TÜRKİYE'DE SOSYOLOJİ: II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ1 Suat ALAN2 Giriş Sosyoloji, 19. yüzyılda Avrupa'da yaşanan toplumsal sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan modern bir bilimdir. Avrupa'da ortaya çıkıp kısa bir süre içerisinde benimsenen bu bilim dalı, aynı yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı İmparatorluğu'nda da işlev görmeye başlamıştır. Osmanlı'da ki ilk belirtileri, 19. yüzyılın sonlarında görülse de, 20. yüzyılın başlarında iyice belirmeye başlamıştır. 20. yüzyılın başları, bilhassa 1908 sonrası dönem Osmanlı İmparatorluğu için kritik bir dönemdir. Zira bu dönem de, hanedanlık ile yönetilen Osmanlı, ilk defa çok partili hayata geçmiştir. Öncesinde yaşanan Lale Devri, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, I. Meşrutiyet, Jön Türk Kongreleri gibi gelişmeler, II. Meşrutiyete zemin hazırlayan gelişmeler olarak kabul edilmelerinin yanı sıra, Osmanlı'nın toplumsal yapısını da önemli ölçüde etkileyen olaylar olmuştur. II. Meşrutiyet ile birlikte yeni bir boyut kazanan toplumsal olayların çözümü önemli bir sorun olarak belirmiştir. Dönemin düşünürleri sorunların çözümü adına çeşitli arayışlar içinde olmuştur. Temel amaçları bu ülke nasıl kurtarılabilir sorusuna cevap aramak olan dönemin düşünürleri çeşitli düşünce akımlarının ortaya çıkışına sebep olmuşlardır. Bu anlamda, Tarık Zafer Tunaya (1988: 9-12), II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan beş düşünce akımından bahseder: Batıcılık akımı, İslamcılık akımı, Türkçülük akımı, Meslek-i İçtimai akımı ve Sosyalizm akımı. Bu düşünce akımları ideolojik bir yana sahip olsalar da, dönemin yapısı içinde adlarından söz ettirebilmişlerdir. Bu dönem sosyoloji açısından dikkat çeken gelişmeler de bu akımlara bağlı olarak varlık bulabilmişlerdir. II. Meşrutiyet, 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilmiştir. Bu tarihte başlayan II. Meşrutiyet döneminin ne zaman son bulduğu ile ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. TBMM'nin açılması, Saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet'in İlanı ve daha pek çok gelişme II. Meşrutiyet döneminin son bulduğu olay olarak değerlendirilmektedir. Bu anlamda en etkili değerlendirme, aynı zamanda bir hukukçu olan Tarık Zafer Tunaya'ya aittir. Tunaya, 01 Kasım 1922'de Saltanatın Kaldırılması ile birlikte 600 yıllık bir devlet, II. Meşrutiyet dönemi 1 2 Bu yazı yayın aşamasındadır. Arş. Gör., Bingöl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü, [email protected] de dahil, fiili ve hukuki olarak tarihe karışmıştır diyerek, hem Osmanlı İmparatorluğu'nun hem de II. Meşrutiyet döneminin son bulduğunu ifade etmektedir (Artuç, 2008: 78). Mümtaz Turhan ise Cumhuriyet'in ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihinde devrin kapandığını öne sürmektedir (Turhan, 1997:185). II. Meşrutiyet'in ilanından önceki dönem Abdülhamit'in istibdat dönemi olarak nitelendirilmiş, o dönemin baskıcı yapısına meşrutiyetin ilanı ile son verilmiş ve meşrutiyet ile birlikte çok partili siyasi hayata geçilmiştir (Tunaya, 1988: 3). Her ne kadar meşrutiyet çok partili hayata geçiş aşaması olarak kabul edilse de; bu durum, yani çok partili hayat, 1912 yılına kadar sürmüştür (Tunaya, 1988: 7). 1912 yılından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kontrolünde tek partili bir hayat devam etmiştir. Lütfi Erişçi, 1941 yılında yazdığı, Türkiye'de Sosyolojinin Tarihçesi ve Bibliyografyası adlı makalesinde, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan altı sosyoloji ekolünden bahseder. Bu sosyoloji ekolleri Avrupa'da, özellikle Fransa'da ortaya çıkan sosyoloji ekolleri olarak dikkat çekmektedirler. Avrupa'da bulunan Jön Türkler, Osmanlı'nın sorunlarına çözüm ararken, Avrupa'da ortaya çıkan ve toplumsal sorunlara çözüm arama konusunda başarılı olan bu yeni bilim dalına ilgi duymuş ve Türkiye'nin sorunlarının bu bilim dalı ile çözüleceğinden hareketle, Avrupa'da ki bu bilim dalının temsilcilerine ve fikirlerine yönelmişlerdir. II. Meşrutiyet döneminde sosyolojiye ilgi duyan isimler arasında, Said Halim Paşa, Mizancı Murat, Satı Bey, Emrullah Efendi, Bedii Nuri, Ahmet Rıza, Ahmet Şuayip, Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin, Ziya Gökalp gibi pek çok isim saymak mümkündür (Kaçmazoğlu, 2011: 254). Bu isimlerden önce sosyolojiye ilgi duyan isimler de olmuştur. Erişçi'nin (1941: 158) aktardığı bilgilere göre, Osmanlı'da ilk sosyolojik nüveler, Rıza Tevfik ve Ahmet Şuayip'in Herbert Spencer'ın düşüncelerinden hareketle yazdıkları bir takım notlar ve Hasan Tahsin'in René Worms'ten yaptığı çevirilerde göze çarpmaktadır. Bunların yanında Ali Suavi'nin yazılarında Le Play'in sosyoloji anlayışını tanıtması (Sezer, 1989: 48) sosyolojiye ilginin ilk nüveleri olarak değerlendirilmektedir. Cahit Tanyol da, Türkiye’de sosyolojinin habercileri olarak Ahmet Cevdet Paşa ve Mizancı Murat’ı göstermektedir. Ahmet Cevdet Paşa, İbn-i Haldun’un Mukaddimesi’ni çevirdiğinden, Mizancı Murat ise siyasi tarih anlayışı yerine sosyal tarih anlayışını getirdiğinden dolayı bu alanın öncüsü olarak kabul edilmişlerdir (Sezer, 1989: 17). Bu gelişmeler II. Meşrutiyet döneminden çok önceleri yaşanmıştır. Bu gelişmelere öncülük eden kimi isimler, II. Meşrutiyet döneminde de etkisini sürdürmüşlerdir. II. Meşrutiyet döneminde Türkiye'de görülen sosyoloji akımları Avrupa menşeli sosyoloji akımlarıdır. Auguste Comte'un öncüsü olduğu Pozitivizm akımı, Herbert Spencer'ın temsilcisi olduğu Organist Sosyoloji akımı, Gabriel Tarde’ın görüşleri doğrultusunda varlık bulan Psiko Sosyoloji akımı, Karl Marx'ın fikirlerinden hareketle yayılan Marksist sosyoloji akımı, Frédéric Le Play'in takipçileri tarafından sürdürülen Science Sociale akımı ve Emile Durkheim'ın Pozitivizm akımından hareketle geliştirdiği Sosyolojizm akımı, II. Meşrutiyet döneminde ülke sorunlarına çözüm arama çabası sonucu öne sürülmüş ve taraftar toplamışlardır. Bu sosyoloji akımlarını Türkiye'de temsil eden belli isimler ön plana çıkmıştır. Pozitivizm akımını Ahmet Rıza, Organist Sosyoloji akımını Ahmet Şuayip, Psiko Sosyoloji akımını Abdullah Cevdet, Marksist sosyoloji akımını Refik Nevzat ve Mustafa Suphi, İlm-i İçtima akımını Prens Sabahattin, İçtimaiyat akımını ise Ziya Gökalp temsil etmiştir. Bu akımlardan Ziya Gökalp'ın temsil ettiği Sosyolojizm akımı ile Prens Sabahattin'in temsil ettiği Science Sociale akımı taraftar toplayabilmişken, diğer akımlar kısa süren etkilerinden sonra unutulmaya yüz tutmuşlardır. Avrupa'da etkili olan sosyoloji akımları, bu altı akım ile sınırlı değildir. Max Weber, Ferdinand Tönnnies, George Simmel, Vilfredo Pareto gibi düşünürlerde sosyoloji alanında ün kazanmış dönemin önemli fikir adamlarıdır. Fakat bu düşünürlerin fikirleri, II. Meşrutiyet döneminde Türkiye'de yayılma olanağına sahip olamamışlardır. Bu girizgâhtan sonra, II. Meşrutiyet döneminde Türkiye’de varlık bulan altı sosyoloji akımına değinilecektir. Bu minvalde, her akımın Avrupa’da hangi isimler tarafından temsil edildiği ve toplumsal sorunların çözümü adına öne sürdükleri yöntemin, Avrupa’da ne ölçüde etkili olduğuna açıklık getirilecektir. Devamında, bu akımların; Türkiye’ye hangi saiklerle aktarıldığı, hangi düşünür/düşünürler tarafından temsil edildiği, toplumsal sorunların çözümü adına öne sürülen yöntemin, Türkiye’nin sorunlarını çözme adına ne ölçüde uygun olduğu ve Türkiye’de kabul görüp görmedikleri üzerinde durulacaktır. Pozitivist Sosyoloji Akımı Pozitivizm akımı, hem felsefi bir akım olarak hem de sosyoloji akımı olarak kabul edilmektedir. Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte'tur. 1798 ve 1857 yılları arasında Fransa'da yaşayan Comte, Saint Simon'un haber verdiği sosyoloji bilimine isim veren kişidir. İlk başlarda sosyal fizik terimini kullanan Comte, 1839'da sosyoloji terimini kullanmaya başlamıştır (Ritzer, 2011: 15). Comte’un sosyoloji tarihi açısından önemi, “sadece sosyoloji terimini lügata katmasından değil, objesi toplum olan özerk bir bilimin öncelikli gerekliliği fikrini ilk savunan kişi olmasındandır” (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 98). Comte'un yaşadığı dönem, Fransa'da önemli toplumsal sorunlar mevcuttur. Bu sorunlar o denli büyümüş ve karmaşıklaşmıştır ki, mevcut hiç bir bilim dalı bu sorunların çözümü için yeterli gelmemektedir. Toplumsal sorunların çözümü konusunda arayış içinde olan düşünürlerden birisi de Comte'tur. Comte, bu arayış sonucunda pozitivizm bilimini sosyal olaylara uyarlama anlayışını geliştirmiştir. "Pozitivizm, sosyal dünyanın doğa dünyasıyla özünde aynı olduğu, ikisinin de en iyi şekilde doğa bilimciler tarafından geliştirilen 'bilimsel yöntem' kullanılarak araştırılabilecek nesnel bir gerçekliğe sahip oldukları kabulüne dayanır" (Slattery, 2010: 71). Comte, mevcut toplumsal sorunların sebeplerine eğilirken, doğa bilimlerinin yönteminden faydalanmanın önemli avantajlar sağlayacağını düşünmekteydi. Çünkü doğa bilimlerinde gözlem ve deney kullanılarak olayların sebep ve sonuçları gözle görülebilecek somut veriler ile ortaya konulabilecek özelliktedir. Ritzer (2011: 15), Comte'un ilk başlarda, sosyoloji yerine sosyal fizik terimini kullanmasını, sosyolojiyi doğa bilimlerine göre şekillendirme çabasının bir yansıması olarak değerlendirmektedir. Auguste Comte'un, sosyal statik (statik sosyoloji) ve sosyal dinamik (dinamik sosyoloji) arasında yaptığı ayırım, sosyolojiye yaptığı önemli katkı olarak kabul edilmektedir (Sezer, 2011: 63). Comte; belirli toplumlardaki düzeni inceleyeceği için, statik sosyolojiyi bir düzen kuramı olarak öne sürerken; toplumlardaki ilerlemeyi inceleyeceği için dinamik sosyolojiyi bir ilerleme kuramı olarak öne sürmüştür (Ergun, 2013: 60). Yani Comte'un sosyoloji anlayışında statik ve dinamik, diğer bir ifade ile düzen ve ilerleme kuramları ön plandadır. Comte, ilerlemenin düzene bağlı olduğunu düşünmektedir. Ona göre, toplumlar tarih boyunca üç aşamadan geçmişlerdir. Her aşama, toplumların gelişmişliğini göstermektedir. Toplumların geçtiği bu aşamaları üç hal kanunu ile formülleştiren Comte, bu üç hali şöyle açıklamaktadır: Teolojik ya da hayali hal, metafizik ya da soyut hal, pozitif ya da bilimsel hal. Comte, kendi yaşadığı dönem için, Avrupa'nın üçüncü halde olduğunu belirtmektedir (Ergun, 2013: 61–62). Yani, ona göre Avrupa, gelişmişliğini tamamlamış ve ulaşılması gereken en ileri noktaya ulaşmıştır. Comte'un bu anlayışı Avrupa dışındaki toplumlarda da ilgi uyandırmış ve hızlı bir şekilde yayılmıştır. Pozitivizmin ilkelerini sosyal olana uyarlama anlayışını geliştiren, bunun neticesinde sosyoloji bilimine isim babalığı yapan ve statik sosyoloji ile dinamik sosyoloji arasında yaptığı ayırım ile alana önemli katkı sağlayan Comte’un sosyolojisi, Ünsaldı ve Geçgin’in ifade ettiği şekliyle, belli bir noktadan sonra kaçınılmaz bir şekilde tarih felsefesine kaymıştır. Aslında böyle bir sonuç, Comte’un bütün dinamik sosyolojisinin üzerinde yükseldiği “tarih felsefesi” (üç hal yasası), 18. yüzyıl ilerleme ideolojisi ve metafizik spiritüalizmi göz önüne alınırsa, beklenen bir sonuçtur (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 106). Comte’un dinamik sosyoloji anlayışı, statik sosyoloji anlayışını bastırdığından dolayı, diğer bir ifade ile Comte, dinamik sosyolojiyi, statik sosyolojiden daha önemli bulduğundan (Ritzer, 2011: 15) dolayı, tarih felsefecisi olarak anılmaktan alıkonulamamıştır. Ritzer (2011: 16), Auguste Comte'un sosyoloji kuramının gelişimine yaptığı katkılara değinirken şu tespitlerde bulunmaktadır: Öncelikle Comte'un sosyolojisi, birey üzerine odaklanmaz, aile gibi daha büyük yapılar üzerine odaklanır. Comte, toplumsal yapı ve toplumsal değişmenin her ikisine de bakılmasını tavsiye eder. Dahası Comte, sosyologların gözlem, deney ve karşılaştırmalı tarihsel çözümlemeler yapmalarını önerdi. Son olarak Comte, sosyolojinin dünyada egemen bilimsel güç olacağına inandı. Comte'un pozitivist sosyoloji anlayışı, eş zamanlı olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda da kendisini hissettirmiştir. Comte'un Mustafa Reşit Paşa'ya mektup göndererek pozitivizmi tanıtması ve Beşir Fuad'ın pozitivizme olan ilgisi neticesinde, Comte'un pozitivizm fikri Osmanlı'da tartışmaya başlanmıştır. Bu etkiden sonra, II. Meşrutiyet döneminde iyice etkisi artan pozitivizm anlayışı, Avrupa'daki Jön Türkler üzerinde tesirini göstermiş ve onlar aracılığıyla Türkiye'ye taşınmıştır. Bir taraftan Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası aracılığıyla pozitivizmin propagandası yapılırken; diğer taraftan, düzen ve ilerleme kuramları, siyaseten etkili olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin isminde, düzen ve ilerleme- ittihat ve terakki şeklinde varlık buluyordu (Kabakçı, 2008; Kaçmazoğlu, 2011: 256). Fransa'da bulunan Osmanlı aydınları, "Osmanlı'nın bunalım içinde olduğunu veri olarak kabul etmiş ve bunun için ulus devlet temeline dayanan Fransa için ileri sürülen 'düzen' kavramı yerine imparatorluk devlet temelinde 'düzen' yerine 'birlik' (ittihat) kavramı şiar olarak öne çıkarılmıştır. İkinci kavram ise tıpkı Fransız pozitivistlerinde olduğu gibi 'ilerleme' (terakki) biçiminde kabul görmüştür" (Erkul, 2008: 26). Pozitivizm akımı, Osmanlı'da etkili olmuş, üstelik iktidarı elinde bulunduran siyasi partinin ismine dahi ilham kaynağı olmuştur. Bu cemiyetin kurucusu olan Ahmet Rıza, pozitivizmin Türkiye temsilcisi olarak kabul edilmektedir (Kaçmazoğlu, 2011: 255). Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucusu olmakla birlikte, Paris'te bulunduğu süre zarfında pozitivist akımının önde gelen temsilcileri ile temas halinde bulunmuştur (Kabakçı, 2008: 45). Bu gelişmeler Ahmet Rıza'nın pozitivizmin Türkiye temsilcisi olarak kabul edilmesi için önemli kanıtlar olarak kabul edilmektedir. Ahmet Rıza'nın pozitivizme ilgisi, Paris'e gitmeden önce başlamıştır. “Meşveret’in Fransızca ekinde çıkan bir makalesinde, pozitivizmi 1887 yılında Türkiye’de, Dr. Robinet isminde Auguste Comte hakkında ilk yazı yazanlardan birinin kitabından keşfettiğini” (Mardin, 2014: 179) belirten Ahmet Rıza, Paris'e gittikten sonra, bir yandan Sorbonne Üniversitesinde tarih-i tabii derslerine, diğer yandan ise Pierre Lafitte'in verdiği pozitivizm derslerine devam etmiştir. Pozitivistlerin cemiyetine de üye olan Ahmet Rıza, bu cemiyetin düsturu olan 'Ordre et Progres' (düzen ve ilerleme) esasına da bağlı kalmıştır. Bu cemiyetin yayın organı olan La Revue Occidentale'de İslamiyet'i tanıtıcı ve yüceliğini belirtici makaleler yazmıştır (Erkul, 2008: 29). Paris’te çıkarttığı Meşveret gazetesinde yazılarını yayınlayan Ahmet Rıza, Sultan Abdülhamit’e bu yayın aracılığıyla eleştirel yöneltir. 1905’ten itibaren pozitivizmin uluslararası planda yayılması için kurulmuş olan Comité Positif Occidental’de ‘Müslüman toplumların temsilcisi’ olarak yer alan (Kabakçı, 2008: 47) Ahmet Rıza, 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra, İstanbul'a dönmüş ve İttihat ve Terakki Genel Merkez üyeliği, İstanbul milletvekilliği, Meclis-i Mebusan Başkanlığı, Meclis-i Ayan üyeliği yapmıştır. Daha sonra ittihatçılarla arası açılan Ahmet Rıza, 1910'da İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin merkez komitesinden çıkarılmıştır (Kaçmazoğlu, 2011: 258). Kaçmazoğlu (2011: 261), Ahmet Rıza’nın doğrudan sosyoloji ile uğraşmadığını ve teorik açıdan Türkiye’nin toplumsal sorunlarını ortaya koyup çözüm önerisinde bulunamadığını, bu sebepten dolayı, Türkiye’nin düşün hayatında ve sosyoloji tarihinde kalıcı bir yer edinmediğini belirtmektedir. Erkul (2008: 26) ise Ahmet Rıza'nın Auguste Comte’un pozitivist felsefesini Türkiye'de tanıtmakta önemli bir payı olduğunu, bununla birlikte arkasında hiçbir toplum bilim yapıtı bırakmadığını belirtmektedir. Kaçmazoğlu (2011: 256), dönemin Batılı ve yerli sosyologlarının neredeyse tamamının pozitivist yöntemi düşünce biçimi olarak benimsediklerini, Osmanlı'da Auguste Comte'un görüşlerinden söz eden ilk kişinin de Ahmet Rıza değil, matematikçi Salih Zeki olduğunu belirtmektedir. Bunun yanında Ziya Gökalp'ın, Emile Durkheim'ın geliştirdiği pozitivist sosyoloji anlayışını daha ileri noktalara taşımasına karşın pozitivizmin Türkiye temsilcisi olarak Ahmet Rıza'nın kabul edildiğini belirten Kaçmazoğlu, bunun sebeplerini de şu şekilde açıklamaktadır: Ahmet Rıza'nın İttihatçıların ilk liderlerinden biri olması, siyasetçi ve yazar olarak düşüncelerini ifade ederken A. Comte'un görüşlerine sistemli şekilde dayanması, tanınmış pozitivist teorisyen Pierre Lafitte'in derslerine devam etmesi, Fransız pozitivistlerinin yayın organı La Revue Occidentale'de yazması, onu Türkiye'deki pozitivistlerin öncüsü yapmış, pozitivizmin temsilcisi olarak tanınmasını sağlamıştır. Erişçi (1941: 159), pozitivizmin Türkiye temsilcisi olarak kabul edilen Ahmet Rıza'nın, Auguste Comte'un pozitivizmi ile olan münasebeti için oldukça belirsizdir nitelemesinde bulunmaktadır. Bu durumun açıklığa kavuşması gerekmektedir. Yani pozitivizmin Türkiye'deki temsilcisi olarak kabul edilen Ahmet Rıza'nın, pozitivizm ile olan münasebetinin belirsizliğinin sebebinin ne olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır. Bu anlamda sosyolojinin Türkiye'deki serüvenini göz önünde bulundurmakta fayda var. Erişçi (1941: 159), Osmanlı’daki ilk sosyolojik temayüllerin 1905 sonrası dönemde belirdiğini ifade etmektedir. 1908 sonrası dönemde iyice artmaya başlayan sosyolojik gelişmeler dikkate alındığında ve Ahmet Rıza'nın II. Meşrutiyet döneminde, önceki döneme oranla aktif olmadığı göz önünde bulundurulduğunda, temsilcisi olarak kabul edildiği pozitivist sosyoloji anlayışı ile olan ilişkisinin belirsizliği, kısmen açıklığa kavuşmuş olacaktır. II. Meşrutiyet döneminde eski dava arkadaşları ile anlaşmazlığa düşen Ahmet Rıza, temsilcisi olduğu pozitivizmi bu dönem temsil etme konusunda başarılı sayılamaz. II. Meşrutiyet döneminde, pozitivist felsefe anlayışından esinlenerek varlık bulan Durkheim’ın sosyolojizm anlayışı ile Spencer'ın organist sosyoloji anlayışının rağbet görmesi pozitivist anlayışın arka planda kalmasına sebep olmuştur. Bu dönem, pozitivizmin Rıza Tevfik ve Ahmet Şuayip önderliğinde yayınlanan Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası aracılığıyla yayıldığı görülmektedir. Ahmet Şuayip; pozitivizmin Türkiye’de tanınmasında önemli rol üstlenmiştir. Bunun yanı sıra, Herbert Spencer tarafından ortaya atılan organist sosyoloji anlayışını da benimsemiş ve Türkiye temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Organist Sosyoloji Akımı Auguste Comte ile birlikte kimlik kazanan sosyolojik çalışmalar yeni isimler aracılığıyla yeni boyutlar kazanmıştır. Comte'tan sonra sosyolojiye ilgi duyan ve yeni bir anlayış geliştiren isimlerden birisi de Herbert Spencer olmuştur. 1820 ve 1903 yılları arasında yaşayan İngiliz düşünür, Slattery'e (2010: 94) göre, Charles Darwin'in evrim teorisinden etkilenerek, bu teoriyi sosyal olaylara uyarlayan Sosyal Darvinizm teorisinin fikir babasıdır. Swingewood (1998: 74) ise Spencer'in Darwin'den etkilenmediğini, fikirlerini Darwin'den önce geliştirdiğini belirtmektedir. Ritzer'ın (2011: 43) şu ifadeleri de Swingwood'u destekler niteliktedir: "İlginç bir şekilde, "uyum sağlayanın hayatta kalması" ifadesini Charles Darwin'in doğal ayıklama üzerine eserinden bir kaç yıl önce Spencer türetti". Sosyoloji biliminin İngiltere’de kurumsallaşmasının öncülüğünü yapmakla birlikte, kendisinden sonra gelen pek çok kişiye ilham kaynağı da olan Spencer, çağdaşı Fransız sosyolog Durkheim üzerinde de etkili olmuştur. Spencer’ın basit ve karmaşık düalitesi, Durkheim’ın mekanik ve organik düalitesine zemin hazırlamıştır. Bunun yanı sıra, Spencer’ın Organist sosyoloji anlayışı, İkinci Dünya Savaşı sonrası varlığını önemli ölçüde hissettiren işlevselcilik teorisini de etkilemiştir. Avrupa’da, ilk dönemler itibari ile etkili olan ve sonrasında pek çok düşünce akımına zemin hazırlayan Spencer’ın Organist sosyoloji anlayışı, Comte’un pozitivist anlayışı gibi tarih felsefesine kaymış ve diğer sosyoloji akımları karşısında varlığını sürdürememiştir (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 110). "Spencer, bakış açısını ve kavramlarını biyolojiden aldı. O toplumun genel yapısıyla, toplumun parçalarının birbiriyle ilişkileri ve parçaların, bir bütün olarak toplum için olduğu kadar birbirleri için işlevleri ile ilgilendi" (Ritzer, 2011: 43). Spencer'a göre, toplumsal yapılar da tıpkı organizmalar gibi basit yapıdan karmaşık yapıya doğru gelişirler. Ona göre, insan toplulukları, yalın ve homojen ilkel kabile gruplarından, gelişmiş, bütünleşmiş ve farklılaşmış modern sosyal sistemlere doğru evrimleşmişlerdir. Spencer'ın evrim anlayışına göre tıpkı toplumlar gibi insanlar da evrimleşirler. Yani Spencer'ın anlayışı sosyolojik olduğu kadar psikolojik bir yöne de sahiptir. Ona göre modern insan, kendi fiziksel ve toplumsal çevresine uyum sağlar ve bu ortamda hayatını sürdürürken, binlerce yıllık fiziksel ve psikolojik evrimi temsil eder (Slattery, 2010: 94–95). Spencer'ın sosyoloji anlayışının bu iki yönü, Osmanlı'nın toplumsal sorunlarını çözme adına dönemin kimi düşünürleri tarafından işlevsel olarak görülmüştür. Herbert Spencer'ın öğretilerinden etkilenen ve toplumsal sorunların çözümü için bu akımın öğretilerinin etkili olabileceğini düşünen Osmanlı aydınları arasında, Suphi Ethem, Ethem Necdet, Ahmet Şuayip, Bedii Nuri, Satı Bey gibi düşünürler sayılabilir (Erişçi, 1941: 159–160). Bu düşünürler arasında isminden sık bahsedilen düşünür Ahmet Şuayip olmuştur. Ahmet Şuayip'in başlattığı Organist sosyoloji akımı, aynı zamanda kardeş olan Bedii Nuri ve Satı Bey tarafından ilerletilmiştir. Bedii Nuri, vefat ettiği 1913 yılına kadar Şehbal adlı dergide organist sosyoloji akımının öğretilerine bağlı olarak yazılar yazarken; Satı Bey, mütareke yıllarına kadar Türkiye fikir tarihinde önemli rol oynamıştır (Ülken, 2013: 227). Ahmet Şuayip, 1876 yılında İstanbul'da doğmuş, Fatih Rüştiyesi ve Vefa İdadisi'nden sonra Hukuk okumuştur. Çeşitli bürokratik görevlerde de bulunan Ahmet Şuayip, yazı hayatına Servet-i Fünun dergisinde başlamış ve daha sonra arkadaşları ile birlikte çıkardıkları Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası ile yazı hayatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, Türkiye'de ki ilk sosyoloji dergisi olma özelliği taşıyan söz konusu dergide, ekonomi, felsefe ve sosyoloji yazıları yayınlanmıştır. Derginin ekonomi anlayışı liberal iken, felsefi ve sosyolojik yaklaşımı ise organisttir (Akpolat, 2008: 132–133). Ahmet Şuayip'in Organist sosyoloji anlayışını yansıtan eserleri arasında, Hayat ve Kitaplar (1910), Esmar-ı Matbuat ve Hukuk-ı Umumiye-i Düvel (1912) gibi eserler sayılabilir. Bunun yanı sıra, 1908-1910 yılları arasında arkadaşları ile birlikte çıkarttıkları Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası'nda, Fransız İnkılabı, Rusya Tarihi ve Avamil-i İçtimaiye gibi yazıları yayınlanmıştır (Sezer, 1989: 41). II. Meşrutiyet döneminde, Ahmet Şuayip dışında organist sosyoloji anlayışını yansıtan eserler arasında, Suphi Ethem’in 1911 yılında yayınladığı Sosyoloji, Ethem Necdet’in 1913 yılında yayınladığı Tekamül ve Kanunları, Bedii Nuri’nin 1908 yılında yayınladığı Mülkiye Dergisi ve Envarı Ulum Dergisi, Bedii Nuri ve Satı Bey'in Ulumu İktisadiye ve İçtimaiye Dergisinde çıkan yazıları, organist sosyoloji akımından önemli ölçüde etkilenmiş olan çalışmalardır (Erişçi, 1941: 159–160). Türkiye’de organist sosyoloji anlayışının temsilcisi olarak kabul edilen Ahmet Şuayip’e göre, toplumsal değişme kaçınılmazdır ve olması gereken bir durumdur. Bu toplumsal değişme ancak evrim sonucu gerçekleşir ve beraberinde gelişmeyi getirir (Kaçmazoğlu, 2011: 265). Ahmet Şuayip’in bu fikirleri, Spencer’ın yaklaşımı ile önemli ölçüde örtüşmektedir. Sezer, Ahmet Şuayip ile ilgili mevcut bilgilerin kuşkulu olduğunu belirtmektedir. Bu kuşku, kaynaklarda Ahmet Şuayip’in ölüm tarihi ile ilgili farklı bilgilerin mevcut olması ile iyice belirginleşmektedir. Sezer, Ahmet Şuayip’in ölüm tarihinin ansiklopedilerde 1910 olarak geçtiğini, buna karşın Hilmi Ziya Ülken’in, Ahmet Şuayip’in ölüm tarihi olarak 1914 yılını gösterdiğini belirtmektedir. Bu çelişkili bilgiler aynı zamanda Ahmet Şuayip’in üniversitede ilk sosyoloji dersi veren kişi olduğu bilgisini de şüpheli kılmaktadır. Zira Ülken, Ahmet Şuayip’in üniversitede ki ilk sosyoloji dersini 1912 yılında gerçekleşen Emrullah Efendi reformundan sonra verdiğini belirtmektedir (Sezer, 1989: 40). Bu kuşkulu bilgilere rağmen, Ahmet Şuayip Türkiye’de mesleki açıdan sosyoloji ile uğraşan ilk kişi olarak kabul edilmektedir (Kaçmazoğlu, 2011: 261). Aynı zamanda, üniversitede ilk sosyoloji dersi veren kişi ve yine ilk sosyoloji dergisini çıkaran kişi (Sezer, 1989: 40) olarak kabul edilmesi de Ahmet Şuayip’i Türk sosyolojisi açısından önemli kılmaktadır. Fakat Ahmet Şuayip’in ismi Türk sosyoloji tarihinde anılmamakta ve bilinmemektedir. Bu durum, üzerinde durulması gereken bir meseledir. Kaçmazoğlu (2011: 261–262), onun Türk sosyoloji tarihindeki bilinmezliğini, erken ölmesine, siyasi bir ekol veya parti ile birinci veya üst düzey bir ilişki içerisinde bulunmamasına ve temsil ettiği sosyoloji anlayışının Osmanlı toplum sorunlarına çözüm bulma konusunda gelecek vaat etmemesine bağlamaktadır. Sezer (1989: 42) ise bu bilinmezliğin sebeplerini şu şekilde açıklamaktadır: Spencer sosyolojisinin en önemli özelliği toplumları, canlı organizmalar örneğinde kendi başlarına yaşayan, çalışan bir sistem olarak tanıtmasıdır. Sorunlar, bu canlı organizmanın kendi yapılarında görülecek aksaklıkların sonucu olacağı bibi bu sorunların çözümü de yine toplum bünyesinde yapılacak düzenlemelerle elde edilebilecektir. Bu tür bir toplum anlayışı, Batı’da yankı uyandırabilmiştir. Batı toplumları, bazı önemli toplum sorunlarıyla karşı karşıyadır. Fakat Batı, bu sorunların çözümlerini yine kendi içinde bulacağına inanmaktadır. Batı, bu sorunların üstesinden kendi imkân ve gücüyle gelebileceği konusunda hiçbir kuşku duymamıştır. Batı dünya egemenliğini tartışma dışı bırakan, sorunlara kendi yapısı içinde açıklama ve çözüm getiren organist sosyoloji Batı’da ilgi toplayacaktır. Yurdumuzda ise durum oldukça değişiktir. Önce sorunlarımızın kaynağı olarak toplumumuzun iç çelişkileri gösterilmemektedir. Sorunlarımızın dünya içindeki yerimizden kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Doğu uygarlığı çerçevesi içinde bulunduğumuz için bazı sorunlarla karşı karşıyayız. Batı uygarlığı içinde yerimizi aldığımız zaman bu sorunlarımızda çözümlenmiş olacaktır. Görüleceği gibi sorunları toplumlararası ilişkiler düzeyine yerleştirmeyen, yalnızca toplumda bulunan iç dengelerle açıklamak yolunu tutan Spencer sosyolojisinin yurdumuz için hiçbir ilgi çekici yönü bulunmamaktadır. Bunun sonucu Spencer sosyolojisi yurdumuzda yandaş toplayamadığı gibi Ahmet Şuayip’in adı da sosyoloji çalışmalarında anılmaz olmuştur. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere; Sezer, Ahmet Şuayip’in Türk sosyoloji tarihinde bilinmemesi ve yâd edilmemesini Spencer’ın yaklaşımının, Türk toplumunun sorunlarının çözümü noktasında başvurulan yaklaşıma uymamasına bağlamaktadır. Psiko Sosyoloji Akımı Psiko sosyoloji akımı, Gabriel Tarde ve Gustave Le Bon gibi düşünürlerin, toplumu önceleyen Durkheim sosyolojisine karşı geliştirdikleri, bireyi merkeze alan sosyoloji anlayışıdır (Kaçmazoğlu, 2011: 268). “Sosyal olguları bireysel (psikolojik) bir çıkış noktasından hareketle incelemek Tarde’ın temel düşüncesidir. Sosyoloji teriminin yerine kullandığı “interpsikoloji” terimi bu çabanın semantik tezahürüdür” (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 133). Tarde’ın sosyoloji anlayışında birey ve bireyin ruh hali ön plandadır. Bu anlayış, sosyolojiye psikolojik bir yön kazandırmış ve Tarde’ın sosyoloji anlayışı psiko-sosyoloji anlayışı olarak nitelendirilmiştir. Tarde’ın sosyolojisi, toplumsal değişmeyi taklit kuramı ile açıklarken, Le Bon’un sosyolojisi kitle psikolojisi kuramı ile açıklamaktaydı (Kabakçı, 2008: 53). “Tarde’a göre toplumsal hayat bireyler arasındaki sayısız etkileşimin bir ürünüdür. Bu etkileşimlerin merkezi öğesi ise “taklittir.” Taklit bir toplumda farkında olmadan tekrarlanan ritüellerin, hareket tarzlarının, kısacası bireylerin belli bir ahenk içinde benzer davranış şekillerine sahip olmalarının temel sebebidir” (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 133). Le Bon'un kitle psikolojisi kuramında ise orijinal olan, cemaat değil bireydir. Cemaat, değerin düşmesini, bayağılaşmayı, standartlığı temsil eder. Bireyler kitleselleştiğinde yaşam tarzları, zekaları, statüleri ne olursa olsun aynı ruh haliyle hareket ederler. Kitle içinde yer alan bireyin, olaylardan etkilenme düzeyi ve psikolojisi değişir; bilinçli yanı kaybolur, hisleri ve görüşleri aynı yönde hareket etmeye başlar (Kaçmazoğlu, 2011: 270). Tarde ve Le Bon'un farklı şekilde formülleştirdikleri taklit ve kitle psikolojisi kuramlarında ortak olan yan, bireyin grup içindeki tutum ve davranışlarının açığa çıkmasıdır. Toplum yerine bireyi önceleyen psiko-sosyoloji akımının Türkiye temsilcisi olarak Abdullah Cevdet kabul edilmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer alan, Jön Türk hareketinin en heyecanlı ismi olan Abdullah Cevdet'in (Kaçmazoğlu, 2011: 268) Türkiye'de psiko-sosyoloji akımının temsilcisi olarak kabul edilmesi, Gustave Le Bon'un eserlerini Türkçeye çevirmesi ve görüşlerinden hareketle Türkiye'nin sorunlarına çözüm arama çabasından kaynaklanmaktadır (Ülken, 2013: 356). Abdullah Cevdet, 1869 yılında Arapkir'de doğdu, İstanbul'da Kuleli İdadisi'nde ve Askeri Tıbbiye'de okudu. Eğitim hayatından sonra edebi faaliyetlerde bulunan Abdullah Cevdet, padişahı eleştiren yapısından dolayı yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Hayatının bir kısmını Paris ve Cenevre'de, diğer kısmını ise Kahire'de geçirdi. Paris ve Cenevre'de çıkardığı İçtihat dergisini Kahire'de de çıkarmaya devam eden Abdullah Cevdet, 1911 yılında İstanbul'a döndü. İstanbul'a döndükten sonra içtihat dergisinin yayınını sürdürdü. Bu sırada, Fenn-i Ruh (1911), Fünun ve Felsefe (1913) adlı eserleri yayınladı. Weber'den Asırların Paranoması, Le Bon'dan Les Aphorismes des Temps Presents'ı Asrımızın Nusus-ı Felsefiyesi adıyla çevirdi ve Rıza Tevfik ile birlikte, Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ını çevirdi ve yayınladı (Ülken, 2013: 350-355). Mütareke yıllarında Kürtçülük faaliyetlerinde bulunan Abdullah Cevdet, Kürt Teali Cemiyeti'nin önde gelen isimlerinden birisi oldu. Mütareke yıllarındaki siyasi tercihi nedeniyle Cumhuriyet döneminde, içtihat'ta yeni yönetimi öven yazılar kaleme aldıysa da, itibar görmedi ve yalnızlığa itildi, 1932 yılında İstanbul'da öldü (Kaçmazoğlu, 2011: 269). İçtihad dergisi, Abdullah Cevdet'in 1904 yılından vefatına kadar düzenli çıkardığı bir dergidir (Mardin, 2014: 232). Bu yönüyle gerek dönemin önemli olaylarını yansıtması açısından, gerekse Abdullah Cevdet'in düşünce yapısı ve bu düşünce yapısının zamana göre aldığı şekil hakkında önemli ipuçları vermektedir. Kaçmazoğlu'nun (2011: 270) tespitine göre; Abdullah Cevdet, İçtihat dergisinin yanı sıra Osmanlı, Meşveret, Kanun-u Esasi, Roji, Jin, Sada'yı Millet gibi dergiler aracılığıyla da fikirlerini ortaya koymuştur. Aşırı Batıcı özelliği ile tanınan Abdullah Cevdet, "Alaturka tartı ve ölçü yerine milletlerarası tartı ve ölçülerin kullanılmasını tavsiye etti. Latin harflerine taraf oldu. İstanbul'a dönüşünde Sirkeci Garı'ndan şapka ile çıktı" (Ülken, 2013: 355). Bunların yanı sıra, laikleşme politikaları, kadın haklarının önemi, saltanat kurumuna karşı kuşkucu tutumu gibi konularda Cumhuriyet'ten çok önce Atatürk'ün yaptığı inkılaplara öncülük yapmıştır (Kaçmazoğlu, 2011: 271). Abdullah Cevdet, ıslahatın bireylerin zekasını ıslah ve tamir etmekten geçtiğini düşünmekteydi. Bu düşüncesinden dolayı materyalist olarak nitelendirilen Abdullah Cevdet, "Müslüman ruhu" ifadeleri ile de sosyal psikolog olarak nitelendirilmiştir. Onun sosyal psikolog olarak nitelendirilmesinin bir diğer sebebi de Avrupa'ya gittikten sonra Gustave Le Bon'un Les Lois Psychologiques de I'Evolution des Peuples adlı eserini çevirmesi ile birlikte kazandığı bakış açısıdır (Mardin, 2014: 243). Abdullah Cevdet'in bu özelliğini Ülken'de belirtmektedir. Ona (2013: 356) göre, Abdullah Cevdet'in çalışmalarının önemli bir boyutunu psiko-sosyoloji akımının temsilcilerinden Gustave Le Bon'un eserlerinin çevrilmesi ve fikirlerinin, Osmanlı'nın o günkü sorunlarına uyarlaması oluşturmaktadır. Gustave Le Bon'un "melezleşme" teorisi Abdullah Cevdet'in fikir dünyasında bir ışık olarak işlev görmüştür. "Mademki ırkların melezleşmesi yeni ve canlı ırkların doğmasına imkan verebilir, öyleyse Abdullah Cevdet'e göre ırkçılığın çizdiği tarihi kader sınırını aşmaya ve gelecekten ümitlenmeye imkan vardır. Bu da Türk ırkının üstün bir ırkla karışması ve melezleşmesidir" (Ülken, 2013: 366). Abdullah Cevdet, üstün ırk ile Batıyı kastetmektedir. Bu çıkışından dolayı dönemin en radikal Batı yanlısı düşünürü olarak dikkat çekmektedir. II. Meşrutiyet döneminde, Abdullah Cevdet dışında psiko-sosyoloji akımının öğretilerini yayan düşünürler arasında Celal Nuri ve Ahmet Saki gibi isimleri saymak mümkündür. Celal Nuri, Tarihi Teddeniyati Osmaniye, İttihadı İslam ve Havayici Kanuniyemiz gibi eserler ile bu akımın öğretilerini yaymıştır. Bu gelişmeler ile birlikte Tarde'ın, Serveti Fünun ve Yeni Felsefe Dergilerinde yayınlanan yazıları bu akımın ülkedeki önemli tebarüzleri olarak değerlendirilmektedir. İlerleyen zamanlarda Le Bon'dan yapılan yeni bir takım tercümelerle, psiko sosyoloji akımının etkisi devam etmekteydi. Bu tercümeler arasında, Ahmet Saki'nin Tekamülü Akvamın Kavanini Ruhiyesi, Köprülüzade'nin Ruhul Cemaati, ve diğer bir takım çevirilerini saymak mümkündür (Erişçi 1941). II. Meşrutiyet döneminde, Türkiye'de adından söz ettiren psiko sosyoloji akımı, Avrupa'da olduğu gibi Türkiye'de de sosyoloji akımı olarak uzun süre varlığını sürdürememiştir. Bunun sebepleri arasında psiko-sosyoloji akımının öncülerinden olan Tarde ve Le Bon'un sosyolojizm akımının temsilcisi Durkheim karşısında başarısız olmaları gösterilebilir. Sezer (1989: 30), bu akımın Avrupa temsilcilerinin sosyologlar arasında anılmamasından dolayı, Abdullah Cevdet'in de isminin Türkiye'de sosyologlar arasında anılmadığını belirtmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye'de siyaset ve sosyoloji ilişkisi de Abdullah Cevdet'in temsil ettiği sosyoloji akımının Türkiye'de etkili olamaması hakkında önemli ip uçları vermektedir. Bu anlamda, dönemin yöneticileri ile olan münakaşası ve sonraki dönem Kürtçülüğe kayan yapısından dolayı Abdullah Cevdet'in temsil ettiği sosyoloji akımının Türkiye'de kabul görmediği söylenebilir. Marksist Sosyoloji Akımı Marksist sosyoloji akımı, Karl Marx'ın fikirleri doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Sezer'e (2011: 67) göre, Marx 19. yüzyıl Batı bilim ve bilincinin toplamı ve zirvesidir. Aynı şekilde Marx filozoftur, iktisatçıdır, sosyologdur ve tarih öğretisi sahibidir. Ritzer, Marx'ın bir sosyolog olmadığını ve kendisini hiç bir zaman bir sosyolog olarak görmediğini belirtmektedir. Marx'ın eseri sosyoloji teriminin kuşatamayacağı kadar geniş olmasına karşın, onun eserinde bir sosyoloji kuramı vardır (Ritzer, 2011: 27). Sezer ve Ritzer'in ifadelerinden anlaşılacağı üzere Marx, ele aldığı konular itibari ile sosyoloji yapmaktadır. Bununla birlikte, Marx'ın fikirlerini sosyoloji bilimiyle, Marx'ı da bir sosyolog olarak sınırlandırmamak gerekmektedir. Karl Marx, 1818 yılında Prusya, Trier'de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1841 yılında Berlin Üniversitesi'nden doktora derecesi aldı. Friedrich Engels ile tanıştıktan sonra düşünce dünyası zenginleşen Marx, Kutsal Aile, Alman İdeolojisi, 1844 Elyazmaları, Komünist Manifesto gibi eserleri Engels ile birlikte yazdı. Daha sonra kaleme aldığı üç ciltlik Kapitalin ilk cildi 1897 yılında, diğer iki cildi Marx'ın ölümünden sonra yayınlandı. Yaşamının son demlerini büyük sıkıntılar içinde geçiren Marx, 1883 yılında öldü (Ritzer, 2011: 24-25). Marx'ın ölümünden sonra fikirleri pek çok kişiyi etkiledi ve taraftar topladı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda tüm Avrupa'yı etkiledi ve yirminci yüzyıl siyaset teorisine hakim oldu. Aynı şekilde, fikirleri Dünyanın pek çok bölgesindeki komünist devrimlere ilham kaynağı oldu (Slattery, 2010: 125). Marx'ın kuramı, kapitalist toplum ile birlikte ortaya çıkan sınıf mücadelesi ve bu sınıf mücadelesi ile birlikte ortaya çıkan durumun analizine dayanmaktaydı. Kapitalizm temelde, bir birey ile üretim süreci, bu sürecin ürünleri ve diğer insanlar arasına bariyerler koyan bir yapıdır; sonuçta o, bireyin kendisini parçalara ayırır. Bireyin beden ve ruhen parçalanması Marx'ın yabancılaşma kavramı ile açıklığa kavuşturduğu bir durumdur. Yabancılaşma, insanlar ve ürettikleri arasındaki doğal bağlantının çöküşünü simgeler (Ritzer, 2011: 29) Ülken (2013), II. Meşrutiyet dönemindeki toplumsal buhran için çözüm arayan düşünürlerden Marksizme (sosyalizme) yönelenlerin olduğunu belirtmekte ve bu düşünürlerin öncülüğünde İdrak, İnsaniyet gibi kısa ömürlü gazetelerin çıktığını belirtmektedir. Bununla birlikte, II. Meşrutiyet döneminde Marksist sosyoloji anlayışı, Refik Nevzat ve İştirak Mecmuası aracılığıyla yayılma imkanı bulmuştur. Refik Nevzat, aynı zamanda kendisini ilk Türk sosyalisti olarak tanıtmıştır (Tunaya, 2004: 82). Yanı sıra Mustafa Suphi'nin Célestin Bouglé 'den çevirdiği İlmi İçtimai Nedir? adlı eseri ile Solvay'ın sosyolojisine dair Yeni Felsefe Mecmuasında yayınlanan makaleler bu akımın yayılmasına imkan tanımışlardır (Erişçi 1941: 160). Marksist sosyoloji akımının önemli temsilcilerinden Mustafa Suphi, 1882 yılında Giresun'da doğdu, 1921 yılında Trabzon'da öldürüldü. Daha çok siyasi yönü ve öldürülme şekli ile tarihe geçen Mustafa Suphi, Türk sosyoloji tarihinin ilklerinden birisidir ve ilk defa Fransızcadan bir sosyoloji kitabı çevirmiştir (Birinci 2008). Buna rağmen, Türkiye'deki ilk temsilcilerinden olduğu Marksist sosyoloji akımı II. Meşrutiyet döneminin en etkisiz sosyoloji akımı olarak dikkat çekmektedir. Sezer (1989: 43), Marksist sosyoloji akımının dönemin en etkisiz akımı olmasını yukarıda ifade edildiği gibi, Organist sosyoloji akımının Türkiye'de kabul görmeme sebebine benzer bir sebebe bağlamaktadır: Marksizm de, organist sosyoloji gibi sorunları toplumun kendi yapı ve bünyesi içinde açıklamaktadır. Toplum, kendisine verilen değerle de desteklenince, kendi başına ve mutlak bir varlık kimliğini kazanmaktadır. Marksizmde sorunların çözümü de, toplumun kendi içinde, kendi gelişmesinde bulunmaktadır. Toplum bünye ve yapısındaki çelişkiler, belli bir aşamada kendi çözümlerini de birlikte getirmektedirler. Bu yüzden Marx'ın kuramı yurdumuzda ilgi toplamamıştır. Bununla birlikte, Marksist sosyoloji akımının II. Meşrutiyet döneminin en etkisiz akımı olmasını dine bakışında aramak gerekmektedir. Pozitivist, Organist ve Psiko sosyoloji akımları dine eleştirel yaklaşsalar da, dinin toplumsal işlevini göz ardı etmemişlerdir. Marksist akım ise dine tamamen karşı çıkmakta ve dini toplumlar için bir afyon olarak görmektedir. Bu şekilde, dini tamamen yok sayan bir anlayışın, dini hassasiyetleri ön planda olan bir toplumda kabul görmemesi anlam kazanmaktadır. Science Sociale (İlm-i İçtima) Akımı Frédéric Le Play, 1806 ve 1882 yılları arasında yaşamış Fransız sosyologudur. İlk takipçilerini ülkesinde bulmuştur. Kendi görüş ve yöntemlerine bağlı olarak kurulmuş olan Science Sociale okulu, Durkheim okulu ile birlikte, o dönem Fransız sosyolojisinin ana akımlarından birini oluşturmaktadır. Le Play ve Science Sociale okulu üyeleri, Batı ülkelerinde endüstrileşmenin başlattığı sorunlarla, özellikle işçi sorunlarıyla ilgilenmişlerdir (Sezer, 1989: 52). Le Play, işçi olaylarının yoğun olduğu bir dönemde Fransa ve İngiltere'deki işçilerin koşullarını karşılaştırarak, İngiltere'deki koşulların daha iyi olduğunu tespit etmiş ve Fransa'nın da İngiltere'yi örnek alması gerektiğini belirtmiştir (Karakaş, 2013: 30). Le Play ile birlikte görülmeye başlanan İngiliz hayranlığı, takipçilerinin de belirgin özelliği olarak dikkat çekmektedir. Temel ilgi alanı; aile, aile sınıflandırması, aile bütçesi, monografi ve aile monografileri 3 olan Le Play, gözlem tekniğini sosyolojiye kazandıran kişidir. Le Play’in aileyi araştırma birimi olarak seçmesinin temel sebebi aileyi toplumun en küçük yapı taşı olarak görmesidir (Erkul, 2012: 102–104). Ona göre, toplumun tüm özellikleri, dengesi ve dengesizlikleri aileden kaynaklanır. Ayrıca aile gözlem için ulaşılabilir ve basit bir birimdir (Boyacıoğlu ve Boyacıoğlu, 2008: 300). İşçi aileleri üzerine yapılan incelemelerde monografi tekniğini kullanan Le Play, gözlem tekniğiyle elde ettiği bilgi ve bulguları güçlendirmeye çalışmıştır (Karakaş, 2013: 30). Science Sociale ekolü ve temsilcileri, Batıdaki işçilerin sorunlarına herhangi bir çözüm üretememelerine ve Batıda unutulmalarına karşın Türkiye’de ilgi görmüş ve taraftar toplayabilmişlerdir. Sezer (1989: 52–53), bunun temelde iki sebebi olduğunu belirtmektedir: Birinci sebep, ülkenin eğitim sorunu üzerinde duran dönemin düşünürleri, Science Sociale ekolünün bu yöndeki çalışmalarından etkilenmişlerdir. İkinci sebep, Science Sociale ekolünün işçi sorunları ile ilgilenmelerinden hareketle, düşünürlerimizin köy monografilerine yönelmeleridir. Onlara göre Batıda nüfusun büyük bir kısmı işçi ailelerinden oluşmaktadır ve bu yüzden Science Sociale ekolü, işçi ailelerinin monografilerini ele almıştır. Bizde ise nüfusun büyük bir kısmı köylerde yer almaktadır. Bu sebepten dolayı köy monografilerine ilgi duyulmuştur. Bu sosyoloji ekolü ve temsilcisini Türkiye'de ilk tanıtan kişi Ali Suavi'dir. Suavi'den sonra bu işi üstlenen ve daha etkili yapan kişi Prens Sabahattin olmuştur. Prens Sabahatttin, Paris'te bulunduğu sıralar Le Play'in takipçilerinden Edmond Demolins ve Descamps ile tanışmış ve onlar aracılığı ile Science Sociale akımına ilgi duymaya başlamıştır (Sezer, 1989: 48; 2011: 169). Benzer durumu Akpolat'ta (2008: 132) ifade etmektedir: "Science Sociale (İlm-i İçtima) ekolünü Prens Sabahattin temsil etmektedir. Frédéric Le Play'in sosyolojinin uygulamalı bir bilim olması arzusuna ve toplumsal yapı araştırmalarına odaklanan bir ekoldür. Söz konusu ekol, Osmanlı'nın kurtuluşunun toplumsal yapının somut olarak liberal ve Batılı bir formata büründürülmesi ile mümkün olduğunu iddia eder" (Akpolat, 2008: 132). 3 Maden Mühendisi olan Le Play’in aile monografisi çalışmaları, genelde işçi aileleri üzerinde yoğunlaşmıştır. II. Meşrutiyet döneminden önce etkili olmaya başlayan bu sosyoloji akımı, II. Meşrutiyet döneminde de etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Prens Sabahattin 1878 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Damat Mahmut Celalettin Paşa, annesi ise Padişah Abdülmecit'in kızı ve II. Abdülhamit'in kız kardeşi Seniha Sultandır. Hanedan ailesi ile olan bağından dolayı Prens unvanı ile tanınan Sabahattin Bey, henüz 20 yaşında iken İbn-i Haldun'un Mukaddime'sini okuyacak duruma gelmiştir. Bu süre zarfında iyi bir eğitim alan Prens Sabahattin, 1899 yılında babası ile birlikte yurt dışına kaçmıştır. Yaşamının önemli bir kısmını yurt dışında geçiren Prens Sabahattin, yurt dışında iken, siyasi faaliyetlerinin yanı sıra sosyolojiye de ilgi duymaya başlamıştır. 1918 yılında Türkiye'ye dönen Prens Sabahattin, 1924 yılında çıkartılan Hanedanın Yurt Dışına Çıkarılması Kanunu ile birlikte tekrar yurt dışına çıkartılmış ve vefat ettiği 1948 yılına kadar sürgün hayatı yaşamıştır (Erkul, 2012: 77-84). Prens Sabahattin, yaşamının büyük bir kısmını yurt dışında geçirmiştir. Erkul (2012: 80), babası Damat Mahmut Paşa ve kardeşi Lütfullah Bey ile birlikte ilk yurt dışına çıkışını; babası Mahmut Paşa’nın Jön Türklerin yurt dışındaki çalışmalarına ilgi duyması, sürekli gözetim altında tutulan Damat Mahmut Paşa’nın; Abdülhamit’ten çekinmesi, İmparatorluğu kurtarma isteği ve çocuklarının eğitimlerini düşünmesi gibi sebeplere bağlamaktadır. Kaçmazoğlu (2010: 32) ise ilk yurt dışına çıkışını, Damat Mahmut Paşa’nın ülkede İngiliz çıkarlarını savunması ve bu sebepten dolayı Sultan Abdülhamit ile aralarının açılmasına bağlamaktadır. Paşa, demiryolu imtiyazını İngilizlere verme taraftarı iken, Sultan Almanlara verme taraftarıydı, bu sebepten dolayı aralarının açıldığını ve yurt dışına kaçtıklarını ifade etmektedir. Prens Sabahattin, yurt dışındayken ülkenin sorunları ile yakından ilgilenmiş ve tarihe I. Jön Türk Kongresi olarak geçen toplantıya öncülük etmiştir. Bu kongre için tüm masrafları kendisi karşılayan Prens Sabahattin, çeşitli ülkelerden Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Arnavut ve Musevi topluluklarından delegelerin toplanmasına öncülük etmiştir. 4–9 Şubat 1902 tarihleri arasında gerçekleşen kongre sonucunda, iki ayrı fikir akımı ortaya çıktı. Bunlardan biri Prens Sabahattin’in önderliğinde Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurarken, diğeri Ahmet Rıza önderliğinde ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kurdu (Alan, 2015: 23-24). İlerleyen zamanlarda Ahmet Rıza'nın öncülük ettiği cemiyet siyasi anlamda başarıya ulaşırken, Prens Sabahattin'in öncülük ettiği cemiyet ise en etkili muhalif gruplarının başında yer aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü kaotik durumdan bir an önce kurtulması gerektiğini ifade eden dönemin düşünürleri ordu, yöneticiler, yönetim yapısı, İslamiyet’ten uzaklaşma gibi pek çok sebep ileri sürmekteydiler. Bu düşünürler arasında Prens Sabahattin de yer alıyordu. O sorunun tespiti ve çözümü adına daha farklı bir yaklaşım sergilemekteydi. Ona göre sorunun kaynağı toplumsal yapı sorunu idi. Ne zaman ki, bütüncü toplum yapısından kurtulup, bireyci toplum yapısına geçilirse, o zaman İmparatorluk da kurtulmuş olur düşüncesindeydi (Erkul, 2012: 135–136). Prens Sabahattin'e göre ülkenin kurtuluşu yapısal dönüşümdeydi. Bu yapısal dönüşüm ancak kamucu/cemaatçi yapıdan bireyci yapıya geçişle sağlanabilirdi. Bu duruma bağlı olarak, Prens Sabahattin eğitimden adli, askeri ve mülki yapılara kadar, idari yapının merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe dönüştürülerek bireyselliği ön plana çıkartacak, özel mülkiyeti destekleyecek ve liberal kişiliğin gelişimini sağlayacak bir düzene geçilmesi gerektiğini savunmuştur (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 233). Onun bu düşüncesi ve öngördüğü toplum modeli çağdaşları arasında dikkat çekmesini sağlamıştır. Le Play'in öncülük ettiği Science Sociale akımının Türkiye temsilcisi olarak kabul edilen Prens Sabahattin, Le Play'in ampirik yönden önemsemiş olduğu monografik çalışmalar yapmamıştır. Bunun temel sebebi olarak, Prens Sabahattin'in siyasal saiklerden dolayı Science Sociale akımına yönelmesi gösterilebilir (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 233). Diğer bir sebebi ise yaşamının büyük bir bölümünü yurt dışında geçirmek zorunda kalan Prens Sabahattin'in uygulamalı çalışma olanağına sahip olmamasıdır (Erkul, 2012: 109). Tüm bunlara karşın, Prens Sabahattin Türk sosyoloji tarihinin en etkili simalarından birisi olarak tarihe geçmiştir. Sezer (1989: 65–66), onun bu başarısını Türkiye'nin düşünce dünyasında takipçiler bulmasına bağlamaktadır: Sabahattin Bey, yurdumuzun ilk önemli sosyologu olarak düşünce tarihimizde yerini almıştır. Sosyolojiyi Türk düşüncesine kazandıran ilk yazarlarımızdan birisidir. Yazılarıyla Fransız sosyoloji akımlarından birisini yurdumuzda tanıtmıştır. Science Sociale okulunun görüşlerini yazılarında benimsemiş ve bu görüşleri Türkiye’nin sorunlarına çözüm getirebileceği inancıyla savunmuştur. Yazılarında sosyolojiden söz eden, Batı’daki sosyoloji çalışmalarını yurdumuzda tanıtan Sabahattin’den önce de başka düşünürlerimiz olmuştur. Ancak hiçbirisinin aktarmaları yurdumuzda süreklilik kazanamamıştır. Sabahattin, sosyoloji tarihimizde öncülük sıfatını görüşlerinin düşünce yaşamımızda izleyicileri bulmasıyla kazanmıştır. Benzer şekilde, Oya Okan'da Prens Sabahattin’in Türk sosyoloji tarihinin öncülerinden birisi olmasını, Türkiye'nin düşünce dünyasında izleyiciler bulmasına bağlamaktadır. Şerif Mardin’e göre ise Prens Sabahattin’i Türkiye’nin sosyal bilimler alanındaki önemli düşünürlerinden birisi haline getiren en temel fikri, hükümet ve milleti birbirlerine karşı iki güç olmaktan kurtarmak şeklinde ifade edilebilir (aktaran Alan, 2015: 27). Türkiye’de, toplumun sosyoloji ile tanışmasına ve liberalizm akımının doğuşuna öncülük eden Prens Sabahattin’in ismi ve görüşleri; doğrudan veya dolaylı olarak, hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemlerinin önemli olaylarında geçmiş, Cumhuriyet döneminde uzun süre görmezlikten gelinmiş ve adeta, görüşleri resmi anlayışın dışına itilmiştir (Karakaş, 2013: 9). Buna karşın, Prens Sabahattin'in İlm-i İçtima akımını kendisinden sonra sürdüren kişi olarak Mehmet Ali Şevki ismi dikkat çekmektedir. Şevki, İlm-i İçtima akımına bağlı olarak 1918 yılında Mesleki İçtimai Cemiyeti İlmiyesi'ni kurmuş, 1919 yılında Meslek-i İçtimai dergisini çıkartmıştır (İlyasoğlu, 1983: 2168). Bunun dışında, Cumhuriyet'in ilanı ve sonraki 8-10 yıl kadar bu akım adına dikkat çeken önemli sosyolojik gelişmelere rastlanmamaktadır. İçtimaiyat (Sosyolojizm) Akımı Sosyolojizm akımının fikir babası Emile Durkheim'dır. 1858 ve 1917 yılları arasında yaşayan Durkheim’ı sosyoloji tarihinde önemli kılan husus sosyolojinin kurucuları arasında yer almış olmasından ileri gelir. Durkheim, sosyolojinin kurucularından biri olarak anılmayı hak eden bir düşünürdür. Sosyolojiyi ilk defa bir yöntem ile ele alan ve sosyolojik yöntemin kurallarını 4 ortaya koyan kişi Durkheim’dır. Bu yönü dahi, ona bu haklı payeyi vermeye yeterlidir. Durkheim’ın “düşüncelerinin şekillenmesinde Comte, Saint Simon, Montesqiue başta olmak üzere birçok bilim adamı” (Sağlam, 2008: 175) etkili olmuştur. Yaşadığı dönem de, Fransa’nın içinde bulunduğu koşullar, Durkheim’ı toplumsal sorunlar üzerine kafa yormaya itmiştir. Bunun neticesinde Durkheim, Toplumsal İşbölümü (1893), İntihar (1897) ve Dini Hayatın İlksel Biçimleri (1912) adlı çalışmalara imza atmıştır. “Sosyoloji fikri Saint Simon’a, terim Comte’a aitse böyle bir disiplinin doğuşu Durkheim’a çok şey borçludur” (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 120). Zira kendisinden önce 4 Durkheim'ın yönteme ilişkin görüşlerini ele aldığı çalışması 1895 yılında Sosyolojik Yöntemin Kuralları adı ile basılmıştır. Söz konusu kitabın Türkçe'ye çevirisi 1986 yılında yapılmıştır. toplum sorunlarını konu edinen bir bilim dalından söz eden Saint Simon ve Auguste Comte’un fikri, Durkheim’ı bu yönde araştırmalara itmiş ve bu yeni bilimin yöntemini belirlemeye koyulmuştur. Bununla birlikte, "1887'de, sosyal bilimlerde, özellikle sosyoloji alanında düzenli dersler veren ilk Fransız üniversitesi olan Bordeaux Üniversitesi'nde öğretim görevlisi" (Swingewood, 1998: 124) olarak atanan Durkheim, akademik alanda sosyoloji ile ilgilenen ilk sosyologlardan birisi olarak ün kazanmıştır. Bu özelliği ile sosyoloji tarihinde önemli bir yer edinen Durkheim, Dünyadaki ilk sosyoloji kürsüsünün5 kuruluşuna da öncülük etmiştir. Bunun yanında "sosyoloji tarihinde özel bir yeri olan L'Année Sociologique dergisini 1897'den6 itibaren yayınlamaya" (Sezer, 2011: 76) başlamıştır. “Durkheim’la beraber sosyoloji özgül bir objeye, metodolojiye ve epistemolojiye kavuşmuştur. Paris’te gözde mekanlarda yapılan bir sosyal felsefe olmaktan kurtulup, Üniversite’de ampirik verilerle yapılan akademik bir faaliyet/meslek haline dönüşmüştür” (Ünsaldı ve Geçgin, 2013: 120–121). Sosyolojiyi akademik bir disiplin olarak ele alan Durkheim, bu yeni bilimin yönteminin de doğa bilimleri gibi olması gerektiğini düşünmüştür. Nitekim Ergun’un (2013: 119) da ifade ettiği üzere, “toplumsal olgular şeyler gibi incelenmelidir; toplumsal bir olgu ancak başka bir toplumsal olguyla açıklanabilir gibi önermelerle sosyolojinin, doğa bilimleriyle aynı anlaşılırlık tipinde yasalar kurmaya çalışması gerektiğini söyleyen Durkheim için sosyoloji, doğa bilimlerinden biridir ve kurmak istediği yasalar, nedensellik yasalarıdır”. Birey yerine toplum kavramını kullanan Durkheim, toplumsal işbölümü ve toplumsal dayanışma kavramlarını sosyoloji literatürüne kazandırmıştır. Dönemin şartları içinde, dayanışma kavramı hem karşılık bulmaktaydı hem de solidarist düşünce ve akımlarla paralellik göstermekteydi. Bu sebepten dolayı Durkheim, toplumsal dayanışmayı çalışmalarının merkezine koymuştur. Dayanışma kavramını da, geleneksel toplumlara atıfta bulunan mekanik dayanışma ve sanayi toplumlarına atıfta bulunan organik dayanışma olmak 5 Literatürde yaygın olarak dünyanın ilk sosyoloji kürsüsünün Durkheim tarafından kurulduğu yazılmaktadır. Buna karşın Orçan, dünyanın ilk sosyoloji kürsülerine ilişkin şu ifadeleri kullanmaktadır: "Bilinenin aksine ilk sosyoloji bölümü Fransa'da değil Amerika'da 1891 yılında Kansas Üniversitesi'nde Tarih ve Sosyoloji Bölümü adıyla tarihle birlikte kurulmuş ve hemen akabinde bağımsız ilk sosyoloji bölümü ise 1892'de Chicago Üniversitesi'nde Albion W. Small tarafından kurulmuştur. Üçüncü ve Avrupa'nın ilk sosyoloji bölümü ise 1895 yılında Emile Durkheim tarafından Bordeaux Üniversitesi'nde kurulurken; dördüncü sosyoloji bölümü ise İngiltere'de/Birleşik Krallık'ta London School of Economics'te 1904'te kurulmuştur. Beşinci sosyoloji bölümü Osmanlı İmparatorluğu'nda 1914 yılında İstanbul Darülfünun'da ya da 1933 yılında değiştirilen adıyla İstanbul Üniversitesi'nde Ziya Gökalp tarafından kurulmuştur. Altıncı sosyoloji bölümü 1919'da Almanya'da Ludwig Maximilians University of Munich'te Max Weber tarafından kurulmuştur" (Orçan, 2014: 53). 6 L'Année Sociologique dergisinin yayın tarihi ile ilgili literatürde; 1896, 1897, 1898 gibi farklı tarihler yer almaktadır. üzere ikiye ayıran Durkheim, toplumu kolektif bilinçten oluşan bağımsız bir varlık olarak görmekteydi (Sağlam, 2008: 175). Durkheim sosyolojisinin Türkiye’deki temsilcisi Ziya Gökalp'tır. 23 Mart 1876 tarihinde Diyarbakır’da doğan Gökalp, Fransız düşünür Emile Durkheim'ın sosyolojik görüşlerinden etkilenmiş ve bu görüşlerden, Türkiye'nin toplumsal sorunlarını çözmek için faydalanmıştır. Gökalp'ın hayatında belli kırılmalar görülmektedir. Bu kırılmaları göz önünde bulundurarak Gökalp'ın hayatını üç dönem şeklinde ele almak mümkündür. Hayatının ilk dönemi doğumundan II. Meşrutiyet'in ilan edildiği 1908 yılına kadar ki süre zarfını kapsamaktadır. Bu süre zarfında Gökalp, bir arayış içindedir. Hayatının ikinci döneminin başladığı 1908 yılında, II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve Gökalp de Durkheim sosyolojisi ile tanışmıştır. Siyasi koşulların da uygun olması, Gökalp'ın düşün alanında etkili olmasına sebep olmuştur. Yaşamının ikinci döneminde oldukça verimli olan Gökalp, İngilizlerin İstanbul'u işgal etmesi ile birlikte Darülfünun'da ki görevinden uzaklaştırılmış ve cezaevine konulmuştur. Bu gelişme Gökalp'ın yaşamında üçüncü bir evreye geçmesine sebep olmuştur. Cezaevinden çıktıktan sonra, Cumhuriyeti kuran kadroların yanında yer alan Gökalp, sosyoloji pratiklerini siyasi alanda uygulama imkanı bulmuştur (Alan, 2015: 18). Gökalp'ın hayatına bakıldığında, sosyoloji ile hemhal olduğu dönem II. Meşrutiyet dönemine tekabül etmektedir. Gökalp, bu süre zarfında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin genel merkez üyeliğine (1909) seçilmiştir. Akabinde bölge temsilcisi olarak Selanik'e giden Gökalp, Selanik'te İttihat ve Terakki İdadisi'nde sosyoloji dersleri vermiştir. Gökalp, 1914 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin isteği üzerine Darülfünun'da sosyoloji kürsüsü kurmuş ve bu sosyoloji kürsüsünün başkanlığını da yapmıştır. 1915 yılında İçtimaiyat Dar'ul Mesaisi'ni (İçtimaiyat Enstitüsü) de kuran (Kabakçı, 2008: 53) Gökalp, bu Dar'ul Mesai'nin yayın organı olan İçtimaiyat Mecmuası'nı (1917) da çıkartmaya başlamıştır. Necmeddin Sadak ile birlikte çıkarttıkları dergi, altı sayı yayınlandıktan sonra yayınına son vermek durumunda kalmıştır. İçtimaiyat Mecmuası, American Journal of Sociology (1895) ve L’Année Sociologique (1896) gibi dünyanın ilk sosyoloji dergilerinden birisi olması bakımından ayrı bir tarihî öneme sahiptir (Kaya, 2008: 715). Türkiye'de kurulan ilk sosyoloji kürsüsüne öncülük eden, sosyolojinin bir bilim olarak akademik platformda tartışılmasına ön ayak olan Gökalp, aynı zamanda Türkiye'nin ilk sosyoloji enstitüsü ve ilk sosyoloji dergisinin de kurucusu unvanını almıştır. Gökalp'ın sosyoloji ile olan ilgisi, II. Meşrutiyet döneminde iyice artmış, 1919 yılında İngilizlerin İstanbul'u işgal etmesi ile birlikte, sosyoloji kürsüsünün başkanlığını yardımcısı Necmeddin Sadak'a bırakmak zorunda kalmıştır. Gökalp'ten sonra, sosyolojinin işlevinin ve etkisinin Cumhuriyet'in ilk yıllarında oldukça sönük geçtiği söylenebilir. Yaşamının her anını okumaya ve yazmaya adayan Gökalp’ın henüz gençlik yıllarında gazetelerde başladığı yazı hayatı arkasında pek çok eser bırakarak sonlanmıştır. Ziya Gökalp’ın bir kısmı ders notlarından derlenip taşbaskı olarak basılan, bir kısmı şiirlerinden ve gazete yazılarından derlenerek kitap halinde çıkan eserleri şunlardır: Şaki İbrahim Destanı, İlm-i İçtima Dersleri, İlm-i İçtima, İlm-i İçtimai Dini, İlm-i İçtimai Hukuki, Ameli İçtimaiyat Dersleri, Ahlaka ve Terbiyeye Tatbik Edilmiş Muhtasar İçtimaiyat, Kızıl Elma, Türkleşmekİslamlaşmak-Muasırlaşmak, Rusya’daki Türkler Ne Yapmalı?, Yeni Hayat, Altın Işık, Türkçülüğün Esasları, Türk Töresi, Doğru Yol, Türk Medeniyeti Tarihi, Limni ve Malta Mektupları, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Felsefe Dersleri (Sağlam, 2008: 171-173). Gökalp’ın arkasında bıraktığı eserlerinin isimlerine bakılarak, onun ilgi alanının ne olduğuna dair fikir edinmek mümkündür. Eserlerinin ağırlığı içtimaiyat mevzusunu ele almaktadır. Bu durum Gökalp’ın sosyolog kimliğine işaret etmektedir. Dikkat çeken diğer bir ayrıntı, eserlerinde ki “Türk”lüğe yapılan vurgudur. Bu durum da Gökalp’ın Türk ulusu fikrine verdiği öneme işaret etmektedir. Diğer birkaç eseri ise yayınlanmış şiirlerinden oluşmaktadır. Ziya Gökalp’ın, Durkheim sosyolojisinden esinlenmesi ve Darülfünun’da sosyoloji kürsüsünü kurması bugün tanınıyor olmasında etkili faktörlerdir. Tuna (2013: 142), bunların tek başına yeterli faktörler olmadığını, Gökalp’ı bugün bile geçerli kılan temel etkenlerin, onun toplum sorunlarımız karşısında ileri sürdüğü çözüm teklifleri olduğunu belirterek, Gökalp sosyolojisinin ehemmiyetine vurgu yapmaktadır. Korkut Tuna’ya göre, Gökalp’ın sosyolojisi kendi ifadesiyle, Durkheim’ın ilmi usulü ve ilmi mektebine göre oluşmuş ve araştırma sahası olarak Türk, İslam ve Osmanlı medeniyetlerini ele almıştır (aktaran Ergan, 2011: 249). Başka bir ifade ile “Ziya Gökalp, sosyoloji aracılığıyla, -önce Osmanlı İmparatorluğu ve sonrasında da Türkiye Cumhuriyeti için- yeni kimlik arayışını bilimsel olarak temellendirmeye çalışmıştır” (Kaya, 2008: 715). Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere; Gökalp, sosyolojiye ilgi duyduktan sonra, kendisine vazife addettiği temel husus, Durkheim sosyolojisini, ülke sorunlarını çözmede bir araç olarak kullanmak olmuştur. Bunu yaparken, sosyolojinin kurumsallaşmasına da katkı sağlayan Gökalp, Türkiye’de milli bir sosyolojinin kurulmasına ön ayak olmuş ve bunu sağlamakla kalmamış, çöken imparatorluktan sonra yeni bir toplumun dizaynı sırasında hem kurulacak yeni ulus devletin kuruluş zeminini hazırlamış hem de Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâplarda etkili olmuş bir düşünürdür. Kısacası, Gökalp’ın siyasal eylemleri ile bilimsel eylemleri birbirlerine eklemlenerek ilerlemiştir (Kabakçı, 2011: 209; Ergan, 2011: 247). Etkisi Cumhuriyet öncesi dönemden başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşunun ilk yıllarında da devam eden Gökalp sosyolojisi, Türkiye’de ki bu etkisini 1940’lı yıllara kadar sürdürmüştür (Ergun, 1983: 2160). Kaçmazoğlu da Gökalp’ın, hem II. Meşrutiyet, hem de Cumhuriyet dönemi siyasi çevrelerinin teorisyenliğini üstlendiğini, 1924 yılında ölmesine karşın, ileri sürdüğü görüşleri ile Cumhuriyetin tek partili dönemine damgasını vurduğunu belirtmektedir (2010: 9). Gökalp’ten sonra sosyoloji kürsüsünün başına geçen yardımcısı Necmettin Sadak, onun çizdiği çerçevede derslere devam etse de sosyolojinin önceki döneme nazaran bir durgunluk sürecine girdiği söylenebilir. Buna karşın, sonraki dönemlerde Mehmet İzzet, Fuat Köprülü, P. N. Boratav, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mümtaz Turhan, Osman Turan, Necati Akder, İbrahim Kafesoğlu, Adnan Saygun gibi pek çok bilim ve sanat adamı, araştırmalarını Gökalp’ın fikirleri doğrultusunda yapmışlardır. Türkiye'nin siyasi ve sosyoloji tarihi boyunca Gökalp ile ilgili pek çok isim önemli çalışmalara imza atmıştır. Bu isimler arasında; Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Niyazi Berkes, Cavit Orhan Tütengil, Cahit Tanyol, Mehmet Emin Erişirgil, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Orhan Türkdoğan, Erol Güngör, Baykan Sezer, Korkut Tuna, Emre Kongar, Nilüfer Göle ve Hikmet Celkan sayılabilir (Alan, 2015: 22). Ziya Gökalp, II. Meşrutiyet döneminin siyasi olaylarına damgasını vuran önemli bir isim olarak tarihe geçmiştir. Bununla birlikte II. Meşrutiyet döneminin başlaması ile birlikte ilgi duyduğu sosyolojizm akımının da Türkiye temsilcisi olmuş, bu akımın öğretilerini Türkiye'ye tanıtmış ve toplum sorunlarına uyarlamıştır. Gökalp'ın bu çabaları Türkiye'nin siyasi tarihine olduğu kadar, Türk sosyoloji tarihine de damgasını vurmasını sağlamıştır. Sonuç II. Meşrutiyet'in ilan edilmesinden kısa bir süre sonra, siyasi bir partiye dönüşen İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra genel seçimi ezici bir çoğunlukla kazanmasına karşın, yönetime ağırlığını koyamamıştır. İlk zamanlar dolaylı olarak yönetimi denetlerken; sonraları baskıcı bir yönetim anlayışı ile devleti yönetmiştir (Kaçmazoğlu, 2010: 115). Bu süre zarfında, siyasi alanda başarılı olamamış, İstibdat devrinde iyi kötü varlığını devam ettiren İmparatorluğun, çeşitli savaşlara girmesine sebep olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti, taassup ve tecrübesizliği yüzünden memleketin başına yeni gaileler açmış, birbiri arkasına felaketle neticelenen harplerin çıkmasına sebep olmuştur. 1911'de başlayan Türk İtalyan Savaşı, bir yıl sonra başlayan Balkan Savaşı ve sonrasında vuku bulan I. Dünya Savaşı, İttihat ve Terakki yönetiminin başarısızlıklarına kanıt olan gelişmelerdir (Turhan, 1997:187). II. Meşrutiyet'in ilanından Saltanatın kaldırılmasına kadar geçen 14 yıllık süre zarfında 24 hükümetin kurulmuş olması (Tunaya, 1988: 6) dönemin siyasi havası ve devamında gelen başarısızlıklar hakkında yeterli fikri vermektedir. II. Meşrutiyet'in ilan edilmesi her ne kadar istibdat devrini bitirmeye yönelik siyasi bir gaye taşısa da sosyal hayatın pek çok alanında değişikliklere sebep olmuş, Milliyetçilik, Batıcılık gibi yeni bir takım fikir akımlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Turhan, 1997:189). Bu yeni fikir akımlarına bağlı olarak, Avrupa'da bulunan Osmanlı aydınları, Avrupa'daki sosyoloji akımlarına ilgi duymuş ve Osmanlı'nın siyasi ve toplumsal sorunlarını çözmek amacıyla, ilgi duydukları sosyoloji akımlarının öğretilerini Türkiye'de uygulama çabası içerisinde olmuşlardır. Bu gaye ile Osmanlı'nın son dönemlerinde altı sosyoloji akımının varlık bulduğu görülmektedir. Bu altı akımdan yalnızca iki tanesi uzun soluklu etkiye sahip olmuş, diğer dört ekol ise fazla taraftar toplayamadan unutulmaya yüz tutmuşlardır. Türk sosyoloji tarihi ile ilgili yapılan çalışmalara bakıldığında, II. Meşrutiyet dönemi ele alınırken Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin'e önemli ölçüde yer verildiği, diğer ekollerin ise göz ardı edildiği görülmektedir. İlk defa, Lütfi Erişçi (1941) tarafından ele alınan II. Meşrutiyet dönemi sosyoloji çalışmalarına, daha sonra Baykan Sezer'in (1989) bir çalışmasında dikkat çekilmektedir. Daha kapsamlı çalışma ise H. Bayram Kaçmazoğlu (2011) tarafından yapılmıştır. Bu anlamda, söz konusu döneme ışık tutması açısından bu çalışmanın literatüre önemli katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Söz konusu döneme ilişkin sosyoloji çalışmaları yapılırken sosyoloji ismi yerine çeşitli isimlerin kullanıldığı görülmektedir. Bu anlamda, Türkiye'de ilk sosyoloji çevirileri yapılırken genel olarak sosyoloji ismi kullanılmasına karşın; ilmi muaşere, hikmeti içtimaiye, ilmi cemiyet, ilmi içtima, mebahisi ilmülmuvanese, ilmi içtimaiyaf, ilmi içtimaiyat, içtimaiyat gibi isimler de kullanılmıştır (Erişçi, 1941: 158). Bunların yanı sıra toplum bilim kavramı da kimi zaman sosyoloji yerine kullanılmıştır. Fakat literatürde yaygın olarak kullanılan sosyoloji bugün benimsenen isim olmuştur. II. Meşrutiyet döneminde varlığını hissettiren sosyoloji akımlarının, Türkiye'de kabul görmesi ve taraftar toplaması, siyaset ile olan temaslarına bağlı olarak gerçekleşmiştir. İktidar kadrolarına yakın olan isimlerin temsil ettiği sosyoloji akımı, ana akım olarak kabul görürken, diğer akımların aynı oranda başarı sağlamadıkları dikkat çekmektedir. Sosyoloji akımlarının kabul görmesi veya göz ardı edilmesinin bir diğer sebebi ise toplum sorunları karşısında öne sürdükleri çözüm yollarının uygun olup olmamasına göre şekillenmiştir. Bir diğer önemli nokta, toplumun dini hassasiyetlerini göz ardı ederek öne sürülen akımların kabul görüp görmediği meselesidir. Bu anlamda, Marksist sosyoloji akımının dönemin en etkisiz akımı olması bu durumun bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Kaynakça Akpolat, Yıldız, (2008). "Ahmed Şuayıb", Türkiye’de Sosyoloji (İsimler-Eserler) – 1 (Der. M. Ç. Özdemir), Phoenix Yayınları, Ankara. Alan, Suat, (2015). "Türk Sosyoloji Tarihinde İstanbul Ekolü: Korkut Tuna Örneği", Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bingöl. Artuç, Nevzat, (2008). "II. Meşrutiyet'in İlanı", Doğu Batı, II. Meşrutiyet "100. Yıl", (Ed. T. Takış), Sayı: 45, Doğu Batı Yayınları, Ankara. Birinci, Ali, (2008). "Mustafa Suphi", Türkiye’de Sosyoloji (İsimler-Eserler) – 1 (Der. M. Ç. Özdemir), Phoenix Yayınları, Ankara. Boyacıoğlu, Aslıhan Öğün ve Boyacıoğlu, Levent, (2008). "Prens/Sultanzade Mehmed Sabahaddin Bey", Türkiye’de Sosyoloji (İsimler-Eserler) – 1 (Der. M. Ç. Özdemir), Phoenix Yayınları, Ankara. Ergan, Nevin Güngör, (2011). "Türk Düşünce Geleneğinde Ziya Gökalp – Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu Devamlılığı", Ziya Gökalp, (Ed: K. Tuna ve İ. Coşkun), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul. Ergun, Doğan, (1983). "Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Sosyoloji ve Gelişmesi", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt: 8, İletişim Yayınları, İstanbul. Ergun, Doğan, (2013). 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, İmge Kitabevi, Ankara. Erişçi, Lütfi, (1941). "Türkiye’de Sosyolojinin Tarihçesi ve Bibliyografyası", İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, cilt: 2, sayı: 1, sayfa: 158–169. Erkul, Ali, (2008). "Ahmet Rıza Bey", Türkiye’de Sosyoloji (İsimler-Eserler) – 1 (Der. M. Ç. Özdemir), Phoenix Yayınları, Ankara. Erkul, Ali, (2012). "Prens Sabahattin", Türk Toplumbilimcileri – 1, (Der. E. Kongar) Remzi Kitabevi, İstanbul. İlyasoğlu, Aynur, (1983). "Türkiye’de Sosyolojinin Gelişmesi ve Sosyoloji Araştırmaları", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt: 8, İletişim Yayınları, İstanbul. Kabakçı, Enes, (2008). "Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve Türk Sosyolojisine Etkisi", Türkiye Araştırmaları Literatürü Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 11, Sayfa: 41–60. Kabakçı, Enes, (2011). "Durkheim ve Ziya Gökalp: Tarih, İdeoloji ve Sosyolojinin Özerkliği Meselesi", Ziya Gökalp, (Ed: K. Tuna ve İ. Coşkun), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. Kaçmazoğlu, H. Bayram, (2010). Türk Sosyoloji Tarihi I: Ön Koşullar, Kitabevi Yayınları, İstanbul. Kaçmazoğlu, H. Bayram, (2011). Türk Sosyoloji Tarihi II: II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e, Kitabevi Yayınları, İstanbul. Karakaş, Mehmet, (2013). "Sosyoloji ve Liberalizm Bağlamında Prens Sabahattin’e Yeniden Bakmak", TYB AKADEMİ Dil Edebiyat ve Sosyal Bilimler Dergisi, Türkiye'de Sosyoloji, Sayı: 9, Türkiye Yazarlar Birliği, Ankara. Kaya, Tülay, (2008). "İçtimaiyat’tan Sosyoloji’ye: İÜEF Sosyoloji Bölümü’nün Tarihine ve Sosyoloji Dergisine Dair", Türkiye Araştırmaları Literatürü Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 11, Sayfa: 713-730. Kongar, Emre, (2012). "Ziya Gökalp", Türk Toplumbilimcileri-1, (Der. E. Kongar) Remzi Kitabevi, İstanbul. Mardin, Şerif, (2014). Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İletişim Yayınları, İstanbul. Orçan, Mustafa, (2014). "21. Yüzyılda Türkiye'de Sosyolojinin Geleceği", Sosyoloji Divanı, Asırlık Sosyoloji, Sayı:4, Sayfa: 53-64. Ritzer, George, (2011). Modern Sosyoloji Kuramları, (Çev. H. Hülür), Deki Basım Yayım, Ankara. Sağlam, Serdar, (2008). "Ziya Gökalp", Türkiye’de Sosyoloji (İsimler-Eserler) – 1, (Der. M. Ç. Özdemir), Phoenix Yayınları, Ankara. Sezer, Baykan, (1989). "Türk Sosyologları ve Eserleri 1", İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, cilt: 3, sayı: 1, sayfa: 1–96. Sezer, Baykan, (2011). Sosyolojinin Ana Başlıkları, Kitabevi Yayınları, İstanbul. Slattery, Martin, (2010). Sosyoloji’de Temel Fikirler, (Haz. Ü. Tatlıcan ve G. Demiriz), Sentez Yayıncılık, İstanbul. Swingewood, Alan, (1998). Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (Çev. O. Akınhay), Bilim Sanat Yayınları, Ankara. Tuna, Korkut, (2013). Yeniden Sosyoloji, İz Yayıncılık, İstanbul. Tunaya, Tarık Zafer, (1988). Türkiye'de Siyasal Partiler: II. Meşrutiyet Dönemi 19081918, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul. Turhan, Mümtaz, (1997). Kültür Değişmeleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul. Ülken, Hilmi Ziya, (2013). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. Ünsaldı, Levent ve Geçgin, Ercan, (2013). Sosyoloji Tarihi: Dünya’da ve Türkiye’de, Heretik Yayınları, Ankara.