Ethik Ne Anlatır

advertisement
Etik Ne Anlatır? ya da
Ortak Anlatımızın Etiği Nedir?
Çetin Balanuye
Alesdair MacIntyre
Ethik’in Kısa Tarihi
(Homerik Çağdan Yirminci Yüzyıla)
Paradigma Yayınları, 2001, 316 s.
Alesdair MacIntyre
After Virtue
London: Duckworth, 1981, 286 s.
VİRGÜL 42, Haziran-Temmuz-Ağustos 2001, s. 26-27
Etiğe ilişkin sorular ve sorgulamalar bir süredir ‘feylesofça’ bir takıntı olmaktan çıktı.
Yaşama umudu kalmamış, hızla ölmekte olan ve dayanılmaz acılar içinde zorlukla
mırıldanan birinin “beni öldürün!” demesi karşısında takınılması gereken ‘doğru’ tavır
ne olmalı? Kürtaj karşısında nasıl bir ahlaki ve yasal tavır almalı? Şiddet her zaman
ve her durumda ‘yanlış’ bir araç mıdır? Internet’ten gelişigüzel toplanmış çocuk
pornografisi, toplayanı ‘toplumsal iyi’ adına yargılamayı gerektirir mi? Genetik
kopyalama teknolojisinin ürünü olacak olan ‘ikinciler’ ne ölçüde ‘ahlaken’ sorumlu
bireyler sayılmalı?
Etik, üsttekiler kadar gündelik ve yaşama doğrudan etki eden sorgulamalarla sınırlı
olmasa da, MacIntyre, pek çokları için hızır gibi yetişti. Tek tek ‘ne yapmalı?’
sorularının yanıtlarını vermek bakımından olmasa da, MacIntyre ile ‘nasıl yaşamalı?’
sorusunun 20. Yüzyılın sonunda yeniden ve son derece etkili bir biçimde sorulduğunu
görüyor, dahası yanıtları tetikleyecek eşsiz bir düşünsel katkının gerçekleştiğine tanık
oluyoruz. MacIntyre, bize, kuşkudan kuşkulanmanın bilgeliğini sezdiriyor. Bunu
yaparken ‘status quo’ ile hiç işinin olmadığını görüyorsunuz, ‘kuşkudan kuşkulanan
bilgelik’ ile zorunlu olarak ‘onaylayıcı’ bir etiği benimsemek durumunda olmadığınızı,
ancak parçası olduğunuz anlatıya daha dikkatli kulak kabartarak ‘doğru yaşamanın’
olanaklı olabileceğinin ayırdına varıyorsunuz.
‘Nasıl yaşamalı?’ sorusu, ‘kişi için iyi olan nedir?’ sorusuyla yakından ilgilidir. Tüm
etik tarihi ve Ethik’in Kısa Tarihi bu sorulara ilişkindir. MacIntyre, etik denen düşünsel
serüven boyunca tek tek düşünürler tarafından verilmiş pek çok yanıtın, ancak kendi
bağlamları içinde okunduğunda anlamlı olacaklarını söylemektedir. Burada ‘bağlam’,
genel bir anlatının çerçevesi içinde (sözgelimi Batı anlatısı), o anlatıyı tanıyan, bilen,
yazan, geliştiren insanlar tarafından aranması gereken bir ‘ilişkilendirme
olanaklılığıdır’. Bu açıdan bakıldıkta, ‘kişi için iyi olan nedir?’ sorusuna, Batı anlatısı
içinden verilen en köklü ve süregiden yanıtın ‘erdem’ kavramıyla ilişkilendiği görülür.
Erdem, Homeros’ta, Platon’da, Aristo’da ve Yahudi-Hristiyan kutsallığında,
birbirlerinden önemli ölçüde farklılaşmış da olsa gündemde kalmış bir kavramdır.
Erdem kavramının etik soruşturmanın dışına itilmesi Aydınlanma ile yaşıttır ve
geçmiş dörtyüz yıl içinde ‘nasıl yaşamalı?’ sorusu erdemlere gönderme yapılmaksızın,
sözde ussal sistemler ile yanıtlanmaya çalışılmıştır. Bu sistemlerden en yaygın ilgi
gören ikisi, Kant’çı etik ve Faydacı etik, bu anlamda çağdaş ahlaki kafa
karışıklığından en çok sorumlu olanlardır. Aydınlanma ile başlayan bu ‘geleneğe
kuşkuyla yaklaşan’ ahlak sistemleri, insanları parçası oldukları toplumsal-kültürel
anlatılara başvurmaksızın etik sorunu tam bir yalıtılmışlık içinde anlamaya ve
çözmeye yöneltmişlerdir. Ancak bu yöntemlerin hiçbiri sözkonusu sorunu ne
anlamaya ne de çözebilmeye yardımcı olmuştur.
Hem Kant’çı, hem de Faydacı etikte bireyin yaşamını, seçimlerini ve eylemlerini
belirlemek üzere birtakım ilkeler, kimi kurallar konduğunu biliyoruz. MacIntyre’a göre
bu yaklaşımlar başarısız olmak zorundaydı, çünkü ‘bireyin’ karşılaştığı moral
sorunlarda uygulayabileceği bir ‘rasyonel’ ilkenin varlığını varsaymaktaydılar. Kant’ın
‘ödev ahlakı’, bireye, ‘ödevinin gerektirdiği gibi davran’ demektedir. Ödevin
gerektirdiği davranış, ‘ödeve uygun’ davranıştan ve ‘ödeve apaçık karşı’ davranıştan
tümüyle farklı bir itkiyle yönetilen davranış biçimidir: sonuçları açısından ötekilere
zarar vermeyen bir eylem, ‘temkinli’ (prudential) bir eylem olsa bile ‘ahlaki’ bir eylem
değildir. Bu bakımdan, Kant, apaçık bencil eylem, temkinli eylem ve ahlaki eylemi
birbirinden dikkatle ayırmaktadır. Ahlaki eylem, bireyin kendi kendine, sonuçlarını
dikkate almaksızın, hesapsızca söyleyeceği ‘başka türlü davranamazdım...’ sözünde
açığa çıkmaktadır.
Tümüyle farklı bir formülasyonla, Faydacı etik de, modern bireyin hem karşılaştığı
belirli moral sorunlara uygulamak, hem de ‘nasıl yaşamalı’ sorusuna verilecek
‘rasyonel’ bir yanıt üretmek amacıyla bir dizi ilkeyi geliştirme çabasında olmuştur. Bu
anlamda, Mill’in “Sonuçları bakımından, en fazla sayıda kişiye en fazla fayda
getirecek biçimde davran” sözü de bir ‘altın kural’ bulma girişimi olarak
yorumlanabilir. Oysa MacIntyre, tüm bu sözde rasyonel çabaları ‘bireyci’ olmakla
eleştirir. Ona göre, bireylere bir moral yatkınlık kazandırmakla, bireysel bir moral
rehber geliştirme çabası birbirnden çok farklı tutkular tarafından tetiklenmektedir. İlk
çaba doğası gereği ‘ortaklaşa’ bir kabullenişi, uzlaşımı ve paylaşımı gerektirir. İkincisi
ise Aydınlanma döneminin etik projesidir ve sonu, kaçınılmaz olarak, ‘ahlaki
görecelilik’ adı verilen, MacIntyre’a göre çağın bir açmazı olmuş kafakarışıklığına
çıkar, çıkmıştır ve çıkmak zorundadır.
Ahlaki görecelilik, MacIntyre için, ‘emotivism’ (duyguculuk) denen ve yapıpetmelerimizin herhangi bir ahlaki düşünüş ya da yatkınlık sonucu olmayıp, baştan
aşağı anlık duygulanımlara, yönelişlere bağlı olarak belirlendiğini söyleyen bir görüşle
yakın ilişki içindedir. Bu görüş son yıllarda hızla yaygınlaşmış, çok sayıda argümanla
desteklenir duruma gelmiş ve etik soruşturmayı giderek ikincil bir konuma doğru
sürüklemeyi başarmıştır. Bu gerçekten de ciddi bir sorundur ve özellikle ‘eğitim’ gibi,
birilerinin, ötekilerin nasıl yaşaması gerektiği konusunda ister istemez belirleyici
olduğu toplumsal ilişki biçimlerinde kendini daha somut bir biçimde duyurmaktadır.
Bu bakımdan MacIntyre’ın, özellikle After Virtue adlı çalışmasının neden öncelikle
Eğitim Felsefecileri tarafından önemsendiğini anlayabiliriz. Öğretici, bir değer
aktarıcısı olarak ‘emotivist’ bir yaklaşımı benimseyip, öğrencilerini ‘ahlaki görecelilik’
toplumunda tümüyle ‘kuşkucu’ bireyler olarak bırakabilir, onları bu doğrultuda
yetiştirebilir mi? Ben ve arzularım ile toplum ve gerekleri arasındaki gerilim,
emotivist bir boşvermişliğe bırakılabilir mi?
MacIntyre işte bu sorular karşısında ilginç, sarsıcı ve güçlü çıkışını yapar: Modern
toplumda, sanki varmış gibi görünen bu ‘ben-arzularım’ ile ‘ötekiler-beklentiler’
arasındaki gerilim aydınlanma projesinin ahlak alanındaki başarısızlığının bir sonucu
olan yanılsamadır. Bu sözde gerilim gelenekte ya da bir geleneğin kendi anlatısında
yoktur; bu gerilim icat edilmiş bir gerilimdir. Giderek bireyselleşmiş ve bireycileşmiş
hayatlarımızda, pratik seçimlerimiz, ahlaki yönelişlerimiz de kendi başımıza
çözmemiz gereken birer sorun olup çıkmıştır. Oysa, parçası olduğumuz tarihselkültürel anlatılar, pratik varlığımızı türlü biçimlerde rahatlatacak, yapıp-etmelerimizi
akıcı bir doğallıkla yönlendirecek yatkınlıkları barındırmaktadır. Bu yatkınlıklar,
MacIntyre’a göre Aristo’nun yeniden okunması ile açığa çıkan ‘erdemler’dir. Bu
bağlamda, Ethik’in Kısa Tarihi, After Virtue’ya bir hazırlıktır; After Virtue da
Aristo’nun yeniden ele alınışı ile açığa çkan ‘erdemler’ ve ‘toplumsal pratikler’
kuramının bir sunumudur.
MacIntyre, ‘erdem’ kavramını unutmuş, rasyonellik sevdasına kapılmış ahlak
yaklaşımlarının 19. Yüzyılda iyiden iyiye kendini hissettiren başarısızlıklarını erkenden
farketme bakımından Nietzsche’yi önemser; ama, Nietzsche’nin tüm kendisinden
sonra gelenlerde yarattığı ürküntüden MacIntyre da nasibini alır. MacIntyre,
Nietzsche’in elinden Aristo’yu kurtarmak ister; ona göre, Nietzsche’nin Sokratik akla
olan kızgınlığı Aristo’ya yansımamalıdır. Nietzsche’ye karşı argümanlar önceki kitapta
son derece zayıfken, After Virtue ile MacIntyre’ın, tüm etiği ya Nietzsche ya da Aristo
seçimi ile karşı karşıya getirdiğini görürüz. Ya başarısız ve apaçık umutsuz bir
‘bireyci-rasyonel’ ahlak ilkesi bulma tutkusuyla Nietzsche ile hesaplaşma yoluna
gideceğiz (ki bu baştan kaybedilmiş bir savaş gibi görünüyor) ya da anlatımızdaki
erdeme kulak kabartıp, ortaklaşa bir hayatın ahlakını yeniden farkedeceğiz.
Dediğim gibi, Ethik’in Kısa Tarihi bir ön çalışma niteliğinde; MacIntyre’ın etiğin tarihi
boyunca yaşanan kavramsal ‘süreklilik’ ve ‘süreksizlikleri’ araştırdığı bir ön çalışma.
Son derece derli toplu bir ‘etiğe giriş’ kitabı aynı zamanda: Homerik şiirlerden,
modern zamanlara uzanan son derece nesnel bir yapıt. “Neden önce bu kitap
yayınlandı Türkçe’de ?”, diye sormaktan alıkoyamıyorum kendimi; neden, en
azından, After Virtue da aynı zamanda çıkmadı piyasaya? Oysa tüm dünya, özellikle
Anglo-Sakson toplum son yıllarda After Virtue hakkında konuşuyor. Kimbilir, belki
sürecek olan bir MacIntyre tartışmasının ilk yansımasıdır bu seçim; belki, işe baştan
başlamayı seçti yayınevi. Her neyse, son derece rahat bir Türkçe çeviri ve yetkin bir
önsöz ile bu Marksist, Hristiyan, komüniteryan, Aristo’cu ve gelenekçi adamın
Türkiye’li okuyuculara daha fazla gecikmeden tanıştırılmış olmasını sevinçle
karşılıyorum.
Download