TERKİP VE İNŞA DERGİSİ Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir

advertisement
TERKİP VE İNŞA DERGİSİ
FİHRİST
Sahibi ve yazı işleri müdürü
Haki Demir
Takdim
2
Editör
İlim irfan tefekkür
3
Haki Demir
İlim-İrfan-Tefekkür Üçgeninde İslam Medeniyetinin Yedi Kurucu Kavramı
6
Atilla Fikri Ergun
Mutlak İlim Nispi İlim
11
İbrahim Sancak
Bilgi ve fikir
14
Ebubekir Sıddık Karataş
İki yol ilim ve irfan
16
Abdullah Tatlı
Bilgi telakkimizin marazları
18
Metin Acıpayam
Dehaları istihdam eden mecra tasavvuf
20
Hamza Kahraman
Uygarlık denilen vahşet
23
Ali Yurtgezen
1
Evvel yoğ idi işbu medeniyet kavramı Tanzimat’ta çıktı
26
Ahmet Doğan İlbey
Medeniyet hamlesi: Oluşumu karşılaştırması
bileşenleri
29
Memduh Atalay
Kaos çağında tefekkür
31
Faruk Adil
Batının epistemolojik işgali
33
Alihan Haydar
Oryantalist taarruz
35
Ahmet Kamil Tuncer
Psikiyatri, parapsikoloji ve “ruhi ilimler”
37
Selahattin Adanalı
Nevzat Tarhan ile Mülakat
39
Metin Acıpayam
İstihbarat ve bilgi telakkisi
47
Ahmet Selçuki
İslam medeniyet tasavvurunun irfan (ruh)
cephesi
49
A. Bülent Civan
Konferanslar
52
Osman Gazneli
Genel Yayın Müdürü
Metin Acıpayam
Editör
Adnan Köksöken
Yıllık abone: 80 TL
Altı aylık abone :40 TL
Hesap numarası
Metin Acıpayam
PTT K.Maraş şubesi -11093404Mizanpaj
Gökhan Gencel
Baskı
Fikirteknesi yayınevi
İrtibat
Tel: 0507 465 58 88
E-mail:
[email protected]
[email protected]
Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com
Twitter: twitter.com/terkibinsadergi
İdare adresi
İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı
Kat:1 no:4 K.MARAŞ
ISSN:
TAKDİM
Üçüncü sayımızın kapak mevzusu; ilim,
irfan ve tefekkür… Bunlar, İslam’ın mutlak ilim
olan iki kaynağından (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyye’den) çağıldayıp gelen üç mecra… Mutlak İlimden on dört asırdır ne anlaşılmış, ne keşfedilmiş, ne tatbik edilmişse tamamı bu üç mecrada akmış, bu mecralardan akıp gelen “hikmet”
muhtelif medeniyet havzaları oluşturmuştur.
Mezkur üç mecra, İslam’ı anlamak ve
tatbik etmek için ortaya çıkmış zaruret kabilinden
bilgi alanlarıdır. Kadim müktesebat ve müktesebatın deha çapındaki temsilcileri, bu üç mecradan
akıp gelen hikmeti, nizami bir tertibe tabi tutmuş,
mütemadiyen tenkit ederek sıhhat şartlarını muhafaza etmiş, bir sonraki nesle virüslerin intikal
etmemesi için “bilgi karantinası” kurmuştur.
Bilgi karantinası ümmetin üzerinde en
fazla hassasiyet gösterdiği meselelerdendir, marazi yaklaşımları tedavi ve tashih etmeden sonraki
nesle intikaline geçit vermemiştir. Bununla birlikte kadim müktesebatımızdaki virüslerin varlığı
sabittir ve devam edegelmiştir. Zaten bu sebeple
Ehl-i Sünnetten bahsediyoruz, yani virüslerin
nüfuz edemediği, nüfuz edenlerin teşhis ve ilan
edildiği, bilgi karantinası meselesindeki en hassas
anlayış ve tavrın nizami bir çerçeveye oturtulması
söz konusudur.
Yeni bir hamlenin başlaması, başlatılabilmesi, ancak Ehl-i Sünnet çerçevesinde mümkündür. Zira bilgideki karantina, fikirdeki süzgeç,
hikmetteki keşif mahareti en sıhhatli şekilde Ehl-i
Sünnet anlayışla mümkündür.
Temel anlayışını ve o anlayışın süzgecini
kaybetmiş Müslümanların, demokrasiyi geçmişteki hilafete tercih edebileceğini beyan ettikleri
bir çağda yaşıyoruz. Keza İslam bilgi ve ilim telakkisi kurulması yönündeki teklif ve hamlelerin
önünde, batıdan daha sert duvarlar ördüğüne şahit
oluyoruz.
*
Medeniyet sempozyumu çalışmalarımız
hızla devam ediyor. Medeniyet sempozyumunun
ikincisi ve üçüncüsü için görüşmeler yapıyoruz,
ikinci ve üçüncüsü için takvim ve şehir tespit
etmenin arifesindeyiz. Yoğun görüşmelerimiz
neticelenmediği için bilgileri yayınlamakta acele
etmiyoruz. Görüşmelerimiz, müzakere süreçlerinin sonuna ulaştı, dosyalarımız “nihai karar mercilerinin” önünde…
Dergimizin 4. Sayısında medeniyet sempozyumunun ikincisi ve büyük ihtimalle üçüncüsü netleşecek, takvim ve şehirler belirlenecek,
mahalli ortaklarımızla mutabakat zaptı imzalanmış olacaktır.
Medeniyet sempozyumunu seri halde ve
her birini başka bir şehirde yapma kararı aldık.
Yaklaşık on yıllık bir mevzu haritası ile işe başladık. Her sempozyum farklı bir mevzu haritası ile
yapılacak ve sonraki bir öncekinin devamı mahiyetinde olmak üzere büyük terkibi oluşturacak 2
özelliktedir.
Kamu ve sivil toplum kuruluşlarıyla mahalli ortaklıklar kuruyor ve beraber yapıyoruz. Bu
manada, medeniyet sempozyumunun herhangi
birini kendi şehrinde yapmak isteyen sivil ve
resmi kurumların bizimle irtibata geçmesi gerekiyor.
Medeniyet sempozyumunun birincisi için
çalışmalarımızda ciddi mesafeler aldık. Konuşmacı listesinin yüzde altmışı belirlendi.
*
İlk iki sayımıza gösterilen alakadan dolayı
teşekkür ederiz. Hiçbir tenkit almadık, tamamen
müspet tepkilerle karşılaştık. Alaka ve iltifatlar
ümidimizi kabartıyor, özellikle medeniyet sempozyumuna olan alaka ve ortaklık talepleri fevkalade ümit verici…
EDİTÖR
İLİM İRFAN TEFEKKÜR
Mutlak ilim, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu iki kaynak aynı zamanda İslam’ın ta kendisidir, bu sebeple İslam
bizatihi ilimdir.
Mutlak ilmin muhtevasındaki mana
yekununun idraki, izahı ve tatbiki için nispi
ilimler kurulmuştur, nispi ilimlerin sayısı çoktur ve hala kurulması gereken yüzlerce ilim
dalı müellifleri (kaşifleri) beklemektedir.(*)
“İslami İlimler” başlığı altında tetkik
edilen tüm ilimler “nispi ilimler” cümlesindendir. Bu sebeple ilk tasnif, “mutlak ilim”,
“nispi ilim” şeklindedir.
Istılahta (bir açıdan dar manada) İslami
İlimler, tefsir, fıkıh gibi doğrudan kitap ve
sünnetin muhtevasıyla meşgul olan ilimleri
kast etmektedir. Bu tür bir tarif ve tavsif, İslami İlimlere müteveccih hürmet ve hassasiyeti ikame etmek içindir. Aslında ise “İslami
İlimler” bahsi ve başlığı, yeryüzünde kurulmuş ve kurulacak tüm ilim dallarını muhtevidir. Zira Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin muhteva hacmi, kâinattaki varlık ve
vakıa yekûnunun hakikatini ve tüm tezahürlerini ihata eder. Mesele o ki, mana ve hikmet
mecmuu, kâşiflerini beklemektedir.
*
Istılahtaki İslami İlimler başlığı altında
tertip edilen ilim dalları, Müslüman ferd ve
cemiyetlerin İslam’ı anlama ve yaşamaları
için acil ve zaruri altyapıların kurulmasına
matuftur. Fıkıh (hukuk), Müslüman hayatının
merkezi olan farzları ve ihata duvarını teşkil
eden haramları, bir mevzuat nizamı içinde
tetkik ve tespit etmek içindir ki, İslami hayatın çerçevesini, nasıl yaşanacağını göstermesi
bakımından acil ve zaruridir. Aciliyet ve zaru-
ret, dikkatlerin ve idraklerin o noktada teksif
olmasını gerektirmiş ve İslam tarihindeki
müktesebatın ciddi bir kısmı bu sahada toplanmıştır. Burada bir yanlışlık yok, aciliyet ve
zaruret dikkat ve idraki celp ve kendinde temerküz eder. Mezheplerin inşası, öncelikle
hukuk inşasıdır. Ameli mezheplerin itikadi
mezheplerden önce zuhur etmesi de aciliyet
ve zaruretle ilgilidir. Ameli mezheplerin nizami bir altyapıya kavuşmasından sonradır ki,
hayatın tüm sahalarında ilim ve sanat dalları
keşfedilmiş, inşa edilmiş, tertip edilmiş ve
birer havza haline gelmiştir.
Mutlak İlimden hareketle nispi ilimlerin kurulması, mezheplerin inşası ile başlamıştır. Bu sebeple mezheplerin inşa devri
olan hicri ikinci asır, insanlık tarihinin en büyük tefekkür patlamasıdır. Öyle bir tefekkür
patlamasıdır ki, asırlarca devam eden tesiri, 3
sayısız ilim dalının kurulmasına sebep olmuştur.
*
Nispi ilimler, “Mutlak İlim” olan
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’deki
mana ve hikmetin keşfi içindir. Mutlak İlmin
idrak, izah ve tatbiki için gerçekleştirilecek
kalbi ve akli faaliyet, muhakkak ki ilmi tertip
içinde olacaktır. Kur’an-ı Kerim’i mealinden
okuyup nefsi ve aklının istikametinde hüküm
çıkarmak, serkeşlikten başka bir şey değildir.
Her şeyin ilminin kurulduğu bir dünyada,
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’yi idrak
etmek için ilim dallarının kurulmaması, insanlık tarihinin en ahmak ümmetinin Müslümanlar olduğunu kabul etmektir. Bu ümmet,
akl-ı seliminin feraset ve basiretiyle, Mutlak
İlim olan iki kaynağı anlamak için sayısız
nispi ilim dalı kurmuştur. Böyle bir müktese-
bata rağmen serkeşlik yapanlar, insanlık tarihinin en ahmak numuneleridir.
İslam, ilmi, entelektüel gevezelik olarak kabul etmez. İslam’da bilginin her çeşidi
(fikir, ilim vesaire), fiil ile terkip edilmiştir.
Fikir ile fiil arasındaki mesafenin açılması,
terkibin çözülmesi, birbirinden müstakil hale
gelmesi, ilmi (tabii ki nispi ilimleri) “kıyl-ü
kal” haline getirir. Oysa Müslüman şahsiyet,
Mutlak İlmin doğrudan, nispi ilimlerin de
dolaylı olarak kalb ve zihin dünyasına tesir
ettiği insandır, bu tesirle birlikte kalbi ve zihni evreni inkişaf eder ve irtifa kazanır. Böyle
olmadığı her ihtimalde ilim, “kıyl-ü kal”dir.
İslam tarihinde ilmin (nispi ilimlerin)
“kıyl-ü kal” haline geldiği devirler olmuştur.
Ayrıca her devirde ilmi “kıyl-ü kal” haline
getirenler de bulunmuştur. Tam bu noktada
tasavvuf, “kal” ile “hal” bahislerini vuzuha
kavuşturacak, her dem bunu hatırlatacak, meselenin sözde kalmasına mani olacak bir müesseseleşmeye gitmiş, ilmi de ihtiva eden
“hal” tavrını ve yaşayışını cemiyet meydanında ikame etmiş, bilgi ile fiilin tefrik ve birbirine karşı istiklalini önlemiştir.
İrfan (tasavvuf) mecrası, Mutlak İlmin
anlaşılması ve yaşanması için, nispi ilimlerin
kafi olmadığı, kafi olduğu hallerde de onunla
iktifa edilmemesi gerektiği noktasından hareket eder. Tasavvuf, tekevvünatın en muhteşem, en muhterem, en muazzam varlığı olan
ruhu, hakikat ilmi (mutlak ilim) ile tezyin ve
teçhiz ederek, Allah Azze ve Celle’ye doğru
irtifa kazanmasını temin eder. Öyleyse irfan,
nispi ilimlerle başlayan talim ve terbiye güzergahında, Mutlak İlme vukufiyetin müntehasıdır. Başka bir ifadeyle irfan, bilgiyi aklın
meşgalesi olmaktan çıkarıp, ruhun “hal”i yapan ince bir marifettir.
İrfan, bilineni anlamayı, anlaşılanı yaşamayı esas edinir. Mutlak İlme dair tek bir
kıymetin bile hakkıyla yaşanması Allah Azze
ve Celle’ye en az bir adım yaklaşmaktır. Mesele tam olarak budur, Allah Azze ve Celle’ye
yaklaşmak, “yakini” artırdığı gibi ilmi de artırır. İrfan, nispi ilimlerden olsun, Mutlak İlimden olsun her bilginin hakkını vermektir, bilginin hakkı, insanı Allah Azze ve Celle’ye
yaklaştırmasıdır. Allah Azze ve Celle’ye yaklaşmak, Mutlak İlmi o nispette anlamaktır.
*
Maksat “Mutlak İlme” vukufiyettir.
Mutlak İlme vukufiyetin bir akli yolu, bir de
ruhi yolu vardır. Zihni-akli yol nispi ilimlerdir, kalbi-ruhi yol ise irfandır. Zihni-akli yolun ufku, kalbi-ruhi yolun ufkuna nispeten
çok dardır. Bu iki yolu birbirinden müstakil 4
hale getirmemek, birbirinin mütemmimi veya
devamı kabul etmek gerekir.
İrfan, kalbi-ruhi güzergahta alınan mesafe ile “alem-i ervah”taki mükaleme ve o
mükalemedeki taahhüdün (sözün) hatırlanmasıdır. Bidayet ile nihayet orada birleşir, ruhtaki hakikat bilgisi ile akıldaki (dünyadaki) hakikat bilgisi buluşur. İrfan mecrası, ruhların
Allah Azze ve Celle’den doğrudan aldığı hakikat bilgisinin, dünyada akla sunulan hakikat
bilgisi ile vuslatını mümkün kılan güzergahtır. Bu sebeple irfan, önce kalbi-ruhu keşfetmek, sonra ruhun yaratılmasının bidayetine
kadar “hatırlamak”, nihayet oradaki “vuslatı”
tekrar yaşamaktır.
*
Tefekkür ve idrak, hem nispi ilimler
(ilim mecrası) hem de irfan (tasavvuf mecrası) için ilk şarttır. Tefekkür, hem ilmi mecrada
hem de irfani mecrada mesafe almanın motor
gücüdür. Tefekkür yoksa ilim de yoktur, irfan
da yoktur, medrese de yoktur, tekke de yoktur.
ve esas maksat olan “saf ruhi idrake” ulaşmalıdır. Tüm bu safhalarda idrak ve tefekkür
mevcut ve daimdir.
Tefekkür ve idrak, hem ilmi mecranın
hem de tasavvuf mecrasının tek şartı değildir
muhakkak ama vazgeçilmez sütunlarından
biridir. Velayet terbiye ve tezekkür ile mümkünse de, irşat makamı (mürşitlik) tefekkürsüz kabil değil. Terbiye ve tezekkür ile mesafe almanın mümkün olması, akıl ve zekanın
eşit dağıtılmaması karşısında Allah Azze ve
Celle’ye ulaşma yolunun herkese açık tutulmasıdır.(**) İlim ise tefekkürsüz, bilgi ezberinden ve tekrarından ibaret kalır ki, ona ilim
denmez, sahibine de alim denmemiştir.
Hakikatin keşfi, meratip silsilesi içinde
irtifa kazanırken, tabii ki her mertebede idrak
ve tefekkürün mahiyeti ve usulü değişmektedir. Yukarılarda mahiyeti ve usulü değişen
idrak ve tefekkürün, aşağıdakilere benzememesine bakıp da, idrak ve tefekkürün olmadığını, bittiğini, bitmesi gerektiğini kabul etmek, böyle bir vehme düşmek yanlıştır.
Tefekkürün neticesi olan idrak, ilimde
bilgiye, tasavvufta “hal”e nüfuz etmek, onu
kuşanmak ve ruha maletmektir. İdrak, tasavvufta tecelliyata vukufiyet, ilimde eşyanın
hakikatine nüfuzdur. Tasavvuftaki “ne akılla
olur ne akılsız…” hikmeti, “ne idrakle olur,
ne idraksiz…” manasına gelmez, bu manada
istimalinin itiyat haline geldiği fikir piyasası
idraksizlikle malul haldedir. Akıl, idrak merkezlerinden (ve melekelerinden) sadece birisidir ve aklı aştığımızda başka (üst) idrak
merkezleri ve çeşitleri mevcuttur. Meseleyi
münakaşaya açmadan en meşhurunu söylemek gerekirse, kalb ve ruhtur. Akıl da zaten
ruha bağlı bir sır olarak idrak faaliyetini gerçekleştirmektedir, akla tek idrak merkezi muamelesi yapmak ise “pozitif anlayışın” temel
kabulüdür.
İslam, insanın kalbi-ruhi dünyasında
mütemadiyen inkişaf istemekte, bunun usul
ve yolunu göstermektedir. Akıl aşılmalı ve
akl-ı selime ulaşılmalı, akl-ı selim ile birlikte
zevk-i selim ve kalb-i selim sahibi olunmalıdır. Bunlardan sonra da akl-ı selimi de aşmalı
Meratip silsilesinin belli bir seviyesinden sonra idrak ve tefekkürün “kelimesiz”
hale gelmesi ve saf mananın “müşahedesi”
halinde zuhuru, tefekkürün sükutu değil tam
aksine maksadına ulaşmasıdır. Mananın zarflanmadan (mesela kelimelere dökülmeden)
idrak edilmesi, aklın acziyeti ama idrakin zir- 5
vesidir.
Unutulmamalıdır ki, insanın kainat ve
Allah Azze ve Celle ile kurduğu münasebetin
umumi adı idraktir. İdrak yoksa kainatın keşfi
ve Allah Azze ve Celle’ye ulaşmak muhaldir.
İdrak çeşitleri ve seviyeleri üzerinde çalışmayı bıraktığımız, böyle bir mevzu olduğunu
dahi unuttuğumuz bugün, en alt seviyedeki
“zihni faaliyeti” idrak ve tefekkür faaliyeti
zannettiğimiz için, varlık meratibi ile mütenasip idrak meratibinin de olduğunu bilmiyoruz.
(*)Mutlak İlim-Nispi İlim bahsi İbrahim Sancak’ın “Mutlak İlim-Nispi İlim” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir.
(**)Bu mesele, Abdullah Tatlı’nın “İlim ve
İrfan” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir.
HAKİ DEMİR
[email protected]
İLİM-İRFAN-TEFEKKÜR ÜÇGENİNDE
İSLAM MEDENİYETİNİN
YEDİ KURUCU KAVRAMI
Batı’ya eklemlenerek moderniteyi içselleştiren
hidayetsiz “akıl”, düşüncesini, bakış açısını ve
dilini yabancı kavramlar üzerine kurduğu için
vahyin yerine bilimsel bilgiyi, dolayısıyla ilmin
yerine modern bilimi ikame etti. Maddeye odaklanan modern zihin, maddeyi aşarak beş duyunun
ötesine geçmeyi gerektiren irfanı dışladı ve tefekkür mecrasını terk etti.
Modern insanın had bilmezliği, politikanın saptırıcılığı, demokrasinin sahte ama cazip "özgürlükleri", medyanın göz boyayıcılığı, teknolojinin
zihinleri televizyon, telefon ve bilgisayar ekranlarına bağımlı kılan etkisi, günümüz Müslüman'ının
ilimsiz, irfansız, tefekkür yoksunu oluşu, başıboşluğu ve kayıtsızlığı karşısında İslam medeniyet
hamlesi için kolları sıvamak bir nevi “akıllı delilik” olarak nitelendirilebilir. İlim, irfan, tefekkür,
hikmet nazarıyla bakış ve dua ile kendi iç yolculuğumuzu sürdürmemiz, en azından çemberin
dışına çıkma gayretinin ifadesi olarak son derece
önemli.
Artık kendi kavramlarımızla düşünemiyoruz, yabancı kavramlar zihinleri işgal etmiş durumda.
Bunun içtimaî, ahlakî, siyasî, iktisadî yansımaları
ise son derece yıkıcı. An itibariyle kendimize
seküler karaktere sahip yabancı kavramlar çerçevesinde, Batı Uygarlığı’nın kötü bir kopyası mahiyetinde “yeni” bir dünya kurmuş bulunuyoruz,
ahlaktan sanata, siyasetten hukuka bu böyle. Eş
zamanlı olarak İslamî kavramların moderniteyle
uyum arz edecek şekilde içi boşaltılıyor ve İslam,
modern dünyanın dayatmalarına teslim olmamızı
kolaylaştıran bir muhtevaya büründürülüyor ki,
buradan İslam’a has bir medeniyet perspektifi
çıkmayacağı aşikâr.
Örneğin Batı'nın adına ratio, science (bilim), meta-fizik, city/site, politika, civilization (uygarlık)
ve etik dediği şeylerle İslam'ın aklı, ilmi, gaybı,
şehri, siyaseti, medeniyeti/umranı ve ahlakı birbirinden farklı şeyler. Aynı şey oldukları zannıyla
birini diğerinin yerine kullanmak kavram kargaşasına yol açar ve bakış açısını saptırır, sonrasında -örneğin- atom bombasını icat edenlerin "akıllı", Batı Uygarlığı’nın "medeniyet", New York'un
veya Münih'in de "şehir" olarak bilinmesine yol
açar.
Yabancı kavramlar çerçevesinde ferdî ve içtimaî
hayatı İslam’a uygun biçimde tanzim, medeniyetimizi de ihya edemeyeceğimiz gibi, kendi orijinal kavramlarımızı kullanmakla da iş bitmemektedir. Zira bugün kavramları orijinal şekliyle telaffuz edenler Batı’dan aldıkları etki nedeniyle
kullandıkları kavramların içini yanlış doldurmaktadırlar. Dolayısıyla fikrî planda Batı’nın hegemonyası oldukça derinlere nüfuz etmiş, deyim
6
yerindeyse bizi esir almıştır. Her şeyden önce
İslamî bakış açımızı dumura uğratmış, fikrî ve
amelî planda sekülerize olmamıza yol açmıştır.
İlimsizlik, irfansızlık ve tefekkür krizi bertaraf
edilmeden İslam Medeniyeti’nin ihyası gerçekleştirilemez, çünkü medeniyet belli başlı kurucu
kavramlara ve bu kavramlar etrafında şekillenen
kurucu bir fikre dayanır. Bu kurucu fikir, kavramların içini doğru doldurmak, bilgiyi kendi ilimirfan ve kültür-medeniyet havzasından almak
zorundadır. Peki, bugün hangi sağlıklı kavramsal
çerçeve, hangi bilgi ve fikir çerçevesinde bir medeniyet hamlesi gerçekleştirilecek ve İslam Medeniyeti’nin ihyası söz konusu olacaktır? Ne kavramsal çerçeve, ne bilgi, ne de bilgiden kaynaklanan fikir bize aittir, bilakis mevcut kavramsal
çerçeve nevzuhurdur, bilgi de, fikir de dışarıdan,
Batı’dan ithal edilmektedir, kendimize ait bir içtimaî nazariyemiz dahi yoktur.
Modernleşme sürecinde sahih ulemâ geleneği
büyük ölçüde kırılmış, toplumun düşünce dünyasına yön veren yeni güç olarak “aydın” sınıfı öne
çıkmıştır. Her şeyden önce “aydın” tanımının
bizim tarih, kültür ve geleneğimizde yeri yoktur.
Bu tanım, tarihî, kültürel ve toplumsal olarak Batı’ya (Aydınlanma’ya) aittir. Bunun yanında “aydın” sınıfı genel olarak Batı kültürünü ve düşünüş
tarzını benimsemekte, modernleşmeyi yegâne
“kurtuluş kapısı” olarak görmektedir. Dolayısıyla
hadis-i şerifte ifade edildiği üzere âlimlerin (ilim
ehlinin) gitmesiyle birlikte ilim de ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.(1)
Öte yandan salt politik-ideolojik bir çizgi takip
eden radikal İslamcı bedevilik, “kendini bilme/kendini tanıma” esası üzerine kurulu irfanî
bakış açısını önemli ölçüde yok etti. Tamamen
politika ve ideolojiye endeksli olan bu yaklaşım
haliyle fikrî mecrayı tamamen terk ederek tefekkür krizine yol açtı. Radikal İslam’ın fikrî arka
planı zaten zayıftı, kültür ve medeniyet planında
ele avuca gelecek kayda değer bir çalışması da
yoktu. İlim, irfan ve tefekkür mecrasını terk eden,
tamamen politize olan Müslümanlar süreç içerisinde Âlem-i İslam’ı içeride iki ateş arasında bıraktılar ki, Âlem-i İslam’ın bugünkü perişanlığı
bir yanda modernleşme diğer yanda bedevileşme
illetinden kaynaklanmaktadır. Bunların her ikisi
de müteşebbihtir, biri Batılıya diğeri bedeviye
benzemektedir, dolayısıyla ikisi de asimile olmuştur. Her ikisinin ilacı da on dört asırlık ilim,
irfan ve fikir mirasının vücuda geldiği mecrada
saklı ve biz ona “sahih gelenek” diyoruz.
İlk iş olarak İslam Medeniyeti’ni inşa eden ve
bugün medeniyetin ihyası için gerekli olan kurucu kavramlar etrafında bir ıslahat hareketi gerçekleştirmek gerekmektedir. Tarih, Ütopya ve Yedi
Kurucu Kavram başlıklı bir önceki yazıda ifade
ettiğimiz üzere kurucu kavramlar sırasıyla ilim,
irfan, tevhid, iman, ahlak, ıslah ve adalettir.
***
Kurucu kavramların ihtiva ettiği anlamlara ve
bunların İslam Medeniyeti ile ilişkisine gelince,
bu konuda bir mukaddime babında şunları söyleyebiliriz:
İlim, “bir şeyi hakikatiyle idrak etmek”tir, zannın
ve cehaletin zıddıdır. Nazarî ve amelî olarak iki
kısma ayrılır. Nazarî ilim, bilindiği zaman kişinin
kendisiyle kemâle erdiği ilimdir. Örneğin âlemdeki varlıkları bilmek gibi. Amelî ilim ise, yerine
getirilmediği zaman tamamlanmayan ilimdir.
Örneğin ibadetlerle ilgili ilim gibi. Dolayısıyla
ilim, nazar ve amelden oluşan bir bütündür. Amele yansımayan ilim, tek boyutludur, yarımdır.
Eğer insanlar öğrendikleri, bildikleri şey doğrultusunda hareket etmiyor, öğrendiklerini, bildiklerini amele dönüştürmüyorlarsa bu, onların meseleyi hakikatiyle idrak edemediklerini gösterir. Bu
bakımdan âlim, ilmi ile amil olan insandır.
İslam Medeniyeti bir ilim medeniyetidir, ilmin
kaynağı ise vahiydir, ferdî ve içtimaî hayat, siyaset, iktisat ve hukuk bu kaynaktan elde edilen
bilgiye dayanır, dolayısıyla ihdas edilen/edilecek
olan kurumlar da bu kaynaktan elde edilen bilgi
doğrultusunda teşekkül eder. Böylece ilim, şüp7
heye yer bırakmayan, diğer altı kurucu kavramın
kendisinden neş’et ettiği, yol gösterici, şaşmayan,
dosdoğru bilgiyi ifade eder ki, işin içine zan, heva
ve cehalet karışmaz. İslam Medeniyeti, ferdî ve
içtimaî hayatın ilme dayalı tanzimi, aynı şekilde
içtimaî, siyasî, iktisadî ve hukukî nizamın ilme
dayalı teşekkülü neticesinde vücut bulur ve ilim
esası üzere varlığını idame ettirir.
İrfan, “tanımak” anlamında bilmeyi, dolayısıyla
derûnî bilgiyi ifade eder ki, ilim ihtiva eden ayetlerin enfüste ve afakta müşahede edilmesi neticesinde elde edilen üç ma’rifetten müteşekkildir:
Ma’rifetu’n-nefs (nefsin bilinip tanınması),
Ma’rifetullah (Allah’ın bilinip tanınması),
Ma’rifetu’l-halk (yaratılışın ve âlemin bilinip
tanınması). Arif, irfan/ma’rifet sahibi kimsedir,
nefsini, Rabbini, varlığı, yaratılışı tanır, bilir ve
buna göre hareket eder, eşyanın hakikatini, varlığın ve insanın özünü kavramıştır, hikmetten nasibi vardır. Üç temel bilgiyi içselleştirmiş olan arif,
ma’rûf (doğruluk, hakkaniyet, iyilik, güzellik)
üzeredir.
Nefsini, Allah’ı ve -yaratılış veya varoluş bağlamında- âlemi tanımayan, derunî bilgiden yoksun
olan “akıl”, beş duyu ile algılayabildiği kadarını
esas kabul eder ve gerek ferdî gerek içtimaî hayatı madde üzerine kurar. Maddî âlemin ötesine
geçemediği, Aşkın/Müteal olanla bağ kuramadığı
için düşünceleri ve bakış açısı tek yönlü, tek boyutludur. Maddeyi hayatın tek temel gerçeği, dolayısıyla tek amacı olarak kabul ettiği için onu ele
geçirmek dürtüsüyle âlemi ifsat eder. Müteal
olan, insan zihninden ve hayatından silindiği anda
hemen her şey açıklanamaz hale gelmektedir.
"Bilim" adı altında kurtuluşu "sonsuz tesadüfler
zincirinde" bulan "aklın" dünyası mana fakiri, his
yoksuludur. Kendini fizik kanunları ve sosyal
yasalarla sınırladığı için ruhsuzdur, makineleşmiş, manevî-ruhî hiçbir dayanağı kalmamıştır,
Müteal olanı tanımadığı için yapayalnızdır ve
cinnet geçirmektedir, bu nedenle de gerek yerel
gerek küresel ölçekte sömürü ve cinayet onun en
iyi becerebildiği işlerdir.
Buna karşın İslam Medeniyeti’nde ferdî ve içtimaî hayat üç ma’rifet üzerine kuruludur, dolayısıyla madde esasına değil, mana esasına dayalıdır.
Böylece insan misafiri olduğu âlemi imar ve ıslah
eder, âlemde emniyeti ve adaleti sağlar.
Tevhid, ilim ve irfanın zorunlu sonucudur. Birlik
esasının dört ana veçhesi bulunmaktadır: Allah’ın
birliği, varlığın birliği, insanlığın birliği, bilgi
sisteminin birliği. İlki diğer üçünü zorunlu kılar.
Tevhid, bu dört hususta bölünme/parçalanma
kabul etmez. İslam Medeniyeti, Tevhid esası üzerine bina edilmiş, ferdî ve içtimaî hayat bu esas
çerçevesinde şekillenmiş, içtimaî, siyasî-idarî,
iktisadî ve hukukî nizam bu esas doğrultusunda
teşekkül etmiştir. O’ndan başka (O’nun yanında
veya altında) hiçbir ilah yoktur, buna bağlı olarak
varlıkta -dolayısıyla insan hayatında- Allah’tan
bağımsız herhangi özerk bir alanın mevcudiyeti
söz konusu olamaz, sınıf ayrımına dayalı bir nizam tesis edilemez, vahye dayalı bilgi sistemi
insan zihnini ve hayatını bölüp parçalayacak şekilde, birbirinden bağımsız (müstakil) başlıklar
altında kategorizasyona tâbi tutulamaz. İnsan,
Allah’ın yarattığı bir varlık olarak bütünün bir
parçasıdır, kul olarak O’ndan başkasına ilahlık
yakıştıramaz, âlemde O’ndan bağımsız bir alan
tasavvur edemez, O’nun kullarını sınıflara ayırmak (bölmek) suretiyle modern kast sistemi inşa
edemez, vahiy bilgi sistemini Tevhid hilafına
bölüp parçalayamaz, aksi yöndeki tutum ve davranışlar şirki gerektirir.
İslam Medeniyeti, tartışmasız bir biçimde Birlik
esasına dayanan bir Tevhid Medeniyeti’dir. Bu
esasa dayanan yapısıyla İndüs’ten Atlantik kıyılarına kadar yekpare bir güç teşkil etmiş ve Batı
karşısında her alanda büyük bir set oluşturmuştur.
İman, ilim ve irfanın zorunlu sonucu olarak Tevhid ekseninde gerçekleşir ve -6 şartının- muhtevası itibariyle ed-Dîn’e tekabül eder. İman, Allah’la yapılan fıtrî sözleşmenin gereği olarak
(A’raf: 172-173) ahlakî sorumlulukların, dolayısıyla emanete ve ahde riayetin biricik kaynağıdır. 8
Özü itibariyle ibadeti zorunlu kılar ki, hayatın
istisnasız her alanında manevî-ahlakî ilkeler manzumesine tâbi olmayı, ferdî ve içtimaî farzları
yerine getirmeyi, helal ve haramlara riayet etmeyi
gerektirir. Salih amel, imanın suretidir, Hakikat,
tasdik ve ikrar etmenin yanında onu bildirene tâbi
olmayı da gerekli kılar ki, bu da ancak amel ile
olur. Bu bakımdan iman, Mü’min’i harekete geçiren muharrik kuvvettir, yakîne/kesin bilgiye dayandığı için şek ve şüpheye yer bırakmaz, böylece yer ettiği kişi ya da topluluğu harekete sevk
eder. Yakîn sahibi kişi ya da topluluk mutmain
olur, kalbi huzura kavuşur ve Allah’a kat’i surette
güven besler. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’lmünker (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak),
Allah yolunda mal ve can ile cihad etmek ve buna
bağlı olarak Hak uğrunda karşılaşılan güçlüklere
göğüs germek (sabr) ancak bu sayede mümkün
olur.
İslam Medeniyeti, iman edenlerin omuzlarında
yükselmiş, kısa süre içinde tarihte eşi benzeri
görülmemiş bir fetih hareketi ve medeniyet hamlesi gerçekleşmiş, her din ve milletten milyonlar-
ca insan İslam çatısı altında bir araya toplanmıştır.
Ahlak (Huluq’un çoğulu), en geniş anlamıyla
insanın kişiliğini, yaratılış itibariyle tabiatını ifade
etmesinin yanı sıra aynı zamanda onun ikinci
tabiatı haline gelen huylarını (tutum ve davranış
alışkanlıklarını) ifade eder. Ahlak da ed-Dîn’e
tekabül eder, zira dinin ihtiva ettiği anlamlardan
biri de huy veya tutum ve davranış biçimi bağlamında “hayat tarzı”dır. Nitekim Hz. Aişe, Hz.
Peygamber’in hayat tarzını (huluq) “Onun ahlakı
Kur’an’dı” şeklinde tarif etmiştir.(2) Kalem Sûresi’nin 3-4. Ayetleri İslamî kimliğin esasını teşkil
eden kavramlardan biri olarak ahlaka vurgu yapar, zira davranış şekilleri, hayatın hemen her
alanında sergilenen tutum ve davranışlar, dolayısıyla hayat tarzı bağlamında ahlak başlı başına
kimlik teşkil eder. Hz. Peygamber’in vahyin
nüzûlünden önce de kavmi içerisinde “el-Emîn”
olarak tanınması ve sahip olduğu bu üstün hayat
tarzının ilk nazil olan ayetlerde tasdik edilmesi,
ahlakın (davranış biçimlerinin, hayat tarzının)
başlı başına bir kimlik teşkil ettiğini gösterir.
Yalnızca ahlakî davranmak kişiyi ya da toplumu
nihaî hedefe götürür, “Şüphesiz senin için kesintisiz bir ecir var ve şüphesiz ki sen büyük bir ahlak
üzerindesin” (Kalem: 3-4) ayetleri bunu ifade
eder. İslam güzel ahlaktır ve Hz. Peygamber güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir(3).
Burada ferdî ve içtimaî hayatı bir bütün olarak
kuşatan, siyasî, iktisadî, hukukî, askerî tüm organizasyonları içine alan, geniş kapsamlı bir ahlaktan söz edilmektedir.
İslam, hayatın istisnasız her alanında ahlakın
hâkim kılındığı bir yapılanmayı öngörür. Bu yapılanma neticesinde ortaya çıkan medeniyette ferdî
ve içtimaî hayat, içtimaî, siyasî ve iktisadî nizam,
dolayısıyla insan hareketleri (insan-Allah, insaninsan, insan-tabiat ilişkileri), ve buna bağlı olarak
mevcut kurumların işleyişi ahlak esasına dayalıdır.
Islah, “bozulanı düzeltmek, onarmak, sulhu sağlamak, bir şeyi aslına uygun olarak düzenlemek,
doğrultmak”, dolayısıyla “bir şeyi aslına irca etmek”tir, ifsadın zıddıdır. İnsan tutum ve davranışları iki ana eksende cereyan eder: Islah ve ifsad.
İslam, önce nefslerden başlayan bir ıslah hareketi
gerçekleştirdi. Islah olanlar, önce hicret ederek
Medine’de bir Dâru’l-İslam (Dâru’s-Selam) meydana getirdiler ve günden güne güçlendiler, ardından da ıslah amaçlı bir fetih hareketi ve medeniyet hamlesi gerçekleştirdiler. İslam’ın barışı
(Pax İslamica) bu sayede mümkün oldu ve asırlar
boyunca üç kıtada fitne ve fesadın önünü kesti.
Dikkat edilmesi gereken husus, bu yaklaşımda
radikalizme ve devrimciliğe yer olmamasıdır. Hz.
Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra dahi
mevcut yapıda birçok şeyi yerli yerinde bıraktı,
bozulanı da aslına irca etti. Nitekim bütün peygamberlerin takip ettiği çizgi ıslah çizgisidir. Bu
hakikat Hz. Hûd kıssasında şu şekilde dile getirilmiştir: “Ben ancak gücümün yettiği ölçüde
ıslah etmek istiyorum” (Hûd: 88). Bu bakımdan
İslam, radikal ya da devrimci değil ıslahatçıdır, 9
bir diğer ifadeyle İslam, bir ıslah hareketidir.
Buna karşın süreç içinde yaşanan ıslaha dayalı
değişim-dönüşümü “devrim” olarak adlandıran
Müslümanlar bulunmaktadır. Bu yaklaşım, birçok
açıdan sorunlu olan “devrim” fikrini reddetmekteyse de, kavramsal açıdan onunla yakınlaşmaktadır. Bunun yerine içini doğru doldurmak, ıslah
temelinde hareket etmek, dolayısıyla mevcut devrim fikrine tahvil etmemek kaydıyla “inkılab”
kavramı kullanılabilir. Ancak yine de ayırıcı olduğu ve zaman içinde devrim fikrine tahvil edilmesi mümkün olmadığı için “ıslah” kavramının
kullanılması daha doğru olacaktır.
Tabiat boşluk kabul etmediği gibi insan hayatı
(fikrî, içtimaî, siyasî ve iktisadî hayat) da boşluk
kabul etmez, dolayısıyla ıslahın olmadığı yerde
ifsat (maddî-manevî; zihnî, kalbî, itikadî, ahlakî,
içtimaî, siyasî, iktisadî, hukukî her türlü bozulma
ve çürüme) hüküm sürer ki, tuğyanla birlikte helak ve azap sebebidir (Fecr: 6-14); şehirleri, ülkeleri, medeniyetleri yok oluşa sürükler.
Adalet, “eşit şekilde davranmak, denk olmak,
dengelemek, doğru olmak, doğrultmak”tır, zulmün zıddıdır, her şeyi hak ettiği, ait olduğu yere
koyar, bu bakımdan Hz. Ömer’in ifadesiyle mülkün (devletin, yönetimin) esasını teşkil eder (eladlu esâsu’l-mülk). İlim, irfan, tevhid, iman, ahlak ve ıslah, adaleti gerekli kılar ve onu gerçekleştirir. Adaletin olmadığı yerde zulüm hüküm
sürer, “Küfür devam eder fakat zulüm devam etmez”(4), "Bir gün adaletle yönetmek, altmış yıl
(nafile) ibadetten hayırlıdır."(5) İslam, medeniyetini nihai olarak adalet üzerine kurmuş, devamlılığını bu şekilde muhafaza etmiştir. Bir örnekle
izah etmek gerekirse, Roma ordularının İber Yarımadası’nı ele geçirmesi iki yüz yıl sürdü, Müslümanlar ise aynı coğrafyayı sekiz bin kişiyle üç
yılda ele geçirdiler, çünkü halk, kralların ve derebeylerinin zulmünden, koydukları ağır vergilerden bıkmış, Müslümanları adil insanlar olarak
görmüştü.
İslam’ın adaleti hayatın istisnasız her alanını kapsar. Örneğin insanların hukuk -veya kanunönünde eşit olmadıkları, güçlünün kayırıldığı,
zayıfın cezalandırıldığı, küçük bir azınlığın imtiyaz sahibi olduğu, terazinin güçlünün lehine, zayıfın aleyhine tarttığı yerde adaletten söz edilemeyeceği gibi, gelir dağılımının dengesizlik üzerine kurulu olduğu, herkesin rızık kaynaklarından
eşit derecede istifade edemediği sınıflı bir içtimaî
yapıda da adaletten söz edilemez. Hukûkullah’ı
(Allah’ın haklarını) ve Hukûku’l-İbâd’ı (Kulların
haklarını) gözeten Şeriat, adaletin teminatıdır. Bu
bakımdan İslam Medeniyeti, altı kurucu kavramın
gereği olarak adaletin tecelli ve tezahür ettiği içtimaî, siyasî-idarî, iktisadî-ticarî, hukukî organizasyonlar neticesinde teşekkül eder.
***
Medeniyetin biri diğerine bağlı, birbirine vücut
veren bu yedi kurucu kavramından herhangi biri
devre dışı kaldığında insicam bozulur, değerler
silsilesi dumura uğrar, bu takdirde onun ihyası
mümkün olmaz, bilakis medeniyet perspektifi
ortadan kalkar. Hâl-i hazırdaki mevcut yapı maa-
lesef bu şekildedir, Batı’dan ithal ettiğimiz, modern uygarlığa vücut veren kavramlar bizi biz
olmaktan çıkarmış, müteşebbih (Batılıya benzeyen) kimseler haline getirmiştir. Fikrî plandan
başlayarak mevcut çemberi kıramadığımız sürece
modern uygarlık bizi çiğnemeye devam edecek.
--------------Dipnotlar:
1- İbn-i Ömer’den rivayetle Buharî, Müslim, Neseî, İbn-i Mâce, Ahmed b. Hanbel; Ebu Umame’den rivayetle Darimî ve Taberanî
2- Said b. Hişam’dan naklen Müslim, Taberî ve
Hâkim; Hasan-ı Basri’den naklen Ebu Davud,
Neseî, Ahmed b. Hanbel; Katade ve Nufeyl b.
Cübeyr’den naklen Taberî; Bidaye, VI/35; İbn-i
Sa'd'ın rivayetinde "Kur'an insanlara en üstün
ahlak kurallarını getirmiştir" ibaresi de vardır
3- Suyutî, Kenzu’l-Ummâl, III/17; İmam Malik, 10
Muvatta, Husnu’l-Hulk, H. No: 8
4- El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/107
5- Suyutî, Kenzu'l-Ummâl, VI/12
ATİLLA FİKRİ ERGUN
[email protected]
MUTLAK İLİM
NİSPİ İLİM
Allah Azze ve Celle sonsuz (mutlak)
ilim sahibidir. İnsanlığa tebliğ için Hz. Resulü
Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimize
vahyettiği Kur’an-ı Kerim, sonsuz ilmine giden bir yoldur ve sonsuz ilmine aittir. Allah
Azze ve Celle’nin kelamı, mahlûk olmadığı
için mahdut da değildir ve sonsuz ilmine dairdir.
Hadis-i Şerifler ve Sünnet-i Seniyye,
“Mutlak İlmin” kalbine indirildiği İki Cihan
Serveri Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin,
aklın verasında olan Risalet tavrı ile idrak,
izah ve tatbikatıdır. Risalet idraki, aklın verasındadır ve idrak ötesi bir idraktir. Risalet
idraki, “kelimesiz idraktir” ki saf manaya
(hakikate) vukufiyet, tamamen ihsandan ibarettir. Bu ve bilmediğimiz birçok sebeple Hadis-i Şerifler ve Sünnet-i Seniyye de “Mutlak
İlme” dahildir. Zaten O, yalan söylemez, yanlış söylemez, kendiliğinden konuşmaz, kendiliğinden yapmaz.
Kur’an-ı Kerim doğrudan Allah Azze
ve Celle’nin kelamı olmakla Mutlak İlimdir.
Sünnet-i Seniyye, “Mutlak İlmin” kalbine
indirildiği Risalet’in, idrak ve tatbikatının
“muhafaza” altına alınmasından dolayı “Mutlak İlim” mahiyetindedir. Böylece Mutlak
İlim, kitap ve sünnet olmak üzere sübut bulmuş, tadat edilmiştir.
*
Herhangi bir insan idraki, Mutlak İlme,
mutlak manada nüfuz edemeyecek, müntehasına ulaşamayacaktır. Öyleyse bir taraftan
Mutlak İlimden anladıklarımızı ilmi bir çer-
çeveye kavuşturmalı diğer taraftan Mutlak
İlmi anlamak için ilim dalları inşa etmeliyiz.
Mutlak İlmi gelişigüzel bir şekilde anlama
teşebbüsü, onu idrak etmenin yolu değil, aksine idrak etmenin maniasıdır.
Mutlak İlmin mana hacmine (ki hacmi
mahdut değildir) hakkıyla vukufiyet iddiası,
ancak nevzuhur entelektüel serseriliktir. Mutlak İlme kuşatıcı manada vukufiyet, mahdut
aklın namütenahi ilmi ihata etme iddiasıdır ki,
böyle bir ahmaklığın tarifini hiçbir lügat yapamaz ve taşıyamaz. Bu sebeple ümmetin
“Selef-i Salihin”, Mutlak İlme nüfuz ve vukufiyet için çok sayıda ilim inşa etmiş, birçok
ilmin inşa edilebilmesi için de altyapı oluşturmuştur.
Ümmetin kadim müktesebatını oluşturan ve o müktesebatın içinde muhafaza edilen 11
ilimler, “Nispi İlimler” cümlesindendir. Mutlak İlim dinin ta kendisidir, mutlak ilmin inzal
ve tatbiki tamamlandığında “din inşası” tamamlanmış, ondan sonra kurulan Nispi İlimler ise “din ile inşa” devrini başlatmıştır.(*)
*
Mutlak İlim ile Nispi İlim bahsi, içinde
bulunduğumuz kaos çağında birbirine karıştırılmaya başlanmıştır. İlim bahsindeki en temel tasnif olan “Mutlak İlim-Nispi İlim” meselesi, dünyadaki hiçbir bilgi telakkisinde
yoktur, bu sebeple olmalı batı tesirine maruz
kalanlarca ağır ölçü ihlalleri yaşanmaktadır.
Kadim müktesebatımız ile irtibat kurmak, onu tahsil ve idrak etmek zorlaşınca,
müktesebatın son halkalarında bir donma başlamış, Kemalist devrimlerin imha ve zulmü
ile irtibat tamamen kesilmiş, elde “İlm-i Hal”
kitaplarından ibaret küçük bir külliyat kalmıştır. Mazlum halkın imanını muhafaza ve dini-
ni yaşama cehdiyle sarıldığı bu külliyat, ülkedeki hürriyetlerin biraz genişlemesiyle ortaya
çıkan ukalalar tarafından “hurafe” olarak şiddetli tenkitlere mevzu edinilmiştir. Alim olmak iddiasındaki bir insan, halkı kıyasıya
tenkit ettiğinde, anlaşılır ki halkın seviyesindedir. Kemalist zulüm altındaki halkın elindeki birkaç kaynağa savaş açacak kadar irfan
ve izandan yoksun olanlar, halkla kavga etmenin nefs kavgası olduğunu hala anlamamış
görünüyor. Oysa halk irşat edilir, onunla kavga edilmez.
*
Cumhuriyet dönemindeki ağır zulüm
ve kadim müktesebatın imhasına dönük operasyonların verdiği zarar malum… Meselenin
aslı, cumhuriyet öncesi dönemde, kadim müktesebata ulaşma imkanı olmasına rağmen ruhi
ve akli hassasiyetin kaybı ve idrak seviyesinin
düşmesidir. Ulema, kadim müktesebatımız
karşısında “Gök kubbe altında söylenecek söz
kalmadı” türünden hayret ve zafiyet ifade
eden tavırla, hikmet keşfini ve ilmi inşa süreçlerini büyük nispette durdurmuştur. “Gök
kubbe altında söylenecek söz kalmadığına”
inanıldığı andan itibaren, “Mutlak İlmin”
muhtevasındaki mana ve hikmet keşfinin tamamlandığına inanılır. Son dönem ulema tabii ki Mutlak İlim-Nispi İlim tasnifine vakıftır
ama eğer keşif ameliyesi tamamlanmışsa,
Mutlak İlimdeki hikmet vuzuha kavuşmuş
demektir. Bu kanaat, Nispi İlimlerin mutlaklaştırılmasını, her ne kadar Mutlak İlim yerine
ikame edilmese de sabitlenmesini kaçınılmaz
kılar. Böyle de olmuş, tekrarlar başlamış, bilgiden ve ezberden ibaret bir teçhizatla inisiyatif alınmıştır. Uleması bu noktaya gelen medeniyetin çökmesi mukadderdi.
Halk tabii ki Nispi İlimlerle Mutlak
İlmi birbirine karıştırır, bu konuda mazurdur.
Ulemanın dolaylı yoldan geldiği Nispi İlimleri mutlaklaştırma ve Mutlak İlim yerine ikame etme anlayışı, hem keşif ve inkişafı hem
de hayata ve dünyaya vaziyet etme iktidarını
kaybettirmiş, devasa bir boşluk oluşmuştur.
Maraz, Nispi İlimlerin mahiyetinde
değil, ona muhatap olan alim ve mütefekkirlerin anlayışındaydı. Anlayış bozulmuştu, akl-ı
selim kaybolmuştu. “Ne” okuduğumuz kadar
“ne ile” okuduğumuz da mühimdi, akl-ı selimi kaybedince keşif istidadımızı kaybettik.
Bu anlayışın marazi tarafı açıktı, bu
anlayışa karşı bir aksülamelin zuhuru da tabii
idi. Fakat İslam, felsefi geleneğin diyalektik
işleyişindeki amel-aksülamel zincirini takip
etmez. Mezkur anlayış yanlıştı ama temelin- 12
deki nizami tertip doğruydu. Anlayışa yönelik
aksülamel, temeldeki Mutlak İlim-Nispi İlim
ana tasnifini darmadağın etti. Nispi İlimlerin
“Mutlak İlim” haline getirilmesi veya öyle
davranılmasındaki yanlışlık, aksülamel sahipleri tarafından Nispi İlimlerin inkar ve imhasına kadar giden bir yol açtı. İfrat ile tefrit
arasındaki tahterevallide sallanan iki taraf da
yanlış yaptı.
Birisi Nispi İlimleri Mutlak İlim yerine
ikame etmekle hata yaptı, diğeri Nispi İlimleri
inkar ve imha ederek Mutlak İlmi Nispi İlim
derekesine düşürdü. Birinin Nispi İlimlerin
hacminden gözü kamaştı ve keşif ameliyesi
zafiyete uğradı, diğeri Nispi İlimleri inkar ve
ihmal ederek, İslam’ı ilimsiz bıraktı.
Mutlak İlmi, Nispi İlimler seviyesine
indiren, hatta ondan da değersiz hale getiren
nevzuhur akım, hiçbir ilmi tedrisat görmeyen
yirmi yaşındaki cahillerin eline Mutlak İlmin
(üstelik sadece Kur’an-ı Kerim’in) mealini
verdi. Hiçbir ilmi usul ve tertibe riayet etmeden Mutlak İlme muhatap kılınan cahiller,
böyle büyük bir vazifeyi üstlenmek ve ümmeti kurtarmak gibi kifayetsiz teşebbüslerin altında ezildi ve tam anlamıyla bir nefs hareketi
haline geldi.
Serkeş akıllar, halkta yuvalanmış bazı
hurafeleri görünce, Mutlak İlmi (üstelik Sünnet-i Seniyye’yi de ret veya ihmal ederek)
idrak ettiklerine kanaat getirdiler. Ağaca çaput bağlayan okuma yazma bilmez bir kadının tavrına bakıp, İmam-ı Azam Hazretlerini
tenkit etmeye başlayan azmanlaşmış nefsler,
Nispi İlimlere (ümmetin kadim müktesebatına) Kemal Atatürk’ten daha şiddetli bir savaş
açtılar. Kadim müktesebatımıza itibar etmeyi,
müşrik atalar için beyan buyurulan “atalarının
dini” ifadesiyle tarif ve tavsif edecek kadar
gözü dönen din tahrifçileri, ağaca çaput bağlayan kadınların cehaletini aştılar.
*
Takip edeceğimiz güzergah, Nispi
İlimlerin inkar ve imhası değil, aksine önce
onları idrak, sonra onların marifetiyle Mutlak
İlimdeki keşif ve inkişafı yeniden başlatmaktır. Nispi İlimler (kadim müktesebatımız) marifetiyle çok sayıda medeniyet inşa edebildiğimiz tarihi bir vakıadır. Bu tarihi hakikatin
inkarı, tarih boyunca bedevilikten kurtulamamış ve bir tane bile medeniyet kuramamış
olan Şia’nın husumetinden kaynaklanır. Şia
dışındaki merkezkaç kuvvetler nispeten zayıftır ve bir müktesebatı da yoktur.
nin inşasını, Mutlak İlmi merkeze alıp, medeniyet tasavvuru gibi “büyük terkibi” gerçekleştirerek yapmalıyız.
Ümmetin on dört asırlık keşif ve inşa
ameliyesini, bu ameliyenin müktesebatını
çöpe atmak, oryantalist taarruzun temel hedeflerinden biridir. Oryantalizmin bugün,
Müslümanların eliyle yürütülen bir operasyon
haline gelmiştir. Buna razı olmak ve müsaade
etmek, yeniden doğuş ve varoluşu, yeniden
medeniyet inşasını imkansız kılmak manasına
gelir. Bazen Şia, bazen Vehhabi, bazen Selefi
gibi siyasi (dini değil) akımların kisvesine
bürünen oryantalizm, özü itibariyle Kur’an-ı
Kerim dışındaki her şeyimizi imha etmeyi
hedefliyor. Kur’an-ı Kerimi imha veya tahrif
etme teşebbüsleri akim kaldığı için vazgeçen,
onun yerine vahyin ilk muhatabı olan Risalet’e ve Risalet’in beyan ve tatbikatı olan 13
Sünnet-i Seniyye’ye yönelen, yine müderrisi
Risalet olan ve Risalet tedrisatından geçen
Sahabe-i Kiramı itibarsızlaştırmaya çalışan
bir operasyon yürütüyor.(**)
(*)”Din inşası” ile “Din ile inşa” bahisleri,
Nurettin Saraylı’nın “Din inşası ve Din ile
inşa” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir.
(**)Bu mesele, Mustafa Karaşahin’in, “Oryantalist taarruz” başlıklı yazısında tetkik
edilmiştir.
İBRAHİM SANCAK
[email protected]
Nispi İlimleri ihya edip, mana ve hikmet kaşifi maharetini yeniden kazandırmalıyız. Aynı zamanda Mutlak İlmin muhtevasındaki mana ve hikmet keşfi için ihya edilecek
ilimlerin dışında birçok ilim dalını kurmamız
gerekiyor. Nispi İlimlerin ihyası ve yenileri-
BİLGİ VE FİKİR
İnsan zihninin faaliyetleri; ezberleme,
öğrenme ve anlama şeklinde derinleşerek devam
eder. Ezberleme ve öğrenme faaliyeti, ortalama
zeka seviyesinin bile yapabileceği iştir. İdrak etme (anlama) faaliyeti ise ezberleme ve öğrenmeden çok farklıdır ve çok derindir.
Ezberleme, bilginin “olduğu gibi” zihni
evrene, özellikle de hafızaya naklidir. Ezberleme
neticesinde elde edilen bilgi, olduğu gibi tekrarlanabilir, üzerinde başka bir işlem yapılması imkansızdır. Ezberlenen bilgi tekrarlamaktan başka
şekilde kullanılamaz, faydalanılmaz. Bu sebeple
ezberleme, yabancı dildeki metinler için de mümkündür.
Öğrenme de aslında bir ezberleme türüdür
ama öğrenme yoluyla elde edilen bilgi, kullanma
boyutunu da ihtiva eder. Öğrenilen bilgi kullanılabilir, çünkü kullanım yolu da ezberlenmiştir.
Öğrenilen bilgiden faydalanılır, zira faydalanma
yolu da ezberlenmiştir.
İdrak etmek ise bilginin mahiyetine nüfuz
edilmesidir. Bilginin tahlil edilebilmesi (cüzlerine
ayrılması), bilginin terkip (bilginin kendisiyle
veya cüzleriyle başka bilgi vahitlerinin terkip)
edilebilmesidir. Bilgi, idrak yoluyla mülkiyete
geçirilir.
Türkiye’deki okullarda talim ve terbiye
olmadığı, eğitim-öğretim yapıldığı için, ezberleme ve öğrenmeden ibaret bir tahsil hayatı mevcuttur. Okullarda kazanılan bu itiyat, maalesef
hayat boyu devam etmekte, bilgi sadece ezberlenmekte ve öğrenilmektedir. Üniversiteler dahil
okullarda “idrak etme” faaliyetinin mevzu başlığı
ve tarifi bile bulunmamaktadır. İdrak etmenin ne
olduğuna dair bir paragraflık talim ve terbiyenin
bulunmadığı okullarda, talebelerin idrak ettiğini,
yani tefekkür faaliyetinde bulunduğunu kabul
etmek için hiçbir sebep yoktur.
Ezberleme ve öğrenme zihni faaliyet ile
mümkündür, idrak etmek ise tefekkür faaliyeti ile
ancak mümkün olur. İdrak etmenin ne olduğuna
dair bir başlık bile olmadığı için, üniversitelerin
doçentlik tezlerinde bile ezberleme ve öğrenme
usulleri kullanılır. Kendi cehdiyle tefekkür istidadı kazananlar mahfuz olmak üzere, tahsil yoluyla
tefekkür istidadını kazanma ihtimali yoktur.
Üniversitelerde bile ezberleme ve öğrenme cari olduğu, idrak etmenin başlığı bile bulunmadığı için, Türkiye’de cahillik tahsil yoluyla
kazanılır. Zira cahil olmak bilgi sahibi olmamak
değil, herhangi bir şekilde ezberlere mahkum
olmak, ezber dışına ise kör kalmaktır. Türkiye’de
cahillik doktora tezleriyle kazanıldığı için, kendisiyle mücadele edilebilir mahiyet taşımaz. Bu
sebeple halkın cahilliği, irfani bir cahilliktir ve
bilgiye tahsillilerden çok daha fazla değer verir.
Tahsilliler sadece ezberlediği ve öğrendiği bilgilere değer verir ve onların dışındaki tüm bilgi
çeşitlerine karşı dipsiz bir cehalet içindedirler,
yani kapalıdırlar. Bu sebeple Türkiye’de üniversite, ilim ve tefekkürün motor gücü değil, frenidir.
Ve tabii ki bu durum oryantalistlerin operasyonudur, başarı oranı ise yüzde doksanın üzerindedir.
Müslümanlar bir taraftan Cumhuriyet 14
Türkiye’sinin okullarında pozitivist eğitimöğretimin ezberleme ve öğrenme temrinlerini
yapmakta ve bunun itiyatlarını oluşturmakta, ilginçtir diğer taraftan da o itiyatların tabii neticesi
olarak İslam’a muhatap olma bahsinde de aynı
yaklaşımı sergilemektedir. Her cemaatin sadece
kendi kaynaklarını okuması ve diğer kaynaklara
kör kalması, Kemalist Cumhuriyetin okullarındaki pozitivist eğitim-öğretimin aynısını tekrarlamaktır. Pozitif eğitim-öğretim, öncelikle inşa ettiği “pozitif aklın” ufkuna mahkumdur ve onun
dışına kördür. Bu şablon, bütün Müslüman cemaat ve guruplarda aynı şekilde tekrarlanır ve dar
bir çerçeve içindekiler ezberlenir ve öğrenilir,
onun dışındakilere ise dönüp bakmaz.
Bilgi, mananın tespit edilmiş yani sübut
bulmuş halidir. Fikir ise mananın, muhtevanın
kendisidir. Her fikir, birçok bilgi tertibi ile ifade
edilebilir.
Fikir, bilginin harekete geçmiş halidir,
hareketli halidir. Bilgi, donmuş halde bulunur
çünkü bilgi zaten mananın sübut bulmuş halidir.
Fikir, mana nizamıdır, bilgi ise mananın zapt
edilmiş hali…
Esas olan fikirdir, zira fikir muhtevadır.
Bilgi ise fikrin (muhtevanın) bir şekilde ifade
edilmiş halidir. Oysa fikrin birçok ifade edilebilme ihtimali ve imkanı vardır. Her ifade şekli ve
ihtimali, farklı bilgi vahitlerini oluşturur. Bu sebeple bir cümlelik fikir, bir kitaplık bilgiye denktir.
Bilgi malzemedir, fikir ise esastır.
Bilgi ezberlenebilir, öğrenilebilir, bu sebeple tekrarlanabilir. Fikir ezberlenemez, öğrenilemez ancak idrak edilebilir. Meselenin kritik
noktası tam olarak burasıdır.
İdrak (tefekkür) faaliyeti neticesinde elde
edilen fikir, kayıt altına alındığında “bilgi” haline
gelir. Müellifi için fikir olmaya devam eder ama
nakli kabil değildir. Nakli için söz veya yazı ile
kayıt altına alındığı andan itibaren fikir olma hususiyeti kaybolur ve “bilgi” haline gelir. Bu sebeple fikir, müellifi için fikir, muhatabı için bilgidir. Dolayısıyla fikir ezberlenemez, öğrenilemez,
ezberlenmesi veya öğrenilmesi için metin haline
getirildiği andan itibaren bilgi mahiyetine inkılap
ettiği için, ezberlenen ve öğrenilen bilgidir.
Fikir ile ilgili tespitler, ilim için de aynıyla
caridir.
Bilgi ve fikir, öğrenme ve idrak etme bahisleri anlaşılamadığı için, fikri ve ilmi eserleri
okuyanlar, onları ezberlemek veya öğrenmek
yoluyla idrak ettiklerini zannediyorlar. Hal böyle
olunca, mesela lebalep fikirle dolu olan Necip
Fazıl’ın eserlerini okuyanlar, ezberleyerek veya
öğrenerek “fikir sahibi” olduklarını zannediyorlar. Oysa Necip Fazıl Üstadın fikriyatı (her müellif gibi), kitaplaştığı andan itibaren bilgi haline
gelmiştir, bilginin ezberlenmesi ise idrak edildiğini göstermez.
Tabii ki bilgi çeşitleri mevcuttur, her bilgi
çeşidinin de kıymeti farklıdır. “İlmi bilgi” ve
“fikri bilgi”, diğer bilgi çeşitlerinden mukayesesiz
daha kıymetlidir. Herhangi bir bilgiden “mefkure” sahibi olmak fevkalade zordur ve dehaların
işidir, buna mukabil fikri bilgiden mefkure sahibi
olmak daha kolaydır. Bu manada Necip Fazıl’ın
eserlerini okumak, sadece ezberlenmiş olsa bile
“fikri bilgi”ye yani kıymetli bilgiye muhatap olmak bakımından önemlidir.
Tefekkür ve idrak faaliyeti, insanın enfüsi
dünyasına aittir. Bilgi ise nispeten afakidir, enfüsi
dünyanın dışında varlığını muhafaza eder. Bu
sebepledir ki bilginin intikali mümkündür. Fikir
enfüsi dünyaya ait olduğu için nakli kabil değildir, bu sebepledir ki nakledilmesi için kayıt altına
alınmakta ve “bilgi” haline getirilmektedir.
Bilginin afaki dünyada varlığını muhafaza
edebilmesi, onun ezberlenmesini ve öğrenilmesini
mümkün kılar. Bundan dolayı fikir ne kadar kıymetli olursa olsun, bilgiye azami derecede muhtacız. Bilgi olmadığında, fikir ve ilim bilgi haline
getirilemediğinde nakledilemediği için, bilginin
tedavül istidadına fikrin de ilmin de ihtiyacı sınırsızdır.
Tefekkür ve idrak için talim ve terbiye
zarurettir. “Üstatsız ilim olmaz” hikmeti, tefekkür
istidadının hususi bir talim ve terbiye ile iktisap 15
edilebilmesindendir. Bu sebeple sadece tasavvuf
ehlinin değil, fikir ve ilim adamlarının da talebeleri olmalıdır.
İdrak etme istidadı talim ve terbiye ile
kazanıldığı için, Cumhuriyet okullarında pozitif
bilim şablonunun eğitim-öğretiminden geçen
Müslümanların, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’yi, İslami tedrisattan
geçmeden ve mealinden okuyup anlama çabası,
kavanozu yalayarak aldığı cam tadını balın tadı
zannetmekten ibarettir. Bunlar, ukala ukala camın
tadını bal tadı olarak anlatan, bu sebeple de kadim
müktesebattaki bal tadını reddeden, gerçek bal
tadının cam tadı olduğunu iddia eden, içine düştükleri komiklikleri de bir türlü anlamayan kişilerdir.
Akl-ı Selim ve onun tabii cehdi olan tefekkür faaliyeti, bunların neticesi ve eseri olan
idrak ve fikir bahislerinde tek kitap olmayan bir
ülkede, Mutlak İlmi anlama iddiası ne tuhaf bir
edadır? İdrak etmek nedir ki, Mutlak İlmi idrak
ettiğin iddiasında bulunuyorsun?
EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ
İKİ YOL
İLİM VE İRFAN
İslam’da nihai maksat, insanın Allah
Azze ve Celle’ye yakınlaşmasıdır. İslam tüm
ölçüleriyle insanı, Allah Azze ve Celle’ye ulaştırmanın bir şartını gerçekleştirir, bu yolda bir
ihtiyacı karşılar, maksadı şaşırmaması için bir
istikamet tayin eder. Hayattaki karşılığı küçük
veya büyük olsun her ölçü, insan ile Allah Azze
ve Celle arasında bir köprü, bir tavassut, bir
vesiledir.
Allah Azze ve Celle’ye ulaşmak, O’na
vasıl olmak… Maksat budur, bu maksadı gerçekleştirmek için de “Mutlak İlim” olarak
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye gibi iki
kaynağımız var. Mesele Mutlak İlme nüfuz
edip, oradan ve onun yardımıyla Allah Azze ve
Celle’ye vasıl olmaktır.
Mutlak İlme(*) vukufiyet, idrak istidatlarıyla alakalıdır. İdrak istidatlarının iki merkezi
olan akıl ile zeka ise insanlara eşit dağıtılmamıştır. Bir deha ile bir orta zekalı insanın idrak
derinliği aynı olmadığı gibi temel mükellefiyetler dışındaki mesuliyeti de aynı değildir. İdrak
istidatları ve hacmi aynı olmayan insanların,
nihai maksat olan Allah Azze ve Celle ile vuslatının vaki olması için farklı güzergahlar (fakat
farklı istikametler değil) olması iktiza etmez
mi?
*
İdrak istidatları zayıf olan müminlerin
Mutlak İlim olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i
Seniyye’ye vukufiyetlerindeki nakısa, nispi
ilimlere vukufiyette bile vakidir. Tefsir ilmi,
fıkıh ilmi, kelam ilmini bile idrak etmek, kayda
değer bir akıl hacmi ve zeka seviyesi gerektirir-
ken, Mutlak İlme vukufiyet çok ciddi bir idrak
derinliği ister. Mesele sathi bir anlamadan ibaret olmadığı için, dehalarla normal zeka sahibi
müminlerin aynı seviyede idrak edeceklerini
beklemek insan telakkisine aykırıdır.
Mutlak İlmi her müminin aynı seviyede
anlayabileceğini kabul etmek, insanların aynı
kuvvette idrak istidatlarına sahip olduklarını
iddia etmektir. İnsanların hem bedeni hem de
ruhi farklılıkları gayet sarihtir, bunun reddi orta
zeka bir insan için bile imkansızdır. Buna rağmen “mealci” tabir edilen bir kesimin, her insanın Mutlak İlmi aynı seviyede anlayabileceği
iddiası, hem İslam’ı hiç anlamadıklarını gösterir
hem de insanı ve hayatı…
Allah Azze ve Celle, insanı kendine kulluk etmesi ve nihayet kendine ulaşması için
yarattığına göre, mükellef olmayanlar hariç her
insanın bu maksadı gerçekleştirmesi için bir yol 16
açmıştır. İşte ilim ve tasavvuf mecraları, istikamet (nihai maksat) aynı olmak üzere farklı
güzergah haritaları çizen iki yoldur. İstikamet
aynı olduğu için, güzergahın tüm safhaları farklı değildir, olmak zorunda da değildir.
*
İlim mecrasının ve o güzergahta yol almanın ilk şartı derin tefekkür ve idraktir. Zeka
seviyesi düşük ve akıl hacmi dar olan birisinin
ilim tahsili ve ilimden temin edeceği fayda,
“İlm-i hal” derecesindedir. Bundan ileri gitmek
istediğinde, ancak ezberler ve öğrenir, idrak ve
terkip etme imkanı yoktur. İdrak edemediği için
“öğrenme” ile idrak etmenin farklı meseleler
olduğunu da anlamaz, bunların farkını anlamadığında ise alim olma ihtimali sıfırdır.(**)
Diğer taraftan ilim mecrasında yol alan
dehalar, nispi ilimlerin müntehasına vardıkları
ve hala tatmin olmadıkları için yolları zarureten
tasavvufa çıkar. İlim mecrası, deha olmayan
ilim adamlarını bir ömür boyu tatmin eder, zira
bunlar nispi ilimlerin müntehasına ulaşamazlar.
Bir ilmin müntehasına ulaşamayanlar, o ilim ile
hayatlarını tüketirler. Dehalar ise nispi ilimlerin
müntehasına ulaşırlar ve oraya ulaştıklarında
görürler ki “Mutlak İlmin” müntehası yoktur.
Mesela nispi ilimlerin müntehasında bile “Ölmeden önce ölmek” bahsi hakkıyla izaha kavuşmamıştır, zaten o bahis bir “hal”dir ve idrak
ve izahın verasındadır. Müminin nihai maksadı,
“ölmeden ölmek”tir ve bu bahis ise Mutlak
İlimde kayıtlıdır. Mutlak İlme nüfuz ve vukufiyet için inşa ve tertip edilen nispi ilimler, insanı
o makama çıkaramadığına göre ilim mecrasında
yol alan dehalar, nispi ilimlerin müntehasına
ulaştıkları için tasavvufun eşiğine geliyorlar.
İslam tarihi göstermiştir ki, medrese ehlinden olan dehaların bazı istisnalar hariç olmak
üzere tamamı tasavvufa girmiştir.(***) Çünkü
dehalar, aklı aşacak derinlikte idrak sahibidirler. Tasavvufa itimat ve itibar gösterip intisap
edenler hariç, ilim mecrasından gelip de nispi
ilimlerin müntehasına ulaşamayanlar, yani aklı
aşamayanlar tasavvufa girmemiştir.
*
Tasavvuf, her seviyedeki idrak istidadı
olan insan için bir güzergah açmıştır. İlim ise
sadece derin idrak istidadı olanlar için bir mecra açmıştır. Derin idrak istidadı olanlardan dehalar ise ilim mecrasının müntehasına ulaşmakta, orada idrak sürecinin bitmediğini görmekte
ve tasavvufa meyletmektedir. Derin idrak istidadına sahip olmayanlar ise zaten ilim mecrasında ancak kısa mesafeler almakta, o mecranın
müntehasına ve nihai maksada ulaşamamaktadır.
Nihai maksada doğru ilim güzergahında
(mecrasında) mesafe alamayanlar için tasavvuf
mecrası bir güzergah açmıştır, terbiye ve tezekkür… Terbiye ve tezekkür, tefekkür istidadı
mahdut olanların, ilim ve tefekkür güzergahı
dışında ve doğrudan hakikate (tevhide) doğru
yol alması için hazırlanmış, tertip edilmiş, güzergahı tayin edilmiştir.
Terbiye ve tezekkür yolu, hem idrak ve
tefekkür istidadı mahdut olanlar içindir hem de
idrak ve tefekkür istidadı en yüksekte olanlar
için… Terbiye ve tezekkürsüz idrak ve tefekkür
faaliyetinde bulunmak, felsefi mecraya aittir, o
da asla hakikat ve tevhide götürmez.
Tasavvufta, idrak ve tefekkür istidadı
mahdut olanların sadece terbiye ve tezekkür
yoluna sevkedilmesi ve bir mürşide bağlı kılınması bir mecburiyettir. İdrak ufku dar, tefekkür istidadı zayıf olan mizaç sahipleri başı boş
bırakıldığında neler olduğunu bugün görüyoruz.
Her önüne gelenin “meal” yazdığı, aynı dilde
bile “tek olan Kitab’ın” çoğaltıldığı, insanların
artık “tamam da o filanın mealine göre, falanın
mealine göre ayet-i kerime şu manaya geliyor” 17
diye tartışmaya başladığı tefekkür kaosuna düştük. Müslüman sayısınca İslam anlayışının olduğunu söyleyecek kadar liberalleşen Müslümanlar gördük.
(*)Mutlak İlim-Nispi İlim bahsi, İbrahim Sancak’ın, “Mutlak İlim-Nispi İlim” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir.
(**)Öğrenme ile anlama meselesi, Ebubekir
Sıddık Karataş’ın, “Bilgi ve Fikir” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir.
(***)Dehaların tasavvufa girmeleri, Hamza
Kahraman’ın, “Dehaları istihdam eden mecra
tasavvuf” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir.
ABDULLAH TATLI
[email protected]
BİLGİ TELAKKİMİZİN MARAZLARI
kaynaklarımıza dönüşü temin edecek “nefs emniyetini” gerçekleştirmektir. Yoksa batıyla vakit geçirmenin artık lüzumu yok…
*
Bilgi telakkimiz; ilim, irfan ve tefekkür
mecralarının kuşattığı ve beslediği alanda terkip
ve inşa edilir. Üç mecranın birisi veya birisinin
bir mevzusu eksik olsa bilgi telakkimizin terkip
mimarisi eksik kalır. Batılıların felsefe ve bilim
mecralarından ürettiği bilgi telakkisi, akıl ve
madde ile sınırlıdır ki mesela zaman-mekan,
hayat-ölüm, ruh-can gibi temel meseleleri izah
etmek bir tarafa mevzu haritasına bile alamaz.
İslam ilim ve tefekkür mecrası, maveraya dair meseleleri mevzu haritasına alır ama
maveraya dair deruni bilgi irfan (tasavvuf) havzasının tasarrufu altındadır. Temel meseleleri
mevzu haritasına almak tabii ki fevkalade mühimdir ama o meseleler hakkında akıl ve madde
ötesi keşif ve telif çalışmalarını yapacak bir
mecra ve usul ihtiyacı açıktır.
Batıdaki felsefe (tefekkür) ve bilim mecrası, İslam tefekkür ve ilim mecrasına nispetle
çok sığdır ve bizim kaynaklarımıza tekabül etme imkanları yoktur. Muhal farz tekabül etseydi bile, bizde üçüncü mecra (irfan mecrası) olduğu için, temel meseleleri deruni boyutuyla
tetkik, keşif ve telif imkanımız mevcuttur. Batıda üçüncü mecranın yokluğu, bilgiyi varlığın
arazlarına, hayatı biyolojik altyapıya, insanı
“gelişmiş hayvan” telakkisine mahkum etmiştir.
Batı uygarlığını İslam medeniyeti ile mukayese
etmek bile İslam’a hakaret sayılır, zira batının
tefekkür ve bilim mecralarındaki sığlık, bunların elde ettiği neticelerin vahameti apaçık ortadadır.
Batı ile ilgili kısa tespitler yapma sebebimiz, oryantalist taarruz karşısında yenilen
bazı Müslüman zihinlerin dikkatini çekmek,
epistemolojik işgalin derinleştiği bugün kendi
Bilgi telakkimizdeki tamamiyete ulaşmanın yolu külli anlayıştır. Külli anlayışı kuşanmanın yolu ise üç mecranın bilgi müktesebatının terkibi mimarisini kurmaktan geçer.
Savruk, dağınık, kaotik şekilde biraz oradan,
biraz buradan toparlanan bilgiyle terkip yapılamayacağı gibi külli anlayışa ulaşmak da
mümkün değildir.
*
İlim, irfan ve tefekkür mecralarından
süzülüp gelen bilgi anlayışımızın en büyük marazları; “parça fikir”, “eklektik yaklaşım” ve
“inkas teşebbüsü”dür.
18
Parça fikir; külli anlayışı kuşanamamış
olan Müslümanların, İslam’ı parça parça anlamaları, İslam’ı, anladıklarından ibaret görmeleri, anlamadıkları bilgi alanlarına körleşmeleri,
İslam’ın mevzu haritasından bihaber olmaları
halinde ortaya çıkar. İslam’ın bütününe muhatap olacak idrak hacmi ve istidadı olmayanlar,
meseleyi üç-beş mevzua hapsetmekte, İslam’ı
ondan ibaret görmekte, böylece kaçınılmaz olarak yanlış neticelere ulaşmaktadır. Sahip oldukları akıl hacmi ve kabul ettikleri bilgi telakkisi
parçaya mahkum olduğu için, parçayı bütün
zannetmekle malul bir İslami anlayış (anlayışsızlık) zuhur etmektedir.
*
Eklektik yaklaşım, külli anlayışı kuşanamamış, İslam’ın bütününe muhatap olamamış
zihin ve akılların düştüğü ikinci tuzaktır. Her
meseleyi İslam’dan anlayamayan, İslami kaynaklardan anlayamadığı meselelerdeki bilgi
ihtiyacını başka kaynaklardan temin etmek zorunda kalan, böylece “kaynak şirkine” bulaşan
akıl formlarıdır. Bu tür zihin ve akıl organizasyonları, İslam’ın bütününü anlamadıkları gibi,
İslam’ın kadim müktesebatını reddedenlerden
çıkmaktadır. Doğrudan Kur’an-ı Kerim meali
okuyanlar, buna mukabil kadim müktesebatı ret
ve inkar edenler, kaçınılmaz olarak bilgi ihtiyaçlarını başka kaynaklardan (tabii ki mecburen
batıdan) temin edenlerdir. Kur’an varken başka
kaynak ihtiyacı duymadığını söyleyerek İslam
alimlerinin eserlerini yok sayanlar, herhangi bir
meselede bilgi ihtiyacı hasıl olduğunda batıdan
kolaylıkla alabilmektedir. Eklektik yaklaşım
aynı zamanda parça fikre (anlayışa) mahkum
olanların düştüğü bir tuzaktır. Zaten kadim
müktesebatı ret ile işe başlayanların parça fikre
mahkum olmaları kaçınılmazdır, bu iki şart
gerçekleştiğinde eklektizm zorunlu hale gelmektedir.
*
Külli anlayışa malik olamayanlar; hem
parça fikre mahkum olmakta hem de yolu ister
istemez eklektizme düşmektedir. Bu tuzaklarla
inşa ettikleri zihni evrenleri ve akıl bünyeleri,
sahip oldukları dar anlayışları “esas” haline
getirmeye başladıkları andan itibaren İslam’ı
inkas (eksiltme) etmektedir. İslam’ı inkas etme
niyetine sahip olmadıkları doğrudur, zaten dini
eksiltme niyetine ve çabasına sahip olanlar kızıl
kafirdir. Ne var ki dar ve yanlış anlayışlarının
tabii neticesi olarak İslam’ı inkas etmekte, bunu
da umumiyetle fark etmemektedirler.
*
Haki Demir’in ısrarla üzerinde durduğu
ilim, irfan ve tefekkür mecralarını reddetmek
bir tarafa ihmal bile edildiğinde dağınıklık, savrukluk ve hatta serkeşlik başlamaktadır. İslam’ın tamamını bir insanın anlamasının zorluğu ortadadır, mesele muhatap olduğu kısmın
“bütün” değil, “parça” olduğunu bilmek, mevzu
haritasında anlamadığı meseleleri ise ehliyet
sahibi şahsiyetlere havale etmek sıhhatli olan
yaklaşımdır. Anlamadığını yok sayan sığ akılların ulaşabileceği en son menzil ya parça fikre
mahkumiyet ya eklektizm veya dini inkas etmektir.
Dergiyi çıkarmadan önce on yıllık mevzu haritasını hazırlamamızın sebeplerinden birisi de, tezatsız bir idrak ve tefekkür faaliyetini
mümkün kılmaktır. Ne yapacağımızı ve onu
nasıl yapacağımızı hazırlamadan yola çıkmadık
çünkü öyle yola çıkanların hangi yabancı menzillere ulaştığını gördük.
Hazırladığımız ve kamuoyuna sunduğumuz mevzu haritasına sadık şekilde yayın
hayatımıza devam ediyoruz. Bu sayının kapak
konusu olan ilim, irfan, tefekkür mecraları, her
türlü bakış ve anlayışımızın, idrak ve usulümüzün, tahlil ve terkibimizin ana tasnifini oluşturmaktadır. Bu mecralar hakkında sıhhatli ve 19
derin anlayış sahibi olmayanlar, düşünce dediklerinde felsefeyi, düşünmeliyiz dediklerinde ise
felsefe yapmayı kastediyorlar. Felsefeyle İslam’ı anlamaya çalışmak ise kasap bıçağıyla
ameliyat yapmaya benzer. Bu işi ise oryantalistler yapmıştı, yani felsefeyle (aynı zamanda pozitif akılla) İslam’ı anlama, aslında ise tahrif
etme çabasına girmişlerdi.
METİN ACIPAYAM
[email protected]
DEHALARI İSTİHDAM EDEN MECRA
TASAVVUF
lamamış, bünyesini ikmal etmemiş, varoluşunu tamamlamamıştır.
*
Deha, insan zekasının ufkudur. Dehaların birçok özelliklerinden birisi de, dünya
görüşlerinin insanı derinliğine ikna ve tatmin
etmenin ölçüsüdür. Bir fikriyat, bir dünya
görüşü, bir medeniyet yekunu dehaları tatmin
etmiyorsa, orta zekaların günlük hayatlarındaki küçük mutlulukların malzemesidir. Bir
fikriyatın insanı ikna ve tatmin etme ölçüsü,
idrak faaliyetinin ufkunda dolaşan dehaların,
akılla deliliğin berzahına kurdukları salıncakta gidip gelen ruhlarını sükunete kavuşturabilmesidir. Ortalama zekanın tatmin olduğu
basit hayat denklemlerinden çok ötesine ihtiyaç duyan dehaların doymak bilmez idrak
cehdini tatmin etmek, görüntüsü delilikle aynı
tezahürlere sahip zeka patlamalarını çerçeve
içine alıp esere tahvil etmek, bir fikriyatın en
ciddi imtihanlarından birisidir.
Deha, lügatle iktifa etmeyen, lügatin
ötesinde bir mana ve kıymet arayan, genişliğine bir hayattan zevk almayan, derinliğine
keşif hamlelerine uykusunda bile devam eden
hikmet ve hakikat avcısıdır. Ortalama zekayı
ömür boyu tatmin eden bir izah, bir muvazene, bir mefkure, deha için birkaç günlük veya
birkaç haftalık, en fazla birkaç aylık meşgaledir. Deha, milyonlarca insanın hayat boyu
idrak ve izah etmeye çalıştığı bir konuyu birkaç hafta keşif ve izah ettiği için, çetin çilelerin namzedi, yalçın mevzuların adamı, girift
meselelerin fatihidir. Bir fikriyat kendini bir
dehaya sunamamış, sunduğunda bir tane dehayı bile tatmin edememişse, orta zekaların
ağzında sakız olmaktan başka bir mana ve
derinlik taşımıyor demektir. Kendini dehalarla imtihan etmeyen bir fikriyat, rüştünü ispat-
Bir fikriyat ne kadar derin ve kuşatıcı
olursa olsun, eğer orta zeka bir insan tarafından ifade ve temsil ediliyorsa, sahip olduğu
derinliği asla görülmez. Gerçekten derin ve
kuşatıcı olan bir fikriyatın başına gelebilecek
en talihsiz hadise, bir dehaya sahip olamaması, bir deha tarafından temsil ve ifade edilememesidir. İdrak istidatları (zeka, akıl, ruhi
temayüller) zayıf olan kişi, hangi fikriyata
sahip olursa olsun, ondan alacağı mana ve
kıymet kendi hacmince olacağı için, asla fikriyatı temsil mevkiinde olmamalıdır.
Yanlış fikriyat bile bir dehanın kaleminde “doğru” gibi görünebilmektedir. Dehanın idrak ve ifade mahareti o kadar yüksektir 20
ki, yanlış fikrin doğru mantığını kurabilmektedir. Meseleye sadece mantık gibi akli bir
alet cihetinden bakanlar, dehaların elinde
oyuncak olmaktan kurtulamaz. Dehadaki izah
ve ikna istidadının yüksekliği, fikrin yanlışlığını ve ayıbını setretmekte, zayıf idrak sahiplerini malın ambalajıyla (mantığıyla) aldatabilmektedir. Mantık, zayıf idrak sahiplerinin
mahkum olduğu, dehaların ise bir alet olarak
kullanabildiği bir vasıtadır.
*
Her fikriyat kendini önce gençlik üzerinde gerçekleştirmek ister. Akıl inşası çağında aldığı gençleri, yoğurarak kendine intisap
ettirir ve bir ömür boyu sürecek zihni evreni
oluşturur. Orta zeka sahibi insanların kahir
ekseriyeti, çocukluktan itibaren aldıkları talim
ve terbiye ile hayatlarını yaşar ve bitirirler.
Oysa dehalar böyle değildir, bebeklikten itibaren hususi talim ve terbiyeye tabi tutulsalar
bile, kendilerine teklif edilen fikriyat kafi derecede derinliğe sahip değilse bir noktada patlar, sınırları aşar, duvarları yıkar. Bu sebepledir ki, kendini dehada gerçekleştiremeyen
fikriyat, hayatta asla gerçekleştiremez. Bir
ülkedeki deha (veya yüksek zeka) kontenjanından pay alamayan bir fikriyat, o ülkede
inisiyatif sahibi olamaz, büyümesi bir sınırı
aşamaz, hakim fikriyat haline asla gelemez.
Hiçbir fikriyat şahıslara bakarak değerlendirilmez. Fikrin kendisine bakılması, bizzat fikrin doğru veya yanlış olmasıyla ilgilenilmesi “fikir namusu” gereğidir. Fakat bir
fikriyat, doğuşundan itibaren bir dehaya sahip
olmamışsa, ya dehaları ikna edecek derinlikte
değildir veya özü itibariyle ne kadar derin
olursa olsun dehalar tarafından temsil ve ifade
edilmediği için derinliğinin görünmesi imkansızdır. Bu zaviyeden bakıldığında, herhangi bir fikriyatın tarihi okunurken, deha
istihdamına özellikle bakılmalıdır. Birkaç asrı
aşan tarihe sahip bir fikriyatın deha istihdamı
yoksa, o fikriyat çok sığdır, çok hacimsizdir.
Her fikriyatın mensuplarının kahir ekseriyetinin orta zekalı olması tabiidir. Zira
insanlığın takriben yüzde sekseni orta zekaya
sahiptir. Mesele, herhangi bir fikriyatın, dehaları da istihdam edip edemediğidir. Birkaç
asırlık tarihe sahip bir fikriyat, hiçbir dehayı
istihdam edememişse, bu fevkalade mühim
bir alamettir.
*
İslam tarihi bu zaviyeden tetkik edildiğinde görülür ki, ümmetin deha kontenjanını
istihdam eden müessese ve anlayış tasavvuftur. Ümmetin dehalarının yüzde doksandan
fazla bir kısmı tasavvufa intisap etmiş, tasavvuf tarafından istihdam edilmiş, o yıkıcı zekaları iş ve esere sevk edilmiştir.
On dört asırlık İslam tarihinde ümmetin dehaları, hayata nereden başlarsa başlasın,
tasavvufta karar kılmıştır. Hayata tasavvuf
merkezlerinden başlamasa da, mesela medreseden başlasa da, bir müddet sonra yolları
bazen tercihen bazen mecburen tasavvufa
ulaşmıştır. Dehalar, hayatın hangi alanından
başlarsa başlasın o alanı çok çabuk anlamakta
ve onunla tatmin olmamakta, daha derin bir
keşif güzergahı aramaktadır.
Medresedeki (ilim mecrasındaki) inkişaf güzergahı ve hikmet keşfi dehalar için
tatmin edici değildir. Zira medrese, nihayetinde aklın tatmin edilmesinden ibarettir, oysa
dehalar aklın müntehasına çoğunlukla genç
yaşta, bazen de orta yaşta ulaşmakta, aklı tüketerek ötesine geçmekte, geçmek istemektedir. Medresenin (ilim mecrasının) aklı tatmin
hedefi dehalar için çok kısa bir keşif güzerga- 21
hıdır.
Medresede hayata başlayan, tasavvufa
bigane kalan hatta karşı olan birçok alim şahsiyet, ilmin ve aklın müntehasına doğru mesafe aldıkça keşif ihtiyacı ve iştiyakı azalmamakta, aksine artmakta, böylece akıl ötesi
kalbi-ruhi bir yol aramaya başlamaktadır. Sayısız misali olan bu hususta meşhur olan
İmam-ı Gazali Hazretleridir ve yaşadığı süreç
dikkat çekicidir. İlmin müntehasına varan
ama aklı aşamayan, aklı aşamadığı için hikmet ve hakikat açlığını tatmin edemeyen,
uzun bir müddet hayattan çekilen ve kendisiyle derinliğine hesaplaşan Hazret, aklı gere
gere kopacak (çıldıracak) noktaya geldiğinde
mecburen tasavvufa intisap edip kurtulmuştur. Bu müthiş bir misaldir. Tasavvuf, ümmetin dehalarını istihdam etmekle kalmamış,
ümmetin deha kontenjanını çıldırmaktan kurtarmıştır.
Bu hadisenin taze misali, yirminci asır
Türkiye’sinde yaşanmıştır. Kahramanının adı
Necip Fazıl’dır ve yirminci asır Türkiye’sinin
o çaptaki tek dehasıdır. Öyle ki aklın ve hayatın ufkuna yirmili yaşlarda ulaşan, otuz yaşına
geldiğinde çıldırma temrinleri yapan büyük
deha, Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin önünde diz çökerek, “otuz yıldır duran
saatini” çalıştırmaya başlamıştır. Orta zeka
sahibi insanların, Necip Fazıl’ın yaşadığı çileyi anlaması beklenmeyeceği için, bir Seyyid’in önünde diz çökmesini hafife almaları
umursanmamalıdır.
İnsanların büyük laflar etmesine aldanmamak gerekir. İdrak çilesi ve hakikat
kaygısı çekmeyenlerin ağızlarından dökülen
büyük laflar, muhakkak ki hırsızlıktır. İslam
tarihinde aklın, ilmin, müktesebatın müntehasına ulaşan büyük dehalar, “İlahi Muradın” ne
olduğu sorusuna cevap verirken, “Allahu
alem” ifadesini eklemeyi itiyat edinmişlerdir.
İlmin kapısından girmeyen, tefekkürün ne
olduğunu bilmeyen orta zekalılar, hakikati
“özel mülkiyetlerine” geçirmiş insan edasıyla
konuşuyorlar. Dehalara bile “Allahu alem”
dedirten tasavvuf, sarahaten sabit ki haktır.
Türkiye’de Necip Fazıl’ı anlamayanlar, İslam ve insan bahsinde hiçbir şey anlamamıştır. Necip Fazıl’ın fikriyatı bir tarafa,
sadece deha ciheti tetkik edildiğinde anlaşılır
ki, idrak ehlinin, hangi kavisleri çizerse çizsin, hangi güzergahta yol alırsa alsın, hangi
savruluşları yaşarsa yaşasın, döküleceği mecra tasavvuftur. Tasavvuf bahsini, kurşun döktüren veya mezara yüzünü süren cahil kadın
üzerinden tenkit etmeye çalışanlar, bir fikriyatın ve müessesenin tenkidini, onu temsile
ehliyet ve liyakat sahibi şahsiyet üzerinden
yapma namusundan mahrum ahlaksızlardır.
Dikkat edin, fikirsizler değil, ahlaksızlardır.
Zira kötü emsal üzerinden tenkit yapmak,
fikirle alakalı değil, ahlakla alakalıdır. Ahlakı
olmayanın fikri olmaz.
*
Yeniden İslam medeniyet tasavvuru ve
inşasından bahsettiğimiz bugün, iki kıymetten
asla vazgeçemeyiz; tasavvuf ve deha… Orta
zekalılarla bırakın medeniyet tasavvurunu, bir
köy tasavvuruna bile sahip olamayız.
İslam medeniyet tasavvuru ancak dehaların engin muhayyilesinde mayalanır. Deha yoksa hayatı günlük kavgalarla ancak yaşarız. Faizsiz para tedavülünü gerçekleştirecek “Karz-ı Hasen” müesseseleri inşa edecek
fikriyatı üretmek yerine, enflasyon nispetindeki faizin faiz olmadığına fetva veren alimler(!) eliyle, hayatı İslam’a taşımak yerine
(Allah muhafaza) İslam’ı hayata doğru çekiş- 22
tirmeye ve sağını solunu kırıp dökmeye başlarız.
İslam tarihi göstermiştir ki dehaları
tasavvuf istihdam etmektedir. Dehalarımız
yoksa medeniyet tasavvuru ve inşası yoktur,
tasavvuf yoksa deha yoktur. Zira yolu tasavvufa düşmeyen dehalar ya çıldırmıştır ya da
çıldırmıştır.
Tasavvufsuz ve dehasız bir medeniyet
tasavvurunun mümkün olacağını düşünenler,
batının epistemolojik işgalinden kurtulamayan, batıyı kendi kültür coğrafyamızda tekrarlayan, bunu da fark etmeyen orta zekalardır.
HAMZA KAHRAMAN
[email protected]
UYGARLIK DENİLEN VAHŞET
Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nda bir
canavara benzettiği medeniyet ile modern
Batı uygarlığını kastediyordu şüphesiz. Bizim irfanımıza ait bir kavram olan medeniyetin Batı’daki gelişme anlayışına ve bu
anlayışın pratiğine denk düşmediğini o da
biliyordu. Fakat “uygarlık” kelimesi henüz
icat edilmediği için “medeniyet” demek zorunda kalmıştı merhum.
Bir şeyin gerçeğiyle sahtesini ayırmak için bazen böyle uygarlık gibi köksüz
ve uydurma kelimeler işe yarayabiliyor.
Medeniyet zannedilen tutumların yanlışlığını, medeniyet tasavvurumuzdaki bozulmaları, “gerici” veya “medeniyet düşmanı” olmakla yaftalanmadan anlatma imkânı bulabiliyorsunuz. Bu noktada uygarlık kelimesinin, delalet ettiği manaya uygunluğunu sorgulamadığımızı, iki farklı vakıanın aynı kelimeyle adlandırılmasından kaynaklanan bir
sıkıntıyı giderme imkânı vermesi sebebiyle
işe yaradığının altını çizerek medeniyet ile
uygarlığın aynı şey olmadığını söyleyip sadede gelelim.
Medeniyet, “inanca, beşerî ihtiyaçlara
ve estetiğe dair gerekliliklerin, biri diğerini
zaafa uğratmayacak şekilde karşılanıp
kemâl seviyesinde yaşanmasına imkân veren bir inşa”dır. Bu tarifte inanç, ihtiyaç ve
estetiğin yüksek seviyede uyumu esas olduğuna göre, söz konusu unsurlardan birinin,
meselâ beşerî ihtiyaçların karşılanması çabasının diğerlerini ihmâl ettirecek hatta yok
saydıracak tarzda öne çıkması, ne kadar ileri
veya gelişmiş görünürse görünsün, o inşanın
medeniyet sayılmasına manidir. Öte yandan
ihtiyaçlar ve bunların karşılanma biçimleriyle, estetiğin ölçülerini inanç belirlediği
için bütün medeniyetlerin temelini dinlerin
yahut varlığa ve hakikate dair akidelerin
teşkil ettiği, dinsiz bir medeniyet olamayacağı hususunda neredeyse görüş birliği vardır. Nihayet ”çağdaş uygarlık seviyesine
ulaşmak” gibi kulağa hoş gelen ifadelerin
geri planındaki bir kabûl, uygarlık sanılan
medeniyetin zamanla tekâmül ettiği ve en
yüksek seviyeye içinde bulunulan çağda
ulaştığı kabûlü, medeniyeti teknolojiyle karıştırma şaşkınlığının ifşasından başka bir
şey değildir.
*
Modern Batı karşısında iki asırdır süren mestaneliğimizin eseri olan bu şaşkınlığın neticelerini sayıp dökmenin bir faydası
yok. Kendimize gelip şaşkınlığımızı üzerimizden atmanın, kendimiz olmanın, aslımıza dönmenin, kendi tasavvurlarımızı kendi
ölçülerimizle yeniden inşa eylemenin çarelerini aramak daha doğru bir yol gibi görünüyor. Böyle yaparsak bize ait bir kavram
olan medeniyeti modern ölçülere onaylatma
yahut o ölçülerle örtüştürme çabasından
vazgeçip hakikatiyle kavrayabiliriz. Nitekim
biz medeniyeti “medine”den türetmişiz.
Tamam, medine “şehir” demek, medeniyet
de tıpkı Batı dillerindeki “sivilizasyon” gibi
“şehirleşme” manasına geliyor ama bizim
medinemiz herhangi bir şehir değil. Kökündeki “borç” veya “sorumluluk” manasıyla
“din” kelimesinden türetilmiş ve “dinin belirlediği kuşatıcı bir hukukun uygulandığı,
23
sorumlulukların dinin ölçülerine göre düzenlendiği yer” demektir. Kaldı ki biz bunun da ötesinde medeniyetimizi üzerine
kurduğumuz medine ile Medinet’ünNebî’yi, yani Efendimiz s.a.v.’in Hicret’ten
sonra sakinlerinin münasebet ve sorumluluklarını İslâm’a göre tanzim eylediği, iman
nuruyla aydınlanan Medine-i Münevvere’yi
kastederiz.
Medine, adı Yesrib iken de şehirdi.
Demek ki yapı veya nüfus çokluğuyla şehir
olunabiliyor ama her şehir medine olamıyor; tabiatıyla medeniyete de kaynaklık
edemiyor. Medine, Mescid-i Nebevî’yi
merkezine alan eskisinden farklı bir yapılanma. Yesrib’i Medine kılan ve böylece
medeniyetimizi meydana getiren bu yapılanma Ensar ile Muhacir arasındaki kardeşlik ile muazzam bir ünsiyet tesis eylemiş.
Zaten medeniyette esas olan bu ünsiyetin
sağlanmasıdır. Sorumlulukların tanziminin,
maddi ve manevi yapılanmanın nihai hedefi
bu ünsiyet ile o beldenin insanlarını emniyet, sulh, huzur ve sükûn içinde yaşatmaktır. Böyle olduğu içindir ki Yesrib halkı şehirleri ancak Medine olduktan sonra “Asr-ı
Saadet”i idrak edebilmiştir.
Hülasa medeniyette ünsiyet esastır ve
ünsiyet vahşetin zıddıdır. Medeniyet teşebbüsünü “vahşetten imtina ile ünsiyete yönelmek” diye de tarif etmek mümkündür
öyleyse. Peki vahşet nedir? Şimdi de ona
bakalım.
*
Vahşetin ilk manası “yalnızlık”tır. Bu
yalnızlık hali bir mecburiyet de olabilir bir
tercih de. Ünsiyet etmekten bilhassa kaçın-
mak suretiyle bir yalnızlığın tercihi ise çeşitli sebeplere bağlanabilir. Ama vahşetin
daha çok bilinen ikinci manasıyla, yani
“şiddet, cebir, kontrolsüz güç” manasıyla ilk
manası “yalnızlık” arasında bir irtibat olması gerektiğinden hareket edersek iradi yalnızlık tercihinin geriye tek sebebi kalır. O
sebep kişinin nefsaniyetini esas alması, nefsinin hevası dışında ölçü tanımaması, sorumluluk hissini yok eden bir azadeliğe kapılmasıdır. Bu başına buyruk olma, kendini
müstağni sayma hali, elde bulundurulan
herhangi bir güç veya imkânın hiçbir ölçü
ve hukuk gözetilmeden nefsin hevası istikametinde hoyratça kullanılmasına yol açacaktır ki olumsuzlayarak vahşet dediğimiz
hal bundan ibarettir.
Vahşetin bu türlüsündeki yalnızlık il- 24
la tenhaya çekilmeyi, mekân olarak başkalarından uzağa taşınmayı gerektirmez. İnsan
kalabalıklar içinde de sadece kendi nefsini
düşünmesi sebebiyle bencillik manasına bir
ferdiyetçiliği seçmiş olabilir. Kimseyle dost
olmaz, kimseyle yakınlaşmaz, etrafındaki
herkesi ve her şeyi nefsani çıkarlarına göre
konumlandırıp onlardan faydalanmak için
sömürmek de dahil her yolu mubah görür
ama onlara karşı hiçbir sorumluluk hissi
beslemez. Zira haklarını tanımadığı bu kendisi dışındakiler ya faydalanılmak üzere tüketilerek, ya da tehlikesinden korunmak
üzere tesirsiz hale getirilerek yok edilmesi
gereken birer “öteki”dir sadece. Vahşetteki
bu ben ve öteki ayırımı, “biz” ve “ötekiler”
şeklinde toplumsal planda da karşımıza çıkabilir. Yani ferdin olduğu kadar kavim veya kabile gibi toplulukların da vahşeti seçmesi mümkündür ki bu tarz bir vahşet daha
ziyade bedevîlik olarak bilinir ve medeniyetin zıddı kabûl edilir.
Fert yahut topluluklardaki vahşet tercihinin, nefsanî çıkarlar için hiçbir hukuki
ölçüyü kaale almadan kullandırdığı güç veya imkânlar zekâ olabilir, bilgi olabilir, servet olabilir, teknoloji olabilir. Dolayısıyla
vahşetin bilgisizlik, ilkellik yahut teknik
cihazlardan mahrumiyet gibi anlaşılması
yanlıştır. Zira vahşette esas olan eldeki güç
ve imkânların niteliği değil, bunların ölçüsüzce ve tamamen nefsani maksatlarla kullanılmasıdır.
*
Bu izahatı akılda tutarak şimdi bir kere daha bakalım modern Batı uygarlığına.
Hiçbir kutsal tanımayan, insanın beşeriyetini esas alarak sadece nefsin hevasını tatmine
yönelen bir anlayış bu. En son teknolojiyle
donatılmış devasa şehirler kuruyor, çok katlı
konforlu yapılarda milyonlarca insanın bir
arada iskânını sağlıyor ama bu insanlar birbirleriyle “insan gibi” ünsiyet edemiyor.
Aile, akraba, komşuluk sorumluluğu yok.
Ebeynlerinden birinin ölüm haberini aldığı
halde tatilini bölmeyen evlatların, durumu
telefonla cenaze hizmetleri veren şirketlere
havale etmesi gelişmişlik alâmeti sayılıyor.
Teknolojik buluşlar ya sanal dünyalar kurarak insanları kendi kendilerine yeter hale
getirip başkalarının bu tek kişilik dünyaya
girmelerini önleyecek, ya da ötekinin toplu
halde telef edilmesine imkân verecek istikamette ilerliyor. Dışa yahut ötekine karşı
hiçbir ölçü tanımadan sürdürülen acımasız
saldırılar mubah görülüyor. Meselâ enerji
kaynakları için ülkeler işgâl ediliyor, çoluk
çocuk milyonlarca masum insan en gelişmiş
silahlarla öldürülüyor, bu uygarlık mensuplarının kılı kıpırdamıyor. Akıl almaz bir açgözlülükle çevre tahribine, genetik müdahale çılgınlığına çanak tutuluyor.
Hal böyleyken bizim Müslümanlar
olarak bugün bu “gelişmiş vahşet”i medeniyet gibi görme yanılgımızın iki sebebi var.
Birincisi, ne işe yaradığını kulluk sorumluluğu çerçevesinde sorgulamadığımız maddî
kalkınma, konfor ve teknolojik gelişmelerin
doğru yönde bir ilerleme olduğuna ve bunun
ilkellikle özdeşleştirilen vahşetle telif edilemeyeceğine dair peşin kabullerin yaygınlığı. İkincisi ise modern Batı toplumlarının
kendi kurulu düzenlerine azami riayeti ile
birbirleri aralarında ünsiyet gibi görünen
dayanışma ve yardımlaşmaları. Şunu unutmayalım; aynı cinsten en vahşi hayvanlar da 25
bazen bir arada birbirlerine zarar vermeden
hayatlarını sürdürürler ama bu, başka cinsleri avlayabildikleri sürece böyledir.
Biz böyle bir uygarlığa değil, uygarlık denilen bu vahşetin alt edemeyeceği bir
imana talip olarak şehirlerimizi “Medine”
kılmanın, kendi medeniyetimizi yeniden
kurmanın çaresine bakalım.
ALİ YURTGEZEN
[email protected]
Evvel yoğ idi, işbu medeniyet
kavramı Tanzimat’ta çıktı
Eskiden medeniyetin adı yoktu. Hayatımızı kuşatan, eşya ve hâdisede tezahür eden hâkimiyeti
vardı. Tanzimat’tan bugüne hakikati yok, adı var.
Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar “medeniyet”
adlı sihirli kelime üstüne âlim ve münevveranın
yaptığı târif ve tesbitlerin hangisi bizi kuşatır?
Hangisi işimize yarar ve hangisini kabullenmemiz
gerekir? Yazıp söylenenler üstüne bir tâlim denemesi yapmak, bu problemli sahada hayrımıza
olacaktır.
Tanzimat bu yana yapılan medeniyet tariflerinin
ârızalarını fark etmek için medeniyetin ne olduğunu kısaca bir daha belirtelim. İslâm lügatinde
“Yönetmek” (siyaset) ve “mâlik olmak” mânalarına da gelen medeniyet kavramı dinin yaşandığı
yerdir. Bu sebepten, İslâm ahkâmının sürdüğü
yere medine, burada yaşayana da “şehirli” mânasında “şehre mensup olan “medînî” denilir.
Fârâbi’ye göre, bir şehrin ahalisi tarafından inanılan dünya görüşü vahiy gelen bir peygamber tarafından şekillendirilmişse bu şehir erdemli şehir
(medînetü’l-fâzıla) adını alacaktır.
*Medeniyet kavramı tercüme faaliyetleriyle
zuhur eder
Medeniyet kavramının kullanılması Batılılaşmanın bir kolu olan ilk tercüme faaliyetleri döneminde başlamıştır. Avrupa’nın maddî ve teknik
gücünün kaynağını araştıran Osmanlı münevveranı ve bürokratı “civisilation” (uygarlık ve uygarlaştırma) kelimesi üzerinde kafa yordukları bir
kavramdır.
Medeniyet kavramı Tanzimat literatüründe yokken, Mustafa Reşit Paşa Paris’ten yazdığı mektuplarda “civilisation”u “terbiye-i nâs ve icrâ‟y-ı
nizâmat” olarak târif eder. Be sebeptendir ki ilk
pozitivistlerden Batı yanlısı Şinasi, Reşit Paşa'yı
medeniyet resulü ilân ederek, onun ismi üzerinden Batılılaşmayı yüceltir.
Reşit Paşa “civilisation” kelimesini “ünsiyet, tehzib-i ahlâk (ahlâkın ıslahı), te’dib-i ahlâk (ahlâkî
terbiye), zariflenme” olarak tercüme eder. Dolayısıyla Tanzimat edipleri “Medenî” kelimesini
“Munis, müzehhebü’l-ahlâk (ahlâkla donanmış)
ve edeblü” ifadeleriyle açıklamışlar. Devrin muhafazakâr âlimleri de “temeddün” (medenîleşme
hâli, şehirleşme) kelimesini kullanırlar. Bu görüşe
göre medenîlik barbarlığın karşıtı olarak insanî,
hukukî, ahlâkî tavır ve davranışları ifade ederken,
medeniyet bunların sonucunda ortaya çıkan fikrî,
fizikî, siyasî ve iktisâdî düzeni ifade etmektedir.
(Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa)
Reşit Paşa’dan Sadık Rıfat Paşa’ya ve Ahmet
Cevdet Paşa'ya kadar Tanzimat dönemi devlet
adamları bu kelimeye karşılık “medeniyet” kelimesinde karar kılarlar. Bundandır ki “Muhteşem
İslâm medeniyeti” söylemi Batı karşısındaki mağlubiyet psikolojisiyle dillendirilen cerbezeli bir
ifadedir.
Batı’ya göre “Aydınlıklar çağının ümitlerini dile
getiren, terakki inancını geliştiren” mânasına gelen “civilisation” un Mustafa Reşit'ten Ahmet
Cevdet Paşa’ya, Sait Hâlim Paşa’dan Mehmet
Âkif’e ve Gökalp’ e kadar uzanan farklı mânaları 26
var.
*“Tanzimat’ın ilk ideolojisi medeniyetçiliktir”
Tanzimat aydınlarının çoğuna göre medeniyet
ancak Avrupa'ya ulaşmakla kazanılabilir. Tanpınar'ın ifadesiyle “Bu devrin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir.” Avrupalılaşmaya tam meyilli olan
Reşit ve Sadık Rıfat Paşalar gibi Tanzimat’ın
mimarları bu kelimenin Avrupa’daki muhtevasıyla alınmasını savunarak, Cevdet Paşa ve benzeri
Osmanlıcı muhafazakârlardan ayrılır. Namık
Kemal ve Ziya Paşa da “Batının ilim ve teknolojisini alınmalı, fakat İslâm geleneklerimizi korumalı” deseler de Avrupî medeniyet şeması içinde
düşünürler.
“İlim ve fen her yerden alınabilir” diyen günümüz
bazı İslâmcı kanaat önderlerinin medeniyet anlayışlarıyla, Osmanlıcılık ve hürriyet fikrine şüpheyle baktığımız bir buçuk asır önceki Namık
Kemal’in hülâsa ettiğimiz ifadelerinin çakıştığını
söyleyebiliriz:
“Medenî olmayan milletler akvâm-ı mütemeddinenin esiri olmağa mahkûmdurlar. Anâneperestlik
nice kavimleri esarete sürüklemiştir. Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey. Avrupa
medeniyetinin nice kötülükleri, eksiklikleri var
ama iktisab-ı medeniyete çalışan akvam için, tamamı tamamına Avrupa’yı taklit etmek niçin
lâzım gelsin? Birtakım hakayik-i ilmiye (ilmî
hakikatler) vardır ki dünyanın hiçbir tarafında
değişmez. Hiçbir yerde sû-i tesiri görülmez... (…)
Bu kabilden olan hakayik-i nafiayı (bayındırlık
hakikatlerini) nerede bulursak iktibas ederiz. (…)
Şeriat-ı Muhammediye’nin münci (kurtarıcı) kaideleri... ve halkımızın fevkalâde kabiliyeti elde
iken, neden dünyayı hayran bırakacak medeniyetler kuramayalım?” (Cemil Meriç, Umran’dan
Uygarlığa)
Müstakil bir yazı mevzuu ettiğimiz Ahmet Cevdet Paşaya göre medeniyet bir ideal değil, sosyal
bir hâdisedir. Devlet ve medeniyetin zemini dindir. Fakat Batı yanlısı Tanzimatçılar gibi medeniyeti ilerlemeci târih görüşüyle açıklıyor. Hayranı
olduğu İbn-i Haldun’dan aldığı tesirle ilim, fen ve
teknik tarafının ağır bastığı bir hamle olarak gördüğü medeniyeti üç safha olarak târif eder:
“Tarihin başlangıcında çadır hayatı yaşayan kabileler vardı. İkinci safhada, büyük şehirler ortaya
çıktı. Üçüncü aşama ise, devlet ve saltanat mertebesidir. Ona göre medeniyetin belirleyicileri, “iş
bölümü ve şehirde toplanma hâli ve şartı ise devlettir. Devlet yoksa medeniyet de olmaz.”
*Medeniyetin aslı bir, fakat aydınlar onu yedi
kocalı Hürmüz’e dönüştürür
Sadık Rıfat Paşa'nın medeniyet kavramı Avrupa
toplum yapısına uygun ve devletlerarası hukuk
etrafında geliştirilmiş bir kavramdır. Batı medeniyetinin fikrî esaslarından olan pozitivist akıl ve
terakki gibi kavramları Tanzimat’ın devlet ve
eğitim hayatına dâhil eden odur. Medeniyeti, nüfusun çokluğu ve refahı, halkın ırz can ve namusunun devletin güvencesi altına alınması olarak
görür. Taassub ve cehâlete karşı akıl ve bilim
ilerlemenin yegane vasıtasıdır. Medenî olmaya
direnen milletler akvâm-ı mütemeddinenin (Temeddün etmiş, medenîleşmiş, ilerlemiş) esiri olacaktır.
Tunuslu Hayreddin Paşa da, “Batı'daki üstünlüğü
adâlet ve hürriyet düzenine bağlayarak, bir zamanlar onların bizi taklit ettiğini, şimdi de taklit
sırasının bizde olduğunu” dolayısıyla Avrupa
medeniyetini taklit etmemizi teklif eder.
Tanzimat dönemi ediplerinden Ahmet Mithat
Efendi de Batı’nın ilim ve tekniğiyle cemiyet
hayatına getirdiği kaideler Doğu’nun ahlâk ve
terbiyesi ile birleştirilmeli, yâni Doğu-Batı senteziyle Osmanlı medeniyetinin ihya edilmesi lüzumlu diyen seküler medeniyet anlayışına sahiptir. Medenî kelimesiyle Avrupa’nın teknik ve
ilminin, Doğu’nun ahlâk ve irfanının izdivacını
kasteder. İki medeniyette var olan doğruları seçmek gerektiğine inanır.
Sait Hâlim Paşa ve Mehmet Âkif bu kelimeyi fen
ve ilim olarak telaffuz ederek, İslâm medeniyet
şartlarında değerlendirilmesini isterler. Gökalp ve
benzeri Türkçüler de seküler zeminde Türk ahlâkı
ve kimliğini muhafaza ederek Batı medeniyetinden olmak şeklinde savunurlar.
*Ârızası az olan bir medeniyet tarifi SAİT
HÂLİM PAŞA’DAN
Said Hâlim Paşa’yla Âkif’in medeniyet görüşleri
birbirine çok yakındır. Birbirleri üzerinde fikrî
tesirler vardır. O da Âkif gibi fen ve teknolojinin
milliyeti olmadığını, fen ve ilmin ilerlemelerin 27
görüldüğü yerde alınması gerektiğini belirtir ve
taklitçiliği kesinlikle tenkit eder.
“Buhranlarımız” adlı kitabında İslâm medeniyetinin aslında Batı medeniyetinin kaynağı olduğunu
anlatır. Medeniyet kavramını oluşturan unsurlar
bir milletin ürettiği maddî ve mânevî unsurların
yekûnudur. Bu unsurlar birbirinden ayrılabilir.
Ancak “müteharrik ve mümeyyiz güç dindir.
Müslüman toplumlar için İslâm / şeriat medeniyetin temelidir.” Medeniyet, kaynağını dinden almaktadır. Bütün meselelerin kaynağı dinimizde
aranmalıdır. “Teceddüt” (yenileşme) hareketlerine karşı çıkarak, bu tür hareketlerin; asırlardan
beri kurulmuş olan inançları, fikirleri, telakkileri,
an’aneleri, hisleri ve ahlâkı tahrip ettiğini, memleketi mânevî anarşiye ittiğini belirtir. Osmanlı
müesseselerinin, yâni medeniyetin doğuş kaynağı
İslâmî esas ve telakkilerdir.
Fikirlerini hülâsa edersek; din medeniyetin gerilemesine asla sebep olmamıştır. Aksine dînin
hakkıyla anlaşılmaması tereddiye (yozlaşma)
sebep olmuştur. Bu tedenni (gerileme) ve tereddiyi hızlandıranlar da medeniyetin taşıyıcısı aydınlardır. Osmanlı aydınları Tanzimat’tan sonra şuursuz bir şekilde Batı hayranlığına soyunmuşlar-
dır. Dolasıyla Batı medeniyetini taklit İslâm toplumları için acı sonuçlara sebep olmuştur.
Meşrutiyet Dönemi’nde Şeyhülislâmlık yapan
Mûsa Kâzım Efendi de, bir toplumun ancak dindar ise medeniyet kurabileceğini, dinsizlerin medeniyet kuramayacağını, teknoloji ve ilimden
doğan ilerlemenin medeniyet tesis etmeyeceğini
söyler. “Biz Avrupa’nın yalnız ‘ulûm ve
sanâyi’ini ahz ü kabûle mecburuz (…) Fakat onların bütün ahlâk ve ‘âdâtını ve usûl-i maîşet ve
tarz-ı hayâtını kabûl edemeyiz” görüşleriyle Sait
Hâlim Paşa ve Âkif’in medeniyet anlayışlarına
yakın durmaktadır. Fakat şu fikirleriyle de Ziya
Gökalp’ın medeniyet tasavvuruna yaklaşmaktadır:
“İslâm terakkiye mâni değil; ilim ve fenleri men
etmez. Bir memleketin ilim ve tekniğini taklit, o
memleketin ahlâk ve hayat tarzını da benimsemeyi gerektirmez. Her ülke, her millet, kısaca ‘kültür’ denen kendine has bir hayat tarzı, geçim yolu
ve makbul âdete sahiptir. Fakat her birinin kendine mahsus sanatı, fenni ve ilmi yoktur. Ulûm ve
fünûn ve sanâyi de bütün insanlar ve bütün kavimler müşterekdir.” (İsmail Kara, Türkiye’de
İslâmcılık Düşüncesi)
*İbn’ül Emin’den asliyetine uygun bir
tarif: “MEDENİYYET-İ SAHÎHA”
Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin dindar münevveranından İbnülemin Mahmut Kemal, Mûsa Kâzım Efendi’ye hitaben, onun “Medeniyyet-i Sahîha-Diyâneti Sahîha” adlı yazısı dolayısıyla 26 Temmuz 1898’de kaleme aldığı “Medeniyyet-i
Sahîha” adlı yazısında (Bu başlık altında
Ali Yurtgezen hocanın yazdığı yazı tafsilatlı ve izahlıdır) “Medeniyyet-i zâhire”
(medeniyyet-i kâzibe) ve “medeniyyet-i
sahîha” (medeniyyet-i hakîka) yahut
“medeniyyet-i bâtına” olmak üzere iki
ayrı medeniyetten bahseder.
Ona göre medeniyyet-i zâhire, teknik ve
sanayiin meydana getirdiği imkânlardır.
Bu medeniyet tarzı mânevî değer ve faziletlerden mahrum, insanların refah ve
saadetten aynı şekilde faydalanamadığı,
insanı yücelten ahlâkî değerlerin mevcut
olmadığı bir sistemdir. Medeniyyet-i
sahîha ise din, ahlâk, adâlet gibi mânevî
değerlere sahip olup, insanlara her türlü
saadet ve refahı sağlamayı gaye edinmiş,
Allah’ın rızâsını kazandıracak hayırlı
işlerde bulunmak gibi ahlâkî güzellik ve
erdemlerin hâkim olduğu bir medeniyettir. Allah’ın emrettiklerini yerine getirmek, menettiklerinden ise kaçınmak suretiyle kazanılan bu erdemlerin, bütün
ahlâkî güzelliklerin kaynağı dindir. Târihin kesin delillerle ortaya koyduğu hakikat, beşeriyetin tekâmülü ve medeniyyet-i
hakîkiyyenin vücut buluşunun İslâmiyet’in gelişiyle mümkün olduğudur. (Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 21, s.
254)
Hâsıl-ı kelâm; bugün bir kurtarıcı olarak
sarıldığımız, iki asırdır kuvveden fiile,
teoriden tatbikata geçiremediğimiz için 28
karşısında ezik ve mahcup olduğumuz
sevgili medeniyet kavramının serencâmı
kısaca budur. İnşa ve ihya hamlesinde
hayli geç kaldığımız İslâm medeniyet
dâvasında bu târif ve tesbitlerin hangisi
bünyemize uyar? Mesuliyet sahipleri düşünmeli artık.
AHMET DOĞAN İLBEY
[email protected]
MEDENİYET HAMLESİ:
Oluşumu / Karşılaştırması / Bileşenleri
Her medeniyet hamlesi iman, yerleşik hayat,
çok milletlilik, göç(hicret) gibi etkenlerin sağlam bir milli seciye ile buluşması ve kendini
ana misyona vakfeden kurucu kadronun zuhuru
ile varlık sahnesine çıkar. Medeniyetin asıl kadrosu ise inanç önderleri, sanatçılar ve fikir
adamlarıdır. Milli seciye ise iman manzumesinin nasıl bir şekil alacağını belirler. Her medeniyetin ana kaynağı ile birlikte bu ana kaynağa
şekil ve üslup veren bir milli seciyesi vardır.
Batı uygarlığının kökeninde var olan insana
güvensizlik ana kaynağı ile alakalı olduğu kadar seciyesi ile ilgilidir. En masum haliyle bile
insanı günahkâr kabul edip kilisede vaftizle
arındırdığını vazeden anlayış etrafında oluşan
uygarlığın renginde elbette “insan insanın kurdudur.” Hükmünü bulmak mümkün olacaktır.
İslam medeniyetinde ise insanı merkeze alan
onu yaratılmışların en şereflisi bilen bir anlayış
söz konusudur ki ihtiyacını arz edene cevap
verilir o kimsenin yalan söyleme ihtimali dikkate alınmaz. Ömer bin Abdülaziz ‘in namaza
başlayan köleleri azat etmesi üzerine “Efendim
sizden uzaklaşanlar namazı terk ediyorlar “
diyenlere “Ben hak namına aldanmayı seviyorum” demesi bu medeniyetin kurucularının insana nasıl baktığının kanıtıdır.
Milletlerin öncü kuvveti veliler, şairler, sanatkârlar olmuştur. Önce milletin kabiliyetinde
var olması gereken hamle gücü ikinci adımda
velilerin, sanatçıların ve fikir adamlarının gösterdiği istikameti içselleştiren bundan değerler
manzumesi üretebilecek bir özgürlük ortamı
gerekmektedir. Medeniyetin millette var olduğunu nasıl anlayacağız diye bir soru da sorulabilir elbet. Kabiliyet, almaya kabil olan demektir. Eğer coğrafya, iklim, millî seciye, tarihi
birikim ve misyon bakımından desteklenen bir
milli güç varsa bunların tamamını gerektiren
ama sadece birine indirgenemeyen bu değerleri
taşıyan millet medeniyet hamlesine kabildir
demektir.
Burada milli seciyenin önemi unutulmamalıdır.
Milli seciye bir kargaşa döneminde bir de kuvvet döneminde ortaya çıkar. Türk milleti kargaşa döneminde alabildiğine sağduyulu kuvvet
döneminde de alabildiğine hoş görülüdür. Kargaşa da aynı metotla cevap vermek, asayişi
bozmak yerine sessizlikle meydana yeni savaşçılar sürmeyi yeğlemektedir. Kuvvet döneminde zayıfları, azınlıkları anlayan onlara her türlü
emniyeti sağlayan tabiri caizse onlara merhamet eden bir özellik taşımaktadır.
Medeniyet hamlesinde mücerredi anlama, eşyaya nüfuz etme gücüne sahip olan milletlerin
ürettiği değerler ile müşahhasa, eşyanın gücüne
ve köleleştirme arzusuna sahip milletlerin ürettiği değerler arasında da belirgin fark vardır.
Batı düşüncesi “TANRI” kavramını bile müşahhasa dökmeden anlayamamıştır. İsa ancak
Tanrının oğlu olarak kabul edilebilmiştir. Heykelin özellikle Batı merkezli oluşu tesadüf değildir. Türk İslam düşüncesinde ise hat sanatından minyatüre değin mücerret düşüncenin etki- 29
sini görebilmek mümkündür. Ahmet Hamdi
Tanpınar “Atalarımız inşa etmiyorlardı ibadet
ediyorlardı çünkü taşa bile sirayet etmesini istedikleri sağlam bir ruhi değere sahiptiler.”
Derken tam da bu hakikate işaret etmektedir.
Endülüs’ten Osmanlıya; Hindistan’dan Orta
Asya’ya hangi esere baksak bu ruhun taşlara
kazındığını görmekteyiz.
Fikir adamları, bizde ulema ana kaynağı esas
alıp tüm zamanlara hitap edebilecek bir ruh
genişliğine işaret ederken sanatçılar ise meselenin estetik tasavvurunda cennet telakkisi ile
varılabilecek en üst seviyeyi göstermişlerdir.
Batı eşyadan mahrum olma ve sevgili kapsamına alınabilecek dünyevi her değerin kaybını bir
daha kavuşamama yani eskilerin tabiri ile fıkdan-ı ahbap’tan ayrılık anlayışı ile ele almış bu
sebeple her mutlu anı kaydetme anlayışı ile birtakım alet ve edevatlar üretmiştir. Bu sebeple
Batılı yazarların eserlerinde bulunan trajedi
Müslüman sanatçılarda görülmez. Mutlu anın
ya da sevgili sayılacak şeylerin kaybı Türk İslam kültüründe firak-ı ahbap olarak algılanmıştır. Yani madem ayrılık var kavuşma da var
demektir anlayışının etkisi ile trajedi de trajik
olan da bizim kültürümüzde görülmez. Mede-
niyet hamlesinin ana ekseni temiz bir zihin tarafından belirlenmemişse sadece sahiplerin değiştiği ama özün aynı kaldığı durumla karşı karşıyayız demektir. Şikâyetçiler, gayri memnunlar
medeniyet kuramazlar. Onların kuracağı medeniyet ancak sahipliği, işleyen mekanizmayı ele
geçirip mahrumiyetini gidermekten başka bir
sonuç vermeyecektir. Zamana karşı durabilen,
insanı özünden yakalayan, var olmayı eser bırakarak hoş seda çabasında algılayan bir ruh
kuvvetinin medeniyet hamlesi elbette çok derin
bir iç oluşun da ifadesidir.
Eğitimi, ekonomisi, mimarisi, musikisi, sanat
anlayışı başka başka kaynaklardan esinlenerek
oluşmuş bir medeniyetin tüm dillerdeki karşılığı kozmopolitliktir. Daha başlangıç safhasında
böylesi bir kozmopolit tarz taşıyan, iç oluşunu
oluşturamamış ve fikir ve düşünce adamları,
sanatçı ve âlimler yerine günlük çıkar peşinde,
eşya ve dünyanın dış cephesine, cennet ve imtihan tasavvurundan uzak bir yaklaşımla bakanların konulmasıyla varılabilecek yer sahih bir
alan olmadığı gibi insanı trajik olana düşüren
bir çığırı açmakla da mesuliyet taşıyacaktır.
Kanuni Sultan Süleyman bizde “kanuni” vasfıyla anılırken Batılı tarihçiler onu “ muhteşem”
sıfatıyla anmışlardır. Dışardan kendi kültür değerinden olmayana bile bakarken meselenin
sıfat tarafını önde tutmuştur. Bizim adlandırmamız ise nizam fikrinin hâkim fikir olmasından dolayı Kanuni olmuştur. Kanuni kendi savaşlarından çok Baki ile Mimar Sinan’ın kendi
devrinde yaşamasından onur duymuştur. Deha
zamanını, zeminini ve kendinden faydalanacak
idari kadroyu bulamazsa kendini çok kötü harcar, harcamıştır. Milletlerin de kendine mahsus
hilkatin bağışladığı seciyeleri vardır. Türk milleti “kızıl elmasız” yaşayamayan önüne bir ideal konulmadığı zaman kendi iç beylik tartışmasında gücünü harcayan bir millettir.
Medeniyet hamlesinde sanatçının rolü kaba
gerçekliği, hayatın akışını estetik bir algıyla
değiştirmesidir. Gerçek olan güzeldir anlayışının dayattığı donmuş zaman manzarasını aşabilecek güç, güzel olan gerçektir hükmünün gösterdiği işaret ettiği çerçevede gerçekliği güzellikle bürüyen estetik tutumdur. Bütün bunların
bilfiil ortaya çıkmadan önce bil kuvve milli
seciyede içselleştirilmiş olması gerekir. Kervan
yolda düzülebilir ama medeniyet yolda kurulamaz. Biri diğerine göre daha az değerli ve
önemli sayılmaması gereken dış şartların bütünü siyasi, sosyal, ekonomik algılayışın ana düşünceden beslenmesinde milli seciye devreye
girmektedir. Türklerin İslam dairesine girmesiyle oluşan bazı müesseselerin diğer İslam milletlerinde görülmeyişi bunu göstermektedir.
Nakibü’l-Eşraflık müessesesi, ki Yıldırım Beyazıt zamanına kadar uzanmaktadır, Türklerin
Seyit ve şeriflerle ilgili ortaya koyduğu hürmetin etkisiyle ihdas edilen bir müessesedir. Osmanlı’da seyit ve şerifler vergi vermez maaş
alır ayrıca padişahın hususi ikramlarıyla taltif
edilirdi. Ama başka bir İslam ülkesinde aynı
ihtimam gösterilmemiştir. Keza Efendimiz’in
sakalı şerifleri ile ilgili gösterilen tavır; sandukasından, korunmasına, açılırken okunan dualardan gazel ve ilahilere bambaşka bir değerler
manzumesi oluşturmuştur.
30
Medeniyet hamlesinde kitap ve onun sırlarını,
işaretlerini gösteren âlim ile katı gerçekliği güzelleştiren sanatkâr ve fikir cephesinin önünü
açan idari kadro temiz ve cihanşümul bir mizaç
taşıyan milletle yani temiz bir seciye ile birleşmesi gerekir. Hak yerine kuvvete, fazilet yerine
menfaate, hikmet yerine cerbezeye, vatandaşlık
ve insanlık bağı yerine ötekini yutmaya dayanan bir medeniyet ancak sömürgeler ve isyancılar üretebilir. Türk milletinin Tanzimat’tan beri
seciyesini imha üzerine yapılan planların devrede olması tesadüf değil! İnsanlığın şu zamanda adil ve merhametli bir Türk İslam medeniyetine ne kadar muhtaç olduğu belli değil mi?
Ancak artık güzeli çirkinleştiren halimiz kötü
bir müşteri olmaktan öteye gidememektedir. Bu
sebeple Türk milletinin seciyesi üzerinde kâğıttan, beyaz perdeden, siyasetten, fikirden yayılan
imha faaliyetlerine bir mukavemet alanı oluşturmak zorundayız!
MEMDUH ATALAY
[email protected]
KAOS ÇAĞINDA TEFEKKÜR
İlim belli bir disipline tabidir. İslami ilimler de böyledir, batı menşeli bilimler de… İlimde
(İslam’da) belli bir usul ve tertip olmadan ilim
olmayacağı, ilim tahsil edilmeden de ilim adamı
olunamayacağı, batıda ise belli bir metot ve disiplini olmayan bilgi demetine (alanına) bilim denmeyeceği, bilimin metodolojik şekilde tahsil
edilmeden bilim adamı olunamayacağı için herhangi birisi çıkıp da “benim ilmin var” diyemiyor. Bunu diyebilmesi için müktesebatını göstermesi gerekiyor, müktesebatının da muteber olması gerekiyor.
İlimdeki bu altyapı, tefekkürde gerçekleştirilemedi. İlim sahibi olduğunu söyleyemeyen
insanlar, her nedense fikir sahibi olduğunu çok
kolay söylüyor. “Bu konuda ben şöyle düşünüyorum” diyor, bunu diyor ama neden öyle düşündüğünü, hangi sebeplerle o noktaya geldiğini, hangi
tertip içinde öyle düşünülebileceğini izah ihtiyacı
duymuyor. “Bir dakika, nasıl olur da öyle düşünebilirsin?” diye itiraz edilince, “Ben özgür bireyim, başkaları gibi düşünmek zorunda değilim,
ben aklımı kiraya vermedim” türünden beylik
laflar ediyor. Fikrin gerekçesi, özgür olmak… Bu
çok komik bir şey… Özgür “birey” (ferd veya
şahsiyet değil), o özgürlüğünü ilim (ve bilim)
alanında kullanamıyor, “Benim bu konuda ilmim
şudur” diyemiyor.
Türkiye’de, liberal rüzgarın tesiriyle yaygın bir zihni-akli maraz haline gelen, “ben böyle
düşünüyorum” yaklaşımı, batı menşeli hiçbir bilim dalı için geçerli olmazken, oryantalist operasyonun gönüllü ajanları tarafından Müslümanlar
arasında İslami ilimleri de işgal etmeye başladı.
“Benim bu konudaki ilmim şudur” diyemeyen
rasyonalist Müslümanlar, onun yerine İslami
ilimleri (ve tabii ki kadim müktesebatı) bazen yok
sayarak, bazen inkar ederek, bazen ihmal ederek,
ilmi meselelerde “ben şöyle düşünüyorum” diyor.
İslami ilimlerin usul ve tertibini umursamayan,
onları gereksiz gören, hatta hurafe sayanlar, oryantalist işgale en derin şekilde uğramış haldeler.
Zira oryantalizmin ana hedeflerinden birisi, İslami ilimleri imha etmek ve Müslümanları tamamen bilgi ve fikir kaosuna sürüklemektir.
Batıdan gelen “bilimsel” hiçbir veri karşısında “ben şöyle düşünüyorum” edasını takınamayan, mesela bir tıp bilimi için böyle bir yaklaşımı hayal bile edemeyenler, tefsir ilmine dair bir
mevzuda, tefsir ilminin usul ve tertibini umursamadan, “ben öyle düşünmüyorum” diyebiliyor.
Böylece İslam, bazı Müslümanların nezdinde tüm
ilmi altyapısını kaybetmiş haldedir ve önüne gelen serserinin hakkında fikir beyan edeceği bir
entelektüel meşgale olmuştur. Oryantalizmin hedeflerinden birisi tam olarak buydu, Müslümanların içinden “mealciler” gibi çok sayıda gönüllü
buldular.
*
İslam ilim mecrası Ehl-i Sünnet tarafından
tertip edildi ve tarih boyunca temsil edildi. Ehl-i 31
Sünnet ile ilgili en küçük hassasiyetsizlik, İslam’ı, ilmi altyapıdan mahrum bırakır. Bugün
Müslümanların yaşadığı kaosun temel sebebi
(belki de tek sebebi) Ehl-i Sünnet Mecrasının
(yani İslam ilim mecrasının) kafi derecede itibar
ve itimat görmemesidir.
*
İlimde usul ve tertip var, bundan dolayı
ilim kendini muhafaza edebilmektedir. İlimdeki
usul ve tertibi kabul etmeyen, ilme ihtiyaç duymayan, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve
Sünnet-i Seniyye’ye ilmi hassasiyetle muhatap
olmayanlar, kaosun baş müsebbipleridir ama neticede bu yaklaşım onların eksikliğidir ve “Nispi
İlimler” dev bir müktesebat halinde ortada duruyor ve taliplerini bekliyor. Buna mukabil tefekkür
alanı, tertip edilmemiş ve usule bağlanmamıştır.
İşte bu nokta, Ehl-i Sünnet hassasiyeti olanlarda
da tefekkür kaosunu besliyor.
İslam tefekkür mecrası, kadimden beri
tasavvuf ve ilim mecrası tarafından temsil ve deruhte edildiği için, bunların dışında mütefekkir
şahsiyetin yetişmesi nispeten azdır. Bugün, ilim
ve tasavvuf mecraları dışında bir Müslüman mütefekkir meselesi ihtiyaç haline gelmiş, ne var ki
İslami tefekkürün usul ve tertibi, tasavvuf ve
medrese dışında teşkil edilemediği ve ananeleri
oluşturulamadığı için çok sıkıntılı bir saha olmuştur. İslam ilim mecrasına hürmet eden ve hassasiyet gösterenler bile, tefekkür bahsine geldiğinde
sarsılmakta, sallanmakta, ana mihrakını kaybetmekte, “nasıl düşüneceğini” bilememektedir.
lerdir. İslam tefekkür mecrasını açacak, İslami
tefekkürün usul ve tertibini yapacak, “nasıl düşünüleceğini” gösterecek mütefekkirlere ihtiyacımız
var.
İslami tefekkürün kadimden beri tasavvuf
ve ilim mecraları tarafından temsil edilmesi, bugün mütefekkir olma iddiasındaki bazı insanları,
veli veya alim olma iddialarına savurmaktadır.
Hem veli hem alim hem de mütefekkir olmak
başka bir meseledir, buradaki mevzu, sadece mütefekkir olma teçhizatına sahip olan bazı kişilerin,
birtakım meseleleri derinliğine idrak etmesinden
mülhem, hem kendisi hem de takipçileri tarafından veli ve alim sıfatını da temsil ettiği düşüncesidir. Bu bir sapmadır.
Kaos çağından çıkmanın yolu ve sırrı,
“büyük terkip” meselesinde mahfuzdur. Büyük
terkip, yani İslam medeniyet tasavvuru ortaya
konulamadığında, buna bağlı olarak ilimlerin
tasnifi yapılamadığında, buna bağlı olarak tefekkür mecrası ve havzası açılamadığında yapılacak
her iş yangına odun taşımaktır.
Herkesin farklı sebeplerle katkıda bulunduğu bir gerçek var ki, bugün Müslümanlar “tefekkür kaosu” yaşıyor. Bir kısmı İslami tefekkürün usul ve tertibini tekke ve medrese dışında
bulamadığı için bu kaosa düşüyor ve kaosu besliyor. Bir kısmı tekke ve medresenin müktesebatını
inkar ederek oryantalist operasyonun gönüllü
propagandistleri olarak bu kaosu derinleştiriyor.
Bir kısmı, meselenin nezaketinden dolayı tefekkürden uzak durarak kendini muhafaza altına
almaya çalışıyor, ne var ki bu durum da tefekkür
kaosunu artırıyor.
Tefekkür kaosundan çıkmamız şart. Tefekkür kaosundan çıkamazsak, İslami ilimlerin
ihyası da imkansız. Zira tefekkür yoksa, ilim kitaplarda kalmaya mahkumdur ve ilim adamı olma
iddiasındaki insanlar, ezber ve tekrarla malul hale
gelir, ki birkaç asırdır böyle olmuştur.
İslam’ın ilmi müktesebatı muhafaza altındadır ve kitaplarda kayıtlıdır. Buna rağmen büyük
alimlerin çıkmaması, birçok sebeple beraber mütefekkir yetişmemesinden, “doğru tefekkür yolunun” açılamamasındandır.
Türkiye’de ilahiyat profesörlerinin “Mutlak İlim-Nispi İlim” tasnifini bile yapamadığı
görülüyor. Mutlak İlim-Nispi İlim tasnifi bile 32
yapılamayınca, ya nispi ilimlerin mutlaklaştırılması gibi bir garabete veya “Mutlak İlim” üzerindeki hassasiyetin erimesine yol açan iki boyutlu
bir felaketin pençesinde kıvranıyoruz.
“Büyük Terkip” gerçekleştirildiğinde tefekkür mecrası zaten açılmış olacaktır. İslam tefekkür mecrasını açmak için ayrıca çalışmaya
ihtiyacımız kalmaz. Zaten büyük terkip, her şeyin
yerli yerine oturmasıdır, adaletin tarifi de zaten
bu değil miydi; her şeyin kendi kıymet merkezinde bulunması…
Vefa borcumuz ödemek sadedinde zikredelim, Necip Fazıl, kaos çağının yirminci asrında,
İslam tefekkür mecrasını açan adamdır. Necip
Fazıl’ın fikri ve fikriyatından daha mühim olan
mahareti, tefekkür yolunu açmış olmasıdır. Necip
Fazıl’ı ve eserlerini bir de bu zaviyeden okumakta
azami fayda var.
FARUK ADİL
Ümmetin fikir üreten mütefekkirlere ihtiyacı olduğu açık ama bundan daha mühim ve acil
ihtiyacı, “tefekkür usulünü” gösteren mütefekkir-
[email protected]
BATININ EPİSTEMOLOJİK İŞGALİ
Batının dünya üzerinde kurduğu hakimiyetin altyapısı epistemolojik işgaldir. Batının
can alan askeri işgalleri, kaynakları sömüren
iktisadi işgalleri, iktidarları yöneten siyasi işgalleri, dezenformasyonla husumet ve çatışma üreten istihbarat işgalleri az ya da çok göze çarpmakta, farkına varılmakta, bunlara karşı ferdi
ve içtimai sahalarda bazı tedbirler alınmaya
çalışılmaktadır. Dünyadaki her kültür coğrafyası kendi hususiyetlerine uygun bazı tedbirler
alsa da, neticeye bir türlü ulaşamamakta, batının hakimiyeti kırılamamakta, istiklal mümkün
olmamaktadır. Çünkü sayılan emperyal metotların altyapısını oluşturan epistemolojik işgal
gözden kaçmakta, dünya bu işgali fark etmemekte, fark edenler ise önce kendi ülkelerinde
derdest edilmekte ve itibarsızlaştırılmaktadır.
Batı gibi düşünerek, batı gibi bilgi üreterek, batı gibi ilmi ve fikri çalışmalar yaparak
batı ile hesaplaşmak, batıya karşı istiklal kazanmak imkansızdır. Batı gibi düşünerek batı
ile hesaplaşmak için, batılı düşünceyi bir batılıdan daha iyi anlamak ve tatbik etmek gerekir
ki, bu durumda batıyı yenmenin bir anlamı yoktur, zira artık siz batılılaşmışsınızdır. Bu ihtimalde batıyı batı yenmiş olur ki, galip yine batıdır ve siz “kendiniz” olmaktan uzaklaşmışsınızdır. Geriye kalan sadece pastanın paylaşılmasından ibarettir, bunu maksat edinmek ise
tam olarak batılılar gibi “gelişmiş hayvan” derekesine düşmektir.
*
Batının bilim anlayışı, pozitivist felsefenin tesirinin ağırlık taşıdığı devirde oluştu ve
gelişti. Rasyonalizm ve pozitivizmin tesiriyle
oluşan bilim anlayışı, pozitif bilim mecrasını
yerleşik hale getirdi. Felsefeden bağımsızlaşan
bilimlerin kendi sahalarından felsefeyi kovmasıyla tetiklenen felsefi kriz, batı bilim telakkisi-
nin daha sonraki devirlerinde pozitivizmin tesirini kıramadı. Böylece batı bilim telakkisi, materyalizm, rasyonalizm, pozitivizm limanına
demir attı ve orada yerleşik hale geldi.
Batının ve aslında her kültür ikliminin
ilim telakkisi, kendi hususiyetlerine sahip tefekkür mecrasında oluşur. Her kültür iklimi,
kendine has bir akıl formuna, kendine has bir
inanç sistemine, kendine has temel tefekkür
alanlarındaki kanaatlerine göre ilim telakkisi
geliştirir. Batının “bilim” diye dünyaya sunduğu, “objektiflik” kisvesiyle maskelediği, insanlığı da buna inandırdığı bilim telakkisi, temelindeki materyalist, rasyonalist, pozitivist felsefenin eseri ve neticesidir.
Materyalist felsefi cereyan, maddeyle
kayıtlı ve sınırlıdır. Maddeci bakış, ruhu kabul
etmenin zihni altyapısına sahip değildir. Ruhu
inkar ettiğinde insanı bedenden ibaret görür ve 33
merkezini “beyin” olarak anlar. Maddeden (bedenden) ibaret insan telakkisi, kaçınılmaz olarak evrimcidir ve insanın olmadığını, insan olarak varolmadığını, hayvanın gelişerek (evrimleşerek) insana dönüştüğünü kabul etmek zorundadır. Bunların tabii ve zaruri neticesi olarak
batı, “hayvan uygarlığı” kurmuştur.
Dünyadaki kadim kültür ve medeniyet
havzalarından hiçbirinde insanın hayvan olduğu
(hayvandan geldiği) kabul edilmemesine rağmen, hayvan uygarlığının (madde uygarlığının)
bilim telakkisi kabul edilmiştir. Materyalizmi,
evrimci yaklaşımı reddeden Müslümanların da,
batı bilim telakkisini kabul etmeleri, buna karşı
ciddi bir tenkit yöneltememeleri, neticede batının bilim anlayışına teslim olmaları, on dört
asırlık İslam tarihinin en büyük felaketidir ve
içinde bulunduğumuz kaos çağının temel sebeplerinden biridir.
*
Batının en büyük operasyonu ve başarısı, kendi felsefi ve kültürel ikliminin tabii neticesi olan bilim anlayışını dünyaya kabul ettirmek olmuştur. Dünyanın bunu kabul etmesi,
batıyı bilginin efendisi yaptı. Böylece batı, bilgiye hükmetmeye başladı.
Bilgiye hükmetmek, bilgiye kendi mührünü vurmak, bilgiyi kendi inhisarına almasına
yol açtı. Bilgi ve bilim, batının “özel mülkiyetine” girdi, kim ki bilgi ve bilimden bahsedecekse, batıdan referans aramak ve göstermek zorunda kaldı. Epistemolojik işgal o kadar derinleşti ki, sadece bilgi ve bilim değil, ahlaktan
siyasete kadar her mesele, “batıda var mı?” sorusuyla birlikte gündeme geldi ve tefekkürün
malzemesi olma hakkını kazandı.
Bilginin karargahı olan batı, kendi insan
telakkisini, kendi varlık telakkisini, kendi hayat
telakkisini, kendi siyaset telakkisini ila ahir,
“evrensel değerler” olarak dünyaya sundu. “Evrensel değerler” ifadesi, sırlı ve tılsımlı bir tesire sahipti, hiç kimse bunun karşısında duramıyordu. Arkaik hale gelen kültür ve medeniyetlerin bu işgale karşı mukavemet edememesi anlaşılabilirdi belki ama hala kaynakları sahih şekilde muhafaza edilen, tarihte kaç tane medeniyet kuran Müslümanların bu taarruz karşısında
afallaması ve bir kısmının teslim olması tam bir
felaketti.
Müslüman bilim (ilim değil) adamları,
batının kurduğu üniversitelerde, batının bilim
telakkisine teslim olmuş şekilde bilim yapmaya
(üretmeye değil) başladılar. Sadece Avrupa ve
Amerika’daki üniversitelerden bahsetmiyoruz,
Türkiye’deki ve İslam ülkelerindeki üniversiteler de batı bilim telakkisiyle kurulduğu için onların mührünü taşıyor. Batı bilim telakkisinin
karargahı olan üniversitelerde İlahiyat Fakülteleri açılmış olması ise tamamen oryantalist projedir.
Batılı üniversitelerde bilim yapan Müslüman bilim adamları, materyalist, rasyonalist,
pozitivist temel telakkinin metot ve ölçüleriyle
İslam’ın on dört asırlık müktesebatını hesaba
çekiyor. Batıyla hesaplaşması gereken Müslüman bilim adamları, batının bilim anlayışıyla
İslam ilim müktesebatını kendi tabirleriyle kritik ediyor, “yanlışlarını” buluyor, iyi niyetli
oldukları iddiasıyla “tashih” ettiklerini düşünüyor. Oysa yaptıkları iş tam olarak, İslam’ın her
sahadaki müktesebatını, batının epistemolojik
evrenine taşımak, bunu yaparken de batı kriterlerine uymayanları “hurafe” başlığı altında
“temizlemek”… Ümmet, İslam tarihinde böyle
bir ihanet görmedi.
Hadis-i Şerifleri, Asr-ı Saadetten intikal
eden “yazılı belge” olmadığı için reddedenler
bir kısım nasipsizler, batı bilim telakkisine göre
“bilimsel” davrandıklarını düşünüyorlar. Batı
bilim telakkisinin “objektif” olduğuna iman 34
eden bir kısım nasipsizler, batılı bilim adamlarına itimat ettikleri kadar ümmetin tarihteki
büyük alimlerine itimat etmiyorlar. Eski Yunan
filozoflarının eserleri ve fikirleri ile ilgili tek
kayıt, Müslümanların bir zamanlar tercüme
ettikleri ve Müslüman müelliflerin kaleminden
çıkan metinlerdir ve batı buna itimat ederek
kendi tarihi müktesebatını muhafaza altına alır.
Buna mukabil bazı Müslüman bilim adamları,
batının kendine uygulamadığı ve oryantalist
projelerin bilim kisvesiyle Müslümanlar arasına
zerkettiği bazı kriterleri “bilimsel inanç” haline
getirmektedir.
Bu nasıl bir savruluş? Epistemolojik
işgalden kurtulmalıyız. İslam medeniyet tasavvuru, ilimlerin tasnifi, mevzu ve ıstılah haritası
gibi büyük ufka yürümezsek çırpınır dururuz.
ALİHAN HAYDAR
[email protected]
ORYANTALİST TAARRUZ
Birkaç asır önce başlayan oryantalist
taarruz, yirminci asırda netice almaya başladı,
yirmi birinci asırda ise pisliklerini temizlemek
zorunda kalıyoruz. Oryantalist taarruz o kadar
derine nüfuz etti ki, temizlemek çok zor. Zira
oryantalist taarruzun neticeleri, “Sahih İslam”
başlığı altında kadim müktesebatı imha etmek
için faaliyet gösteriyor.
Oryantalist taarruzun tüm tesirlerini
temizlemek çok zor… Oryantalizmin her çeşit
tesirini, her Müslüman ferdin zihin ve kalb
dünyasından temizlemek için dünya çapında
bir seferberlik gerekiyor. Bunu yapmak için
seferber edilecek insan gücü ve zaman, başka
işlere fırsat ve imkan bırakmayacağı için doğru da değil. Bunun yerine İslam medeniyet
tasavvuru ve inşa sürecini başlatmak, doğru
ortaya konulduğunda yanlış anlaşılacağı için
tercih edilmelidir. İslam medeniyet tasavvuruna giden yol açıldığında, o ufka doğru atılan her adım, yanlış anlayışların bir kısmını
telafi edecektir. Bu sebeple oryantalist taarruz
veya batının başka çeşit hamleleriyle yoğun
şekilde vakit kaybetmek yerine, meselenin de
ehemmiyetine binaen özet kabilinden bazı
tespitler yapıyoruz. Batıya dair tenkitlerimizin
bu çerçevede okunması ve aşırı teferruat
aranmaması gerekir.
*
Oryantalizmin temel hedeflerinden
birisi, idrak melekemiz olan “akl-ı selim”i
imha etmek oldu. “Ne okunduğu” kadar “ne
ile” okunduğu da mühimdi ve akl-ı selim bizzat İslam’ın inşa ettiği akıl terkibiydi. Akl-ı
Selim imha edilip, yaygınlaşan batılılaşma
neticesinde kendi okullarımızda pozitif eğitim-öğretim başlayınca, “pozitif akıl” formu
ikame edildi. Böylece Müslümanların “idrak
melekesi” batılı pozitif idrak melekesi olan
akıl formuna mahkum edildi. Batılı akıl formuyla okunmaya başlandığı için, artık ne
okunduğunun önemi kalmadı. Müslümanlar
ise batılı akıl formu olan pozitif akılla
Kur’an-ı Kerim’i okumanın, oryantalist okuma olduğunu fark edemedi.
İslam’ın kendine iman eden bir insanda, kendi temel kabullerini bünyeleştiren bir
akl-ı selim inşa ettiğini unuttu Müslümanlar.
Akl-ı Selim bahsini o kadar unuttular ki, akıl
ve akl-ı selim meselesiyle ilgili bir tane bile
kitap telif edemez, bir tane tetkik ve tahkik
faaliyetinde bulunamaz oldular. Türkiye’nin
yirminci asır İslami ıstılahında (literatüründe) 35
akıl ve akl-ı selim ile ilgili bir tane çalışmanın
bulunmaması, meselenin ne kadar derin ve
vahim olduğunu göstermez mi? Bu durum
aynı zamanda “neden Fikirteknesi ailesine”
katıldığımızın da izahıdır.
Akl-ı Selimi inşa etmemek, batılılar
gibi düşünmek ve İslam’ı batılılar gibi okumaktır. Batılılar gibi düşünecek ve İslam’ı
oryantalistler gibi okuyacaksak, İslam’a neden ihtiyacımız olduğunu izahta zorlanırız.
*
Oryantalizmin hedeflerinden birisi de
tasavvufu yok etmek veya mistik bir meşgale
haline getirmekti. Oryantalizmin derin işgaline uğrayan zihin ve kalbler, tasavvufun, şirk
ve en ağır küfür çeşitlerinden biri olduğunu,
İslam ile hiçbir alakasının bulunmadığını iddia etmeye başladılar. Yabancı kültür iklimlerinden İslam’a sızan mistik bir yol ve usul
olduğunu iddia ederken, hem İslam’la alaka-
sızlığını ileri sürüyorlar hem de bu taarruzlarında başarısız olurlarsa tasavvufun “mistik
bir yol” olduğuna dair bir tortu bırakmak istiyorlar. Tasavvufun mistik bir anlayış olduğu,
bu sebeple İslam ile alakası olmadığı iddiası,
gerekçesi kendinden menkul bir iftiradır. Oryantalizm, önce tasavvufu kendisine uygun
şekilde tarif ediyor, ilk tahrifatını tarifte yapıyor, sonra da o tarif üzerinden tenkit ediyor.
Böylece tenkit (taarruz) tutmasa da, gerekçe
akıllarda kalıyor ve şüpheler oluşuyor.
Tasavvuf İslam’ın derinlik boyutudur.
Tasavvufa karşı başlatılan oryantalist taarruz
neticesinde Müslümanların tefekkürde derinleşme imkanı fevkalade azalmıştır. Oryantalist taarruz, Müslümanları sığlaştırmakla, basit ve bedevi bir hayata mahkum etti. Sığlaşan
ve basitleşen tasavvuf karşıtlarının biraz zeki
olanları, hikmet ihtiyacını batının felsefesiyle
karşılamaya, girift meseleleri ve izahları filozofların eserlerinde aramaya başladılar. Oryantalist taarruz hedefine ulaşmış, bir kısım
Müslümanların nazarında bir filozof, bir veli
şahsiyetten daha muteber hale gelmiştir.
*
Oryantalist taarruzun neticelerinden
birisi de, batının bilim telakkisine teslim olan
ve onu “evrensel değer” olarak kabul eden bir
kısım Müslümanlar, batı perspektifiyle kadim
müktesebatımızı hesaba çekmeye, müktesebatı “hurafe” olarak tavsif etmeye başladı. Kadim müktesebatımıza hurafe diyenler, her
nedense felsefeye “hikmet” diyorlar. Batı ile
hesaplaşması gereken Müslümanların bir
kısmı, batıdan aldıkları zehir ile İslam’ın on
dört asırlık müktesebatı ile hesaplaşıyor,
Müslümanlar arasında fitne çıkarıyorlar.
*
Oryantalizmin Türkiye’deki resmi
temsilcisi ve tatbikçisi Kemal Atatürk’tür.
Atatürk’ün zorla yaptığı müktesebat katlini ve
yerine meal ikamesini, şimdi bazı Müslüman
fikir ve ilim adamı iddiasındakiler, “sahih
İslam” başlığı altında devam ettiriyorlar. Bu
ülke şeyhler, hocalar ülkesi olmayacaktı Atatürk’e göre, bir kısım mealciler de şeyhlere,
alimlere karşı şiddetli bir mücadele yürütüyorlar. Nedense?
*
İslam’ın bilgi telakkisi, “iman mevzuları” ve “itimat mevzuları” üzerine kuruludur.
İman mevzularını her Müslüman aşağı yukarı
bilir. İtimat merkezlerimiz ise, ilk nesil olan
Sahabe-i Kiram’dan başlamak üzere, Allah
Azze ve Celle’nin dinini bize kadar ulaştıran
ümmetin nezih kadrolarıdır. Mukaddes ema- 36
netin nesilden nesile intikalini temin eden
mecra ise malum olduğu üzere Ehl-i Sünnet’tir. Ehl-i Sünnet husumeti, aynı zamanda
“itimat merkezlerimiz” olan Sahabe-i Kiram’dan başlamak üzere, Kur’an-ı Kerim ve
Sünnet-i Seniyye’nin intikalini mümkün kılan
mecranın kurutulması, dinin naklinin inkıtaa
uğratılması ve böylece dinin tahrif edilmesidir.
Oryantalist taarruz, bir taraftan “bilgi
telakkimizi” ve medeniyet müktesebatımızı
imha etmek isterken diğer taraftan “itibar ve
itimat merkezlerimizi” yok etmek için hamle
yapmıştı. Bir kısım Müslümanlarda bu hamlenin netice ve eser verdiğini görmek hüzün
vericidir.
AHMET KAMİL TUNCER
[email protected]
PARAPSİKOLOJİ VE
RUHİ İLİMLER
Batıda bilim mecrası, materyalist, rasyonalist, pozitif çerçeveye oturduğu günden itibaren
idrakini “beş hassa”nın dışına kapadı. Beş hassa
ile bilemediği varlığın ve vakıanın olmadığına
inandı. Dikkat, inandı… Çünkü bilim ya kaynağında bir inanç taşır veya bir müddet sonra bazı
kaideleri inanç haline getirir. Materyalist felsefe
zaten bir inançtı, maddeyi de sadece akılla anlamaktan ibaret bir rasyonalist inanç eklendi, bunların bilim mecrası olarak da pozitivizm geliştirildi.
Bir varlığın mevcudiyetini kabul etmesi
için görmesi gerekiyordu ama bazı kimselerin
görmesi yetmiyor, herkesin görmesi isteniyordu.
İlk sapmayı psikiyatride yaşadı, psikiyatrik hastaların bir kısmı, başka insanların görmediği varlıkları görüyordu. Pozitif bilim temelli psikiyatri,
bazı insanların gördüğü ama herkesin görmediği
varlıkların mevcut olabileceğine inanmadı, herkesin görmediği varlıkları gördüğünü iddia edenleri
“psikiyatrik hasta” teşhisi ile derdest etti. Adına
halüsinasyon gibi şeyler dedi ve psikiyatristlerin
görmediği varlıkları gördüğünü iddia eden kişileri
“hasta” statüsünde toplumdan uzaklaştırdı.
Pozitif bilim mecrası, konusu madde olan
her meselede iyi gidiyordu, ta ki “insan” bahsine
gelene kadar. İnsan maddeden ibaret değildi, tüm
bakış ve anlayışını maddeye sıkıştıran pozitif
bilim mecrası ise insanda maddeden başka bir şey
görmüyordu. Açıklamakta zorlandığı meseleleri
ise, “bilim henüz o kadar ilerlemedi, maddi bir
izahı vardır, ileride izah edilecektir” türünden bir
mazeretle kendini ve insanları aldatmaya başladı.
Psikiyatri, “halüsinasyon” ifadesiyle, “olmayan varlıkların görünmesini mümkün” ama
“görünmeyen varlıkların olmasını imkansız” saydı. Hangisinin “mümkün” olma ihtimali daha
fazlaydı? Batının epistemolojik işgali o kadar
derindi ki, hem batıda hem de doğuda herkes,
“psikiyatri bilimi böyle diyor” diye bu saçmalığı
kabul etti. Epistemolojik işgal… Bu mesele mühim… Bir epistemolojik evren üretiyorsunuz,
insanlığı o evrenin içine alıyorsunuz, o evrenin
dışı zifiri karanlık haline geliyor. O evrenin dışındaki her varlığı reddediyorsunuz, her sesi inkar, her hadiseyi tevil ediyorsunuz. Hayal diyorsunuz, halüsinasyon diyorsunuz ila ahir… Epistemolojik evreni kurup da insanlığa kabul ettirdiğiniz andan itibaren, “gerçeklik” sizin mülkiyetinize giriyor, neyin gerçek, neyin halüsinasyon
olduğunu siz belirliyorsunuz. Böylece ne “olmazlar” olur hale, ne “mevcutlar” muhal hale geliyor.
Psikiyatrinin yalpalaması, halüsinasyon
ifadesi ile tam bir illüzyon haline getirildi ve
dünyanın batısı da doğusu da bu illüzyona teslim
oldu. Hiç kimse çıkıp da, “görünmeyen varlığın
olması” ihtimalinin, “olmayan varlığın görünme37
si” ihtimalinden daha yüksek olduğunu söyleyemedi. Oysa dünyanın kahir ekseriyeti “görünmeyen varlıkların” olduğu bilgisini ihtiva eden bir
epistemolojiye sahipti, buna rağmen batının epistemolojik taarruzu karşısında mukavemet edemedi.
*
Mesele psikiyatri ile sınırlı kalmadı. İnsan
ve hayat o kadar girift ve derindi ki, pozitif bilim
mecrasının dışında her gün sayısız hadise yaşanıyordu. Pozitif bilimin ölçüleriyle izah edilemeyen, ufkunun dışında cereyan eden sayısız hadise,
kaçınılmaz olarak yeni bir bilgi alanı oluşturdu,
parapsikoloji… Bilgi alanı diyoruz çünkü batıdaki pozitif bilgi nazariyesi bu alanı “bilim alanı”
olarak kabul etmedi uzun süre. Batının pozitif
epistemolojik evreninin dışında cereyan eden, her
yıl on binlerce insanın gördüğü ve yaşadığı hadiseler, uzun müddet bilim dışı olarak kabul edildi
ve ciddiye alınmadı ama bu bilgi alanıyla ilgilenen insanlar ısrarla devam ettiler. ABD bilimler
akademisine yapılan çok sayıdaki müracaatın
reddedilmesinden bıkmadılar, hem çalışmalarını
hem de müracaatlarını sürdürdüler. Nihayet ABD
bilimler akademisi, 1969 yılının aralık ayında
“Parapsikoloji”nin bilim olduğunu kabul etti.
İşin en ilginç noktası, parapsikoloji alanındaki çalışmaların ciddi bir kısmı, bilim adamlarının gerçeği arama iştiyakından ziyade istihbarat teşkilatlarının ufuk ötesi imkanları araştırma
teşebbüsüydü. Psikiyatri ve içinde bulunduğu
pozitif bilim mecrası, görünmeyen varlıkların
olmasını imkansız görse de, istihbarat servisleri
onları ciddiye almıyor, parapsikoloji ile ilgilenen
“bilim” adamlarını istihdam ve çalışmalar için
büyük kaynaklar tahsis ediyordu.
Parapsikolojinin “bilim” olarak kabul
edilmesiyle aslında pozitif bilim mecrası, önce
insan meselesinde sonra da madde bahsinde iflas
etti. Fakat pozitif bilim mecrası hala parapsikolojiyi ciddiye almamakta direniyor, böylece kendi
varlığını ve temel tezlerini savunmanın “paranormal” mazeretlerini ve yollarını hazırlıyor.
*
Batının macerası bir tarafa, Müslümanların ruhun, cinin, meleğin, şeytanın varlığına
inanmalarına rağmen psikiyatrinin muhayyel
mefhumlarını kullanarak, görünmeyen varlıkları
gören insanlara “halüsinasyon” gördüğü teşhisiyle kimyevi-tıbbi tedavi uygulaması, epistemolojik
işgalin derinliğini göstermesi bakımından dikkat
çekicidir. Batıda parapsikolojinin bilim olarak
kabul edilmesinin üzerinden kırk beş yıl geçmesine rağmen, Müslüman psikiyatristlerin hala
“halüsinasyon” üzerinden teşhis ve tedaviye devam etmesi, hem batı tarafından derin şekilde
işgal edildiğini gösteriyor hem de batıyı geriden
takip ettiklerini…
Bu kadar da olmaz… Bari işinizi iyi yapın. Batının bilim telakkisini kabul ediyorsanız
bari batıyı iyi takip edin. Kur’an-ı Kerim’e inanıyorsanız, “iman” mevzuunun ne olduğunu tekrar
çalışın.
Evet, iman mevzuunun “ne olduğunu”
tekrar çalışmak gerekiyor. Bu çalışmanın, iman
ettiğimiz kaynaklarımızın mahiyetinin ne olduğunu anlamaktan başlaması şart. Kur’an-ı Kerim’e
iman eden müminlerin ilk yapması gereken iş,
“Kur’an-ı Kerim” ve “Sünnet-i Seniyye”nin mutlak ilim olduğunu, sınırsız mana hacmine sahip
bulunduğunu, mutlak ilimden sayısız nispi ilim
keşif ve inşa edileceğini anlaması şart.
Mesele, bir ayeti kerimeyi mealinden açıp
okumak ve anlamaya çalışmak değil, her şeyi
kuşatan bir medeniyet tasavvurunu, ona bağlı
ilimlerin tasnifini, bunların temelini teşkil edecek
bilgi telakkisini idrak ve inşa etmektir.
Fikirteknesi külliyatından yayınlanan,
“İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür” isimli eserde zikredildiği üzere, Beşeri İlimler Mecrasının terkip ilmi olan “insan ilmi”nin
ruhiyat şubesi, meseleyi “takdim” mahiyetinde
izah etmektedir. Ruhi ilimler bahsi, tabii ki tevhid 38
ilimleri mecrasının muhteva ufkuna dahildir ve
tasavvufun tasarrufu altındadır. Tasavvuf gibi bir
müktesebatı olan Müslümanların bu meselelerde
patinaj yapması anlaşılabilir bir durum değil.
*
Genel yayın müdürümüzün Nevzat Tarhan
ile yaptığı mülakat, bu bahislere ne kadar ihtiyacımız olduğunu göstermesi bakımından mühim.
Nevzat Beyin batının epistemolojik işgalini kabul
etmemesi, başka bir bilgi ve ilim telakkisinin lüzumuna inanmaması, başka bir bilgi telakkisinin
telif ve terkip edilmesinin imkansız olduğunu
düşünmesi, hangi durumda olduğumuzu göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Batılı bilim adamları bile batı bilim telakkisini Nevzat
Bey kadar “inançla” savunmamaktadır.
SELAHATTİN TATLI
[email protected]
NEVZAT TARHAN İLE MÜLAKAT
Genel yayın müdürümüz Metin Acıpayam, Nevzat
Tarhan ile mülakat yaptı. Mülakat mevzu, Nevzat
Beyin ihtisas alanından başlayarak, bilgi telakkisi
ve batının epistemolojik işgaline kadar geniş bir
sahaya teşmil edildi.
METİN ACIPAYAM: Biyoloji, batıda pozitif
bilimlerin içinde yer alıyor, hem pozitif bilim mecrasında olması hem de tüm canlıları tetkik eden
bilim olması hasebiyle, insanları da tetkik etmesi,
ciddi bir problem değil midir?
NEVZAT TARHAN: İlginç bir soru. Sorunuzun
ilginç olmasının sebebi şu noktadır: Biyolojinin
insanı tetkik etmesi neden tuhaf kaçıyor aslında
ilginç olan bu. İnsan nasıl bir varlık? Bu sorunun
cevabını vermek için evrenin yaratılışına bakalım.
Evrenin yaratılışında ilk bilimin dışına çıkan ne
var? İlk matematik var evrende. Her şey hesaplı
kitaplı ölçülü… İlk bilgi matematiksel olarak yapılmış. Evrendeki düzene baktığımız zaman, özellikle bu kuantum dinamiğinin ortaya çıkmasından
sonra, madde tabanlı evren, yerini enerji tabanlı
evrene bırakmıştır. Enerji tabanlı evrenden söz ediyorsak eğer, klasik pozitif bilimde madde yani materyalizm vardı. Madde esastı. Diyalektik materyalizm buna karşı önce madde var diyordu. Sonra
maddeyi de gözlemleyerek soyut bilginin ortaya
çıktığı tezini ortaya koyuyordu. Yani önce maddesel bilginin olduğunu, sonrada anlamsal bilginin
olduğunu iddia etmekteydi. İşte bu sebeptendir ki,
diyalektik materyalizm, maddeyi varoluşun merkezine almıştı. Ama kuantum dinamiğinden sonra şu
ortaya çıktı: Evren enerji tabanlı bir evrendir. Yani
maddeden önce mana var. Mesela bir marangozu
düşünelim. Marangoz ustasının zihninde var olan
bir masa önce marangozun zihninde var. Sonra
madde olarak var. O halde, evrende bir yaratıcının
zihninde var. Sonra evrende var. Yani Kuantum
dinamiğinden sonra şu ortaya çıkmıştır ki, önce
anlam, bilgi, proje var. Sonra uygulama. Şimdi böyle bir durumda olduğunuz zaman biyoloji bunun
neresine oturuyor. Şöyle ki; elinize bir elma alın.
Elmayı ikiye böldüğünüz zaman ortasından çekirdekler çıkar. Şimdi materyalist düşünen bir insan,
elmanın içindeki çekirdeği görür. Materyalist değil
de, soyut düşünen insan ise, çekirdeklerin içindeki
elmayı görür. Çünkü elmanın anlamı oradadır aslında. Çünkü o elma nesiller boyu devam ediyor. Bu
görülmeyeni görmektir işte. Görülmeyen çekirdeğin
içerisindeki elma ağacını görüyorsun. Çekirdeğin
üzerindeki elmanın özgeçmişini görüyorsun. Yani
elmanın geleceğini görüyorsun burada.
Şimdi evrene ve biyolojiye bakalım. Evrene bilimsel metodoloji ile baktığınız zaman, evrende önce
matematik bilginin olduğunu görürüz. İkinci aşamada ise fiziğin olduğunu görürüz. Yani önce hesap
bilgileri, sonra enerji ortaya çıkıyor. Üçüncü aşamada ise kimya ortaya çıkıyor. Yani varoluş bilimi
içerisinde, önce bilgi ve proje yaratılıyor, sonra
enerji yaratılıyor. Enerjinin yaratılmasından sonra 39
eylem, hareket, zaman başlıyor. Fizikten sonra
kimya başlıyor. Kimya ile beraber madde ve mekan
başlıyor. Daha sonrada inorganik maddeler ortaya
çıkıyor. Ve böylece biyoloji başlıyor. O halde biyoloji, pozitif bilimler mecrasında insanı incelerken,
biyolojik bakışla insanı incelemek hiç de tuhaf ve
problemli değil. Çünkü insan anlam dünyasından
madde alemine, yahut dini tabirle melekut aleminden kesret alemine geçerken biyolojiyle geçiyor.
Yani insanın melekutiyet alemi, insanın böyle bir
enerji olarak var olduğu zamanki insan. Ruh olarak
var olduğu insan. Soyut bilgi olarak var olduğu
insan. Buna melekutiyet alemi deniliyor. Bu aynı
zamanda kuantum dinamiği içerisinde, bir kuantum
bilgidir insan. İnsan kuantum bilgi durumundayken,
daha sonra matematiksel olarak enerji olarak madde
haline dönüşüyor. O bakımdan insanı anlamak için
biyolojik bakışa doğru bakmak gerekiyor. Şimdi
biyolojik bakışa şu şekilde bakılırsa yanlış bakmış
oluruz. Bu yanlış bakışlar şu şekilde; “Hücreler ne
güzel çalışıyor, ne kadar harika bir denge var, mükemmel bir sanat var. Harika bir düzen var. Enteresan bir sistem var. İlginç bir metodoloji var. Hem
bu kadar müthiş bir sistem hem mükemmel hem
hızlı, hem mükemmel hem sanatlı, hem mükemmel
hem güzel, hem mükemmel hem bol.” Bu hepsinin
de mükemmellikle, çokluğun, bolluğun, hızın, hepsinin bir arada olması, bunun çok üstün bir zihin
ürünü olduğunu gösteriyor. Şimdi böyle bir düzen
böyle bir mükemmellik varken, bu mükemmelliğin
nasıl işlediğine baktığımız zaman, biz, böyle durumlarda bu harika sanat karşısında hayretler içerisinden kalırız. Biz şuna benziyoruz. Büyük bir saraya girsek, bu saraydaki duvarların güzelliğinden
ihtişamından o saray sahibini unutursan, o saraydaki güzelliklerin ne manası kalır. Bu durumda o sarayı yaratan yaratıcıya saygısızlık olmaz mı? Şimdi
evrende de böyle bir biyoloji var. Bu biyolojiye ve
sanat eserlerine bakıyorsunuz. Bu harikulade eserler
karşısında, “nasıl yapılmış?” sorusuyla ilgileniyorsunuz. İşte bu bilim’dir. Ama “neden yapılmış?”
sorusuyla ilgilenmek dinbilimcilerin görevidir.
Biyolojiye bu gözle bakarsanız, biyoloji sizin varoluş sorularınıza cevap vermiş olur. Bunun için insanı anlama sürecinde biyolojiyi göz önüne almak,
insanı tanımayı kolaylaştırır. İnsan neden böyle bir
kul olarak yaratılmış? Neden bu kadar üstün sanatlarla, üstün zekalarla ve akılla yaratılmışız da, fakat
niye kartal kadar keskin gözümüz yok? Niye aslan
kadar kuvvetli güçlü pençemiz yok? Niye bir serçe
gibi özgür değiliz? Niye o kadar yükseklere çıkamıyoruz? Niye rüzgar ve bulut kadar dünyada hareket kabiliyetimiz yok. Evren içerisinde en akıllı
varlık biziz. Ama aynı zamanda kuş kadar özgür
değiliz. Aynı zamanda aslan kadar güçlü değiliz.
Aynı zamanda kartal kadar keskin bakışımız yok. O
halde bu neden sorularını sorarak insan, aynı zamanda varoluşunu sorgulamış oluyor. Yani bizim
biyolojiye doğru gözle bakmamız gerekir. Biyolojiye bu doğru bakış, mana boyutuyla bakmakla gerçekleşir. Yani biyolojiye nasıl boyutuyla değil de
neden boyutuyla bakarsak, biyoloji bize insanlığımızı keşfettirir. Bu nedenle biyoloji, bizim, insanın
davranışlarını ve varoluşu anlamamız açısından
birçok argümanlar sunuyor bizlere.
METİN ACIPAYAM: Yani bir problem olarak
görmüyorsunuz?
NEVZAT TARHAN: Tabii..
METİN ACIPAYAM: Temel bilimlerden olan
biyolojinin tatbik bilimi olan tıbbın, psikiyatriyi
kendi bünyesinde inşa etmesi (yani psikiyatrinin
tıbbi model olması) ciddi bir handikap oluşturmaz
mı?
NEVZAT TARHAN: Evet burada şunu söylemem
gerekiyor. Biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimler
temel bilimlerdir. Psikiyatride bu üç temel bilimi
alarak psiko-sosyal model ortaya çıkartmaktadır.
Diğer temel bilimler normali incelerken, psikiyatri,
anormali yani normalden sapmayı inceliyor. Böylece psikiyatrinin normalden sapmaları incelemesi
bizlere normali öğretiyor. İnsan zihni anoloji ile
bilgiye ve gerçeğe ulaşır. Mesela karanlık olmasaydı biz aydınlığı anlayamazdık, sıcaklık olmasaydı
soğuk kavramını anlayamazdık. Mesela hayvanlar
için anatominin yahut fizyolojinin bir önemi var
mı? Yok. Çünkü ihtiyaç hissetmiyor. Çünkü akıl
yok. Ama insan öyle değil. İnsanda akıl olduğu için
aklını kullanmak ister. Aklın önemli üç argümanı
var. Yani üç türlü akıl yürütme yöntemi vardır.
Bunlar; tümden gelim, tümevarım ve mukayesedir.
(anoloji). İnsan gerçeğe ulaşma yolunda bunlarla 40
beraber ihtimal hesabı yöntemini de kullanır. Bu
yöntem, kibrit mantığı olarak ta bilinen olasılık
evrenini düşünerek olasılık hesabı yapar. Peki psikiyatri burada ne yapıyor? İşte hastalıklardan bakarak normali anlamamızı sağlıyor. Böylece biyopsikososyal model ortaya çıkıyor. Bu, medikal ve aynı
zamanda tıbbi bir modeldir. Biyopsikososyal modelin psikiyatriyi kendi bünyesinde inşa ederek medikal bir model yapması, psikiyatri açısından bir handikap oluşturmaz. Çünkü psikiyatrik bir modelin
olması yani bir tıp biliminin girmesi psikolojiyi ve
sosyolojiyi açıklıyor. Şu anda bakıyorsunuz genetik
bilim, artık sosyolojiyi de etkilemeye başladı. Bu
nasıl etkiliyor sizce? Mesela şu an ilginç ve gizli
deneyler yapılmaya başlandı. Özellikle insan ve
maymun genleri üzerinde çalışıyorlar. Tüysüz
maymunlar ve fiziki görünümü insan gibi maymunlar üretilmek isteniyor. Fakat bu maymunlar üretilerek çiftliklerde çoğaltılacak. Bunlara savaşma öğretilerek, ruhsuz insan görünümlü canlılar ortaya çıkarılacak. Bir nevi canlı makine yapılacak. Bu canlılar zombi haline getirilmiş, maymundan üretilen
insan görünümlü pirimatlar yapılacak. Bu, şu anda
teorik olarak mümkündür. Bununla alakalı gizli
projelerin olduğunu söyleyebiliriz. Mesela genlerle
oynayarak nasıl domatesi bugün küçülterek kalın
kabuklu hale getirilerek küçültüldü ve dört mevsim
bulunabilir hale getirdiler. Aynı şekilde insanında
DNA’sıyla oynayarak aklı olmayan sadece yemek–
içmek- üremek gibi fonksiyonu olan insan üretilme
ihtimali yüksek. Geleceğin savaşçısı bunlar olacak.
Bu çok ilginçtir. Bu, bana ilginç bir hadis-i şerifi
hatırlattı: “Kıyamete yakın Mekke’yi ruhsuz insanlar yıkacak.” tarzında bir hadis-i şerif bu. Kaynağını bilmiyorum ama böyle bir hadisin olması
enteresan. Şimdi böyle bir durumda nasıl olurda
biyolojiyi ihmal edebiliriz? Böyle bir durumda biyolojik tıbbi modeli nasıl göz ardı ederiz? O halde
bizler genleri ihmal ederek sosyal bilimleri doğru
şekilde kullanamayız. Çünkü insanın nerede ne
yapacağını genetik kodlar belirlemekte. Mesela ne
diyelim; Genetik kodlarımız diyor ki, saldırganlığın
şu şekilde olacak, ona göre beyin belli bir ölçüde
protein üretiyor. Hatalı protein üretiminde ise kişi
şizofreni oluyor. Doğru protein üretiminde ise saldırganlığı doğru şekilde yönetiyorsunuz. Böyle bir
durumda insanın şiddet uygulayıp uygulamaması,
saldırgan olup olmaması gibi tanımlanmış genler
var. Bütün bunları şunun için anlatıyorum; Biyolojiyi göz ardı ederek psikiyatriyi anlayamazsınız.
Psikiyatriyi biyolojiden soyutlayarak ele alırsanız
şöyle düşünürsünüz: Şimdi çok güzel bir müzik
aleti olduğunu düşünelim. Nota olmadan eser olmadan bu müzik aletinin olması bir şey ifade eder mi?
Bu sebeple ikisi birbirinin alternatifi değil birbirinin
tamamlayıcısıdır. Bu sebeple evrende ruhsal bilgi
varsa, bunun madde aleminde tezahür etmesi için
biyolojiye ihtiyaç vardır. Biyoloji bizim donanımımızdır. Evrendeki psikolojik bilginin ifade organı
biyolojidir.
METİN ACIPAYAM: Psikiyatrinin tıbbi modelle
biyolojiye bağlanması, biyolojinin de pozitif bilimler içinde yer alması, temelleri birbirinden farklı
olması gereken “sosyal bilimler”in de aynı mahiyete savrulmasına yol açıyor mu? Psikoloji ve sosyolojideki gelişmelerin, “davranış bilimleri” gibi bir
noktaya savrulmasının temel sebeplerinden birisi bu
mudur?
NEVZAT TARHAN: Şu anda bilimler yeniden
yazılıyor. Kuantumdan önce her organ kendi başına
çalışıyor biliniyordu. Fakat Kuantum dinamiğinden
sonra bilimlerin bütünlüğü anlaşıldı. Bu bakımdan
önceleri tesadüfi varoluş bakışı vardı. Tesadüfi varoluş bakışında evrende her şey tesadüfen var olmuş
gibi bir kanaat hakimdir. Bunun içindir ki bu görüşte bilimlerin bütünlüğü yoktur anlayışı vardı. Bütünlük gibi görünen şeyler sonuçtu, sebep değildi.
Ama şu anda bilimler tasarımsal varoluş olması
gerekiyor. Önce bilgi var sonra madde var bakışıyla
kuantum tabanlı evrene yani enerji tabanlı evrene
baktığımız zaman böylece her şeyin dijital formata
çevrilebileceği potansiyelini görüyoruz. Mesela
dijital formata çevrilen ses çevrilip nakledildi, sesin
yanında görüntü çekilip kaydedildi, şimdi kokuda
dijital formata çevrildi. Karşı taraftan prekülsör
denilen ön maddesi varsa buradaki bilgisayardan
kokunun kodunu veriyorsunuz. Amerika’daki bilgisayardan kokuyu duyuyorsunuz, oradaki kokunun
tanımı ve titreşimi vasıtasıyla. Hologram teknikleriyle odanın içerisinde üç boyutlu görüntüler ve
insan dolaşabilecek artık. Teknoloji bu hale gelmiş
bulunuyor. Solunum ve titreşime dönüşebilen her 41
bilgi nakledilebiliyor. Böyle bir durumda bilgilerin
bütünlüğü kavramı ortaya çıktı. Yani hiç bir bilim
diğerinden bağımsız çalışmıyor. Bilimler arasında
son derece uyum ve ahenk var, harmoni var. Bu
harmoni içerisinde biyopsikososyal bilimler içerisine biyopsikososyal spritüel eklememiz gerekiyor.
Hatta bilim teorilerinde iç içe giren daireler vardır.
En ortada atom altı parçacıklar, sonra atom var,
sonra madde, maddeden sonra insan var, insandan
sonra üns var, sonra toplum sonrada evren var. Böyle giriyor bu daireler. Bu durumda insani zorluk
değil de davranış var, toplum var, evren var, en
dışta da spritüalite var. Yani ruhsallık. Öztürkçede
ruhsallığa tinsellik deniliyor. Tinsellik; yani spritüalite. Spritüalite, psikolojiden farklıdır. Spritüalitede
maneviyat, anlamsallık ve soyut bilgi vardır. Misalen flash bellekle bilgisayara yüklenen bilgiler spritüal bilgilerdir. Diğerleri, diğer bilgileri oluşturur.
Bunun gibi evrende bilgi tabanlı bir evrenin varlığı
kabul edilerek bu konu tartışılmaya başlanıldı.
Özellikle İsviçre’nin Cenevre şehrinde yaptıkları
son deneylerden sonra ışık hızından daha hızlı atomaltı parçacıklarının olduğuna dair deliller ortaya
çıktı. Bunun üzerine bilimler yeniden yazılıyor.
Yani bilimler birbirlerinin alternatifi ya da birbirle-
rine rekabet eden bilimler yerine birbirlerini tamamlayan bilimler var. O halde bilimlerde tesadüfi varoluştaki doğadaki rekabet ve mücadele bilimde yok.
Bu mücadelenin bilimde de olduğu kabul ediliyordu. Doğada mücadele var, bilimde mücadele var.
Bu mücadele sonucunda güçlü olan ayakta kalıyordu gibi bir anlayışın olmadığı görüldü. Ama şu andaki bilginin, müthiş bir ahengin eseri olduğu anlaşıldı. Onun için biyopsikososyal modelde de, evrende de birbirini tamamlayıcılık vardır. Bu sebepten burada bir savrulma söz konusu değil. Savrulma
bizim algılarımızda var. Bilimlerin bütünlüğünü
anlarsanız, bilimlerle uğraşan insanların, bütünlüğü
göremediklerini anlarsınız. Merkeze maddeyi aldıkları için bu savrulma gerçekleşiyordu. Ama bilimlerin bütünlüğü konusu anlaşılınca bu savrulmadan
bahsedilemez.
METİN ACIPAYAM: Batıda yapılan bilimlerin
tasnif haritasında, sosyal bilimler, gerçek anlamda
bir “insan ilmi” veya “beşeri ilimler” diye isimlendirebileceğimiz bir bilgi alanını karşılar mı?
NEVZAT TARHAN: İnsan diğer canlılar içerisinde tek başına yaşamak üzere zihinsel olarak kodlanmamış. Yani bir insanı tek başına yaşamaya dair
bir hücreye koyarsanız, 15 gün sonra bu insanın
şizofren olma ihtimali yüksek. İnsan sosyal bir varlık. İnsan, kendisini sosyal bir dokunun parçası olmadığını gördüğü zaman hayattan zevk alması etkileniyor. Bu sebeple yapılan bu bilimlerin sınıflandırma haritalarında sosyal bilimler, insan biliminin
ilgi alanını karşılamıyor. Yani insanın davranışlarını
sadece psikolojiye indirgemek doğru değil. Psikoloji sadece davranış bilimi olarak indirgenmişti. 1990
yılında bu anlayışa bir takım araştırmalar ile cevap
geldi. Bu araştırmalar beyin üzerine yapılan araştırmalardı. Söz konusu yıllarda yapılan araştırmada
insanın sadece davranışsal bir varlık olmadığını
bunun yanında duygularının da olduğu anlaşılmıştır.
Duygular bilimsel bir kategoridir. Kişinin duygularını değiştirerek düşüncelerini değiştiriyorsunuz.
Düşüncelerini değiştirerek algılarını değiştiriyorsunuz. Algılarını değiştirerek davranışlarını değiştiriyorsunuz. Davranışlarını değiştirerek kararlarını
değiştiriyorsunuz. Böyle bir durumda insanın duygularından hareketle düşüncelerini, davranışlarını,
kararlarını değiştirebiliyorsunuz. Bunun için duygulardan hareketle bir insanı istenen şekilde yönlendirmek gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ve insan ilminin duygularını analiz eden bir kişinin, insanın
nasıl karar verdiğini, yani biyolojinin mi yoksa psikolojinin mi karar verdiğini araştırması gerekiyor.
Mesela yapılan araştırmalar var. Beynin ön bölgesinde hasar oluşmuş kimselerin bütün karar mekanizmalarının beynin ön bölgesinde tümör bulunan
eliot vakası var mesela. Bu kişi başarılı bir avukat… Beyninde mandalin büyüklüğünde bir tümör
tespit edilene kadar bu kişide kişilik değişimi yaşanıyor mesela. Daha önce dikkatli, çalışkan, titiz,
başarılı bu kişi bu değişimle beraber kişiliğine uymayan anormal hareketler yapıyor. Sabah geç kalkıyor, toplum içerisinde geğiriyor, saçma sapan
işler yapıyor, evliliği yürütemiyor, işini, eşini kaybediyor. Perişan vaziyette yaşarken bir emar çekilmesi gerekiyor. Bu çekilen emarda bu tümör tespit
ediliyor ve operasyonla alınıyor. Bu tümör çıkarıldıktan sonra kişi kısmen toparlanıyor ama bütün
beyindeki hasar onun hastalığının sebebi olduğu 42
anlaşılıyor. Şimdi bu durumda bunun neresi psikoloji? Neresi biyoloji? O kişinin karar mekanizmaları
bozulmuş zaten. Demek ki bizim ruhsal yapımızı
yöneten beynin ön bölgesi. Geçenlerde bir doktor
arkadaşım anlatıyordu. Bir imamın çocuğuna antidepresan ilaç vermiş, idrar kaçırmayla alakalı bir
hastalık için. Çocuk henüz beş yaşında... Beş yaşındaki çocuk birdenbire anormal hareketler sergileyerek babasına beni evlendir gibi sözler söylemeye
başlamış. İlacın etkisiyle çocukta anormal davranışlar olmaya başlıyor. Bu davranış değişikliklerinin
artmasıyla çocuğu bir araştırıyorlar ki, mani dediğimiz durum ortaya çıkıyor. İlacın yan etkisi olarak
çocukta kişilik değişimi başlıyor ve hipomani dediğimiz ruh hali başlıyor. Çocuk bu ruh halinden ilacı
kullanmayarak kurtuluyor. Şimdi beyin kimyasına
müdahale ettiğiniz zaman kişinin kişiliği değişiyor,
bunun neresi ruhsal? Neresi biyolojik? Ruhsal yapımızın aracı organı beyin… Bu aracı organla oynarsanız ruhsal yapımızın mana dünyasından madde
dünyasına yansımasını bozmuş olursunuz. Bu sebeple bütün bilimler, beşeri bilimler olarak söylediğimiz bilimlerin hepsi biyolojiden bağımsız değil.
Biyolojiyi yok sayarak bir insan sosyal bilimle uğraşıyorsa yolu şaşırır. Genlerin sınırının dışından
sosyal bilimler çıkaramazsınız, mesela bir kadını
erkek, erkeği kadın yapamazsınız. Bu sebeple sosyal bilimler biyolojinin verdiği kodlar dışında, kodların içerisinde sosyal bilimler ve davranış bilimleri
hareket ediyor. O halde davranış genetiği önemli bir
alan. Genetikten bağımsız sosyal bilimle uğraşmak
büyük bir hatadır. Yanlış yaparsınız. Bu biyolojik
indirgemecilik değildir, buraya dikkat edelim. Her
şeyi biyolojiye bağlamak yanlış olduğu gibi, her
şeyi sosyal indirgemeciliğe bağlamak da yanlış.
Çünkü bunların arasında ciddi bir denge vardır.
Tıpkı sıcaklık ve soğukluk arasındaki denge gibi.
Birine ağırlık verirsin öbür taraftan terazinin kefesini bozarsınız. Bu sebeple evrenin var oluş modeli
biyopsikososyospiritüel modeldir.
METİN ACIPAYAM: Batının epistemolojik evreni; materyalist, rasyonalist, pozitivist ve evrimci bir
altyapıya sahip görünüyor. Bu esaslara göre insan,
“gelişmiş hayvan” mahiyetinde bir varlıktır ve müstakil bir varlık hüviyetine sahip değildir. Öyleyse
batıda, “insana dair” söylenmiş bir söz, inşa edilmiş
bir ilimden bahsetmek kabil midir?
NEVZAT TARHAN: İnsanın konuşan hayvan
olarak tanımlanması Descartes ile başlayan bir gerçek. Fakat 1990 yılından itibaren bir sinirbilimci
Descartes’in yanılgısı diye bir kitap yazdı. Bu kitaptan sonra bu paradigma Batı’da değişmeye başladı.
Bu kitapla beraber insanın gelişmiş bir hayvan olmadığı, insanın özel bir varlık olduğu ortaya çıktı.
Madde dünyasının içerisinde var olan insana evrimci bir bakışla baktığınız zaman insanı tesadüfi bir
bakışa indirgersiniz. Darwin’in meşhur dörtlemesine bakarsanız orada şunu görürsünüz; Önce kimyasallar vardı, kimyasal ateşlenmeyle beraber yosun
ortaya çıkıyor, yosundan sonra balıklar ortaya çıkıyor, daha sonra kertenkele ortaya çıkıp yürümeye
başlıyor karada. Bununla beraber sürüngenler çıkıyor. Sürüngenlerin içerisinde daha sonra çeşitli mutasyonlarla diğer canlılar ortaya çıkıyor gibi evrimin
böyle tesadüfi varoluş çerçevesinde; Yaşam bir
mücadeledir, ve doğal seleksiyonla beraber güçlü
olan ayakta kalır anlayışıyla, Darwin, meşhur dörtlemesini ortaya atıyordu. Darwin’e göre tesadüfi
varoluş varsa hayat mücadelen ibaretti. Güçlü olan
ayakta kalacaktı. Fakat şu anda DNA’nın bulunma-
sıyla beraber evrimin geçersizliği anlaşıldı. Yani
DNA’ın bulunmasıyla evrime büyük bir darbe vurulmuş oldu. DNA’ın bulunması aynı zamanda varoluşun tesadüfi olmadığı anlaşıldı. Çünkü insanın
DNA’sı ile şempanzenin DNA’sı arasında % 60-70
civarında benzerlik var. Bazı araştırmalara göre
şempanzenin DNA’sının %98 oranında insan
DNA’sıyla aynı olduğu anlaşıldı. Şempanze ile
insan arasındaki fark %2-3 oranında mı? Burada
şunu söylemem gerekiyor ki, insana gelişmiş hayvan diyemeyiz. Tesadüfi varoluşta üç şey açıklanamıyor. Bunlardan birincisi; sembolik düşünce, ikincisi; kavramsal düşünce, üçüncüsü; anlamlılık arayışıdır. Bu üçü açıklanamıyor. Her insan nasıl-niçin
sorularını arıyor. Hatta bununla ilgili metokoknisyon genlerinden söz ediliyor. Yani zihinüstü genler,
bu genlerin dört tane olduğu söyleniyor. İnsanı
şempanzeden ayıran bu genlerin olduğu tartışılıyor
şimdi. Bu genlerden bahsedeyim. Bunlardan, birisi
anlamlılık geni. Yani bir hadise ile karşılan insan
neden-niçin sorularını soruyor. Karnı doyan bir
hayvan bu soruları sormuyor. Hastalanan bir hay- 43
van, hastalığın sebebini araştıramıyor, fakat insan
öyle değil. Anatomiyi ve fizyolojiyi bulacak derecede araştırmalar yapıyor. Bu araştırmaların sebebi
insanın anlamlılık genine sahip olmasıdır. İkincisi
zaman algısıyla ilgili genlere sahip insan… İnsandan başka zamanın farkında olan başka canlı yoktur. İnsan dışındaki diğer canlılar geçmiş ve geleceği algılamıyor. İnsandaki üçüncü metokoknisyon
gen ise yeniliği arama geni. Mesela bu gen bulundu
şuan. İnsandaki dördüncü metokoknisyon gen ise,
insanın ölümün farkında olmasıdır. Öleceğini biliyor, diğer canlılar öleceğinin farkında değil. Yani
sadece bu dört gen sebebiyle insan diğer canlılardan
ayrılıyor. Bu dört genin insanda bulunması tesadüfi
varoluşla açıklanamayacak kadar karmaşık ve girift
bir yapıya sahiptir. Mesela bir uçak düşünün. Uçağın bütün materyalleri bir yerde yığılı duruyor. 50
sene rüzgar fırtına esiyor. Bu fırtına ve rüzgardan
sonra bu yığılı materyaller uçak haline geliyor. Bu
mümkün değildir. Hatta matematik hesaplarında
olasılık hesapları vardır. On üzeri ellinin üzerinde
bir olasılık varsa matematik ilmine göre o iş imkansız kabul ediliyor. Sadece DNA’ın -telomer denilen
DNA’ın- kaç defa çoğalacağını yani ömrünü gösteren aminoasit zincirinin oluşması için on üzere altı
yüz elli iki olasılık hesabı lazım. Bunu şu şekilde de
hesaplayabiliriz. Mesela elinize bir kalem alarak
fırlatın. Bu kalem sivri ucunun üzerine düşsün. Üç
defa üst üste bu kalemi sivri ucuna düşürmek, on
üzere on yedi olarak hesap edilmiş. İki kalemi alıp
aynı anda fırlatıp ikisini de ucu ucuna getirtmek,
üçünü de aynı anda fırlatıp ve tekrar üçünü birden
sivri ucuna getirmek, on üzeri elli altı oranını verir.
Yani üç tane kalemim var. Üçünü de 56 defa fırlattığımız zaman ancak bir araya geliyor. Yani kalemi
bile fırlattığınız zaman sivri uçlarının bir araya
gelmesini sağlayabilmek olasılık hesaplarına göre
imkansız. Böyle bir durumda DNA’nın dizilimini
düşünün. DNA’ın diziliminin tesadüfen bir araya
geldiğini düşünmek matematik ilmine göre imkansız. O halde bunu yapabilecek bir dış gücün olması
lazım. Kendini göstermeyen bir dış irade gerekiyor.
Bu sebeple insan gelişmiş bir hayvan değil. İnsan
dış irade tarafından, ya bir görüşe göre maymun
DNA’sından özel olarak tasarımsal varoluşla yaratılmış bir varlıktır yahut da doğrudan topraktan yaratılmış. Mesela Kur’an’ı Kerim’de insanın topraktan yaratıldığını söylüyor. Şimdi toprağın yapısında
hangi maddeler var, “karbon, oksijen, hidrojen,
azot”. Yani insanın varoluşunun özü topraktan gelmektedir. Bu noktada Şeytan insana neden itiraz
ediyor? Kendisinin ateşten yaratıldığını söylüyor.
İnsanın topraktan çamurdan yaratıldığını söylüyor.
Ondan daha üstünüm diyor. Buradaki yaratılma
kavramını ele alalım. Bir yaratıcının yeni bir DNA
yapması için maymunun genine ihtiyacı yok. Bu
kadar mükemmel bir evreni yapan, DNA’dan yeni
bir insan DNA’sı yapabilir. Ama evrendeki ahenge
uygun bir maymun DNA’sı ile insan DNA’sının
birçok benzerliği olabilir, yosunda olduğu gibi...
Yani evrim eğer tesadüfi varoluşu değil de, tasarımsal varoluşu kabul ederse evrenin, semavi öğretilere
ters düşmediğini söyleyen görüşlerde var. Bu sebeple zamanı gelince yaratıcı ilk canlıyı topraktan
yaratmış, ve en akıllı canlıyı da topraktan yarattığından yaratmış olması insanın topraktan yaratılmış
olması sözünü yalanlamaz. Çünkü maymunun vücudu da topraktan yaratılmış. Bir zincirdir o. Direkt
topraktan değil de maymundaki mutasyonla oluşturulup yaratılmış da olabilir. Bu sebeple evrimin
böyle yorumları da yapılabiliyor.
METİN ACIPAYAM: Psikiyatri, pozitif bilim
mecrası içinde yer aldığı için, bilim temelini beş
hassaya ayarlı şekilde oluşturmuştur. Bu sebeple
mesela ruh, cin, melek gibi “görünmeyen varlıkların” mevcut olabileceğine inanmaz ama “olmayan
varlıkların” görünebileceğine (halüsinasyona) inanır. Olmayan varlıkların görünmesi mi, görünmeyen varlıkların olması mı daha mantıklı ve daha
muhtemeldir? Bu durum hem psikiyatrinin, hem
tıbbın hem biyolojinin ve nihayet hem de pozitif
bilimlerin iflası manasına gelir mi?
NEVZAT TARHAN: Olmayan varlıkların görünmesi mi, görünmeyen varlıkların olması mı daha
mantıklıdır? Burada ikisi de mümkün ve muhtemeldir. Tıpta halüsinasyon kavramını anlamamız gerekiyor. Halüsinasyon bir algı bozukluğu olarak kabul
ediliyor. Kişiye bir ilaç veriyorsunuz. Öğrencilik
yıllarımda rastlamıştım. Deneysel amaçlı bir ilaç,
genç yaşta kişiye verilmişti. Bu genç çok sağlıklı
idi. İlaçla beraber çeşitli halüsinasyonlar görmeye
başlamıştı. İlacın etkisi geçip de ne gördüğünü an- 44
lattığında, çeşitli insanlar gördüğünü söylemişti.
Yani bazı kimyasallar verilmeye başlandığı andan
itibaren bu çeşit halüsinasyonlar görülmeye başlanır. Mesela alkol kullanan bir şahıs, alkolü bıraktığı
zaman yatağında böcekler görmeye başlıyor. Bu
halüsinasyonların görülmesi kişinin beyninin bir
bölgesinin farklı çalıştığını gösteriyor. Yani beyin
objesiz algılamaya başlıyor. Beyin objesiz algılama
yaptığı zaman olmayan şeyler görünüyor. Bu kişi
yalan söylemiyor, gerçekten görüyor. Ama bu kişi
ile beraber ikinci birisi bunları görmüyor. Çünkü
beynin kişiye oyun oynamasıdır bu durum. Bu halüsinasyondur ve hastalıktır. Bu durum ilaçla tedavi
edilip düzeltilebiliyor. Bu kişinin olmayan varlıkları
görmesi değildir bu. Beynindeki kayıtlı bilgilerin ya
da hayal dünyasındaki var olan bilgilerin çeşitli
biyolojik mekanizmaların bozulmasıyla aktif hale
geçmesi. Bu durum pozitif bilimlerin iflası manasına gelmiyor. Olmayan varlıkların yani ışınsal varlıkların olmadığı manasına geliyor mu? Ona da
gelmez. Bu kişinin gördüğü varlığın, ışınsal varlık
olup olmadığı yönündeki bilgiyi biz bilemeyiz. Mesela böyle kişilere bazı dualar okuyorlar. Cevşeni
kebir okuyorlar. O kişinin görüntüleri kaybolabiliyor o anda. Böyle bir durumda biz ancak şunu bili-
yoruz ki, evrende ışınsal varlıkların olmadığını göstermedikçe, ışınsal varlıklarla alakalı bilim yorum
yapamaz. Bu konuda kanıtım yoktur diyebilir ancak. Ama atom altı parçacıkların hareketleri anlaşıldıktan sonra, ışık hızından daha hızlı hareket
eden parçacıklar var, piskon olarak tanımlanıyor
bunlar, graviton mesela... Graviton, gezegenlerin
birbirini çekmesini sağlayan atomaltı parçacık. Piskon da belki evrendeki insandışı diğer varlıkların
varlığını tamamlayan kodlardır belki de. Mesele şu
anda odada oturuyoruz. Havada bir sürü mikroplar
uçuşuyor. Bunların hepsini doku kültürüne koysanız
bir müddet sonra havadaki tozlar mikrop olarak
ürerler. Uçuşu görmememiz olmadığı manasına
gelmiyor. Ama aynı şekilde bizim elektromanyetik
enerji şeklinde evrende dolaşan radyan enerjinin
bunları ruh, melek, cin gibi dinlerin tanımlanmasını
bilimlerin karşı çıkması manasına gelmez. Şu anda
bilim bunu ispat edemedi denilebilir. Bu sebeple
biyolojinin ve pozitif bilimlerin ispatı manasına
gelmez. Sadece biyolojik bilimlerin fizik bilimleri
ve elektromanyetik bilimlerinden yardım alması
ihtiyacını ortaya çıkarır. Yani burada elektromanyetik spektrum içerisinde evren incelendiği zaman
kuantum dinamiğiyle incelendiği zaman insan hem
var hem yok kuantum dinamiğine göre. Yani insan
sadece bilinçli bir gözlemci... Bilinçli olarak gözlemlediği zaman madde haline geliyor. Gözlemlemediği zaman soyut bilgi haline geliyor ve enerji
bandını değiştirmiş oluyor. Bu sebeple insanın öldükten sonra farklı bir enerji bandına dönüşmesi
zamanın kırılmasını yaşaması insanın sonsuzluğa
geçiş yaptığını kabul etmemizle alakalı. Pozitif
bilimi sadece beş duyuyla açıklayamıyoruz. Yani
varoluşu beş duyuyla açıklamaya çalıştığınız zaman
(görme, işitme, tatma, koklama, temas etme) gibi
duygularla açıklamaya kalkarsanız açıklayamazsınız. Zaten duyular otuzun üzerine çıktı. Mesela
kimyasal duygular, manyetik duygular. Misalen
güvercinlerin beyinlerinde demir iyonuyla çalışan
hücreler bulundu. Bu sebepten güvercinleri buradan
bırakıyorsunuz, Kudüs’e gidiyor. Nasıl gidiyor?
Elektromanyetik hücreleri algılayarak hedefi buluyorlar. Güvercinin bu özelliği insanda yok mesela.
Demir iyonları güvercinlerin beyinlerinde pusula
gibi çalışıyor. Yani pozitif bilimler din bilimlerini
tamamlıyor. Pozitif bilimler dinlerin alternatifi değil
birbirinin tamamlayıcısıdır.
METİN ACIPAYAM: Pozitif bilim temelli psikoloji ve psikiyatrinin bilgi evreni dışında cereyan
eden sayısız hadiseyi izah edemediği için bilim
dışına çıkarması, o alan için ilmi disiplinler dışında
parapsikolojinin oluşması, nihayet parapsikolojinin
1969 yılı aralık ayında ABD bilimler akademisinde
“bilim” olarak kabul edilmesi, buna rağmen “üvey
evlat” muamelesi görmekten kurtulamaması, özü
itibariyle pozitif bilimin ve ona bağlı olarak psikiyatrinin iflası anlamına gelir mi?
NEVZAT TARHAN: Tabii bu soru çok iddialı bir
soru. Bu konuda bilimde kanıt piramidi vardır. Kanıt piramidinin en temelinde olgular vardır. İkinci
sırada olgu serileri ortaya çıkar. Üçüncü sırada plasebo kontrollü geniş ölçekli çift kor çalışmalar yapılır. Daha sonra meta analizler yapılır ve en sonunda,
kanıt piramidi en yüksek hale gelir. Şu anda parapsikoloji, kanıt piramidinin en tabanında duruyor.
Mesela bu konuda örnek verecek olursak; bazı in- 45
sanlar düşünce gücüyle çatalı eğiyorlar. Ama bunların hepsi olgu bazında... Bunlar olgu serileri halinde
ortaya çıkarak yayınlanırsa ve bu kişiler üzerinde
araştırma yapılırsa, bundan sonra parapsikoloji kanıt düzeyini yükseltecektir. Parapsikolojinin kanıt
düzeyinin düşük olması sebebiyle şu anda bilimin
menziline ulaşamıyor, ama bilim dışı olduğunu da
söyleyemeyiz parapsikolojinin.
METİN ACIPAYAM: Müslüman psikiyatristlerin
ve psikologların, “görünmeyen varlıkların” mevcudiyetine inandıkları halde, kendilerine başvuran
insanların halüsinasyon gördüklerini söylemesi, bu
teşhise göre bir tedavi uygulaması, batının epistemolojik işgalinin akıl almaz derinliklere kadar indiğini gösteren bir alamet değil midir?
NEVZAT TARHAN: Burada Batı’nın epistemolojik işgali yoktur. Şimdi burada şu var; halüsinasyon
gören birisi bize geldiği zaman bu kişinin beyin
ölçümlerini yapıyoruz, muayenesini yapıyoruz ve
bu kişinin beyninin elektromanyetik haritasını çıkartıyoruz. Beyindeki normatif veri tabanıyla bu
kişinin beyninin veri tabanını karşılaştırıyoruz. Bu
veri tabanına göre o kişinin beyninde alfa-beta-teta
–delta dalgalarının belli bir normatif değerde olması
lazım. O değerin dışına çıkan beyin alanlarını buluyoruz ve bu kişi için ilaç ihtiyacının zorunlu olduğunu söylüyoruz. Bu kişilere diyoruz ki; Senin beyninde serotanin azalmış veya dobofin artmış ya da
azalmış, beyninin hangi bölgesinde artarsa, o bölgenin bozulmasıyla alakalı ses, görüntü, hayal görmeler ortaya çıkıyor. Bu tür hastalara ilaç kullan
diyoruz. Bu arada bu kişinin yaşadıklarının görünmeyen varlıklarla alakasının olup olmadığı bizim
alanımız olmadığını söyleyeyim. Hastalarımıza da
söylüyoruz zaten. Burada şunu da söylemem gerekiyor, her insanın inancına ve kültürel değerlerine
göre gidip dualarını okutması ve bununla alakalı bu
işin ilmini bilen insanlarla görüşmesine karışmıyoruz. Bu konuda ne olumlu ne de olumsuz bir fikir
belirtmiyoruz. İşte burada artık rahatlıkla söyleyelim ki, bu batının epistemolojik işgali değildir. Bilimin geldiği noktadır burası. Yani kişi hem duasını
okur, hem de bilimin öngördüğü şekilde muayene
olursa bilim inançlara yardım etmiş olur. Burada iki
disiplinin birbirini tamamlaması vardır.
METİN ACIPAYAM: Tüm bunlar batının bilgi ve
bilim telakkisinin iflası anlamı taşıyorsa, özellikle
Müslümanlar açısından meseleye bakarak, yeniden
ilimlerin tasnifi yapılmalı ve bu tasnifle beraber
bilgi telakkisi oluşturulmalı mıdır?
NEVZAT TARHAN: Batının bilgi ve bilim telakkisinin iflası söz konusu değildir. Tam tersine Batı’nın, şuan ki bilgisiyle beraber, tarihe baktığımız
zaman, Batı’nın kaynak açısından Doğu’dan çok
şey aldığını görüyoruz. Batı’nın pozitif bilimlerinin,
Doğu ilimlerine çok şey borçlu olduğunu söyleyelim. Bilimin geldiği nokta, Batı’nın malı değildir ki,
binlerce yılın birikimidir bunlar. Batı biliminin geldiği nokta düşünülerek şu kanaate varmalıyız ki, bu
gelişmelerin kaynakları Müslüman dünyasının insanlığa yaptığı katkıların getirdiği değerleridir.
Şuan ki pozitif bilimleri Batı’ya indirgemek demek,
oryantalizmi kabul etmek demektir ve Doğu olarak
oryantalizmin tesirinden kurtulamadınız demek.
Batı karşıtlığı yaparken, Batı’nın elindekine sahiplenmek gibi hataya düşüyoruz. Böyle durumlarda
Batı’ya; “Sizin elinizdekilerin yarısı bizden kaynaklanıyor” demek gerekiyor. Bu bakımdan Batı’nın
bilgi ve bilim telakkisi iflas etmiyor. Bunların yarısı
zaten Doğu’nun malı... Bunlara bizim sahip çıkmamız gerekiyor. Yani bilgi telakkisini Batı’nın
tekeline bırakmamamız gerekiyor. Çünkü Batı bunu
yaparken referans kullanmamış. Referans kullanmadığı için kendi malı zannediyor. Aldıkları birçok
bilgiler, Avrupa’nın ilk üniversitesini kuran Endülüs Emevilerinden. Uzay bilgilerini oradan öğrenmişler, hastahane modelini oradan öğrenmişler.
Bütün bu bilgiler varken, bilimin tek sahibinin Batı
olduğu kanaatine varmak yanlıştır. Pozitif bilim
dünya mirasıdır. Hepimizin hakkı vardır. Bu sebeple Batı’nın bilgi telakkisine karşı çıkmaktansa, oradaki bize ait şeylerin mülkiyetine sahip çıkmak
gerekir.
METİN ACIPAYAM: Teşekkür ederiz hocam
NEVZAT TARHAN: Rica ederim.
46
İSTİHBARAT VE
BİLGİ TELAKKİSİ
Ham bilgi farklı disiplinler tarafından
ele alınır ve kendi ölçüleriyle yoğrularak kendi
mülkiyetine geçirilir. Her ilim dalı veya bilgi
alanı (ilim haline gelmemiş bilgi alanı), muhatap olduğu bilgiyi önce teşhis eder, sonra tavsif
eder, daha sonra da kendi ölçüleriyle tahlil ve
terkibe tabi tutar. Temelde bilgi aynıdır, aynı
bilgiyi (mesela ham bilgiyi) farklı bir sahaya
taşınıp orada yoğrulduğunda ortaya başka bir
bilgi çeşidi çıkar.
İstihbarat bakış ve anlayışı farklı bilgi
alanlarından birisidir. İstihbarat ile bilgi telakkisini bir başlık altında tetkik etmemizin esas
sebebi, istihbaratın bilgi üzerinde ağır etkiler
yapan bir usul kullanıyor olmasıdır. İstihbaratın
bilgi üzerindeki tesiri o kadar derindir ki, bilginin tabiatını (genetiğini) bozacak kadar ileri
noktalara ulaşır. Bu çok ciddi bir meseledir ve
çağımızın istihbarat çağı olduğu veya öyle zannedildiği için de çok önemli bir konudur. İstihbarat servisleri bir alana girmişlerse, artık orada
sıhhatli bilgi aramak beyhudedir.
*
Batı, reform ve Rönesans’la başlayan
kendi karanlığından çıkıp kendini aydınlatmaya
başladığında, dünyada çok sayıda kültür vardı
ve her birinin kuvvetli veya zayıf, küçük veya
büyük hacimli, derin veya sığ bilgi telakkileri
mevcuttu. Fakat bunların içinde bir tanesinin
bilgi telakkisi çok muhkemdi, çok hacimliydi
ve nihayeti görülemeyen derinliğe sahipti, o
İslam’dı ve muhteşem de bir medeniyeti mevcuttu. Batıya karşı her kültür ve medeniyet havzası direnmişti ama derin ve muhkem bilgi te-
lakkisi ile İslam (Osmanlı) medeniyeti çok sağlam duruyordu.
Batı bir taraftan kendi bilgi telakkisini
inşa ediyor diğer taraftan dünyadaki farklı kültür ve medeniyetlerin bilgi telakkilerine saldırıyordu. İkisini birden yapması şarttı, kendi bilgi
telakkisini inşa etmesi yalnız başına kafi değildi, diğer kültür havzalarının sahip olduğu bilgi
ve ilim telakkilerinin imha edilmesi gerekiyordu.
Oryantalist taarruz, batının epistemolojik
işgalinin öncü hareketiydi. Oryantalist taarruz
karşısında direnemeyen doğu, çareyi batının
bilgi telakkisine teslim olmakta, onu batıdan
daha fazla savunmakta buldu. Tam olarak tecavüzcüsüne (veya baba katiline) aşık olan insan
misaliydi yaşanan. Oryantalist taarruzun ardından epistemolojik işgal geldi ve dünyayı ruhundan teslim aldı.
47
*
Oryantalist taarruz ile paralel epistemolojik işgalin başarıya ulaştığı on dokuzuncu
asırda batı, bilgi üzerindeki üçüncü harekatını
başlattı, istihbarat operasyonları… İstihbarat
operasyonlarının en önemlisi ve en az fark edileni, bilgi üzerindeki operasyonlardı. Bilgi üzerindeki operasyonlarla zihinler işgal edildi, doğudaki tüm kültür havzalarının bilgi telakkileri
yıkıldı. Mesela Osmanlıdaki İngiliz ajanlarının
ciddi bir kısmı “din adamı” kisvesi giymişti ve
dini anlayışı hurafelerle doldurmuştu. On dokuzuncu asır istihbarat operasyonlarının ciddi bir
kısmı, “haber almak” için değil, “bilgi vermek”
için yapılmış, İslam cemiyetlerinin zihni altyapıları çökertilmiş, dini inanışları çarpıtılmış,
epistemolojik işgalin altyapısı hazırlanmıştı.
Oryantalist müktesebat hala üniversitelerde
“kaynak” vazifesini görmeye devam ediyor
ama şu anda esas operasyonlar istihbarat servisleri üzerinden yürütülüyor. Fethullah Gülen
Örgütünün ana misyonuna bu açıdan bakmak
aydınlatıcı olsa gerek.
Neticede, epistemolojik işgal, oryantalist
taarruz, istihbarat dezenformasyonuyla kurulan
sacayağı, kendinden beklenen faydayı batı hanesine kar olarak yazdı. Bir iki asırdan beri İslam dünyası tam bir kaos yaşıyor, kaosun temeli ise bilgi telakkisi ile ilgilidir. Doğrudan söylemek gerekirse, İslam dünyası birkaç asırdan
beri bilgi kaosu yaşıyor.
*
Bilgi üzerindeki istihbarat operasyonlarının birçok çeşidi ve maksadı var. Bunlardan
önemli birisi, “sıhhatli düşünmeyi” imkansızlaştırmaya, böylece düşüncede derinleşmeyi
önlemeye ve nihayet oryantalist taarruz ile epistemolojik işgalin fark edilmesini engellemeye
dönüktür. Fethullah Gülen ve Mustafa İslamoğlu misallerinde görüldüğü üzere, dinin tahrifine
yönelik hamleler Müslümanlardan gelmekte,
“alim” sıfatlı kişilerin teşebbüslerine karşı ümmetin savunma bariyerleri zorlanmaktadır.
Bilgi üzerindeki istihbarat operasyonları,
bir taraftan “ne düşünmemiz” gerektiğini dikte
ederken, bunu sağlayamadığı şahıs ve meselelerde de bilginin genetiği ile oynayarak itimat
edilebilir bilgiyi imha etmektedir. Bu operasyonların bir kısmını Müslüman ve alim sıfatlı
kişiler eliyle yaptığı için, “itibar” ve “itimat”
merkezlerimizi de vurmakta, böylece bilginin
hem kendisi hem de kaynaklarından birisi imha
edilmektedir. Fethullah Gülen ve Mustafa İslamoğlu üzerinden yürütülen bilgi operasyonları,
önce dini “alim” sıfatlı kişilerin eliyle tahrif
etmekte, bu adamlar deşifre olduktan sonra da
“alim” sıfatlı kişilerin dini tahrif edebildiği kanaati yayılarak, silsile geriye doğru işletilmekte
ve mesela İmam-ı Azam Hazretlerine kadar
ulaşan itimatsızlık ve itibarsızlık altyapısı oluşturulmaktadır.
Bilgi ve bilgi kaynakları üzerindeki operasyonlar o kadar ince planlanıyor ki, operasyonlar mutlaka hedefine ulaşıyor. Fethullah
Gülen ve Mustafa İslamoğlu, kendilerine inananlar nezdinde dini tahrif ediyor, kendilerine
inanmayanlar nezdinde de “alimler” hakkında
suizana sebep oluyor. Yani batı, her iki ihtimalde de karlı çıkıyor.
Bilgi üzerindeki istihbarat operasyonları,
bilgiyi kirlettiği ve bilgi kaynaklarını bulandırdığı için, Müslümanların zihni dünyalarında bir
kaos üretiyor. Mesela batının her şeye hakim
olduğu gibi kanaatler, her şeyin sahibi ve maliki
olan Allah Celle Celaluhu’ya inanan Müslümanların zihinlerinde karşılık bulabiliyor. Hem
her şeye kadir olan Allah’a inanacaksınız hem
de mesela ABD’nin dünyada her şeye hakim
olduğuna, ondan habersiz bir iş yapılamayacağına inanacaksınız. Böyle bir zihni kaostan sıh48
hatli bir fikir, fikriyat, medeniyet çıkar mı?
*
Çok zor ve girift meselelerden bahsediyoruz. Bunların her birini çözmek için başlı
başına seferberlik gerekir. Oysa ümmetin ne o
kadar zamanı var ne de o kadar kaynağı… Sürekli medeniyet tasavvuru, bilgi telakkisi, ilimlerin tasnifi gibi temel meselelerden bahsetmemizin sebebi de zaten bu. Ya “büyük terkip”
inşa edilir ya da kuzgun leşe… Fikirteknesi
kadrolarının bu istikamete yönelmesi, entelektüel bir meşgale değil, bilakis zamanın ihtiyacıdır. Büyük Terkip gerçekleştirildiğinde, saymakla bitmeyecek problemlerin kahir ekseriyeti
zaten halledilmiş olacaktır. Öyleyse başkalarının ne yaptığından ziyade, bizim ne yapmamız
gerektiği ile ilgilenmek daha doğrudur.
AHMET SELÇUKİ
[email protected]
İSLAM MEDENİYET TASAVVURUNUN
İRFAN (RUH) CEPHESİ
Biz yeni bir hakikat keşif ve telif etmekle meşgul değiliz. Hakikat tektir ve zaman üstüdür, o, Mutlak İlim olan Kur’an-ı
Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Davamız,
zaman üstü olan hakikati, kalbi ve zihni evrenimize nakletmek, mümkün olduğunca idrak
etmek ve zaman dairesi içinde tatbik şartlarını
inşa etmekten ibarettir. Başka bir ifade ile
zamanı kuşatan hakikatin (İslam’ın) zaman ve
mekandan mürekkep bu alemde tecelli ve tezahürünü mümkün kılmaktır.
Zaman üstü hakikatin enfüsi ve afaki
alemde tecellisinin iki veçhesi var. Bu veçhelerin birincisi irfan (ruh) cephesidir. Ruh cephesi ifadesi, zihni evrenimdeki şu tedaiye sahiptir; ''Bu milletin ruh köklerinde irfan pınarları var''. Tam olarak böyledir, İslam irfanı
milletimizin ruh köklerinde mevcuttur. Milletimiz derin bir irfani anlayışa maliktir, irfani
müktesebatımız aynı zamanda tefekkürü
mümkün kılan hatta tahrik eden bir hususiyete sahiptir. İrfan, hem bütünü görür ve dünyevi-uhrevi ayrımı yapmaz hem de batın ve zahir bütünlüğü içinde hayatı idrak ve izah eder.
Temel aldığı akaid nizamı üzerinden tüm meseleleri kuşatıcı bir kavrayış geliştirir.
Ruh cephesi manevi oluş ve inkişaf
veçhesidir. Temel meselesi insan olan İslam
irfanı, insanın deruni alemindeki oluş ve olduruş güzergahını tespit ve tayin etmiştir. Dış
oluş, şekil şartlarını yerine getirmekten ibarettir ki, meselenin kolay olan boyutudur, bu
sebeple irfan olmadan zahir ile batın terkibi
gerçekleşmez. Tam da bu sebeple irfan, vah-
deti inşa ve ikame edecek ana güzergahtır. İç
dışı, dış ise içi besleyerek devam eden bir
devran mecrası bu yolla açılır.
Bir şehrin maddi anlamda imarı için
nasıl malzemeye (taş, tuğla beton vs.) ihtiyacı
varsa, manevi şehrin ve imanın da bazı malzemelere ihtiyacı vardır. Bunlar ibadet, tezekkür, tefekkür, muhasebe ve murakabe gibi
esaslardır. Manevi şehir inşası (Hazreti insan
inşası), usta bir rehber gözetiminde gerçekleştirilir. O ustalar kalb ve ruh mimarlarıdır. İnsanın içinde Süleymaniye inşa ederler. İrfan
akide üzerine bina edildiği için tefekkürünü
de muayyen merkezlere bağlı olarak gerçekleştirir.
Hakiki manada tefekkürü kalp yapar,
kalbin esas görevi tefekkürdür. Kalbi, rahmani tecellilerin mazharı kılmak, İslami tefekkür 49
için altyapı ve ön şarttır. Kalb-i selim tesis
olunduğunda akl-ı selimin temiz evreni oluşmuş demektir ki, ilahi tecellileri idrak edecek
akıl seviyesi ve hacmi gerçekleşmiş olur. Aklı Selimin tefekkür mevzuları olan rahmani
tecellileri celbedecek olan zikirdir. Bu konuyu Kuran-ı Kerim de ki şu ayetle beraber düşünelim: ''Onlar, ayakta dururken, otururken
ve yanları üzerine yatarken (her durumda)
Allah'ı zikrederler, yerleri ve göklerin yaratılışı üzerinde düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın; seni tesbih
ederiz, bizi cehennem azabından koru!'' (Al-i
İmran 191) Dikkat çekici olan Cenab-ı Hakk
Azze ve Celle’nin önce zikri sonra tefekkürü
beyan ediyor olmasıdır. Acizane bu Ayet-i
Kerime’den anladığımız odur ki, Allah Azze
ve Celle’yi önce zikrederek, kalbimize rahmani tecellileri celbetmeliyiz. Rahmani tecelliler kalbimize inmediğinde, nefsin arzuları ve
şeytanın vesveseleri tefekkür mevzuu haline
gelmektedir. Böylece İslam’ın insan telakki-
sinin temellerinden birine ulaşmış oluruz;
tezekkür yoksa tefekkür yoktur. Zikretmiyorsak fikredemiyoruzdur, zira zikretmiyorsak
İslami tefekkürün mevzularına ulaşamıyoruz.
Bu sebepledir ki, irfan mecrası yoksa ilim ve
tefekkür mecrası ya yoktur ya da sığ ve kısırdır.
*
Medeniyetlerin, kültürlerin temelinde
insan vardır, olması gerekir. İslam medeniyetinin temelinde ise münakaşasız şekilde insan
vardır, onun için öncelikle insanın inşası,
özelde ise Müslüman şahsiyetin inşası gerekir. Müslüman şahsiyetin inşasındaki temel
mesele ise ruh cephesidir. Müslüman şahsiyetin ruhi dünyası inşa edilmemişse, İslami irfan
ve ilim mecraları anlaşılır olmaktan çıkar,
günümüzde yaşadığımız kaos da tam olarak
budur. Tabii ki çaresiz ve çözümsüz değiliz,
kadim müktesebatımızın açtığı mecraların
ihyası mümkündür.
Büyüklerimizden birisi, sahil şehirlerinden birinde gezerken yanındakilere şunu
söylüyor; ''Bu gördüğünüz insanların böyle
olduklarına bakmayın, bu milletin kumaşı
sağlamdır''. Evet, bu milletin ruh kökleri irfan
kaynaklarına kadar ulaşmıştır bir kere. Kumaşın boyası bozulmuş olabilir fakat kumaşı
sağlamdır.
Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU'nun
güzel bir sözü var; ''Ben halka çevrilen namluya selam durmam''. Bu sözün anlamı, milletimizin ruh genetiğine kadar işlemiş olan İslam irfanı ile yoğrulmuş tarihine işarettir. Bu
topraklarda yaşayan insanların iki-üç nesil
gerisine gittiğimizde, karşılaşacağımız kıymet, ya şehit ya da gazidir. Biz gazi bir toplumun torunlarıyız. Bu konuyu Kuran-ı Kerim'den Tur suresi 21. ayetin tefsirindeki
müjde olarak görmek mümkün; ''İman edenleri ve onları izleyen soylarını, onların soylarını
kendilerine katmışızdır. Bununla beraber
kendilerinin amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kazancına bağlıdır''. Milletimizin silkelenip tekrar ayağa kalkacağı
ümidini kaybedemeyiz. Tekrar İslam irfanının
yoğurduğu bir topluma doğru büyük hamleleri mayalamakla mükellefiz.
Konu İslam irfanı olunca, merhum
Cemil MERİÇ'i hatırlamamak mümkün değil.
Meriç irfanı şöyle tarif eder; “İrfan, insanoğlunun has bahçesi. Ayırmaz, birleştirir. Bu
bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla
başlar... uzun ve çileli bir nefis terbiyesi, irfan. Kemale açılan kapı, amelle taçlanan
ilim. İrfan, bir Allah vergisi, cehtle (çalışmakla) gelişen bir mevhibe. İrfan, insanı insan 50
yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim, hem
iman, hem edep. İrfan, dini ve dünyevi diye
ikiye ayrılmaz, yani her bütün gibi bölünme
kabul etmez”.
*
Cemil MERİÇ'in irfan tarifiyle beraber, yukarıda bahsettiğimiz iki cephenin ikincisine, yani ruhun bedene, zahire; ferd ve cemiyet münasebetlerine intikali mümkündür.
İnsanın, derununda yaşadığı tecrübeyi, orada
istihsal ettiği güzellikleri; ahlak-ı zemimeden,
ahlak-ı hamidiyeye tebdil ederek ferd ve cemiyet planında “yaşanmaya değer hayatı”
inşa etmek mümkün hale gelir. Bu konuyu,
Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın; ''Ben
güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim''
Hadis-i Şeriflerinde işaret ettikleri “abide şahsiyet” inşası olarak anlamak doğru olsa gerektir. Buradan yazının başına dönerek mevzuu
terkip etmek gerekirse; Cemil Meriç'in irfan
tarifindeki ''amalle taçlanan ilim'' düsturunun
da katkısıyla, ruhi oluşu enfüsten afaka taşıyarak, Hadis-i Şerifte buyrulan “Nübüvvet
Esasını” güzel ahlak kaidesi üzerinde şahsiyet
ve hayat inşa etmek şeklinde ifade edebiliriz.
Tabii ki mesele, bu büyük hamlenin tüm hayat alanlarında terkibi bir mimariye uygun
şekilde inşa edilmesidir.
İrfan mecrası ve bu mecranın eserleriyle inşa edilecek olan ferd ve cemiyet, ancak
tasavvuf mektebinin tekrar insan ve hayata
tasarruf etmesiyle mümkündür. Tasavvuf,
irfan mecrasının tek sefinesidir ve o mecrada
yüzmesi mümkün başka bir gemi yapılamamıştır. Kalb-i Selim, Zevk-i Selim, Akl-ı Selim sütunlarından mürekkep Müslüman şahsiyet inşa edilmediğinde, arif, alim ve mütefekkir yetişmeyeceği için, İslam ilim mecrası
ve İslam tefekkür mecrasının yeniden açılması ancak kırık dökük mümkündür.
İrfan havzası, toplumu (insan kalabalığını) belli bir mihraka bağlı cemiyet haline
getiren ruhi hamlenin mayalandığı mahaldir.
İnsan kalabalığından cemiyet inşa eden üstadlar ise Meşayı-ı Kiramdır ve o mektebin adı
tasavvuftur. Yeniden İslam irfan mecrasını
akar ve havzaları sular hale getirebilmenin
yolu tabii ki tasavvuftur. Bu mecra, medeniyetimizin temel kaynaklarından ikincisi ve
tatbikatının ilki olan Sünnet-i Resulullah’ı
hayatın içinde canlı tutan ve hayata vaziyet
eden bir merkezi kıymet haline getirir. İrşad,
keşif ve inşa marifetiyle derine doğru indikçe
ahlak, ferd ve cemiyeti kuşatır. Doğru, iyi,
güzel kıymet ölçülerinin birincisinden başlayan süreç, ikinci ve üçüncüye tebdil olarak
insanı ve hayatı ihata edebilecek kuvvete
ulaşması için tasavvufun cemiyet içinde müesses bir karargah haline gelmesi şarttır. Tarihte bunun sayısız misali mevcuttur. Bu ka-
rargahtan başlayarak alt sistemlerin telif ve
tanzim edilmesi mümkün hale gelir ve kolaylaşır.
Hamza KAHRAMAN'ın “Büyük Doğu
Devleti-1-Umumi Çerçeve” isimli kitabında
isabetle tespit ettiği üzere; “Ferdi, cemiyet
mahfazasında içtimai bağlarla bir örgünün
düğümü haline getirmeden, ahlaki ve akli kıvamını kaim ve daim kılmak muhal. Ferdi
cemiyete, cemiyeti ferde emanet etmek gibi
dairevi bir anlayış ve ahlak inşası zaruret.”
“İslam'ın insan ve hayat telakkisi ruhi kaynakları ahlaki çerçevede harekete geçirmeyi
arzu eder”. Hamza Beyin bu ifadelerinden
anlaşılacağı üzere; ruhi cephe ve bu cephenin
tüm eser ve neticelerinin ilmek-ilmek cemiyete dokunması tasavvuf (irfan) ve ilim mecralarının tasarruf ve tarassutunda gerçekleşir.
Bu iki mecra aynı zamanda İslami tefekkürün 51
muharrik kuvveti ve murakabe mihrakıdır.
*
Sonuç olarak; İslam irfanını içtimai sahada anlaşılır ve yaşanır kılan, ferdi sahada
ise akl-ı selimi ve akl-ı selim merkezinde
Müslüman şahsiyet inşasını mümkün hale
getiren mecra, alternatifsiz şekilde tasavvuftur. İSLAM MEDENİYET TASAVVURUMUZUN manevi (ruhi) kalesinin muhafızı
olan tasavvuf ehli meseleye vaziyet etmediği
takdirde yeni ve büyük hamlenin mayalanması fevkalade zordur.
A. BÜLENT CİVAN
[email protected]
KONFERANSLAR
Mayıs ayında sahadaydık. Yazarımız Haki
Demir, Mayıs ayında iki konferans verdi, üç panele katıldı. Konferansın birisi ve panelin ikisi
Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile ilgili, konferansın
birisi İslam medeniyet tasavvuru, panelin birisi
ise kültürel değişim temalıydı.
Bilindiği gibi Mayıs ayı, sanki sözleşme
yapılmış gibi ülkede Necip Fazıl ve Büyük Doğu
mevzuuna tahsis edilmiştir. Gerçekten Mayıs
ayında ülkede yaygın şekilde Necip Fazıl ve Büyük Doğu konuşulur.
Yakın zamana kadar sadece Necip Fazıl
konuşulurdu, birkaç yıldan beri Büyük Doğu da
konuşulmaya başlandı. Bu güzel bir gelişme…
Malum, müellif mühim… Ne var ki müellifin miras bıraktığı fikriyat gündeme getirilmezse, müellif hakkında söylenecek sözler anlamsızlaşır. “Şöyle yemek yerdi, şöyle kahkaha atardı,
çok da zekiydi, acayip hazırcevaptı ki hiç sormayın” cinsinden lakırdılarla geçiştirilecek adam
mıdır Necip Fazıl?
Dergimiz nisan ayında yayın hayatına
başladığı için bu sene Necip Fazıl özel sayısı çıkaramadık. Gelecek sene inşallah “özel sayı” çıkarma planımız var.
*
Haki Bey, üçü Malatya’da, biri Elazığ’da,
biri K.Maraş’ta olmak üzere beş programa katıldı.
Program bilgileri şöyle;
1-Büyük Doğu’da Medeniyet Tasavvuru
Program konferans türündeydi, Malatya’da Kongre ve kültür merkezinde gerçekleştirildi.
2-İslam medeniyet tasavvuru
Konferans Malatya’da BİLSAM’ın ev sahipliğinde gerçekleştirilecekti, bazı aksaklıklar dolayısıyla iptal edildi. Program, Büyük Doğu Fikir Ocaklarında seminer-sohbet çerçevesinde yapıldı.
3-Kültürel değişim
Panel şeklinde hazırlanan programa konuşmacı
olarak Haki Demir, Ahmet Mercan, Ümit Aktaş
katıldı, Mustafa Yıldız moderatörlük yaptı. Program, Malatya’da Kültür ve kongre merkezi Kemal
Sunal salonunda yapıldı.
4-Yaşayan Necip Fazıl Şahlanan Büyük Doğu
Panel şeklinde yapılan programa konuşmacı olarak Mustafa Yazgan ve Haki Demir katıldı. Program, Elazığ’da Kongre kültür merkezinde yapıldı.
5-Üstadı anma programı
Program panel şeklinde K.Maraş’ta tertiplendi.
Programa konuşmacı olarak Haki Demir, Ali Büyükçapar, Selami Çakmakçı ve M. Tahir Gören
katılacak, programın moderatörlüğünü Serdar
Yakar üstlenecek.
OSMAN GAZNELİ
[email protected]
52
Download