılığıyla değil, ticari ve sınai bağlantılar
aracılığıyla bütünleşti. Wallerstein’ın çalışmasının da kendi yetersizlikleri var;
kapitalizm’i modern dönüşümlerin sorumlusu olarak görmeye devam ediyor ve
uluslararası ilişkiler kuramcılarının merkezi kıldığı olgulara tatmin edici cevaplar
vermekte zorlanıyor: ulus-devletin yükselişi ve ulus-devlet sistemi.
Küreselleşmenin Boyutları
Küreselleşme ile birlikte dünya ekonomisinin temel güç merkezleri kapitalist
devletler haline gelmiştir. Kapitalist devletlerin sahip oldukları büyük şirketler ülke
yönetimine yön vermeye başlamış ve uluslararası ilişkiler bağlamında öne
çıkmışlardır. Küreselleşmenin ilk boyutu ulus-devletler ve uluslarası iş bölümü bunu
takip eden diğer bir boyutu ise büyük şirketlerin bu iş bölümüne ülkelerin egemenlik
ve büyümü kaygılarını taşıyarak bencilce ortak olmasıdır. Küreselleşmenin üçüncü
boyutu ise dünya askeri düzenidir. Askeri ittifaklar, savaşın sanayileşmesi ve teçhizat
akışı askeri düzeni de yeni bir yapılanmanın içine sokmuştur.
Küreselleşmenin dördüncü boyutu sanayi kalkınma ile ilgilidir. En önemli
özelliği olarak makineleşmenin bütün dünyaya yayılmasını sayabiliriz. Farklılaşma ve
dünya üzerinde iş bölümü gerçekleşmektedir. Bu oluşum iktisadi bağlamda etkin
kaynak kullanımı açısından faydalı olmasına karşın ortaya başka bir sorunsal koyar.
O da; gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkeler tarafından geri bıraktırılma
amaçlarıdır.
Anthony Gidden küreselleşmenin en önemli silahı olarak medyaya vurgu
yapmaktadır. Bunun anlamı insanların daha önce bilmedikleri dünyadaki her olaydan
haberdar olmaları değil, modernliğin kurumlarının küresel yayılmasının “haberler”in
temsil ettiği bilgi havuzu olmadan imkansız olacağıdır.
3- Küreselleşmeyi Yeniden Düşünmek. David Held & Anthony McGrew
Analitik Bir Çerçeve:
Küreselleşme basit anlamışyla karşılıklı bağlantıların
genişlemesi, derinleşmesi ve hızlanmasıdır. Ancak yapılan bu tamınlar
küreselleşmeyi ifade etmekte artık yetersiz kalmaktadır.
Küreselleşme
yerel,
ulusal
ve
bölgeselle
bir
süreklilik
içinde
konumlandırılmalıdır. Aynı şekilde küreselleşmenin yoğunluğu ve etkileşim ve hızı da
dikkate alınmalıdır. Dünyanın her hangi bir yerinde yaşanan ekonomik veya sosyal
bir gelişme başka bir yerde farklı bir etkiye neden olabilir. Küresel yayılımın hızı
arttıkça küresel etkileşim ve iç içe geçmenin de hızı artacaktır. Küreselleşmenin
tatminkar açıklamasında hacim, yoğunluk, sürat ve etki öğeleri ayrı ayrı ifade
edilmelidir.
Küreselleşmenin tarihsel biçimleri
Küreselleşmeye tek bir boyuttan bakman yerine kapsamını biraz daha
genişleterek dönemler arasındaki devamlılıkları ve farklılıkları da analiz etmek
gerekir. Bunun yanında aynı tarihsel dönemlerde de küresel karşılıklı bağlantıların
mekansal, zamansal ve örgütsel olarak farklı işleyebileceği göz önünde
bulundurulmalıdır.
3
Küreselleşmenin tarihsel biçimleri başlangıç olarak dört zamansal ve
mekansal boyut açısından betimlenebilir.
-
Küresel şebekelerin büyüklüğü
Küresel karşılıklı bağlantılılığın yoğunluğu
Küresel akışların sürati
Küresel karşılıklı bağlantılılığın etkide bulunma temayülü
4- Küreselleşme : Yeni Olan Ne? Olmayan Ne?
Robert O. Keohane & Joseph S. Nye Jr.
Küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık bir çok anlam yüklenmiş iki tabirdir.
Küreselleşme aynı anlama gelen birden fazla olguyu mu karşılamaktadır yok yeni bir
şeyle mi karşı karşıyayız...
Küreselleşmeciliğin Boyutları
Hem küreselleşmecilik hem de karşılıklı bağımlılık çok boyutlu olgulardır.
Küreselcilik kıtalararası mesafelerde karşılıklı bağımlılık şebekeleri içeren bir dünya
durumunu ifade ediyor, karşılıklı bağımlılık ise ülkelerin ya da farklı ülkelerdeki
oyuncuların karşılıklı etkileri ile ayırt edilen durumları ifade eder. Küreselleşmeciliğin
birbirine eşit önemde pek çok boyutu var.
-
Ekonomik Küreselcilik
Askeri Küreselcilik
Çevresel Küreselcilik
Toplumsal ve Kültürel Küreselcilik
Küreselleşmenin farklı boyutlarındaki değişimler her zaman eşzamanlı
olmuyor. Örneğin Dünya savaşları ve sanayi devrimi küresel boyutların farklı
zamanlarını ifade eder.
Çağdaş Küreselleşmecilik
Küreselleşme tartışmasının sorunu ne kadar yeni veya ne kadar eski olduğu değildir.
Ne Her dönemde artış içindedir fakat bu artış nasıl olmaktadır. Küreselleşmenin
“İnce” mi yoksa “Kalın” mı olduğu belirlenmelidir. David Held’e göre büyük bir
yoğunluk ve hacim içermeyen karşılıklı bağlar “ince” küreselleşme olarak tanımlanır.
Örneğin, ipek yolu bir ince küreselleşmedir. Günümüzde ise küreselleşme çok daha
süratli, hacimli ve yoğunluklu bir hal almıştır. Çağdaş küreselleşme “kalın”
küreselleşme olarak nitelenir.
Şebekelerin Yoğunluğu: İktisatçılar bir ürün pek çok insan tarafından kullanıldığı
zaman daha değerli hale geldiği durumları ifade etmek için “şebeke etkisi” terimi
kullanırlar. Küreselleşmede de şebeke etkisi, yapılan işlemlerin başka işlemleri
tetiklemesiyle oluşur.
Kurumsal Sürat, yani teknolojinin gelişmesi ile hızlı işlemler ve genişlemenin
karmaşık yapısı çağdaş küreselliğin yeniliklerindendir.
5- Küreselleşmede Küresel Olan Ne?
Jan Aart Scholte
Küreselleşme kelimesi uluslararası ilişkiler, liberalleşme, evrenselleşme ve
batılılaşma kavramları yerine kullanılamaz. Küreselleşme olgusu farklı bir şeye işaret
eder. Küreselleşmeyi bu dört kavramdan ayıran, insanlar arası – ülkeler üstü
ilişkilerin büyümesidir. Yani küreselleşme toplumsal mekanın doğasında büyük bir
değişme işaret ediyor. Ülkeler üstü tabiri için ise sınır ötesini diyebiliriz. Ancak bu
tanım şimdilik alansal sınırlara sahiptir. Tabi ki önceki dönemlere göre şu anda
alansal mesafeler çok daha kısa sürelerde kat edilmektedir. Küresel işlemlerde ise
“yer” alansal olarak sabitlenmemiştir. Faks, internet, telefon, kısacası teknolojinin
hayatımıza girmesiyle küreselleşmenin bazı boyutlarında alansal sınırlar tamamen
kalkmıştır.
Küresellik ve Alansalcılık
4
Küreselleşmiş bir dünya’da değil küreselleşen bir dünyada yaşıyoruz. Bu da
alanüstülüğün yükselmesinin alansallığın sonunu getirmediğini gösterir. Alansal
mekanın anlamsız hale gelmesi için çok daha fazla – uzun zaman boyunca olacağı
umut edilenden fazla – küreselleşme olmalı.
Üç boyutlu coğrafyadan (boylam, enlem, yükseklik) dört boyutlu coğrafyaya ( +
küreselleşme) gidiş toplumsal ilişkiler haritasını temelden değiştiriyor. Coğrafyanın bu
yeniden düzenlenmesinin üretim, idare, topluluk ve bilgi yapıları üzerinde önemli
etkileri var. Artık alansalcı bir dünyada yaşamıyoruz ve bu değişim siyaseti
kurumsallaştırma ve yapma biçimlerimizde esaslı dönüşümler gerektiriyor.
6- Küreselleşme Kuramının Sorunu
Justin Rosenberg
Küreselleşme, onu, bir önceki dönemden ayıran özellikleri, nispeten özgün bir
iç işleyişi olan , önemli bir tarihsel dönem olarak görülebilir. Ama bu dönemi
tanımlamaya gelince bir kavram kargaşası oluşuyor. Ne, ilişkilerin, kurulan
bağlantıların daha hızlı, daha yoğun olması ne de topraktan/mekandan kopma (deterritor-ilialization) iddiaları bu kargaşayı ortadan kaldıramıyor…
Uluslararası ilişkiler ve Küreselleşme Kuramı
Eğer kıtaların ve bir bütün olarak gezegenin bölünmeleri gerçekten
geçersizleşiyorsa ve eğer küreselleşme kuramının iddiaları bunun meşru sonucuysa,
o zaman yeni doğan gerçekliğe yol verilmesi gereken yalnızca alansal olarak
sınırlanmış bir varlık olan “toplum” değildir. Bu yüzden Jan Aart Scholte yöntemsel
alancılığın uluslararsı ilişkilerin tanımında olduğunu savunuyor. Ona göre bu durum
akademisyenlerin ve siyaset üreticilerin çağdaş küresel sorunların alansallık-üstü
niteliğini görmelerini engelliyor. Bu sorunlar giderek daha az “Westphalia devletlersisteminin” alansal mekanında, daha fazla modern finans piyasalarının, uydu
iletişiminin ve bilgisayar şebekelerinin teşvik ettiği “mesafesiz mekanında”
oluşturuluyor.
Malcom Waters’a göre uluslararası kuram ulus-ötesi bütünleşme süreçlerine
dikkatle egemen devletin öneminin devam ettiği iddiasının sorunlu bir şekilde beraber
varolduğu “bir küreselleşme ön kuramı” olmaktan ileri gitmeyi başaramamıştır.
Bu görüşlere ilk itiraz Uluslararası ilişkiler disiplinine yönelikl bir eleştiriyi işaret
ediyorsa ikincisi de, belki şaşırtıcı bir şekilde, ilkinin eşit derecede empatik bir
savunmasına çıkıyor. Çünkü küreselleşme kuramında Westphalia sistemine olan
inançla “uluslararası” fikrinin erimesi, farklı tarihsel dönemlerde farklı biçimlerde insan
toplumları arasında karşılıklı ilişkilerin sordupu genel sorunların analitik
belirleyiciliğinden kalanları bir kalemde silip atıyor.
7- Küreselleşme –Gerekli Bir Mit Mi?
Paul Hirst & Grahame Thompson
Küreselleşme bazı toplum bilimciler açısından ulusal kültür, ekonomi ve
sınırların çözüldüğü bir süreç olarak görülmektedir. Dünyanın en temel dinamikleri
uluslararasılaşmış ve denetlenemez hale gelmiştir. Peki durum gerçekten böyle
midir? Bunun için bazı fikirler öne sürülmüştür;
1- Şu anki ileri derecede uluslararasılaşmış ekonomi öncülsüz değildir. Bazı açılardan
şu anki uluslararası ekonomi 1870 ile 1914 arasında varolan rejimden daha az açık
ve bütünleşmiştir.
2- Çoğu şirket hala ulusaldır ve gerçek uluslararası şirketlerin artışına yönelik büyük bir
eğilim gözükmüyor.
3- DDY ( Dış Doğrudan Yatırım) gelişmiş sanayi ülkeleri arasında yoğunlaşmış
durumda. Üçüncü dünya hem yatırım hem ticarette kenarda kalıyor.
5
4- Ticaret, yatırım ve mali akışlar daha çok Avrupanın üçlüsünde, Japonya ve Kuzey
Amerika’da. Dünya küresellikten hala çok uzak.
5- Küresel piyasal hiç bir şekilde denetlenemez ve düzenlenemez değiller.
Uluslararası Ekonomi Modelleri
Küreselleşme tanımı çerçevesinde iki uluslararası ekonomi modeli
geliştirilmiştir. Birisi tamamen küreselleşmiş öteki hala esasen göreceli olarak
birbirinden ayrı ulusal ekonomiler arası mübadeleler tarafından nitelenen ve pek çok
sonuçta tözsel olarak ulusal ölçekte gerçekleşen süreçlerin belirleyici olduğu açık
uluslar arası ekonomi. Tip 1 ; uluslararası ekonomi, tip 2; küreselleşmiş bir ekonomi.
Bu iki ekonomi türü içkin olarak birbirlerini dışlamıyorlar, ama bazı koşullarda
küreselleşmiş ekonomi uluslararası ekonomiyi çevreler ve içerir. Şu anda UÖŞ (
Ulus-ötesi şirket)’lerin azlığı ve ÇUŞ (Çok Uluslu Şirket)’lerin belirginliğinin devamı ve
aynı zamanda hem ticarette hem de DDY’de devam eden durum uluslararası
ekonomi ile tutarlılık göstermektedir.
Uluslararası ekonominin dayandığı büyük ulusal üreticilerin, mali ticaret
yapanların ve hizmet merkezlerinin kuvvetle dışa yönelmiş olduğu uluslararası ticaret
performansını vurguladığı bir ekonomi olduğu hatırlanmalı. Küreselleşmiş
ekonominin tersi ulusal içiçe kapanık ekonomi değil, ticaret yapan uluslara dayalı ve
hem ulus devletlerin kurumsal politikaları hem de ulus üstü failler tarafından şu veya
bu derecede düzenlenen açık bir dünya piyasasıdır. Böyle bir ekonomi şu veya bu
şekilde 1870’lerden beri var ve büyük geri çekilmelere rağmen (Büyük Buhran gibi)
yeniden ortaya çıkmaya devam etti. Önemli olan nokta şu ki bu küresel ekonomiyle
karıştırılmamalı.
8- Küreselleşmelerin Çarpışması
Stanley Hoffman
11 Eylül olaylarının yeni bir çağın başlangıcı olduğunu herkes kabul
etmektedir. Gelişen küreselleşme ile birlikte basit silahlarla dünyanın en büyük
gücüne kafa tutabilen terörsistler de küreselleşmenin kaygı verici kasvetli durumunu
gözler önüne sermektedir. Yani yeni gelişen küresel sivil toplum dünya düzenine
nasıl bir katkıda bulunacaktır, bu sorunun sorulması gereklidir. Küreselleşme sadece
ekonomik anlamda değildir.
Yapılan öngörüler dışında gerçekte küreselleşmenin her biri ayrı sorunları olan
üç ayrı biçimi vardır. Birincisi ekonomik küreselleşmedir. Ana aktörler; şirketler,
yatırımcılar, bankalar ve özel hizmet sanayileri olduğu kadar hükümetler ve
uluslararası örgütler de bulunmaktadır. Ardından kültürel küreselleşme gelmektedir.
Burada can alıcı şeçim (sıklıkla Amerikanlaşma diye anılan) tek biçimlilik ile farklılık
arasındadır. Son olarak öteki ikisinin ürünü olan politik küreselleşme vardır. Birleşik
Devletlerin ve kurumların baskınlığı ve muazzam bir dizi uluslararası ve bölgesel
örgütler ve ulus ötesi şebekeler tarafından nitelendiriliyor.
Küreselleşmenin getirdiği faydalar inkar edilemez fakat Amerika önderliğinde
gelişen küreselleşmenin Büyük Buhran’daki gibi sonuçlara yol açması da olasıdır.
Küreselleşmenin gelişimi pek çok yoksul ülkeyi dışladığından sınırlı kalmaktadır
ayrıca günümüzde uluslararası sivil toplum cenin düzeyinde kalmıştır. Çoğu sivil
toplum örgütü üye devletlerin nüfuslarının çok küçük bir kesitini kapsamaktadır. Son
olarak gelen bir eleştiri de Friedman’ın sevdiği bireysel özgürleşmeyedir. Bugün hala
bireysel özgürleşme dünya üzerinde tam olarak görülememektedir. Örneğin Çin’de
bu olgu beklenen kadar hızla başarıya ulaşmamaktadır.
6
Hoffman’ın üzerinde durduğu bir diğer önemli nokta da, başlangıçta bahseldiği
gibi terördür. Artan küreselleşmenin terörü de aynı anda arttırdığını ve terörist şiddeti
kolaylaştırdığını düşünmektedir. Eşitsiz genişleme ve büyümenin, liberallikte daha
fazla söz sahibi olma çabasının tepkisinin terör olarak görülebileceğini üzerine
dikkatleri çekmek ister.
9 - Küreselleşme ve Amerikan Gücü
Joseph S. Nye Jr.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, Amerika yakın tarihte hiçbir devletin
olmadığı kadar güçlü hale geldi. Küreselleşme şu anda Amerika’nın bu durumuna
katkıda bulunuyor ancak bunu yüzyıl sonuna kadar sürdürmesi olası görünmüyor
çünkü küreselleşme süreci derinelemesine incelendiği zaman her yandan
Amerika’nın lehine olarak görünmüyor.
Küreselleşme hem politikanın hem de teknolojinin çocuğudur. Amerikan
politikası 1945 sonrası açık bir uluslararası iktisadi sistem oluşturmak amacıyla
GATT, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumları ve normları teşvik etti. Küreselleşme
sürecinin hızlanmasına öncülük eden ülke haline geldi.
Birleşik Devletler çağdaş küreselleşmenin tüm boyutlarında merkezi bir rol
oynamaktadır. Esas olarak küreselleşme, karşılıklı bağımlılığın dünya çapındaki
şebekelerini ifade eder. Şebeke, bir sistemdeki nokta bağlantıları serisidir, ancak
şebekeler şaşırtıcı derecede çok sayıda ve farklı şekil ve mimaride olabilirler.
Havayolu trafiği, iletişim ağı, elektrik şebekesi, şehirler arası otobüs sistemi ve
internet gibi örneklerin hepsi, merkezileştirme ve bağlantıların karmaşıklığı açısından
farklılaşsa da birer şebekedir ya da ağlar bütünüdür.
Amerika Birleşik Devletleri küreselleşmenin dört biçiminde de önemli rol oynar;
ekonomik (en büyük pazara sahiptir), askeri (küresel etki alanı olan tek devlet),
toplumsal (popüler kültürün merkezidir) ve çevresel (en büyük kirleticidir). Günümüz
itibari ile her alanda öncülük birleşik devletlere aittir.
Amerikan İmparatorluğunun merkez ve çevresi olarak ve küçük ölçekteki
ülkeler için bir bağımlılık ilişkisi yaratacağı şeklinde tahayyül etmek en azından dört
sebepten hatalı olacaktır. Tek taraflı ele alındığında bu metafor kullanışlıdır fakat
resmin bütününü yansıtmaz.
İlk olarak karşılıklı bağımlılık, ağların mimarisi, küreselleşmenin dört boyutuna
göre değişir. Merkez ve çevre metaforu ekonomik, çevresel ya da sosyal
küreselleşmecilikten ziyade askeri küreselleşmeciliğe daha fazla uyar. Bir diğer
değişle yaptırım gücü olanın istekleri doğrultusunda hareket edilir. Merkez – çevre
metaforu, tehdit ilişkilerinden ziyade güç ilişkilerine daha fazla uymaktadır.
İkinci olarak merkez-çevre imgesi bizi, karşılılık ya da çift yönlüsavunmasızlık
ilkelerinin apaçık yokluğu gibi yanlış bir sonuca götürebilir. Askeri alanda dahi Birleşik
devletlerin dünyanın herhangi bir noktasını vurabilme kabiliyeti, onu karşı konulamaz
yapmaz. Bunu 11 Eylül saldırılarında açıkca gördük. Küresel ekonomik ve toplumsal
etkileşimler sınırlarımızı kontrol edebilmeyi giderek zorlaştırıyor. Kendimizi ekonomik
hareketlere açtığımızda, aynı zamanda yeni bir askeri tehdit biçimine de açmış
olacağız. Ayrıca Birleşik Devletler en büyük ekonomiye sahip olmakla birlikte, küresel
sermaye pazarındaki bulaşıcı yayılışına karşı, 1997 Asya mali krizinde görüldüğü
gibi, daha duyarlı ve savunmasız hale geliyor. Toplusal boyutta, Birleşik Devletler
diğer herhangi bir ülkeden daha fazla popüler kültür ihraç edebilmekte fakat aynı
zamanda bütün ülkelerden daha fazla fikir ve göçmen ithal etmektedir.
Çevresel boyutta bakıldığı zaman ise Amerika her ne kadar kendi evi
içerisinde pahalı çevre önlemleri alsa da Çin’de kömür enerjisiyle güç üreten
santrallerin sebep olduğu iklim değişikliğinden zarar görecektir.
7
Küresel şebekelerin mimarisi, merkez-çevre modelinden internet gibi daha
geniş ölçekte dağıtılan biçime doğru geliştikçei yapısal boşluklar küçülür ve merkezi
konumdaki devletin yapısal gücü azalır. Şu anda Amerikalıların internet açısından
merkezi oldukları doğrudur fakat dünyanın kalanından daha az internet kullanıcısına
sahiptirler. 2010 yılında Çin’deki internet kullanıcılarının sayısının Amerika’daki sayıyı
geçmesi bekleniyor. Bu da asya pazarını sermaye, girişimci ve reklamcı için daha
cazip hale getirecektir.
10- İmparatorluk Olarak Küreselleşme
Michael Hardt – Antonio Negri
Ulus-devletlere dayalı çağ sona erdi. Sermaye küresel çapta önüne çıkan her
engeli yıkıyor; Seattle'dan Cenova'ya uzanan isyan dalgasına rağmen, muhalefet
güçleri zayıf; karamsarlık iliklere işlemiş durumda. Mevcut durumu açıklamakta
emparyalizm kavramı yetersiz kalııyor; yeryüzünü ele geççirmekte olan merkezsiz ve
topraksız egemenlik aygıtını Hardt ve Negri İmparatorluk diye adlandırıyor.
İmparatorluk döneminde artık dışarısı kalmamıştır. Egemenlik, tek bir yönetim
mantığına göre işleyen ulus-üstü organların eline geçmiştir. Adalet kaygısından
yoksun biçimde işleyen sömürü mekanizmaları artık fabrika duvarları ve ulus-devletin
sınırlarıyla yetinmeyerek yeryüzünün her köşesine yayılmıştır. Ama imparatorluk
özgürleşme için yeni imkânlar da sağlamaktadır; Marx'ın anlamında ilerici bir boyut
da içerir. Bu nedenle Hardt ve Negri küresel sermaye karşısında ulus-devleti
güçlendiren her türlü politik stratejiyi reddediyor. Onlara göre küreselleşmeye karşı
yerele dayalı itirazlar, dışarısı kalmayan bir dünyada dışarı yanılsaması yaratmaktan
başka bir işe yaramaz. Artık ülkeden sökülüp atılacak emperyalizm ve ele geçirilecek
bir iktidar odağı yoktur; bunları hedefleyen politik hareketler ömrünü tamamlamıştır.
Yerelin farklılıkları küreselin homojenliği karşısında direnme gücünü yitirmiştir.
İktidarın küreselleşmesi iktidar karşıtlarının küreselleşmesini de beraberinde
getirmiştir; ezilen ve sömürülen yığınlar, bütün yeryüzünü yurt edinerek, evrensel
yurttaşlık hakkını savunarak insanlığı kucaklayacak gerçek bir enternasyonalizmin
temellerini atabilir, hayatlarını otonomlaştırarak yeniden üretebilir; İmparatorluğun her
yerdeki kalbine yine her yerde darbe indirebilirler.
6 ek odev) BİRİNCİ BÖLÜM (ÇİN-PEKİN)
Modern çinin gizemli başlangıcı 1900 yazındaki dul imparator Cixi’nin ülkelerindeki
yabancı etkisine isyan eden 4000 dolayındaki asileri öldürmesiyle başlamıştır. Çin
imparatorluğu ise teknik açıdan imparator Puyi’nin tahttan indirilmesiyle sona ermiştir ama
günümüzde halk cumhuriyeti kılığında halen yaşıyor. Çinin bugünkü askeri güç saplantısının
sebebi 1900 lü yıllardaki aşağılanmasıdır. 1900’lü yıllarda da tıpkı bugünkü gibi dünyanın en
kalabalık imparatorluğu çin imparatorluğuydu ve o zaman ki nüfusu 350 milyonu aşıyordu.
1911 deki devrim, hem Çin’i 1644’te işgal eden mançur’lara karşı bir isyan, hem de Çin
milliyetçiliğinin başlamasıydı. Mançur’lar yabancı hanedanlıktı ve bunların simgesi olarak ta
tüm Çinli erkeklerin saçlarını uzatıp örmesi veya atkuyruğu yapmasını öngörüyordu. Bugüne
gelirsek eğer çin imparatorluğu hariç tüm imparatorluklar yıkılmıştır ve günümüzde Çin
Mançur’lar tarafından fethedilen ve 1.350 milyar insanın kaderini elinde tutuyor. Bu güç
şimdiye kadarki tüm imparatorlukların üstündeki bir güç demektir. İmparatorluk sistemi 2.000
yıl önceki ilk Çin imparatoru Qin Shi Huangdi’ye dayanır. Çin imparatorluğu 1900
yıllarındaki Osmanlı gibi dışarıya açık bir yapı sergilememiş aksine içine daha çok kapanıp
dış etkileri minimize etmeye çalışmıştır. İmparatorluğu en çok zayıflatan iç isyan 1850 yılında
kendini Hz.İsa’nın kardeşi ilan eden Hong Xiuguan tarafından başlatıldı bu isyan ancak 15
yılda bastırıldı ve yaklaşık 30 milyon insan can verdi. 1763’ten 1795’e kadar devam eden
büyük Mançu imparatoru Qianlong, Moğol imparatorluğundan toprak alarak büyüklüğünü
8
ikiye katlamıştır ve 1741 ile 1851 arasındaki nüfus 143 milyondan 432 milyona yükselmiştir.
Orta çağda Avrupa’da Çin’e karşı çok büyük bir hayranlık vardı 1700’de Londra’nın nüfusu
100.000 den fazla değilken pekin’in nüfusu bir milyon idi. 1840 ve 1860 da yapılan afyon
savaşlarını kaybeden Çin batının büyüklüğünü yavaş yavaş kabul etmeye başladı ama
modernleşmeye direndi aynı dönemde durumu fark eden Japonlar ise modernleşme sürecine
dahil oldular ve gelişmelerini sürdürdüler. Çinin modernleşmeye karşı koyamamasının sonucu
olarak ta 1911 devrimi olmuştur. Ve devrimden sonra Çinliler birdenbire geçmişleriyle alakalı
her şeyi reddedip batının her konudaki üstünlüklerini kabul edip onlara tabi olmaya başladılar.
Artık her şey değişiyordu ve Çinli gençler ayak bağlamaktan bile vazgeçmeye başladılar.
Artık neredeyse tüm sosyal ve kültürel kurumlar batılıların emri altındaydı. Fakat ortada bir
sorun vardı ve tarihte hiçbir zaman demokratik bir imparatorluk yoktu. Ve bunun sonucunda
Çin’e bağlı bir çok bölge bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Ve bu olaylardan kısa süre
sonra Çin komünist partisi kuruldu .
bir çok kişiye göre Çin için en büyük ve en iyi örnek Rusya’ydı. Rusya’nın Çin’in topraklarını
birleştirmesi amacıyla verdiği destekten sonra Çin-Rusya yakınlaşması başladı. Ve bu ulusal
problemler karşısında yeteri kadar çözüm üretemeyen liberal-demokratik kurumlar olunca
artık komünizmin ayak sesleri daha iyi çıkıyordu. Japonların Ruslara yenilmesi ve amerikanın
milliyetçilere destek vermesiyle birlikte Rusya pekine doğru yürümeye başladı ve komünizmi
savunan Mao eğer iktidara gelirse demokrasi vaadinde bulunuyordu. Ve 1920 yılında en güçlü
askeri birim olan kızıl ordu entelektüellerin hayali olan liberalizm yerine faşist milliyetçiliği
ve dışa kapanıklığı seçtiler ve savundular. Fakat 1960 da Stalin’i Marksist ütopyayı
reddetmeye niyetli olduğunu ilan eden Mao’nun yüzünden Rusya ve Çin neredeyse savaşa
gireceklerdi. Çin 1950 den sonra Rusya’ya “Abi” demeye başladı ve her yönüyle Rusya’ya
benzeme çabasındaydı. Hatta Çin’deki büyük Tianammen meydanı kızıl meydanın kopyası
haline getirildi. Fakat Mao’nun sabırsızlığından dolayı komünizme geçiş 1 gecede gerçekleşti
ve bunun sonucunda da toplumsal kargaşa başladı. Özel mülkiyeti, parayı ve pazarları
feshetti; hatta aile hayatını bile bitirmeye kalktı. Ve bunun sonucunda ekonomi çöktü ve 30
milyonu aşkın insan açlıktan öldü. Derme çatma tesisler kuruldu ve rakamlar hayali seviyelere
yükseltildi. Parti içindeki kargaşadan dolayı orta okul öğrencileri askere alınarak ‘kızıl
muhafızlar’ kuruldu ve milyonlarca memur gaddar reform kamplarında yaşamak zorunda
bırakıldı. Bu eylemler ancak 1976’daki Mao’nun ölümüyle durdurulabildi. Ve bu ölümden
kısa süre sonra Mao’nun yakınları tutuklandı ve açık pazara geçiş başladı. 1978 yılında açık
kapı politikası resmen yürürlüğe girdi. Ve Mao dan sonra başa geçen Deng Xiaoping tam
anlamıyla Mao’nun yaptıklarının tam tersini yaptı halktan bir insandı fakat o da muhaliflerine
eziyet etmeye devam etmiştir. Deng’e göre Çin batıyı örnek almalı ve açık piyasaya
geçmeliydi. Fakat Deng’e büyük eleştiriler vardı ve onda ‘seni kim seçti’ eleştiriler
yapılıyordu. 1989 yılında öğrenci ve entelektüellerin bitlikte hareket etmesiyle büyük bir grev
başladı. Ve bu eyleme büyük kitlelerde destek veriyordu. Bu grevi yapanlara göre
komünizmin devrilmesi için büyük bir fırsat vardı ve bu da değerlendirilmeliydi. Ve bu
grevler sonucunda binlerce öğrenci katledildi. Deng’in güney gezisi sonucu Çin’in ilk borsası
kuruldu. Çin 1989’daki kötü olayı kendi lehine çevirmesini bilmişti. Bu dönemde köylülerde
büyük bir zenginleşme ortaya çıktı ve büyüme oranı yüzde 14’lere dayandı. Fakat
memurların hali hiç iyi değildi ve bunun sonucunda 1995 yılında dış yatırımların
dondurulması kararı alındı. Bu dönemde Çin daha da azgınlaşmaya başladı ve 1995 yılında
Tayvan’a füze saldırısı düzenledi. Ve deng 1997 ve öldü. Çin 2014 ten itibaren tam piyasa
ekonomisine geçme sözü verdi. Artık Çin dünyayla entegre olmuş haldedir.
İKİNCİ BÖLÜM (ŞANGHAY)
9
Çinin en büyük şehri Şanghay’dır. Şuanda Şanghay’ın New York veya Londra’dan
pek farkı yoktur. Çin büyük fabrikalarını, bankalarını, okullarını ve modern orkestralarını film
yıldızlarını Şanghay’a borçludur. 1949’daki Mao’nun kızıl ordusunun Şanghay’a girdi. Çinin
bir numaralı alışveriş mekanı olan parıltılı Nanjiin yolu, Şanghay’ın ticari şöhretine
dönüşünün kanıtıdır. Artık Şanghay solculuğun kalesi oldu. Fabrikalar devletleştirildi ve
pazarlar kapatıldı. Ve artık Şanghay’ın yerini Hong kong almıştı. 1990 dan sonra tekrar şehir
canlanmaya başladı. O zamana kadar kişi başına düşen yaşama alanı 3 metre kareydi. Şehir
iflas eşiğindeydi. Şehrin bütün üretimini sadece işçiler tüketiyordu. Şanghay’daki Huangpu
nehri asit nehrine dönmüştü. Kanser had safhadaydı. Tek çocuk politikasının önderi bu
şehirdi. Ve nüfus gerçek anlamıyla ölüyordu. 1979’ylında doğum oranı ölüm oranının
altındaydı. Doğum oranı o kadar azaldı ki ilkokullar kapatılmaya başlandı. Ve tüm Çin bu
durumdaydı. 1990 yılında nüfus artışı gösteren tek yer Şanghay’dı. Bu kriz 1979
reformlarıyla!!! Daha da derinleşti. 1979’daki ilk yatırım kurumu da bu ildeydi. Çinin şuanda
Şanghay tarafından yönetilmesi Şanghay’ın eski günlerine dönüşünün ispatıdır. 1999
yılından sonra Şanghay’ın altyapısına 30 milyar dolar harcamıştır. Şanghay’ın her yeri
modernize edilmiştir. 2006 başlarında 200 milyar dolar harcanmıştır. Dünyanın en uzun iş
merkezi binası Şanghay’dadır ve 101 katlıdır. Şanghay’daki hızlı trende tren 432 km/saat
hızla gitmektedir. Geçen 20 yıl içinde Şanghay’ın yarısı yıkılıp modernize edilmiştir.
günümüzde Uluslar arası deniz ticaretinin olması için Şanghay’ın 50 km ötesinde yapay bir
ada yapılmıştır. 1924’te yapılan eski belediye binası 400 odalıdır. Fakat şuan da Şanghay’da
yapılan ticaret hacmi Hong Kong’un ve Singapur’un gerisindedir. 2001 yılında Şanghay
borsası 145 milyar dolar kaybetti. 1930’larda dünyanın en iyi kitapları ve en iyi filmleri
Şanghay da yapılırdı. Her şeye rağmen çinin dünyayla entegresini sağlayan en önemli ve en
kilit konumundaki şehri Şanghay’dır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (KUZEYDOĞU-SOVYET MİRASI)
Çin’in her yönüyle modernleşmesine rağmen başkan Mao kuzeydoğu Çin’de her
zamanki ağırlığını koruyor. Kuzeydoğu Çin’in can damarını ağır sanayi oluşturmaktadır.
1996-2000 arasında 31 milyon devlet kurumu çalışanı işsiz iken günümüzde bu rakam 45
milyona ulaşmış durumda. 1950’ler de Liaoning eyaletinin Shenyang kentine 150 km
uzaklıktaki işletmelerde 400.000 bini aşkın kişi istihdam edildi. 1970’ler de dünyanın en
büyük filosu halk kurtuluş ordusunun elindeydi. Kuzeydoğu Çin Mançur’ların asıl
anavatanıydı. Ve zaten 1949 dan öncede ‘mançurya’ diye nitelendiriliyordu. Kore yi alan
Japonların en büyük planlarında mançurya yatıyordu. 1945’te geri çekilen Japonlar buralarda
çok iyi bir altyapı bıraktılar. 1949 dan sonra Moskova Çin’de 156 büyük sanayi komplexi
yaptılar. Ve bu bölge o zamanlar ayrıcalıklı bölgeydi. 1990 da yapılan araştırmaya göre
buradaki işçiler dünyanın en verimsiz işçileriydiler ve Şanghay işçilerine göre yüzde 50 daha
az verimle çalışıyordular. Nükleer savaş ihtimaline karşı bu bölge büyük yer altı şehirleri
yapılmıştır ve bu yer altı şehirlerinde hastaneler, yurtlar vs her şey yapılmıştır. Çin bu bölgeyi
kolonileştirmek amacıyla 100 binlerce asker ve öğrenci göndermiştir. Ve Mao zamanın da
çinin her bir yanındaki dağların içi delinip içine gerekli mühimatlar yerleştirilmiştir ve bu
vesileyle 16 milyon kişi istihdam edilmiştir. Çin’deki kültür devrimi tam bir fiyaskodur ve bu
devrimle ülkenin önde gelen aydın, bilgin ve entelektüelleri çalışma kaplarına gönderildi ve
üniversiteler kapatıldı. Mao zamanında ülkedeki hemen hemen her türlü ihtiyaçlar askeri
fabrikalarda üretiliyordu ve Deng zamanında bunlar sivillere devredildi. Sovyet Rusya
yıkıldığında bütçe giderlerinin 4’te birinden fazlası askeri harcamalara gidiyordu. 1990 dan
sonra fabrikalar kapanmaya başlayınca devlet yeni bir yasayla işsizlere ‘işsiz’ denmesini
yasakladı ve artık işsizlere daha kibar deyimler buluyordu. Artık işçi işinden kovulmuyordu
ama görevinden ayrılmış oluyordu. Böylece işsiz kalan işsizler istatistiklerde yer almıyordu
10
mesela 1995’te Shenyang’taki iki milyon işçinin yüzde 80 i işsizdi . Çin’de 300.000 kadar
KİT vardı. Ve bunun sonucunda KİT’ler devletin verdiği kredilerin yüzde 80’ine yakınını
yutuyordu işin kötü tarafı ise hiç kimse bu kötü tabloyu tartışmaya açamıyordu. 1990 da
KİT’lere ayrılan pay GSMH’nin yüzde 12 sini aşıyordu. (yabancı kaynaklara göre bu rakam
yüzde 30 idi.) kuzeydoğudaki kömür madenleri önemli yer tutar. 2002 de 1.8 milyar ton
kömür üretilmiştir. Önümüzdeki 30 yılın sonunda dünya enerji kapasitesinin yarısı Çin’de
oluşacak. 2005’te çelik üretimi yılda 360 milyon tona ulaştı. ABD’de ise bu miktar 100
milyon tondur. En büyük çelik ithalatçısı da şuanda Çin’dir. Alüminyum talebinin yüzde
30’u, çinko, bakır ve kağıt talebinin yüzde 25 inden sorumludur. 1995-2002 arasında
KİT’lerde çalışan sayısı yarı yarıya azaldı. 2006-2010 arasında yıllık ortalama işsiz sayısı
12.6 milyon olacak.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM (ŞANGHAYI’IN GÜNEYİ-ÖZEL GİRİŞİMCİLİK)
Bu yöredeki köylüler dünyadaki üretilen çorap, kravat, ayakkabı, fermuar gibi küçük
aile üretiminin çoğunu üretir. Mesela 38 çalışanı olan küçük bir atölye yılda 10 milyon
eldiven üretebiliyor. Özellikle Çin’de son iki yılda üretim birkaç kat artmış. Buradaki bazı
fabrikalar 10.000 kişi çalıştırıyor. Sermaye bazında en zengin yer burası olacaktır. Komünist
rejim sırasında buraya hiç yatırım yapılmamış kaderine terk edilmişti çünkü buranın bir gün
buradan ayrılma ihtimali vardı!. Bugün deniz aşırı ülkelerde 40 milyon civarında bir Çinlinin
yaşadığı tahmin edilmektedir. Ve bu bölgenin coğrafi yapısından dolayı dışarıya nispeten
daha kapalı bir eyaletti. Dillerinin de farklı olmasından dolayı ülke için ger zaman potansiyel
tehlike olarak görüldüler. 1949 da ki Çin komünist partisi başa geçince bu bölge ve bölge
insanı kara listeye alınmıştı. Deng Xiaoping 1977’de iktidara gelince, meşhur ‘zenginleşmek
şereflidir’ cümlesini söyledi ama özel kesime karşı alınan tavırlar sürekli bir ileri bir geri
şeklindeydi. Çin anayasasının 12. maddesinde “kamunun mülkiyetindeki değerler kutsaldır ve
kamusal mülkiyet asla kaldırılamaz” der. Parti 1983 ve 1989’daki sola kaydığında Wenzhoulu
girişimciler hedef haline geldiler. Marco polo, bir Venedikli sıfatıyla, kolayca etkilenmezdi
ama Huangzhou’yu baş döndürücü bulmuştu. 13. yüzyılda buranın nüfusu 1 milyonu aşmıştı
ve Venedik’in 10 katıydı. Herhangi bir Avrupa kentinin bu seviyeye ulaşması için en az 500
yıl geçmesi gerekirdi. Komünizmle birlikte bu bölgedeki nüfus hızla azalmaya başladı. Ve bu
olay 1979’a kadar sürdü. Çin’de bütün insanlar her şeyi Deng Xiaoping’den bilir. Yiwu
şehrindeki bir avuç şirket tüm dünyadaki fermuar üretiminin yarısını üretmektedir. Aynı
şehirdeki yalnızca bir kasabada ise dünyadaki üretilen kravatların yüzde 90’ı üretilmektedir.
Ve aşırı para kazancından dolayı bazı toplumsal sorunlar ortaya çıktı. Ve zenginler vergi
vermek istemiyorlardı öyle ki çinin en zengin 50 iş adamından sadece 4’ü vergi veriyordu.
Genel itibariyle bu bölgede üretilen sınai katma değer diğer bölgelere nispeten 2 kat daha
fazlaydı. 1986 yılında tüm ülkede ki toplam telefon sayısı 2.000 bile değilken şuan toplam
telefon sayısı 300 milyonu aşmaktadır.(yıllık artış oranı yüzde 90) ülkede ki en büyük
problem yeni teknolojilerin üretilmemesidir. Devlet için çalışan öğretmen, doktor, polis,
asker, bürokrat vb olarak çalışan memur sayısı 50 milyondur. Dünya çapında lüks tüketim
malı gelirlerinin yüzde 11’i Çinli tüketicilerden kaynaklanıyor ve bu oran 2014’te yüzde 24’e
çıkacağı tahmin ediliyor. BMW’nin Almanya’dan sonraki en büyük pazarı Çin’dir. Dünya
turizm örgütüne göre 2020’de Çinli turist sayısının 100 milyonu aşması bekleniyor ve bu sayı
Çin’i dünyanın 4. büyük uluslar arası turist ülkesi olacak. Çinin turizm harcamasının 2008’de
30 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Britanya ve birleşmiş milletlerdeki en kalabalık
yabancı öğrenci grubu Çinlilerdir. Tüm bu refah, düşük maaşlı bir ordu ve uysal köylü
emeğinin sırtına inşa edilmiş durumda. Son.
11
Devletlerin Azalan Otoritesi(Susan Strage)
Siyaset, toplumbilim, uluslararası ilişkiler alanlarındaki yaygın görüşlerin,
tekrar düşünülmesi gerekliliğini belirtmiştir.Uluslararası ekonomi ve politik ilişkilerle ilgili üç
önermede bulunmuştur.
İlki; bağımsız olan devletlerin toplumda ve ekonomide sahip oldukları otoriteyi
kaybettikleri tespiti üzerinedir.
İkinci önerme; büyük-küçük, güçlü-zayıf, bütün devletlerin hükümetlerinin
otoriteleri, teknolojik ve mali değişim ile ulusal ekonomilerin tek bir küresel piyasa
ekonomisine eklemlenmeleri sonucunda sarsılmıştır. Ulusal ekonomiyi yönetme, istihdamı
sağlama ve ekonomik büyümeyi sürdürme, diğer devletlerle ödemeler arasındaki dengesizliği
giderme, kar payını ve döviz kurunu denetlemekteki başarısızlıklar, teknolojik yetersizlik,
ahlaksızlık yada politik becerisizlik meselesi değildir. Bu başarısızlıklardan hiçbiri için diğer
ülkeler ya da diğer hükümetler suçlanamaz. Onlar sadece piyasa ekonomisinin kurbanları
olarak gösterilebilir.
Son önermesi ise; ikincisini tamamlayıcıdır ve devletin ikiyüzyıl önce
belirlenmiş ve Adam Smith tarafından tanımlanmış sorumluluklarının günümüzde hiçbir
devlet tarafından uygulanmadığı ve uluslararası ekonomi-politik alanında hükümetler arası
kurumlarla ya da kamu yayarına çalışan kurumlarla doldurulamayan bir boşluk olduğu
tespitinde bulunmuştur.
Küreselleşme Ulus-Devletin Yükselişine Son mu Verdi?(Michael Mann)
Çağdaş ulus-devletlerin ‘dört tehdit’i (kapitalist dönüşüm, çevresel sınırlar,
kimlik siyaseti,post militarizm) incelemiştir.Küresel etkileşimin güçlendiğini ve teknoloji ve
kapitalizmin toplumsal ilişkilerine dayanan daha büyük bir gücün olmayışı ayrıca ulus
devletlerin özellikleri nedeniyle küresel şebekelerde bölümlere ayrıldığı ve bu bölünmelerin
uluslar arası ilişkiler sayesinde gerçekleştiği tespitinde bulunmuştur.
Uluslararası Toplumda Egemenlik (Robert O. Keohane)
Günümüzde uluslararası ilişkileri anlamak için iki unsurun etkilerinin
incelenmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır. Ve bu iki unsur;
Küreselleşmenin beraberinde getirdiği uzun dönemli eğilimler ve Soğuk
savaşın bitişinin ve Sovyetler Birliğinin çöküşünün doğrudan etkileridir.
Şu anda dünya düzeninin ana problemi, uluslararası ilişkilerin ana hatlarıyla
ve dünya üzerinde etkisi büyük olan önemli ülkelerin iç siyasetinin yeni şekliyle uyumlu
kurumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesidir. Günümüz oluşmuş dünya düzeni ve hakim
güçleri düşünüldüğünde böyle bir düzenleme çok zor olacaktır. Küreselleşme koşullarında bu
12
kurumlar yalnızca hükümetler tarafından değil, uluslararası sivil toplum aracılığıyla da
oluşturulmalıdır. Tek bir egemen güç tarafından değil, çoğu yönden çıkarları çatışan farklı
ülkelerce inşa edilmelidirler.
Bununla birlikte, gelişmiş ülkelerdeki uygun
kurumlar, bilgi teminini sağlayarak ve işlem maliyetlerini azaltarak ekonomik ekonomik ve
siyasal mübadeleyi hızlandırabilirler.
Sonuç olarak, bu tür düzenleme ve yeniden yapılandırmaların hem gelişmekte
olan ülkelerde hem de gelişmiş ülkelerde, sadece hükümetler için değil ulus-ötesi şirketler,
meslek birlikleri ve bazı işçiler içinde faydaları olacaktır. Ancak uyarlama maliyetleri yüksek
olacağından kısa dönemde zarara uğrayacaklardır,uzun dönemde de kaybedenlerin olması
muhtemeldir.
Klasik Egemenlik
Egemenlik doktrini iki farklı boyutta gelişti. Bunlardan birincisi egemenliğin
içsel, diğeri dışsal yanıyla ilgiliydi. İlkine göre, egemenliğini kurmuş olan bir kişi veya siyasi
grup, belli bir topluluk üzerinde kesin bir hakimiyet uygular. Yönetim, monarşik, aristokratik
veya demokratik olabilir, belirli bir bölgede nihai ve mutlak otorite sahibi olmalıdır. İkinci
yaklaşıma göre ise, egemen devletin üzerinde ya da ötesinde nihai ve mutlak bir otorite
yoktur.
Egemenliğin klasik rejiminin üzerinde durduğu, dünya düzeninde devletler
sözde özgür ve eşittir. Belli bir bölgedeki tüm özneler ve nesneler üzerinde belirgin bir otorite
sahibidirler, kendi çıkarları doğrultusunda, baskı gücü olan örgütlenmelerini de arkasına
alarak, ayrı ve farklı siyasi düzenler oluştururlar, kendilerinin üzerinde geçici herhangi bir
otoriteyi tanımazlar, diplomatik girişimlere ön ayak olurlar fakat bunun dışında işbirliğini
kısıtlı tutarlar; sınır ötesi gelişmeleri , yalnızca bunlardan doğrudan etkilenen tarafları
ilgilendiren özel meseleler olarak görürler.
Uluslararası Liberal Egemenlik
Üst üste gelen demokratikleşme hamleleri, egemenliğin klasik rejiminin ulus
devletlerin sınırları içindeki geçerliliğine son verdi. Bu egemenliğin başlangıcının belirleyici
unsurları;
Kamusal iktidarın yeniden tanımlanması süreçlerinin uluslararası boyuta taşınması
Meşru siyasi otoritenin anlamını etkin bir hakimiyetten, temel standart ve değerlerin
devlet ya da hükümetin herhangi bir siyasi temsilcisinin yürürlükten kaldıramayacağının
anlaşılmasıdır.
13
Bu değişikliğin altında yatan savaş, savaş suçları, insan hakları, demokratik katılım
ve çevre konularında ortaya çıkan bazı yasal dönüşümlerin etkisi vardır.
Liberal Egemenliğin Başarıları
Egemenliğin klasik rejimi, bölgesel ve küresel düzenin değişen yapı ve
süreçleriyle birlikte yeni bir şekil aldı. Devletler çeşitli, iç içe geçmiş siyasi ve yasal alanları
benimsediler. Bu çok katmanlı siyasi sistemin ortaya çıkışı olarak da görülebilir. Geri dönüşlü
bir değişim olmasına rağmen, devlet egemenliğin klasik rejimi ciddi bir değişime maruz
kalmıştır.
Devletler arasındaki sınırlar yasal ve manevi önemini yitiriyor.
Devletler artık ayrı siyasi dünyalar olarak görülmüyor. Uluslararası standartlar çok çeşitli
yolardan sınırları aşındırıyor. Egemenliğin, kamusal iktidarın, tek bir devlete dayalı,
bölünemez, sınırlanamaz, özel ve kalıcı bir biçimi olduğu yolundaki her türlü varsayım
geçerliliğini kaybetmiştir.
Güvenlik Devleti
Küreselleşme ile güvenliğin sağlanması arasında hem özü hem biçimi
açısından bir bağ vardır. Diğer alanlara paralel olarak bu ilişkinin en yaygın tarifi,
küreselleşmenin devlete dışarıdan müdahale ettiği ve onun içinde işlediği güvenlik
çerçevesini dönüştürdüğüdür. Sonuç olarak, devlet güvenlik üretmek için azalmış bir
kapasiteye sahipmiş gibi resmedilir, güvenliğin küreselleşmesi saldırıya karşı hazırlıklı
devlete başka bir siyasal meydan okuma sunar.
Küresel Ekonomiyi Yönetim Ağları Aracılığıyla Yönetmek
En genel düzeyde bu ağlar yeni bir küresel yönetişim görüşü önerirler,
dikeyden ziyade yatay, merkezden ziyade adem-i merkezi ve ulus-üstü bir bürokrasiden
ziyade ulusal hükümet görevlerinden oluşan bir yönetim görüşüdür. Yönetim ağları gerçek
uzamdan ziyade sanalda var olan bilgi çağını teknolojisine en üst düzeyde uyum
sağlamaktadır. Yönetim biçim değiştirirken,işlevi de yönetim ağlarının,kaynakları denetleme
ve komuta etmenin düzenlenmesinden hızlandırıcı ve destekleyici rollere doğru kaydırmasına
olanak tanır bu biçimde bu değişimi takip etmektedir. Yönetim ağları hem kuşku hem de
endişeyi tetiklemektedir.
Yönetim Ağlarına Gelen Eleştiriler
En sert eleştiriler bu ağların sorumlu olmamasını vurgularlar. Philip Alston’a göre
eğer çözümleme doğruysa…, bu hükümlerin olduğu gibi marjinalleşmesi ve yerlerini özel
çıkar gruplarına bırakmaları anlamına gelir.
14
İkinci bir temel eleştiri, bu ağların radikal biçimde kesintiye uğramış bir
küresel gündemi desteklemesidir.
Yönetim ağlarına dönük eleştiri bunların uluslar arası kurumların yerini
aldığıdır.
Yönetim Ağlarının Avantajları: (Parçalanmış) Devleti Geri Getirmek
Devleti önemli bir uluslararası aktör olarak geri getirmektir.
Devleti bir bütün olarak zayıf, başarısız, liberal olmayan ya da başka bir
şekilde tanımlanmadan, devlet kurumlarını güçlendirmekdir.
Küresel Sivil Toplumun YükselişiJessica T. Matthews
Devletlerin göreceli düşüşü ve devlet dışı oyuncuların yükselişinde değişimin en
güçlü motoru, derin politik ve toplumsal sonuçları neredeyse tamamen görmezden gelinen
bilgisayar ve iletişim devrimi oldu.Her etkinlik alanında, bilgiye anında erişebilme ve onu
anında kullanıma sokabilme, hesaba katılması gereken oyuncu sayısını arttırırken büyük
otorite sahibi olanların sayısını azalttı.
Her şeyin ötesinde, iktidarı daha çok grup ve insana yayarak hiyerarşileri
bozdu.Hızla düşen iletişim, danışma ve eşgüdüm maliyetleri, merkezsiz şebekelerin diğer
örgütlenme tarzlarına karşı üstünlük kazanmasına sebep oluyor.Bir şebekede, bireyler veya
gruplar fiziki veya biçimsel bir kurumsal varlık inşa etmeden beraber etkinlikte bulunabilmek
için bağlantı kurarlar.Şebekelerin başında veya merkezinde kimse
yoktur.Onun yerine,
toplanan bireylerin veya grupların farklı amaçlarla etkileşime geçtiği çoğul düğümler vardır.
Yeni Ortaçağcılık (Hedley Bull)
Uluslar arası ekonomi politik’in yeni küresel sahneyi tanımlamak
için
kullandığı başlıca kavram ‘yeni orta çağcılık’.Bu tabir ilk defa 1977 gibi erken bir tarihte
Hedley Bull tarafından modern devletler sisteminin alternatiflerinden birinin ‘orta çağda Batı
Hıristiyanlığına hakim olan türden bir evrensel siyasal örgütlenmenin modern ve laik bir
dengi’ olabileceği
argümanında kullanıldı.Bull bu spekülasyonunu yeni ortaçağcılığın
yükselmesine olanak sağlayan beş eğilimin sezgi dolu değerlendirmesine dayandırıyordu.
1 – Bütünleşme
2 – Devletlerin Çözülmesi
3 – Özel Uluslar arası Şiddetin Dirilişi
4 – Ulus Ötesi Örgütlerin Büyümesi
5 – Teknolojik Birleşme
Bölgeselci Yönetişim Kuramları
15
Yeni-işlevselciler temel olarak bir sektördeki bütünleşmenin diğerine de
sirayet etmesine sebep olan, kendini besleyen süreçlerin mantığı tarafından ileri
ilerleyen ve aşamalı bir süreci vurguluyorlar.Devlet sınırları ötesinde etkinlik
itilen,
gösteren
toplumsal ve politik seçkinlere ayrıcalıklı yer veriyorlar ama genellikle, ilgili politik süreci
belirlemektense anahtar oyuncuları tespit etmekle uğraşıyorlar.
Hükümet-arasıcılar
ise
devletlerarası
pazarlıkların
sonuçlarına
odaklanıyorlar.Ulusal hükümetleri bölgesel bütünleşmeyi ilerleten veya durduran birincil
oyuncular olarak görüyorlar ama bölgeselci politikayı ulusal hükümetlerin iç ve uluslararası
politika arasında vazgeçilmez bir bağ oluşturduğu bir dizi ‘iki- düzeyli oyun’ olarak
anlayarak, iç politikanın etkisini de dahil ediyorlar.
AB’de Çok Düzeyli Yönetişim
Gary Marks ve arkadaşları AB’yi şu merkezi özelliklerle nitelendiriyor:
“Öncelikle karar alma ehliyeti devletin tekelinde değildir, çeşitli düzeylerden
oyuncular arasında paylaşılmıştır.Yani, ulus-üstü kurumlar politika üretiminde devlet
yöneticilerinin temsilcisi olma rollerinden türetilemeyecek bağımsız etkiye sahiptirler.İkinci
olarak, AB’nin kararlarının sadece bir alt küsemi olarak geçerlilik kazandığı durumda,
devletlerin birbirlerini bağlayıcı kolektif karar alması en düşük ortak paydaya sahip devlet
yöneticilerinin denetimi yitirmesini getiriyor.Üçüncü olarak, politik arenalar iç içe geçmiş
olmaktan çok karşılıklı bağlantılıulus-altı oyuncular, hem ulusal hem de ulus-üstü arenada
doğrudan etkinlik gösteriyor ve böylece süreç içinde ulus-üstü birlikler yaratıyorlar.Devletler
içerideki ve Avrupa’daki oyuncular arasında bağları tekellerine almıyorlar, çeşitli düzeylerde
alınan kararları tartışan çeşitli oyunculardan yalnızca birini oluşturuyorlar.”
Bu bakış açısından AB, dinamik, evrilen bir politik etkileşim alanı olarak
sunuluyor, hükümet-arası veya yeni işlevselci mantığa indirgenebilecek sabit bir düzen değil.
Küresel Yönetişim Kavramı
Birkaç istisnai durum dışında ‘yönetişim’ kelimesi, ‘küresel’ kelimesi ile
birlikte kullanılmaktadır.Diğer durumlarda, yerel, eyalete ait, ulusal veya bölgesel
kullanımlarda hedeflerin belli olduğu ve belirli bir düzenin tanınmış olduğu
gibi
‘yönetim’
kavramı tercih edilmektedir.
‘Yönetişim’ de ‘yönetim’ de tutarlılıklarını korumaları ve hedefe ulaşmalarını
sağlamak için gereken sistemleri oluşturmak için uygulanan
otoritenin yönlendirme
mekanizmalarının kural sistemlerini içerirler.Yönetimlerin bu kural sistemleri, yapılanmalar
olarak düşünülebilirken, yönetişimin kural
sistemleri, toplumsal işlevlerin, çok çeşitli
16
örgütler tarafından değişik yer ve
zamanda birçok yolla uygulanan veya yürütülen
süreçleridirler.İşlevsel ya da yapısal olsun, ‘yönetmek’ otoriteyi uygulamak anlamındadır.
Kaynak: Küresel Dönüşümler
David Held – Anthony Mcgrew son.
7 ek odev). Çin ) BEŞİNCİ BÖLÜM: NEHRİ DELTASI
Çin ihraç mallarının yarısı Guangdong’ da üretilmektedir ve gene bugün, Çin ihraç mallarının
üçte ikisinin üretimi yabancı sermayeye sahip şirketlerin elindedir. Yabancı yatırımlar yılda
50 ila 60 milyar dolar arasında seyretmekte, ama teknoloji aktarımının boyutu kesin olarak
bilinmemektedir. Mallar birleştirildikleri oranda burada imal edilmiyor.
İngilizler Hong Kong’da “bırakınız yapsınlar “ modelini izlemişti. Koloni hükümeti
ekonomiyi planlamaya çalışmamış, gelir ve işletme vergilerini düşü tutmuştu. Sosyal ardı
sistemini asgaride bırakan hükümet, dünyanın en büyük iskân programını uygulamıştı.
Serbest piyasa ekonomisti Milton Friedman, bu durumu serbest ekonominin getireceği
faydalara örnek göstererek sık sık övmüştü. Shenzen, Hong Kong’un gelir arttırma
uygulamasını, işletmek üzere arazi kiralayarak kopyaladı.
İngilizler etkin ve adil bir koloni yönetimi sürdürdü. İşadamları birinci sınıf liman,
sağlam İngiliz adalet sistemi ve borsadan faydalandı. Hong-Kong, Çin dünyasının yegane
özgür köşesi sıfatıyla, Güneydoğu Asya’daki Çin Diasporasına ait tüm iş adamlarını çekti.
Çin anakarası kapandığında, Tayvan diktatörlüğü işgal tehdidi altındayken ve Vietnam
ile Kore savaşla cebelleşirken herkes işi için Hong Kong’a yöneldi. Çin komünist partisi bile
dış dünya ile ticaret ve para işlemlerini yürütmek için Hong Kong’a seçti
Gerçekten de Hong Kong, Kore ve Vietnam savaşlarıyla Kültür Devriminin çalkantısına
rağmen ve beklide onlar sayesinde yaşayıp gelişmiştir. 1970 petrol krizini aşabilmiş ve Mao
Zedung’un ölümünden sonra 1980’de Çin’in “dünyaya açılan penceresi” sıfatıyla ortaya
çıkmıştır. Hong Kong kendini “vitrin”, Shenzhen’i ise “arka taraftaki atölye” olarak
adlandırmıştır. Hong Kong da doğrudan seçilen bir hükümet yoktu. Bunun yerine İngilizler
işleri genel de kalburüstü profesyoneller ve iş adamları arasında seçilmiş bir konseyin
danışmanlığıyla yürütülüyordu.
Özel ekonomi bölgelerinde yabancı yatırımcılar, devlet fabrikalarının ödemeye
zorunlu oldukları yüzde 33’e karşılık sadece yüzde 15’lik vergiyle karşılaştılar. Bu vergi
indirimi pek çok Çin firmasını Hong Kong’a veya başka yerlere kaydolup “yabancı yatırımcı”
sıfatıyla geri dönmeye teşvik etti. Hong Kong, minik British Virgin Adaları yatırımcıların
önünde, üçte ikilik payla Çin’deki yabancı yatırımın başını çekiyor. 2004’te Çin, 57 milyarı
Virgin adalarından, 190 miarı Hong Kong’dan olmak üzere toplam 562 miyar dolarlık
doğrudan yabancı yatırım aldığını açıkladı.
1990’da Çin, 62 milyar dolarlık mütevazı bir ihracata sahipti, ama ihracat, on yıl
sonrasında 250 milyara ondan 5 yıl sonrasındaysa 561 milyar dolara erişti. Dev yabancı
yatırımcılar 1993’ten sonra akmaya başladı ve 1990’ların sonunda seviye, 2004’teki yeni
rekora, yıllık 60 milyar dolara ulaşana dek hızla arttı. Tarihte böyle bir büyüme, en azından bu
hız ölçüde, görülmemişti. Çin ihracatı öyle hızlı büyüdü ki; Çin küresel tekstil ticaretinin
yüzde 60’ını, oyuncak ticaretinin ise yüzde 70’ini elinde bulunduruyor. Çin sanayisi 19
milyon kişiyi istihdam ediyor.
Çin ihraç tekstil malları beş yılda ikiye katlanarak 116 milyar dolara ulaştı. Ticaret
yakın dönemdeki olaylar sayesinde patladı: Çin, 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne girdi ve
2004’te tekstil üreten ülkelere satışa yönelik 30 yıllık kotalar biterken içteki ihracat kısıtlayıcı
kuralları kaldırdı.
Amerikalılar, 2005’te 200 milyar dolara ulaşan Çin’le ticaret açıklarından
endişelenmeye başladı. Çin kazancını kendine saklamış ve hazine bonoları vasıtasıyla
Amerikan dış borçlanmasının büyük kesimini kendisinde toplamıştı. Batılı ülkeler de
17
geçmişte Çin’le oluşan ticaret konusunda endişelenmişti. Mesele, sonunda Britanya’yı Çin’e
afyon ihracına başlamaya yönelten, kendisi gibi Avrupa ülkelerinin Çin’e satacak bir şey
bulmadaki başarısızlığıydı.
İngiliz sanayi devrimindeki sendikacılar ilkti; bu nedenle o zamandan sonra uluslar
arası normlara dönüşen ve kabul edilen toplumsal reformları hayata geçirmeye yönelik
protestolar onlarca yıl sürdü. Deng’i eleştirenler, onu Çin’i 19.yüzyılın başlarındaki toplumsal
şartlara geri döndürmekle suçlamaktaydılar. 1954 anayasasında kutsanan grev hakkı,
proletaryanın devletin efendisi olması hasebiyle grevi ancak kendilerine karşı yapabilecekleri
savıyla 1982 anayasa değişikliğinde kaldırıldı. Tüm Çinli işçiler, ki o zamanda devlet
fabrikalarında çalışanlar anlamına geliyordu, Çin Sendikalar Federasyona üye olmak
zorundaydı. Başka sendikalar hiç oluşmamış veya oluşmalarına hiç izin verilmemiştir.
Liu’nun araştırmalarına göre, Guangdonng’da çalışan on milyon göçmen işçiden yüzde 50’si
asgari ücret alırken, yüzde 30’luk bir kesim asgari ücretin altında maaşla yetiniyordu. Çin
yasaları haftalık çalışmayı 40 saatle sınırlarken, işçilerin yüzde 95’i haftada 72 saat
çalıştırılıyordu. Çindeki işçilerin 25 milyondan fazlası ölüm tehdidi içeren zehirli toz ve
malzemlerle düzeni temas halinde idi. Çin, kayde geçen iş kazalarında dünya lideriydi. Tüm
Çinde, yılda 120.000 işçi ölüyor, 728.000’i ise yaralanıyordu.
Çin’in ekonomik bir güç olarak şahlanışının temelinde bedava emeğe dayanan bir
sistem oluşudur. Göçmen işçiler, mahkum çalıştırmaktan bile daha uyguna gelebilmektedir.
İngiliz sanayi devriminde maaşlar ve şartlar istikrarla düzelmişti: Çininkinde öyle değil-en
azından şimdilik. İşin aslı gerçek ölçütler bakımından kötüye bile gitmiştir. 1990’dan beri
hayat pahalılığı dörtte üç oranında artmış ve nakit anlamında ölçüldüğünde göçmenlerin
maaşları ya düşmüş ya da aynı kalmıştır.
Çoğu yabancı firma üretimini Çine sadece ucuz işgücü için değil, aynı zamanda
sendikaların ve iş kanunlarının yokluğundan faydalanmak içinde taşıdı. Ülkelerinde sık
yaşanan grevlerden kurtulmak isteyen Güney Koreli üreticiler, Çinin büyük yatırımcıları
haline geldi. Kore de ki işçilerde aslında uzun vardiyalar halinde vb. sıklıkla çalışma hayatına
sahip ama ülkedeki sendikalaşma hareketi güçlü ve şiddetli grevlere sık sık rastlanıyor. Çin
emeğinin daha ne kadar süre böylesi ucuz ve bol kalacağı merak konusudur. Lui Kaiming gibi
uzmanlar 2004’teki işgücü açığının düşük ücretlerden kaynaklanan geçici bir aksaklık
olduğuna inanıyor ve açığın gerçek maaş yükselmelerine yol açmadığına dikkat çekiyor.
Çin’in çalışma kanunları ve kuralları kağıt üstünde ve yeterince liberal ve bugünkü
eylemciler, bunların sahiden uygulanabilmesi için çabalıyor. Pek çok mesele de aslında yerel
yönetimlerin kanunları uygulamaya gönüllü olmalarına bağlı. Görevliler uygulamaları
geciktirmek için sık sık bahaneler buluyor. Çin’deki modernleşmenin tuhaf ve kendine has
özeliklerinden biri de yerel yönetimlerin kapitalist yatırımcılardan daha zengin hale gelmesi.
ALTINCI BÖLÜM: ORTA ÇİN
Çin de ki kırsal kesimin sesi hemen hemen hiç sesi çıkmıyordu. Gerçi kırsal Çin
devasaydı. ABD büyüklüğünde bir alana yayılmış bir milyondan fazla kasaba ve köyde
yaşayan bir milyar kadar insan ama hayatları ile ilgili bilgi ve haberler dış dünyaya pek
ulaşamıyordu. 10 yıl içinde buradan gelen haberler münferit protestolar ve şiddetli
bastırılmalarının tatsız bir resmini çiziyordu.
18
19
Güneydoğu Asya’da 40 milyon Çinli barınıyor. Güneydoğu Asya’nın pek çok şehrindeki gibi,
Mandalayda’da Çinliler kentin ticaret merkezinde bir Çin mahallesi kurmuşlardır. Mandalay daki yaklaşık
100.000 e yakın Çinli, kent nüfusunun onda birini oluşturmaktadır.
Çin’in modernleşme projesinin hedeflerinden biri, Qing Hanedanı’nın çöküşü sırasında Japonlara ve
diğerlerne kaptırılan toprakların geri alınması ve Çin’in, dünyada eşi bulunmayan büyük güç haline haline
getirilmesiydi.
Çin’in kendini dünya devinin önderi kılmak ve komünist hareketin idaresini Moskova’nın elinden almak
istemiştir. Bu hedefe ilerlerken, Angola, Zimbabwe, Somali, Etyopya, Lübnan, Filistin, Sri Lanka ve Peru gibi
çok uzak yerlerdeki üçüncü dünya ülkelerinin savaşlarındaki liderleri eğitip silahlandırmıştır.
Yüzyıllar boyu Güneydoğu Asya’ya tüccar olarak yerleşmiş Çinlilerin bazıları Çin Komünist partisine
katıldı veya yerel komünist partiler kurulmasında önemli roller oynadılar.
Çin 1980 ve 1990’larda Güney Çin Denizindeki bir mercan adaları grubu olan Spratly Adaları üzerinde
egemenliğini ilan ederek endişe yaratmasına rağmen, genelde uluslararası meselelerde fazla ortalarda
görünmedi.
Geçen birkaç yıl içinde Çin’in gücü, ekonomik önemi vasıtasıyla yavaş yavaş açığa çıkmaya başladı.
Çin’in yükselişi ülke dışındaki Çinli işadamları ve topluluklara ve bunların bulunduğu ülkelere, statüleri
ve görünürlüklerini arttırarak muazzam fırsatlar yaratmıştır. Ama bu statünün bir diğer yüzü vardır, oda;
bölgede uzun süre askeri rejimlerle yakın ilişkiler içinde çalışmış ve bu süreçte zenginliğe kavuşmuş
işadamlarının şirketleri, çeşitli sektörlerde kilit noktaları ellerinde tutuyor.
Yakın zamandaysa, A.B.D’nin Çin’le ilgilenmesi ve pazarını Çin ihraç ürünlerine açmasının ardında
yakın ilişkilerin Çin’e yardım edeceği ve demokrasiyi getireceği inancı yatıyordu. Fakat bu yumuşama
beklenmedik bir askeri ittifakla başladı. Başkan Nixon 1972’de Pasifik Okyanusunda askeri varlığı tehdit edici
ölçülere ulaştırmaya başlayan Sovyetler Birliğine karşı bir ittifak kurmak için Çin’e geldi. Moskova’nın soğuk
savaşı kaybetmesinin ardından, bu ortak cephenin de gereği kalmadı.
Kısa süre sonra Amerikanın küresel etkisi rakipsiz kaldı. Bu kazanımlara ilaveten, Körfez savaşında Irak’a karşı
kazandığı zafer, ABD ordusunun potansiyel her türlü rakibe karşı üstünlüğünü gösterdi.
Çin ve A.B.D arasındaki ilişkiler süreçler halinde devam etti. Bill Clinton dönemi 1992’de başladı ve 2.
kez başkan seçildiğinde, Clinton Çin ilişkilerinde daha ılımlı bir yol izledi. Kabinesi, Çin’in ülkeye, reformlar
için bir yol haritasını ayrıntılarıyla çizen Dünya Ticaret Örgütü’ne girme anlaşması üzerinde yoğunlaştı. Çin,
pazarlarını adım adım dünyaya açacaktı. Karşılığında A.B.D ‘yıllık en çok kayırılan ülke’ oylamasına son
verdi. 2001’de Dünya Ticaret Örgütüne resmen girdiğinde, Çin’in önemli ticari müttefiklerinin ekonomik
kısıtlamalarından korkmasına gerek kalmadı.
Dünya Ticaret Örgütü anlaşması da, Dünya Ticaret Örgütü sözleşmesi gibi, ticaret kuralları koyuyor,
fakat herhangi bir sosyal hüküm barındırmıyordu. Çin’i özgür sendikalara izin vermek gibi herhangi bir
toplumsal reforma zorlamıyordu. Çinli liderler, Clinton gibi ziyaretçilere demokrasi hedeflerinin devam ettiğini
söyledilerse de pek az somut adım atmışlardır.
Çin’in insan hakları dahil tüm alanlarda uluslararası standartları benimseyeceğine dair sözleri görünüşte
kabul edilmişti. Çin’in değişimi kendine has hızda gerçekleşecekti, ama dünya ekonomisini benimsedikçe
kuralar üzerine oturtulmuş uluslararası sistemle bütünleşecekti. Nitekim, Batılı ülkeler Çin’e birçok meselede,
kısmen devasalığı ve önemi, kısmen de sözgelimi insan hakları gibi konuların yaratacağı baskının ters
tepebileceği hissiyle hoşgörü gösterdiler.
1998’den sonra Çin ekonomisi bir patlama yapınca ABD yeni bir sorunla karşılaştı. Dünyanın her
yanından şirketler fabrikalar kurup sendikasız ucuz işgücünden yararlanmak için akın edince, Çin küresel çapta
siyasal etkinliği hiç kimsenin tahmin edemeyeceği ölçüde arttı. Şirketler, Çin’i sadece küresel üretim
çalışmalarının bir parçası yapmakla kalmıyor, devasa ve henüz bakir bir pazarı da açıyordu. Çin de ürün ve
hammaddeye talep fırlamıştı.
Çin’in bakır ve nikele yönelik sürekli yükselen talebi kürsel sıkıntıya yol açtı. Çin’in hızlı büyümesi kaynakları
emiyor ve bölgenin çeşitli ekonomilerini peşinden sürüklüyor. Genel etkisi 2. dünya savaşı sonrasında
Japonya’nın ekonomik bir güç olarak ortaya çıkışından görülmüş hiçbir şeye benzemiyor.
Çin’le hiç tarihi ticaret bağı kurmamış Brezilya gibi ülkeler bu darbeyle sürüklendi. Çin Latin
Amerikanın her yerinden petrol ve gaz alıyor, bunlara yatırım yapıyor ve tüm kıtaya yüksek miktarlarda tekstil
ürünleri, ayakkabı, elektronik ürünlerini, Meksika gibi işçi ücretlerinin düşük olduğu ülkelerin bile rekabet
etmekte zorlandığı fiyatlarla satıyor.
Çin’in etkisi birdenbire A.B.D’nin pahasına artmaya başladı. Çin Kore’nin bir numaralı ticari ortağı sıfatını
A.B.D’nin elinden aldı ve çok geçmeden Japonya’nın Çin’den ithalat,A.B.D’den yaptığı ithalatı aştı. Çin’in
20
patlaması geleceğe dair öngörülerin kimini terse çevirirken yenilerini doğurdu. Çin, yeni Japonya ilan edildi ve
bazı uzmanlar bugünkü gelişmelerden yola çıkarak Çin’in gelecekte A.B.D’yi geçeceğini öne sürdü.
Tümüyle açık bir dünya ekonomisinin işçi ücretlerinin, maliyetlerin, malların ve ürünlerin heryerde aynı
seviyeye ulaştığını göreceği, teoride açıktır. Çin’in ABD den üç veya dört kat nüfusa sahip olması halinde
ekonomisinin de aynı oranda büyük olacağı anlamına gelmektedir. Ve halkının çoğunluğu haftada 70 saat
çalışan bir ülke, haftada 35 saat çalışsan Fransa veya Almanya gibi ülkelere çabucak yerleşecektir.
Önceden kestirilemeyecek faktörlerden biriyse Çin siyasi sisteminin ne yönde gelişeceğidir. Çin’in 20
yüzyılda potansiyeli uygulamaya sokamamasında suç kötü hükümetlere aittir. Genelde saki ve istikrarlı geçen
son çeyrek yüzyıl büyük fark yaratmıştır. Ama bu zaman dilimi normalden ziyade sıra dışı görülmelidir.
Çin’in küresel ekonomiye girişinin etkisi şimdiden ölçülebilir: tüketici fiyatları sürekli ucuzluyor, meta
fiyatlarıysa artıyor. Dünya meta fiyatları tarihin en çok noktalarına ulaşmış durumda. Çin sınırları içinde
yoksulluğu 2050’de tamamen silmeyi, bilimde bir dünya devi haline gelmeyi ve ortalama yaşam süresini 80
yıla çıkarmayı planlıyor. Eğer ülke şu andaki yüzde 9’luk ekonomik gelişimini sürdürürse, ortalama gelir
16.000dolara yükselecek, nüfusun yarısı araba edinebilecek ve yurtdışına seyahat edebilecek. Fakat bu verilerin
çok da gerçekçi bulunmadığı ve Çin’in ekonomik durumunun ABD’nin yüz yıl gerisinden geldiğini ve bu
öngörülerin gerçekleşme ihtimalin yüzde 6 olduğu belirtilmektedir.
Pek çok etken resmi pembe tabloyu bozabilir. Bunlardan biri çevre. Çin dünyada kişi başına düşen su
harcama oranı en düşük ülke, ama şimdiden ülkede büyük nehirlerden merkezlere su getirme sıkıntısı
yaşanıyor. Ne pahasına olursa olsun, kazanca ulaşma telaşı arkasında büyük bir çevre yükü bırakıyor ve bu
türde bir büyüme sürdürülebilir bir büyüme değil.
Çin fabrika işçilerine bu derecede düşük ücretler vermeyi sürdürerek ekonomik genişlemeyi de
destekleyemez. Birde nüfus konusu var: Çin’e devlet kurumlarından kalma miras, çoğu şehirde nüfusun azalıp
yaşlanmasından vücut buldu. Tek çocuk politikasının sonucunda, her dört emekli, bir çocuğun desteğine sahip
olabilecek. Devlet kurumlarını kurtarmaya yönelik fazlasıyla girişim geride ağır bir borç yükü ve
kapatılamamış bir emeklilik ödemeleri açığı bıraktı. Gene de tüm bu sorunlara rağmen Çin’in politikalarını
terse çevirip geçmişe çekilmesi muhtemel görünmüyor. Çin’in büyüyüşü herkese sorundan çok fayda getiren
yardımsever bir eylem olduğunu kanıtladı. Kaynak :Çin’e içeriden bir bakış: Ejder Şahlanıyor - Jasper
BECKER - NTV Yayınları.
8. grup). JEO BİR JEO-EKONOMİ
Peter Dicken
Bir Yerlerde Bir şeyler Oluyor
Dünya ekonomisinin doğası, özellikle 1950lerden bu yana çarpıcı ölçekte değişti.Ulusal sınırlar,artık,üretim
sürecinin “su sızdırmaz” taşıyıcıları olarak dayanamadı.Bunun yerine daha çok oluşan sızıntılar yoluyla kalbura döndüler.
Bu sürecin etkisi çok geniş ölçeklidir. Artık her birimiz küresel ekonomik sisteminin içine babalarımız
dedelerimizden daha çok tam çekilmiş durumdayız.Geçmişte kuşkusuz coğrafi uzaklık güçlü bir yalıtma etkisi
yaratmışken artık eğer kaldıysa birkaç sanayi dalı uluslar arası rekabete karşı “doğal koruma” atındadır.Buna karşılık
günümüzde giderek büyüyen bir bölümü sadece küresel balgamda anlam taşımakta.
Bu nedenle günümüzden yüzyıl ya da yüzyılı aşan zaman önce sadece nadir ve egzotik ürünler ve bazı temel
hammaddeler gerçek uluslar arası ticarete konu olmuşken günümüzde her şeyin uzak bölge ticareti içinde kapsandığı
düşünülebilir. Ulusal sınır içinde kapsanmak yerine,ulusal sınırlara karşı giderek karmaşıklaşan üretim örgütlenmesi
nedeniyle ürünlerin gerçek kökenini saptamak çok güç olabilmektedir.
Bu gelişmelerin yarattığı çağrışım, uzmanlaşmanın küresel ölçekteki dağılımında coğrafi bir değişimi yansıtan
yeni küresel iş bölümünün ortaya çıkışıdır.On sekizinci yüzyıl politik-ekonomisti Adam Simith’in tanımladığı gibi “iş
bölümü”,özünde basitçe çalışanların üretim sürecinin farklı dilimlerinde uzmanlaşma anlamına gelir.Bu coğrafi anlamda
hiç de belirgin bir boyut taşımadı.Ancak tam da sanayi ekonomilerinin evriminin ilk dönemlerinde bu boyutu içerdi.Bazı
bölgeler özgül ekonomik faaliyetler konusunda uzmanlaştılar.
Avrupa’nın hızla evirilen sanayileşmiş ulusların ve ABD’nin bölgelerinde demir-çelik,gemi
inşası,tekstil,mühendislik ve benzeri konularda uzmanlaşması karakteristik bir özelliğe dönüştü.Küresel ölçekte,geniş
anlamda iş bölümü, uç ürünler üreten sanayileşmiş uluslar ile uluslar arası işlevi sanayileşmiş ülke hammadde ve tarımsal
ürünler sağlamak ve uç ürünler için Pazar işlevi taşımak olan sanayileşmemiş ülkeler arasındaydı:Bir çekirdeğin
21
çerçevesinde yarı-çevre olarak yapılanan böylesi bir özelleşme,yıllar boyunca dünya ticaretinin büyük bir temelini
oluşturdu.
“Yeni ”Bir Jeo Ekonomi mi? Küreselleşme Tartışması
Bir yandan gerçek yaşamlarımızın üzerinde küresel güçlerin egemen olduğu ,yerini bir küreselleşmiş dünya
ekonomisi içinde yaşadığımız görünüşünü yaşamaktayız öte yandan ise her şeyin çok değişmemiş olduğu görüşünüde
taşırız ulusal ekonomilerin hala ileri ölçüde önem taşımayı sürdürdüğü küreselleşmiş olmaktan çok uluslar arası bir dünya
ekonomisi yaşadığımız görünüşü.Bence gerçek bu iki kutupta da yatmaz gibi görünüyor.Nicel anlamda dünya ekonomisi
belki den 1913’ten önce en azından bugün olduğu ölçüde hatta bazı açılardan daha da fazla bütünleşmiş olsa da bu
bütünleşmiş olsa da bu bütünleşmenin doğası nitel anlamda çok farklıydı.
Ancak işleyen küreselleştirici güçler olsa da tümüyle küreselleşmiş bir dünya ekonomisinde değiliz.Küreselleşme
eğilimleri tüm düzensizlik ve farklılığında giderildiği Pazar güçlerinin dal budak saldığı ve denetlenmez olduğu ve ulusdevletin sırtüstü yere yapıştığı her şeyi çepeçevre saran uç durum olmak yerine birbiriyle bağlantılı süreçlerinlerin bir
karmaşığı olduğudur.Bu eğilimler zaman ve mekan içinde çok değişkenlik gösterir.Böylesi bir süreç –yönelimli yaklaşımı
takınmak için,uluslar asılaşma süreçleri ile küreselleşme süreçleri arasında ayrım yapılması önemlidir.
Uluslarasılaşma ekonomik faaliyetlerin ulusal sınırların ötesine basit yayılımını kapsar.Bu özünde ekonomik
faaliyetin daha geniş bir coğrafi yayılımına yol açan nicel bir süreçtir.
Küreselleşme süreçleri uluslar arası süreçlerinden nitel anlamda farklıdır.Bu süreçler sadece ekonomik faaliyetin
ulusal sınırlar ötesine coğrafi yayılımını kapsamaktan daha öte daha da önemlisi uluslar arası alana yayılmış olan bu
faaliyetlerin işlevsel bütünleşmesinde kapsar
Yeni bir Jeo Ekonomi mi? Karmaşıklığı Çözmek
Dünya ekonomisi çalışmalarında çözümlenmenin geleneksel birimi ulus devlettir. Üretimi, ticaret ,yatırım ve bunlar gibi
konulardaki istatistik verilerin hemen tümü ulusal “bölmeler “içine yağılır.Böyle bir yığılma düzeyi ekonomik
faaliyetlerin örgütlenmesinde oluşan değişimlerin doğası göz önüne alındığında giderek daha az kullanışlı olur.Bu ulusal
düzeyin önemsiz olduğu çağrışımını yaratmak değildir.Tam karşı yönde bu kitabın ana konularından biri,çağdaş küreselekonomide ulus-devletlerin kilit aktörler olmayı sürdürdüğüdür…Her durumda,değişen üretim,ticaret ve yatırımların
haritalarını incelemek için ağırlıklı olarak ulusal düzeydeki verilere güvenmemiz gerekir…Ancak daha önce belirttiğimiz
gibi,ulusal sınırlar artık üretim süreçlerini,bir dönemler olduğu biçimde “içermezler”.Bu süreçler ulusal sınırları ve farklı
coğrafi ve örgütsel ölçeklerde işleyen şaşırtıcı bir ilişkiler dizisi içinde aşar.Ne olduğunu kavramak için,ulusal ölçekten
daha alt ve daha üst ölçekleri anlamaya gerek duyarız.
Üretim Zincirleri:Temel bir Yapı Bloğu
Özellikle kullanışlı bir kavramsal giriş noktası, Her bir evrenin mal yada hizmet üretim sürecine değer eklendiği,
birbirleriyle işlem anlamında bağlantılı bir işlevler dizisi olarak tanımlanabilen üretim zinciridir. Bizim bakış açımızdan,
üretim süreçlerinin iki yönü özellikler önem taşır:
*bu süreçleri koordinasyonu ve düzenlenmesi
*bu süreçlerin coğrafi düzenlenişi
Üretim Zincirlerinin Koordinasyonu ve Düzenlenmesi
Bu yazının başlıca konularından biri, üretim zincirlerinin koordinasyonunda ve bu nedenle de yeni dünya
ekonomisinin biçimlenmesinde kilit rol oynayan ulus-ötesi şirketlerin giderek artmasıdır…Ancak ulus-ötesi ağlarının
çeşitliliğini ve karmaşıklığını yakalamak için.ulus – ötesi şirketlerin geniş,paraya çevrilebilir uluslar arası temelli
varlıkların sahiplik düzeylerine dayanan geleneksel tanımının ötesine geçen bir tanımını kullanma gereği duyarız.
Bu nedenle, ulus-ötesi şirket ,
Kendi iyiliğinde olmasa bile, birden çok ülkede koordinasyon ve denetleme gücüne sahip bir firma olarak
tanımlanacaktır.
Üretim Zincirlerinin Coğrafi Düzenlenişi
Tam da özel bir üretim zincirini koordine etmek için örgütsel düzenlemeler yelpazesini teşhis ettiğimiz gibi,bir
coğrafi olasılıklar yelpazesini de teşhis edebiliriz…Üretim fonksiyonları küresel ölçekten yerel ölçeğe bir bütün boyunca
yelpazenin bir ucunda coğrafi anlamda yayılmış ya da diğer bir uçta coğrafi olarak yoğunlaşmış olabilir.
22
Küreselleşen bir Dünyada Bile Tüm Ekonomik Faaliyetler Yerleştirilir
“Coğrafyanın sonu” ve “uzaklığın ölümü”.Bu iki deyim küreselleşmeye ilişkin literatürün büyük bölüm ününde
açıkça yada örtülü olarak çınlanır.Bu görüşe göre taşıma,ve iletişin teknolojilerindeki çarpıcı gelişmeler,”uzaklığın
zorbalığından özgürleşen ve artık “yere” bağlanmayan sermayeyi ve onu denetleyen firmaları aşırı-devingen
kılmıştır.Diğer bir deyişle bu ekonomik faaliyetin ”mekansızlaştırılmış” olduğunu gösterir.Sosyolog Manuel Castells
küreselleşme güçlerinin,özelliklede yeni bilgi teknolojileri tarafından yönlendiren “yer uzamı”nın yerine “akış uzamı”nı
koyduklarını öne sürmektedir.Herhangi bir şey herhangi bir yere yerleştirilebilir ve sonuç vermezse kolaylıkla bir başka
yere taşınabilir…Bu tür düşünceler çekici olabilir.bir an düşünmek bize bunların nasıl da yanıltıcı olduğunu
göstermektedir.Taşıma ve iletişim teknolojilerinde gerçekte devrim yaratılmış olsa da…hem coğrafi uzaklık ve hem yer
özellikle temel olmayı sürdürür.Üretim zincirlerinin her bileşeni,her firma,her ekonomik faaliyet sözcüğünün düz
anlamıyla belirli mevkilerde ”toprağa bağlıdır”.Bu bağlılık hem fiziksel yatırım maliyetleri,hem de daha az somut
anlamda yerelleşmiş sosyal ilişkiler biçimindedir.
Faaliyet ölçekleri,Çözümleme Ölçekleri
Bu nedenle, Jeo ekonomi birbiriyle akış örgüleri yoluyla ilintilendirilen üretim zincirleri,ekonomik uzamlar ve
yörelerin oluşturduğu ve coğrafi anlamda değişken,karmaşık ve dinamik bir ağ olarak betimlenebilir.Ancak bu süreçlerin
işlediği uzamsal ölçeğin kendiside değişkendir.Dolayısıyla ek olarak küresel ekonomik sistem içindeki değişik aktörler
için değişik ölçekler anlamını da taşır.Eğilim ,ölçek boyutunu sadece ikiye düşürmektir.Küresel ve yerel.İkisinin de
kesişme düzlemindeki küresel-yerel gerilimi konusunda çok şey yazılmıştır.Firmalar,devletler ve yerel toplulukların her
birinin ,bu gerilimi çözüme ulu-aştırmakla karşı karşıya kaldığı tartışılmaktadır.
Bunun gerçek bir sorun olduğu kuşkusuzdur. Ancak “küresel” ve özelliklede “yerel” kavramların değişik
bağlamlarda aynı anlamı taşımaları her zaman geçerli değildir.Örneğin ,uluslar arası iş dünyası literatüründe “yerel”
terimi ulusal yada hatta Avrupa,Asya,Kuzey Amerika düzeyinde daha geniş bölgesel ölçeği ifade eder.Ancak çoğu insan
açısından ”yerel”,daha çok küçük bir uzamsal ölçek,içinde yaşadıkları yerel topluluk anlamını taşır.Bununla beraber
ekonomik faaliyetlerin oluşma ölçeğinin sadece iki uç noktasına küresele ve yerele odaklanmak hatalıdır.Birbirleriyle
ilintili faaliyet ve çözümleme ölçekleri çerçevesinde düşünmek daha da önemlidir.Örneğin yerel,ulusal,bölgesel,ulus-ötesi
ve küresel.Bunlar hem politik ve ekonomik aktörlerin etkilediği faaliyet uzamları ve hem de gerçek dünyadaki
karmaşıklığın bir bölümünü doğru olarak yakalamak için çözümsel kategoriler olma anlamını taşır.
KÜRESEL ENFORMASYON KAPİTALİZMİ
Enformasyon ekonomisi küreseldir. Küresel bir ekonomi,bir dünya ekonomisinden ayrı,yeni bir tarihsel
gerçekliktir.Bir dünya ekonomisi,sermaye birikiminin tüm dünyada ilerlediği bir ekonomi,Fernand Braudel ve lmmanuel
Wallerstein’ın bize öğrettikleri gibi Batı’da en azından on altıncı yüzyıldan beri var olmuştur.Küresel bir ekonomi ise
biraz farklıdır:bu,gerçek yada seçilen bir zamanda tüm gezegen ölçeğinde tek birim olarak işleme kapasitesindeki bir
ekonomidir.Kapitalizm daima zaman ve mekan sınırlarını aşmaya çalışarak durmaksızın yayılmayı karakterize edilmesine
karşın,dünya ekonomisi,enformasyon ve iletişim teknolojilerinin sağladığı alt yapı temelinde ve hükümetlerin ve uluslar
arası kuruluşların uygulamaya koyduğu devlet denetiminin kaldırılması ve serbestleştirme politikalarının sonuç verici
desteğiyle,ancak yirminci yüzyılın geç dönemlerinde gerçekten küreselleşti.Yinede ekonomideki her şey küresel
değildir:Gerçekte,üretim,istihdam ve firmaların çoğu yerel ve bölgesel olmayı sürdürmektedir ve öyle kalacaktır.
Ekonomik sistem bu küreselleşmiş, stratejik bileşenleri yoluyla küresel anlamda bağlanır.Bu nedenle,daha kesin
olarak,küresel ekonomi,çekirdek bileşenleri gerçek yada seçilen zamanda gezegen ölçeğinde bir birim olarak çalışan
kurumsal,örgütsel ve teknolojik kapasite olan bir ekonomidir
Küresel Mali Piyasalar
Sermaye piyasaları küresel anlamda karşılıklı bağımlıdır ve bu,kapitalist ekonomide küçük bir sorun
değildir.Sermaye tarihte ilk kez gerçek zamanlı çalışan,küresel anlamda bütünleşmiş mali piyasalarda gece gündüz
yönlendirilir:Tüm dünyada elektronik devrelerde saniyeler içinde milyarlarca dolar değerindeki iş gerçekleşir.Yeni
enformasyon sistemleri ve iletişim teknolojileri sermayeye ekonomiler arasında çok kısa süre içinde mekik dokuma
olanağı sağlar;sermaye ve ondan dolayı tasarruf ve yatırımlar dünya ölçeğinde bankalardan emekli fonlarına,borsalara ve
döviz alım-satımlarına kadar,hepsiyle bağlantılıdır.Bu nedenle,küresel mali akışlar,hacim olarak hız olarak
karmaşıklaşmaya ve bağlantı anlamında çarpıcı ölçüde artmıştır…
Mali küreselleşmede kritik bir gelişme, hükümetin parasal ve mali politikalardaki özerkliğinin altını tartışmasız
oyan, ulusal paralar arasındaki değişim değerini etkileyen nakit ticaretinin şaşırtıcı hacmidir.
Sermaye piyasaları ve döviz kurları birbiriyle bağlantılı olduğu için para politikaları ve faiz oranları da
bağlantılıdır. Böylece her ekonomi bağlıdır. Başlıca ortak merkezler giderek karmaşıklaşan küresel mali ağı çekip
23
çevirmek gereken insan kaynaklarını ve olanaklarını sağlasalar da gerçek sermaye işlemleri bu merkezleri bağlayan
enformasyon ağlarından oluşur.
Sürecin sonucu, enformasyon sistemleri ağlarının ve yardımcı birimlerin yönlendirdiği küresel sermaye akış
ağında,mali dünyada değerin ve değer üretiminin artan yoğunlaşmasıdır.Mali piyasaların küreselleşmesi,yeni küresel
ekonominin belkemiğidir.
Piyasaların Mal ve Hizmetler için Küreselleşmesi:
Uluslar arası Ticaretin Büyümesi ve Dönüşümü
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ulusla arası ticaretin evrimi, dört ana eğilimle karakterize edilir: Sektörel
dönüşümünü;gelişen ülkeler arasında büyük farklılıklar olsa da ticaretin artan bir bölümünün gelişen ülkelere kaymasıyla
görece çeşitlenmesi:küresel ticaretin serbestleştirilmesiyle dünya ekonomisinin bölgeselleştirilmesi arasındaki
etkileşim;ve firmalar arasında,bölgeleri ve ülkeleri bölen bir ticaret ağının oluşumu.Bu eğilimlerin her birini gözden
geçirelim.
Uluslar arası ticaretin daha önceki örüntüleri olan hammaddeleri egemenliğine karşıt yönde üretilmiş mallar
ticareti uluslar arası enerji-dışı ticaretin büyük bölümünü oluşturur.
Ticaretin yapısında derin bir dönüşüm söz konusudur. Malların ve hizmetlerin bilgi bileşeni, katma değer açısından
sonucu belirleyici olmaktadır. Bu nedenle, gelişmiş ve gelişen ülkeler arasındaki geleneksel ticari dengesizliğin üzerine
değeri yüksek ürünlerle daha az değerli malların eşitsiz değiminden kaynaklanan yeni bir dengesizlik türü eklenmektedir.
Üretimin Uluslararasılaşması:
Çok-Uluslu Şirketler ve Uluslar arası Üretim Ağları
1990’larda mal ve hizmet üretimi, dağıtımı ve yönetiminin hızlanan uluslarasılaşması süreci söz konusu oldu. Bu
süreç bağlantılı üç yönü kapsadı: Doğrudan yabancı yatırımın artması,küresel ekonomide üretici olarak çok uluslu
şirketlerin belirleyici rolü ve uluslar arası üretim ağlarının oluşumu.Doğrudan yabancı sermaye yatırımının ana kaynağı
çokuluslu şirketlerdir.Ancak doğrudan yabancı sermaye yatırımı uluslar arası üretim sadece%25îni sağlar.Çok uluslu
şirketlerin dışarıdan bağlı ortaklıkları yatırımlarını yerel ve ulusal piyasalardan borç almayı ,hükümetlerin sübvansiyon ve
ödeneklerini ve yerel firmaların ortak mali desteğini içeren çok çeşitli kaynaklardan karşılamaktadırlar.Doğrudan yabancı
sermaye yatırımının artışın işaretlerinden sadece birisi olduğu üretim ağlarıdır.Gerçekte,dünya ticaretinin üçte ikisini
yarattıkları ve dünya ticaretinin üçte biri aynı ortaklığın dalları arasında gerçekleştiği için,çok uluslu şirketlerin üretim
sonucudur. Çok uluslu şirketlerin uluslarasılaşmış üretimin çekirdeğini ve bu nedenle de küreselleşme sürecinin temel bir
boyutunu oluşturdukları konusunda kuşku duyulmazken, bu oluşumların gerçekte tam olarak ne oldukları aynı ölçüde
açık değildir.
Bilgiye Dayalı Üretim ve Bilim ve Teknolojinin Seçici Küreselleşmesi
Bilgiye dayalı üretimde üretkenlik ve rekabet edebilirlik, bilgi ve bilgi işleme üretimine dayanır. Bilgi üretimi ve
teknolojik kapasite, firmalar, her türden örgütler ve sonuçta ülkeler arası rekabette kilit aracıdır.Bu nedenle,bilim ve
teknolojinin coğrafyasının küresel ekonomi alanları ve ağları üzerinde büyük etkisinin olması gerekir. Akademik
araştırma sistemi küreseldir. Bu sistem dünyadaki bilimciler arasındaki sürekli iletişime bel bağlar .Bilim topluluğu
Avrupa skolastisizmi dönemlerinden bu yana, Batıda büyük ölçüde,küresel değilse bile uluslar arası olagelmiştir.
Gerçekte Internet, ordu ile ”büyük bilim”in çarpık birliğinden doğdu ve 1980’lerin başında değin gelişimi,
genelde bilimsel iletişim ağları alanıyla sınırlandı.İnternetin 1990’larda yayılması ve bilimsel buluşların hızı ve
kapsamının artması sonucunda,Internet ve e posta küresel bir bilimsel sistemin oluşumuna katkıda bulundu.
Günümüzde bilimsel araştırma ya küreseldir yada bilimsel olmaya son verir. Yine de bilim küresel olmasına
karşın,bilim pratiği,Jeffrey Sachs’ın işaret ettiği gibi,gelişmiş ülkelerce belirlenen konulara doğru bükülür. Özetle; bilim
ve teknoloji stokunun hala bir avuç ülkede ve bölgede yoğunlaşması söz konusuyken,teknolojik uygulama bilgisi akışları
dünya üzerinde,ileri derecede seçici örüntüde olsa da giderek yayınım göstermektedir.
Küresel İşgücü
İşgücü bilgiye dayalı ekonomide sonucu belirleyici etkense ve üretim ve dağıtım giderek küresel bir temelde
örgütlenmekteyse işgücünün koşut bir küreselleşme sürecine tanıklık etmemiz gerekecek gibi görünür. Ancak konular
karmaşıktır…
24
Uzmanlaşmış iş gücünün giderek artan Küreselleşmesi süreci söz konusudur.Bu sadece yüksek becerili işgücü
işgücü olmaktan öte ,dünyada olağandışı yüksek talep olan ve bu nedenle göç yasaları,ücretler ve çalışma koşulları
geçerlidir.Bu üst düzey profesyonel işgücü için geçerlidir:üst düzey yöneticiler,mali analistler,gelişkin iş
danışmanları.bilim insanları,mühendisler,bilgisayar yıldız sporcular,dinsel önderler,politik danışmanlar ve “profesyonel
suçlular” içinde geçerlidir.Herhangi bir pazarda beklenmedik katma değer üretme kapasitesindeki herhangi biri tüm
kürede satma ve satışa konu olma zevkini tadar.Bu uzmanlaşmış işgücü dilimine on milyon yanlarca insan dahil
değildir;ancak iş dünyası ağlarının,medya ağlarının performansı sonucu belirleyicidir;böylece en değerli işgücü piyasası
gerçekte küreselleşmektedir.
Küreselleşmenin Siyasal İktisadı:Kapitalist Yeniden-Yapılanmama,
Bilgi Teknolojisi ve Devlet Politikaları
Hükümetler kendi egemenlik güçlerinin altını oyan küreselleşme yönündeki bu çarpıcı itişe nasıl kilitlendiler?
Hükümetleri “burjuvazinin yürütme komitesi” olma rolüne indirgeyecek olan dogmatik yorumları dışta bırakırsak, sorun
görece karmaşıktır. Dört açıklama düzeyi arasında ayrım yapmayı gerektirir. Belirli bir ulus-devletin sezilen stratejik
çıkarları, ideolojik bağlam liderliğinin politik çıkarları ve görevlilerin kişisel çıkarları
Devletin çıkarları göz önüne alındığında, yanıt her devlet için değişir. Yanıt başlıca küreselleştirici olan ABD
yönetimi için açıktır:açık ve bütünleşmiş bir küresel ekonomi Amerikan firmalarının,Amerikan kökenli firmaların ve
böylece de Amerikan ekonomisinin yararına çalışır.Bu ABD’nin dünyanın artakalanı karşısında sahip olduğu teknolojik
üstünlük ve yüksek yönetsel esneklik nedeniyledir.Amerikan kökenli çok uluslu şirketlerin dünyada uzun dönemdir
varlığı ve uluslar arsı ticari ve mali kuruluşlarda Amerikan topraklarındaki tüm firmalar ve tüm insanlar için olmasa da
ABD’nin artan ekonomik gönenci anlamına gelir .Bu Amerikan ekonomik çıkarını, Clinton ve ekonomik
kurmayları,özellikle de Rubin Summers ve Tyson iyi kavradılar.Bu unsurlar,gerektiğinde Amerikan ekonomik ve politik
gücünü uygulayarak,dünyada serbest ticaretin temel ilkelerini yerleştirmek için sıkı çalıştılar.
Küresel ekonomi politik olarak oluşturuldu. İş dünyasında firmaların yeniden yapılandırılması ve yeni
enformasyon teknolojileri küreselleşme eğilimlerinin kaynağında olmakla birlikte, ticaret ve yatırımın devlet denetimi
dışına çıkarılması, özelleştirilmesi ve serbestleştirilmesi politikaları olmaksızın,şebekeleşmiş küresel ekonomi yönünde
kendi başlarına evirilemediler.Bu politikalar dünya ölçeğine hükümetler ve uluslar arası kuruluşlar tarafından
kararlaştırıldı ve yasalaştırıldı.
Bu nedenle, üretkenlik/tüketimcilik değer sistemi içinde ülkeler, firmalar yada insanlar için bireysel seçenek
yoktur. Mali piyasanın yıkıcı eritmesine set çekme ya da tümüyle farklı değerleri izleyen insanların arasına karışmama
dışında,küreselleşme süreci kurulur ve zaman içinde hazırlanır.Bir zamanlar kurulmuş olan küresel ekonomi yeni
ekonominin temel özelliğidir.
KÜRESEL PAZAR YENİBÖLGESELLİĞE KARŞI
Björn Hettne
Farklı siyasal aktörler olarak dünya bölgeleri diyalektik bir tarihsel süreç yoluyla çevriliyorlar ve bu nedenle,
aktör olma kapasitelerinde bir hayli ayrışmaktadır. Belki de “devletlilik ve ulusluluk” gibi kavramlarla benzerlik içinde
“bölgelilik” düzeylerinden bahsedebiliriz daha üst düzey bir bölgelilik; daha üst düzey ekonomik özgürlük,iletişim,
kültürel homojenlik, bütünlük hareket yeteneği ve özel olarak, uyuşmazlıkları çözme yeteneği demektir. Bölgeselleşme,
artan bölgelilik sürecidir ve kavram, tek bir bölgeye işaret edebileceği gibi dünya sisteminde işaret edebilir. Bölgesel
karmaşıklığa, “bölgeliliğe”5 düzey görebiliriz belli bir evrimsel mantığı ifade edebilirler ama amaç, bir aşama teorisi
değil, daha ziyade, karşılaştırılmalı analiz için bir çerçeve sunmaktır.
Birinci düzey doğal coğrafi engellerle sınırlandırılmış coğrafi ve ekolojik bir birim olarak bölgedir. İkinci düzey
insan gurupları arasındaki sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik doğanın yerel ötesi ilişkilerini kapsayan toplumsal sistem
olarak bölgedir. Kültürel ekonomik, siyasal ya da askeri alanların herhangi birisinde organize işbirliği olarak bölgedir.
Dördüncü düzey örgütsel çerçevenin bütün bir bölge boyunca toplumsal iletişimi ve değerlerin birleşmesini
geliştirmesiyle şekillenen bölgesel sivil toplum olarak bölgedir.
Bölgeliliğin beşinci düzeyi; ayırt edici bir kimlik aktörün kapasitesi, meşruiyet, karar verme yapısı ile uyrukların
temsili olarak bölgedir. Daha üst düzey bölgelilik benim yeni bölgeselcilik dediğim şeyi tanımlamaktadır. Bu, “eski eski
bölgeselcilik iki kutuplu soğuk savaş bağlamında oluşturulmuşken, yeni olanı daha çok kutuplu bir dünya düzeni içinde
şekillenmektedir. Eski bölgeselcilik, yukarıdan (süper güçler tarafından) yaratılmışken yeni olanı içeriden ve daha
25
kendiliğinden (kurucu devletlerin kendileri temel aktörler olduğu ölçüde) bir süreçtir. Eski bölgeselcilik hedefleri
açısından özel iken yeni olanı daha ayrıntılı ve çok boyutlu bir süreçtir.
KÜRESELLEŞME ÇOK MU İLERİ GİTTİ?
Dani Rodrik
İlk olarak, ticaret ve yatırım engellerinin azalması, uluslar arası sınırları geçenler ile tam çaprazında buna şansı
olmayanlar arasındaki asimetriği vurgulamaktadır. İlk kategoride sermayedarlar, yüksek vasıflı işçiler ve istedikleri yere
kaynaklarını aktarabilme serbestliği olan birçok meslek sahibi vardır. Vasıfsız yada yarı vasıflı işçiler ve birçok orta
düzey yöneticide ikinci kategoride yer almaktadır. Aynı konuyu daha teknik terimler ile ortaya koyarsak; küreselleşme,
ikinci kategorideki bireylerin hizmetlerine duyulan talepleri daha esnek hale getirir, bu şu demektir; ulusal sınırları aşan
diğer insanların hizmetleri kolaylıkla, çalışan nüfusun geniş bir kesiminin hizmetlerinin yerine geçebilir. Küreselleşme,
bu nedenle, kökten bir şekilde istihdam ilişkisine dönüştürmektedir.
İkinci olarak küreselleşme, hem yerli normlar üzerine kurulu uluslar ve onları oluşturan toplumsal kurumları hem
de aralarında bulunulan sürtüşmeleri beslemektedir. Üretilmiş mallar için teknoloji standartlaştıkça ve uluslar arası
duruma gelip, iç içe geçtikçe, farklı değerler, normlar, kurumlar ve kolektif tercihlere sahip uluslar, benzer ürünler için
piyasalarda başa baş rekabet etmeye başlamaktadır. Ayrıca küreselleşmenin yayılması farklı düzeylerde kalkınmış ülkeler
arası ticaret için fırsatlar yaratmaktadır.
Bizler süreçler ve ciddi biçimde onları kapsayan toplumsal düzenlemeler için bireysel tercihlerimizi harekete geçirmeden,
bu yeni alanlarda neler olduğunu anlayamayız. Özgül olarak; böyle yaparak, insanların uluslar arası ekonomik
bütünleşmenin sonuçları hakkında duydukları rahatsızlığı anlayamayız.
KÜRESEL PİYASALAR VE ULUSAL POLİTİKA
Geoffrey Garret
Küreselleşmenin politika tercihleri üzerindeki sınırlamalarının çagdaş söylemin önerdiklerinin çoğundan daha
düşük olmasının iki temel nedeni vardır. İlk olarak; piyasa bütünleşmesi üreticilerin ve yatırımcıların çıkış seçeneklerini
arttırmakla kalmadı, toplumun geniş kesimlerinde ekonomik güvensizlik duygularını da yükseltti. Bu durum, devletlerin
zenginlik ve riski yeniden dağıtarak piyasadaki yerinden oynamaları yatıştırmak için politik aygıtları kullanması
yönündeki siyasal saikleri güçlendirdi.
İkinci olarak müdahaleci devletle ilişkilendirilmiş bedeller olsa dahi, çok sayıda hükümet programı hareketli
finansman ve üretime çekici gelen iktisadi çıkarlar yaratıyor. Bugün, iyi hükümet etmenin mülkiyet haklarını korumayı ve
insan sermayesi ile fiziksel alt yapıyı büyütmeyi iddia etmek tartışma götürmez. Ama mantık daha ileriye yürütülmelidir.
Bazı iktisatçılar eşitsizliği azaltmanın toplumsal istikrarı arttırmak yoluyla büyümeyi teşvik ettiğini savundular. Önde
gelen siyaset bilimciler, zenginlik ve riski yeniden dağıtan iktisadi politikaların piyasaya olan popüler desteği beslediğini
ileri sürüyorlar.
Küreselleşmenin Kısıtlamaları
Üç Küreselleşme Mekanizması
Piyasa bütünleşmesinin ulusal politika özerkliğini üç temel mekanizma üzerinden etkilediği düşünülür. Bunlar
ticari rekabet baskıları, üretimin çok uluslulaşması ve finansal piyasaların bütünleşmesidir. Ticari rekabeti artırmak
geleneksel küreselleşme tezinin ilk bileşenidir. Bu görüşe göre, büyük devlet tanım gereği tahsisatında daha az verimli ve
fiyatlar ile maaşlar üzerindeki piyasa disiplinini yumuşatıyor. Dahası harcama, borçlanma ya da vergilendirme ile
karşılanmak zorunda. Vergiler firmaların karlarını azaltıyor ve girişimci etkinliği zayıflatıyor. Devlet borçlanması faiz
oranlarını yükseltiyor. Bu etkilerinin sonucu olarak üretim ve istihdam, kamu sektörünün genişlemesi ile sıkıntıya
düşüyor. Hiçbir devlet bu sonuçlara göğüs geremeyeceği için ticari rekabet kamu ekonomisinin geri çekilişiyle
sonuçlanmak zorundadır.
İkinci küreselleşme mekanizması, üretimin çok uluslulaşması ve buna eşlik eden, firmaların daha yüksek oranda
kar arayışıyla üretimi bir ülkeden başka bir ülkeye taşıma tehditlerinin geçerliliğidir.
Küreselleşmenin kısıtlamaları ile yapılan son tartışma finansal piyasaların uluslar arası bütünleşmesi üzerine
odaklanıyor. Karların arbitrajı için bitmez tükenmez çabalarla günde 24 saat çalışan borsa simsarları, kafa karıştırıcı
26
miktarlarda parayı saniyeler içinde yer küre üzerinde hareket ettirebiliyorlar. Potansiyel bir toplu sermaye kaçışı devletler
üzerinde nihai bir disiplin olarak işliyor.
Ticaret, tazminat ve gömülü liberalizm
Gömülü liberalizm perspektifi ticaret kuramının, “serbestleşme, uzun vadede toplumun bütün kesimleri için
iyidir.” Şeklindeki çekirdek önermesini sorgulamadı. Bu arifliğin ayırt edici özelliği, ticarete maruz kalmanın kısa
vadedeki siyasi dinamiklerinin son derce değişik olduğunun kabulüydü. Açıklık, toplumsal yerinden oynamaları ve
eşitsizlikleri artırır, dolayısıyla bu etkilerin yatıştırılması yönündeki siyasi baskıları yükseltir. Eğer korumacılık
önlenecekse devlet zenginliği ve riskin piyasa dağılımlarını yeniden bölüştürmek zorundadır. Bretton woods sabit döviz
kurlarıyla sermaye kontrolünü birleştirerek serbestleşme ve yurt içi telafi şeklindeki ikiz amaçları tesis etti. Sabit kurlar
gelecekteki fiyat hareketleri hakkındaki beklentileri dengeleyerek ticareti teşvik etti. Sermaye kontrolleri hükümetlere
karşı döngüsel talep yöneltimiyle ticari döngüleri düzlemek için makro ekonomik özerklik verdi.
KÜRESELLEŞMENİN VERGİLENDİRME, KURUMLAR VE MAKROEKONOMİNİN DENETİMİ
ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Duane Swank
Uluslar arası sermaye hareketliliği, devletin gelir artırıcı yetenekleri, sosyal kolektivistlik ve makro ekonomik politika
özeliği üzerindeki olumsuz etkileri aracılığıyla, refah devletinin zayıflatmasına yönelik baskılar yaratmakta mıdır? Cevap
genelde hayırdır. Önceki analizlerin gösterdiği gibi uluslararasılaşma sermayeye uygulanan vergi yükündeki kısıntılarla,
vergi yükünün görece hareketsiz etkenlere kaydırılmasıyla ya da verginin GSMH deki genel payındaki azalmalarla
sistematik olarak ilgili değildir. Ayrıca uluslar arası sermaye hareketliliği ve gelişmiş kapitalist demokrasilerde yaklaşık
otuz yıl boyunca sosyalkolektivist çıkar temsiliyeti sistemlerinin temel unsurların arasında net sistematik bir ilişki yoktur.
Buna ek olarak başlı başına küreselleşmenin, düşük işsizliği ve bunun karşılığında cömert ve bütüncül oranlarda
sürdürülebilirdir refah devleti için gerekli olan ekonomi politikası araçlarını sistematik olarak yok ettiğine dair az bulgu
vardır.
Genelde piyasaların uluslararasılaşması, özelde uluslar arası sermaye hareketliliği bu dolaylı etki kanalları yoluyla
refah devleti üzerinde sınırlı ve ters etkiler yaratmış olabilir. Birincisi; başlı başına vergiye dayalı siyasal amaçlarının
kaybını ve daha düşük gelirler değilse de potansiyel olarak daha az yeniden bölüşüm içeren piyasa-uyumlu veri
rejimlerine kayma, uluslararasılaşmayla koşut olarak gerçekleşti. Daha düşük nominal oranların ve daha geniş vergi
tabanlarının yararları konusundaki politika yapıcıların sezgileri kesinlikle uluslar arası finansal eklenmenin ekonomik ve
politik mantıklarınca şekillendirilmişti. İkincisi; uluslar arası sermaye hareketliliği ile sosyal kolektivistliğin unsurları
arasında sistematik olarak olumsuz bir ilikliği olmasa da örnek durum kanıtları ve nicel analiz ileri sürmektedir ki bazı
siyasal ekonomik koşullar altında ve bazı kurumsal bağlamlarda ademi merkezileşmeye ve sosyal kolektivist
kurumlardaki diğer reformlara katkı yapmış olabilir.
Son olarak; politika yapıcılar, daha neo-liberal makro ekonomik politika yönelimlerine doğru kayma konusunda bir dizi
güçten etkilenmiş olsalar da; yerli kredinin etkili yurt içi politikasının ve seçici döviz kuru politikasının hedeflenmesi
yoluyla ekonomik gelişmenin teşvik edilmeye çalışması, uluslar arası finansal eklenmenin 1990 lar düzeylerinin daha
küçük ve açık ekonomilerinde oldukça sınırlanmıştı özetlersek, yukarıda değerlendirilen iddialar güçlü bir şekilde
uluslararasılaşmanın refah devleti üzerindeki dolaylı etkilerine aşırı vurgu yapsalar da küreselleşme kesinlikle,
vergilendirme, sosyal kolektivistlikteki eğilimler ve makro ekonomik denetimle ilgisiz değildir.
Kaynakça: Küresel Dönüşümler, David Held-Anthony Mcgrew, Phoenix Yayınevi
8. grup ek odev). Rusya’nın Dönüşümü, Fikret Ertan, İÇ POLİTİKASI
SSCB’nin işlemez oluşu yeni çözüm önerilerini getirmeye başlamıştı. Rusya’nın ünlü romancısı
Aleksandır İsayeviç Soljenitsin bir çözüm önerisi atmıştır. Bu öneriye göre bir an önce Sovyet
İmparatorluğu’nun tasfiye edilmesi gerektiği, yük olan cumhuriyetlerden kurtulmasını ve Rusya Cumhuriyeti,
Beyaz Rusya ve Ukrayna’dan meydana gelecek, ayrıca Kazakistan’ın bir parçasını içerecek bir Rus Birliği’ni
açıkça teklif etmiştir. Bu görüşün temelinde Slav ağırlıklı yeni birlik oluşturulması düşüncesi yatmaktadır.
Boris Yeltsin ve diğer önde gelen isimler bu görüşü benimsediği görülmektedir.
Rusya tarihi boyu dış politika ağırlıklı bir yol izlerken yeni devletin kurulmasıyla birlikte iç politikaya
verilen önemin ağırlıklı olarak olacağı başta Amerika olmak üzere bütün dünya ülkeleri tarafından anlaşılmıştır.
Boris Yeltsin’in de bu düşünce yapısında olan iç önceliğe inanan tek lider olarak gözükmekteydi. Ayrıca
Yeltsin, dış politikada milli ideolojiden çok milli çıkarlar açısından bakmayı getiren yeni bir görüşü temsil
27
etmektedir. Diğer taraftan hala Rusya’nın dış politikada geri dönülmez bir konjonktür noktasına ulaşmadığı, bu
noktaya ne zaman geleceği görüşü bulunmaktadır.
Bernard Kaplan adlı yazara göre tarihteki Rus yöneticileri ‘Kararsızlar ve Kasaplar’ olarak ikiye
ayrılmaktaydı. Yeltsin’in ise uygulamaları sebebiyle iki özelliği de kişiliğinde barındırdığı söylenebilir.
Azerbaycan’da yapılan uygulamalar, Çeçen savaşındaki verdiği kararlar kasap yönünü göstermektedir.
Parlamento olayında yaşananlar kararsızlık örneği olarak gösterilebilir.
Rusya, Çeçen savaşında ABD’nin de kullandığı stratejiyi izlediği görülmekteydi. Bu stratejiye göre
düşmanı karadan, havadan ve denizden güçlü teknolojiyle vurup direnci azaltmak daha sonrasında askeri
harekatı başlatarak en az kayıp verme uğraşıydı. Rusya her ne kadar bu yolu izlese de Çeçen savaşında bunu
tam başarılı olduğu söylenemez. Ayrıca artık medyanın savaşlardan verdiği görüntüler halkı bazı durumlarda
harekete geçirdiği görülmekteydi. Gerçekler artık ortaya çıkmaya başladığı için despotluğun gücü kırılmaya
başlamıştır. Yeni dünya artık açık ve şeffaf olma yolunda olduğu gözlemlenmektedir.
Boris Yeltsin, ülke sınırları dışındaki Rusları iç politikada malzeme olarak kullandığı görülmektedir. Oy
kaygısı, başka olaylarda yaşanan başarısızlıkları örtme kaygısı bunda önemli faktördür. Diğer yanda da
SSCB’den kalan baskın güç olma durumu da sınır dışındaki Rusları kullanma nedenleri olarak görülebilir.
Mihail Gorbaçov, birlik dağıldıktan sonra koltuğunu kaybetmişti. Daha sonrasında kurduğu vakıf
aracılığıyla verdiği konferanslarda belirttiği görüşler modası geçmiş, geçerliliği olmayan politikalar olduğu
eleştirilerine neden olmuştur.
Rusya’nın tarihi ve coğrafik olarak bize yakın olmasına rağmen Rusya’ya gereken önemi vermediğimiz
söylenebilir. Amerika başlı başına Rusya’yı ayrı bir inceleme konusu olarak incelemesi ve buna kaynak
aktarması bizim bunu yapamamış olmamız kabul edilebilir bir durum değildir. Rusya bizim için büyük bir
öneme sahiptir ve incelenmeye değer bir devlettir.
Komünist dönemde Sovyet üst yönetiminden kimlerin düştüğünü anlamak için Kremlinolog denilen
siyaset uzmanları önemle çalışmaktaydı. Benzer yönetiminde bu dönem içinde geçerli olduğu görülmektedir.
Yeltsin’in rahatsızlanması ile onları ziyarete gelenlerin etüdü yapılarak kimin gözde, kimin gözden düşmüş
olduğu tahmin etme çalışmaları da devam etmiştir. Aslında Rusya’yı Yeltsin’in yönetmediği çevresindeki belli
bir klanın yönettiği yolunda düşünce hakimdir. Bu düşünceye ABD yönetimide katılmaktadır.
Bu dönemde yaşanan seçimde Yeltsin ile birlikte yarışan Komünist parti lideri Zuganov’un düşünce
yapısı karmaşıklık göstermektedir. Komünist düşünceyi savunuyor gözükmesine rağmen aslında bir milliyetçi
olduğu iddiasını kuvvetlendiren belirtiler vardır. Boris Yeltsin çok büyük düşüş yaşamasına rağmen seçimlere
girerken elinde ki kaynaklar ve doğru hamleler ile yine iddialı konuma geldiği görülmektedir.
Yeltsin’in bu seçimleri kazanmasından sonra yine rahatsızlanması ve kargaşanın devam etmesi yönetim
kadrolarında Yeltsin’in yeri için çekişmeleri ortaya çıkarmıştır.Yeni Rasputin’in Yeltsin’in genel sekreteri
liberal iktisatçı Chubais olduğu görüşü hakim olmaktadır. Acımazsız oyunlarıyla gözde haline geldiği uzmanlar
tarafından söylenmektedir.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin çökmesi ortada kalması nedeniyle ilk altı yılda bir türlü
kendisine tutarlı bir milli ideoloji bulamamaktadır. Boris Yeltsin Rusya’nın varlığını koruması için bir ideoloji
etrafında birleşilmesi gerektiğini söylemiştir.
Yeltsin’in yeni döneminde Yahudi kökenli siyasetçilerin devlet yönetimini ele geçirdiği görülmektedir.
Anti-semitizm’in yaygın olduğu ülkede bu durum suçlamaları, kargaşaları tetiklediği görülmektedir.
Rusya’nın 1998 yılında yaşadığı mali krizde ülke yöneticileri yabancı kaynaklı yatırımcıların spekülatif
piyasa hareketlerinin krizi oluşturduğu inancı vardır. Rusya ekonomisi yeni yönetim biçiminde çok değişkenli
nedenlerden etkilendiği ortadadır. Bu durum krizin sebebi konusunda kafa karışıklığının yaşandığını ve tespitin
yapılamadığını göstermektedir.
28
Rusya’nın dünya ekonomisindeki payı Hollanda’dan az olmasına rağmen kriz dünya piyasalarını
oldukça etkilediği görülmüştür. Krizin sorumlusu olarak halk arasında Yahudilerin olduğu düşüncesi ve antisemitizmin artması Yahudiler korkutmuştur. Birçok Yahudi İsrail’e göç için hazırlanmıştır.
Yeltsin görevinin bitmesine 6 ay kala görevinden istifa etmesi ve görevini Putin’e devretmesi ile yeni
bir dönem başlamıştır. Yeltsin’in bu hamlesi görevinden sonrası için kendini garantiye almaya çalışması olarak
görülmekteydi. Putin ise geçmişi hakkında çok bilgi olmayan gizemli bir kişilik ve merkeziyetçiliği savunan
sert bir kişilik olarak ön plana çıkmaktaydı. Boris Yeltsin’in ve onun çevresindeki oluşan oligark yapının eskisi
gibi kuvvetli olmayacağı görüşü oluşmuştur. Rusya’nın Putin ile birlikte 3.büyük dönüşüme girdiği ve güçlü
Rusya oluşturma amacına göre hareket edeceği belli olmaktadır. Bölgesel ve gevşek yönetim tarzından sıkı bir
merkeziyetçilik oluşturmaya başlanmıştı.
Rusya’da nüfusun yaşlanması konusu Putin yönetimini tedirgin etmiş ve bu krizin diğer alanlarda
yaşanan krizlerden daha etkili olduğu ve Rusya’nın geleceğinde önemli olacağı düşünülmektedir. Diğer yandan
askeri güç olarak 2015 stratejik planı oluşturulmuş ve ordunun hantallığından kurtulması adımları atılmaya
başlanmıştır.
Putin döneminin ilk zamanlarında medya savaşları başlamış Rusya’nın güçlü medya patronu zor
durumda kalmış ve Rusya’dan kaçmıştır. Bunun nedeni olarak Putin’in oligarkların gücünü kırma isteği ve
bunu halka vaat etmiş olması düşünülebilir Bu ilk aşamadan sonra diğer güçlü oligarklara sıranın geleceği ve
Putin’in bütün gücü elinde toplamaya çalışacağı düşünülmektedir. Bundan sonraki dönemde Berezovski güçlü
bir oligarkı alt etmesi Putin’in itibarını ve konumunu halk önünde güçlendirmiştir.
Putin’in 1917 devriminden beri bir Ortodoks bayramına katılan devlet başkanı olması dini çevrelerden
büyük ilgi görmüş ve Ortodoks kilisesinin de gücün arkasına almasına yönelik akıllı bir hamle olmuştur.
DIŞ POLİTİKA
SSCB’nin yıkılması ile birlikte Orta Asya’da boşlukta kalan ülkelerin nereye kayacağı ve kiminle
birlikte hareket edeceği konusunda yaşananlara büyük oyun denmektedir. Bu ülkelerin elindeki nükleer
bombalara, ekonomilerinin ve islamı yöne kayma eğilimi olması uzamnlar tarafından dikkat edilmesi gereken
bölge olması konusunu gündeme getirmektedir.
Azerbaycan’da yaşanan Elçibey’in devrilip yerine Aliyev’in getirilmesi, Rusya’nın hakimiyet alanına
girmeyen ülkelerin üzerinde çalıştığını göstermektedir. Azerbaycan’da yaşanan durumda bir Türk birliği’nin
kurulması ve Rus etkisinin azalabilme ihtimalinin olmasıdır.
Rusların çeşitli yönlerden Rumları desteklediği görülmektedir. Kuzey Kıbrıs’a buradan müdahale edip
olayları Türkiye’ye sıçratmak isteği vardır. Bu Rusya’nın tarihinden gelen bir özlem ve siyasi straji olmasından
kaynaklanmaktadır.
Rusya ile Çin ilişkilerinde karşılıklı birbirlerinin uygulamalarına onay verildiği görülmektedir. Tayvan
ve Çeçenistan konusunda iki ülkenin de birbirlerinin işine karışmaması ve iç sorunu olarak kabul etmesi adı
konulmamış bir ittifak gibi gözükmedir. ABD‘ye karşı verilen mesajla ABD’ye uyarı ve bizde varız mesajı
verilmiştir. Her ne kadar Rusya ve Çin ilişkileri bu yönde olsa da aralarında tam bir ittifak geliştiği söylenemez.
SSCB’nin yıkılması ile birlikte Rusya, Ukrayna ve Belarus ülkeleri tarafından kurulan Bağımsız
Devletler Topluluğu etkili olamamış ve kağıt üzerinde kalan bir anlaşma olduğu görülmektedir. Lider ülke
Rusya’nın BDT’nin işleyişi konusunda kararsız kalması bu durumda önemli rol oynamaktadır. Rusya’nın BDT
ülkelerine eskiden sağladığı ekonomik kolaylıklar konusunda artık son derece kıskanç olması, Ukrayna’nın
doğalgaz ve petrol borçlarını ertelemeyip bu konuda kolaylık göstermemesi, hatta zaman zaman petrol ve
doğalgaz vermemekle tehdit etmesi birliğin işlemesi önünde büyük bir engel olarak durmaktadır.
1997 yılında yapılan Rus-Çin zirvesinde varılan görüş birliğine göre birilerinin tek kutuplu dünya için
uğraştığını, her şeye kendi karar vermek istediğini ama artık farklı odak noktalarının oluşması gerektiği,
29
dünyanın çok kutuplu olmansın önemli olduğu vurgulanmıştır. Hiçbir ülkenin güç politikası gütmemesi
gerektiği çok kutuplu dünya düzenin esası, temeli olacağı ve adil, eşitlikçi bir milletlerarası düzeninin
kurulması gerekliliği üzerinde durulmuştur. Bu açıklama ABD ve NATO ülkeleri tarafından pek ilgi
görmemiştir. Çünkü Çin ve Rusya’nın bu konuda etkin birliktelik oluşturamayacağı düşünülmektedir.
Rusya’nın dönemin başbakanı Lebed’in Ermenistan ve Azerbaycan arasında yaşanan karabaş
savaşındaki tutumu tartışılacak boyuttadır. Lebed Rusya’nın Ermenistan’a yaptığı silah yardımını abartılacak
bir şey olmadığını söyleyerek yaşanan skandalın üstünü örtmeye çalışmaktadır. Bu tutumu Lebed’in
Ermenistan hayranı olduğunu açıkça göstermektedir.
Rusya ve Türkiye aralarındaki anlaşmazlıkları aşabilecek olgunlukta iki büyük ülkedir. 500 yıllık tarihi
genel olarak husumet olarak gelişmesine rağmen bundan iki ülkede kazançlı çıkmadı. Rus-Türk dostluğunun
kaçınılmaz,şart ve gerekli olduğu bunun içinde iki ülkeninde ilişkilerinde samimi olması gerekmektedir.
Putin tarafından açıklanan Rusya’nın yeni dış politika doktrini belli başlıklar altında toplanmıştır. Bu
başlıklar 1- Rusya’nın ekonomik menfaatleri, 2- Rusya dışında yaşayan Ruslar ve Rus varlığı, 3- istihbarat
toplama ya da yabancı istihbarat çalışmalarıdır.
Yeni Rus dış politikasının milli menfaatlerin altını çizerken diğer ülkelerle ilişkileri pragmatik temellere
oturmaya çalıştığı Rus uzmanlar tarafından söylenmektedir.
Moskova’nın özellikle Baltık ülkelerindeki Rus azınlıklara uygulanan ayrımcı politikalardan endişe
duyduğunu ve hem bu ülkelerde ve BDT ülkelerinde yaşayan Rus azınlıklar varlığı konusunun Rusya Dışişleri
Bakanlığını öncelikli konusu olduğunu bildirirken, Rusya istihbarat servisinin rol ve görevlerinin bu doğrultuda
güçlendirileceği bildirilmektedir.
Yeni doktrin ile birlikte Rusya hem ekonomik hem de güvenlik çıkarlarını aynı anda gözetecek, bunları
korumaya, güçlendirmeye çalışacak. Ekonomik çıkardan bahsedilen ise bu her şeyden önce yakıt ve enerji
alanlarındaki çıkarların korunması üzerine yorumlanmalıdır. Bu doktrinle birlikte Rusya’nın gerçekçilik ve
rasyonellikten sapmayacağı söylenebilir. Çünkü Rusya’nın dış politika imkanları artık sınırlı bir halde gelmesi
bunu oluşturmaktadır.
AB ve Rusya ekonomik, askeri, güvenlik ve enerji alanlarında önemli işbirliğine imza atmaktadır. AB
Rusya ile ilişkilerini her alanda artırma konusunda kararlı görülmektedir. Rusya da AB ile bütünleşme
konusuna önem verdiği ve en öncelikli dış politikası olarak gözükmektedir.
EKONOMİ-ENERJİ
Rus doğalgaz devi Gazprom dünya’nın birinci doğalgaz şirketi; başında da çok hırslı, yetenekli
yöneticiler var. Şirket bir tür doğalgaz imparatorluğu gibi hareket ediyor. Başkalarının kendi imparatorluğuna
meydan okumasını hiç istemiyor. Türkmenistan ile patlak veren kavgada ‘bizim Türkmen doğalgazına
ihtiyacımız yok; Türkmenlerin bize ihtiyacı var’ açıklaması ve Kazak doğalgazının Rusya boru hatlarından
geçişine izin vermeyeceğini söylemesi buna örnek gösterilebilir.
Rusya’nın diğer önemli bir problemi de vergi konusu. Yaşanan vergi kaçakları ve vergi sisteminden
dolayı Rusya da diğer ülkeler gibi sıkıntı çektiği görülmekteydi. Bu durumu düzeltmek için genel istikrar ve
ekonomik reform çerçevesinde programı çerçevesinde parlamentoya onay için sunulan vergi kanunu tasarısı,
hem vergi idaresini güçlendirmek hem de vergi sistemini, vergileri yeniden yapılandırılmak şeklinde
düzenlenmiştir. Söz konusu tasarıda daha düşük oranlı, ama daha yaygın bir gelir vergisi düzeni oluşturmaktan
katma değer vergisi sistemine geçişe, Rusya’da yaygın olan mübadeleli alışverişlere, yeni vergilerden emlak
vergi oranlarının yükseltilmesine kadar çok sayıda köklü değişiklikler vardır.
Rusya’da sermayenin dışarı kaçması en ciddi problemlerden biri olarak gözükmektedir. Çünkü kaçan
sermaye ekonomiyi küçültüyor, daraltıyor, yerli yatırımları azaltıyor. Bu Rusya’nın sermaye probleminin bir
yüzü, diğer yüzü ise yurtiçinde üretken alanlara gitmeyen yatırım sermayesi. Var olan yatırım sermayesi ise 10
30
yıldır üretken olmayan istihdam sağlamayan emlakçılık, medya ve lüks tüketim malları üretimi gibi alanla
gidiyor ve böylece istihdamı arttırması, ekonomiyi büyütmesi, katma değeri yükseltmesi gereken kısıtlı yatırım
sermayesi kısa ömürlü, üretken olmayan sahalara gidiyor ve burada kısa dönemde kazandığı parayı aynı
sahalara yeniden yatırıyor ya da büyük ölçüde dışarıya transfer ediyor.
Putin yönetimi bu sorunlara çözüm olarak ister istemez oligarklarla yakın ilişkiye girme zorunluluğu
vardır. Bunu yaparken sert veya yumuşak davranacağını zaman gösterecek ama öncelik vereceği ekonominin
tahammülü yok; çünkü en başta ekonomiyi düzeltmesi bekleniyor.
Rusya ve Avrupa Birliği arasında ilişkiler derinleşmeye devam etmektedir. Euro’nun güçlenmesinde
yaygınlaşmasında başından beri kararlı ve inatçı bir tavır ortaya koyan Roman Prodi, Rusya’ya dolar yerine
Euro ile işlem yapmalarını teklif etmiştir. Prodi’ye göre Rusya’ya Euro’yu kullanmaları halinde ticaretin
artacağını yabancı sermaye girişinde patlama yaşanacağını ve döviz rezervlerinin çok güçleneceğini açıkça
bildirmiştir.
Ortak enerji yatırımları, ortak bir ekonomik bölge planları gibi son derece önemli gelişmeler bir tarafa
koysak bile Rusya’nın Euro’yu inceleme taahhüdü kendi başına çok önemli bir aşama olduğu gözlenmektedir.
Euro’nun kendi ekonomisi ve global ekonomide oynayabileceği muhtemel yeni ve önemli rolün
çoktandır farkında olan Rus hükümeti ve merkez bankası bu rolü daha da belirlemek, anlamak amacıyla iki yıl
kadar önce Rus Bilimler Akademisi’nden rapor hazırlamasını istemişti. Hazırlanan rapora göre Euro’nun
Rusya’da kullanıma girmesi Rusya’nın stratejik menfaatleri ile doğrudan ilişkili olduğu ve bu durumun
Rusya’nın dünya ekonomisi ile bütünleşme şartlarını etkileyebilir ve değiştirilebilir olduğu söylenmiştir. Euro
kullanımının sonuçlarının ülke yararına olacağı söylenmiştir.
1998 ekonomik krizi rublenin devalüasyonu, iç ve dış borçların üç ay süreyle ertelenmesi sayısız banka
ve finans kurumunun batması ve halkın fakirleşmesiyle sonuçlanmıştı kriz daha sonraları iyice anlaşıldığı gibi
aslında bir yönetim kriziydi, yani rus ekonomisi yıllarca iyi yönetilmediği için kriz çıkmıştı. Krizden üç yıl
geçtiğinden beri rus ekonomisi hem krizi atlatmış ve hem de çok olumlu noktalara ulaşmış bulunuyor iyi
yönetim sayesinde olmuştur.
İSTİHBARAT-ORDU
Sovyet gizli servisi KGB bütün söylenenlere rağmen ortadan kalkmadığı sadece isim ve kılık
değiştirdiğini, başka kuruluşlarla birleşerek eskisinden daha güçlü bir şekilde faaliyete devam ettiği
görülmektedir. Yeniden yapılandırma planına göre, teşkilatın dış istihbarat planına göre, teşkilatın dış istihbarat
bölümü özel hale getirilmiş, başına gazeteci-istihbaratçı Primakov getirilmiştir. Teşkilatın savunma bölümü
cumhurbaşkanlığına bağlanmış, teşkilata bağlı özel birlikler savunma bakanlığı emrine verilmiştir. Rusya
dışında cumhuriyetler ülkelerinde bulunan teşkilatları millileştirileceğini açıklamış KGB tesislerine el
koymuştur. Görünene göre KGB’nin etkisini kaybetmeyeceği ve etkin olmayı sürdürecek.
Komünist dönemin güçlü ordusu olan Rus ordusu komünist dönemin yıkılmasından üç sene geçtikten
sonra tam anlamıyla döküldüğü görülmektedir. Orduda n kaçırılıp dışarıda satılan silahlar, cephane ve başka
tecizhatlar, parasızlık yüzünden bakımı yapılamayan gemiler, uçaklar, limanlar çürüyüp giden tesisler, sayıları
yüzbinlerle ifade edilebilecek asker kaçakları, celbe riayet etmeyen askerler, ordu içindeki despot yönetim ve
üst komuta kademesinde yaşanan yolsuzluklar ve çekişmeler orduyu güçsüzleştiren önemli faktörlerdir.
Bunun farkında olan Rus yönetimi bu durumu düzeltmeye gayret etmektedir. Daha küçük daha
hareketli, ateş gücü yüksek bir ordu baş hedef olarak düşünülmektedir.
Rusya Sovyetlerin çökmesinden sonra yavaşlayan silah satışlarının arttığı gözlemlenmekte ve isteyen
herkese silah satmaya hazır ve istekli olduğu görülmektedir. Sovyet döneminde sadece ideolojik kritere göre
silah satan ya da veren Rusya’nın bugün herhangi bir ideolojik kriteri yok. Rusya şimdi para diyor. Silah
satışlarından hem para hem siyasal çıkar sağlamaya çalışıyor.
31
Rusya klasik silahlı güce vermediği önemi nükleer gücüne vermektedir. Dünyada önemli bir nükleer
güç olan Rusya bu gücünü milli menfaatler için gerektiğinde koz olarak kullandığı görülmektedir. Herhangi bir
saldırı durumunda bu gücünü savunma amaçlı olarak kullanabileceğini belirtmektedirler.Kaynakça: Rusya’nın
Dönüşümü, Fikret Ertan, Kızılelma Yayıncılık, 2001-İstanbul
(25 mayıs 9 grup) KÜRESEL İLETİŞİM ÇAĞINDA ULUSAL KÜLTÜRÜN KADERİ
Kültürlerin hareketi, insanların hareketlerine bağlıdır. İnsanların ilk hareketleri, kültürlerini kendileri ile
birlikte bölgelerin ve kıtaların ötesine taşımıştır. Bu doğrultuda, kültür küreselleşmesi uzun bir tarihe sahiptir.
Büyük dünya dinleri, fikirlerin ve inançların nasıl da kıtaları aşıp toplumları dönüştürebildiklerini göstermiştir.
Modernlik öncesi büyük imparatorlukların, doğrudan askeri ve siyasi denetim yokluğunda, yöneticilerin ortak
kültürü sayesinde alanlarını ellerinde tutmaları da, bir o kadar önemlidir.
Fakat küreselleşme taraftarları, katıksız ölçeği, yoğunluğu ve hızı olan bugünkü küresel iletişimin ayırıcı
bire tarafı olduğunu iddia ediyorlar. Bu birçok etmene bağlanabilir.
Birincisi, yirminci yüzyıl, eski teknoloji dönüşümlerinin yanı sıra, küresel altyapıların işlerliğini
oluşturan iletişim ve ulaşım da teknolojik buluşlar dalgasına tanıklık etmiştir. Bunlar, dünyanın tüm bölgelerine
yayılmaya başlayıp, iletişim şekil ve menzilini arttırarak ulusal sınırları aşan kitlesel iletişim kanallarının önünü
açtılar.
İkincisi, bugünkü kitlesel iletişim kalıplarının ileti ve görünümleri önceki dönemlere oranla çok daha
büyük, geniş ve hızlı hareket etmektedir. Kültürler, toplumlar ve ekonomiler, hem yerel hem uluslar arası
düzeyde bilgi çokluğu haline gelmektedir. Bu süreç yeni küresel iletişim sistemlerinin iş ve ticari amaçlı
kullanıldığı gerçeğiyle pekişmektedir.
Yer küre etrafındaki bilgi ve hız yoğunlukları arasında farklılıklar olsa da, kültürel anlamada dünyanın
geri kalanından yalıtılarak yaşamak gittikçe daha zor hale gelmektedir.
Bu tip önermeler karşı şüpheciler ulusal kültürlerin ölümcül bir düşüş yaşadığına dair çok az işaret olduğunu
iddia ediyorlar. Kültürel küreselleşmenin kilidi sayılan Coca-Cola, McDonald’s, Microsoft vb alternatif siyasal
kimlik ve meşruiyet merkezleri yaratma işinde değil de kar elde etme ve ticareti devam ettirme işinde
olduklarını iddia ediyorlar.
Dünya, kendi simgesel kaynaklarına yatırım yapan ve etki alanlarını genişletmeye çabalayan rakip
kültürlerin alanı olmaya devam ediyor..küresel-kültürel projelerin gelişmesi için çok az zemin vardır.tıpkı
toprağa bağlı devletin, küreselleşme yanlılarının iddia ettiğinden çok daha esnek olması gibi, ulusal kültürlerde
öyledir.gerçekte ulusal kültürlerin esnekliği, toprağa bağlı devletin uluslararası düzen şeklinin saptanmasında
neden kilit rol oynamaya ısrarla devam ettiğinin önemli bir parçasıdır.
KÜRESELLEŞME
KARŞILAŞMALARI ve KARMAŞIKLIKLARI
Kevin Robins
Mal ve metaların, bilgi ve iletişim ürünleri ve hizmetlerinin sınırlar ötesinde artan devingenliğine giriş
yapılmakta, bu olgunun karmaşıklığı ve çeşitli etkileri vurgulanmaktadır. Robins, kültürel küreselleşmenin,
neden ve nasıl eşitsiz ve değişken süreçler kümesi içerdiğini göstermeye çalışırken, kimliğin geçmişteki
mutlaklığı ve hiyerarşisini sorgulatmaktadır. Böyle bir dünya da sınırların kültürel anlamı dönüşüme, kültürel
süreklilikler kesintiye uğramaktadır.
Küreselleşmenin konusu sınırlar ötesinde büyüyen hareketliliktir; ticari mal ve eşyaların hareketliliği,
bilgi ve iletişim ürün ve hizmetlerinin hareketliliği ve insanların hareketliliği.
Sadece maddi ürün ve mallar ile bilgi ürün ve mallarının değil, insan akışının da bir araya toplanması söz
konusudur.
Küreselleşmenin, önceli olan her şeyin yerine geçmediği ve onları yerinden etmediği olacaktır.
Toplumsal yeniliği fark etmekle beraber, toplumsal ve kültürel hayattaki süreklilikleri de göz önünde
bulundurmalıyız.
Küreselleşme, yeni küresel öğelerin, var olan ve yerleşik, yerel ya da ulusal kültürel biçimlerle yan yana
bulunmasıyla, kültürel olguların birikimi olarak görülebilir.
KÜRESELLEŞME KARŞILAŞMALARI
32
Küreselleşmenin konusu sınırlar ötesinde büyüyen hareketliliktir; ticari mal ve eşyaların hareketliliği,
bilgi ve iletişim ürün ve hizmetlerinin hareketliliği ve insanların hareketliliği. Kendi yaşadığımız şehirde ana
cadde boyunca yürüdüğünüzde ADİDAS ya da BENETTON gibi küresel mağaza zincirleriyle karşılaşırsınız.
Sadece maddi ürün ve mallar ile bilgi ürün ve mallarının değil, insan akışının da bir araya toplanması söz
konusudur. Uluslararası iş çevrelerinin seçkin üyeleri, kendilerini sık uçan kozmopolit topluluk biçiminde
adlandırıp, rutin ve düzenli olarak uluslar arası yolculuk yapmaktadırlar. Dolaşım ve hareketliliklerini
ihtiyaçtan ya da çaresizlikten hızlandırmak zorunda kalan, ucuz bir tren ya da uçaktan yararlanarak dünyanın
zengin merkezlerinde çalışmaya çabalayan ve oralarda kendilerini sürgündeki azınlık toplulukları olarak kuran
göçmenlerin sayısı ise çok daha fazladır.
Hareketlilik, beraberinde yüzyüzeliği de getiriyor. Bu birçok açıdan tetikleyici ve üretken
olabilmektedir. Küresel karşılaşmalar ve etkileşimler, yeni yaratıcı kültürel biçimler ve repertuarlar üretiyor. Bu
tabii ki küreselleşmenin yalnızca bit boyutudur. Kültürlerin birbirleriyle karşılaşması gerilim ve sürtüşme de
yaratabilir. Küreselleşme süreci aynı derecede bir yüzleşme ve çarpışma ile eşleştirilebilir. Günümüzde küresel
değişimden kaynaklanan bazı gerginlikleri, Batı ve İslam dünyaları arasındaki zorlu ilişkilerde görebiliyoruz.
KÜRESELLEŞME KARMAŞIKLIKLARI
Nitelemedeki ilk nokta küreselleşmenin, önceli olan her şeyin yerine geçmediği ve onları yerinden
etmediği olacaktır.toplumsal yeniliği fark etmekle beraber, toplumsal ve kültürel hayattaki süreklilikleri de göz
önünde bulundurmalıyız. Küreselleşme, yeni küresel öğelerin, var olan ve yerleşik, yerel ya da ulusal kültürel
biçimlerle yan yana bulunmasıyla, kültürel olguların birikimi olarak görülebilir.
İkinci olarak, küreselleşmenin karmaşıklıkları ve çeşitliliğini vurgulamak gerekirse özellikle ideal tip
sınıflandırmalarına uysalca uymasını engellemektedir. Bu küresel değişim süreçleri çok çeşitli olmakla
kalmayıp onunla karşılaşan herkes tarafından farklı deneyimlenmektedir.
FARKLILIKLAR DÜNYASI
Küreselleşme, dünyayı kavrayışımızı, keskin zıtlıklar oluşturan biçimlerde dönüştürmektedir. Yeni
yönelimleri ve yönelimsizlik biçimlerini harekete geçirmekte, hem yersiz hem yerleşmiş kimlik biçimlerinin
yeni deneyimlerini arttırmaktadır.
Küresel kültürel değişimin farklı kültürler arasındaki sınırları ve bölünmeleri yok etmeye çabalaması,
onun güçlü bir boyutu olmuştur.bu boyut, küresel şirket çıkarları tarafından medya, reklamcılık gibi yaratıcı
alanlarda çalışan simge çözümleyici sınıfın üyeleri için özellikle uygun bir ideal olarak etkin biçimde öne
çıkarıldı.bunu mcdonaldizasyon ya da coca colonizasyon’la eş tutulan küresel kültür ve felsefe açısından ele
alabiliriz.
Kültürel karşılaşma ve etkileşimi öne çıkarması da kültürel küreselleşmenin dikkate almamız gereken
ikinci boyutudur. Burada kültürel öğeleri etkin yorumlanmasıyla, birleşme ve karışmalarıyla ilgileniyoruz. Bu
süreçler hem iletişim dem de insan akımlarının bir sonucudur.
Kültürel küreselleşmenin vurgulanmak istenen üçüncü boyutu, küresel bütünleşmeyle ilişkilendirilen
çalkantılı değişimlerin açık bir reddini ya da onlardan vazgeçmeyi içeren gelişmelerle ilgilidir. Bu gelişmeler,
geleneksel ve daha kökten sadakat biçimleri olarak görülen şeylere dönüşte, ya da geri dönüşte kendilerini ifade
ediyorlar.
Küreselleşme süreciyle aynı şekilde çelişkili bir ilişkiyi, yeniden dirilen dinsel kültürler ve kimliklerde
de görebiliriz. Hinduizm, Musevilik ve hristiyanlıkta köktenciliğe bir dönüş yaşanırken, küresel zamanlara bir
direniş olarak göze çarpan islamcı köktenciliktir.
Küresel modernitenin kültürel deneyimindeki çeşitlilik ve farklılık etkeni; yeni evrensel kültür biçimleri,
yeni tikellik biçimleri, yeni melez gelişmeler, tüm bunlar önemlerini yeni küresel bağlamlarından kazanıyorlar.
Küerselleşme süreci, iktisadi ve kültürel dinamiklerin yüzleşme, çekişme ve müzakereyi içinde
barındıracak biçimde karmaşık şekillerde birbirlerini etkilemeleri olarak görülmelidir.
KÜRESELLEŞMİŞ İLETİŞİM SÜRECİNİN BOYUTLARI
John B. Thompson
Küresel iletişim ve bilginin yayılımı sistemlerinde kilit rol oynayan ulus-ötesi holdinglerin ortaya
çıkması,
Yeni teknolojilerin özellikle uydu iletişimiyle ilişkilendirilenlerin, toplumsal etkileri,
33
Küresel sistem içinde bilgi ve iletişim ürünlerinin asimetrik akışı,
Küresel güç tarafından iletilen materyale ulaşabilme açısından eşitsizlikler ve değişkenlikleri’ dir.
Modern dünyada iletişimin dikkati çeken özelliklerinden biri, artarak küresel boyutta gerçekleşiyor
olmasıdır.
İletiler uzun mesafelere çok daha kolay iletiliyor,böylece bireyler uzak kaynaklardaki bilgi ve iletişime
ulaşabilyorlar.
Medyanın gelişimiyle ortaya çıkan zaman ve mekanın yeniden düzenlenmesi, aslında modern dünyayı
değiştirmiş ve hala da değiştirmekte olan oldukça geniş süreçler kümesinin bir parçasıdır.bu süreçler bugün
genellikle “küreselleşme” olarak adlandırılıyor.
KÜRESEL İLETİŞİM ŞEBEKELERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
İletişimin küerselleşmesinin başlangıcını, on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın
başlarındaki üç kilit gelişmeye bakarak inceleyebiliriz:
1- Avrupa sömürgeci güçleri tarafından su altı kablo sistemlerinin geliştirilmesi, 2- uluslararsı haber
ajanslarının ortaya çıkışı ve dünyayı kendilerine mahsus çalışma alanlarına bölmeleri, 3- elektro manyetik
tayfların tahsisiyle ilgilenen uluslararası kuruluşların oluşturulması
Telgraf elektriğin iletişim imkanlarını başarılı bir biçimde kullanan ilk iletişim aracıydı.
İlk başarıların ardından deniz altı kablo endüstrisi hızla gelişti
On dokuzuncu yüzyılda iltişim şebekelerinin oluşmasında haber ajanslarının kurulması önemli bir yere sahipti.
İletişimim küerselleşmesinde önemli rol oynayan üçüncü bir gelişme elektromanyetik dalalar yoluyla bilgi
iletiminin yeni yollarının gelişmesi ve elektromanyetik tayfların tahsisinin düzenlenmesine yönelik girişimlerin
devamı ile ilgiliydi.
KÜRESEL İLETİŞİMİN BUGÜNKÜ KALIPLARI’NA GENEL BİR BAKIŞ
İletişim küreselleşmesinin kökleri on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek takip edilebilirse bu süreç,
öncelikli olarak yirminci yüzyılın bir olgusudur. Bilgi ve iletişimin küresel ölçekte akışının düzenlenmesi ve
toplumsal hayatın yaygın bir özelliği haline gelmesi yirminci yüzyıl boyunca gerçekleşmiştir.
Küreselleşmiş iletişim sürecinin asıl boyutları;
1- Küresel iletişim ve bilginin yayılımı sistemlerinde kilit rol oynayan ulus-ötesi holdinglerin ortaya çıkması, 2yeni teknolojilerin, özellikle uydu iletişimiyle ilişkilendirilenlerin, toplumsal etkileri. 3- küresel sistem içinde
bilgi ve iletişim ürünlerinin asimetrik akışı, 4- küresel iletişim şebekelerine ulaşabilme açısından eşitsizlik ve
değişkenlikler.
YENİ KÜRESEL MEDYA
Robert W. McChesney
Medya holdingleri dünya çapında pazarlardaki hakimiyetlerini kolaylaştıracak politikalar için baskı
yaparken,yerli medya ve kültür sanayileri için güçlü korumacı bir gelenekte varlığını sürdürüyor.
Norveç, Danimarka, İspanya, Meksika, Güney Afrika ve Güney Kore’ye kadar bir çok ülke kendi küçük
film üretim sanayilerini hükümet yardımlarıyla canlı tutuyor.
İzleyiciler yerelde üretilmiş ürünleri tercih ediyor görünürken, küresel medya şirketleri, umutsuzluğa
düşmek yerine ürünlerini küreselleştiriyorlar. Bu büyük ihtimalle en rahat müzik sanayisinde gözlenebilir.
Bir ticaret yayınında yazan bir yazarın sözleriyle, Brezilya gibi’’ insanların kendilerini tamamıyla yerel
müziğe adadıkları’’ yerlerde bile kendisine tabi şirketler kurmakla meşguldüler.
Sony dünyanın her yerinden bağımsız müzik şirketleriyle dağıtım anlaşmaları imzalama yolunda başı
çekti.
KİMLİK VE KURUMSAL MODERNİTE
John Tomlinson
Kimlik oluşumunun, insan deneyiminin evrensel bir özelliği olduğu sık rastlanılan bir varsayımdır.
Castells ‘’kimlik, insanların anlam ve deneyim kaynağıdır’’ derken, bu görüşü üstü kapalı bir şekilde
kabul ediyor. ‘’kimliğin merkezi bir öneminin olmadığı noktasına dikkat çekiyor.
34
Örneğin, David Morley, Roger Rouse’un Birleşik devletlerde Meksikalı göçmenler üzerine yaptığı
çalışmayla ilgili yorum yaparken bu insanların ‘’kimliğin merkezi bir önemi olmadığı’’ noktasına dikkat
çekiyor.
KİMLİK BİR YADA DAHA FAZLA KÜLTÜREL NİTELİĞİ PAYLAŞAN HERHANGİ BİR NÜFUSUN
HİSLERİ VE DEĞERLERİ ORTAK DENEYİMLERİN ÜÇ UNSURUNA İŞARET EDER BUNLAR:
Nüfus birimi olarak, birbirini izleyen nesillerin deneyimleri arasındaki hissin sürekliliği
Kolektif bir tarihin dönüm noktaları olmuş belirli olay ve kişiliklerle ilgili ortak hafıza
Bu deneyimleri paylaşan topluluğun aralarındaki ortak kader hissi.
KÜLTÜREL REKABET
Ulusal fikrin bugünkü itibarlı gücünün nedeni, yerküre üzerinde daha fazla taraftar ve prestij için
giriştikleri mücadele ile, bir çok ulusal kültürün hem kendilerini hem de ulusal fikri vurgulamalarıdır.
Kültürlerin kısmi karışımı, milletlerarası ticari dilin ve daha geniş pan- milliyetçiliklerin yükselişi,
bazen tersi yönlerde sonuç verse de ‘’kültür aileleri’’ nin oluşması olanağını yarattı ve daha geniş bölgesel
yamalı kültür alanlarının haberini önceden vermiş oldu.
KÜRESEL EŞİTSİZLİK BİÇİMLERİ
Küreselleşme insanlığın gelişimi için önemli ölçüde fırsatlar sunar fakat sadece güçlü yönetişim ile. Küresel
piyasalar, küresel teknoloji,küresel fikirler, küresel yardımlaşma her yerdeki insanların tercihlerini genişleterek
yaşamlarını zenginleştirebilir, faydalar paylaşılabilir.
Küreselleşme hem zengin hem yoksul ülkelerde insan güvenliğine yeni tehditler yaratıyor.
Mekanın zamanın kısıtlayıcılığının daraldığı küreselleşen dünyada insan güvenliğine yöneltilen günlük hayatın
akışında ani ve zararlı yeni tehditler bulunmaktadır. Örnek; artan seyahat ile HIV/AIDS ‘in yayılması
Yeni bilgi ve iletişim teknolojileri küreselleşmeye yön verirken dünyayı bağlı ve izole bir şekilde
kutuplaştırıyor.Büyüklük, zaman ve uzaklık engelleri, artık küçük işletmeler, yoksul ülke hükümetleri ve
birbirine uzak akademisyenler ve uzmanlar için ortadan kalkıyor. Farklılık azalıyor.Toplumlar birbirine
benziyor.
Ulusal ve küresel yönetişim, insani gelişim ve hakkaniyet temelli bir şekilde tekrardan yaratılmalı. Yerel,
ulusal, bölgesel, küresel güçlü bir yönetişim ile rekabetçi piyasaların getirileri, açık kurallar ve sınırlar ile
korunabilir ve güçlü bir müdahale ile insanlık gelişiminin gereksinimleri sağlanabilir.İnsan için fayda temelli
olmalıdır.
1999 BM KALKINMA PROGRAMI RAPORU
Küreselleşme ile;
Yeni pazarlar- Küresel olarak birbiri ile ilişkili günde 24 saat, gerçekte birbirine uzak olan yerleri idare
ederek işleyen, döviz ve sermaye piyasaları
Yeni araçlar- internet bağlantıları, cep telefonları, medya ağları
Yeni aktörler- Ulusal hükümetler- üstü otoritesi ile DTÖ, birçok ülkeden daha fazla ekonomik güce sahip
çok uluslu şirketler
Yeni kurallar- Ulusal politika alanını daraltarak, ulusal hükümetleri daha da bağlayıcı hale getirmiştir.
35
DÖRDÜNCÜ DÜNYA’NIN YÜKSELİŞİ
(MANUEL CASTELLS)
Bu makalede bilgi temelli gelişimin yükselişi ile, dünya genelinde artan eşitsizlik ve sosyal dışlanmanın
ilişkisi açıklanmaya çalışılmıştır. İncelemeler sonucunda görülen dünyanın her yerinde sağlık, eğitim ve diğer
yaşam koşullarının geçmişteki yaşam standartlarına göre arttığıdır.
Bilgi temelli gelişimin toplumsal dinamiklerini anlamak için yaşanan süreçler arası ayrıma gidilmiştir.
Bu süreçte eşitsizlik yoksulluk kutuplaşma yer alırken, bir taraftan da işin bireyselleşmesi işçinin sömürüsü
gibi ilişkiler yer alır.
Kutuplaşmış bir Dünyaya doğru mu?
Küresel bir analiz
Son yıllara baktığımızda dünyanın birçok yerinde coğrafi zenginliğin artırılması kazanımı için
uğraşılırken, veriler ekonomik eşitsizliklerde de sürekli artışın olduğunu göstermektedir. OECD ülkeleri ile
diğer ülkeleri karşılaştıracak olursak dünya nüfusunun büyük bir bölümü OECD ülkelerinde yaşıyor.
Dünya üzerinde ABD’nin değer ve güç olarak etkisi hala önemini sürdürüyor. Latin Amerika, Afrika ve
Doğu Avrupalıların etkisi ise azalmış görülüyor.
Ülkeler arası gelişim farklı oranlarda ve ekonomik eşitsizlik ortaya çıkmış olsa da dünya nüfusunun
ortalama yaşam standardı BM İnsani Gelişim Endeksi ile ölçüldüğünde sürekli iyileştiği görülmüştür.
Gelir eşitsizliklerinin yıllara göre gelişimini incelersek belli ülkelerin karşılıklı analizini gösteren 15.
slayttaki tablo dan yararlanabiliriz:
1979’dan sonra OECD ülkelerindeki gelir eşitsizliklerindeki değişim
Ülke
Dönem
Bağıl (%)
Mutlak(nokta
değişikliği)
Birleşik krallık
İsviçre
Danimarka
Avustralya
Hollanda
Japonya
Birleşik devletler
Almanya
Fransa
Norveç
Kanada
Finlandiya
İtalya
1979-95
1979-94
1981-90
1981-89
1979-94
1979-93
1979-95
1979-95
1979-89
1979-92
1979-95
1979-94
1979-91
1.80
1.68
1.20
1.16
1.07
0.40
0.79
0.50
0.40
0.22
-0.02
-0.10
-0.64
0.22
0.38
0.34
0.25
0.25
0.35
0.13
0.12
0.05
0.00
-0.02
-0.58
KÜRESEL YOKSULLUK VE EŞİTSİZLİK DAHA DA BÜYÜYOR MU?
EVET
HAYIR
Robert Wade Martin Wolf
Bu makale iki bilim adamı arasında geçen yazışmalardan meydana gelmektedir. İlk olarak Robert Wade,
Martin Wolf’un Financial Times ta yazdığı yazılardaki 3 ana noktaya değinmiş ve bunları yorumlamıştır.
Bu noktalar
36
Hem yoksulluğun hem eşitsizliğin dünya üzerinde 150 yıldan fazla bir süredir ilk kez son 20 yılda
düşüş sergilemiş olması,
Bu düşüşler küresel ekonomik bütünleşmeden dolayı gerçekleşmiş,
Küreselleşme karşıtı hareket ülkeleri gerçekte sadece yoksulluğun ve eşitsizliğin yoğunlaşmasına hizmet
edecek politikalara teşvik etmektedir.
Robert Wade’den Martin Wolf’a
İlk eleştirisi yazarın temel aldığı Dünya Bankası rakamları olmuş. Çünkü bu rakamlara ulaşma
konusunda metodun problemli olduğunu iddia etmiştir. Yoksulluğa dair rakamların eksik olduğu ve bilinen
1.2 milyardan fazla olacağını söylüyor.
Diğer bir eleştiri küresel eşitsizlikler üzerine. Her ülkenin ortalama geliri hesaplanması yanlış olacağını,
bu gelirin aynı zamanda nüfuslara göre de düzenlenmesi gerektiğini savunuyor. 1980’lerden beri ülkeler
arası eşitsizlik daha eşit olmaya başladı. Ortaya çıkan sonuçlar Çin ve Hindistan’daki büyümeden
kaynaklanıyor.
Bir açıdan Çin ve Hindistan’daki nüfus yoğunluğunun artış hızı dünya gelir dağılımını daha eşit hale
getiriyor denilemeyeceğini, bu iki ülkenin Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Japonya gibi ülkelerle aradaki
gelir farklarını azaltmadığını savunuyor.
Son olarak ta küreselleşmenin kalkınmanın motoru gibi olmadığını, motorun teknolojik gelişme ve
insanların, şirketlerin ve hükümetlerin teknik kapasitelerinin bütünleşmesi olduğunu söylüyor.
Martin Wolf’dan Robert Wade’e
Gelir dağılımı ve diğer veriler sorgulanabilir, fakat 1980’den bu yana yoksulluk oranlarındaki düşüş
%31den %20 civarındadır. Bu oran ciddi bir orandır ve küreselleşmenin yoksulluğu azalttığının
göstergesidir diyor.
Eşitsizlik konusunda Çin ve Hindistan’ı dışlama konusunda ise 20 yıl önce bu iki ülkenin dünyanın en
yoksul insanlarını barındırdığı bu gelişmelerin göz ardı edilemeyeceğini söylüyor.
Sonunda küresel eşitsizliğin ve yoksulluğun sürmesinin kökeninde tarihsel süreçlerin sonucu olduğunu
söyler.
Robert W. Cevap olarak
Dünya bankası verilerinin nominal değerler olarak alınmaması gerektiğini, onun söylemine
karşılık Hindistan’daki eşitsizliğin son 20 yılda daha da arttığını, sorunun DTÖ çerçevesinde gelişmekte olan
ülkeler gelişmiş ülkelere karşı önlem alıp kısıtlamaları ve DTÖ ve D.Bankası kurallarının en kısa sürede batının
kendi çıkarları doğrultusunda dünya nüfusunun geri kalanını da düşünerek yeniden düzenlenmesine ihtiyaç
olduğunu söylüyor.
Robert W. Cevap olarak
Son 20 yılda dünya nüfusunun yoksulluk oranının düştüğü konusunda hemfikir olduklarını,
kabullenilebilir tek amacın da dünyanın en yoksul insanlarının yaşam standartlarının en kısa zamanda
yükseltmek olması gerektiğini söylüyor.
Büyüme için gerekli önkoşulları ;
istikrarlı devlet, mülkiyet ve birey güvenliği, yaygın okuma yazma, temel sağlık, yeterli altyapı,
rüşvet yada kırtasiyecilikle bunaltmayan iş geliştirme, piyasa güçlerinin geniş çaplı kabulü, makro ekonomik
istikrar ve birikimleri etkin kullanacak mali sistem olarak tanımlıyor.
Şu önermeleri Martin W. ‘un incelemesini istiyor;
En büyük siyasal meydan okuması ülkelerin ekonomik büyümelerinin hızlandırılmasıdır.
Kuzeydeki açık piyasalar ve doğrudan yabancı yatırım büyümeye çok önemli katkıda bulunmuşlardır.
Kendine yeterlilik aptalca bir kalkınma stratejisidir.
37
“Eğer bunları kabul ederseniz benim politika iddiamın arkasındasınız(Sevseniz de
Sevmesenizde…)”
ZENGİNLİĞİN YAYILMASI
David Dollar ve Aart Kraay
YÜKSELEN BİR AKINTI
Küreselleşme zengin için faydalı, yoksul için kötü fikri değişmiş bulunmaktadır. Küreselleşme
dalgası şimdiye kadar ekonomik eşitliği artırdığı ve yoksulluğu azalttığı görülmektedir. Bunun bir göstergesi
Çin ve Hindistan’ın hızla büyümesidir.
Küreselleşme yoksulluğun azaltılması için önemli bir güç olarak görülebilir. Gelişmiş ülkelerde artan
korumacı hareketler, yoksul ülkelerin katılımını sınırlandırdığı anda bu duruma müdahale etmeli gelişmekte
olan ülkeler, küreselleşme sürecinde zenginleşmeye izin verecek şekilde kurumlar ve politikalar üretmeli ve
kalkınmayı engelleyecek durumlar meydana geldiğinde gerekli izinler verilmelidir.
DÜNYA ÇAPINDA GELİR EŞİTSİZLİĞİ, 1820-1995
YUKARI SIÇRAYIŞ
2. Dünya savaşından sonra küreselleşmeden uzak stratejiler benimsendi. Bu yaklaşım başarılı
olamayınca petrol krizleri ve ABD’de ortaya çıkan enflasyon birçok sorun yarattı.
Örn: Çin kapalı bir ekonomi iken dış ticarete açılması ile büyüme oranı büyük bir artış kazandı.
Hindistan ve Vietnam gibi ülkeler de hızlı büyümenin dışa açıklıkla mümkün olacağını gösteren örnek ülkeler
arasında.
Buradan da görülüyor ki küreselleşme karşıtı olmak yerine, uluslar arası ticaret ve yatırıma ne kadar çok
açık olunursa, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki farkın da o kadar azalacağı göz önüne alınmalıdır. Tartışılan
küresel eşitsizliğin nedeni tam olarak küreselleşmenin sunduğu faydalardan ülkelerin ne kadar yararlanabildiği
ile ilgilidir.
KÜRESELLEŞME VE TOPLUMSAL CİNSİYET TEMELLİ EŞİTSİZLİK
Jill Steans
Küresel Politik Ekonomi
•
•
•
Küresel politik ekonomi son yıllarda önemi artan ve genişleyen bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çok uluslu şirket faaliyetlerini, askeri ilişkilerin devlet politikaları üzerine etkilerini,
Küresel ekonomiyi ve küresel ekonomideki problemleri ,
Ulusal organizasyonları ve organizasyonların rollerini,
38
•
Borç ve kalkınma sorunları küresel politik
başlanmıştır.
ekonomi kavramı içerisinde incelenmeye
DÜNYA SİYASETİNDE DÜZEN,
KÜRESELLEŞME VE EŞİTSİZLİK
Ngaire Woods
Düzen: Bir arada yaşamak için asgari koşullar demektir. Uluslar arası ilişkilerde farklı anlamlarda taşır.
Geleneksel dünya düzeni kavramında ise eşitsizlik sınırlayan ve düzenleyen bir güçtür ve olumludur. En
güçlüye olan ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkan kurumlar vardır örn: AT ve Milletler Topluluğu
Günümüzde ülkelerin kendileri için belirledikleri zenginleşme, geniş ölçekli güvenlik önlemleri gibi
hedefleri içinse ayrıntılı bir düzen kurmaları gerekmektedir.
Küreselleşmenin Etkisi
Küreselleşme hem ülkeler arası rekabeti hem de ülke içi politikaları değiştirmektedir. Dünya
siyasetindeki aktörlerin ve kurumların da doğasını etkilemektedir. Geleneksel düzende yeni aktörleri hesaba
katmakta başarısızdırlar bu nedenle de dünya siyasetinin nasılını ve nedenlerini açıklama konusunda da
başarısız olunmaktadır.
Küreselleşme özet olarak geleneksel devlet merkezli ve hiyerarşik uluslar arası düzene meydan okuma
olarak karşımıza çıkmaktadır.
AB’nin Genişleme Sürecine Günümüze Kadar Dayanan Genel Bir Bakış
1957’de Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruldu. Kurucu altı Avrupa ülkesi Batı
Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, İtalya, Lüksemburg'dan oluşuyordu. Aynı ülkeler 1952 tarihli AKÇT’nin
de kurucusuydu.
1969 Lahey Zirvesi'nde topluluğa katılma talebinde bulunan İngiltere, İrlanda, Norveç ve Danimarka’ya
ilişkin müzakerelerin başlatılması kararı alındı. 1972 yılında İngiltere, Danimarka ve İrlanda tam üye olarak
topluluğa girdi. (Norveç’in katılım anlaşması adı geçen ülkede yapılan halk oylamasıyla reddedildi.) İlk
genişleme süreci sona erdi.
Yunanistan 1976 yılındaki tam üyelik başvurusunu izleyerek 1981’te topluluğa katıldı. Yine 70’li
yıllarda tam üyelik başvurusu yapan Portekiz ve İspanya’nın da 1985’te topluluğa katılmasıyla birlikte üye
sayısı 12’ye yükseldi ve ikinci genişleme süreci tamamlandı.
Katılan herbir ülkeyle birlikte topluluk, siyâsetini, üye devletler arasında güç ve yetki dağılımlarını
gözden geçirmek zorunda kaldı. Bu paralelde örneğin ikinci genişleme süreci, topluluğun anayasal yapısının
değiştirilmesi görüşünü gündeme getirdi. İspanya ve Portekiz’in katılımı ile birlikte Avrupa Tek Pazarı
üzerinde anlaşıldı. 1992 sonuna dek mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı hedeflendi.
Avrupa Topluluğu’na üye 12 devlet tarafından 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşması, topluluğa
kapsamlı değişiklikler getirdi; Avrupa Topluluğu üzerinde ve onu da kapsayan Avrupa Birliği bu anlaşmayla
biçimlendirildi. Anlaşmanın getirdiği yeni boyutla birlikte 1995 yılında İsveç, Finlandiya ve Avusturya da
topluluğa katıldı. Üye ülke sayısı 15’e ulaştı ve üçüncü genişleme süreci yaşandı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi beraberinde topluluğun stratejilerini yeniden gözden geçirmesini ve yeni
strateji arayışlarına girmesini getirdi. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de topluluk gündemine girdi.
Avrupa Birliği, 1989 yılında Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine destek amaçlı bir mali çerçeve hazırladı.
Bu ülkelere pazar ekonomisine geçişleri sürecinde verilecek kredilerin sağlanması için Avrupa İmar ve
Kalkınma Bankası’nı kurdu. 1989-91 yılları arasında Polonya, Çekoslavakya, Bulgaristan, Romanya ve
Macaristan ile ticaret ve işbirliği anlaşmaları yapıldı.
Ticaret ve işbirliği anlaşmalarının yetersiz kalması üzerine 1990 yılındaki Dublin Zirvesi’nin ardından
Ortaklık Anlaşmaları gündeme geldi. 1991-95 yılları arasında 10 Avrupa ülkesi ile Ortaklık Anlaşması
imzalandı. Bu anlaşmalar taraflar arasındaki yasal zemini oluşturdu. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine adaylık
perspektifinin verilmesi ise Kopenhag Zirvesi ile gündeme geldi. 1993 tarihli Kopenhag Zirvesi’nin konuya
ilişkin kararı şöyleydi:
AB’nin Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içeren genişlemeye hazırlanma siyâseti kapsamında Avrupa
Komisyonu bir rapor yayınladı. “Gündem 2000” başlıklı ve 1997 tarihli bu rapor, aday ülkelerle ilişkiler, bu
ilişkilerin nasıl ve ne şekilde geliştirileceği ve genişlemenin etkileri ile ilgili ayrıntıları içeriyordu. Raporun
yayınlandığı dönemde görüş bildiren Komisyon, hiçbir aday ülkenin bu ölçütleri tam olarak yerine
39
getiremediğini vurguladı. Polonya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Estonya ve Macaristan’ı orta vadede bu
kriterlere ulaşabilecek beş ülke olarak belirledi. Diğer aday ülkeler konusunda ise katılım müzakerelerinin
başlatılmasına ilişkin olarak olumsuz görüş belirtti.
1997 Lüksemburg Zirvesi’nde aday ülkeler müzakerelere hazır olup olmadıkları noktasından hareketle
birinci ve ikinci dalga ülkeler olarak sınıflandırıldı. Müzakerelere hazır olan ülkeler ilk dalgayı, diğerleri ise
ikinci dalgayı oluşturdu. Komisyon ilk dalga ülkelerle tam üyelik müzakerelerine 1998’de başlanmasını önerdi.
Ancak zirvede 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin yanı sıra Kıbrıs’ın AB üyeliği de teyit edildi. Ekim 1996’daki
iktidar değişikliği nedeniyle üyelik başvurusunu geri çeken Malta ele alınmadı.
1998’de 10 Orta Avrupa ülkesi ve Kıbrıs’ın adaylık süreci başlatıldı. Çek Cumhuriyeti, Estonya,
Macaristan, Polonya ve Kıbrıs’ın üyelik görüşmeleri başladı. Malta AB adaylığını yeniledi. 1999’da Berlin’de
toplanan AB Zirvesi, Orta Avrupa ülkelerine verilen üyelik öncesi yardımların 2000 yılından itibaren iki katına
çıkarılmasını kararlaştırdı.
Helsinki Zirvesi’nde Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Romanya ve Slovakya’yla üyelik görüşmelerine
geçilmesi kararlaştırıldı ve Türkiye’nin adaylığı onaylandı.
2000’de diğer 6 aday ülkeyle üyelik görüşmeleri başladı. Yaşanan görüş ayrılıklarına rağmen AB
kurumlarını, sayısını iki katına çıkan üyelere hazırlamak amacıyla düzenlenen Nice Anlaşması sonuçlandırıldı.
Pekçok alanda veto uygulaması çoğunluk oyu esasıyla değiştirildi.
Avrupa Komisyonu’nda her üye ülkenin tek bir Komisyon üyesiyle temsil edilmesi ve Avrupa
Parlamentosu’nun sandalye sayısının 740’a çıkarılması kararlaştırıldı. Bakanlar Kurulu’ndaki oy dağılması,
Türkiye dışında şimdiki ve gelecekteki aday ülkeler dikkate alınarak yeniden belirlendi.
2001 Aralık ayında Laeken’deki zirvede 2004 yılına kadar birliğe üyeliğe hazır olacak 10 ülkenin adı
açıklandı. Bunlar: Kıbrıs, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Polonya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti
ve Slovenya.
1 Ocak 2002’de Avrupa tek para birimi Avro(Euro) tedavüle girdi.
1 Mayıs 2004’te AB 10 yeni ülkeyi üyeliğe kabul etti. AB tarihinin en büyük genişleme hamlesi ardından
birliğin üye sayısı 25’e yükseldi.
29 Ekim 2004’te Avrupa Birliği liderleri, birliğin ilk anayasasını imzaladılar.
8 Aralık 2004'te Romanya ile üyelik müzakereleri tamamlandı.
1 Ocak 2007'de Bulgaristan ve Romanya Birliğe katıldı.
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN ORTAK TARIM POLİTİKASI
Stratejik açıdan önemi hem tarımın son derece hayati bir işlev olan beslenme ile doğrudan bağlantılı
olmasıdır. Toplumun önemli bir kesimini çiftçileri doğrudan ve tüketicileri de dolaylı olarak etkiler.
AB NEDEN BİR ORTAK TARIM POLİTİKASI’NA İHTİYAÇ DUYMUŞTUR?
 Gıda yetersizliklerinin önüne geçilmesi,
 Tarımda çalışan kesimin gelir düzeyinin korunması ve artırılması,
 Piyasa mekanizmaları arasındaki farklılıkların giderilmesi,
 Fransa ve Almanya arasındaki dengesizliğin giderilmesi gibi durumların önüne geçmek amacıyla böyle
bir politika izlenmek istenmiştir.
OTP’NİN AMAÇLARI VE İLKELERİ NELERDİR?
OTP’nin Amaçları








Üretim standartlarını ve tarım teknolojisini geliştirmek,
Tarımsal üretim araçlarının etkili kullanımını sağlamak,
Avrupa’daki tarımsal üretimin verimliliğini artırmak,
Piyasalarda istikrarı sağlamak,
Ürün arzının güvenliğini sağlamak,
Tarımdaki en önemli faktörlerden biri olan işgücünün optimum kullanımını sağlamak,
Geçimini tarım sektöründen sağlayan kesimlerin gelirini artırmak,
Tüketicilere daha gerçekçi ve uygun fiyatlar sunmak ve
40

Tarım ürünleri fiyatlarını bütün üye ülkelerde eşitleyerek, fiyatların üye ülkeler arasında haksız rekabete
yol açmasının önüne geçmek.
Üye ülkeler tarafından yukarıda sıralanan amaçlara ulaşmak için OTP’nin belirli ilkeler çerçevesinde
yürütülmesi gerektiği kararlaştırılmıştır.
OTP’nin İlkeleri
Tek Pazar ilkesi ile tarım ürünlerinin OTP kapsamında üye ülkelerde serbest dolaşımı amaçlanmıştır. Üye
ülkelerin birbirleri ile gerçekleştirdikleri ticaretin gümrük vergileri, kotalar ve benzeri engellerle
kısıtlanamayacağını anlatan bu ilke, söz konusu engellerin ortadan kaldırılmasıyla tarım ürünlerinde bir tek
pazar oluşturulmasını hedeflemektedir. Tek Pazar İlkesi’nin hayata geçirilebilmesi için üye ülkelerin
kullanacakları kural ve mekanizmaların aynı olması ve Topluluk tarafından bir çatı altında idare edilmesi
gerekmektedir.
Topluluk Tercihi İlkesi ile hedeflenen, topluluk içi piyasalarda ve Topluluk sınırlarında, üye ülkeler tarafından
üretilen tarım ürünlerine öncelikli bir rejim uygulamaktır. Böylelikle üçüncü ülkelerde üretilen ürünlere karsı
Topluluk üyesi ülkelerin ürünlerine tercih tanınmakta ve Topluluk tarım sektörü korunmaktadır.
Mali Dayanışma İlkesi, diğer iki ilke çerçevesinde uygulanacak olan ortak politika doğrultusunda yapılacak
harcamaların, ortaklasa oluşturulan bir bütçeden ve AB üyesi ülkelerin tamamının katkısı ile karşılanmasını
hedeflemektedir. Bu ilke çift yönlü islemekte ve bir yandan OTP’ye ilişkin harcamalar Topluluk üyeleri
tarafından ortaklasa üstlenilirken, diger yandan OTP çerçevesinde alınan vergilerden sağlanan gelirler
Topluluğun ortak geliri olarak kabul edilmektedir.
AB ‘DE EKONOMİK VE PARASAL BİRLİK
1 Ocak 1999'dan itibaren son aşamasına geçilmiş olan Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB) süreci;
kişilerin, malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının sağlanmasıyla birlikte, milli paralar arasında
kesin olarak tespit edilmiş sabit kurlar ve tek bir para biriminin uygulamaya konmasını içermektedir. Yine bu
sürecin içinde ortak para politikasının tesisi, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, başta maliye politikası
olmak üzere birçok alanda uyumun sağlanması, Topluluğun parasal politikalarının saptanması ve uygulanması
için Avrupa Merkez Bankası'nın oluşturulması, para politikaları konusunda tüm yetki ve sorumlulukların bu
kuruma devredilmesi yer almaktadır.
Parasal Birlik, ortak makro ekonomik hedeflere ulaşılabilmesi için politikaların birlikte uygulandığı bir
para alanını ifade etmektedir. Parasal birliğin sağlanması için üç gerekli koşul bulunmaktadır (Euro ve Türkiye
Üzerine Etkileri, DTM- AB Genel Müdürlüğü, Ağustos 1998):



Birliğe katılan bütün para birimlerinin tam konvertibilitesinin sağlanması,
Sermaye hareketlerinin tam liberalizasyonu ile bankacılık ve diğer mali piyasaların
entegrasyonu,
Paraların değerindeki dalgalanma marjlarının kaldırılması ve kurların geri dönülemez şekilde
sabitlenmesi.
Tarihsel Gelişim
Ekonomik ve Parasal Birliğin gelişiminde tarihsel sürece baktığımızda Roma Anlaşması ekonomik
entegrasyon sürecini kapsamakla birlikte EPB kavramını ve ona ulaşmayı sağlayacak mekanizmaların hukuki
temelini içermemekteydi. EPB fikri, 1959 yılında Jean Monnet başkanlığında toplanan Birleşik Avrupa İçin
Eylem Komitesi tarafından "Avrupa Maliye Politikası" oluşturulması amacıyla hazırlanan bir raporda EPB'nin
ana hatlarının ortaya konulmasıyla oluşturulmuştur. Ancak AET'nin kurulmasından sonra öncelik üye ülkeler
arasında oluşturulacak gümrük birliğine ve yine oluşturulacak olan Ortak Tarım Politikası'na verilmiştir.
Daha sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun 1968 yılında gümrük birliğini gerçekleştirmiş olması,
topluluğun en önemli ortak politikalarından biri olan Ortak Tarım Politikası’nın üyeler arasında sabit kur
41
ilişkilerini gerekli kılması ve nihayet uluslararası para sisteminde 1960’lı yıllar boyunca görülen krizlerin
dönem sonuna doğru ağırlaşması ve Avrupa’nın ABD Doları karşısında bir parasal ağırlık oluşturma fikri ile
Avrupa’nın ekonomik entegrasyon sürecinin son aşamasını teşkil eden Ekonomik ve Parasal Birliğin temelleri
8 Ekim 1970 tarihinde Werner Raporu ile atılmıştır. Bu plana göre, 1980 yılına kadar ekonomik ve parasal
birlik aşamalı olarak gerçekleştirilecek, tek bir topluluk parası yaratılacak ya da en azından döviz kurları geriye
dönülemez biçimde sabitleştirilerek ulusal paraların tam konvertibilitesi sağlanacak, Topluluk Merkez Bankası
kurulacak ve topluluk sermaye hareketleri tümüyle serbestleştirilecekti. Ancak bu dönemdeki çabalar Bretton
Woods Para Sistemi’nin çökmesi, dünya petrol krizi ve onu izleyen ekonomik durgunluk neticesinde başarıya
ulaşamamıştır.
1971-1974 yılları arasında geliştirilen iki-bağlı (two-tier) kur sistemi,üye ülkelerin birbirlerine göre dar
sınırlarla dalgalanan ulusal paralarının Amerikan Doları karşısında daha geniş aralıklar içinde
dalgalanmasından oluşmaktaydı. Ancak uluslar arası konjonktürde petrol şokuyla başlayan gelişmeler
sonucunda oluşan ekonomik ortamda üye ülkelerde farklı ve bağımsız ekonomik ve parasal politikaların
uygulanmasına gidilmiş ve bu sistemde başarıya ulaşamamıştır.
1977 yılından sonra ise Ekonomik ve Parasal Birlik çalışmaları tekrar ivme kazanmış ve 4-5 Aralık
1978’de Brüksel’deki Konsey Toplantısı’nda Avrupa Para Sistemi’nin yürürlüğe girmesine ilişkin karar kabul
edilmiştir. Bunun üzerine Topluluğun altı üyesi Belçika, Danimarka, Almanya, Fransa, Lüksemburg ve
Hollanda yeni sisteme dahil olmuşlardır. İngiltere, sistemi dışardan destekleme kararı almıştır.
13 Mart 1979 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa Para Sistemi (APS) ile amaçlanan şey, Avrupa’da bir
“parasal istikrar bölgesi” yaratmaktır. APS, ayarlanabilir sabit kur sistemidir ve dört ana unsuru bulunmaktadır;
Avrupa Para Birimi (ECU), Döviz Kuru ve Müdahale Mekanizması, Kısa ve Orta Dönemli Finansman
Mekanizmaları.
Delors Raporu
1988 yılında Komisyon Başkanı Delors başkanlığında bir komite tarafından Ekonomik ve Parasal
Birliğin kurulmasına dair yeni bir rapor (Delors Raporu) hazırlanmış ve Haziran 1989 Madrid Zirvesi'nde tüm
üye ülkelerce kabul edilerek her bir aşamada atılacak adımlar tespit edilmiştir (Euro ve Türkiye Üzerine
Etkileri, DTM- AB Genel Müdürlüğü, Ağustos 1998).
Birinci aşama
Birinci aşama, 1 Temmuz 1990 tarihinde başlamıştır. Bu aşamanın en önemli unsuru sermaye
hareketlerinde tam liberalizasyonun sağlanması ve üye ülke ekonomi ve maliye politikalarının birbirine
yaklaştırılmasıdır. Bu aşama, 31 Aralık 1993 tarihinde sona ermiştir.
İkinci Aşama
1994 tarihinde başlayan ikinci aşamada, bir Avrupa Para Enstitüsü kurulması ve Parasal Birliğin
tamamlanması ile birlikte bu kurumun Avrupa Merkez Bankasına dönüşerek özerk bir şekilde Topluluk para
politikasını yönlendirmesi öngörülmüştür. Bu aşamanın başlangıcından itibaren kamu açıklarının Merkez
bankalarınca finanse edilmesi engellenmiş ve parasal politikaların daha yakından takibi mümkün olmuştur. 1
Haziran 1994 tarihinde Parasal Birliğin üçüncü aşaması için gerekli yapısal, yasal ve teknik alt yapı
çalışmalarını ve ön hazırlıklarını tamamlamak üzere Avrupa Para Enstitüsü kurulmuştur.
Üçüncü Aşama
Maastricht Zirvesi'nde alınan karar uyarınca, üçüncü aşamaya, en erken 1 Ocak 1997'de, en geç 1 Ocak
1999'da geçilmesi öngörülmüştür. 1996'da Avrupa Konseyi ve aynı zamanda Avrupa Para Enstitüsü tarafından
hazırlanacak raporlar doğrultusunda, Maliye Bakanları hangi ülkelerin Tek Para'ya geçiş için gerekli kriterleri
yerine getirdiğini tespit edecektir. İngiltere ve Danimarka geçici olarak Birliğin dışında kalacaktır.
1 Temmuz 1998'den önce devlet ve hükümet başkanları, nitelikli çoğunlukla ve Konseyin tavsiyesi
üzerine hangi üye devletlerin tek para için gerekli koşulları yerine getirdiğini tespit edecektir. Bu durumda tek
paraya geçiş için 4 devlet yeterli olacaktır. Bu şartlar altında Konsey, Komisyonun tavsiyesi üzerine, nitelikli
çoğunlukla, hangi ülkelerin istisna tutulacağını tespit edecektir.
42
Üçüncü aşamanın başlaması ile birlikte bağımsız Avrupa Merkez Bankası oluşturulacaktır. Bu
doğrultuda Temmuz 1994'de kurulan Avrupa Para Enstitüsü 1 Haziran 1998 tarihinden itibaren görevlerini
Avrupa Merkez Bankası'na devretmiştir.
EKONOMİK VE PARASAL BİRLİĞE GEÇİŞ KRİTERLERİ
Maastricht Kriterleri
Avrupa Birliği Antlaşmasında yer alan ve Ekonomik ve Parasal Birliğin üçüncü aşamasına geçiş
öncesinde üye ülkelerin uyum sağlaması gereken kriterlerdir. Buna göre, üçüncü aşamaya katılacak üye
ülkenin:

Enflasyon oranının, en düşük enflasyona sahip üç üye ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalamasını 1,5
puandan fazla geçmemesi,

Uzun vadeli faiz oranlarının, 12 aylık dönem itibarıyla, fiyat istikrarı alanında en iyi performans
gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmaması,

Bütçe açığının GSYİH’ sına oranının, yüzde 3’ü geçmemesi,

Devlet borçlarının GSYİH’ sına oranının, yüzde 60’ı geçmemesi,

Parasının, son 2 yıl itibarıyla diğer bir üye ülke parası karşısında devalüe edilmemiş olması
gerekmektedir
AB’ye Geçişte Sağlanması Gereken Genel Kriterler
Kopenhag Kriterleri
1993 Kopenhag Zirvesinde kararlaştırılan ve aday ülkelerin Birliğe üye olabilmek için yerine getirmeleri
gereken kriterlerdir.
Bunlar;

Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve azınlıkların korunmasını teminat
altına alan kurumların istikrarlı biçimde işlemesi (siyasi kriterler),

İşleyen bir pazar ekonomisine sahip olmanın yanı sıra AB içerisindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri
başedebilme kapasitesi (ekonomik kriterler) ve

Üyelikten kaynaklanan yükümlülükleri üstlenebilme yeteneğidir (müktesebata uyum).
1995 Madrid Zirvesinde, aday ülkelerce uyum sağlanan AB müktesebatının, gerekli idari yapıların
oluşturularak etkili biçimde uygulanması hususu da üyelik kriterlerine eklenmiştir.
Tek Para EURO'ya Geçiş
Para birliğinin oluşturulması ile birlikte AB bünyesinde tek bir para birimi geçerli olacak ve üye ülke
paralarının yerini alacaktır. Bu durumda üye ülkelerin para ve kambiyo politikalarının tek merkezden
belirlenmesi de kaçınılmaz olacaktır. 15 Kasım 1995 tarihinde gerçekleştirilen Madrid Zirvesi sonucunda,
Ekonomik ve Parasal Birliğin üçüncü aşamasına 1.1.1999 yılı itibariyle geçilmesi ve bu tarihten itibaren Para
Birliğine katılan ülkelerde ulusal paraların yerine geçecek olan Tek Para biriminin "EURO" olarak
adlandırılması kararlaştırılmıştır (Euro ve Türkiye Üzerine Etkileri, DTM- AB Genel Müdürlüğü, Ağustos
1998).
43
AŞAMA A: 1998 İlkbaharı-EPB'ye hazırlık





EPB'e katılacak ülkelerin tespiti (Mayıs 1998),
Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Avrupa Merkez Bankaları Sistemi (AMBS) oluşturulması,
Para birimlerinin değiştirilmesine ilişkin mevzuatın oluşturulması,
Euro cinsinden banknot ve madeni para basımının başlatılması,
Özellikle mali piyasa ve bankacılık sektöründe tek para birimine geçiş için hazırlıkların hızlandırılması.
AŞAMA B: 1 Ocak 1999-EPB'in başlatılması ve diğer alanlarda piyasa koşullarının zorlayacağı değişim
 Dönüşüm kurlarının geri dönülmez bir şekilde sabitleştirilmesi,
 Para politikası konusunda sorumluluğun AMB'ye devri; AMBS tüm para piyasaları ve döviz işlemlerini
EURO cinsinden yürütecek ve bütün hesaplarını EURO’ya çevirecektir,
 Euro’nun kaydi para ve hesap birimi olarak yürürlüğe konması,
 Özellikle vadesi 1.1.2002 tarihini aşan yeni hazine bonolarının EURO cinsinden piyasaya çıkartılması.
Bu aşama azami 3 yıl sürecektir.
AŞAMA C: En geç 1 Ocak 2002-Banknot ve madeni paraların EURO ile değiştirilmesi ve ulusal
paraların dönüşümünün tamamlanması



Euronot ve madeni paraların en geç 1.1. 2002'de tedavüle çıkarılması,
Kamu ve özel sektör için Euro'ya geçişin büyük bölümü bu aşamada gerçekleşecektir,
En geç 1.7. 2002 tarihinde Euro'nun tamamı ile milli paralar yerine kullanılması, milli banknot
ve madeni paraların yasal geçerliliğini yitirmesi.
Bu aşama azami 6 ay sürecektir.
AB Hükümet ve devlet başkanlarının 2-3 Mayıs 1998 tarihinde gerçekleştirdikleri zirvede alınan karar
ile Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İspanya, Portekiz, İrlanda, Avusturya ve
Finlandiya olmak üzere 11 Avrupa Birliği üyesi EPB'e ilk aşamada katılacaklardır. Yine bu zirvede, Ekonomik
ve Parasal Birliğin son aşaması ve tek para uygulamasına 1.1.1999 tarihi itibariyle geçilmesine karar
verilmiştir. En geç 1.7.2002 tarihine kadar sürecek geçiş dönemi müddetince mevcut ulusal paralar ödemelere
aracılık etme vasfı ile varolmaya devam edecektir. Söz konusu ulusal paralar ile Euro arasındaki dönüşüm
kurları 1.1.1999 tarihinden itibaren geri dönülemez bir şekilde sabitlenmiştir.
AB’NİN EN ÖNEMLİ KURUMLARI
1- AVRUPA BİRLİĞİ KONSEYİ
Konsey Topluluğun yasama organıdır; Toplulukla ilgili pek çok konuda yasama gücünü Avrupa
Parlamentosu ile beraber kullanmaktadır. Ayrıca üye devletlerin genel ekonomik politikalarını koordine
etmekte ve Topluluk adına bir veya birden çok ülke ile, uluslararası kurumlar ile uluslararası anlaşmaları
gerçekleştirmektedir.
2- AVRUPA KOMİSYONU
Komisyon, AB üyesi devletlerce atanan üyelerden (komiserlerden) oluşan bir yürütme organıdır.
Komisyon’un görev süresi beş yıldır. Komisyon başkanı, üye devletler tarafından Avrupa Parlamentosu’nun
44
görüşü alındıktan sonra atanır. Komisyon üyelerinin görevlerini yerine getirirken AB çıkarlarını göz önüne
almaları ve kendi ulusal hükümetlerinden bağımsız olarak davranmaları gerekmektedir.
Komisyon’un iki görevi bulunmaktadır: AB antlaşmalarının koruyucusu olmak ve AB mevzuatının doğru
uygulandığını güvence altına almaktır.
3- AVRUPA PARLAMENTOSU
Avrupa Parlamentosu (AP) Topluluğa üye devletlerin halklarını bir araya getirmektedir. Avrupa Birliği
halklarının siyasal talepleri doğrudan seçilmiş AP üyeleri tarafından yerine getirilmektedir. Avrupa
Parlamentosu, Avrupa vatandaşlarının temsilcilerinden oluşur. 1979 yılından beri beş yılda bir doğrudan oyla
seçilen Avrupa Parlamentosu üyelerinin sayısı 6. dönemde (2004-2009) 732’dir. Üye ülkeler, AP’ de nüfusları
oranında sandalye sayısına sahiptirler. Ancak, AP milletvekilleri, mensubu oldukları ülkeden bağımsız olarak,
AP’ deki siyasi grupların içinde faaliyet gösterirler. Günümüzde AP’ de 7 siyasi grubun yanı sıra herhangi bir
siyasi gruba bağlı olmayan bağımsız milletvekilleri de yer almaktadır.
4- AVRUPA BİRLİĞİ ADALET DİVANI
Her hukuk sistemi gibi Topluluğun da Topluluk Hukuku sorguladığında veya uygulanması gerektiğinde
hukuki koruma tedbirlerine ihtiyacı bulunmaktadır.
Adalet Divanı, Topluluğun hukuk kurumu olarak koruma tedbirlerinin belkemiğini oluşturmaktadır.
Adalet Divanı Hakimleri, Topluluk hukukunun her üye devlette farklı uygulanmasını veya yorumlanmasını
engellemek ve sistemin her koşulda aynı şekilde sonuçlanmasını güvence altına almakla yükümlüdürler.
5- AVRUPA BAĞIMSIZ DENETÇİLER DİVANI "SAYIŞTAY"
Avrupa Topluluğunu oluşturan anlaşma Avrupa Adalet Divanına Avrupa Birliği hesaplarının ve bütçe
uygulanmasının denetimini vermiştir. Bu denetimlerin iki amacı bulunmaktadır; mali yönetimin mümkün
olduğu kadar geliştirilmesi ve Avrupa vatandaşlarına kamu fonlarının nasıl kullanıldığını bildirmek.
Avrupa Denetçiler Divanı diğer tüm Topluluk kurumlarına ve üye devletlere karşı denetiminin objektif
olarak gerçekleşmesinin garantisini vermektedir. Avrupa Denetçiler Divanı organizasyon ve denetim
çalışmaları ile raporlarının kamuoyuna açıklanmasında zaman belirleme özgürlüğüne sahiptir.
6- AVRUPA MERKEZ BANKASI
Avrupa Merkez Bankaları Sistemi (AMBS) Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Avrupa Birliği üye
devletinin Ulusal Merkez Bankalarından (UMB) oluşturmaktadır. Eurosistem terimi AMB ve Euro'yu kabul
etmiş üye devletlerin UMB'larını ifade eder. Euro alanına katılmayan devletlerin UMB'ları AMBS'ne özel statü
ile üyedir. Bu ülkeler ulusal para politikalarını yürütürken Euro alanındaki tek para politikasındaki karar alma
sürecine ve alınan kararların uygulanmasına katılmazlar.
7- AVRUPA YATIRIM BANKASI
Avrupa Yatırım Bankası Avrupa Birliği'nin finans kurumudur; görevi üye devletlerin ekonomik ve
sosyal kalkınmasına, dengeli gelişimine ve entegrasyonuna katkıda bulunmaktır. Bu amaçla piyasalardan çok
büyük miktarlarda fon toplar ve Birliğin hedefleri ile uyumlu projeleri en iyi koşullarda finanse eder. Birlik
dışında ise Avrupa Gelişim Yardımı ve işbirliği politikalarının mali boyutunu uygular.
NOT: Cengiz Aktar’ın “Avrupa Birliği’nin Genişleme Süreci” adlı kitabında Avrupa Birliği ile ilgili gelişmeler
2001–2002 yıllarına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Araştırmanın daha geniş kapsamlı olması bakımından
farklı kaynaklardan da yararlanılmıştır. Son . 10. grup son grup
45
Download