Tarih Okulu Dergisi (TOD) Haziran 2014 Yıl 7, Sayı XVIII, ss. 51-77. Journal of History School (JOHS) Haziran 2014 Year 7, Issue XVIII, pp. 51-77. DOI No: http://dx.doi.org/10.14225/Joh500 KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE ULUS-DEVLET ve EGEMENLİK OLGULARI Bülent ŞENER Özet Küreselleşme olgusu ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda özellikle son çeyrek yüzyılda etkisini hızla artıran önemli bir gelişme olmuştur. Küreselleşme, ekonomiden siyasete, kültürden sanata, hukuktan felsefeye ve çevreye kadar toplumsal yaşamın hemen hemen her alanını etkilemektedir. Bu etkileme süreci, birçok yapı, kurum ve kavramı da değiştirip dönüştürmektedir. Bu süreçte hiç şüphesiz en dikkate değer değişimi ve dönüşümü yaşayan unsurlardan başında da ulus-devlet ve egemenlik olguları gelmektedir. Küreselleşme sürecinde ulus-devlet ve egemenlik olgularının geçirmekte olduğu dönüşüm, günümüz dünyasında uluslararası alanda yaşanan siyasi, ekonomik ve kültürel değişimleri anlamak ve analiz edebilmek açısından son derece önemlidir. Bu bağlamda, iletişim teknolojilerinin gelişmesi, neoklasik düşüncenin dünyada hızla yayılması ile küçük devlet olgusu yükselmiş ve bu anlamda devletin egemenlik alanı bir taraftan kısıtlanırken diğer yandan büyük ölçüde dönüşüme uğramıştır. Keza, küreselleşme sürecinde ortaya çıkan pek çok gelişme sonucu egemenlik açısından da artık farklı bir noktaya gelinmiştir. Bu süreçte yaşanan pek çok gelişme ulus-devletlerin egemenliklerinin aşınımına neden olmuştur. Bu çalışmada küreselleşme, egemenlik ve ulus-devlet olguları ele alınarak, küreselleşme sürecinde ulus-devlet ve egemenlik olgularının ne şekilde değişime ve dönüşüme uğradığı değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Ulus-devlet, Egemenlik, Westphalia Antlaşması. Dr., KTÜ Uluslararası İlişkileri Bölümü. Bülent Şener Notions of Nation State and Sovereignty in Globalization Process Abstract The concept of globalization has been a rapidly spreading process in economical, social and political areas within the last 25 years. Globalization effects almost every aspect of social life, such as economics, politics, law, philosophy and environment. This process changes and transforms several structures, institutions and concepts. With no doubt, the concepts of nation-state and sovereignty have witnessed the most remarkable change and transformation among these elements. The transformation nation-state and sovereignty pass through is very important in the current world to understand and analyze the political, economical and cultural changes at international area. Within this context, the concept of “smaller state” became more important as a result of the development of communication Technologies and worldwide spread of neoclassical thought, thereby the area of sovereignty for the nation-state has become limited and transformed. Also, the developments within the process of globalization have brought the concept of sovereignty to a different point. Several developments within this process have caused the erosion of nation-states’ sovereignty. This study deals with concepts such as globalization, sovereignty and nation-state, and evaluates the change and transformation of the sovereignty and nation-state within the globalization process. Key Words: Globalization, Nation-state, Sovereignty, Agreement of Westphalia Giriş 1990’lı yıllardan itibaren anlamı, yönü ve biçimi tartışılmaya devam etmekle birlikte varlığı tartışmasız kabul edilen küreselleşme olgusu dünyamızı anlamada ve anlamlandırmada her alanda anahtar kavramlardan biri haline gelmiştir. Farklı düzeylerde tartışılan küreselleşme olgusu ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, sınır-ötesi sermaye hareketleri gibi etkenlerden de beslenerek siyasi alanda da önemli değişimlere yol açmıştır. Küreselleşmenin yol açtığı gelişmelerle birlikte literatürde son yıllarda “ulus-devletin sonu”, “egemenliğin dönüşümü” gibi kavramların yoğun olarak tartışıldığı görülmektedir. Bu bağlamda, meşruiyet ve iktidarlarının sınırlarını zorlamalarına rağmen ulus-devletler güç kaybına engel olamamakta ve dönüşüme uğradıkları bir süreçten geçmektedirler. Bu çalışmanın temel amacı, küreselleşmenin yol açtığı etkilerin, geleneksel ulus-devlet ve egemenlik olgularını ne şekilde ve ne yönde değiştirdiğini irdelemektir. Bu çerçevede, öncelikle küreselleşme olgusuna ilişkin farklı bakış açıları ele alınıp genel bir değerlendirme yapılacaktır. Daha sonra, ulus-devlet ve egemenlik olgularının muhtevası ele alınarak, [52] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları küreselleşme sürecinde ulus-devlet ve egemenlik olgularının ne şekilde aşındığına dair bir analiz yapılacaktır. Bu analiz, konunun kapsamına giren yayınlardan elde edilen bulgu ve sonuçların incelenmesi, verilerin ortaya koyulması, yorumlanması ve değerlendirilmesi şeklinde bir yöntem çerçevesinde gerçekleştirilecektir. 1. Küreselleşme Olgusu Son yıllarda sosyal bilimlerde teknoloji ve iletişim alanlarındaki ilerlemelerin ön ayak olduğu gelişmeleri ve dönüşümleri açıklamakta kullanılan kavramlardan birisi de küreselleşmedir. Küreselleşme kavramının en önemli özelliği; tanımı, içeriği, başlangıcı, bileşenleri ve pratikteki görünümü üzerinde henüz bir fikir birliğine ulaşılamamış olmasıdır. Nitekim, küreselleşme ile ilgili söylemlere bakıldığında teknoloji, bilgi, kapitalizm, emperyalizm, sömürgecilik, siyaset ve ekonomi gibi önemli unsurlardan birinin ön plana çıkartılarak farklı tanımlamaların yapıldığı görülmektedir (Erdoğan, 2004: 21-22). Küreselleşmenin ne olduğuna ve ne zaman ortaya çıktığına ilişkin bir mutabakat olmadığı gibi, böyle bir olgunun var olup olmadığı da tartışmalıdır. Bu itibarla söz konusu olguya dair net bir söylem ortaya koymak zorlaşmaktadır. Birçoğu belli bir iktidar odağına hizmet etme kaygısıyla üretildiği için, çok sayıda küreselleşme söylemi mevcuttur. Bu, ister istemez, kavramın farklı anlamlarda, farklı amaçlar için kullanılması sonucunu doğurmaktadır (Keyman, 2000: 18). Küreselleşme, günümüzde yaşamımızın her alanındaki değişimi ifade etmek için kullanılan anahtar bir kavram olmuştur. Parolaya dönüşmüş moda bir deyim olarak yaşamımızın birçok alanını tanımlamada küreselleşme kavramı kullanılmaktadır (Bauman, 1998: 8). Kavram, bazen dünya toplumlarının birbirine benzeme süreçlerini ve buna bağlı olarak homojen bir kültürün ortaya çıkmasını, bazen de toplumların, toplulukların ve kültürlerin birbirlerinden farklılıklarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, taşıdığı çelişkiler ve belirsizlikler ile karakterize olunan bir süreci ifade etmektedir (Eken, 2006: 243). Küreselleşme olgusuna ve sürecine ilişkin olarak geniş bir yelpazede tanımlama çabaları olmasına karşın, üzerinde uzlaşılmış ortak bir tanım yoktur. Dahası, şu ana kadar ki tanımlama çabalarından yola çıkarak bir tanım yapmak da zordur. Bu zorluk, büyük ölçüde kavramın çok boyutlu bir nitelik göstermesinden kaynaklanmaktadır (Koçer, 2004: 103). Buradan hareketle Martin Shaw’a göre, dünyada küreselleşme bağlamında yaşanan bu değişimi kavramsallaştırma çabaları üç temel yaklaşım [53] Bülent Şener içermektedir: Değişimi post-modern teorisyenler “dönüşüm” (transformation), Soğuk Savaş sonrası teorisyenleri “geçiş” (transition), küreselleşme teorisyenleri ise “süreç” (process) olarak tanımlamaktadırlar (Shaw, 2000: 7-9). Küreselleşme, kökleri 16. yüzyıla kadar götürülebilen 1, ancak son çeyrek yüzyılda, özellikle ulaşım ve iletişim teknolojilerinde meydana gelen büyük gelişmeler sonucu insanlığın önemli gündem maddesi haline gelmiş bir süreçtir (Arslanel ve Eryücel, 2013: 24). Küreselleşme, dünyanın küçülmesi ve tek bir yer olarak algılanma anlayışının yaygınlaşması olarak tanımlanmaktadır (Arslanoğlu, 1998: 124-125). Roland Robertson’un yaklaşımıyla en yalın anlamda küreselleşme, dünyanın küresel köy haline gelmesidir (Robertson, 1998: 22). En geniş manasıyla ise küreselleşme, bugün daha çok Kuzey-Batılı zengin ülkelerin siyasal, toplumsal ve kültürel olarak yoksul ülkeler karşısındaki hegemonyacı üstünlükleri şeklinde kullanılmaktadır. Söz konusu ülkelerin koydukları kurallara uyanların küreselleşme çerçevesi içerisinde değerlendirileceği, uymayanların ise dışlanıp yok sayılacağı mantığı ağırlık kazanmaktadır (Talas, 2005: 99-101). Daha genel bir çerçeveden bakıldığında, küreselleşme kapitalizmi de içeren modernliğin, yani, kapitalist modernliğin Batı toplumlarından dünya ölçeğine yayılmasıdır. Bir başka deyişle, küreselleşme modernliğin genişlemesinden başka bir şey değildir (Giddens, 1998: 66-67). Küreselleşme ile ilgili olarak, öncelikle ekonomik alanda kendini gösterdiğinden olsa gerek, ekonomik vurgular ön plana çıkmaktadır. Piyasaların küreselleşmesi ifadesi ile ilk defa sahneye çıkması bunun en açık örneğini oluşturmaktadır. Bugün için gelinen noktada, küreselleşme ile ekonomik ve teknolojik rekabet alanlarında meydana gelen son değişimler kastedilmektedir. Bu husustaki genel kanı bilgi teknolojisinin ayrı ayrı ulusal pazarlardan daha çok küresel piyasalarda yaratıldığı şeklindedir. Bu mantığa ayak uyduran milletlerin diğer uluslar, firmalar, birlikler ve diğer menfaat grupları arasındaki dengeyi değiştirdikleri şeklinde ilave edilecek bir inanış mevcuttur. 1 Konuya tarihsel boyutuyla yaklaşarak, çeşitli küreselleşme dalgalarının ya da dönemlerinin varlığından söz etmek mümkündür. Buna göre birinci küreselleşme dalgası, Batı Avrupa’da kapalı tarım ekonomisinden ticari kapitalizme geçiş ile eş zamanlıdır ve bunun siyasal sonucu, feodal beyliklerin yerini ulus-devlete bırakmasıdır. İkinci dalga ise, itici gücünü sanayileşmede bulan bir aşamaya işaret etmektedir. Bu aşama sanayi üretiminin, zaten uzun süre yetersiz hale gelmiş olan ulusal pazarların üzerinde daha geniş ve güvenli pazarlar bulunmasını zorunlu kılan ve bu yüzden de emperyalizmle sonuçlanan bir aşamadır. Üçüncü küreselleşme dalgası ise, 20. yüzyılın sonunda bilgi, iletişim, ulaşım ve benzeri alanlardaki teknolojik gelişmelerle bağlantılıdır ve siyasal sonucu ulus-devletin konumunun sorgulanmasıdır (Bulut, 2003: 183). [54] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları Küreselleşme ile ilgili analizler incelendiğinde bu türlü yargıların doğruluğunu gözlemlemek mümkündür (Talas ve Kaya, 2007: 151). Küreselleşme, başta ekonomi alanında olmak üzere uluslararası ilişki ve etkileşimlerin önündeki kısıtlamaların minimize edildiği bir süreç olması ve liberal değerlerin yaygınlık kazanmasından ötürü liberalleşmeyi sağlayan süreç (liberalleşme) anlamında da kullanılabilmektedir. Bununla birlikte, kavramın giderek artan bir şekilde evrenselcilik ve emperyalizm gibi kavramlarla ilişkilendirilmesi de söz konusudur. Özellikle emperyalizm anlamındaki kullanılışında son zamanlarda bir artıştan bahsedilebilir. Ekonomik küreselleşme kapsamında, gelişmekte olan ülkeler aleyhine birçok olumsuz gelişmenin görülmesi, evrenselleşmenin Amerikan değerleri etrafında seyretmesi, küreselleşmenin daha çok dünyanın Amerikanlaştığı bir süreç olarak algılanmasının bunda etkili olduğu söylenebilir. Bu görüştekilere göre, isteyerek bütünleşme bir araya gelme çağrışımı yapan ve sevimli bir kavram olan küreselleşme, gerçekte hâkim sermayenin yeni pazarlar oluşturabilmek ve kar hadlerini yükseltebilmek amacıyla yeni şartların avantajlarını kullanmasında maske görevi yapmaktadır (Şahin, 2006: 21). Kültürel küreselleşme ise, ekonomik anlamdaki küreselleşmeden sonra en etkili küreselleşme konularından birini temsil etmektedir. Bir taraftan küreselleşmenin kendisinin bir kültür ürünü olması, bir başka açıdan da kültürün küreselleşmeden etkilenerek değişime uğraması, kültür ile küreselleşme arasında karşılıklı bir ilişkinin var olduğunu ortaya koymaktadır (Talas, 2004: 242). Bir ideoloji olarak ele alındığında ise küreselleşme, ne olduğu kadar ne olmadığı bakımından da önemli hale gelen bir kavram olmaktadır. Bu bakımdan küreselleşme her şeyden önce, toplumsal değişmenin tek şartı, doğrusal süreci ya da son süreci değildir. Yine, küresel iletişim fırsat ve imkânlarının yaygınlaşması, kültürlerin birbirine doğru mutlak olarak yaklaşarak birleşmesini gerektirmez. En nihayet, küreselleşme kesin olarak millî kültürlerin parçalanması veya yok olması demek de değildir (Talas ve Kaya, 2007: 152). Küreselleşmenin siyasi boyutundaki tartışmalarda ise, egemenliğin ve bununla bağlantılı olarak demokrasinin küreselleşmeden nasıl etkilendiği üzerinde durulmakta, ulus-devletin yeni şartlardaki rolünün ne olacağı gündemi belirlemektedir. Bugün, ulus-devlet biçiminin temel unsurları olan; milli egemenlik ve milli kimlik yapılanmasına damga vuran bütüncül mantık tartışılmakta, ulus-devlet modeli işlevsel açıdan yetersizlikle eleştirilmektedir [55] Bülent Şener (Jameson, 2000: 39). Diğer taraftan, küreselleşme bir yandan dünyayı “radikal demokrasiye” taşırken, diğer yandan da demokrasi krizi ya da açıklarına yol açan bir seyir izlemektedir (Habermas, 2002: 27-29). Görüldüğü üzere kimi yazarlar, yaklaşımlarında küreselleşmenin ekonomik boyutunu öne çıkarırken, kimileri de siyasal ya da sosyal-kültürel boyutunu öne çıkarmaktadır. Keza, kimi yazarlar, kendiliğinden gelişen bir süreci ifade etmek için küreselleşme kavramını kullanırken, bazı yazarlar da özellikle gelişmiş bazı ülkelerce kullanılan/biçimlendirilen bir olguyu anlatmak üzere küreselleşme sözcüğüne atıfta bulunmakta ya da nispeten yeni bir gelişmeyi aynı sözcükle isimlendirebilmektedir. Birçok alanda yarattığı etkiler göz önüne alındığında küreselleşme, karmaşıklık, belirsizlik ve çelişkilerle dolu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu haliyle küreselleşmenin sınırları kolayca çizilecek bir olgu olmadığı tüm özellikleriyle ortadadır. Bütün bu çerçeve dahilinde küreselleşme, yerel-evrensel spektrumunda her iki yöne doğru ilerleyen bir süreci tarif etmekte, statik bir yapıdan ziyade son derece dinamik ve değişken bir kavrama işaret etmektedir. Küreselleşme, her geçen gün dünyanın farklı alanlarını nüfuzu altına almaya devam etmekte ve bu sayede bünyesine kattığı yeni açılım ve devinimler ile mevcut yapısını sürekli bir biçimde uyarlamaktadır (Bayar, 2008: 25). Genel bir değerlendirme yapıldığında, disipliner bakış açılarınca küreselleşme kapsamında vurgulanan gelişmelerin; sosyo-ekonomik değişiklerde teknolojinin belirleyiciliği, milli sınırların ayırıcı fonksiyonunda görülen gerileme ve ulus-devletin ortak iç dünya yaratma gücünün azalmış olması, toplumlar arasında özellikle de ekonomi sektöründe görülen ilişki yoğunluğu, bunun tabii bir sonucu olarak toplumlar arası bağımlılığın artması gibi modernizmle kurumsallaşan, sanayi toplumuna has toplumsal ve siyasi yapılanmayı değişime zorlayıcı hususlar olduğu görülmektedir. Yine dikkat çekici olan bir başka husus ise bu gelişmeler ifade edilirken ölçek olarak da tüm dünyaya işaret edilmesidir. İlgilerin, etkilerin ve yankıların dünya çapında olması, bağımlılığın küresel bir ekonomi yaratması gibi (Şahin, 2006: 23). Sonuç olarak değerlendirildiğinde küreselleşme olgusu, bilgiden ekonomiye, kültürden siyasete gibi çok çeşitli alanlarda etkileşim, bağımlılık, birleşme ve bütünleşme şeklinde gelişme, değişim ve dönüşümlere işaret eden çok boyutlu ve karmaşık bir sürece/süreçler bütününe işaret etmektedir. Bu süreç bağlamında küreselleşme olgusu, toplumların, ekonomilerin ve siyasal kurumların yapısında köklü değişiklikler meydana getirmektedir. Küreselleşen [56] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları dünyada sadece kurumlar değil, kurumlara yön ve biçim veren ilkeler, değerler ve tutumlar da hızla değişmeye başlamıştır. Bu hızlı değişim 21. yüzyılı birçok yönden önceki dönemlerden ciddi oranda farklı kılmaktadır (Ener ve Demircan, 2006: 198). Bu bağlamda, küreselleşmenin ön plana çıktığı günümüz dünyasında ulus-devlet ve egemenlik olgularında da buna paralel değişiklikler ve dönüşümler yaşamaya başlamıştır. 2. Temel Unsurlarıyla Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları Ulus-devlet, kurumsallaşmış siyasi iktidar biçiminin somut görünümlerinden biri, ulus ise, ulus-devletin kendini meşrulaştırmada kullandığı bir kavram olarak tanımlanmaktadır (Tekeli ve İlkin, 2000: 118). Ulus-devlet insanların kendi kaderlerini milli politik mekanizmalar ve kurumlar çerçevesinde belirledikleri bir devlet modelini ifade etmektedir. Bu aynı zamanda feodal karakterdeki bir siyasi düzenden, merkeziyetçi özellikleri ağır basan bir siyasi düzene geçişi temsil etmektedir. Aynı dili konuşan, aynı soydan gelen, aynı dine mensup, aynı kültüre sahip, aynı tarihi geçmişi paylaşan, ortak düşmanı veya düşmanları bulunan bir insan topluluğu olarak “millet”in, siyasi olarak örgütlenmiş biçimi olan ulus-devlet, meşruiyet kaynağı olan ulusun etrafında birleştiği bir kurumdur. Ulus-devlet kavramı, feodal nitelikler taşıyan bir yapılanma biçiminden, merkeziyetçi bir temelde gelişme gösteren sosyolojik ve tarihsel bir olguyu temsil etmektedir. Bu bağlamda ulus-devlet; ortak değerler etrafında toplanan ve ulusal politikalarla şekillenen siyasi bir çerçevede yaşayan ve fikir beyan eden milletlerin bir arada yaşadığı siyasi bir düzen olarak da ifade edilebilmektedir (Özyakışır, 2006: 78). Yukarıda da dikkat çekildiği gibi ulus kavramı, bir siyasi aktör olarak ulus-devletin, kendini meşrulaştırmada ve egemenlik gücünün temelini oluşturmada kullandığı bir kavramdır. Ulusu izaha yönelik farklı parametrelere dayanan yaklaşım ve teorilerin buluştuğu ortak nokta, modern anlamıyla ulusun, kültürel ve siyasi boyuta sahip bir olgu olduğudur. Buna göre ulus; ulus-devlet modelinde, bir yandan homojen kültürel birim olarak toplumsal yapının; öte yandan da egemenliğin kaynağı ve sahibi olarak siyasi sistemin temelinde yer almaktadır. Bu husus modern manada ulus fikrinin doğmasıyla modern devletin ulus-devlet şekline büründüğünü göstermektedir (Habermas, 2001: 80-81). Ernest Gellner’e göre ise, modern ulus, modern devletle birlikte oluşan tarihsel bir kategori ve siyasal/toplumsal örgütlenme biçimidir (Gellner, 1998: 9-12). Diğer bir deyişle ulus, sanayileşme süreci sonucunda ortaya çıkmış bir ihtiyacın [57] Bülent Şener ürünüdür. Uluslar koşullara bağlı olarak oluşurlar ve bir zorunluluktan doğmazlar. Bu bağlamda Gellner, biri kültürel ve diğeri iradi duruma ilişkin iki geçici tanım yapmaktadır: İlkinde, iki insanın ancak düşünceler, işaretler ve çağrışımlar, davranış ve iletişim biçimleri anlamında bir kültürü paylaşıyorsa aynı ulustan sayılacağı, ikincisinde ise ancak ve ancak birbirlerini aynı ulusun üyesi olarak tanıyorlarsa aynı ulusun üyesi sayılacaklarını, yani ulusları insanların yarattığını ve ulusların insanların kendi inanç, sadakat ve dayanışmalarının ürünü olduğunu ifade etmektedir (Gellner, 1992: 26-28).2 Kurulma süreçleri farklı olmakla birlikte3, toplumsal ve siyasi zemin olarak ulus-devlet yapılanmasının temelinde ulusun oluşu, uluslararası sistemin bu esasla işlemesi, çoğu alanda klasik ulus-devlet politikaları olarak nitelendirilen benzer uygulamaların hayata geçirilmesi standart denilebilecek bir yapı ortaya çıkarmaktadır. Sözgelimi, bir ulus inşa etme ve milli kimlik oluşturma süreci bütün ulus-devletlerde yaşanmaktadır. Yine iç ve dış egemenliğe büyük önem verilmekte, üniter bir mantık, en azından teritoryal ve dilsel esaslarda kurumsallaştırılmak istenen tek biçimlilik modelin zaruri gereği olarak her yerde kendini göstermektedir (Şahin, 2006: 92). Öyle ki yapısal anlamda üniterlik taşımayan örnekleri de dahil bütün ulus-devletlerde ulus olmanın gereği olarak ortak tarih, kimlik, paylaşılan değerler ve üst kimlik 2 3 Gellner’e göre, modern öncesi toplumlarda elitlerle üretici sınıflar arasında kesin bir sınır bulunmaktadır ve bu sınırı aşmaya yardımcı olabilecek bir ideolojinin geliştirilmesi mümkün değildir. Ancak endüstrileşme ile birlikte ortaya bir türdeşleşme ihtiyacı çıkmıştır ve milliyetçilik/ulusçuluk bu türdeşliğin ideolojisidir. Endüstriyel toplum, okuma yazma bilen ve teknolojiyi kullanabilen bir nüfusa ihtiyaç duyar ve ulus-devlet, “kitlesel, kamusal, zorunlu ve standart eğitim sistemini destekleme yoluyla böyle bir iş gücünü sağlayabilme yetisine sahip tek ajandır.” Buradan hareketle, ulusçuluk/milliyetçilik daha önceleri yerel düzeyde küçük gruplar tarafından kendilerine özgü bir biçimde yeniden üretilen folk kültürlere dayalı yerel grupların karmaşık yapısı yerine, her şeyden önce yukarıda sözü edilen bu tür bir ortak kültürün bir arada tuttuğu, birbirlerinin yerini alabilecek atomize bireylerin oluşturduğu, anonim, kişisel olmayan bir toplumun kurulmasıdır (Gellner, 1992: 107-108) Kendilerini tek bir ulusun üyesi olarak algılayan bireylerin ulus olarak kurgulanış biçimlerini ve buna bağlı olarak da ulus-devlet yapılarını üç temel gruba ayırmak mümkündür. Birinci grupta yer alan ulus-devletler, Avrupa ve yakın çevresi merkezli olarak kurgulanmışlardır. İkinci grupta yer alan ulus-devletler, Amerika kıtasında gözlenen ve yerli halka karşı uygulanan soykırım neticesinde çeşitli coğrafi bölgelerden gelen göçmenlerin bir araya gelmesi sonucunda kurgulanmışlardır. Üçüncü grupta yer alan ulus-devletler ise, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imparatorlukların sarsılması ile bağımsızlıklarını kazanarak ortaya çıkmışlardır. Her üç grup ulus ve ulus-devlet kurgusunun yapılanma biçimi kendine özgü ve kendisini diğer grubun kurgusundan ve yapılanma biçiminden belirgin bir biçimde ayıran nitelikler içermektedir. Bu nitelik farkları her grubun oluşumundaki özgül koşullardan kaynaklanmıştır (Erözden, 1997: 9). [58] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları kesinlikle vardır ve sonuçta merkezi bir siyasi çatı mutlaka tesis edilmektedir. Yaklaşık iki asırdır tüm ulus-devletlerde görülen bu özellikler üniter, entegre ve milli egemenlik esaslarına sahip siyasi bir düzeni ulus-devletle adeta özdeşleştirmiştir. (Hobsbawm, 2003: 104) Bütün bu çerçeve dahilinde, 19. yüzyılda yayılan tarihsel ve sosyolojik bir olgu olan ulus-devletin, insanların kendi kaderlerini milli politik mekanizma ve kurumlar çerçevesinde belirleme fikrine ve yeteneğine dayandığı, tarihsel süreçte sosyolojik bir olgu olarak merkeziyetçi özellikleri ağır basan bir siyasi düzene geçişi temsil ettiği, aynı dili konuşan, aynı soydan gelen aynı dine mensup, aynı tarihi geçmişi paylaşan ortak düşman veya düşmanları bulunan bir topluluk olarak ulusun siyasi ve toplumsal örgütlenmesi şeklinde kurumsallaştığı söylenebilir. Bu özelliklerinden hareketle ulus devleti; sınırları belirlenmiş bir toprak parçası üzerinde güç kullanma tekelini elinde bulunduran, yönetimi altındaki halkı ortak dil, kültür, mitler ve değerler yaratarak birleştirmeyi amaçlayan, siyasal ve toplumsal manada ulus üzerine tesis edilmiş bir devlet biçimi olarak tanımlamak mümkündür (Şahin, 2006: 113). Ulus-devlet, kendi egemenliği altındaki alanları, sınırlar vasıtasıyla diğer egemen ülke topraklarından ayırmaktadır ve bu alan içinde herhangi başka bir egemenlik kaynağı veya unsuru kabul etmemektedir. Devlet, kendi sınırları dahilinde yasa tekeline ve zamanlama gücüne sahip bulunan otoritedir. Devletin otoritesi ülkede bulunan herkesi kapsamakta; ülkede bulunan herkes, devlet gücü dışında herhangi bir otoriteyle karşı karşıya kalmamaktadır (Cebeci, 2008: 24-25). Diğer bir deyişle, ulus-devletin bir siyasal kurum olarak etkinliği büyük ölçüde toprakları üzerindeki egemenliğine bağlıdır. Bu da sınırlarından geçen bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetimi yoluyla sağlanmaktadır (Tekeli ve İlkin, 2000: 118). Devlet herhangi bir yabancı uyruklunun ülkesine girmesine veya kendi vatandaşının ülkeden ayrılmasına, yani sınır dışından sınır içine, içeriden de sınır dışına çıkışlara izin vermeme hakkına ve yetkisine sahiptir (Cebeci, 2008: 25). Ulus-devletin, ulus egemenliği çerçevesindeki tanımına ilişkin tarihsel süreç 12. yüzyıla kadar uzanmakla birlikte, Westphalia Antlaşması’nın konuya ilişkin bir dönüm noktası oluşturduğu kabul edilmektedir (Davutoğlu, 2003: 48). 1648’de imzalanan Westphalia Antlaşması, ulus-devletin uluslararası düzendeki yerini göstermesi ve kendi sınırları içinde nasıl bir güce sahip olduğuna işaret etmesi bakımından bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Westphalia modeline göre, devletler, devletlerarası hukukta eşit özneler olarak [59] Bülent Şener yer alan siyasi aktörlerdir (Bulut, 2003: 185). Ulus-devlet ve egemenliğe çizdiği bu çerçevenin yanında “toprak” ve “otorite”, Westphalia Antlaşması’nın ortaya koyduğu ve bu anlamda klasik egemenliğe damgasını vuran iki unsur olarak ön plana çıkmıştır. Westphalia Antlaşması ile birlikte otorite ve sınır arasında doğrudan bir irtibat kurulmuştur. Devletin otorite kullanımı ile ulusal egemenlik alanlarını ayıran kesin bir hat olarak görülen sınır arasında kurulan bu ilişki biçimi, ulusal egemenlik açısından yeni bir durumu ifade etmektedir. Geçmiş dönemlerde de benzer hukuki standardizasyonlara rastlanmasına karşın, Westphalia Antlaşması ile birlikte otorite ile toprak ve sınır arasındaki kesin hatlarla belirlenmiş bir bağımlılık ilişkisinin kurulmuş, ulus-devlet ile egemenlik alanı arasındaki bağımlılık ilişkisi açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur (Davutoğlu, 2003: 48). Egemenlik kavramı, literatüre ilk defa, kavramı tanımlayan ve sistemleştirerek onu bir teori haline getiren ünlü Fransız hukukçu Jean Bodin’in “Devletin Altı Kitabı” (Les Six livres de la République) adlı eseriyle girmiştir. Bu eserinde Bodin egemenliği, ülke üzerinde yaşayan bütün insanlar (vatandaşlar ve teba)üzerinde kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar olarak tanımlamıştır (Ağaoğulları ve Köker, 2004: 26). Bodin ortaya attığı egemenlik kuramını sistematik bir hale getirmek için, egemenliğin niteliklerini ve sınırlarını şöyle belirtmiştir (Ağaoğulları ve Köker, 2004: 26-43): Egemenlik mutlaktır: En yüksek yönetme erki olan egemenlik bir başka güç tarafından sınırlandırılamaz ve toplumdaki diğer iktidar odakları egemenden kaynaklanırlar yani onun izin verdiği ölçü ve süre içerisinde vardır. Egemenlik süreklidir: Egemen ile yöneticiyi sert bir çizgi ile ayıran Bodin’e göre, süreyle kısıtlı olan ya da istendiği zaman geri alınabilen bir iktidar egemenlik değil, sadece bir yetkidir. Egemenlik bölünmez, devredilmezdir: Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu, onun “bir” olmasını gerektirir. Bundan ötürü, egemenlik parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir prenste, bir azınlıkta ya da toplumun tümünde olabilir.4 4 Egemenliği bu denli güçlü ve tek bir yapı olarak gören Bodin, bununla birlikte egemenlik alanında belirli sınırların varlığını da kabul etmektedir. Bunlar: 1) Tanrısal ve Doğal Yasalar Sınırlaması: Bu sınırlama ile Machiavelli’yi eleştiren Bodin’e göre egemen, tanrısal ve doğal yasalarla bağlıdır ve bu yasalara karşı gelmek en ağır suçu işlemek anlamına gelmektedir. 2) Temel Yasalar Sınırlaması: Temel yasalar ya da üstün yasalar, egemenin uymak zorunda olduğu yasalardır. Egemen bu yasaları değiştiremez ya da kendisini dışında bırakamaz, yani tahta geçen bir kral, bu geçişteki ardıllık ilkesini kaldıramaz. 3) Ekonomik Sınırlama: Bodin’in egemenlik [60] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları Stephen D. Krasner egemenliğin farklı boyutlarına dikkat çekmiş ve kavramı dörtlü bir tasnife tabi tutmuştur (Krasner, 1999: 3-5): 1) İç egemenlik: Bir devlette kamu otoritesinin örgütlenmesi ve bu otoritenin denetim mekanizmasına, kontrol gücüne sahip olması. 2) Sınır ve karşılıklı bağımlılık egemenliği: Kamu otoritesinin sınır aşan hareketlerini de denetleyebilme kabiliyeti. 3) Uluslararası hukuk egemenliği: Devletlerin birbirlerini tanımaya dayalı egemenlik alanı. 4) Westphalian egemenlik: Dış aktörlerin iç otorite konfigürasyonuna müdahale edememesi. Bu sınıflandırmaya göre bir ülkenin kendi içinde iç egemenliği; sınırlardaki geçişleri kontrol edebilmeye dayalı sınır egemenliği; uluslararası egemenlik bakımından karşılıklı olarak tanınmışlığa dayalı uluslararası egemenliği; bu ulus- devletin ulusal egemenlik alanına başka bir egemenin müdahale edememesine dayalı egemenliği gibi farklı boyutlar söz konusu olmaktadır. Bununla birlikte bir ülkede bu dört unsurun tamamının bir arada bulunmasının olanaksız olduğu durumlar da söz konusu olabilmektedir Örneğin herhangi bir uluslararası örgüte üyelik, hukuk egemenliğini çok fazla etkilemez iken, Westphalian egemenliği büyük ölçüde ortadan kaldırabilmektedir (Davutoğlu, 2003: 49-50). Yukarıda da dikkat çekildiği gibi egemenlik kavramı, 16. yüzyılda, Avrupa’da feodaliteden ulus-devlete geçiş sürecinde ortaya çıkmıştır. Jean Bodin ve Thomas Hobbes’un düşünceleri üzerine kurulan klasik egemenlik teorisi, egemen gücün “mutlak”, “sürekli” ve “bölünmez” nitelikte olduğu görüşünü ileri sürmektedir. Egemen güç, yetkisini kullanırken, ne kendisine eşit ne de kendisinden üstün herhangi bir güce tabi değildir. Egemenlik, bir kişide, bir azınlıkta veya halkın çoğunluğunda toplanabilir. Önemli olan egemenliğin bölünmemesi, tek bir kişi ya da organda toplanmasıdır. Bir devlette, tek bir egemen güç olmalıdır. Devlet içinde birden çok egemen güç varsa; kilise, feodal beyler veya başka güçler egemenlik iddiasında bulunuyorlarsa, böyle bir düzenin ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Gerçekte, böyle bir durumda, egemen bir devletin varlığından da söz edilemez (Uygun, 2003: 250). Avrupa’da, siyasal iktidarın bölündüğü bir sistemi ifade eden feodalizmden ulus-devlete geçişte önemli rol oynayan bu anlayışa göre, anlayışının belki de en çelişkili boyutunu oluşturan bu sınırlamaya göre, özel mülkiyet doğal hukukun ayrılmaz bir parçasıdır ve egemen bu hakka uymak zorundadır. [61] Bülent Şener dönemin mutlak monarşileri gerçek egemen devletlerdi. Çünkü, egemenlik, mutlak, bölünmez ve sınırlanamaz nitelikleriyle bir tek kişiye, monarka aitti. Egemen gücü, ne ülke içinde ne de ülke dışında sınırlayan bir güç yoktu. Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları’nın ardından yapılan Westphalia Barışı (1648), bu egemenlik anlayışını temel almıştır. Westphalia modeli, dünyanın egemen devletlerden oluştuğu görüşüne dayanmaktadır. Devlet üstü otoriteler etkisini yitirmiş, Papalık kurumu barış antlaşması sürecinden dışlanmış, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dağıldığı kabul edilmiştir (Uygun, 2003: 250). Böylelikle, Oral Sander’in de dikkat çektiği gibi, bundan sonra Avrupa, kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen, serbestlik içinde ittifaklar kuran ve bozan, savaş ile barış arasında, güç dengesi kurallarına göre durum değiştiren, elçi gönderip kabul eden bağımsız ve özgür devletlerden oluşacaktır (Sander, 2005: 100-101). Egemenlik kavramına ilişkin sınır-otorite ilişkisi ve karşılıklı tanımaya dayalı anlayış tarihsel süreçte, 19. yüzyılla birlikte Hegel’in katkılarıyla sistematik bir bütünlük kazanmıştır. Takip eden süreçte İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya genelinde standartlaşan bir ulus ve ulus-devlet anlayışının kabul görmesi yönünde ilerlemeler devam etmiştir. Bu noktada Max Weber’in egemenlik tanımı dikkat çekicidir. Weber’e göre modern devletin ayırt edici özelliği, belirli bir sınır dahilinde meşru şiddet tekeline sahip olmasıdır. Küreselleşme sürecinde egemenliğe ilişkin meşru şiddet tekeline dayalı modern devletin egemenliği fikrinin hala geçerliliğini sürdürüp sürdürmediği ve bu anlamda egemenlik anlayışının ne şekilde dönüşmekte olduğu konusu önem arz etmektedir (Davutoğlu, 2003: 49-50). Westphalia modelinin 1648’den 1945’e kadar sürdüğü söylenebilir. Bu dönem, aynı zamanda, evrensel insan hakları anlayışının sistemli biçimde ortaya çıktığı ve anayasalara yansıdığı dönemdir. Fakat, evrensellik ilkesinin kabul edilmesine rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar, insan hakları her devletin kendi iç işi olarak görülmüş, bu hakların her zaman ve her yerde uygulanmasını sağlayacak uluslararası ya da küresel örgütlenmelere gidilmemiştir. İnsan hakları politikası da dahil olmak üzere, devletlerin kendi ülkelerindeki kişi ve topluluklar üzerinde tek başına yetkili oldukları, kendi yasalarını ve kurumlarını diledikleri gibi düzenleyebilecekleri kabul edilmiştir (Uygun, 2003: 251). [62] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları 3. Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olgularının Aşınması Literatürde, ulus-devletin gücünü kaybettiği ve hatta ulus-devletin sona erdiğini yazan birçok kitap ve makale vardır. Burada merkez tema şudur: Ulusdevletler ulusal ekonomilerini, paralarını, toprak sınırlarını, hatta kültür ve dillerini kontrol etme yeteneğini kaybetmiştir. Makro güç, ulus-devletlerin elinden çıkarak, küresel pazarın, ulus-ötesi firmaların ve küresel hale gelmiş iletişim kanallarının eline geçmiştir (Konak, 2011: 151). Ulus kavramı üzerine inşa edilen ulus-devlet, küreselleşme sürecinde gerek meşruiyet kaynağının dönüşümü açısından gerekse küreselleşmenin yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel etkiler açısından süreçten en çok etkilenen kurum olarak ön plana çıkmaktadır (Cebeci, 2008: 24). Öncelikle belirtmek gerekir ki, küreselleşmenin ulusal devleti sorunlu bir hale getirip getirmediği konusunda çok sayıda farklı görüş mevcuttur. Örneğin Robert Cox küresel bir “prestroika”ya atıfta bulunarak Westphalia’nın mirası olan bağımsız devletler sisteminin çöktüğünü ve bunun yerini Ortaçağ Avrupasının çok düzeyli (multi-level) düzeninin aldığını belirtmektedir (Payne, 2003: 215). Benzer şekilde, Dani Rodrik küreselleşmenin, sosyal ve politik gerilimlere yol açarak, ulus- devlet olgusunu sorunlu hale getirdiğini iddia etmektedir (Rodrik, 2003: 379-383). Diğer taraftan, Cox ve Rodrik’ten farklı olarak, A. D. Smith ise küreselleşmenin milliyetçiliği olumsuz yönde etkilemediğini dolayısıyla da ulus-devletler sisteminin bir krizle karşı karşıya olmadığını söylemektedir. Smith’e göre sorun, alt-etnilerin bir kimlik talebiyle ortaya çıkarak yeni bir devlet kurma yönünde baskı yapmalarından kaynaklanmaktadır(Smith, 2002: 113-114). Benzer şekilde Robert Gilpin de, ekonomik bir küreselleşmenin varlığını kabul etmekle birlikte, ulus- devletin bu yapı içinde varlığını sürdüreceğini ileri sürmektedir (Gilpin, 2003: 349-358). Gelinen bu noktada özellikle ulus-devlet açısından küreselleşmeye ilişkin yaklaşımları üçlü bir sınıflandırmaya tabi tutmak mümkündür. Bu sınıflandırmanın birinci kategorisini, küreselleşmenin ulus-devleti ve ulusallığı zayıflattığı/yok ettiği dolayısıyla ulusları uluslararası sermayenin hegemonyasına soktuğunu ileri süren yaklaşım oluşturmaktadır İkinci kategori, küreselleşmenin dünyanın geleceği için zorunlu bir sonuç oluğunu ve küresel yeni dünya düzeninin olanaklarından yararlanılması gerektiğini savunan küreselleşme yanlılarının oluşturduğu yaklaşımdır. Üçüncü kategori ise, doğal olarak ulus-devletin küreselleşme karşısındaki konumunu esas alarak, [63] Bülent Şener küreselleşmeye karşı ya da taraf olma konusunda temkinli olan, hatta diğer iki yaklaşımı oluşturan temel tezleri reddeden yaklaşımdır. Bu üçlü sınıflama, “küreselleşme karşıtları (kuşkucular)”, “aşırı küreselleşmeciler (radikaller)” ve “dönüşümcüler” şeklinde formüle edilebilir (Esgin, 2001: 187). Küreselleşmeye ilişkin tartışmalar, ağırlıklı olarak, ulus-devletin ortaya çıkışını sağlayan kapitalist sürecin günümüzde ulus-devleti ortadan kaldırmaya veya dönüştürmeye çalışan bir hal aldığını göstermektedir. Kapitalizmden ayrı düşünülmesi olanaksız olan küreselleşmenin, bu aşaması en çok geleneksel anlamdaki ulus-devleti tehdit eder durumdadır (Esgin, 2001: 185). Küreselleşme temelli tartışmalardan da anlaşılacağı üzere, ulus-devletin tarihsel süreçteki oluşumunu sağlayan büyük kapitalist dönüşüm, bu sefer de yeni ve belli ölçülerde farklı etkilerle, ulus-devletin meşruiyetini azaltma/yok etme amacıyla kendini göstermektedir. Küreselleşmenin kapitalizmin bir aşaması olduğu düşüncesinin haklılığını ortaya koyan bu sav, birçoklarınca emperyalizmin ya da kapitalist mantığın kendini yenilemesinin bir önkoşulu olarak kabul görmekte, küresel kapitalizmle ulus-devlet ilişkisinin açıklanmasında hâkim olan bir bakış açısı oluşturmaktadır. Bu bağlamda, küreselleşme yeni bir olgu değil, sadece yeni bir terim ya da kavramsallaştırma olarak yüzyıllardır süren sistemin/emperyalizmin bizatihi kendisi; emperyalizm denen olguya saygınlık kazandırma, emperyalizmin karşısında çaresizlik yaratma çabası olarak da görülebilir (Boratav, 1997: 23). Ali Yaşar Sarıbay’a göre, kapitalizm son kertede ulus-devlet bütünlüğünü parçalamakta, ulus-devletin dayandığı hem siyasal topluluğun sosyolojik niteliğini hem de topluluğun meşru kıldığı egemenliği dönüştürmektedir (Sarıbay, 1998: 16). Bu durum, Samir Amin’in de belirttiği gibi dünya kapitalizmini iki çelişkisidir. Birincisi, bir yandan birikimi yöneten ekonomik güçlerin ağırlık merkezleri tek ülkenin sınırlar dışına çıkartılması iken; ikincisi, tüm sistemin yönetilmesinde bağdaşım sağlayacak dünya düzeyinde siyasal, toplumsal, ideolojik ve kültürel bir çatının olmayışıdır. Bunun siyasal boyutunda kriz yönetimi çelişkinin ikinci ayağını –devleti– toplumun “piyasa” tarafından yönetilmesinin tek yolu olduğunu kabule zorlayarak bastırma çabasına dayanmaktadır ve kapsamlı devlet karşıtı ideoloji ve uygulamalar bu mantığın parçalarını oluşturmaktadır (Amin, 1999: 10). Görüldüğü üzere, ulus-devlet ve küreselleşmenin köken olarak kapitalist sermaye birikimiyle ilişkilendirilmeden ele alınamayan, kapitalizmin devamı ve farklı aşaması olan kavramlar olduğu sonucuna erişilmektedir. Ancak [64] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları aralarındaki bu köken birliğine rağmen, küreselleşme ile ulus-devlet arasında bir gerilimin olduğu yadsınamaz (Şaylan, 2003: 316-317). Harmut Behr’e göre küreselleşme sürecinde devletler iki önemli meseleyle karşı karşıya kalmışlardır ki buna ‘küreselleşmenin paradoksu’ denmektedir. Bunlar; ülkeselliğin çözülmesi (deterritorialisation) ve devletin (statehood) dönüşmesidir. Küreselleşme sürecinde ulus-aşırılaşma her şeyden önce ülkeselliğin sosyal-politik fonksiyonunu değiştirmiştir. Bu değişim, sınırların ülkesellikle olan bağını zayıflatmış ve özellikle güvenlik konularında sınırların artık bir önemi kalmamıştır. Ülkeselliğin çözülmesiyle birlikte ulusaşırı aktörler devletlerin sınır fenomenine ve ulusal yönetimlerin tekerine çomak sokmakta; sınırların da güvenliği sağlamadaki etkinliği şüphe götürür hale gelmekte ve sonuç olarak, artık tehditler ulus-aşan bir formda karşımıza çıkmaktadır (Behr, 2008: 360). Daha önce de dikkat çekildiği gibi, ulus-devletin bir siyasal kurum olarak etkinliği büyük ölçüde toprakları üzerindeki egemenliğine bağlıdır ve bu da sınırlarından geçen bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetimi yoluyla sağlanmaktadır. Denetim gücünü diğeri ile paylaşması ya da egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması (bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetim gücünü aşamalı olarak yitirmesi), ulus-devletin krizini gündeme getirmektedir. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı kullanabilme yetisi ya da “ulus-devletin özerkliği” nitelemeleri işte bu noktada önem kazanmaktadır. Çünkü, egemenlik/özerklik kaybına neden olan dönüşümler, öncelikle ulus-devletin kendi varoluş koşullarını hedef almaktadır. Ulus-devletin meşruiyet kaybı ulus-devlet aleyhine, ötekinin lehine sonuçlar doğururken, ulus-devleti meşrulaştıran “ulus”u, amaçsız ve kimliksiz bir yapıya sokacaktır (Esgin, 2001: 186). Ulus-devlet olgusunun meşruiyet kaybını dünya düzeyinde büyük dönüşümler sonucu ortaya çıkan bunalımlara ve dolayısıyla küreselleşmeye bağlamak, küreselleşmenin tanımı gereği zorunludur. Çünkü küreselleşme, doğrudan ekonomik güçler hâkimiyetinin/uluslarüstü sermaye gücünün bunalımdan çıkmak için toplumsal, siyasal, kültürel ve teknolojik alanlara yeni anlamlar katma, dünyayı tek bir pazar haline dönüştürme çabalarıyla ilintilidir. Bunalımdan çıkmak için öncelikle dünyanın yaşamaya başladığı dönüşümü kavrayabilmek gerekiyordu. Bunun için değişik senaryolar geliştirilmeye başlandı. Ortaya konulan senaryolar yaşanan bu dönüşümün dört farklı yönüne işaret etmektedir. Bunlardan birincisi sanayi toplumundan bilgi toplumuna, ikincisi Fordist üretim biçiminden esnek üretim biçimine, üçüncüsü [65] Bülent Şener moderniteden postmoderniteye, dördüncüsü ise ulusal devletler düzeyinden küreselleşmiş bir dünyaya geçiş üzerine yoğunlaşmaktadır (Tekeli ve İlkin, 2000: 119). Diğer senaryolara bağlı olarak gelişen ve hepsinden daha etkili olan dördüncü senaryonun gelişimi, ekonominin ulusötesi bir ekonomiye doğru metamorfoz geçirmesini sağlamaktadır. Bu süreçte asıl önemli olan, dünya çapında sermaye akışlarının hızlanması ve ulusal ekonomik koşulların küresel düzeyde birbirine bağlı sermaye piyasaları tarafından belirlenmesidir. Jürgen Habermas’a göre, günümüzde artık devletlerin sınırları içine gömülü olan ulusal ekonomilerden çok, piyasalar içine gömülü olan devletler söz konusudur (Habermas, 2000: 204). A. Yaşar Sarıbay’a göre, ulus-devletin krize düşmesi ya da gücünün azalması “ulusun niteliğinin değişmiş olması ve buna bağlı olarak, devletin niteliğinin değişmiş olması” nedenlerine bağlanarak açıklanmaktadır (Sarıbay, 1998: 15). Habermas’a göre esasen bu nitelik değişmesi ulus-devletin ayrıcalıklarının erozyona uğraması biçiminde üç boyutta gerçekleşmektedir (Habermas, 2000: 205-206): Devletin kontrol kapasitesinin azalması ya da diğer bir ifadeyle özerklik kaybı: Bu kayıp, başka şeylerin yanı sıra devletin kendi vatandaşlarını öteki aktörler tarafından alınan kararların ya da kendi sınırları dışında oluşan süreçlerin dolaylı etkilerine karşı yeterli bir biçimde korumak için artık kendi güçlerine dayanamayacağı anlamına gelmektedir. Karar alma süreçlerinin giderek artan meşruiyet kaybı ya da demokratik meşruiyet açığı. Meşruiyeti sağlamaya hizmet eden yönetsel ve örgütsel işlevlerle ilgili giderek artan bir yönetsel yetersizlik. Habermas’a göre bu üç boyutun etkisi ulusal hükümetlerin, yurtiçi ekonomiyi idare etmeye yönelik var olan mekanizmaların tümünü seferber etme, ekonomik büyümeyi hızlandırma ve meşruiyetleri için gerekli temelleri sağlama gücünü kaybetmesine neden olmaktadır (Habermas, 2000: 206). Modern devletin temel dayanağı olan egemenlik kavramı bugün ülkeler arasındaki sosyal ve politik ilişkileri açıklamada yetersiz kalmaktadır. Klasik anlamda egemenlik, ülkenin iç ve dış ilişkilerindeki mutlak gücünü ifade etmektedir. Bugünkü dünyada ise artık ulus-devlet, karar alma mekanizmasının yegane aktörü olma noktasında gücünü büyük ölçüde yitirmiştir (Cebeci, 2008: 27). İçinde bulunduğumuz dönemde egemenliğin sarsılmaya başladığını ve belki de tarihinde ilk kez akut bir krizin içinde olduğunu da kabul etmek gerekir. En azından egemenliğin her yerde hazır ve her şeye kadir olduğu [66] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları söylemi bugün geçerliliğini yitirmiştir. Westphalian egemenlik ile ilgili yaratılan/üretilen bazı mitler yıkılmaya yüz tutmuştur (Özlük ve Doğan, 2010: 132) Örneğin devlet egemenliğinin geçilmez sınırlar yarattığı ve Weberci anlamda devletin/egemenliğin meşru şiddet kullanma tekelini elinde bulundurması miti sorgulanır hale gelmiştir (Ferguson ve Mansbach, 2007: 913). Özellikle Soğuk Savaş süresince kutsanan egemenliğin devletin sermaye, mallar, insanlar, şirketler ve bilgi akışı üzerindeki hâkimiyetini kaybetmeye başlamasıyla krizde olduğu vurgulanmaktadır (Philpott, 2001: 298). 1970’lerin ortasından başlayan bu krizle Westphalian sistem hiç görülmemiş şekilde saldırı altında kalmıştır. Egemenliğe dair bu saldırının başlaması ve ona ilişkin mitlerin sorgulanması sürecinde küreselleşmenin önemli bir yeri vardır (Özlük ve Doğan, 2010: 132). Küreselleşme sürecinde yaşanan pek çok gelişme, artık egemenlik açısından farklı bir noktaya gelindiğine işaret etmektedir. Bu süreçte federalizmin, kuvvetler ayrılığının, hukuk devletinin, insan haklarının, uluslararası hukukun, uluslararası, uluslarüstü örgütlerin, çokuluslu şirketlerin ve sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkmasıyla “mutlak”, “sınırsız”, “tek”, “bölünemez” ve “devredilemez” gibi niteliklerle anılan klâsik egemenlik anlayışının savunulması imkânsız hale gelmiştir (Arslanel ve Eryücel, 2013: 24). Günümüz şartlarında herhangi bir devletin mutlak egemenliğe sahip olması adeta imkânsızdır. Çünkü küreselleşme sürecinde hükümetlerin tek başına karar alıp düzenleme yapabilecekleri alan ve konular sürekli azalmaktadır. Bu gelişmeden hareketle, küreselleşmeyle yerel egemenlikte meydana gelen başlıca değişikliğin; bütün ülkelerin yerel egemenlik alanlarında görülen daralma olduğu söylenebilir. Daralmanın temel sebebi ise, küresel bir topluluğun ve uluslararası hukukun kurumsallaşmasıdır. Bu çerçevede, milletlerarası sözleşmelerle uluslararası resmi kuruluşlar (ulus-devletler aleyhine) yetki alanlarını hızla genişlemekte, uluslararası hukuk güçlenmekte ve her ülkede birçok konuda düzenlemeler ve otoriteler uluslararası anlaşmalar çerçevesinde oluşturulmaktadır (Şahin, 2006: 126-127). Uluslararası hukukta görülen genişleme, uluslararası ilişkilerdeki yoğunlaşma, uluslararası örgütlerin sayısındaki artış ve kararların bağlayıcılık kazanması daha çok ekonomik küreselleşmeyle alakalıdır. Dolayısıyla yerel egemenlikteki daralma daha çok ekonomi bağlamında cereyan etmektedir. Bu noktada, güney ülkelerinin çarpık ekonomik küreselleşme dolayısıyla daha çok konuda ve edilgen bir şekilde uluslararası iş birliğine girdikleri düşünüldüğünde [67] Bülent Şener yerel egemenlik aşınmasının bu ülkelerde daha güçlü seyrettiği söylenebilir. Daralmanın bir diğer sebebi olarak da iktidar erimesi gösterilebilir. Neo-liberal esaslar doğrultusunda devletin yeniden yapılanmakta oluşu iktidar erimesini hızlandırmış, yönetişim düşüncesi ile iktidar gücündeki dağılma kurumsal bir çerçeve kazanmıştır. Son zamanların egemen politik yaklaşımı olan minimal devlet oluşturma; her şeye hâkim olup gelişmeleri kontrol etmek isteyen klasik egemenlik anlayışından oldukça farklı bir bakış açısının sonucudur (Hirst ve Thompson, 2003: 23). Ulus-devlet güçlü bir merkezi egemenliğin gerektiği dönemlerin ürünü olan bir örgütlenme olarak bu dönemlerde devletin siyasi ve toplumsal homojenliği sağlayabilmesi için tüm kaynaklara sahip ya da yönlendirici olması gerekli görülmüş ve klasik egemenlik anlayışı sayesinde buna uygun bir yapılanma sağlanmıştır. Oysaki serbest ekonomi, özelleştirme, yerel idarelere yetki aktarımı, üçüncü sektörün (gönüllülük/sivil toplum) gelişmesi ve demokratikleşme gibi faktörler, devletin görev ve fonksiyonlarını azaltarak yerel egemenlikte daralmaya ve iktidar erimesine sebep olmuştur. Bu kapsamda, devletin görev ve fonksiyonlarını mümkün mertebe piyasaya bırakması amacıyla sürdürülen özelleştirme politikalarının, iktidar erimesinde başlıca rolü oynadığı, yerel egemenliği klasik yapı ve anlamının dışına çıkardığı söylenebilir sonucudur (Hirst ve Thompson, 2003: 203-209). Küreselleşme sürecinde, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesi ve neoklasik düşüncenin dünyada hızla yayılmasıyla küçük devlet olgusu yükselmiş ve bu anlamda devletin egemenlik alanı bir taraftan kısıtlanırken diğer yandan büyük ölçüde dönüşüme uğramıştır. Diğer taraftan, küreselleşmeye ilişkin dikkat çekilmesi gereken bir diğer önemli nokta ise söz konusu olgunun kendi kurumlarını ve değerlerini inşa etmesidir. Bunun sonucunda küreselleşme, süreç içerisinde kendi devletini inşa eder duruma gelmiştir. Artık günümüzde devletlerin, dünyadan izole bir şekilde politika inşa etmesi olanaksız hale gelmiştir. Burada devletin politika inşa sürecinde devreye giren veya klasik anlamda ulus-devlet ve egemenliğini tehdit eden üç temel aktörden bahsedilebilmektedir. Bu aktörler; çok uluslu şirketler, uluslararası ve ulusüstü kuruluşlar ve küresel sivil toplum kuruluşlarıdır. Bunlar, bir taraftan küreselleşmenin sonuçları olarak ortaya çıkarken, diğer yandan küresel dünya düzeninin şekillenmesinde rol oynayan aktörler olarak dikkat çekmektedirler (Cebeci, 2008: 23). [68] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları Küreselleşme sürecinde, ulus-devlet ve klasik egemenlik anlayışının aşınmasına neden olan etmenlerin başında ilk olarak çok uluslu şirketler ön plana çıkmaktadır. Özellikle 1980 sonrası dönemde etkinlikleri hızla artan bu şirketler, ulus-devlet egemenliğini tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Dünya Bankası yapılan araştırmalar sonucunda 500 çok uluslu şirketin aslında dünya mal ve finans piyasaların %90’a yakınını yönlendirdiği belirtmiştir. Bu şirketler, devletin işlev değiştirmesine neden olmakta ve çoğu zaman devletleri yönlendiren bir konumda bulunmaktadır. 19. yüzyılda ekonominin her alanında kontrol sağlayabilen devletin 20. yüzyılda kabuk değiştirmesi sonucu, devletlerin artık hukuksal ve ticari engeller sayesinde bu şirketlerin işlevlerini engelleyememeleri, bu çok uluslu şirketlerin uluslararası ekonomiyi kontrol etmeleri sonucunu doğurmuştur. Bununla birlikte ilerleyen süreçte, ticari ilişkileri belirleyen mevzuatların da çok uluslu şirketlerin konumlarını daha da güçlendirmek üzerine değiştirilmesi yaşanmıştır. Bu açıdan “ulusal çıkar” kavramının anlamını yitirdiği, bunun karşısında pazar mekanizmalarının kar maksimizasyonunu birincil hedef olarak gören bir yaklaşım açığa çıkmıştır. Bunun en iyi örneğini, ticaretin genel esaslarını belirlemek için ABD öncülüğünde hazırlanan Yatırımlar Hakkında Çok Taraflı Anlaşma (MAI) oluşturmaktadır. Dünya Ticaret Örgütü’nün 1995–1999 dönemdeki Genel Sekreteri Renato Ruggerio’nun “Tek bir küresel ekonominin anayasasını yazıyoruz” ifadesiyle tanımladığı bu yönüyle küresel ekonominin uluslararası alandaki hukuksal dayağını oluşturması düşünülen MAI, çok uluslu şirketleri, ulusal devletler karşısında önceleyen ve devletlerin egemenlik alanlarını daraltan bir nitelik göstermektedir. MAI’nin getirdiği hak ve imtiyazlardan çok uluslu şirketler yararlanırken sorumluluklar hükümetlere ihale edilmektedir (Kiraz, 2012: 99-100). Bu süreçle birlikte uluslararası şirketler, giderek, belirli bir ulus-devlette yerleşik çokuluslu şirketlerden, hiç bir devlete bağlılık duymayan ulus-ötesi şirketlere dönüşmektedirler. Geçmiş dönemlerdekine benzemeyen bu yapı ile birlikte, uluslararası sermayenin çıkarları ile ulusdevletlerin politikaları çatışmaya başlamıştır. Bu çatışmanın yanı sıra, ulusdevletler, kendi ülkelerinde yerleşik uluslararası ekonomik güçlerin çıkarlarını savunma olanakları bakımından her geçen gün dezavantajlı konuma düşmektedir. Günümüzde sömürgecilik, emperyalizm, askeri işgal geçerli yöntemler olmaktan çıktığından, uluslararası şirketler, çıkarlarını uluslararası hukuk aracılığıyla korumaya çalışmaktadırlar (Kongar, 2001: 29). Ulusdevletler ile çok uluslu şirketler arasında hukuksal sorunlar baş gösterdiğinde [69] Bülent Şener bunu çözecek merci, ulus-devletin yargı organları değil; “uluslararası bağımsız tahkim kurulları”dır. Böylece ulus-devletlerin, kendi toprakları üzerinde yargı gücünü kullanma yetkileri uluslararası hukuk aracılığıyla kısıtlanmaktadır (Kongar, 2001: 36). Ulus-devlet ve klasik egemenlik anlayışı yalnızca iç egemenlik yönünden değil, dış egemenlik bakımından da büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Denilebilir ki egemenlik anlayışının dış egemenlik açısından yaşadığı değişim, iç egemenlik yönünden ortaya çıkan değişime göre daha dikkat çekicidir. Tarihsel süreçte devletlerin dış ilişkileri çerçevesinde pek çok anlaşmaya imza attığını görmekteyiz. Bu birikimsel süreç uluslararası normlar dediğimiz hukuk kurallarının ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda uluslararası hukuk da, ulus-devletin dış egemenliğini sınırlayan bir alan olarak ortaya çıkmaktadır ki (Cebeci, 2008: 29-30) devletlerin, birbirlerinden yalıtılmış halde var olamayacakları gerçeğinden hareketle, birbirleri ile ilişkiler geliştirip, anlaşmalar yapma ihtiyaçları, bu ilişkileri düzenleyecek bazı kurallar ve normlara olan gerekliliği ortaya koymaktadır. Bu durum, uluslararası ve ulusüstü örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, bu örgütlenmelerin ekonomik, siyasi ya da askeri yapılarından kaynaklanan nedenlerle devletler Avrupa Birliği, NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), Amerikan Devletleri Örgütü gibi ulusüstü ya da uluslararası kuruluşlara üye olmuşlardır. Devletler, bu kuruluşların alacakları kararları yerine getireceklerini taahhüt etmekte; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi gibi belgeleri imzalayarak, bu sözleşmelerde belirtilen ilkelere uyma yükümlülüğü altına girmektedir (Uygun, 2003: 254). Ulus-devlet ve klasik egemenlik anlayışının aşınmasına neden önemli bir etmen olarak uluslararası kuruluşlara üyelik ve uluslararası antlaşmaların kabul edilmesi, devletlerin kendi istekleri ile egemenliklerini sınırlandırmaları ve egemenliğin “tek” ve “mutlak” olan yapısını değiştirmeleri olarak yorumlanabilir. Bu durumda yaşanan gönüllü egemenlik feragatini, egemenlik konusunda yaşanan en önemli gelişmelerden birisi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Ancak burada, devletlerin böylesi bir tutum içinde olmasının, aslında uluslararası konjonktürün bir sonucu olduğu da belirtilmelidir. Zira, sistemde tek başlarına kendilerini devam ettirme ihtimallerinin çok zor olması, devletleri bu şekilde davranmak zorunda bırakmaktadır. Konjonktürün en önemli dinamiği ise, günümüzde küreselleşme olarak kendisini göstermektedir (Kiraz, 2012: 99). William J. Aceves’e göre küreselleşmenin ardındaki yeni [70] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları liberal ideoloji, uluslararası düzenin üç temel esas üzerine kurulmasını öngörmektedir. Bu esaslara göre uluslararası siyasetin temel aktörleri artık ulusdevletler değil, bireyler, topluluklar, şirketler ve özel kuruluşlardır ve devletin uluslararası alandaki başlıca fonksiyonu, içerdiği grupların çıkarlarını ve taleplerini dile getirmekle sınırlıdır. Devlet, uluslararası siyasetin yeni aktörlerinin tercihlerinin ve çıkarlarının ifade edildiği bir mekanizmadır; yeni uluslararası düzende, devlet önemli bir görev üstlenmiştir; uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerin kendi ülkesinde yerine getirilmesini sağlayacaktır (Aceves, 2000: 135-139). Aceves tarafından sistematik bir biçimde formüle edilen bu yeni dünya düzeninde devletlerin Westphalian egemenlik modelinde ısrar etmeleri oldukça zor görünmektedir. Küreselleşme sürecinde, ulus-devlet ve klasik egemenlik anlayışının aşınmasına neden diğer önemli bir etmen olarak hükümetler dışı örgütlenmeler olarak da adlandırılan sivil toplum kuruluşları (STK), hükümetin kurumsal yapısı dışında faaliyet gösteren, herhangi bir ticari zihniyet veya kar amacı gütmeyen ve kişilerin gönüllü olarak dahil oldukları organizasyonları temsil eden bir yapıdır (Akdenizli, 2011: 39). Kapitalist üretim tarzının küresel bazda yaygınlaşması ve özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde çevre korunmasına ilişkin düzenlemelerin küresel ekonomik aktörlerin de beklentileri doğrultusunda iyi yerleştirilememiş olması, ayrıca küresel bazda üretilen ürünün dünya ölçeğinde adil olmayan bir şekilde dağıtılıyor olması ve demokratikleşme ve insan hakları gibi temel değerlerin uygulanmasının bölgeden bölgeye veya ülkeden ülkeye farklılıklar arz ediyor olması, küresel ölçekte hükümetler dışı örgütler olarak da adlandırılan sivil toplum girişimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır (Cebeci, 2008: 33). STK’lar, devlet karşısında sivil toplumun sesini duyuran güncel sorunlar karşısında duyarlılık yaratarak “kamuoyu” oluşturan ve gerektiğinde “baskı grubu” gibi çalışarak siyasal iktidar karşısında hak talebinde bulunan oluşumlardır. STK’lar karar alma süreçlerini etkilemek, kamusal otoritelerin belli konularda izlediği politikaları değiştirmek gibi amaçlarla eylem ve etkinliklerde bulunurlar. STK’ların etkililik derecelerinin giderek artması, devletin tüm edimlerinde bu yeni aktörlerin taleplerini daha fazla dikkate almasını ve hatta bu doğrultuda kendi gücünü kısıtlamasını (daha doğrusu kısıtlamak zorunda kalmasını) beraberinde getirmiştir (Yıldırım, 2004: 81-82). STK’lar “insan hakları” (örneğin; Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü), “çevre” (örneğin; Greenpeace), “kadın” ve “çocuk” gibi çok çeşitli konularda çalışmalar yürütmekte, eylem kararları alarak hükümetlere [71] Bülent Şener baskı yapabilmektedir. Günümüzde üye sayısı ve kaynak bulma konusunda bazı önemli sıkıntıları olmakla birlikte, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, Asya Kalkınma Bankası ve daha birçok uluslararası kuruluş tarafından desteklenen STK’lar hükümet kararlarını sorgulayarak, değiştirilmesi yönünde baskılar yapmakta ve büyüklüklerine ya da işlevselliklerine oranla etkili sonuçlar alabilmektedirler. Özellikle 1980 sonrası dönemde sayıları hızla artmakta olan bu kuruluşlar da artık küreselleşmenin sunduğu bilgi ve iletişim imkanlarından istifade etmekte, zaman zaman dördüncü kuvvet olarak tanımlanan medyanın da yardımıyla seslerini duyurabilmektedir. Bu durumun sonucu olarak, STK’ların pek çok olumsuz koşula karşın, devletin sınırsız egemenliğine yönelik hem içte hem de dışta sınırlayıcı bir etkisinin olduğu kabul edilmelidir (Kiraz, 2012: 100). STK’ların yükselişi yeni bir toplum tipinin de oluşmakta olduğunun göstergesidir. Bu, sadece içinde bulunduğu toplumun refahını, iyiliğini değil tüm insanlığın refahını ve iyiliğini düşünen, ön plana çıkaran bir toplum tipidir. Bu tür bir anlayış ve yaklaşım da sınırları ve dolayısıyla devlet kavramlarının üstünde bir toplum anlayışının ifadesidir. Ağ toplumunun yükselişi sivil toplum örgütlerinin de resmi otoritenin dışında kalmasına yardımcı olmakta, böylece bir ağırlık merkezi kazanmalarına yardımcı olmaktadır. Dolayısıyla devlet karşısında taleplerine yanıt alabilmekte, kendi inisiyatifleri ile hareket edebilmekte, devlet üzerinde bir baskı mekanizması yaratabilmekte ve kendi egemenliklerini güçlendirebilmektedirler (Akdenizli, 2011: 39). Sonuç Genel olarak, sosyal bilimler literatüründe “küreselleşme” ulus-devlet olgusuna karşıtlık temelinde ele alınmaktadır. Bu, bir yandan bu durumu (ister olumlayıcı ister eleştirel bir yaklaşım olsun) kaçınılması veya önlenmesi imkânsız bir “kader” olarak gören “küreselleşme”ci bir bakış açısına kaynaklık etmektedir. Öte yandan ise, yaşanan sürecin belirli siyasal ve ekonomik güç odaklarının dayatması sonucu oluştu(ruldu)ğuna kanaat getiren, tamamen olumsuzlayıcı, ulus-devlet ve milliyetçi söylem temelinde odaklanan karşıt bir yaklaşıma dayanmaktadır. Geçmişte, ulus-devletlerin en azından “siyasi” açıdan “özerk” kurumlar olarak belli bir ülke içindeki gerek iktisadi, gerekse “aidiyet” ihtiyaçlarına kısmen de olsa yanıt verebildikleri birimler oldukları döneme “özlem” duyma durumu, gün geçtikçe artan ve farklılaşan bir ivme kazanmaktadır (Karyelioğlu, 2012: 165). Küreselleşme ile birlikte ise sözü geçen kavramların gerek anlamında gerekse pratik olarak temsil ettikleri [72] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları unsurlarda önemli dönüşümler meydana gelmiştir. Günümüzde söz konusu kavramların küresel dünyanın devletini açıklamada yetersiz kaldığı görülmektedir. Bugünkü dünyada ise artık ulus-devlet, karar alma mekanizmasının yegâne aktörü olma noktasında gücünü büyük ölçüde yitirmiştir (Cebeci, 2008: 35). Fakat yine de ulus-devletin, bir siyasi birim olarak varlığının ortadan kalktığını söylemek yanıltıcı olacaktır. Zira, bütün bu değişmelere ve ulus-devletin gücünü yitirdiğiyle ilgili iddialara rağmen, günümüzde dünya hala ulus devletler dünyasıdır. Dünya küresel çapta bir ulus devletler sistemidir. Bu sistem içinde ulus devletler, çok çeşitli siyasi, ekonomik, ticari, kültürel ve iletişim ilişkileri içindedirler (Özyakışır, 2006: 79). Hala dünyanın büyük kısmında işleyen bir parlamenter sistem, işbaşına gelen hükümetler, bu hükümetlerden büyük beklentileri olan geniş kitleler, “yabancılar”ın giriş çıkışını kontrol eden bir gümrük-sınır sistemi mevcuttur ve bu durum küreselleşmenin dayattığı kurumsal yapılarla ulus-devlet yapıları arasında sancılı bir ilişkiyi de gündeme getirmektedir. Burada sözü edilmesi gereken durum, ulus-devletin kurumsal özerkliğini “yitirdiği” bir sürecin geliştiğidir. Bu süreç, tek düze ve istikrarlı bir doğrultuda değil, zaman zaman çatışmalı ve gerilim yüklü bir biçimde ilerlemektedir ve “küresel aktörlerin” henüz ulus-devletin yerini doldurabilecek “meşru bir uluslararası oluşum”u kurumsallaştıramadıkları göz önüne alınırsa, bu durum belirsiz bir süre daha devam edecektir (Karyelioğlu, 2012: 161). Açıkçası denilebilir ki küreselleşmenin geleceği ulus-devletin dayanma gücüne, ulus-devletin yarını ise küreselleşmenin baskısına bağlıdır (Türe, 2009 :41). Küreselleşme sürecinde egemenlik kavramı ise, son elli yıl içinde dünyadaki gelişmelere paralel olarak bir gelişim ve dönüşüm geçirmektedir. Uluslararası toplum, yıllar içinde, egemenlik kavramını, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, yeniden yapılandırmış ve yorumlamıştır. Küreselleşme dünyayı daha da bağımlı hale getirmiş, bu gelişmeler ulus-devletin gücünü giderek zayıflatmış, ancak varlığını sona erdirecek boyutlara da ulaşmamıştır. Klasik egemenlik anlayışını benimseyen ve savunan Birleşmiş Milletler bile bu süreç içindeki eylem ve açıklamaları ile egemenlik kavramının değiştiğini ortaya koymuştur. Nitekim, demokrasi ve insan haklarının evrensel değerler olarak öne çıkması, egemenlikten daha kutsal sayılabilecek kavramların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sürekli gelişen ve dönüşen egemenlik kavramının, bu devinim süreci içinde nereye varacağı ya da yerini hangi kavramın alacağı henüz belli değildir (Koçak, 2006: 274). [73] Bülent Şener KAYNAKÇA ACEVES, William J. (2000), “Liberalism and International Legal Scholarship: The Pinochet Case and the Move Toward a Universal System of Transnational Law Litigation”, Harvard International Law Journal, 41 (1), 129184. AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali ve Levent KÖKER (2004), Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, Ankara: İmge Kitabevi. AKDENİZLİ, Banu (2011), “İnternet, Egemenlik ve Devlet: İnternet’in Ulusal ve Uluslararası Yönetime Etkileri Üzerine Bir Değerlendirme”, Global Media Journal, 1 (2) (Bahar), 31-51. AMİN, Samir (1999), Küreselleşme Çağında Kapitalizm, Vasıf Erenus (çev.), İstanbul: Sarmal Yayınevi. ARSLANEL, M. Nazan ve Ertuğrul ERYÜCEL (2013), “Küreselleşme Sürecinde Egemenlik Kavramının Dönüşümü”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 17 (1), 23-36. ARSLANOĞLU, Rana (1998), Kent, Kimlik, Küreselleşme, Bursa: Asa Yayınevi. BAUMAN, Zygmunt (1998), Küreselleşme, Abdullah Yılmaz (çev.), Ankara: Otopsi Yayınevi. BAYAR, Fırat (2008), “Küreselleşme Kavramı ve Küreselleşme Sürecinde Türkiye”, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, XXXII, 25-34. BEHR, Harmut (2008), “Deterritorialisation and the Transformation of Statehood: The Paradox of Globalisation”, Geopolitics, 13 (2) (April), 359-382. BORATAV, Korkut (1997), “Ekonomi ve Küreselleşme”, Işık Kansu (der.), Emperyalizmin Yeni Masalı Küreselleşme, Ankara: İmge Kitabevi, 1928. BULUT, Nihat (2003), “Küreselleşme: Sosyal Devletin Sonu mu?”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 52 (2), 173-197. CEBECİ, Kemal (2008), “Küreselleşme Bağlamında Ulus-Devletin Egemenlik Gücünün Dönüşümü”, Sayıştay Dergisi, 71 (Ekim-Aralık), 23-39. DAVUTOĞLU, Ahmet (2003), “Küreselleşme ve AB-Türkiye İlişkileri Çerçevesinde Ulusal Egemenliğin Geleceği”, Anayasa Yargısı Dergisi, 20, 4658. EKEN, Hurigül (2006), “Küreselleşme ve Ulus Devlet”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16, 243-262. [74] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları ENER, Meliha ve Esra DEMİRCAN (2006), “Küreselleşme Sürecinde Yeni Devlet Anlayışı ve Türkiye”, Yönetim Bilimleri Dergisi, 4 (2), 197-219. ERDOĞAN, Türkan (2004), “Küreselleşmenin Ekonomik, Politik ve Toplumsal Yansımaları”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 8 (2-3) (Ağustos-Aralık), 21-44. ERÖZDEN, Ozan (1997), Ulus-Devlet, Ankara: Dost Kitabevi. ESGİN, Ali (2001), “Ulus-Devlet ve Küreselleşmeye İlişkin Bazı Tartışmalar”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 25 (2) (Aralık), 185-192. FERGUSON, Yale H. ve Richard W. MANSBACH (2007), “The Myths of State Sovereignty”, The Bologna Center Journal of International Affairs, 10, 9-19. GELLNER, Ernest (1992), Uluslar ve Ulusçuluk, Büşra Ersanlı Behar, Günay Göksu Özdoğan (çev.), İstanbul: İnsan Yayınları. GELLNER, Ernest (1998), Milliyetçiliğe Bakmak, Simten Coşar (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları. GIDDENS, Anthony (1998), Modernliğin Sonuçları, Ersin Kuşdil (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. GILPIN, Robert (2003), “The Nation-state in the Global Economy”, D. Held ve A. McGrew (ed.), The Global Transformations Reader, Great Britain: Polity Press, 349-358. HABERMAS, Jürgen (2000), “Avrupa Ulus Devleti ve Küreselleşme Tazyikleri”, Alev Özkazanç (çev.), Mürekkep Dergisi, 14, 202-215. HABERMAS, Jürgen (2001), “Avrupalı Ulus-Devlet”, İsmail Türkmen (çev.), Tartışılan Sınırlar Değişen Milliyetçilik, Mustafa Armağan (der.), İstanbul: Şehir Yayınları, 79–97. HABERMAS, Jurgen (2002), Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akibeti, Medeni Beyaztaş (çev.), İstanbul: Bakış Yayınları. HIRST, Paul ve Grahame THOMPSON (2003), Küreselleşme Sorgulanıyor, 3. bs., Ankara: Dost Yayınevi. HOBSBAWM, Eric J. (2003), Sermaye Çağı: 1848–1875, Bahadır Sina Şener (çev.), 2. bs., Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. JAMESON, Fredric (2000), “Küreselleşme ve Politik Strateji”, Birikim, 139 (Kasım), 39-50. KARYELİOĞLU, Selim (2012), “Ulus Devlet ve Milliyetçiliğin Tarihsel Dayanakları ve Küreselleşmenin Ulus Devlet ve Milliyetçilik Üzerindeki [75] Bülent Şener Etkileri”, Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar Dergisi, 5 (1) (Ocak), 137-169. KEYMAN, E. Fuat (2000), “Globalleşme Söylemleri ve Kimlik Talepleri: ‘Türban Sorununu’ Anlamak”, E. Fuat Keyman ve A. Y. Sarıbay (der.), Global Yerel Eksende Türkiye, İstanbul: Alfa Yayınevi, 17-38. KİRAZ, Sami (2012), “Uluslararası İlişkilerde Egemenliğin Değişen Yüzü”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 5 (1), 93-102. KOÇAK, Mustafa (2006), Batı’da ve Türkiye’de Egemenlik Anlayışının Değişimi Devlet ve Egemenlik, Ankara: Seçkin Yayıncılık. KOÇER, Gökhan (2004), “Küreselleşme ve Uluslararası İlişkiler’in Geleceği”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 1 (3) (Güz), 101-122. KONAK, Nahide (2011), “Ekonomik Küreselleşme ve Ulus-Devlet: Kuramsal Yaklaşımlar”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 1, 149-164. KONGAR, Emre (2001), Küresel Terör ve Türkiye, İstanbul: Remzi Kitabevi. KRASNER, Stephen D. (1999), Sovereignty: Organized Hypocrisy, Princeton: Princeton University Press. ÖZLÜK, Erdem ve Fazlı DOĞAN (2010), “Türkiye Avrupa Birliği İlişkilerini Egemenlik Tartışmaları Üzerinden Okumak”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 9 (1), 125-146. ÖZYAKIŞIR, Deniz (2006), “Ulus-Devlet ve Milli Egemenlik Bağlamında Teorik Bir Küreselleşme Eleştirisi”, Jeopolitik Dergisi, 5 (31) (Ağustos), 78-80. PAYNE, A. (2003), “Globalization and Modes of Regionalist Governance”, D. Held ve A. McGrew (ed.), The Global Transformations Reader, Great Britain: Polity Press, 223-233. PHILPOTT, Daniel (2001), “Usurping the Sovereignty of Sovereignty”, World Politics, 53 (2), 297-324. ROBERTSON, Roland (1998), Küreselleşme: Toplum Kuramı ve Küresel Kültür, Ümit Hüsrev Yolsal (çev.), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınevi. RODRİK, Dani (2003), “Has Globalization Gone Too Far”, D. Held ve A. McGrew (ed.), The Global Transformations Reader, Great Britain: Polity Press, 379-383. SANDER, Oral (2005), Siyasi Tarih: İlkçağlardan 1918’e, 13. bs., İstanbul: İmge Kitabevi. [76] Küreselleşme Sürecinde Ulus-Devlet ve Egemenlik Olguları SARIBAY, Ali Yaşar (1998), “Küreselleşme, Postmodern Uluslaşma ve İslam”, Fuat Keyman, Ali Yaşar Sarıbay (der.), Küreselleşme Sivil Toplum ve İslam, Ankara: Vadi Yayınları, 213-231. SHAW, Martin (2000), Theory of the Global State, Cambridge: Cambridge University Press. SMITH, A. D. (2002), Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Derya Kömürcü (çev.), İstanbul: Everest Yayınevi. ŞAHİN, Köksal (2006), Türkiye’de Küreselleşme Işığında Ulus-Devlete Bakış, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. ŞAYLAN, Gencay (2003), Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, İstanbul: İmge Kitabevi. TALAS, Mustafa ve Yaşar KAYA (2007), “Küreselleşmenin Kültürel Sonuçları”, TÜBAR, XXII (Güz), 149-162. TALAS, Mustafa (2004), “Küreselleşme ve Kültür”, Küreselleşme ve Psikiyatri, Ankara: Türk Tabipler Birliği Yayınları, 229-244. TALAS, Mustafa (2005), “Küreselleşmenin Sonucu Olarak Türkiye’de Kimlik Krizi”, Tabula Rasa Felsefe-Teoloji Dergisi, 5 (14) (Mayıs-Ağustos), 99-115. TEKELİ, İlhan ve Selim İLKİN (2000), “Küreselleşme Ulus-Devlet Etkileşimi Bağlamında AB−Türkiye İlişkilerinin Yorumlanması”, Doğu−Batı Dergisi, 10 (Şubat-Mart-Nisan), 113-138. TÜRE, İlknur (2003), “Küreselleşme, Kapitalizm ve Ulus-Devlet”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar Dergisi, 46 (530), 41-52. UYGUN, Oktay (2003), “Küreselleşme ve Değişen Egemenlik Anlayışının Sosyal Haklara Etkisi”, Anayasa Yargısı Dergisi, 20, 250-284. YILDIRIM, İbrahim (2004), Demokrasi Sivil Toplum Kuruluşları ve Yönetişim, Ankara: Seçkin Yayıncılık. [77]