Güdülerin mülkleştirilmesi

advertisement
Sayfa 18
Ocak 1998
nsanın içgüdüleri yok mudur?
Elbette, memeli hayvanlar sınıfına dahil olan insanın da, bu
gelenekten getirdiği içgüdüleri vardır. Uyumak, beslenmek, üremek,
korunmak gibi temel içgüdüler, insanda büyük oranda egemendir.
Hatta ve hatta, bu içgüdüler, insanın
henüz insan olmadığı zamanlarda
olduğundan çok daha zayıflamış,
yıpranmış, çarpıtılmış ve çoğunlukla tanınmaz hale getirilmiştir. İnsan,
hayvanlıktan çıkışın bir gereği olarak, içgüdülerini eğitmiştir. Fakat
ilginç olan odur ki, bu eğitim şartlı
İ
dan belirlenir. Kimi hayvanlar gece
uyurken, kimileri bunun için gündüzden yararlanır. Her birinin,
kendi vücut yapılarına göre bir düzenlenişi vardır. Hayvanın özellikleri gece beslenmesi için elverişliyse, gündüz uyur. Değilse gece
uyur. Fakat insan, bu içgüdüsel
özelliği büyük oranda muhafaza
etmesine karşın, kendi isteğiyle
bazı düzenlemelere gidebilmektedir.
Aynı şekilde açlık içgüdüsü de
böyledir. Bazı hayvanlar, çok aç
kaldıkları zaman birbirlerini, aynı
Güdülerin
mülkleştirilmesi
Apocu Gerçekleşmenin Kaynakları –III
“İnsanoğlunun bütün güdüleri,
tarih boyunca pazarlamaya
konu olmuşur.
Cinsellikten başlayarak
beslenme ve korunma
güdülerini doyuma ulaştıran
nesnelerin tümü,
alınıp satılabilmiştir.
Bugün hâlâ bu durum,
ticaretin cenneti olarak
kabul edilen toplumda,
en yaygın ve pervasız biçimler
altında sürdürülmektedir.”
refleks yoluyla gerçekleşmiştir ve
içgüdülerin eğitiminde kullanılan
temel araç ise, özel mülkiyettir.
İçgüdülerin eğitimi nasıl sağlanmıştır?
İnsanlar, kendi örgütsel düzenlemelerinde, özgün kurallar, iç disiplinler getirmişlerdir. Örneğin
uyuma içgüdüsü, genellikle doğal
şartlar tarafından belirlenmesine
karşın, insanlar bunu çeşitli durumlara göre değiştirmesini öğrenmişlerdir ve öğretmişlerdir. Hayvanlar için uyumak, beslenmekten
artakalan zamanlarında dinlenmek
amacındadır. Bunun dışında, içgüdülerin düzeni biyoritmler tarafın-
türden olan hemcinslerini yerler.
Daha doğrusu, başka beslenecek bir
şey olmadığında, en zayıflarını seçer ve parçalayarak paylaşırlar. Bu
özellik bile, belli ölçülerde insanlarda hâlâ egemendir. Zayıfın yenilmesi, insanlarda da geçerlidir. Bugün de, tıpkı hayvanlar gibi, kendi
hemcinslerini yiyen insanlara raslanmaktadır. İlginç olan, hayvan
türlerinin büyük çoğunluğu, yaşamak için zorunlu olmadıkça, ölüm
tehlikesiyle karşılaşmadıkça, hemcinslerine zarar vermezler. Fakat
bazı insan topluluklarında, yamyam
kabilelerinde, insan yemek bir gelenek, bir adet, giderek bir zorunlu-
luktur. Aslında, insan topluluklarında bu hemcinslerini yeme özelliği,
oldukça köklüdür ve pratik olarak
birbirlerinin etinden beslenmeseler
de, sonuçta zayıf olanın ezildiği, öldürüldüğü bir yaşayış biçimleri, bir
örgütlenmeleri vardır. Bu yasa, neredeyse insanın varoluşuna ilişkin
bir yasa olarak kalmıştır.
Açlık içgüdüsü, tıpkı cinsel içgüdü gibi, başlangıçtan bugüne kadar
dinsel düşünce ve davranışlara konu olmuştur. Yaşamın sağlanmasının temel araçlarından biri olan açlık güdüsü, sadece insanlara değil,
aynı zamanda tanrılara da atfedilmiştir. Hatta, tanrıların beslenmesi
için verilen kurbanlar arasında insanlar da vardır. Birkaç yüzyıl önce,
Amerika kıtasının yerlileri, güneşin
her gün yeniden doğması için, her
gün bir insan kurban ediyorlardı.
Bu, güneşi beslemenin bir biçimiydi.
Yine, avlanma törensel bir faaliyetti. Av öncesinde ve sonrasında
yapılan törenlerde, beslenme olayı
kutsanıyordu. Günümüzde de, insan
topluluklarının ezici bir kesiminde
ekmek hâlâ kutsaldır. Şölenler, davetler, dinsel toplu yemek yeme törenlerinin günümüze kalmış miraslarıdır.
Aynı kutsallığı, insanoğlunun korunma içgüdüsüne de atfetmiş olduğuna değinmeye gerek yok. Tanrılar
zaten, temel olarak insanın korunmasıyla yükümlü kılınmışlar, giderek ceza ve ödülü öngören hukuk
sistemlerinin de temsilcileri sayılmışlardır.
Cinsellik, esasında bir üreme içgüdüsüdür ve bütün canlı türlerinde, türlerinin devamının sağlanması için gerekli olan bir temel içgüdüdür. İçgüdülerin nasıl eğitildiği
ve nasıl bir dönüşüme uğradığı konusunda, üreme içgüdüsünün insanda nasıl bir cinsellik içgüdüsüne dönüştüğünü incelemek çarpıcı
olacaktır. Bütün canlılarda cinsellik yalnızca ve yalnızca üreme
amaçlı olarak gerçekleşir. Bunun
dışında cinsellik yoktur. Hiçbir
canlıda zevk amaçlı bir cinsellik
içgüdüsünün olduğu görülmemiştir. Ancak üreme dönemleri geldiğinde, hemen tüm canlı türleri,
özellikle en karmaşık olanları törensel davranışlar göstererek ve
belli kurallar çerçevesinde dişi ve
erkek bir araya gelirler. Birleşme
olayı bir kez gerçekleştikten ve dişi döllendikten sonra, bir sonraki
üreme dönemine kadar beklemek
gereklidir. Fakat insanda bu böyle
değildir. Öyle ki, insanlarda cinselliğin yalnızca üreme amaçlı olarak
değerlendirilmesi, ahlaki bir zaaf
olarak değerlendirilebilmektedir.
İnsanın bir içgüdüsünü bu kadar
değiştirmesinin temelinde yatan
gerçek ne olabilir?
Bunun cevabı çok kolay değil
veya bugünkü bilgi düzeyimizle
fazla mümkün de değildir.
Bilgimiz dahilinde olan şeyler
ise, cinselliğin günümüz insanında
ve hatta binyıllarca önceden başlayarak, ticari değişimin bir konusu
yapılmış olmasıdır. Yani, kadının
veya erkeğin mülkleştirilmesiyle
bağlantılıdır.
Başlangıç olarak insan türünde,
çokeşliliğin egemen oluduğunu
söylemiştik. Bu evrede, genel olarak birleşenlerin, güç açısından birbirlerine denk olması beklenir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Örneğin, kalabalık bir memeli topluluğunda, üremenin gerçekleşmesi için
genellikle canlı türü grubunun en
güçlü bireyi birleşmeyi gerçekleştirir. Bunun sağlanması için de, kav-
Serxwebûn
galar olur. Birbirleriyle dövüşen erkeklerden galip gelen, üremeyi sağlamaya hak kazanır. Esas olarak bu,
doğal yapıları için en uygun olanıdır. Çünkü güçlü ve sağlıklı bireylerin birleşmesi, türün sağlıklı gelişmesi için önemlidir.
Diğer canlı türlerinin bu tarzdaki
yaşayış biçimlerine karşın, insan türü neden bu kadar karmaşık yapılanmıştır? Başlangıçta insanın da
diğer memeli türleri gibi bir yaşayış
biçimine sahip olduğu kesindir. Fakat toplumsallaşmanın başlaması ve
ardından onun gelişimi için özel
mülkiyetin zorunlu olmasıyla birlikte, içgüdülerin doğallıklarından
çıkmaları da zorunlu olmuştur.
Özel mülkiyet, giderek bugünkü
ailenin prototipi olan ilk aile olgusunu ortaya çıkarmıştır. Grup eşliliğine dayanan bu aile biçimlerinde,
ana henüz yapıcı egemenliğini sürdürmektedir. Çünkü bu türden ailelerde, bir grup kadına karşı bir grup
erkek yer alır ve gruplar birbirleriyle evli sayılırlardı. Böylece, bir kadının birden fazla erkek eşi, yine bir
erkeğin de bir gruptan oluşan kadın
eşi olurdu. Böyle bir durumda babalık kurumunu bir birey değil, bir
grup oluşturduğu için, soylar anadan oğula geçer. Fakat bu toplumlarda da, henüz cinsellik bugünkü
düzeyde bir güdü haline gelmemiş
olmalıdır. Çünkü bu tür grup eşliliklerinde cinselliğin önemli bir güdü olarak önplana çıkması, onun giderek sınırlandırılmasını getirecekti. Bu da, grup eşliliğine son vermeyi gerektiren bir olgu olurdu.
Gerçekte anılmaya değer diğer
bazı evlilik biçimleri bulunmaktadır. Engels, “Ailenin, Devletin ve
Özel Mülkiyetin kökeni” adlı eserinde bu evlilik tiplerini uzun uzadıya
irdelemiştir. Konumuz açısından
fazla gerekli olmadığı için değinmeye gerek yok. Konumuz açısından önemli olan, özel mülkiyetin
gelişmesi sonucu, komünal toplumda bireysel yanların öne çıkması ve
bireyler arasında bir rekabetin gruplararası rekabete dönüşmesi yaşanmıştır. Gruplararası çatışmaların ortaya çıkışı ve bu çatışmalarda, daha
önce avcılıkta yetkinleştiği için erkeğin yeralmasıyla birlikte; erkek,
anaerkil toplumun bağrından egemen olan kadına karşı yeni bir güç
olarak ortaya çıktı. Avcılıkta uzmanlaşan erkekler birbirleriyle savaşırken, yenilen taraftaki kadınlara
ise esir olmak düşüyordu. Gruplar
sadece artı ürünlerini karşılıklı birbirlerinin ellerinden almakla kalmıyor; aynı zamanda esir aldıkları kadınları da hizmetlerine koşuyorlardı.
Cinselliğin bir tabu haline gelmesinde bunların tümü elbette etkili
olmuştur. Fakat bunlar yalnızca, kadının mülkleştirilmesine ilişkindir.
Bunun dışında, cinselliğin hangi
yollarla bir zevk aracı haline geldiği
çok açık değildir.
Doğanın uyanışının simgelendiği
bahar aylarında, kimi toplumlarda
neredeyse dinsel bir tören tarzında
kadın ve erkek birleşmelerinin topluluğun seyrine açık olarak gerçekleştirildiği görülmüştür. Örnek olarak, Anadolu’da bir mühürün üzerindeki anlatımlara göre, baharın
belli günlerinde Hititler, her yıl yeniden seçtikleri bakir kral ve kraliçelerinin çevresinde bir meydanda
toplanırlar. Aynı meydanda, bu
genç kral ve kraliçelerinin mezarları da kazılmıştır. İki genç, törensel
bir hava içinde, topluluğun dinsel
bağırışları, dansları, coşkuları eşliğinde birleşirler. Birleşme bittikten
sonra, her ikisi taşlarla, sopalarla,
kalabalık eline ne geçirirse onunla,
yine dinsel bir coşkuyla öldürülür
ve hazır mezarlarına gömülürler. Bu
türden bir törenle Hititler, baharda
toprağı döllediklerine inanmaktadırlar.
Kayıtlara geçmeyen ve cinselliği
temel alan başka dinsel törenler de
olmalıdır. Bütün bunların açıkladığı
en önemli noktalardan biri şudur:
Cinselliğin bir zevk aracı haline
gelmesinde, dinsel duygu ve düşünceler sonderece etkili olmuştur.
Giderek tarih içinde cinsellik,
özellikle kadın, bir mülkiyet durumuna gelmiştir. Kadının mülkiyet
durumuna gelmesi cinselliğin bir
doğal amaç olmaktan, soyun sürmesi için gerekli bir olay olmaktan
çıkarak, bir zevk aracı haline gelmesiyle ilintilidir. Bir şey eğer
zevk veriyorsa ve yaşamak için zorunlu ise, bir şey güç yoluyla elde
edilebiliyorsa ve yitirilebiliyorsa,
özel mülkiyetin varolduğu koşullarda o şeyin metalaşmaması mümkün değildir. Kesinlikle bir mal haline getirilir ve pazarlanır. İnsanoğlunun bütün güdüleri, tarih boyunca pazarlamaya konu olmuşur.
Cinsellikten başlayarak beslenme
ve korunma güdülerini doyuma
ulaştıran nesnelerin tümü, alınıp
satılabilmiştir. Bugün hâlâ bu durum, ticaretin cenneti olarak kabul
edilen toplumda, en yaygın ve pervasız biçimler altında sürdürülmektedir.
Şu halde, insanoğlunun güdülerinin hayvanlardan farkı, onun bunları eğitmiş olması ve onlara pragmatik yaklaşımın çok ötesinde törensel
bir hava kazandırmasıdır. Gerçi bu
törensel olma durumu, insanın dışındaki diğer canlılarda belli ölçülerde vardır. Fakat bunların tümü,
kesinlikle üremeye, korunmaya, yaşamın doğal sürdürülmesine yöneliktir ve dolaysızdırlar. Nesilden nesile, öğretilmeleri için hiçbir kurum
olmaksızın yaşam içinde aktarılırlar
veya çoğunlukla aktarılmalarına gerek kalmaz. Hayvanlar bu davranış
kalıplarını doğuştan genlerinde taşırlar.
İnsanlığın ilk okulu, aile kurumudur. Güdülerin eğitilmesi de ilk
olarak bu kurumda gerçekleştirilir.
Genel olarak bu eğitim, güdülerin
pazarlanmasına yönelik olarak gerçekleştirilir. Özellikle, cinselliğe
ilişkin namus kavramının göreli
olarak sonderece etkin olduğu kimi
toplumlarda, bu durum sözkonusu
güdülerin pazarlanmalarının en üst
düzeyini göstermektedir. Bu konuda ne kadar çok tabu oluşmuşsa, pazarlanma da o denli köklü bir ilişki
olmuştur. Sonuç, tahmin edileceği
gibi, kadın ya da erkek ayırımı yapılmaksızın, fahişeliktir.
Cinsellik kurumunun bu kadar
köklü bir etkide bulumasının temel
nedenlerinden biri, demek ki, onun
mülkleştirilmesinden, zevk aracı
olarak pazarlanmasından kaynaklanmaktadır. Hiçbir şey, insanın
kendisini mülk olarak değerlendirmesinden daha düşürücü olamaz.
Hiçbir şey, mülk haline gelme durumu budur, insanı temel amaçlarından uzuk tutamaz. Sadece satanalan değil, temelde ticari bir ilişki
biçimi olan bu tarz bir ilişkiye dahil olan herkes, mülkleşmiş demektir.
Genel olarak mülkleştirme olgusu dışında, insan güdülerinin eğitimi mümkündür, gereklidir ve insanın insan olmasıyla ilintilidir. İnsan
oluşun temelinde, toplumsallaşmanın temel bir dayanağı olarak, güdülerin kişisel birer ihtiyaç olmaktan çıkarılması yatmaktadır.
Download