türk-islam ideolojisinin gelişimi üzerine

advertisement
TÜRK-İSLAM İDEOLOJİSİNİN GELİŞİMİ ÜZERİNE
TAYFUN ATAY'LA SÖYLEŞİ
I. Bölüm: Geç Osmanlı Dönemi ve Erken Cumhuriyet Dönemi
Söyleşiyi Yapan: Alişan Akpınar, Nuri Ersoy / Şubat 2017
Namık Kemal’in Mehmet Akif Ersoy’un savunduğu İslamcı ideolojinin
bir tür Osmanlı Devleti’ni kurtarma
paradigması etrafında örgütlendiğini
görüyoruz.
Tıpkı
TürkçülükOsmanlıcılık gibi... O dönemde İslamcı ideolojisinin "Osmanlı’nın kurtuluşu İslam’ın kurtuluşudur" düşüncesini savunduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle Osmanlı modernizasyonuna, Osmanlı’nın merkezi, modern
bir devlet olmasına karşı çıkmıyorlar.
Hatta tam tersi bunu, medeniyetin
ithali şeklinde algılıyorlar. Bu dönemde tarikatların ne durumda olduğu üzerine konuşarak başlayabiliriz.
Tekke ve tarikatlar bu dönemde Osmanlı devletinin Tanzimat’la beraber
başlayan modernleşme sürecine nasıl
tepki veriyorlar? Özellikle Islahat
Fermanı’yla Müslümanların ve gayrimüslimlerin eşitliğinin ilan edilmesi toplum tabanında bir rahatsızlığa
neden oluyor. Cumhuriyet öncesinde
tarikatların Osmanlı modernizasyonuyla ilişkisi neydi?
manlı döneminin bittiğini, hatta çağdaş
Türkiye’nin ilk temellerinin atıldığını
dahi söyleyebiliriz.
Tabii ilk seçenek Osmanlıcılıktı. Yeni
Osmanlılar’ın, İslam’ı çok önemsedikleri ortada ama öncelik Osmanlı milleti
olmaktı. “İttihad-ı Anasır” yani Osmanlı bünyesindeki tüm etnik, kavmi,
dini, mezhebi, meşrebi unsurların modern bir ulus-devlet idealini hayata
geçirme arzusu eşliğinde birliği…
Kimliğin, Osmanlı olma çabası üzerinden türdeşçe tesis edilmesi amaçlanır.
Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan bir
tablo bu; ama parçalanmanın özellikle
de gayrimüslim unsurların Osmanlı’dan kopuşunun hızlanması üzerine
artık bu Osmanlıcılık seçeneğinin çok
da geçerli olmadığı düşünülmüştür.
İkinci seçenek olarak İslamcılık bu süreçte ortaya çıkmıştır. Onun da
“İtthad-ı İslâm” şeklinde ilk kullanımını, aslında Osmanlıcılık’la özdeştirilen Namık Kemal’de buluyoruz.
Milli kimliğin İslam üzerinden inşası
söz konusu; çünkü gayrimüslimlerin
uzaklaşmasıyla birlikte artık imparatorluk halkının birleştirici unsurunun
Müslümanlık olduğuna dair bir algı
oluşmuştur. Ona bağlı olarak da İslamcı ideoloji modern anlamda kendisini gösterir. Abdülaziz döneminde ilk
işaretleri belirirse de esas Sultan Abdülhamit döneminde “pan-İslamizm”
ve hilafet vurgulu olarak karşımıza
çıkar. Sultan, Cemaleddin Afgani’yle
diyalog kurar ve modernist-reformist
Öncelikle, İslamcılığın Osmanlı’da ortaya çıkışı Osmanlı modernleşmesinin
bir parçasıdır. Peki, modernleşme Osmanlı’da neyi hedefliyor? Karasal bir
çiftçi imparatorluğunu modern bir
ulus-devlete dönüştürmeyi… Yani
Tanzimat’la birlikte karşımıza çıkan
tabloda artık bir “Osmanlı milleti”nden bahsedildiğini, bir vatan kavramının aydınlar ve bürokrasi tarafından dillendirilmeye başladığını görüyoruz. Buna bağlı olarak anayasal bir
devlet olma yolunda artık klasik Os1
çerçevede bir İslamcılığı dünyada ortaya atan ilk isim olarak Afgani’yi İstanbul’a davet eder. Ancak ona çok
büyük rağbet de göstermez, hatta rekabetinden kaygılanır ve kontrol altında tutar. Bu bakımdan Abdülhamid’in
“İttihad-ı İslam” politikası dışa dönük
tüm girişimlerine karşın esasen daha
çok İmparatorluk topraklarında saltanattan yana içe dönük mobilizasyon
sağlamaya yöneliktir diyebiliriz.
rak görüyoruz. Dolayısıyla bu açıdan
tarikatların, “modern” anlamda Osmanlı birliğini sağlama yolunda, bir
“millet” (ulus-devlet) prensibi temelinde Osmanlı’yı yenilemeyi düşünen
bürokratik anlayışın bir seçeneği olarak İslamcılık’la çok fazla irtibatlandırılabileceğini düşünmüyorum. Sultan
Abdülhamid’in bazı tarikatlara yakınlığı, muhabbeti olduğu söylense bile
güçlü bir şekilde bir tarikat bağlantısıyla hareket ettiği de söylenemez. Abdülhamit modern bir insandır aslında.
AKP iktidarı özellikle Osmanlı modernleşmesini, 18. yüzyılın ortalarından itibaren gelen o modernleşmeyi,
Cumhuriyet’le birlikte lanetleyip reddederken bunun içinde bir parantez
açıp orada Abdülhamid’e sahip çıkıyor. Hâlbuki Abdülhamid de Batı’da
(özellikle eğitim alanında) olup bitenlerin Osmanlı’da hayata geçmesi konusunda çok büyük katkılarda bulunmuştur.
Tarikatlar için de bunu söyleyebilir
miyiz o dönemde?
Söylenebilecek olan, Abdülhamid’in
tarikatları da aynı amaçla kullanmaya
dönük bir çabasının olduğudur. Afgani
örneğinde olduğu gibi, onlardan da
yer yer ürker ayrıca. Onun gözdesi
olan tarikatlar, şeyhler vardır; ama haz
etmediği, kontrol altında tuttuğu tarikatlar, sürgün ettiği şeyhler de vardır.
O dönemde, dünyada özellikle Batılı
(İngiliz-Fransız-Rus) sömürgeciliğine
İslâm dünyasında tepki olarak radikalleşmiş, “uyanışçı” denilen sufi hareketler de vardır. Ama bunların hareketlilikleri, İslâmcılık ya da pan-İslâmizm
şeklinde “modernist” bir ideolojik başlık altında değerlendirilemez.
Bu noktada Aldülhamid de bir parantez değil.
Evet değil. Dedesi II. Mahmut’un da
modernist bir padişah olduğunu
unutmayalım. AKP mahallesi, Abdülhamid'i Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
aşırı Batıcı modernleşme sürecinde
kendilerince bir parantez olarak görüyorlar. “Ulu Hakan, bu gidişin tam
karşısında bir tutum alarak toparlamaya çalıştı ama o alçak İttihat Terakki
yok mu, onu yok etti." deniyor. Ama
olan, böyle değil. Abdülhamid bir sürekliliktir. Osmanlıcılık fikrinin iflas
ettiği noktada, gayet açık bir şekilde
İslamcı kimlik üzerinden ve İslamcılığı
modern bir ideoloji olarak almaya, geliştirmeye, modern dünyada karşımıza
çıkan ideolojilerin hayatın içindeki işlevi neyse öyle bir işlev yüklemeye
çalışarak Osmanlı coğrafyasındaki
Müslüman unsurları, halkları bir arada
Kısacası Abdülhamid tarikatlar karşısında pragmatiktir. Bazı sufi oluşumları kendi hesabınca değerlendirmek istemiş, önlerini açmış, ama bazılarının
kendisine yönelebilecek karşı eylemliliğinden de işkillenmiştir. Çünkü bunların adeta “serseri mayın” misali nerede, ne zaman, nasıl etkinlik arz edeceği de kestirilemez. Ayrıca tarikatlar
daha çok halk İslam’ının bir parçası
olarak ve taşrada sarayla halk arasındaki köprü işleviyle ortaya çıkıyorlar.
Onları halk İslamı'nın mektepli olmayan, kitabî olmayan, sözlü geleneğin
içinden çıkan bir İslam anlayışının
temsilcisi, taşıyıcısı, pratisyenleri ola2
tutmaya çalışmıştır. Bu politikanın sonuç alamadığını görüyoruz. Çünkü
Müslüman unsurlar da ayrışıp kopuyorlar. Onlarda da milliyetçilik, kavmiyetçilik ateşi yanıyor, ona bağlı olarak Arnavut’u da, Arap’ı da, Kürt'ü de
hepsi kendi arayışlarını, kendi bağımsız birliklerini, bir milli oluşuma, milli
siyasete, bir milli devlete dönüşme arzularını dışa vuruyorlar. Oradan da
zaten çaresizlikten Türkçülük üçüncü
seçenek olarak ortaya çıkıyor. Yusuf
Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”inde de
çok güzel karşımıza çıkar bunlar: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük. Bu
çalışmasında Akçura, Türkçülükten
yana da çok açık bir tavır koyamaz
çünkü; henüz daha istibdadın sürdüğü
bir dönemde bu kitabı yazmıştır. İslamcılıkla Türkçülük arasında kendince bir titreşim, gidiş geliş, geçişlilik
olarak makale noktalanır. Ama biz biliriz ki Akçura’nın esas hedefi Türkçülüktür. Dolayısıyla bu üçü, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük; Osmanlı’yı modern bir devlet yapmak, bir
meşruti siyasetin parçası kılmak, tımar
gelirleriyle ayakta duran, başlangıcı
fütuhat gelirleri olan, yağma ekonomisinden çıkmış bir imparatorluk devletinden, bir karasal imparatorluk devletinden, Batı’da olduğu gibi modern,
endüstriyel, merkezileşmiş bir meşruti
devlet çıkarma yolunda ideolojik seçeneklerdir. Anayasal monarşilerin Avrupa’da karşımıza çıktığı tarzda, 18.
yüzyılın sonundan itibaren bu eğilim
artık bir norm olarak kendisini gösterir.
tığında Osmanlı topraklarında özellikle misyonerlik faaliyetlerinin kendini
göstermesi, ayrışmaların ve bağımsızlık girişimlerinin Hıristiyan tebaada
yükselmesiyle birlikte İslami bayrak
altında toplanma çağrısını yapıyor.
Ama bu, ağırlıklı olarak Kürt coğrafyasında radikal unsurlar olarak ortaya
çıkar ve Saray buna mesafelidir.
Anlattıklarınızdan şöyle bir tablo çıkıyor: Genelde tarikatlar dünyevi işlerden uzaklaşmış kendi evrenlerinde
yaşayan topluluklar. Dünyada ne
olup bitiyor, sömürgecilik nedir, siyasi akımlar nedir, bunlardan bihaber
topluluklar mı aynı zamanda?
Hayır, böyle anlaşılmasın. Tarikat
dünyası çok geniş bir yelpaze. Ve yelpazenin bir dilimi gerçekten dünya
işlerinden tümüyle uzak, “zahidane”
dediğimiz, Allah’la bir olmayı ruhsal
olarak, içsel olarak, batınî olarak benimsemiş ve politikaya uzak tarikat
ekollerinden oluşurken yelpazenin
öbür ucunda dünya üzerinde pek çok
İslami ayaklanmaların, isyanların,
Müslüman yöneticilere karşı bile isyanların ateşleyicisi olan tarikatların
olduğunu görürüz. Mesela benim de
çalışma konumu oluşturan Nakşilik,
politik enerjisi çok yüksek bir tarikattır. Bu, başından itibaren, Bahaeddin
Nakşibend’in Maveraünnehir’de ortaya çıktığı dönemde de böyledir. Sonra
İmam-ı Rabbani olarak bilinen Şeyh
Ahmed Sırhindi, Hindistan’da ortaya
çıktığında da böyledir. O, Hindistan’da
döneminin Timurî Babür hükümdarlarına karşı gelir. Onların Müslüman
olsalar bile İslam’ı çok fazla uygulamaya sokmadıklarını, İslâmi çizgiden
uzaklaştıklarını dile getirir. Çünkü kurucu Ekber Şah, kendince Hinduizm ve
Sih diniyle İslam’ı bir araya getiren,
Din-i İlahi denilen sentez bir inanç sistemi ortaya atmıştı. İmam-ı Rabbani,
Bu süreçte tarikatların henüz çok fazla
böylesi ideolojik, bürokratik bir arayışın çok içinde olmadıklarını, onların o
geleneksel-tasavvufi İslami tebliğ ve
tedrisi tekkelerde sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Evet, Mevlana Halid-i Bağdadi, Nakşilik bünyesinde ortaya çık3
yöneticilerin İslam’dan uzaklaşması
nedeniyle onları kınayan eleştiren
mektuplar yazmıştır. Daha sonraki
dönemde yine Hindistan’da Britanya
sömürgeciliği döneminde karşımıza
çıkan Nakşi şeyhler de ciddi politik
mücadelelerin içinde olmuşlardır. Yani
Cerrahilik, Mevlevilik gibi politik enerjisi düşük tarikatlar vardır; ama Nakşilik, Kadirilik gibi politik enerjisi yüksek tarikatlar da vardır. Ve bunlar İslam tarihi içinde pek çok farklı işlevle
kendilerini gösterirler. Bir kere İslam’ın yayılma sürecinde tarikatlar çok
önemli rol oynar. İslam’ın Arap Yarımadası dışındaki topraklarda yaşayan
halkların kültürleriyle sarmaş dolaş
olmasında farklı inançların, farklı kültürel örüntülerin İslami renge boyanmasında tarikatlar çok önemli işlevler
yerine getirmişlerdir. Arap olmayan
toprakların islamizasyonunda tarikatların rolü çok büyüktür. Bu, onları
farklı bir sorunla karşı karşıya bırakır.
Bugün de karşımızda olan, ama ilk
İbn-i Teymiyye’yle 14. yüzyılda kendisini gösteren, 18. yüzyılda Vahhabilik’le büyük sıçrama yapan Selefi İslam, tarikatları İslam’ın özünden uzaklaşmakla suçlar. Onların Kur’an ve hadisler dışında “bidat” denilen (dine
aykırı uydurma yenilikler) birçok pratiğin İslam’a girmesine, dolayısıyla
İslam’ın bozulmasına sebep olduklarını ileri sürer. Ama sosyolojik olarak
baktığımızda da İslam’ın Arap dünyasının dışına yayılması tasavvuf ve tarikat İslam'ıyla olmuştur. Tasavvufun
ortaya çıkmasından (Hicri 2. yüzyıldan) itibaren esasen “dışarı”da alıcı
bulduğu söylenebilir. İslam Orta Asya’ya, İran’a, Anadolu’ya, Afrika’ya,
Balkanlar’a, Hindistan’a yayıldığında
hep tasavvuf İslam’ını ve tarikatları
görürüz. Çünkü insanları, toplumları,
halkları mevcut kültürel ve inançsal
temellerinden çok fazla incitip ürkütmeden İslam’a geçiş yaptıran, bu yumuşak geçişi sağlayan tarikatlardır. Bu
da pek çok farklı inancın, Hindistan’da
Hinduizm ve Budizm’le, Anadolu’da
Hıristiyanlıkla, Afrika’da animistik
inançlarla İslam’ın iç içe geçmesine yol
açmıştır. Bu, Selefiler’i rahatsız etmektedir ama başka türlü de İslam’ın bir
dünya dini olması mümkün olmazdı.
Ayrıca Selefi İslam’ın, Vahhabilik’le
eşliğinde 18. yüzyıldan itibaren karşımıza çıkan yeni dalgasının tarikatlarla
birlikte bütün bu bozulmanın, İslam-içi
bozulmanın, “özden uzaklaşma”nın
baş sorumlusu saydığı diğer bir etken
de Osmanlı’dır. Osmanlı çünkü tarikat
İslamı’yla birlikte güçlenmiş, bir yerlere gelmiştir. İlk Türkmen kabilelerine
de en fazla hitap eden, Sufi heterodoks
inançların İslam’a aktarımını sağlayan,
tarikat, tekke İslam’ıdır. Ama bir noktadan sonra tabii Osmanlı da kitabî
İslam’ı benimsemiştir ve uzun yıllar,
bu ikisi arasındaki gerilim medrese ve
tekke gerilimi olarak sürmüştür. Zaman zaman tekkeyi öne çıkaran sultanlar da olmuştur. Ama zaman zaman
tekkeden tamamen kopuk, tarikat
düşmanı ulemanın etkisi altında kalan
sultanlar dönemi de olmuştur. Bu ikisi
(tekke-medrese) arasındaki gerilimli
ilişki Osmanlı’da modern dönemde de
sürer. İslamcılık ideolojisinin yükselişine paralel olarak tarikatların hurafeyle giderek daha çok iç içe olduklarına
dair görüşler Osmanlı’da da kendisini
gösterir. O yüzden Meclis-i Meşâyih
kurulur. Sebep, "bunları biz kontrol
edelim" düşüncesidir. Aynen şimdiki
Diyanet’in de şu aralar yapmaya çalıştığı gibi. O zaman da, aynen şimdi olduğu gibi, "bunları kendi başına bırakınca nereye gidecekleri belli olmuyor,
bir sürü uydurma şeyi din diye, İslam
diye millete yutturuyorlar ve bozuyor4
lar" düşüncesi var. "Şunları bir kontrol
altına alalım" sonucuna varılıyor. Ve o
anlamda Osmanlı’da İslamcılık, merkezi modern devlet ideolojisinin bir
çıktısı olarak, bir seçeneği olarak, aslında tekkeleri de merkeze bağlamaya
çalışıyor.
taraftan bürokrasiyi, askeriyeyi, eğitimi modernleştireyim, ama tarikatların
da etkisi halk nezdinde çok güçlü, bunlarla da bir şekilde irtibatı koparmayayım." diyor. Yani, hem kontrol altına
alayım, hem de onların benden yana
yararlı olabilecek unsurlarıyla hareket
edeyim gibi bir arayışı var. Ama tabii
bu, olmuyor. Çünkü bu bir iktidar meselesidir ve o şeyhler, müritleri nezdinde kutsaldır. O şeyhler, müritleri
nezdinde Allah’tan bir parçadır. O
şeyhler, müritleri nezdinde Allah dostudur. Dolayısıyla oradaki iktidarı ne
Abdülhamid’in ne Namık Kemal’in, ne
Enver Paşa’nın birtakım merkezileştirme politikalarıyla din adına kendilerine bağlaması mümkündür; çünkü bu,
eşyanın doğasına aykırıdır. Bağımsızlıklarını kaybettiklerini hissettikleri
noktada tepki gösterirler. Kendilerinin
inisiyatifi altında pek çok hareketi desteklerler tabii. Mesela, Şeyh Sait olayı
böyle bir olaydır. İsyanın temelinde
esas olarak Kürt otonomisine önce söz
verip, sonra bundan vazgeçmenin yarattığı tepki yatar. Sonuçta Kürt ayrılıkçılığı temelinde, Kürt otonomisi temelinde kendilerince haksızlık olarak
düşündükleri bir duruma karşı isyandır. Ama orada Kürt kimliği, Kürt entelektüellerinin, Kürt eşrafının, Kürt
okumuş-yazmışlarının kafasında olan
bir kimlik. Halkta bir Kürt kimliği bilinci oluşmuş değil. Halk kendisini o
dönemde “birincil bağlılıklar” denilen
dinle, aşiretle, soy-sopla özdeşleştiriyor. Kimliğin esas belirleyeni bu. O
yüzden isyanı harekete geçirenler Kürt
seçkinleri ve onların Kürtçü ideolojisi
olmakla birlikte Kürt halkını işin içine
çekmek Şeyh Sait gibi din üzerinden,
İslam üzerinden gidip hilafetin kaldırılmasını işaret ederek kitleleri “Hepimizi gâvurlaştırıyorlar, İslam’ı ayaklar
Anladığımız kadarıyla Abdülhamit
bu şeyhlere maaşlar bağlıyor, onlara
tekkeler açtırıyor, hatta Bektaşi tekkelerinin bir kısmı Tanzimat döneminde Nakşilere geçiyor. Dolayısıyla şunu görüyoruz: Devlet bu tekke ve tarikatların toplum tabanındaki örgütlenmesini de kullanıp bu merkezileşmeye Abdülhamid döneminde
ciddi bir güç katmaya da çalışıyor.
Sonrasında Abdülhamid’i devirmesine rağmen İttihat ve Terakki de bunu
sürdürüyor. Meclis-i Meşâyih devam
ediyor ve tarikatları 1. Dünya Savaşı’nda kullandıklarını görüyoruz.
Hatta Mustafa Kemal de kullanıyor.
Anadolu’ya gidip direkt tarikat şeyhlerine başvuruyor.
Mustafa Kemal’in Nakşibendi şeyhlerine hürmetkâr, son derece saygılı, sitayişkâr bir dille hitap ettiği mektupları vardır. Hem Kürt emirlerine, Kürt
beylerine, ağalarına, hem de Nakşi tarikat şeyhlerine… O mektuplarda,
“Makam-ı hilafetimizin kurtuluşu için
hizmetten hiçbir şekilde geri durmayacağınızdan asla kuşkum yoktur” tarzı
ifadeler geçer. Dolayısıyla evet, o da
kullanmıştır. İlginç olan bir nokta aslında bu; Abdülhamid’de de, İttihat ve
Terakki’de de var, II. Mahmud’da da
var. Osmanlı’dan gelen modernleşmeci
anlayış, bir taraftan geleneksel tarikat
İslâm’ının kitleler nezdindeki önemini
görüyor. Ama öbür taraftan bunlarla
yola devam etmenin ve geleneksel
Osmanlı toplumuyla modern dünyada
ayakta kalmanın imkansız olduğunu
da görüyor. Dolayısıyla Osmanlı "bir
5
altına aldılar” diye hareket etmesiyle
oluyor.
üzerinden buna dair neler söyleyebilirsiniz?
Sizin de söylediğiniz gibi modernleşme sürecinde Osmanlı II. Mahmud’dan itibaren bu tarikatları hem
kontrol etmeye, merkezi devlete bağlamaya hem de onların toplum tabanındaki örgütlenmelerini kullanmaya
çalışmış. Bu durum, İttihat Terakki
döneminde de, Kurtuluş Savaşı döneminde de devam etmiş. Anladığımız kadarıyla 1924’te halifeliğin kaldırılması ve hemen ardından tekkelerin, zaviyelerin ve bu tarikatların yasaklanması onlar için büyük bir sürpriz olmuş ve travma yaratmış olmalı.
Bu kadar sert bir müdahale bekliyorlar mıydı?
Aslında bilinmeyen şeyler değil… Sonuçta “yasaklanmış bir gerçeklik” olarak varlığını sürdürdü bu gruplar.
Cumhuriyet çok güçlü bir hamleyle
çevreyi, yani taşrayı yeni modernist
ideolojinin bir parçası yapmak istese
yüzyıllar içinde, hatta belki binlerce
yılda oluşmuş kültürel kalıplar ve zihniyet dünyasının bir kaç on yılda değişmesi mümkün değil. Türkiye sonuç
olarak Avrupa’da 11. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılda da kristalleşen modern endüstriyel kapitalist yenidünya
projesini, yüzlerce yılda karşımıza çıkan projeyi birkaç on yılda hayata geçirmeye çalıştı. Bunun altyapısında 150
yıllık bir Osmanlı modernleşmesinin
olması bir avantajdı. Ama sonuçta o
Osmanlı modernleşmesinin de toplum
katında çok etkisi yoktu. Daha çok
devlet katında, merkezde etkiliydi,
biraz da Balkanlar’da etkiliydi. Yani
ticaret burjuvazisinin ortaya çıktığı
bölgelerde… Ama Anadolu’da böylesine bir dönüşümü yapmak o kadar
kolay değildi. Cumhuriyet’e geçilince
1925’te tarikatlar kapatıldı. Halkevleri,
tarikatların halk katındaki etkisini karşılama yolunda devletin kurumları
olarak işlerliğe sokuldu ama tutmadı.
Çünkü o kültürel dil, kültürel lehçe, bir
şekilde o kadar kolay dönüştürülecek
durumda değildi. Tarikatlar da bir şekilde kıyıya-köşeye, kuytulara çekildiler. Bir şekilde açık seçik kendilerini
göstermek noktasından uzaklaştılar.
Fakat zaten tarikat İslamı, Osmanlı’nın
son zamanlarındaki Meclis-i Meşâyih
(1868) ile kayıt altına alınmak istendiği
(ki çok başarılı olmadı) döneme kadar
zaten hep kayıt dışıydı.
Beklemiyorlardı. Bunun örneklerini
kendi doktora alan çalışmamda da
gördüm. Mesela benim çalışma yaptığım Nakşibendi şeyhi Kıbrıslı Şeyh
Nazım, bu konuda Mustafa Kemal
simgesi üzerinden şu ayrımı yapar:
Kalpak giyip milleti İslam adına kurtuluşa, istiklalini kurtarmaya çağıran
Mustafa Kemal’i kabul ediyoruz, sayıyoruz, ama hilafeti kaldıran, kalpağı
atıp şapka giyen diğerini tanımıyoruz… Mustafa Kemal Paşa, milli mücadeleyi İslam’a referansla, insanları
mobilize ederek sürdürdü. Ama saltanatın kaldırılmasından sonra hilafeti
kaldırarak, tarikatları da yasaklayarak
devletle millet arasındaki bütün kültürel bağı koparttı demek istiyor aslında
mecazen…
1925-1950 arası dönem tam bir sessizlik dönemi. Bu tarikatlar 1925’te kapatıldıktan sonra ayakta kalmayı nasıl başardılar? Belli ki illegal bir örgütlenme ağı kurmayı tekrar başardılar ki hayatta kaldılar. Demokrat Parti
dönemine kadar tarikatlar bu travmayı nasıl atlattılar? Alan çalışmalarınız
Şeyhülislamlık lağvedildi, Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Bana göre Cumhuriyet, bu kurumu kendince ulus6
devletin ihtiyacı olan bir “ulusal İslam” yaratmak için ihdas etti. Aynen
Protestanlıkta olduğu gibi Hıristiyan
dünyasında, Hıristiyanlığı uluslaştırmaya benzer bir şekilde, hilafeti kaldırdıktan sonra bize özgü bir “Türk
İslamı” kotarabilmek için Diyanet’i var
etti. Ama zaten resmi İslam devletin
kontrolü altında olduğu için, ulema
Osmanlı’da devletin memuru olduğu
için onu kontrol etmek zor değildi. Tarikatlar her zaman merkezkaç unsurlardır, kayıt dışı ve bağımsızlardır.
Bunlar bir coğrafyanın kendi ihtiyaçlarından çıkan ve ister hurafe deyin, ister
batıl inanç, ister halk dini; o coğrafyada halkın kendi hayatıyla bağlantılı
şekilde, bildiği gibi dini yaşamak istemesiyle varlık bulan pratiklerle yoğrulmuş bir dini anlayışı çerçeveliyor
tarikatlar… Yüzyıllarca bu coğrafyada
İslam’ı insanların dünyasında hayata
geçirdiler.
reform orada yapılıyor. Sonra bakıyorsun medrese çökmüş çürümüş, tekkeler de çökmüş çürümüş. Her şey yolunda gittiğinde ekonomik altyapı güçlü olduğunda bu, dünya görüşü, entelektüel dinamizm, mektep-medrese,
tasavvufi faaliyet, bütün bunlara da
yansıyor. Bu olmadığı zaman da çöküş
kendisini gösteriyor. Abdülhakim Arvasi’nin sözü de o: “Tekkeleri kapattınız ama boş iş bu, zaten onlar kendilerini çoktan kapamışlardı, bir şey yoktu
ki ortada tekke, tarikat diye” demek
istiyor.
Ama devlet, Cumhuriyet devleti tabii
ki bunların toplum üzerindeki etkisine
kati şekilde son vermek istedi. Çünkü
Cumhuriyet’in Osmanlı modernleşmesinden ayırt edebileceğimiz en önemli
özelliği, toplum katında da kültürel
yörüngeyi ciddi şekilde değiştirmeye
girişmesi. Osmanlı devleti yenilerken,
modernleştirirken halkı da ona intibak
ettirmek derdinde. Ama halkın üzerine, toplumun üzerine çok fazla gitmiyor. Henüz buna zamanı yok zaten.
Ama Cumhuriyet kararlı bir şekilde,
Atatürk ile birlikte ciddi bir şekilde
buna girişiyor. Zaten artık coğrafya da
buna uygun hale gelmiş ve Türklükle
İslamcılığı buluşturmuşsun. Mesela
gayrimüslim olduğu halde Türk unsurları atıyorsun, Müslüman olan unsurları Balkanlardan, her taraftan getiriyorsun. Onlar aslında Türk değil.
Giritliler Rum, Boşnaklar Slav. Ama
Müslüman olmaları yeterli... İttihatTerakki ile başlayan, Cumhuriyet’in de
devraldığı ilginç bir nokta var. Artık
Türklük kimliğine oynuyoruz, kabul
edilen tek seçenek bu, ama Türklüğü
de ancak Müslüman unsur üzerinden
üretebiliriz diye düşünülüyor. Çünkü
biliniyor ki Türk olsa bile Hıristiyan
olan Karamanlıları ikna etmek Anadolu’nun ortasında, o kadar kolay değil.
Dolayısıyla 1925’ten sonra olanlar,
onlar için bir travma da olsa atlatmaları zor olmadı.
Zaten enformel, kayıt dışı yapılar.
Nakşi meşâyihin bu coğrafyada çok
önemli tarihsel isimlerinden Abdülhakim Arvasi’nin meşhur sözü var: hükümet tekkeleri kapatmakla boşa uğraştı, tekkeler kendilerini zaten kapatmışlardı. Bunun sebebi, Osmanlı’nın
bütün kurumları çöktüğü için tekkeler,
tarikatlar da zaten çökmüş olmasıydı.
Abdülhakim Arvasi, bunu demeye
getiriyor. Sonuçta Osmanlı bir fütuhat
devletiydi, fethediyor, fethettiği yerleri
kontrol edip çiftçilik hayvancılık varsa
onun geliriyle varlığını devam ettiriyor. Belli bir sınıra dayandı, o sınırdan
öteye bu prensiple -“gaza”- yol almak
mümkün değildi. Bir çöküş başladı ve
çöküş başladığında bütün kurumlar
çöker. İlk göze batan savaşta başarısız
olan askerlik kurumu olduğu için ilk
7
Bir de tabii çok ciddi travmalar atlatmış devlet. Bulgarlar kopmuş, Yunanlar kopmuş, Slavlar kopmuş, Romenler
kopmuş. "Hıristiyan unsurdan bana
yarar gelmez, hep zarar geldi." gibi bir
düşünce de var. O yüzden onları etnik
olarak Türk olsalar da atıyor, ama
Müslüman unsurları da mübadeleyle
alıyor ve Türkleştiriyor. Gelenlerin
Türklüğü benimsemesi çok zor olmuyor. Kafkasya’dan da Gürcü’yü Abaza’yı Çerkez’i getiriyor, onların da
Türklüğü benimsemesi çok zor olmuyor.
me (türdeşleştirme) girişimi her bakımdan… Din olarak, dil olarak, etnisite olarak bir homojenleştirme yolu seçeceksin. Ayrıca birey olmak, meslek
sahibi insan olmak, bunlar da beraberinde geliyor. Ama tarikatlar bu homojenleştirme çabasının tam tersi bir işlerlik içindeler. Bağımsız, her tarafta kafasına göre takılan ve insanlara nasıl
insan olunacağına dair kendince formül üreten, reçete sunan oluşumlar
bunlar.
Kürtleri bu resmin neresine yerleştirebiliriz?
Evet, dinî çerçevede, dinî ahlak, mesela
nefs ve ruh ikiliği üzerinden bir iyi
insan-kötü insan kavramlaştırması kazandırılmaya çalışıyor. Yüzyıllarca da
insanlar "Nasıl iyi olurum, nasıl doğru
olurum, nasıl güzel olurum?" sorularının yanıtlarını bu çevrelerden öğreniyorlar. Medresenin ulaşamadığı yerlerde, ücra köşelerde, uzak bir köyde
tekke var. Orada bir şeyh var ya da
şeyhin bir halifesi var. Ona tâbi olarak
sürüyor işler. Cumhuriyet bir taraftan
imamları taşraya yönlendirmeye çalışıyor. Diyanet aracılığıyla ama çoğu
durumda tarikat şeyhinin imam olarak
bir ikinci işlev kazanması söz konusu
oluyor. Bir şekilde Cumhuriyet topyekûn, toplumun en derinlerine, kılcal
damarlarına kadar girmek isteyip de
giremediği durumlarda maalesef iki
arada-bir derede kalmışlık sonucu ortaya çıkıyor. Tarikatlar tamamen yok
olmuyorlar, ama çok etkili bir şekilde
kendilerini dışa da vuramıyorlar. 19251950 arası böyle bir dönem diyebiliriz.
Üstelik de dünyevi değil daha dinî
bir çerçevede...
Kürtler otokton yani o coğrafyanın
kendi halkı. Bir arada yaşıyorlar. Yüzyıllara dayanan bir aşiret siyasal örgütlenmesinin içindeler. Coğrafyaları tarikatların etkili olduğu bir coğrafya; dilleri çok net olarak farklı ve buna bağlı
olarak onlar da modern zamanlarda
kendi ulusal bilinçlerini var etme yolunda Avrupa’dan etkilenerek aydınları, elitleri eliyle birtakım girişimlerde
bulunmuşlar. Dolayısıyla Cumhuriyet’in orada bir sorunu var. Tarikatlara
dönecek olursak, modernleşme yolunda, Türk kimliğini hayata geçirme yolunda, İslam’ı da Türkleştirme yolunda
hilafetin kaldırılmasından sonra artık
devlet; bürokrasinin dinle bağını bu
anlamda koparmış ve İslam’ı da kendi
ulus-devlet anlayışı çerçevesinde kontrolüne almış durumda. Ama halkta
hâlâ İslam’ın pek çok renkle karşımıza
çıkan tezahürleri var. Bunları da standartlaştırmak istiyor. Unutmayalım
ulus-devlet sonuçta bir homojenleştir-
8
Download