TERKİP VE İNŞA DERGİSİ FİHRİST Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir Takdim 2 Editör İlim irfan tefekkür 3 Haki Demir İlim-İrfan-Tefekkür Üçgeninde İslam Medeniyetinin Yedi Kurucu Kavramı 6 Atilla Fikri Ergun Mutlak İlim Nispi İlim 11 İbrahim Sancak Bilgi ve fikir 14 Ebubekir Sıddık Karataş İki yol ilim ve irfan 16 Abdullah Tatlı Bilgi telakkimizin marazları 18 Metin Acıpayam Dehaları istihdam eden mecra tasavvuf 20 Hamza Kahraman Uygarlık denilen vahşet 23 Ali Yurtgezen 1 Evvel yoğ idi işbu medeniyet kavramı Tanzimat’ta çıktı 26 Ahmet Doğan İlbey Medeniyet hamlesi: Oluşumu karşılaştırması bileşenleri 29 Memduh Atalay Kaos çağında tefekkür 31 Faruk Adil Batının epistemolojik işgali 33 Alihan Haydar Oryantalist taarruz 35 Ahmet Kamil Tuncer Psikiyatri, parapsikoloji ve “ruhi ilimler” 37 Selahattin Adanalı Nevzat Tarhan ile Mülakat 39 Metin Acıpayam İstihbarat ve bilgi telakkisi 47 Ahmet Selçuki İslam medeniyet tasavvurunun irfan (ruh) cephesi 49 A. Bülent Civan Konferanslar 52 Osman Gazneli Genel Yayın Müdürü Metin Acıpayam Editör Adnan Köksöken Yıllık abone: 80 TL Altı aylık abone :40 TL Hesap numarası Metin Acıpayam PTT K.Maraş şubesi -11093404Mizanpaj Gökhan Gencel Baskı Fikirteknesi yayınevi İrtibat Tel: 0507 465 58 88 E-mail: [email protected] [email protected] Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com Twitter: twitter.com/terkibinsadergi İdare adresi İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Kat:1 no:4 K.MARAŞ ISSN: TAKDİM Üçüncü sayımızın kapak mevzusu; ilim, irfan ve tefekkür… Bunlar, İslam’ın mutlak ilim olan iki kaynağından (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den) çağıldayıp gelen üç mecra… Mutlak İlimden on dört asırdır ne anlaşılmış, ne keşfedilmiş, ne tatbik edilmişse tamamı bu üç mecrada akmış, bu mecralardan akıp gelen “hikmet” muhtelif medeniyet havzaları oluşturmuştur. Mezkur üç mecra, İslam’ı anlamak ve tatbik etmek için ortaya çıkmış zaruret kabilinden bilgi alanlarıdır. Kadim müktesebat ve müktesebatın deha çapındaki temsilcileri, bu üç mecradan akıp gelen hikmeti, nizami bir tertibe tabi tutmuş, mütemadiyen tenkit ederek sıhhat şartlarını muhafaza etmiş, bir sonraki nesle virüslerin intikal etmemesi için “bilgi karantinası” kurmuştur. Bilgi karantinası ümmetin üzerinde en fazla hassasiyet gösterdiği meselelerdendir, marazi yaklaşımları tedavi ve tashih etmeden sonraki nesle intikaline geçit vermemiştir. Bununla birlikte kadim müktesebatımızdaki virüslerin varlığı sabittir ve devam edegelmiştir. Zaten bu sebeple Ehl-i Sünnetten bahsediyoruz, yani virüslerin nüfuz edemediği, nüfuz edenlerin teşhis ve ilan edildiği, bilgi karantinası meselesindeki en hassas anlayış ve tavrın nizami bir çerçeveye oturtulması söz konusudur. Yeni bir hamlenin başlaması, başlatılabilmesi, ancak Ehl-i Sünnet çerçevesinde mümkündür. Zira bilgideki karantina, fikirdeki süzgeç, hikmetteki keşif mahareti en sıhhatli şekilde Ehl-i Sünnet anlayışla mümkündür. Temel anlayışını ve o anlayışın süzgecini kaybetmiş Müslümanların, demokrasiyi geçmişteki hilafete tercih edebileceğini beyan ettikleri bir çağda yaşıyoruz. Keza İslam bilgi ve ilim telakkisi kurulması yönündeki teklif ve hamlelerin önünde, batıdan daha sert duvarlar ördüğüne şahit oluyoruz. * Medeniyet sempozyumu çalışmalarımız hızla devam ediyor. Medeniyet sempozyumunun ikincisi ve üçüncüsü için görüşmeler yapıyoruz, ikinci ve üçüncüsü için takvim ve şehir tespit etmenin arifesindeyiz. Yoğun görüşmelerimiz neticelenmediği için bilgileri yayınlamakta acele etmiyoruz. Görüşmelerimiz, müzakere süreçlerinin sonuna ulaştı, dosyalarımız “nihai karar mercilerinin” önünde… Dergimizin 4. Sayısında medeniyet sempozyumunun ikincisi ve büyük ihtimalle üçüncüsü netleşecek, takvim ve şehirler belirlenecek, mahalli ortaklarımızla mutabakat zaptı imzalanmış olacaktır. Medeniyet sempozyumunu seri halde ve her birini başka bir şehirde yapma kararı aldık. Yaklaşık on yıllık bir mevzu haritası ile işe başladık. Her sempozyum farklı bir mevzu haritası ile yapılacak ve sonraki bir öncekinin devamı mahiyetinde olmak üzere büyük terkibi oluşturacak 2 özelliktedir. Kamu ve sivil toplum kuruluşlarıyla mahalli ortaklıklar kuruyor ve beraber yapıyoruz. Bu manada, medeniyet sempozyumunun herhangi birini kendi şehrinde yapmak isteyen sivil ve resmi kurumların bizimle irtibata geçmesi gerekiyor. Medeniyet sempozyumunun birincisi için çalışmalarımızda ciddi mesafeler aldık. Konuşmacı listesinin yüzde altmışı belirlendi. * İlk iki sayımıza gösterilen alakadan dolayı teşekkür ederiz. Hiçbir tenkit almadık, tamamen müspet tepkilerle karşılaştık. Alaka ve iltifatlar ümidimizi kabartıyor, özellikle medeniyet sempozyumuna olan alaka ve ortaklık talepleri fevkalade ümit verici… EDİTÖR İLİM İRFAN TEFEKKÜR Mutlak ilim, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu iki kaynak aynı zamanda İslam’ın ta kendisidir, bu sebeple İslam bizatihi ilimdir. Mutlak ilmin muhtevasındaki mana yekununun idraki, izahı ve tatbiki için nispi ilimler kurulmuştur, nispi ilimlerin sayısı çoktur ve hala kurulması gereken yüzlerce ilim dalı müellifleri (kaşifleri) beklemektedir.(*) “İslami İlimler” başlığı altında tetkik edilen tüm ilimler “nispi ilimler” cümlesindendir. Bu sebeple ilk tasnif, “mutlak ilim”, “nispi ilim” şeklindedir. Istılahta (bir açıdan dar manada) İslami İlimler, tefsir, fıkıh gibi doğrudan kitap ve sünnetin muhtevasıyla meşgul olan ilimleri kast etmektedir. Bu tür bir tarif ve tavsif, İslami İlimlere müteveccih hürmet ve hassasiyeti ikame etmek içindir. Aslında ise “İslami İlimler” bahsi ve başlığı, yeryüzünde kurulmuş ve kurulacak tüm ilim dallarını muhtevidir. Zira Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin muhteva hacmi, kâinattaki varlık ve vakıa yekûnunun hakikatini ve tüm tezahürlerini ihata eder. Mesele o ki, mana ve hikmet mecmuu, kâşiflerini beklemektedir. * Istılahtaki İslami İlimler başlığı altında tertip edilen ilim dalları, Müslüman ferd ve cemiyetlerin İslam’ı anlama ve yaşamaları için acil ve zaruri altyapıların kurulmasına matuftur. Fıkıh (hukuk), Müslüman hayatının merkezi olan farzları ve ihata duvarını teşkil eden haramları, bir mevzuat nizamı içinde tetkik ve tespit etmek içindir ki, İslami hayatın çerçevesini, nasıl yaşanacağını göstermesi bakımından acil ve zaruridir. Aciliyet ve zaru- ret, dikkatlerin ve idraklerin o noktada teksif olmasını gerektirmiş ve İslam tarihindeki müktesebatın ciddi bir kısmı bu sahada toplanmıştır. Burada bir yanlışlık yok, aciliyet ve zaruret dikkat ve idraki celp ve kendinde temerküz eder. Mezheplerin inşası, öncelikle hukuk inşasıdır. Ameli mezheplerin itikadi mezheplerden önce zuhur etmesi de aciliyet ve zaruretle ilgilidir. Ameli mezheplerin nizami bir altyapıya kavuşmasından sonradır ki, hayatın tüm sahalarında ilim ve sanat dalları keşfedilmiş, inşa edilmiş, tertip edilmiş ve birer havza haline gelmiştir. Mutlak İlimden hareketle nispi ilimlerin kurulması, mezheplerin inşası ile başlamıştır. Bu sebeple mezheplerin inşa devri olan hicri ikinci asır, insanlık tarihinin en büyük tefekkür patlamasıdır. Öyle bir tefekkür patlamasıdır ki, asırlarca devam eden tesiri, 3 sayısız ilim dalının kurulmasına sebep olmuştur. * Nispi ilimler, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’deki mana ve hikmetin keşfi içindir. Mutlak İlmin idrak, izah ve tatbiki için gerçekleştirilecek kalbi ve akli faaliyet, muhakkak ki ilmi tertip içinde olacaktır. Kur’an-ı Kerim’i mealinden okuyup nefsi ve aklının istikametinde hüküm çıkarmak, serkeşlikten başka bir şey değildir. Her şeyin ilminin kurulduğu bir dünyada, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’yi idrak etmek için ilim dallarının kurulmaması, insanlık tarihinin en ahmak ümmetinin Müslümanlar olduğunu kabul etmektir. Bu ümmet, akl-ı seliminin feraset ve basiretiyle, Mutlak İlim olan iki kaynağı anlamak için sayısız nispi ilim dalı kurmuştur. Böyle bir müktese- bata rağmen serkeşlik yapanlar, insanlık tarihinin en ahmak numuneleridir. İslam, ilmi, entelektüel gevezelik olarak kabul etmez. İslam’da bilginin her çeşidi (fikir, ilim vesaire), fiil ile terkip edilmiştir. Fikir ile fiil arasındaki mesafenin açılması, terkibin çözülmesi, birbirinden müstakil hale gelmesi, ilmi (tabii ki nispi ilimleri) “kıyl-ü kal” haline getirir. Oysa Müslüman şahsiyet, Mutlak İlmin doğrudan, nispi ilimlerin de dolaylı olarak kalb ve zihin dünyasına tesir ettiği insandır, bu tesirle birlikte kalbi ve zihni evreni inkişaf eder ve irtifa kazanır. Böyle olmadığı her ihtimalde ilim, “kıyl-ü kal”dir. İslam tarihinde ilmin (nispi ilimlerin) “kıyl-ü kal” haline geldiği devirler olmuştur. Ayrıca her devirde ilmi “kıyl-ü kal” haline getirenler de bulunmuştur. Tam bu noktada tasavvuf, “kal” ile “hal” bahislerini vuzuha kavuşturacak, her dem bunu hatırlatacak, meselenin sözde kalmasına mani olacak bir müesseseleşmeye gitmiş, ilmi de ihtiva eden “hal” tavrını ve yaşayışını cemiyet meydanında ikame etmiş, bilgi ile fiilin tefrik ve birbirine karşı istiklalini önlemiştir. İrfan (tasavvuf) mecrası, Mutlak İlmin anlaşılması ve yaşanması için, nispi ilimlerin kafi olmadığı, kafi olduğu hallerde de onunla iktifa edilmemesi gerektiği noktasından hareket eder. Tasavvuf, tekevvünatın en muhteşem, en muhterem, en muazzam varlığı olan ruhu, hakikat ilmi (mutlak ilim) ile tezyin ve teçhiz ederek, Allah Azze ve Celle’ye doğru irtifa kazanmasını temin eder. Öyleyse irfan, nispi ilimlerle başlayan talim ve terbiye güzergahında, Mutlak İlme vukufiyetin müntehasıdır. Başka bir ifadeyle irfan, bilgiyi aklın meşgalesi olmaktan çıkarıp, ruhun “hal”i yapan ince bir marifettir. İrfan, bilineni anlamayı, anlaşılanı yaşamayı esas edinir. Mutlak İlme dair tek bir kıymetin bile hakkıyla yaşanması Allah Azze ve Celle’ye en az bir adım yaklaşmaktır. Mesele tam olarak budur, Allah Azze ve Celle’ye yaklaşmak, “yakini” artırdığı gibi ilmi de artırır. İrfan, nispi ilimlerden olsun, Mutlak İlimden olsun her bilginin hakkını vermektir, bilginin hakkı, insanı Allah Azze ve Celle’ye yaklaştırmasıdır. Allah Azze ve Celle’ye yaklaşmak, Mutlak İlmi o nispette anlamaktır. * Maksat “Mutlak İlme” vukufiyettir. Mutlak İlme vukufiyetin bir akli yolu, bir de ruhi yolu vardır. Zihni-akli yol nispi ilimlerdir, kalbi-ruhi yol ise irfandır. Zihni-akli yolun ufku, kalbi-ruhi yolun ufkuna nispeten çok dardır. Bu iki yolu birbirinden müstakil 4 hale getirmemek, birbirinin mütemmimi veya devamı kabul etmek gerekir. İrfan, kalbi-ruhi güzergahta alınan mesafe ile “alem-i ervah”taki mükaleme ve o mükalemedeki taahhüdün (sözün) hatırlanmasıdır. Bidayet ile nihayet orada birleşir, ruhtaki hakikat bilgisi ile akıldaki (dünyadaki) hakikat bilgisi buluşur. İrfan mecrası, ruhların Allah Azze ve Celle’den doğrudan aldığı hakikat bilgisinin, dünyada akla sunulan hakikat bilgisi ile vuslatını mümkün kılan güzergahtır. Bu sebeple irfan, önce kalbi-ruhu keşfetmek, sonra ruhun yaratılmasının bidayetine kadar “hatırlamak”, nihayet oradaki “vuslatı” tekrar yaşamaktır. * Tefekkür ve idrak, hem nispi ilimler (ilim mecrası) hem de irfan (tasavvuf mecrası) için ilk şarttır. Tefekkür, hem ilmi mecrada hem de irfani mecrada mesafe almanın motor gücüdür. Tefekkür yoksa ilim de yoktur, irfan da yoktur, medrese de yoktur, tekke de yoktur. ve esas maksat olan “saf ruhi idrake” ulaşmalıdır. Tüm bu safhalarda idrak ve tefekkür mevcut ve daimdir. Tefekkür ve idrak, hem ilmi mecranın hem de tasavvuf mecrasının tek şartı değildir muhakkak ama vazgeçilmez sütunlarından biridir. Velayet terbiye ve tezekkür ile mümkünse de, irşat makamı (mürşitlik) tefekkürsüz kabil değil. Terbiye ve tezekkür ile mesafe almanın mümkün olması, akıl ve zekanın eşit dağıtılmaması karşısında Allah Azze ve Celle’ye ulaşma yolunun herkese açık tutulmasıdır.(**) İlim ise tefekkürsüz, bilgi ezberinden ve tekrarından ibaret kalır ki, ona ilim denmez, sahibine de alim denmemiştir. Hakikatin keşfi, meratip silsilesi içinde irtifa kazanırken, tabii ki her mertebede idrak ve tefekkürün mahiyeti ve usulü değişmektedir. Yukarılarda mahiyeti ve usulü değişen idrak ve tefekkürün, aşağıdakilere benzememesine bakıp da, idrak ve tefekkürün olmadığını, bittiğini, bitmesi gerektiğini kabul etmek, böyle bir vehme düşmek yanlıştır. Tefekkürün neticesi olan idrak, ilimde bilgiye, tasavvufta “hal”e nüfuz etmek, onu kuşanmak ve ruha maletmektir. İdrak, tasavvufta tecelliyata vukufiyet, ilimde eşyanın hakikatine nüfuzdur. Tasavvuftaki “ne akılla olur ne akılsız…” hikmeti, “ne idrakle olur, ne idraksiz…” manasına gelmez, bu manada istimalinin itiyat haline geldiği fikir piyasası idraksizlikle malul haldedir. Akıl, idrak merkezlerinden (ve melekelerinden) sadece birisidir ve aklı aştığımızda başka (üst) idrak merkezleri ve çeşitleri mevcuttur. Meseleyi münakaşaya açmadan en meşhurunu söylemek gerekirse, kalb ve ruhtur. Akıl da zaten ruha bağlı bir sır olarak idrak faaliyetini gerçekleştirmektedir, akla tek idrak merkezi muamelesi yapmak ise “pozitif anlayışın” temel kabulüdür. İslam, insanın kalbi-ruhi dünyasında mütemadiyen inkişaf istemekte, bunun usul ve yolunu göstermektedir. Akıl aşılmalı ve akl-ı selime ulaşılmalı, akl-ı selim ile birlikte zevk-i selim ve kalb-i selim sahibi olunmalıdır. Bunlardan sonra da akl-ı selimi de aşmalı Meratip silsilesinin belli bir seviyesinden sonra idrak ve tefekkürün “kelimesiz” hale gelmesi ve saf mananın “müşahedesi” halinde zuhuru, tefekkürün sükutu değil tam aksine maksadına ulaşmasıdır. Mananın zarflanmadan (mesela kelimelere dökülmeden) idrak edilmesi, aklın acziyeti ama idrakin zir- 5 vesidir. Unutulmamalıdır ki, insanın kainat ve Allah Azze ve Celle ile kurduğu münasebetin umumi adı idraktir. İdrak yoksa kainatın keşfi ve Allah Azze ve Celle’ye ulaşmak muhaldir. İdrak çeşitleri ve seviyeleri üzerinde çalışmayı bıraktığımız, böyle bir mevzu olduğunu dahi unuttuğumuz bugün, en alt seviyedeki “zihni faaliyeti” idrak ve tefekkür faaliyeti zannettiğimiz için, varlık meratibi ile mütenasip idrak meratibinin de olduğunu bilmiyoruz. (*)Mutlak İlim-Nispi İlim bahsi İbrahim Sancak’ın “Mutlak İlim-Nispi İlim” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. (**)Bu mesele, Abdullah Tatlı’nın “İlim ve İrfan” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. HAKİ DEMİR [email protected] İLİM-İRFAN-TEFEKKÜR ÜÇGENİNDE İSLAM MEDENİYETİNİN YEDİ KURUCU KAVRAMI Batı’ya eklemlenerek moderniteyi içselleştiren hidayetsiz “akıl”, düşüncesini, bakış açısını ve dilini yabancı kavramlar üzerine kurduğu için vahyin yerine bilimsel bilgiyi, dolayısıyla ilmin yerine modern bilimi ikame etti. Maddeye odaklanan modern zihin, maddeyi aşarak beş duyunun ötesine geçmeyi gerektiren irfanı dışladı ve tefekkür mecrasını terk etti. Modern insanın had bilmezliği, politikanın saptırıcılığı, demokrasinin sahte ama cazip "özgürlükleri", medyanın göz boyayıcılığı, teknolojinin zihinleri televizyon, telefon ve bilgisayar ekranlarına bağımlı kılan etkisi, günümüz Müslüman'ının ilimsiz, irfansız, tefekkür yoksunu oluşu, başıboşluğu ve kayıtsızlığı karşısında İslam medeniyet hamlesi için kolları sıvamak bir nevi “akıllı delilik” olarak nitelendirilebilir. İlim, irfan, tefekkür, hikmet nazarıyla bakış ve dua ile kendi iç yolculuğumuzu sürdürmemiz, en azından çemberin dışına çıkma gayretinin ifadesi olarak son derece önemli. Artık kendi kavramlarımızla düşünemiyoruz, yabancı kavramlar zihinleri işgal etmiş durumda. Bunun içtimaî, ahlakî, siyasî, iktisadî yansımaları ise son derece yıkıcı. An itibariyle kendimize seküler karaktere sahip yabancı kavramlar çerçevesinde, Batı Uygarlığı’nın kötü bir kopyası mahiyetinde “yeni” bir dünya kurmuş bulunuyoruz, ahlaktan sanata, siyasetten hukuka bu böyle. Eş zamanlı olarak İslamî kavramların moderniteyle uyum arz edecek şekilde içi boşaltılıyor ve İslam, modern dünyanın dayatmalarına teslim olmamızı kolaylaştıran bir muhtevaya büründürülüyor ki, buradan İslam’a has bir medeniyet perspektifi çıkmayacağı aşikâr. Örneğin Batı'nın adına ratio, science (bilim), meta-fizik, city/site, politika, civilization (uygarlık) ve etik dediği şeylerle İslam'ın aklı, ilmi, gaybı, şehri, siyaseti, medeniyeti/umranı ve ahlakı birbirinden farklı şeyler. Aynı şey oldukları zannıyla birini diğerinin yerine kullanmak kavram kargaşasına yol açar ve bakış açısını saptırır, sonrasında -örneğin- atom bombasını icat edenlerin "akıllı", Batı Uygarlığı’nın "medeniyet", New York'un veya Münih'in de "şehir" olarak bilinmesine yol açar. Yabancı kavramlar çerçevesinde ferdî ve içtimaî hayatı İslam’a uygun biçimde tanzim, medeniyetimizi de ihya edemeyeceğimiz gibi, kendi orijinal kavramlarımızı kullanmakla da iş bitmemektedir. Zira bugün kavramları orijinal şekliyle telaffuz edenler Batı’dan aldıkları etki nedeniyle kullandıkları kavramların içini yanlış doldurmaktadırlar. Dolayısıyla fikrî planda Batı’nın hegemonyası oldukça derinlere nüfuz etmiş, deyim 6 yerindeyse bizi esir almıştır. Her şeyden önce İslamî bakış açımızı dumura uğratmış, fikrî ve amelî planda sekülerize olmamıza yol açmıştır. İlimsizlik, irfansızlık ve tefekkür krizi bertaraf edilmeden İslam Medeniyeti’nin ihyası gerçekleştirilemez, çünkü medeniyet belli başlı kurucu kavramlara ve bu kavramlar etrafında şekillenen kurucu bir fikre dayanır. Bu kurucu fikir, kavramların içini doğru doldurmak, bilgiyi kendi ilimirfan ve kültür-medeniyet havzasından almak zorundadır. Peki, bugün hangi sağlıklı kavramsal çerçeve, hangi bilgi ve fikir çerçevesinde bir medeniyet hamlesi gerçekleştirilecek ve İslam Medeniyeti’nin ihyası söz konusu olacaktır? Ne kavramsal çerçeve, ne bilgi, ne de bilgiden kaynaklanan fikir bize aittir, bilakis mevcut kavramsal çerçeve nevzuhurdur, bilgi de, fikir de dışarıdan, Batı’dan ithal edilmektedir, kendimize ait bir içtimaî nazariyemiz dahi yoktur. Modernleşme sürecinde sahih ulemâ geleneği büyük ölçüde kırılmış, toplumun düşünce dünyasına yön veren yeni güç olarak “aydın” sınıfı öne çıkmıştır. Her şeyden önce “aydın” tanımının bizim tarih, kültür ve geleneğimizde yeri yoktur. Bu tanım, tarihî, kültürel ve toplumsal olarak Batı’ya (Aydınlanma’ya) aittir. Bunun yanında “aydın” sınıfı genel olarak Batı kültürünü ve düşünüş tarzını benimsemekte, modernleşmeyi yegâne “kurtuluş kapısı” olarak görmektedir. Dolayısıyla hadis-i şerifte ifade edildiği üzere âlimlerin (ilim ehlinin) gitmesiyle birlikte ilim de ortadan kalkmaya yüz tutmuştur.(1) Öte yandan salt politik-ideolojik bir çizgi takip eden radikal İslamcı bedevilik, “kendini bilme/kendini tanıma” esası üzerine kurulu irfanî bakış açısını önemli ölçüde yok etti. Tamamen politika ve ideolojiye endeksli olan bu yaklaşım haliyle fikrî mecrayı tamamen terk ederek tefekkür krizine yol açtı. Radikal İslam’ın fikrî arka planı zaten zayıftı, kültür ve medeniyet planında ele avuca gelecek kayda değer bir çalışması da yoktu. İlim, irfan ve tefekkür mecrasını terk eden, tamamen politize olan Müslümanlar süreç içerisinde Âlem-i İslam’ı içeride iki ateş arasında bıraktılar ki, Âlem-i İslam’ın bugünkü perişanlığı bir yanda modernleşme diğer yanda bedevileşme illetinden kaynaklanmaktadır. Bunların her ikisi de müteşebbihtir, biri Batılıya diğeri bedeviye benzemektedir, dolayısıyla ikisi de asimile olmuştur. Her ikisinin ilacı da on dört asırlık ilim, irfan ve fikir mirasının vücuda geldiği mecrada saklı ve biz ona “sahih gelenek” diyoruz. İlk iş olarak İslam Medeniyeti’ni inşa eden ve bugün medeniyetin ihyası için gerekli olan kurucu kavramlar etrafında bir ıslahat hareketi gerçekleştirmek gerekmektedir. Tarih, Ütopya ve Yedi Kurucu Kavram başlıklı bir önceki yazıda ifade ettiğimiz üzere kurucu kavramlar sırasıyla ilim, irfan, tevhid, iman, ahlak, ıslah ve adalettir. *** Kurucu kavramların ihtiva ettiği anlamlara ve bunların İslam Medeniyeti ile ilişkisine gelince, bu konuda bir mukaddime babında şunları söyleyebiliriz: İlim, “bir şeyi hakikatiyle idrak etmek”tir, zannın ve cehaletin zıddıdır. Nazarî ve amelî olarak iki kısma ayrılır. Nazarî ilim, bilindiği zaman kişinin kendisiyle kemâle erdiği ilimdir. Örneğin âlemdeki varlıkları bilmek gibi. Amelî ilim ise, yerine getirilmediği zaman tamamlanmayan ilimdir. Örneğin ibadetlerle ilgili ilim gibi. Dolayısıyla ilim, nazar ve amelden oluşan bir bütündür. Amele yansımayan ilim, tek boyutludur, yarımdır. Eğer insanlar öğrendikleri, bildikleri şey doğrultusunda hareket etmiyor, öğrendiklerini, bildiklerini amele dönüştürmüyorlarsa bu, onların meseleyi hakikatiyle idrak edemediklerini gösterir. Bu bakımdan âlim, ilmi ile amil olan insandır. İslam Medeniyeti bir ilim medeniyetidir, ilmin kaynağı ise vahiydir, ferdî ve içtimaî hayat, siyaset, iktisat ve hukuk bu kaynaktan elde edilen bilgiye dayanır, dolayısıyla ihdas edilen/edilecek olan kurumlar da bu kaynaktan elde edilen bilgi doğrultusunda teşekkül eder. Böylece ilim, şüp7 heye yer bırakmayan, diğer altı kurucu kavramın kendisinden neş’et ettiği, yol gösterici, şaşmayan, dosdoğru bilgiyi ifade eder ki, işin içine zan, heva ve cehalet karışmaz. İslam Medeniyeti, ferdî ve içtimaî hayatın ilme dayalı tanzimi, aynı şekilde içtimaî, siyasî, iktisadî ve hukukî nizamın ilme dayalı teşekkülü neticesinde vücut bulur ve ilim esası üzere varlığını idame ettirir. İrfan, “tanımak” anlamında bilmeyi, dolayısıyla derûnî bilgiyi ifade eder ki, ilim ihtiva eden ayetlerin enfüste ve afakta müşahede edilmesi neticesinde elde edilen üç ma’rifetten müteşekkildir: Ma’rifetu’n-nefs (nefsin bilinip tanınması), Ma’rifetullah (Allah’ın bilinip tanınması), Ma’rifetu’l-halk (yaratılışın ve âlemin bilinip tanınması). Arif, irfan/ma’rifet sahibi kimsedir, nefsini, Rabbini, varlığı, yaratılışı tanır, bilir ve buna göre hareket eder, eşyanın hakikatini, varlığın ve insanın özünü kavramıştır, hikmetten nasibi vardır. Üç temel bilgiyi içselleştirmiş olan arif, ma’rûf (doğruluk, hakkaniyet, iyilik, güzellik) üzeredir. Nefsini, Allah’ı ve -yaratılış veya varoluş bağlamında- âlemi tanımayan, derunî bilgiden yoksun olan “akıl”, beş duyu ile algılayabildiği kadarını esas kabul eder ve gerek ferdî gerek içtimaî hayatı madde üzerine kurar. Maddî âlemin ötesine geçemediği, Aşkın/Müteal olanla bağ kuramadığı için düşünceleri ve bakış açısı tek yönlü, tek boyutludur. Maddeyi hayatın tek temel gerçeği, dolayısıyla tek amacı olarak kabul ettiği için onu ele geçirmek dürtüsüyle âlemi ifsat eder. Müteal olan, insan zihninden ve hayatından silindiği anda hemen her şey açıklanamaz hale gelmektedir. "Bilim" adı altında kurtuluşu "sonsuz tesadüfler zincirinde" bulan "aklın" dünyası mana fakiri, his yoksuludur. Kendini fizik kanunları ve sosyal yasalarla sınırladığı için ruhsuzdur, makineleşmiş, manevî-ruhî hiçbir dayanağı kalmamıştır, Müteal olanı tanımadığı için yapayalnızdır ve cinnet geçirmektedir, bu nedenle de gerek yerel gerek küresel ölçekte sömürü ve cinayet onun en iyi becerebildiği işlerdir. Buna karşın İslam Medeniyeti’nde ferdî ve içtimaî hayat üç ma’rifet üzerine kuruludur, dolayısıyla madde esasına değil, mana esasına dayalıdır. Böylece insan misafiri olduğu âlemi imar ve ıslah eder, âlemde emniyeti ve adaleti sağlar. Tevhid, ilim ve irfanın zorunlu sonucudur. Birlik esasının dört ana veçhesi bulunmaktadır: Allah’ın birliği, varlığın birliği, insanlığın birliği, bilgi sisteminin birliği. İlki diğer üçünü zorunlu kılar. Tevhid, bu dört hususta bölünme/parçalanma kabul etmez. İslam Medeniyeti, Tevhid esası üzerine bina edilmiş, ferdî ve içtimaî hayat bu esas çerçevesinde şekillenmiş, içtimaî, siyasî-idarî, iktisadî ve hukukî nizam bu esas doğrultusunda teşekkül etmiştir. O’ndan başka (O’nun yanında veya altında) hiçbir ilah yoktur, buna bağlı olarak varlıkta -dolayısıyla insan hayatında- Allah’tan bağımsız herhangi özerk bir alanın mevcudiyeti söz konusu olamaz, sınıf ayrımına dayalı bir nizam tesis edilemez, vahye dayalı bilgi sistemi insan zihnini ve hayatını bölüp parçalayacak şekilde, birbirinden bağımsız (müstakil) başlıklar altında kategorizasyona tâbi tutulamaz. İnsan, Allah’ın yarattığı bir varlık olarak bütünün bir parçasıdır, kul olarak O’ndan başkasına ilahlık yakıştıramaz, âlemde O’ndan bağımsız bir alan tasavvur edemez, O’nun kullarını sınıflara ayırmak (bölmek) suretiyle modern kast sistemi inşa edemez, vahiy bilgi sistemini Tevhid hilafına bölüp parçalayamaz, aksi yöndeki tutum ve davranışlar şirki gerektirir. İslam Medeniyeti, tartışmasız bir biçimde Birlik esasına dayanan bir Tevhid Medeniyeti’dir. Bu esasa dayanan yapısıyla İndüs’ten Atlantik kıyılarına kadar yekpare bir güç teşkil etmiş ve Batı karşısında her alanda büyük bir set oluşturmuştur. İman, ilim ve irfanın zorunlu sonucu olarak Tevhid ekseninde gerçekleşir ve -6 şartının- muhtevası itibariyle ed-Dîn’e tekabül eder. İman, Allah’la yapılan fıtrî sözleşmenin gereği olarak (A’raf: 172-173) ahlakî sorumlulukların, dolayısıyla emanete ve ahde riayetin biricik kaynağıdır. 8 Özü itibariyle ibadeti zorunlu kılar ki, hayatın istisnasız her alanında manevî-ahlakî ilkeler manzumesine tâbi olmayı, ferdî ve içtimaî farzları yerine getirmeyi, helal ve haramlara riayet etmeyi gerektirir. Salih amel, imanın suretidir, Hakikat, tasdik ve ikrar etmenin yanında onu bildirene tâbi olmayı da gerekli kılar ki, bu da ancak amel ile olur. Bu bakımdan iman, Mü’min’i harekete geçiren muharrik kuvvettir, yakîne/kesin bilgiye dayandığı için şek ve şüpheye yer bırakmaz, böylece yer ettiği kişi ya da topluluğu harekete sevk eder. Yakîn sahibi kişi ya da topluluk mutmain olur, kalbi huzura kavuşur ve Allah’a kat’i surette güven besler. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’lmünker (iyiliği emredip kötülükten sakındırmak), Allah yolunda mal ve can ile cihad etmek ve buna bağlı olarak Hak uğrunda karşılaşılan güçlüklere göğüs germek (sabr) ancak bu sayede mümkün olur. İslam Medeniyeti, iman edenlerin omuzlarında yükselmiş, kısa süre içinde tarihte eşi benzeri görülmemiş bir fetih hareketi ve medeniyet hamlesi gerçekleşmiş, her din ve milletten milyonlar- ca insan İslam çatısı altında bir araya toplanmıştır. Ahlak (Huluq’un çoğulu), en geniş anlamıyla insanın kişiliğini, yaratılış itibariyle tabiatını ifade etmesinin yanı sıra aynı zamanda onun ikinci tabiatı haline gelen huylarını (tutum ve davranış alışkanlıklarını) ifade eder. Ahlak da ed-Dîn’e tekabül eder, zira dinin ihtiva ettiği anlamlardan biri de huy veya tutum ve davranış biçimi bağlamında “hayat tarzı”dır. Nitekim Hz. Aişe, Hz. Peygamber’in hayat tarzını (huluq) “Onun ahlakı Kur’an’dı” şeklinde tarif etmiştir.(2) Kalem Sûresi’nin 3-4. Ayetleri İslamî kimliğin esasını teşkil eden kavramlardan biri olarak ahlaka vurgu yapar, zira davranış şekilleri, hayatın hemen her alanında sergilenen tutum ve davranışlar, dolayısıyla hayat tarzı bağlamında ahlak başlı başına kimlik teşkil eder. Hz. Peygamber’in vahyin nüzûlünden önce de kavmi içerisinde “el-Emîn” olarak tanınması ve sahip olduğu bu üstün hayat tarzının ilk nazil olan ayetlerde tasdik edilmesi, ahlakın (davranış biçimlerinin, hayat tarzının) başlı başına bir kimlik teşkil ettiğini gösterir. Yalnızca ahlakî davranmak kişiyi ya da toplumu nihaî hedefe götürür, “Şüphesiz senin için kesintisiz bir ecir var ve şüphesiz ki sen büyük bir ahlak üzerindesin” (Kalem: 3-4) ayetleri bunu ifade eder. İslam güzel ahlaktır ve Hz. Peygamber güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir(3). Burada ferdî ve içtimaî hayatı bir bütün olarak kuşatan, siyasî, iktisadî, hukukî, askerî tüm organizasyonları içine alan, geniş kapsamlı bir ahlaktan söz edilmektedir. İslam, hayatın istisnasız her alanında ahlakın hâkim kılındığı bir yapılanmayı öngörür. Bu yapılanma neticesinde ortaya çıkan medeniyette ferdî ve içtimaî hayat, içtimaî, siyasî ve iktisadî nizam, dolayısıyla insan hareketleri (insan-Allah, insaninsan, insan-tabiat ilişkileri), ve buna bağlı olarak mevcut kurumların işleyişi ahlak esasına dayalıdır. Islah, “bozulanı düzeltmek, onarmak, sulhu sağlamak, bir şeyi aslına uygun olarak düzenlemek, doğrultmak”, dolayısıyla “bir şeyi aslına irca etmek”tir, ifsadın zıddıdır. İnsan tutum ve davranışları iki ana eksende cereyan eder: Islah ve ifsad. İslam, önce nefslerden başlayan bir ıslah hareketi gerçekleştirdi. Islah olanlar, önce hicret ederek Medine’de bir Dâru’l-İslam (Dâru’s-Selam) meydana getirdiler ve günden güne güçlendiler, ardından da ıslah amaçlı bir fetih hareketi ve medeniyet hamlesi gerçekleştirdiler. İslam’ın barışı (Pax İslamica) bu sayede mümkün oldu ve asırlar boyunca üç kıtada fitne ve fesadın önünü kesti. Dikkat edilmesi gereken husus, bu yaklaşımda radikalizme ve devrimciliğe yer olmamasıdır. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra dahi mevcut yapıda birçok şeyi yerli yerinde bıraktı, bozulanı da aslına irca etti. Nitekim bütün peygamberlerin takip ettiği çizgi ıslah çizgisidir. Bu hakikat Hz. Hûd kıssasında şu şekilde dile getirilmiştir: “Ben ancak gücümün yettiği ölçüde ıslah etmek istiyorum” (Hûd: 88). Bu bakımdan İslam, radikal ya da devrimci değil ıslahatçıdır, 9 bir diğer ifadeyle İslam, bir ıslah hareketidir. Buna karşın süreç içinde yaşanan ıslaha dayalı değişim-dönüşümü “devrim” olarak adlandıran Müslümanlar bulunmaktadır. Bu yaklaşım, birçok açıdan sorunlu olan “devrim” fikrini reddetmekteyse de, kavramsal açıdan onunla yakınlaşmaktadır. Bunun yerine içini doğru doldurmak, ıslah temelinde hareket etmek, dolayısıyla mevcut devrim fikrine tahvil etmemek kaydıyla “inkılab” kavramı kullanılabilir. Ancak yine de ayırıcı olduğu ve zaman içinde devrim fikrine tahvil edilmesi mümkün olmadığı için “ıslah” kavramının kullanılması daha doğru olacaktır. Tabiat boşluk kabul etmediği gibi insan hayatı (fikrî, içtimaî, siyasî ve iktisadî hayat) da boşluk kabul etmez, dolayısıyla ıslahın olmadığı yerde ifsat (maddî-manevî; zihnî, kalbî, itikadî, ahlakî, içtimaî, siyasî, iktisadî, hukukî her türlü bozulma ve çürüme) hüküm sürer ki, tuğyanla birlikte helak ve azap sebebidir (Fecr: 6-14); şehirleri, ülkeleri, medeniyetleri yok oluşa sürükler. Adalet, “eşit şekilde davranmak, denk olmak, dengelemek, doğru olmak, doğrultmak”tır, zulmün zıddıdır, her şeyi hak ettiği, ait olduğu yere koyar, bu bakımdan Hz. Ömer’in ifadesiyle mülkün (devletin, yönetimin) esasını teşkil eder (eladlu esâsu’l-mülk). İlim, irfan, tevhid, iman, ahlak ve ıslah, adaleti gerekli kılar ve onu gerçekleştirir. Adaletin olmadığı yerde zulüm hüküm sürer, “Küfür devam eder fakat zulüm devam etmez”(4), "Bir gün adaletle yönetmek, altmış yıl (nafile) ibadetten hayırlıdır."(5) İslam, medeniyetini nihai olarak adalet üzerine kurmuş, devamlılığını bu şekilde muhafaza etmiştir. Bir örnekle izah etmek gerekirse, Roma ordularının İber Yarımadası’nı ele geçirmesi iki yüz yıl sürdü, Müslümanlar ise aynı coğrafyayı sekiz bin kişiyle üç yılda ele geçirdiler, çünkü halk, kralların ve derebeylerinin zulmünden, koydukları ağır vergilerden bıkmış, Müslümanları adil insanlar olarak görmüştü. İslam’ın adaleti hayatın istisnasız her alanını kapsar. Örneğin insanların hukuk -veya kanunönünde eşit olmadıkları, güçlünün kayırıldığı, zayıfın cezalandırıldığı, küçük bir azınlığın imtiyaz sahibi olduğu, terazinin güçlünün lehine, zayıfın aleyhine tarttığı yerde adaletten söz edilemeyeceği gibi, gelir dağılımının dengesizlik üzerine kurulu olduğu, herkesin rızık kaynaklarından eşit derecede istifade edemediği sınıflı bir içtimaî yapıda da adaletten söz edilemez. Hukûkullah’ı (Allah’ın haklarını) ve Hukûku’l-İbâd’ı (Kulların haklarını) gözeten Şeriat, adaletin teminatıdır. Bu bakımdan İslam Medeniyeti, altı kurucu kavramın gereği olarak adaletin tecelli ve tezahür ettiği içtimaî, siyasî-idarî, iktisadî-ticarî, hukukî organizasyonlar neticesinde teşekkül eder. *** Medeniyetin biri diğerine bağlı, birbirine vücut veren bu yedi kurucu kavramından herhangi biri devre dışı kaldığında insicam bozulur, değerler silsilesi dumura uğrar, bu takdirde onun ihyası mümkün olmaz, bilakis medeniyet perspektifi ortadan kalkar. Hâl-i hazırdaki mevcut yapı maa- lesef bu şekildedir, Batı’dan ithal ettiğimiz, modern uygarlığa vücut veren kavramlar bizi biz olmaktan çıkarmış, müteşebbih (Batılıya benzeyen) kimseler haline getirmiştir. Fikrî plandan başlayarak mevcut çemberi kıramadığımız sürece modern uygarlık bizi çiğnemeye devam edecek. --------------Dipnotlar: 1- İbn-i Ömer’den rivayetle Buharî, Müslim, Neseî, İbn-i Mâce, Ahmed b. Hanbel; Ebu Umame’den rivayetle Darimî ve Taberanî 2- Said b. Hişam’dan naklen Müslim, Taberî ve Hâkim; Hasan-ı Basri’den naklen Ebu Davud, Neseî, Ahmed b. Hanbel; Katade ve Nufeyl b. Cübeyr’den naklen Taberî; Bidaye, VI/35; İbn-i Sa'd'ın rivayetinde "Kur'an insanlara en üstün ahlak kurallarını getirmiştir" ibaresi de vardır 3- Suyutî, Kenzu’l-Ummâl, III/17; İmam Malik, 10 Muvatta, Husnu’l-Hulk, H. No: 8 4- El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/107 5- Suyutî, Kenzu'l-Ummâl, VI/12 ATİLLA FİKRİ ERGUN [email protected] MUTLAK İLİM NİSPİ İLİM Allah Azze ve Celle sonsuz (mutlak) ilim sahibidir. İnsanlığa tebliğ için Hz. Resulü Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimize vahyettiği Kur’an-ı Kerim, sonsuz ilmine giden bir yoldur ve sonsuz ilmine aittir. Allah Azze ve Celle’nin kelamı, mahlûk olmadığı için mahdut da değildir ve sonsuz ilmine dairdir. Hadis-i Şerifler ve Sünnet-i Seniyye, “Mutlak İlmin” kalbine indirildiği İki Cihan Serveri Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin, aklın verasında olan Risalet tavrı ile idrak, izah ve tatbikatıdır. Risalet idraki, aklın verasındadır ve idrak ötesi bir idraktir. Risalet idraki, “kelimesiz idraktir” ki saf manaya (hakikate) vukufiyet, tamamen ihsandan ibarettir. Bu ve bilmediğimiz birçok sebeple Hadis-i Şerifler ve Sünnet-i Seniyye de “Mutlak İlme” dahildir. Zaten O, yalan söylemez, yanlış söylemez, kendiliğinden konuşmaz, kendiliğinden yapmaz. Kur’an-ı Kerim doğrudan Allah Azze ve Celle’nin kelamı olmakla Mutlak İlimdir. Sünnet-i Seniyye, “Mutlak İlmin” kalbine indirildiği Risalet’in, idrak ve tatbikatının “muhafaza” altına alınmasından dolayı “Mutlak İlim” mahiyetindedir. Böylece Mutlak İlim, kitap ve sünnet olmak üzere sübut bulmuş, tadat edilmiştir. * Herhangi bir insan idraki, Mutlak İlme, mutlak manada nüfuz edemeyecek, müntehasına ulaşamayacaktır. Öyleyse bir taraftan Mutlak İlimden anladıklarımızı ilmi bir çer- çeveye kavuşturmalı diğer taraftan Mutlak İlmi anlamak için ilim dalları inşa etmeliyiz. Mutlak İlmi gelişigüzel bir şekilde anlama teşebbüsü, onu idrak etmenin yolu değil, aksine idrak etmenin maniasıdır. Mutlak İlmin mana hacmine (ki hacmi mahdut değildir) hakkıyla vukufiyet iddiası, ancak nevzuhur entelektüel serseriliktir. Mutlak İlme kuşatıcı manada vukufiyet, mahdut aklın namütenahi ilmi ihata etme iddiasıdır ki, böyle bir ahmaklığın tarifini hiçbir lügat yapamaz ve taşıyamaz. Bu sebeple ümmetin “Selef-i Salihin”, Mutlak İlme nüfuz ve vukufiyet için çok sayıda ilim inşa etmiş, birçok ilmin inşa edilebilmesi için de altyapı oluşturmuştur. Ümmetin kadim müktesebatını oluşturan ve o müktesebatın içinde muhafaza edilen 11 ilimler, “Nispi İlimler” cümlesindendir. Mutlak İlim dinin ta kendisidir, mutlak ilmin inzal ve tatbiki tamamlandığında “din inşası” tamamlanmış, ondan sonra kurulan Nispi İlimler ise “din ile inşa” devrini başlatmıştır.(*) * Mutlak İlim ile Nispi İlim bahsi, içinde bulunduğumuz kaos çağında birbirine karıştırılmaya başlanmıştır. İlim bahsindeki en temel tasnif olan “Mutlak İlim-Nispi İlim” meselesi, dünyadaki hiçbir bilgi telakkisinde yoktur, bu sebeple olmalı batı tesirine maruz kalanlarca ağır ölçü ihlalleri yaşanmaktadır. Kadim müktesebatımız ile irtibat kurmak, onu tahsil ve idrak etmek zorlaşınca, müktesebatın son halkalarında bir donma başlamış, Kemalist devrimlerin imha ve zulmü ile irtibat tamamen kesilmiş, elde “İlm-i Hal” kitaplarından ibaret küçük bir külliyat kalmıştır. Mazlum halkın imanını muhafaza ve dini- ni yaşama cehdiyle sarıldığı bu külliyat, ülkedeki hürriyetlerin biraz genişlemesiyle ortaya çıkan ukalalar tarafından “hurafe” olarak şiddetli tenkitlere mevzu edinilmiştir. Alim olmak iddiasındaki bir insan, halkı kıyasıya tenkit ettiğinde, anlaşılır ki halkın seviyesindedir. Kemalist zulüm altındaki halkın elindeki birkaç kaynağa savaş açacak kadar irfan ve izandan yoksun olanlar, halkla kavga etmenin nefs kavgası olduğunu hala anlamamış görünüyor. Oysa halk irşat edilir, onunla kavga edilmez. * Cumhuriyet dönemindeki ağır zulüm ve kadim müktesebatın imhasına dönük operasyonların verdiği zarar malum… Meselenin aslı, cumhuriyet öncesi dönemde, kadim müktesebata ulaşma imkanı olmasına rağmen ruhi ve akli hassasiyetin kaybı ve idrak seviyesinin düşmesidir. Ulema, kadim müktesebatımız karşısında “Gök kubbe altında söylenecek söz kalmadı” türünden hayret ve zafiyet ifade eden tavırla, hikmet keşfini ve ilmi inşa süreçlerini büyük nispette durdurmuştur. “Gök kubbe altında söylenecek söz kalmadığına” inanıldığı andan itibaren, “Mutlak İlmin” muhtevasındaki mana ve hikmet keşfinin tamamlandığına inanılır. Son dönem ulema tabii ki Mutlak İlim-Nispi İlim tasnifine vakıftır ama eğer keşif ameliyesi tamamlanmışsa, Mutlak İlimdeki hikmet vuzuha kavuşmuş demektir. Bu kanaat, Nispi İlimlerin mutlaklaştırılmasını, her ne kadar Mutlak İlim yerine ikame edilmese de sabitlenmesini kaçınılmaz kılar. Böyle de olmuş, tekrarlar başlamış, bilgiden ve ezberden ibaret bir teçhizatla inisiyatif alınmıştır. Uleması bu noktaya gelen medeniyetin çökmesi mukadderdi. Halk tabii ki Nispi İlimlerle Mutlak İlmi birbirine karıştırır, bu konuda mazurdur. Ulemanın dolaylı yoldan geldiği Nispi İlimleri mutlaklaştırma ve Mutlak İlim yerine ikame etme anlayışı, hem keşif ve inkişafı hem de hayata ve dünyaya vaziyet etme iktidarını kaybettirmiş, devasa bir boşluk oluşmuştur. Maraz, Nispi İlimlerin mahiyetinde değil, ona muhatap olan alim ve mütefekkirlerin anlayışındaydı. Anlayış bozulmuştu, akl-ı selim kaybolmuştu. “Ne” okuduğumuz kadar “ne ile” okuduğumuz da mühimdi, akl-ı selimi kaybedince keşif istidadımızı kaybettik. Bu anlayışın marazi tarafı açıktı, bu anlayışa karşı bir aksülamelin zuhuru da tabii idi. Fakat İslam, felsefi geleneğin diyalektik işleyişindeki amel-aksülamel zincirini takip etmez. Mezkur anlayış yanlıştı ama temelin- 12 deki nizami tertip doğruydu. Anlayışa yönelik aksülamel, temeldeki Mutlak İlim-Nispi İlim ana tasnifini darmadağın etti. Nispi İlimlerin “Mutlak İlim” haline getirilmesi veya öyle davranılmasındaki yanlışlık, aksülamel sahipleri tarafından Nispi İlimlerin inkar ve imhasına kadar giden bir yol açtı. İfrat ile tefrit arasındaki tahterevallide sallanan iki taraf da yanlış yaptı. Birisi Nispi İlimleri Mutlak İlim yerine ikame etmekle hata yaptı, diğeri Nispi İlimleri inkar ve imha ederek Mutlak İlmi Nispi İlim derekesine düşürdü. Birinin Nispi İlimlerin hacminden gözü kamaştı ve keşif ameliyesi zafiyete uğradı, diğeri Nispi İlimleri inkar ve ihmal ederek, İslam’ı ilimsiz bıraktı. Mutlak İlmi, Nispi İlimler seviyesine indiren, hatta ondan da değersiz hale getiren nevzuhur akım, hiçbir ilmi tedrisat görmeyen yirmi yaşındaki cahillerin eline Mutlak İlmin (üstelik sadece Kur’an-ı Kerim’in) mealini verdi. Hiçbir ilmi usul ve tertibe riayet etmeden Mutlak İlme muhatap kılınan cahiller, böyle büyük bir vazifeyi üstlenmek ve ümmeti kurtarmak gibi kifayetsiz teşebbüslerin altında ezildi ve tam anlamıyla bir nefs hareketi haline geldi. Serkeş akıllar, halkta yuvalanmış bazı hurafeleri görünce, Mutlak İlmi (üstelik Sünnet-i Seniyye’yi de ret veya ihmal ederek) idrak ettiklerine kanaat getirdiler. Ağaca çaput bağlayan okuma yazma bilmez bir kadının tavrına bakıp, İmam-ı Azam Hazretlerini tenkit etmeye başlayan azmanlaşmış nefsler, Nispi İlimlere (ümmetin kadim müktesebatına) Kemal Atatürk’ten daha şiddetli bir savaş açtılar. Kadim müktesebatımıza itibar etmeyi, müşrik atalar için beyan buyurulan “atalarının dini” ifadesiyle tarif ve tavsif edecek kadar gözü dönen din tahrifçileri, ağaca çaput bağlayan kadınların cehaletini aştılar. * Takip edeceğimiz güzergah, Nispi İlimlerin inkar ve imhası değil, aksine önce onları idrak, sonra onların marifetiyle Mutlak İlimdeki keşif ve inkişafı yeniden başlatmaktır. Nispi İlimler (kadim müktesebatımız) marifetiyle çok sayıda medeniyet inşa edebildiğimiz tarihi bir vakıadır. Bu tarihi hakikatin inkarı, tarih boyunca bedevilikten kurtulamamış ve bir tane bile medeniyet kuramamış olan Şia’nın husumetinden kaynaklanır. Şia dışındaki merkezkaç kuvvetler nispeten zayıftır ve bir müktesebatı da yoktur. nin inşasını, Mutlak İlmi merkeze alıp, medeniyet tasavvuru gibi “büyük terkibi” gerçekleştirerek yapmalıyız. Ümmetin on dört asırlık keşif ve inşa ameliyesini, bu ameliyenin müktesebatını çöpe atmak, oryantalist taarruzun temel hedeflerinden biridir. Oryantalizmin bugün, Müslümanların eliyle yürütülen bir operasyon haline gelmiştir. Buna razı olmak ve müsaade etmek, yeniden doğuş ve varoluşu, yeniden medeniyet inşasını imkansız kılmak manasına gelir. Bazen Şia, bazen Vehhabi, bazen Selefi gibi siyasi (dini değil) akımların kisvesine bürünen oryantalizm, özü itibariyle Kur’an-ı Kerim dışındaki her şeyimizi imha etmeyi hedefliyor. Kur’an-ı Kerimi imha veya tahrif etme teşebbüsleri akim kaldığı için vazgeçen, onun yerine vahyin ilk muhatabı olan Risalet’e ve Risalet’in beyan ve tatbikatı olan 13 Sünnet-i Seniyye’ye yönelen, yine müderrisi Risalet olan ve Risalet tedrisatından geçen Sahabe-i Kiramı itibarsızlaştırmaya çalışan bir operasyon yürütüyor.(**) (*)”Din inşası” ile “Din ile inşa” bahisleri, Nurettin Saraylı’nın “Din inşası ve Din ile inşa” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. (**)Bu mesele, Mustafa Karaşahin’in, “Oryantalist taarruz” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. İBRAHİM SANCAK [email protected] Nispi İlimleri ihya edip, mana ve hikmet kaşifi maharetini yeniden kazandırmalıyız. Aynı zamanda Mutlak İlmin muhtevasındaki mana ve hikmet keşfi için ihya edilecek ilimlerin dışında birçok ilim dalını kurmamız gerekiyor. Nispi İlimlerin ihyası ve yenileri- BİLGİ VE FİKİR İnsan zihninin faaliyetleri; ezberleme, öğrenme ve anlama şeklinde derinleşerek devam eder. Ezberleme ve öğrenme faaliyeti, ortalama zeka seviyesinin bile yapabileceği iştir. İdrak etme (anlama) faaliyeti ise ezberleme ve öğrenmeden çok farklıdır ve çok derindir. Ezberleme, bilginin “olduğu gibi” zihni evrene, özellikle de hafızaya naklidir. Ezberleme neticesinde elde edilen bilgi, olduğu gibi tekrarlanabilir, üzerinde başka bir işlem yapılması imkansızdır. Ezberlenen bilgi tekrarlamaktan başka şekilde kullanılamaz, faydalanılmaz. Bu sebeple ezberleme, yabancı dildeki metinler için de mümkündür. Öğrenme de aslında bir ezberleme türüdür ama öğrenme yoluyla elde edilen bilgi, kullanma boyutunu da ihtiva eder. Öğrenilen bilgi kullanılabilir, çünkü kullanım yolu da ezberlenmiştir. Öğrenilen bilgiden faydalanılır, zira faydalanma yolu da ezberlenmiştir. İdrak etmek ise bilginin mahiyetine nüfuz edilmesidir. Bilginin tahlil edilebilmesi (cüzlerine ayrılması), bilginin terkip (bilginin kendisiyle veya cüzleriyle başka bilgi vahitlerinin terkip) edilebilmesidir. Bilgi, idrak yoluyla mülkiyete geçirilir. Türkiye’deki okullarda talim ve terbiye olmadığı, eğitim-öğretim yapıldığı için, ezberleme ve öğrenmeden ibaret bir tahsil hayatı mevcuttur. Okullarda kazanılan bu itiyat, maalesef hayat boyu devam etmekte, bilgi sadece ezberlenmekte ve öğrenilmektedir. Üniversiteler dahil okullarda “idrak etme” faaliyetinin mevzu başlığı ve tarifi bile bulunmamaktadır. İdrak etmenin ne olduğuna dair bir paragraflık talim ve terbiyenin bulunmadığı okullarda, talebelerin idrak ettiğini, yani tefekkür faaliyetinde bulunduğunu kabul etmek için hiçbir sebep yoktur. Ezberleme ve öğrenme zihni faaliyet ile mümkündür, idrak etmek ise tefekkür faaliyeti ile ancak mümkün olur. İdrak etmenin ne olduğuna dair bir başlık bile olmadığı için, üniversitelerin doçentlik tezlerinde bile ezberleme ve öğrenme usulleri kullanılır. Kendi cehdiyle tefekkür istidadı kazananlar mahfuz olmak üzere, tahsil yoluyla tefekkür istidadını kazanma ihtimali yoktur. Üniversitelerde bile ezberleme ve öğrenme cari olduğu, idrak etmenin başlığı bile bulunmadığı için, Türkiye’de cahillik tahsil yoluyla kazanılır. Zira cahil olmak bilgi sahibi olmamak değil, herhangi bir şekilde ezberlere mahkum olmak, ezber dışına ise kör kalmaktır. Türkiye’de cahillik doktora tezleriyle kazanıldığı için, kendisiyle mücadele edilebilir mahiyet taşımaz. Bu sebeple halkın cahilliği, irfani bir cahilliktir ve bilgiye tahsillilerden çok daha fazla değer verir. Tahsilliler sadece ezberlediği ve öğrendiği bilgilere değer verir ve onların dışındaki tüm bilgi çeşitlerine karşı dipsiz bir cehalet içindedirler, yani kapalıdırlar. Bu sebeple Türkiye’de üniversite, ilim ve tefekkürün motor gücü değil, frenidir. Ve tabii ki bu durum oryantalistlerin operasyonudur, başarı oranı ise yüzde doksanın üzerindedir. Müslümanlar bir taraftan Cumhuriyet 14 Türkiye’sinin okullarında pozitivist eğitimöğretimin ezberleme ve öğrenme temrinlerini yapmakta ve bunun itiyatlarını oluşturmakta, ilginçtir diğer taraftan da o itiyatların tabii neticesi olarak İslam’a muhatap olma bahsinde de aynı yaklaşımı sergilemektedir. Her cemaatin sadece kendi kaynaklarını okuması ve diğer kaynaklara kör kalması, Kemalist Cumhuriyetin okullarındaki pozitivist eğitim-öğretimin aynısını tekrarlamaktır. Pozitif eğitim-öğretim, öncelikle inşa ettiği “pozitif aklın” ufkuna mahkumdur ve onun dışına kördür. Bu şablon, bütün Müslüman cemaat ve guruplarda aynı şekilde tekrarlanır ve dar bir çerçeve içindekiler ezberlenir ve öğrenilir, onun dışındakilere ise dönüp bakmaz. Bilgi, mananın tespit edilmiş yani sübut bulmuş halidir. Fikir ise mananın, muhtevanın kendisidir. Her fikir, birçok bilgi tertibi ile ifade edilebilir. Fikir, bilginin harekete geçmiş halidir, hareketli halidir. Bilgi, donmuş halde bulunur çünkü bilgi zaten mananın sübut bulmuş halidir. Fikir, mana nizamıdır, bilgi ise mananın zapt edilmiş hali… Esas olan fikirdir, zira fikir muhtevadır. Bilgi ise fikrin (muhtevanın) bir şekilde ifade edilmiş halidir. Oysa fikrin birçok ifade edilebilme ihtimali ve imkanı vardır. Her ifade şekli ve ihtimali, farklı bilgi vahitlerini oluşturur. Bu sebeple bir cümlelik fikir, bir kitaplık bilgiye denktir. Bilgi malzemedir, fikir ise esastır. Bilgi ezberlenebilir, öğrenilebilir, bu sebeple tekrarlanabilir. Fikir ezberlenemez, öğrenilemez ancak idrak edilebilir. Meselenin kritik noktası tam olarak burasıdır. İdrak (tefekkür) faaliyeti neticesinde elde edilen fikir, kayıt altına alındığında “bilgi” haline gelir. Müellifi için fikir olmaya devam eder ama nakli kabil değildir. Nakli için söz veya yazı ile kayıt altına alındığı andan itibaren fikir olma hususiyeti kaybolur ve “bilgi” haline gelir. Bu sebeple fikir, müellifi için fikir, muhatabı için bilgidir. Dolayısıyla fikir ezberlenemez, öğrenilemez, ezberlenmesi veya öğrenilmesi için metin haline getirildiği andan itibaren bilgi mahiyetine inkılap ettiği için, ezberlenen ve öğrenilen bilgidir. Fikir ile ilgili tespitler, ilim için de aynıyla caridir. Bilgi ve fikir, öğrenme ve idrak etme bahisleri anlaşılamadığı için, fikri ve ilmi eserleri okuyanlar, onları ezberlemek veya öğrenmek yoluyla idrak ettiklerini zannediyorlar. Hal böyle olunca, mesela lebalep fikirle dolu olan Necip Fazıl’ın eserlerini okuyanlar, ezberleyerek veya öğrenerek “fikir sahibi” olduklarını zannediyorlar. Oysa Necip Fazıl Üstadın fikriyatı (her müellif gibi), kitaplaştığı andan itibaren bilgi haline gelmiştir, bilginin ezberlenmesi ise idrak edildiğini göstermez. Tabii ki bilgi çeşitleri mevcuttur, her bilgi çeşidinin de kıymeti farklıdır. “İlmi bilgi” ve “fikri bilgi”, diğer bilgi çeşitlerinden mukayesesiz daha kıymetlidir. Herhangi bir bilgiden “mefkure” sahibi olmak fevkalade zordur ve dehaların işidir, buna mukabil fikri bilgiden mefkure sahibi olmak daha kolaydır. Bu manada Necip Fazıl’ın eserlerini okumak, sadece ezberlenmiş olsa bile “fikri bilgi”ye yani kıymetli bilgiye muhatap olmak bakımından önemlidir. Tefekkür ve idrak faaliyeti, insanın enfüsi dünyasına aittir. Bilgi ise nispeten afakidir, enfüsi dünyanın dışında varlığını muhafaza eder. Bu sebepledir ki bilginin intikali mümkündür. Fikir enfüsi dünyaya ait olduğu için nakli kabil değildir, bu sebepledir ki nakledilmesi için kayıt altına alınmakta ve “bilgi” haline getirilmektedir. Bilginin afaki dünyada varlığını muhafaza edebilmesi, onun ezberlenmesini ve öğrenilmesini mümkün kılar. Bundan dolayı fikir ne kadar kıymetli olursa olsun, bilgiye azami derecede muhtacız. Bilgi olmadığında, fikir ve ilim bilgi haline getirilemediğinde nakledilemediği için, bilginin tedavül istidadına fikrin de ilmin de ihtiyacı sınırsızdır. Tefekkür ve idrak için talim ve terbiye zarurettir. “Üstatsız ilim olmaz” hikmeti, tefekkür istidadının hususi bir talim ve terbiye ile iktisap 15 edilebilmesindendir. Bu sebeple sadece tasavvuf ehlinin değil, fikir ve ilim adamlarının da talebeleri olmalıdır. İdrak etme istidadı talim ve terbiye ile kazanıldığı için, Cumhuriyet okullarında pozitif bilim şablonunun eğitim-öğretiminden geçen Müslümanların, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’yi, İslami tedrisattan geçmeden ve mealinden okuyup anlama çabası, kavanozu yalayarak aldığı cam tadını balın tadı zannetmekten ibarettir. Bunlar, ukala ukala camın tadını bal tadı olarak anlatan, bu sebeple de kadim müktesebattaki bal tadını reddeden, gerçek bal tadının cam tadı olduğunu iddia eden, içine düştükleri komiklikleri de bir türlü anlamayan kişilerdir. Akl-ı Selim ve onun tabii cehdi olan tefekkür faaliyeti, bunların neticesi ve eseri olan idrak ve fikir bahislerinde tek kitap olmayan bir ülkede, Mutlak İlmi anlama iddiası ne tuhaf bir edadır? İdrak etmek nedir ki, Mutlak İlmi idrak ettiğin iddiasında bulunuyorsun? EBUBEKİR SIDDIK KARATAŞ İKİ YOL İLİM VE İRFAN İslam’da nihai maksat, insanın Allah Azze ve Celle’ye yakınlaşmasıdır. İslam tüm ölçüleriyle insanı, Allah Azze ve Celle’ye ulaştırmanın bir şartını gerçekleştirir, bu yolda bir ihtiyacı karşılar, maksadı şaşırmaması için bir istikamet tayin eder. Hayattaki karşılığı küçük veya büyük olsun her ölçü, insan ile Allah Azze ve Celle arasında bir köprü, bir tavassut, bir vesiledir. Allah Azze ve Celle’ye ulaşmak, O’na vasıl olmak… Maksat budur, bu maksadı gerçekleştirmek için de “Mutlak İlim” olarak Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye gibi iki kaynağımız var. Mesele Mutlak İlme nüfuz edip, oradan ve onun yardımıyla Allah Azze ve Celle’ye vasıl olmaktır. Mutlak İlme(*) vukufiyet, idrak istidatlarıyla alakalıdır. İdrak istidatlarının iki merkezi olan akıl ile zeka ise insanlara eşit dağıtılmamıştır. Bir deha ile bir orta zekalı insanın idrak derinliği aynı olmadığı gibi temel mükellefiyetler dışındaki mesuliyeti de aynı değildir. İdrak istidatları ve hacmi aynı olmayan insanların, nihai maksat olan Allah Azze ve Celle ile vuslatının vaki olması için farklı güzergahlar (fakat farklı istikametler değil) olması iktiza etmez mi? * İdrak istidatları zayıf olan müminlerin Mutlak İlim olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye vukufiyetlerindeki nakısa, nispi ilimlere vukufiyette bile vakidir. Tefsir ilmi, fıkıh ilmi, kelam ilmini bile idrak etmek, kayda değer bir akıl hacmi ve zeka seviyesi gerektirir- ken, Mutlak İlme vukufiyet çok ciddi bir idrak derinliği ister. Mesele sathi bir anlamadan ibaret olmadığı için, dehalarla normal zeka sahibi müminlerin aynı seviyede idrak edeceklerini beklemek insan telakkisine aykırıdır. Mutlak İlmi her müminin aynı seviyede anlayabileceğini kabul etmek, insanların aynı kuvvette idrak istidatlarına sahip olduklarını iddia etmektir. İnsanların hem bedeni hem de ruhi farklılıkları gayet sarihtir, bunun reddi orta zeka bir insan için bile imkansızdır. Buna rağmen “mealci” tabir edilen bir kesimin, her insanın Mutlak İlmi aynı seviyede anlayabileceği iddiası, hem İslam’ı hiç anlamadıklarını gösterir hem de insanı ve hayatı… Allah Azze ve Celle, insanı kendine kulluk etmesi ve nihayet kendine ulaşması için yarattığına göre, mükellef olmayanlar hariç her insanın bu maksadı gerçekleştirmesi için bir yol 16 açmıştır. İşte ilim ve tasavvuf mecraları, istikamet (nihai maksat) aynı olmak üzere farklı güzergah haritaları çizen iki yoldur. İstikamet aynı olduğu için, güzergahın tüm safhaları farklı değildir, olmak zorunda da değildir. * İlim mecrasının ve o güzergahta yol almanın ilk şartı derin tefekkür ve idraktir. Zeka seviyesi düşük ve akıl hacmi dar olan birisinin ilim tahsili ve ilimden temin edeceği fayda, “İlm-i hal” derecesindedir. Bundan ileri gitmek istediğinde, ancak ezberler ve öğrenir, idrak ve terkip etme imkanı yoktur. İdrak edemediği için “öğrenme” ile idrak etmenin farklı meseleler olduğunu da anlamaz, bunların farkını anlamadığında ise alim olma ihtimali sıfırdır.(**) Diğer taraftan ilim mecrasında yol alan dehalar, nispi ilimlerin müntehasına vardıkları ve hala tatmin olmadıkları için yolları zarureten tasavvufa çıkar. İlim mecrası, deha olmayan ilim adamlarını bir ömür boyu tatmin eder, zira bunlar nispi ilimlerin müntehasına ulaşamazlar. Bir ilmin müntehasına ulaşamayanlar, o ilim ile hayatlarını tüketirler. Dehalar ise nispi ilimlerin müntehasına ulaşırlar ve oraya ulaştıklarında görürler ki “Mutlak İlmin” müntehası yoktur. Mesela nispi ilimlerin müntehasında bile “Ölmeden önce ölmek” bahsi hakkıyla izaha kavuşmamıştır, zaten o bahis bir “hal”dir ve idrak ve izahın verasındadır. Müminin nihai maksadı, “ölmeden ölmek”tir ve bu bahis ise Mutlak İlimde kayıtlıdır. Mutlak İlme nüfuz ve vukufiyet için inşa ve tertip edilen nispi ilimler, insanı o makama çıkaramadığına göre ilim mecrasında yol alan dehalar, nispi ilimlerin müntehasına ulaştıkları için tasavvufun eşiğine geliyorlar. İslam tarihi göstermiştir ki, medrese ehlinden olan dehaların bazı istisnalar hariç olmak üzere tamamı tasavvufa girmiştir.(***) Çünkü dehalar, aklı aşacak derinlikte idrak sahibidirler. Tasavvufa itimat ve itibar gösterip intisap edenler hariç, ilim mecrasından gelip de nispi ilimlerin müntehasına ulaşamayanlar, yani aklı aşamayanlar tasavvufa girmemiştir. * Tasavvuf, her seviyedeki idrak istidadı olan insan için bir güzergah açmıştır. İlim ise sadece derin idrak istidadı olanlar için bir mecra açmıştır. Derin idrak istidadı olanlardan dehalar ise ilim mecrasının müntehasına ulaşmakta, orada idrak sürecinin bitmediğini görmekte ve tasavvufa meyletmektedir. Derin idrak istidadına sahip olmayanlar ise zaten ilim mecrasında ancak kısa mesafeler almakta, o mecranın müntehasına ve nihai maksada ulaşamamaktadır. Nihai maksada doğru ilim güzergahında (mecrasında) mesafe alamayanlar için tasavvuf mecrası bir güzergah açmıştır, terbiye ve tezekkür… Terbiye ve tezekkür, tefekkür istidadı mahdut olanların, ilim ve tefekkür güzergahı dışında ve doğrudan hakikate (tevhide) doğru yol alması için hazırlanmış, tertip edilmiş, güzergahı tayin edilmiştir. Terbiye ve tezekkür yolu, hem idrak ve tefekkür istidadı mahdut olanlar içindir hem de idrak ve tefekkür istidadı en yüksekte olanlar için… Terbiye ve tezekkürsüz idrak ve tefekkür faaliyetinde bulunmak, felsefi mecraya aittir, o da asla hakikat ve tevhide götürmez. Tasavvufta, idrak ve tefekkür istidadı mahdut olanların sadece terbiye ve tezekkür yoluna sevkedilmesi ve bir mürşide bağlı kılınması bir mecburiyettir. İdrak ufku dar, tefekkür istidadı zayıf olan mizaç sahipleri başı boş bırakıldığında neler olduğunu bugün görüyoruz. Her önüne gelenin “meal” yazdığı, aynı dilde bile “tek olan Kitab’ın” çoğaltıldığı, insanların artık “tamam da o filanın mealine göre, falanın mealine göre ayet-i kerime şu manaya geliyor” 17 diye tartışmaya başladığı tefekkür kaosuna düştük. Müslüman sayısınca İslam anlayışının olduğunu söyleyecek kadar liberalleşen Müslümanlar gördük. (*)Mutlak İlim-Nispi İlim bahsi, İbrahim Sancak’ın, “Mutlak İlim-Nispi İlim” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. (**)Öğrenme ile anlama meselesi, Ebubekir Sıddık Karataş’ın, “Bilgi ve Fikir” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. (***)Dehaların tasavvufa girmeleri, Hamza Kahraman’ın, “Dehaları istihdam eden mecra tasavvuf” başlıklı yazısında tetkik edilmiştir. ABDULLAH TATLI [email protected] BİLGİ TELAKKİMİZİN MARAZLARI kaynaklarımıza dönüşü temin edecek “nefs emniyetini” gerçekleştirmektir. Yoksa batıyla vakit geçirmenin artık lüzumu yok… * Bilgi telakkimiz; ilim, irfan ve tefekkür mecralarının kuşattığı ve beslediği alanda terkip ve inşa edilir. Üç mecranın birisi veya birisinin bir mevzusu eksik olsa bilgi telakkimizin terkip mimarisi eksik kalır. Batılıların felsefe ve bilim mecralarından ürettiği bilgi telakkisi, akıl ve madde ile sınırlıdır ki mesela zaman-mekan, hayat-ölüm, ruh-can gibi temel meseleleri izah etmek bir tarafa mevzu haritasına bile alamaz. İslam ilim ve tefekkür mecrası, maveraya dair meseleleri mevzu haritasına alır ama maveraya dair deruni bilgi irfan (tasavvuf) havzasının tasarrufu altındadır. Temel meseleleri mevzu haritasına almak tabii ki fevkalade mühimdir ama o meseleler hakkında akıl ve madde ötesi keşif ve telif çalışmalarını yapacak bir mecra ve usul ihtiyacı açıktır. Batıdaki felsefe (tefekkür) ve bilim mecrası, İslam tefekkür ve ilim mecrasına nispetle çok sığdır ve bizim kaynaklarımıza tekabül etme imkanları yoktur. Muhal farz tekabül etseydi bile, bizde üçüncü mecra (irfan mecrası) olduğu için, temel meseleleri deruni boyutuyla tetkik, keşif ve telif imkanımız mevcuttur. Batıda üçüncü mecranın yokluğu, bilgiyi varlığın arazlarına, hayatı biyolojik altyapıya, insanı “gelişmiş hayvan” telakkisine mahkum etmiştir. Batı uygarlığını İslam medeniyeti ile mukayese etmek bile İslam’a hakaret sayılır, zira batının tefekkür ve bilim mecralarındaki sığlık, bunların elde ettiği neticelerin vahameti apaçık ortadadır. Batı ile ilgili kısa tespitler yapma sebebimiz, oryantalist taarruz karşısında yenilen bazı Müslüman zihinlerin dikkatini çekmek, epistemolojik işgalin derinleştiği bugün kendi Bilgi telakkimizdeki tamamiyete ulaşmanın yolu külli anlayıştır. Külli anlayışı kuşanmanın yolu ise üç mecranın bilgi müktesebatının terkibi mimarisini kurmaktan geçer. Savruk, dağınık, kaotik şekilde biraz oradan, biraz buradan toparlanan bilgiyle terkip yapılamayacağı gibi külli anlayışa ulaşmak da mümkün değildir. * İlim, irfan ve tefekkür mecralarından süzülüp gelen bilgi anlayışımızın en büyük marazları; “parça fikir”, “eklektik yaklaşım” ve “inkas teşebbüsü”dür. 18 Parça fikir; külli anlayışı kuşanamamış olan Müslümanların, İslam’ı parça parça anlamaları, İslam’ı, anladıklarından ibaret görmeleri, anlamadıkları bilgi alanlarına körleşmeleri, İslam’ın mevzu haritasından bihaber olmaları halinde ortaya çıkar. İslam’ın bütününe muhatap olacak idrak hacmi ve istidadı olmayanlar, meseleyi üç-beş mevzua hapsetmekte, İslam’ı ondan ibaret görmekte, böylece kaçınılmaz olarak yanlış neticelere ulaşmaktadır. Sahip oldukları akıl hacmi ve kabul ettikleri bilgi telakkisi parçaya mahkum olduğu için, parçayı bütün zannetmekle malul bir İslami anlayış (anlayışsızlık) zuhur etmektedir. * Eklektik yaklaşım, külli anlayışı kuşanamamış, İslam’ın bütününe muhatap olamamış zihin ve akılların düştüğü ikinci tuzaktır. Her meseleyi İslam’dan anlayamayan, İslami kaynaklardan anlayamadığı meselelerdeki bilgi ihtiyacını başka kaynaklardan temin etmek zorunda kalan, böylece “kaynak şirkine” bulaşan akıl formlarıdır. Bu tür zihin ve akıl organizasyonları, İslam’ın bütününü anlamadıkları gibi, İslam’ın kadim müktesebatını reddedenlerden çıkmaktadır. Doğrudan Kur’an-ı Kerim meali okuyanlar, buna mukabil kadim müktesebatı ret ve inkar edenler, kaçınılmaz olarak bilgi ihtiyaçlarını başka kaynaklardan (tabii ki mecburen batıdan) temin edenlerdir. Kur’an varken başka kaynak ihtiyacı duymadığını söyleyerek İslam alimlerinin eserlerini yok sayanlar, herhangi bir meselede bilgi ihtiyacı hasıl olduğunda batıdan kolaylıkla alabilmektedir. Eklektik yaklaşım aynı zamanda parça fikre (anlayışa) mahkum olanların düştüğü bir tuzaktır. Zaten kadim müktesebatı ret ile işe başlayanların parça fikre mahkum olmaları kaçınılmazdır, bu iki şart gerçekleştiğinde eklektizm zorunlu hale gelmektedir. * Külli anlayışa malik olamayanlar; hem parça fikre mahkum olmakta hem de yolu ister istemez eklektizme düşmektedir. Bu tuzaklarla inşa ettikleri zihni evrenleri ve akıl bünyeleri, sahip oldukları dar anlayışları “esas” haline getirmeye başladıkları andan itibaren İslam’ı inkas (eksiltme) etmektedir. İslam’ı inkas etme niyetine sahip olmadıkları doğrudur, zaten dini eksiltme niyetine ve çabasına sahip olanlar kızıl kafirdir. Ne var ki dar ve yanlış anlayışlarının tabii neticesi olarak İslam’ı inkas etmekte, bunu da umumiyetle fark etmemektedirler. * Haki Demir’in ısrarla üzerinde durduğu ilim, irfan ve tefekkür mecralarını reddetmek bir tarafa ihmal bile edildiğinde dağınıklık, savrukluk ve hatta serkeşlik başlamaktadır. İslam’ın tamamını bir insanın anlamasının zorluğu ortadadır, mesele muhatap olduğu kısmın “bütün” değil, “parça” olduğunu bilmek, mevzu haritasında anlamadığı meseleleri ise ehliyet sahibi şahsiyetlere havale etmek sıhhatli olan yaklaşımdır. Anlamadığını yok sayan sığ akılların ulaşabileceği en son menzil ya parça fikre mahkumiyet ya eklektizm veya dini inkas etmektir. Dergiyi çıkarmadan önce on yıllık mevzu haritasını hazırlamamızın sebeplerinden birisi de, tezatsız bir idrak ve tefekkür faaliyetini mümkün kılmaktır. Ne yapacağımızı ve onu nasıl yapacağımızı hazırlamadan yola çıkmadık çünkü öyle yola çıkanların hangi yabancı menzillere ulaştığını gördük. Hazırladığımız ve kamuoyuna sunduğumuz mevzu haritasına sadık şekilde yayın hayatımıza devam ediyoruz. Bu sayının kapak konusu olan ilim, irfan, tefekkür mecraları, her türlü bakış ve anlayışımızın, idrak ve usulümüzün, tahlil ve terkibimizin ana tasnifini oluşturmaktadır. Bu mecralar hakkında sıhhatli ve 19 derin anlayış sahibi olmayanlar, düşünce dediklerinde felsefeyi, düşünmeliyiz dediklerinde ise felsefe yapmayı kastediyorlar. Felsefeyle İslam’ı anlamaya çalışmak ise kasap bıçağıyla ameliyat yapmaya benzer. Bu işi ise oryantalistler yapmıştı, yani felsefeyle (aynı zamanda pozitif akılla) İslam’ı anlama, aslında ise tahrif etme çabasına girmişlerdi. METİN ACIPAYAM [email protected] DEHALARI İSTİHDAM EDEN MECRA TASAVVUF lamamış, bünyesini ikmal etmemiş, varoluşunu tamamlamamıştır. * Deha, insan zekasının ufkudur. Dehaların birçok özelliklerinden birisi de, dünya görüşlerinin insanı derinliğine ikna ve tatmin etmenin ölçüsüdür. Bir fikriyat, bir dünya görüşü, bir medeniyet yekunu dehaları tatmin etmiyorsa, orta zekaların günlük hayatlarındaki küçük mutlulukların malzemesidir. Bir fikriyatın insanı ikna ve tatmin etme ölçüsü, idrak faaliyetinin ufkunda dolaşan dehaların, akılla deliliğin berzahına kurdukları salıncakta gidip gelen ruhlarını sükunete kavuşturabilmesidir. Ortalama zekanın tatmin olduğu basit hayat denklemlerinden çok ötesine ihtiyaç duyan dehaların doymak bilmez idrak cehdini tatmin etmek, görüntüsü delilikle aynı tezahürlere sahip zeka patlamalarını çerçeve içine alıp esere tahvil etmek, bir fikriyatın en ciddi imtihanlarından birisidir. Deha, lügatle iktifa etmeyen, lügatin ötesinde bir mana ve kıymet arayan, genişliğine bir hayattan zevk almayan, derinliğine keşif hamlelerine uykusunda bile devam eden hikmet ve hakikat avcısıdır. Ortalama zekayı ömür boyu tatmin eden bir izah, bir muvazene, bir mefkure, deha için birkaç günlük veya birkaç haftalık, en fazla birkaç aylık meşgaledir. Deha, milyonlarca insanın hayat boyu idrak ve izah etmeye çalıştığı bir konuyu birkaç hafta keşif ve izah ettiği için, çetin çilelerin namzedi, yalçın mevzuların adamı, girift meselelerin fatihidir. Bir fikriyat kendini bir dehaya sunamamış, sunduğunda bir tane dehayı bile tatmin edememişse, orta zekaların ağzında sakız olmaktan başka bir mana ve derinlik taşımıyor demektir. Kendini dehalarla imtihan etmeyen bir fikriyat, rüştünü ispat- Bir fikriyat ne kadar derin ve kuşatıcı olursa olsun, eğer orta zeka bir insan tarafından ifade ve temsil ediliyorsa, sahip olduğu derinliği asla görülmez. Gerçekten derin ve kuşatıcı olan bir fikriyatın başına gelebilecek en talihsiz hadise, bir dehaya sahip olamaması, bir deha tarafından temsil ve ifade edilememesidir. İdrak istidatları (zeka, akıl, ruhi temayüller) zayıf olan kişi, hangi fikriyata sahip olursa olsun, ondan alacağı mana ve kıymet kendi hacmince olacağı için, asla fikriyatı temsil mevkiinde olmamalıdır. Yanlış fikriyat bile bir dehanın kaleminde “doğru” gibi görünebilmektedir. Dehanın idrak ve ifade mahareti o kadar yüksektir 20 ki, yanlış fikrin doğru mantığını kurabilmektedir. Meseleye sadece mantık gibi akli bir alet cihetinden bakanlar, dehaların elinde oyuncak olmaktan kurtulamaz. Dehadaki izah ve ikna istidadının yüksekliği, fikrin yanlışlığını ve ayıbını setretmekte, zayıf idrak sahiplerini malın ambalajıyla (mantığıyla) aldatabilmektedir. Mantık, zayıf idrak sahiplerinin mahkum olduğu, dehaların ise bir alet olarak kullanabildiği bir vasıtadır. * Her fikriyat kendini önce gençlik üzerinde gerçekleştirmek ister. Akıl inşası çağında aldığı gençleri, yoğurarak kendine intisap ettirir ve bir ömür boyu sürecek zihni evreni oluşturur. Orta zeka sahibi insanların kahir ekseriyeti, çocukluktan itibaren aldıkları talim ve terbiye ile hayatlarını yaşar ve bitirirler. Oysa dehalar böyle değildir, bebeklikten itibaren hususi talim ve terbiyeye tabi tutulsalar bile, kendilerine teklif edilen fikriyat kafi derecede derinliğe sahip değilse bir noktada patlar, sınırları aşar, duvarları yıkar. Bu sebepledir ki, kendini dehada gerçekleştiremeyen fikriyat, hayatta asla gerçekleştiremez. Bir ülkedeki deha (veya yüksek zeka) kontenjanından pay alamayan bir fikriyat, o ülkede inisiyatif sahibi olamaz, büyümesi bir sınırı aşamaz, hakim fikriyat haline asla gelemez. Hiçbir fikriyat şahıslara bakarak değerlendirilmez. Fikrin kendisine bakılması, bizzat fikrin doğru veya yanlış olmasıyla ilgilenilmesi “fikir namusu” gereğidir. Fakat bir fikriyat, doğuşundan itibaren bir dehaya sahip olmamışsa, ya dehaları ikna edecek derinlikte değildir veya özü itibariyle ne kadar derin olursa olsun dehalar tarafından temsil ve ifade edilmediği için derinliğinin görünmesi imkansızdır. Bu zaviyeden bakıldığında, herhangi bir fikriyatın tarihi okunurken, deha istihdamına özellikle bakılmalıdır. Birkaç asrı aşan tarihe sahip bir fikriyatın deha istihdamı yoksa, o fikriyat çok sığdır, çok hacimsizdir. Her fikriyatın mensuplarının kahir ekseriyetinin orta zekalı olması tabiidir. Zira insanlığın takriben yüzde sekseni orta zekaya sahiptir. Mesele, herhangi bir fikriyatın, dehaları da istihdam edip edemediğidir. Birkaç asırlık tarihe sahip bir fikriyat, hiçbir dehayı istihdam edememişse, bu fevkalade mühim bir alamettir. * İslam tarihi bu zaviyeden tetkik edildiğinde görülür ki, ümmetin deha kontenjanını istihdam eden müessese ve anlayış tasavvuftur. Ümmetin dehalarının yüzde doksandan fazla bir kısmı tasavvufa intisap etmiş, tasavvuf tarafından istihdam edilmiş, o yıkıcı zekaları iş ve esere sevk edilmiştir. On dört asırlık İslam tarihinde ümmetin dehaları, hayata nereden başlarsa başlasın, tasavvufta karar kılmıştır. Hayata tasavvuf merkezlerinden başlamasa da, mesela medreseden başlasa da, bir müddet sonra yolları bazen tercihen bazen mecburen tasavvufa ulaşmıştır. Dehalar, hayatın hangi alanından başlarsa başlasın o alanı çok çabuk anlamakta ve onunla tatmin olmamakta, daha derin bir keşif güzergahı aramaktadır. Medresedeki (ilim mecrasındaki) inkişaf güzergahı ve hikmet keşfi dehalar için tatmin edici değildir. Zira medrese, nihayetinde aklın tatmin edilmesinden ibarettir, oysa dehalar aklın müntehasına çoğunlukla genç yaşta, bazen de orta yaşta ulaşmakta, aklı tüketerek ötesine geçmekte, geçmek istemektedir. Medresenin (ilim mecrasının) aklı tatmin hedefi dehalar için çok kısa bir keşif güzerga- 21 hıdır. Medresede hayata başlayan, tasavvufa bigane kalan hatta karşı olan birçok alim şahsiyet, ilmin ve aklın müntehasına doğru mesafe aldıkça keşif ihtiyacı ve iştiyakı azalmamakta, aksine artmakta, böylece akıl ötesi kalbi-ruhi bir yol aramaya başlamaktadır. Sayısız misali olan bu hususta meşhur olan İmam-ı Gazali Hazretleridir ve yaşadığı süreç dikkat çekicidir. İlmin müntehasına varan ama aklı aşamayan, aklı aşamadığı için hikmet ve hakikat açlığını tatmin edemeyen, uzun bir müddet hayattan çekilen ve kendisiyle derinliğine hesaplaşan Hazret, aklı gere gere kopacak (çıldıracak) noktaya geldiğinde mecburen tasavvufa intisap edip kurtulmuştur. Bu müthiş bir misaldir. Tasavvuf, ümmetin dehalarını istihdam etmekle kalmamış, ümmetin deha kontenjanını çıldırmaktan kurtarmıştır. Bu hadisenin taze misali, yirminci asır Türkiye’sinde yaşanmıştır. Kahramanının adı Necip Fazıl’dır ve yirminci asır Türkiye’sinin o çaptaki tek dehasıdır. Öyle ki aklın ve hayatın ufkuna yirmili yaşlarda ulaşan, otuz yaşına geldiğinde çıldırma temrinleri yapan büyük deha, Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin önünde diz çökerek, “otuz yıldır duran saatini” çalıştırmaya başlamıştır. Orta zeka sahibi insanların, Necip Fazıl’ın yaşadığı çileyi anlaması beklenmeyeceği için, bir Seyyid’in önünde diz çökmesini hafife almaları umursanmamalıdır. İnsanların büyük laflar etmesine aldanmamak gerekir. İdrak çilesi ve hakikat kaygısı çekmeyenlerin ağızlarından dökülen büyük laflar, muhakkak ki hırsızlıktır. İslam tarihinde aklın, ilmin, müktesebatın müntehasına ulaşan büyük dehalar, “İlahi Muradın” ne olduğu sorusuna cevap verirken, “Allahu alem” ifadesini eklemeyi itiyat edinmişlerdir. İlmin kapısından girmeyen, tefekkürün ne olduğunu bilmeyen orta zekalılar, hakikati “özel mülkiyetlerine” geçirmiş insan edasıyla konuşuyorlar. Dehalara bile “Allahu alem” dedirten tasavvuf, sarahaten sabit ki haktır. Türkiye’de Necip Fazıl’ı anlamayanlar, İslam ve insan bahsinde hiçbir şey anlamamıştır. Necip Fazıl’ın fikriyatı bir tarafa, sadece deha ciheti tetkik edildiğinde anlaşılır ki, idrak ehlinin, hangi kavisleri çizerse çizsin, hangi güzergahta yol alırsa alsın, hangi savruluşları yaşarsa yaşasın, döküleceği mecra tasavvuftur. Tasavvuf bahsini, kurşun döktüren veya mezara yüzünü süren cahil kadın üzerinden tenkit etmeye çalışanlar, bir fikriyatın ve müessesenin tenkidini, onu temsile ehliyet ve liyakat sahibi şahsiyet üzerinden yapma namusundan mahrum ahlaksızlardır. Dikkat edin, fikirsizler değil, ahlaksızlardır. Zira kötü emsal üzerinden tenkit yapmak, fikirle alakalı değil, ahlakla alakalıdır. Ahlakı olmayanın fikri olmaz. * Yeniden İslam medeniyet tasavvuru ve inşasından bahsettiğimiz bugün, iki kıymetten asla vazgeçemeyiz; tasavvuf ve deha… Orta zekalılarla bırakın medeniyet tasavvurunu, bir köy tasavvuruna bile sahip olamayız. İslam medeniyet tasavvuru ancak dehaların engin muhayyilesinde mayalanır. Deha yoksa hayatı günlük kavgalarla ancak yaşarız. Faizsiz para tedavülünü gerçekleştirecek “Karz-ı Hasen” müesseseleri inşa edecek fikriyatı üretmek yerine, enflasyon nispetindeki faizin faiz olmadığına fetva veren alimler(!) eliyle, hayatı İslam’a taşımak yerine (Allah muhafaza) İslam’ı hayata doğru çekiş- 22 tirmeye ve sağını solunu kırıp dökmeye başlarız. İslam tarihi göstermiştir ki dehaları tasavvuf istihdam etmektedir. Dehalarımız yoksa medeniyet tasavvuru ve inşası yoktur, tasavvuf yoksa deha yoktur. Zira yolu tasavvufa düşmeyen dehalar ya çıldırmıştır ya da çıldırmıştır. Tasavvufsuz ve dehasız bir medeniyet tasavvurunun mümkün olacağını düşünenler, batının epistemolojik işgalinden kurtulamayan, batıyı kendi kültür coğrafyamızda tekrarlayan, bunu da fark etmeyen orta zekalardır. HAMZA KAHRAMAN [email protected] UYGARLIK DENİLEN VAHŞET Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nda bir canavara benzettiği medeniyet ile modern Batı uygarlığını kastediyordu şüphesiz. Bizim irfanımıza ait bir kavram olan medeniyetin Batı’daki gelişme anlayışına ve bu anlayışın pratiğine denk düşmediğini o da biliyordu. Fakat “uygarlık” kelimesi henüz icat edilmediği için “medeniyet” demek zorunda kalmıştı merhum. Bir şeyin gerçeğiyle sahtesini ayırmak için bazen böyle uygarlık gibi köksüz ve uydurma kelimeler işe yarayabiliyor. Medeniyet zannedilen tutumların yanlışlığını, medeniyet tasavvurumuzdaki bozulmaları, “gerici” veya “medeniyet düşmanı” olmakla yaftalanmadan anlatma imkânı bulabiliyorsunuz. Bu noktada uygarlık kelimesinin, delalet ettiği manaya uygunluğunu sorgulamadığımızı, iki farklı vakıanın aynı kelimeyle adlandırılmasından kaynaklanan bir sıkıntıyı giderme imkânı vermesi sebebiyle işe yaradığının altını çizerek medeniyet ile uygarlığın aynı şey olmadığını söyleyip sadede gelelim. Medeniyet, “inanca, beşerî ihtiyaçlara ve estetiğe dair gerekliliklerin, biri diğerini zaafa uğratmayacak şekilde karşılanıp kemâl seviyesinde yaşanmasına imkân veren bir inşa”dır. Bu tarifte inanç, ihtiyaç ve estetiğin yüksek seviyede uyumu esas olduğuna göre, söz konusu unsurlardan birinin, meselâ beşerî ihtiyaçların karşılanması çabasının diğerlerini ihmâl ettirecek hatta yok saydıracak tarzda öne çıkması, ne kadar ileri veya gelişmiş görünürse görünsün, o inşanın medeniyet sayılmasına manidir. Öte yandan ihtiyaçlar ve bunların karşılanma biçimleriyle, estetiğin ölçülerini inanç belirlediği için bütün medeniyetlerin temelini dinlerin yahut varlığa ve hakikate dair akidelerin teşkil ettiği, dinsiz bir medeniyet olamayacağı hususunda neredeyse görüş birliği vardır. Nihayet ”çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” gibi kulağa hoş gelen ifadelerin geri planındaki bir kabûl, uygarlık sanılan medeniyetin zamanla tekâmül ettiği ve en yüksek seviyeye içinde bulunulan çağda ulaştığı kabûlü, medeniyeti teknolojiyle karıştırma şaşkınlığının ifşasından başka bir şey değildir. * Modern Batı karşısında iki asırdır süren mestaneliğimizin eseri olan bu şaşkınlığın neticelerini sayıp dökmenin bir faydası yok. Kendimize gelip şaşkınlığımızı üzerimizden atmanın, kendimiz olmanın, aslımıza dönmenin, kendi tasavvurlarımızı kendi ölçülerimizle yeniden inşa eylemenin çarelerini aramak daha doğru bir yol gibi görünüyor. Böyle yaparsak bize ait bir kavram olan medeniyeti modern ölçülere onaylatma yahut o ölçülerle örtüştürme çabasından vazgeçip hakikatiyle kavrayabiliriz. Nitekim biz medeniyeti “medine”den türetmişiz. Tamam, medine “şehir” demek, medeniyet de tıpkı Batı dillerindeki “sivilizasyon” gibi “şehirleşme” manasına geliyor ama bizim medinemiz herhangi bir şehir değil. Kökündeki “borç” veya “sorumluluk” manasıyla “din” kelimesinden türetilmiş ve “dinin belirlediği kuşatıcı bir hukukun uygulandığı, 23 sorumlulukların dinin ölçülerine göre düzenlendiği yer” demektir. Kaldı ki biz bunun da ötesinde medeniyetimizi üzerine kurduğumuz medine ile Medinet’ünNebî’yi, yani Efendimiz s.a.v.’in Hicret’ten sonra sakinlerinin münasebet ve sorumluluklarını İslâm’a göre tanzim eylediği, iman nuruyla aydınlanan Medine-i Münevvere’yi kastederiz. Medine, adı Yesrib iken de şehirdi. Demek ki yapı veya nüfus çokluğuyla şehir olunabiliyor ama her şehir medine olamıyor; tabiatıyla medeniyete de kaynaklık edemiyor. Medine, Mescid-i Nebevî’yi merkezine alan eskisinden farklı bir yapılanma. Yesrib’i Medine kılan ve böylece medeniyetimizi meydana getiren bu yapılanma Ensar ile Muhacir arasındaki kardeşlik ile muazzam bir ünsiyet tesis eylemiş. Zaten medeniyette esas olan bu ünsiyetin sağlanmasıdır. Sorumlulukların tanziminin, maddi ve manevi yapılanmanın nihai hedefi bu ünsiyet ile o beldenin insanlarını emniyet, sulh, huzur ve sükûn içinde yaşatmaktır. Böyle olduğu içindir ki Yesrib halkı şehirleri ancak Medine olduktan sonra “Asr-ı Saadet”i idrak edebilmiştir. Hülasa medeniyette ünsiyet esastır ve ünsiyet vahşetin zıddıdır. Medeniyet teşebbüsünü “vahşetten imtina ile ünsiyete yönelmek” diye de tarif etmek mümkündür öyleyse. Peki vahşet nedir? Şimdi de ona bakalım. * Vahşetin ilk manası “yalnızlık”tır. Bu yalnızlık hali bir mecburiyet de olabilir bir tercih de. Ünsiyet etmekten bilhassa kaçın- mak suretiyle bir yalnızlığın tercihi ise çeşitli sebeplere bağlanabilir. Ama vahşetin daha çok bilinen ikinci manasıyla, yani “şiddet, cebir, kontrolsüz güç” manasıyla ilk manası “yalnızlık” arasında bir irtibat olması gerektiğinden hareket edersek iradi yalnızlık tercihinin geriye tek sebebi kalır. O sebep kişinin nefsaniyetini esas alması, nefsinin hevası dışında ölçü tanımaması, sorumluluk hissini yok eden bir azadeliğe kapılmasıdır. Bu başına buyruk olma, kendini müstağni sayma hali, elde bulundurulan herhangi bir güç veya imkânın hiçbir ölçü ve hukuk gözetilmeden nefsin hevası istikametinde hoyratça kullanılmasına yol açacaktır ki olumsuzlayarak vahşet dediğimiz hal bundan ibarettir. Vahşetin bu türlüsündeki yalnızlık il- 24 la tenhaya çekilmeyi, mekân olarak başkalarından uzağa taşınmayı gerektirmez. İnsan kalabalıklar içinde de sadece kendi nefsini düşünmesi sebebiyle bencillik manasına bir ferdiyetçiliği seçmiş olabilir. Kimseyle dost olmaz, kimseyle yakınlaşmaz, etrafındaki herkesi ve her şeyi nefsani çıkarlarına göre konumlandırıp onlardan faydalanmak için sömürmek de dahil her yolu mubah görür ama onlara karşı hiçbir sorumluluk hissi beslemez. Zira haklarını tanımadığı bu kendisi dışındakiler ya faydalanılmak üzere tüketilerek, ya da tehlikesinden korunmak üzere tesirsiz hale getirilerek yok edilmesi gereken birer “öteki”dir sadece. Vahşetteki bu ben ve öteki ayırımı, “biz” ve “ötekiler” şeklinde toplumsal planda da karşımıza çıkabilir. Yani ferdin olduğu kadar kavim veya kabile gibi toplulukların da vahşeti seçmesi mümkündür ki bu tarz bir vahşet daha ziyade bedevîlik olarak bilinir ve medeniyetin zıddı kabûl edilir. Fert yahut topluluklardaki vahşet tercihinin, nefsanî çıkarlar için hiçbir hukuki ölçüyü kaale almadan kullandırdığı güç veya imkânlar zekâ olabilir, bilgi olabilir, servet olabilir, teknoloji olabilir. Dolayısıyla vahşetin bilgisizlik, ilkellik yahut teknik cihazlardan mahrumiyet gibi anlaşılması yanlıştır. Zira vahşette esas olan eldeki güç ve imkânların niteliği değil, bunların ölçüsüzce ve tamamen nefsani maksatlarla kullanılmasıdır. * Bu izahatı akılda tutarak şimdi bir kere daha bakalım modern Batı uygarlığına. Hiçbir kutsal tanımayan, insanın beşeriyetini esas alarak sadece nefsin hevasını tatmine yönelen bir anlayış bu. En son teknolojiyle donatılmış devasa şehirler kuruyor, çok katlı konforlu yapılarda milyonlarca insanın bir arada iskânını sağlıyor ama bu insanlar birbirleriyle “insan gibi” ünsiyet edemiyor. Aile, akraba, komşuluk sorumluluğu yok. Ebeynlerinden birinin ölüm haberini aldığı halde tatilini bölmeyen evlatların, durumu telefonla cenaze hizmetleri veren şirketlere havale etmesi gelişmişlik alâmeti sayılıyor. Teknolojik buluşlar ya sanal dünyalar kurarak insanları kendi kendilerine yeter hale getirip başkalarının bu tek kişilik dünyaya girmelerini önleyecek, ya da ötekinin toplu halde telef edilmesine imkân verecek istikamette ilerliyor. Dışa yahut ötekine karşı hiçbir ölçü tanımadan sürdürülen acımasız saldırılar mubah görülüyor. Meselâ enerji kaynakları için ülkeler işgâl ediliyor, çoluk çocuk milyonlarca masum insan en gelişmiş silahlarla öldürülüyor, bu uygarlık mensuplarının kılı kıpırdamıyor. Akıl almaz bir açgözlülükle çevre tahribine, genetik müdahale çılgınlığına çanak tutuluyor. Hal böyleyken bizim Müslümanlar olarak bugün bu “gelişmiş vahşet”i medeniyet gibi görme yanılgımızın iki sebebi var. Birincisi, ne işe yaradığını kulluk sorumluluğu çerçevesinde sorgulamadığımız maddî kalkınma, konfor ve teknolojik gelişmelerin doğru yönde bir ilerleme olduğuna ve bunun ilkellikle özdeşleştirilen vahşetle telif edilemeyeceğine dair peşin kabullerin yaygınlığı. İkincisi ise modern Batı toplumlarının kendi kurulu düzenlerine azami riayeti ile birbirleri aralarında ünsiyet gibi görünen dayanışma ve yardımlaşmaları. Şunu unutmayalım; aynı cinsten en vahşi hayvanlar da 25 bazen bir arada birbirlerine zarar vermeden hayatlarını sürdürürler ama bu, başka cinsleri avlayabildikleri sürece böyledir. Biz böyle bir uygarlığa değil, uygarlık denilen bu vahşetin alt edemeyeceği bir imana talip olarak şehirlerimizi “Medine” kılmanın, kendi medeniyetimizi yeniden kurmanın çaresine bakalım. ALİ YURTGEZEN [email protected] Evvel yoğ idi, işbu medeniyet kavramı Tanzimat’ta çıktı Eskiden medeniyetin adı yoktu. Hayatımızı kuşatan, eşya ve hâdisede tezahür eden hâkimiyeti vardı. Tanzimat’tan bugüne hakikati yok, adı var. Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar “medeniyet” adlı sihirli kelime üstüne âlim ve münevveranın yaptığı târif ve tesbitlerin hangisi bizi kuşatır? Hangisi işimize yarar ve hangisini kabullenmemiz gerekir? Yazıp söylenenler üstüne bir tâlim denemesi yapmak, bu problemli sahada hayrımıza olacaktır. Tanzimat bu yana yapılan medeniyet tariflerinin ârızalarını fark etmek için medeniyetin ne olduğunu kısaca bir daha belirtelim. İslâm lügatinde “Yönetmek” (siyaset) ve “mâlik olmak” mânalarına da gelen medeniyet kavramı dinin yaşandığı yerdir. Bu sebepten, İslâm ahkâmının sürdüğü yere medine, burada yaşayana da “şehirli” mânasında “şehre mensup olan “medînî” denilir. Fârâbi’ye göre, bir şehrin ahalisi tarafından inanılan dünya görüşü vahiy gelen bir peygamber tarafından şekillendirilmişse bu şehir erdemli şehir (medînetü’l-fâzıla) adını alacaktır. *Medeniyet kavramı tercüme faaliyetleriyle zuhur eder Medeniyet kavramının kullanılması Batılılaşmanın bir kolu olan ilk tercüme faaliyetleri döneminde başlamıştır. Avrupa’nın maddî ve teknik gücünün kaynağını araştıran Osmanlı münevveranı ve bürokratı “civisilation” (uygarlık ve uygarlaştırma) kelimesi üzerinde kafa yordukları bir kavramdır. Medeniyet kavramı Tanzimat literatüründe yokken, Mustafa Reşit Paşa Paris’ten yazdığı mektuplarda “civilisation”u “terbiye-i nâs ve icrâ‟y-ı nizâmat” olarak târif eder. Be sebeptendir ki ilk pozitivistlerden Batı yanlısı Şinasi, Reşit Paşa'yı medeniyet resulü ilân ederek, onun ismi üzerinden Batılılaşmayı yüceltir. Reşit Paşa “civilisation” kelimesini “ünsiyet, tehzib-i ahlâk (ahlâkın ıslahı), te’dib-i ahlâk (ahlâkî terbiye), zariflenme” olarak tercüme eder. Dolayısıyla Tanzimat edipleri “Medenî” kelimesini “Munis, müzehhebü’l-ahlâk (ahlâkla donanmış) ve edeblü” ifadeleriyle açıklamışlar. Devrin muhafazakâr âlimleri de “temeddün” (medenîleşme hâli, şehirleşme) kelimesini kullanırlar. Bu görüşe göre medenîlik barbarlığın karşıtı olarak insanî, hukukî, ahlâkî tavır ve davranışları ifade ederken, medeniyet bunların sonucunda ortaya çıkan fikrî, fizikî, siyasî ve iktisâdî düzeni ifade etmektedir. (Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa) Reşit Paşa’dan Sadık Rıfat Paşa’ya ve Ahmet Cevdet Paşa'ya kadar Tanzimat dönemi devlet adamları bu kelimeye karşılık “medeniyet” kelimesinde karar kılarlar. Bundandır ki “Muhteşem İslâm medeniyeti” söylemi Batı karşısındaki mağlubiyet psikolojisiyle dillendirilen cerbezeli bir ifadedir. Batı’ya göre “Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını geliştiren” mânasına gelen “civilisation” un Mustafa Reşit'ten Ahmet Cevdet Paşa’ya, Sait Hâlim Paşa’dan Mehmet Âkif’e ve Gökalp’ e kadar uzanan farklı mânaları 26 var. *“Tanzimat’ın ilk ideolojisi medeniyetçiliktir” Tanzimat aydınlarının çoğuna göre medeniyet ancak Avrupa'ya ulaşmakla kazanılabilir. Tanpınar'ın ifadesiyle “Bu devrin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir.” Avrupalılaşmaya tam meyilli olan Reşit ve Sadık Rıfat Paşalar gibi Tanzimat’ın mimarları bu kelimenin Avrupa’daki muhtevasıyla alınmasını savunarak, Cevdet Paşa ve benzeri Osmanlıcı muhafazakârlardan ayrılır. Namık Kemal ve Ziya Paşa da “Batının ilim ve teknolojisini alınmalı, fakat İslâm geleneklerimizi korumalı” deseler de Avrupî medeniyet şeması içinde düşünürler. “İlim ve fen her yerden alınabilir” diyen günümüz bazı İslâmcı kanaat önderlerinin medeniyet anlayışlarıyla, Osmanlıcılık ve hürriyet fikrine şüpheyle baktığımız bir buçuk asır önceki Namık Kemal’in hülâsa ettiğimiz ifadelerinin çakıştığını söyleyebiliriz: “Medenî olmayan milletler akvâm-ı mütemeddinenin esiri olmağa mahkûmdurlar. Anâneperestlik nice kavimleri esarete sürüklemiştir. Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey. Avrupa medeniyetinin nice kötülükleri, eksiklikleri var ama iktisab-ı medeniyete çalışan akvam için, tamamı tamamına Avrupa’yı taklit etmek niçin lâzım gelsin? Birtakım hakayik-i ilmiye (ilmî hakikatler) vardır ki dünyanın hiçbir tarafında değişmez. Hiçbir yerde sû-i tesiri görülmez... (…) Bu kabilden olan hakayik-i nafiayı (bayındırlık hakikatlerini) nerede bulursak iktibas ederiz. (…) Şeriat-ı Muhammediye’nin münci (kurtarıcı) kaideleri... ve halkımızın fevkalâde kabiliyeti elde iken, neden dünyayı hayran bırakacak medeniyetler kuramayalım?” (Cemil Meriç, Umran’dan Uygarlığa) Müstakil bir yazı mevzuu ettiğimiz Ahmet Cevdet Paşaya göre medeniyet bir ideal değil, sosyal bir hâdisedir. Devlet ve medeniyetin zemini dindir. Fakat Batı yanlısı Tanzimatçılar gibi medeniyeti ilerlemeci târih görüşüyle açıklıyor. Hayranı olduğu İbn-i Haldun’dan aldığı tesirle ilim, fen ve teknik tarafının ağır bastığı bir hamle olarak gördüğü medeniyeti üç safha olarak târif eder: “Tarihin başlangıcında çadır hayatı yaşayan kabileler vardı. İkinci safhada, büyük şehirler ortaya çıktı. Üçüncü aşama ise, devlet ve saltanat mertebesidir. Ona göre medeniyetin belirleyicileri, “iş bölümü ve şehirde toplanma hâli ve şartı ise devlettir. Devlet yoksa medeniyet de olmaz.” *Medeniyetin aslı bir, fakat aydınlar onu yedi kocalı Hürmüz’e dönüştürür Sadık Rıfat Paşa'nın medeniyet kavramı Avrupa toplum yapısına uygun ve devletlerarası hukuk etrafında geliştirilmiş bir kavramdır. Batı medeniyetinin fikrî esaslarından olan pozitivist akıl ve terakki gibi kavramları Tanzimat’ın devlet ve eğitim hayatına dâhil eden odur. Medeniyeti, nüfusun çokluğu ve refahı, halkın ırz can ve namusunun devletin güvencesi altına alınması olarak görür. Taassub ve cehâlete karşı akıl ve bilim ilerlemenin yegane vasıtasıdır. Medenî olmaya direnen milletler akvâm-ı mütemeddinenin (Temeddün etmiş, medenîleşmiş, ilerlemiş) esiri olacaktır. Tunuslu Hayreddin Paşa da, “Batı'daki üstünlüğü adâlet ve hürriyet düzenine bağlayarak, bir zamanlar onların bizi taklit ettiğini, şimdi de taklit sırasının bizde olduğunu” dolayısıyla Avrupa medeniyetini taklit etmemizi teklif eder. Tanzimat dönemi ediplerinden Ahmet Mithat Efendi de Batı’nın ilim ve tekniğiyle cemiyet hayatına getirdiği kaideler Doğu’nun ahlâk ve terbiyesi ile birleştirilmeli, yâni Doğu-Batı senteziyle Osmanlı medeniyetinin ihya edilmesi lüzumlu diyen seküler medeniyet anlayışına sahiptir. Medenî kelimesiyle Avrupa’nın teknik ve ilminin, Doğu’nun ahlâk ve irfanının izdivacını kasteder. İki medeniyette var olan doğruları seçmek gerektiğine inanır. Sait Hâlim Paşa ve Mehmet Âkif bu kelimeyi fen ve ilim olarak telaffuz ederek, İslâm medeniyet şartlarında değerlendirilmesini isterler. Gökalp ve benzeri Türkçüler de seküler zeminde Türk ahlâkı ve kimliğini muhafaza ederek Batı medeniyetinden olmak şeklinde savunurlar. *Ârızası az olan bir medeniyet tarifi SAİT HÂLİM PAŞA’DAN Said Hâlim Paşa’yla Âkif’in medeniyet görüşleri birbirine çok yakındır. Birbirleri üzerinde fikrî tesirler vardır. O da Âkif gibi fen ve teknolojinin milliyeti olmadığını, fen ve ilmin ilerlemelerin 27 görüldüğü yerde alınması gerektiğini belirtir ve taklitçiliği kesinlikle tenkit eder. “Buhranlarımız” adlı kitabında İslâm medeniyetinin aslında Batı medeniyetinin kaynağı olduğunu anlatır. Medeniyet kavramını oluşturan unsurlar bir milletin ürettiği maddî ve mânevî unsurların yekûnudur. Bu unsurlar birbirinden ayrılabilir. Ancak “müteharrik ve mümeyyiz güç dindir. Müslüman toplumlar için İslâm / şeriat medeniyetin temelidir.” Medeniyet, kaynağını dinden almaktadır. Bütün meselelerin kaynağı dinimizde aranmalıdır. “Teceddüt” (yenileşme) hareketlerine karşı çıkarak, bu tür hareketlerin; asırlardan beri kurulmuş olan inançları, fikirleri, telakkileri, an’aneleri, hisleri ve ahlâkı tahrip ettiğini, memleketi mânevî anarşiye ittiğini belirtir. Osmanlı müesseselerinin, yâni medeniyetin doğuş kaynağı İslâmî esas ve telakkilerdir. Fikirlerini hülâsa edersek; din medeniyetin gerilemesine asla sebep olmamıştır. Aksine dînin hakkıyla anlaşılmaması tereddiye (yozlaşma) sebep olmuştur. Bu tedenni (gerileme) ve tereddiyi hızlandıranlar da medeniyetin taşıyıcısı aydınlardır. Osmanlı aydınları Tanzimat’tan sonra şuursuz bir şekilde Batı hayranlığına soyunmuşlar- dır. Dolasıyla Batı medeniyetini taklit İslâm toplumları için acı sonuçlara sebep olmuştur. Meşrutiyet Dönemi’nde Şeyhülislâmlık yapan Mûsa Kâzım Efendi de, bir toplumun ancak dindar ise medeniyet kurabileceğini, dinsizlerin medeniyet kuramayacağını, teknoloji ve ilimden doğan ilerlemenin medeniyet tesis etmeyeceğini söyler. “Biz Avrupa’nın yalnız ‘ulûm ve sanâyi’ini ahz ü kabûle mecburuz (…) Fakat onların bütün ahlâk ve ‘âdâtını ve usûl-i maîşet ve tarz-ı hayâtını kabûl edemeyiz” görüşleriyle Sait Hâlim Paşa ve Âkif’in medeniyet anlayışlarına yakın durmaktadır. Fakat şu fikirleriyle de Ziya Gökalp’ın medeniyet tasavvuruna yaklaşmaktadır: “İslâm terakkiye mâni değil; ilim ve fenleri men etmez. Bir memleketin ilim ve tekniğini taklit, o memleketin ahlâk ve hayat tarzını da benimsemeyi gerektirmez. Her ülke, her millet, kısaca ‘kültür’ denen kendine has bir hayat tarzı, geçim yolu ve makbul âdete sahiptir. Fakat her birinin kendine mahsus sanatı, fenni ve ilmi yoktur. Ulûm ve fünûn ve sanâyi de bütün insanlar ve bütün kavimler müşterekdir.” (İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi) *İbn’ül Emin’den asliyetine uygun bir tarif: “MEDENİYYET-İ SAHÎHA” Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin dindar münevveranından İbnülemin Mahmut Kemal, Mûsa Kâzım Efendi’ye hitaben, onun “Medeniyyet-i Sahîha-Diyâneti Sahîha” adlı yazısı dolayısıyla 26 Temmuz 1898’de kaleme aldığı “Medeniyyet-i Sahîha” adlı yazısında (Bu başlık altında Ali Yurtgezen hocanın yazdığı yazı tafsilatlı ve izahlıdır) “Medeniyyet-i zâhire” (medeniyyet-i kâzibe) ve “medeniyyet-i sahîha” (medeniyyet-i hakîka) yahut “medeniyyet-i bâtına” olmak üzere iki ayrı medeniyetten bahseder. Ona göre medeniyyet-i zâhire, teknik ve sanayiin meydana getirdiği imkânlardır. Bu medeniyet tarzı mânevî değer ve faziletlerden mahrum, insanların refah ve saadetten aynı şekilde faydalanamadığı, insanı yücelten ahlâkî değerlerin mevcut olmadığı bir sistemdir. Medeniyyet-i sahîha ise din, ahlâk, adâlet gibi mânevî değerlere sahip olup, insanlara her türlü saadet ve refahı sağlamayı gaye edinmiş, Allah’ın rızâsını kazandıracak hayırlı işlerde bulunmak gibi ahlâkî güzellik ve erdemlerin hâkim olduğu bir medeniyettir. Allah’ın emrettiklerini yerine getirmek, menettiklerinden ise kaçınmak suretiyle kazanılan bu erdemlerin, bütün ahlâkî güzelliklerin kaynağı dindir. Târihin kesin delillerle ortaya koyduğu hakikat, beşeriyetin tekâmülü ve medeniyyet-i hakîkiyyenin vücut buluşunun İslâmiyet’in gelişiyle mümkün olduğudur. (Diyanet İslâm Ansiklopedisi, Cilt: 21, s. 254) Hâsıl-ı kelâm; bugün bir kurtarıcı olarak sarıldığımız, iki asırdır kuvveden fiile, teoriden tatbikata geçiremediğimiz için 28 karşısında ezik ve mahcup olduğumuz sevgili medeniyet kavramının serencâmı kısaca budur. İnşa ve ihya hamlesinde hayli geç kaldığımız İslâm medeniyet dâvasında bu târif ve tesbitlerin hangisi bünyemize uyar? Mesuliyet sahipleri düşünmeli artık. AHMET DOĞAN İLBEY [email protected] MEDENİYET HAMLESİ: Oluşumu / Karşılaştırması / Bileşenleri Her medeniyet hamlesi iman, yerleşik hayat, çok milletlilik, göç(hicret) gibi etkenlerin sağlam bir milli seciye ile buluşması ve kendini ana misyona vakfeden kurucu kadronun zuhuru ile varlık sahnesine çıkar. Medeniyetin asıl kadrosu ise inanç önderleri, sanatçılar ve fikir adamlarıdır. Milli seciye ise iman manzumesinin nasıl bir şekil alacağını belirler. Her medeniyetin ana kaynağı ile birlikte bu ana kaynağa şekil ve üslup veren bir milli seciyesi vardır. Batı uygarlığının kökeninde var olan insana güvensizlik ana kaynağı ile alakalı olduğu kadar seciyesi ile ilgilidir. En masum haliyle bile insanı günahkâr kabul edip kilisede vaftizle arındırdığını vazeden anlayış etrafında oluşan uygarlığın renginde elbette “insan insanın kurdudur.” Hükmünü bulmak mümkün olacaktır. İslam medeniyetinde ise insanı merkeze alan onu yaratılmışların en şereflisi bilen bir anlayış söz konusudur ki ihtiyacını arz edene cevap verilir o kimsenin yalan söyleme ihtimali dikkate alınmaz. Ömer bin Abdülaziz ‘in namaza başlayan köleleri azat etmesi üzerine “Efendim sizden uzaklaşanlar namazı terk ediyorlar “ diyenlere “Ben hak namına aldanmayı seviyorum” demesi bu medeniyetin kurucularının insana nasıl baktığının kanıtıdır. Milletlerin öncü kuvveti veliler, şairler, sanatkârlar olmuştur. Önce milletin kabiliyetinde var olması gereken hamle gücü ikinci adımda velilerin, sanatçıların ve fikir adamlarının gösterdiği istikameti içselleştiren bundan değerler manzumesi üretebilecek bir özgürlük ortamı gerekmektedir. Medeniyetin millette var olduğunu nasıl anlayacağız diye bir soru da sorulabilir elbet. Kabiliyet, almaya kabil olan demektir. Eğer coğrafya, iklim, millî seciye, tarihi birikim ve misyon bakımından desteklenen bir milli güç varsa bunların tamamını gerektiren ama sadece birine indirgenemeyen bu değerleri taşıyan millet medeniyet hamlesine kabildir demektir. Burada milli seciyenin önemi unutulmamalıdır. Milli seciye bir kargaşa döneminde bir de kuvvet döneminde ortaya çıkar. Türk milleti kargaşa döneminde alabildiğine sağduyulu kuvvet döneminde de alabildiğine hoş görülüdür. Kargaşa da aynı metotla cevap vermek, asayişi bozmak yerine sessizlikle meydana yeni savaşçılar sürmeyi yeğlemektedir. Kuvvet döneminde zayıfları, azınlıkları anlayan onlara her türlü emniyeti sağlayan tabiri caizse onlara merhamet eden bir özellik taşımaktadır. Medeniyet hamlesinde mücerredi anlama, eşyaya nüfuz etme gücüne sahip olan milletlerin ürettiği değerler ile müşahhasa, eşyanın gücüne ve köleleştirme arzusuna sahip milletlerin ürettiği değerler arasında da belirgin fark vardır. Batı düşüncesi “TANRI” kavramını bile müşahhasa dökmeden anlayamamıştır. İsa ancak Tanrının oğlu olarak kabul edilebilmiştir. Heykelin özellikle Batı merkezli oluşu tesadüf değildir. Türk İslam düşüncesinde ise hat sanatından minyatüre değin mücerret düşüncenin etki- 29 sini görebilmek mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar “Atalarımız inşa etmiyorlardı ibadet ediyorlardı çünkü taşa bile sirayet etmesini istedikleri sağlam bir ruhi değere sahiptiler.” Derken tam da bu hakikate işaret etmektedir. Endülüs’ten Osmanlıya; Hindistan’dan Orta Asya’ya hangi esere baksak bu ruhun taşlara kazındığını görmekteyiz. Fikir adamları, bizde ulema ana kaynağı esas alıp tüm zamanlara hitap edebilecek bir ruh genişliğine işaret ederken sanatçılar ise meselenin estetik tasavvurunda cennet telakkisi ile varılabilecek en üst seviyeyi göstermişlerdir. Batı eşyadan mahrum olma ve sevgili kapsamına alınabilecek dünyevi her değerin kaybını bir daha kavuşamama yani eskilerin tabiri ile fıkdan-ı ahbap’tan ayrılık anlayışı ile ele almış bu sebeple her mutlu anı kaydetme anlayışı ile birtakım alet ve edevatlar üretmiştir. Bu sebeple Batılı yazarların eserlerinde bulunan trajedi Müslüman sanatçılarda görülmez. Mutlu anın ya da sevgili sayılacak şeylerin kaybı Türk İslam kültüründe firak-ı ahbap olarak algılanmıştır. Yani madem ayrılık var kavuşma da var demektir anlayışının etkisi ile trajedi de trajik olan da bizim kültürümüzde görülmez. Mede- niyet hamlesinin ana ekseni temiz bir zihin tarafından belirlenmemişse sadece sahiplerin değiştiği ama özün aynı kaldığı durumla karşı karşıyayız demektir. Şikâyetçiler, gayri memnunlar medeniyet kuramazlar. Onların kuracağı medeniyet ancak sahipliği, işleyen mekanizmayı ele geçirip mahrumiyetini gidermekten başka bir sonuç vermeyecektir. Zamana karşı durabilen, insanı özünden yakalayan, var olmayı eser bırakarak hoş seda çabasında algılayan bir ruh kuvvetinin medeniyet hamlesi elbette çok derin bir iç oluşun da ifadesidir. Eğitimi, ekonomisi, mimarisi, musikisi, sanat anlayışı başka başka kaynaklardan esinlenerek oluşmuş bir medeniyetin tüm dillerdeki karşılığı kozmopolitliktir. Daha başlangıç safhasında böylesi bir kozmopolit tarz taşıyan, iç oluşunu oluşturamamış ve fikir ve düşünce adamları, sanatçı ve âlimler yerine günlük çıkar peşinde, eşya ve dünyanın dış cephesine, cennet ve imtihan tasavvurundan uzak bir yaklaşımla bakanların konulmasıyla varılabilecek yer sahih bir alan olmadığı gibi insanı trajik olana düşüren bir çığırı açmakla da mesuliyet taşıyacaktır. Kanuni Sultan Süleyman bizde “kanuni” vasfıyla anılırken Batılı tarihçiler onu “ muhteşem” sıfatıyla anmışlardır. Dışardan kendi kültür değerinden olmayana bile bakarken meselenin sıfat tarafını önde tutmuştur. Bizim adlandırmamız ise nizam fikrinin hâkim fikir olmasından dolayı Kanuni olmuştur. Kanuni kendi savaşlarından çok Baki ile Mimar Sinan’ın kendi devrinde yaşamasından onur duymuştur. Deha zamanını, zeminini ve kendinden faydalanacak idari kadroyu bulamazsa kendini çok kötü harcar, harcamıştır. Milletlerin de kendine mahsus hilkatin bağışladığı seciyeleri vardır. Türk milleti “kızıl elmasız” yaşayamayan önüne bir ideal konulmadığı zaman kendi iç beylik tartışmasında gücünü harcayan bir millettir. Medeniyet hamlesinde sanatçının rolü kaba gerçekliği, hayatın akışını estetik bir algıyla değiştirmesidir. Gerçek olan güzeldir anlayışının dayattığı donmuş zaman manzarasını aşabilecek güç, güzel olan gerçektir hükmünün gösterdiği işaret ettiği çerçevede gerçekliği güzellikle bürüyen estetik tutumdur. Bütün bunların bilfiil ortaya çıkmadan önce bil kuvve milli seciyede içselleştirilmiş olması gerekir. Kervan yolda düzülebilir ama medeniyet yolda kurulamaz. Biri diğerine göre daha az değerli ve önemli sayılmaması gereken dış şartların bütünü siyasi, sosyal, ekonomik algılayışın ana düşünceden beslenmesinde milli seciye devreye girmektedir. Türklerin İslam dairesine girmesiyle oluşan bazı müesseselerin diğer İslam milletlerinde görülmeyişi bunu göstermektedir. Nakibü’l-Eşraflık müessesesi, ki Yıldırım Beyazıt zamanına kadar uzanmaktadır, Türklerin Seyit ve şeriflerle ilgili ortaya koyduğu hürmetin etkisiyle ihdas edilen bir müessesedir. Osmanlı’da seyit ve şerifler vergi vermez maaş alır ayrıca padişahın hususi ikramlarıyla taltif edilirdi. Ama başka bir İslam ülkesinde aynı ihtimam gösterilmemiştir. Keza Efendimiz’in sakalı şerifleri ile ilgili gösterilen tavır; sandukasından, korunmasına, açılırken okunan dualardan gazel ve ilahilere bambaşka bir değerler manzumesi oluşturmuştur. 30 Medeniyet hamlesinde kitap ve onun sırlarını, işaretlerini gösteren âlim ile katı gerçekliği güzelleştiren sanatkâr ve fikir cephesinin önünü açan idari kadro temiz ve cihanşümul bir mizaç taşıyan milletle yani temiz bir seciye ile birleşmesi gerekir. Hak yerine kuvvete, fazilet yerine menfaate, hikmet yerine cerbezeye, vatandaşlık ve insanlık bağı yerine ötekini yutmaya dayanan bir medeniyet ancak sömürgeler ve isyancılar üretebilir. Türk milletinin Tanzimat’tan beri seciyesini imha üzerine yapılan planların devrede olması tesadüf değil! İnsanlığın şu zamanda adil ve merhametli bir Türk İslam medeniyetine ne kadar muhtaç olduğu belli değil mi? Ancak artık güzeli çirkinleştiren halimiz kötü bir müşteri olmaktan öteye gidememektedir. Bu sebeple Türk milletinin seciyesi üzerinde kâğıttan, beyaz perdeden, siyasetten, fikirden yayılan imha faaliyetlerine bir mukavemet alanı oluşturmak zorundayız! MEMDUH ATALAY [email protected] KAOS ÇAĞINDA TEFEKKÜR İlim belli bir disipline tabidir. İslami ilimler de böyledir, batı menşeli bilimler de… İlimde (İslam’da) belli bir usul ve tertip olmadan ilim olmayacağı, ilim tahsil edilmeden de ilim adamı olunamayacağı, batıda ise belli bir metot ve disiplini olmayan bilgi demetine (alanına) bilim denmeyeceği, bilimin metodolojik şekilde tahsil edilmeden bilim adamı olunamayacağı için herhangi birisi çıkıp da “benim ilmin var” diyemiyor. Bunu diyebilmesi için müktesebatını göstermesi gerekiyor, müktesebatının da muteber olması gerekiyor. İlimdeki bu altyapı, tefekkürde gerçekleştirilemedi. İlim sahibi olduğunu söyleyemeyen insanlar, her nedense fikir sahibi olduğunu çok kolay söylüyor. “Bu konuda ben şöyle düşünüyorum” diyor, bunu diyor ama neden öyle düşündüğünü, hangi sebeplerle o noktaya geldiğini, hangi tertip içinde öyle düşünülebileceğini izah ihtiyacı duymuyor. “Bir dakika, nasıl olur da öyle düşünebilirsin?” diye itiraz edilince, “Ben özgür bireyim, başkaları gibi düşünmek zorunda değilim, ben aklımı kiraya vermedim” türünden beylik laflar ediyor. Fikrin gerekçesi, özgür olmak… Bu çok komik bir şey… Özgür “birey” (ferd veya şahsiyet değil), o özgürlüğünü ilim (ve bilim) alanında kullanamıyor, “Benim bu konuda ilmim şudur” diyemiyor. Türkiye’de, liberal rüzgarın tesiriyle yaygın bir zihni-akli maraz haline gelen, “ben böyle düşünüyorum” yaklaşımı, batı menşeli hiçbir bilim dalı için geçerli olmazken, oryantalist operasyonun gönüllü ajanları tarafından Müslümanlar arasında İslami ilimleri de işgal etmeye başladı. “Benim bu konudaki ilmim şudur” diyemeyen rasyonalist Müslümanlar, onun yerine İslami ilimleri (ve tabii ki kadim müktesebatı) bazen yok sayarak, bazen inkar ederek, bazen ihmal ederek, ilmi meselelerde “ben şöyle düşünüyorum” diyor. İslami ilimlerin usul ve tertibini umursamayan, onları gereksiz gören, hatta hurafe sayanlar, oryantalist işgale en derin şekilde uğramış haldeler. Zira oryantalizmin ana hedeflerinden birisi, İslami ilimleri imha etmek ve Müslümanları tamamen bilgi ve fikir kaosuna sürüklemektir. Batıdan gelen “bilimsel” hiçbir veri karşısında “ben şöyle düşünüyorum” edasını takınamayan, mesela bir tıp bilimi için böyle bir yaklaşımı hayal bile edemeyenler, tefsir ilmine dair bir mevzuda, tefsir ilminin usul ve tertibini umursamadan, “ben öyle düşünmüyorum” diyebiliyor. Böylece İslam, bazı Müslümanların nezdinde tüm ilmi altyapısını kaybetmiş haldedir ve önüne gelen serserinin hakkında fikir beyan edeceği bir entelektüel meşgale olmuştur. Oryantalizmin hedeflerinden birisi tam olarak buydu, Müslümanların içinden “mealciler” gibi çok sayıda gönüllü buldular. * İslam ilim mecrası Ehl-i Sünnet tarafından tertip edildi ve tarih boyunca temsil edildi. Ehl-i 31 Sünnet ile ilgili en küçük hassasiyetsizlik, İslam’ı, ilmi altyapıdan mahrum bırakır. Bugün Müslümanların yaşadığı kaosun temel sebebi (belki de tek sebebi) Ehl-i Sünnet Mecrasının (yani İslam ilim mecrasının) kafi derecede itibar ve itimat görmemesidir. * İlimde usul ve tertip var, bundan dolayı ilim kendini muhafaza edebilmektedir. İlimdeki usul ve tertibi kabul etmeyen, ilme ihtiyaç duymayan, “Mutlak İlim” olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye ilmi hassasiyetle muhatap olmayanlar, kaosun baş müsebbipleridir ama neticede bu yaklaşım onların eksikliğidir ve “Nispi İlimler” dev bir müktesebat halinde ortada duruyor ve taliplerini bekliyor. Buna mukabil tefekkür alanı, tertip edilmemiş ve usule bağlanmamıştır. İşte bu nokta, Ehl-i Sünnet hassasiyeti olanlarda da tefekkür kaosunu besliyor. İslam tefekkür mecrası, kadimden beri tasavvuf ve ilim mecrası tarafından temsil ve deruhte edildiği için, bunların dışında mütefekkir şahsiyetin yetişmesi nispeten azdır. Bugün, ilim ve tasavvuf mecraları dışında bir Müslüman mütefekkir meselesi ihtiyaç haline gelmiş, ne var ki İslami tefekkürün usul ve tertibi, tasavvuf ve medrese dışında teşkil edilemediği ve ananeleri oluşturulamadığı için çok sıkıntılı bir saha olmuştur. İslam ilim mecrasına hürmet eden ve hassasiyet gösterenler bile, tefekkür bahsine geldiğinde sarsılmakta, sallanmakta, ana mihrakını kaybetmekte, “nasıl düşüneceğini” bilememektedir. lerdir. İslam tefekkür mecrasını açacak, İslami tefekkürün usul ve tertibini yapacak, “nasıl düşünüleceğini” gösterecek mütefekkirlere ihtiyacımız var. İslami tefekkürün kadimden beri tasavvuf ve ilim mecraları tarafından temsil edilmesi, bugün mütefekkir olma iddiasındaki bazı insanları, veli veya alim olma iddialarına savurmaktadır. Hem veli hem alim hem de mütefekkir olmak başka bir meseledir, buradaki mevzu, sadece mütefekkir olma teçhizatına sahip olan bazı kişilerin, birtakım meseleleri derinliğine idrak etmesinden mülhem, hem kendisi hem de takipçileri tarafından veli ve alim sıfatını da temsil ettiği düşüncesidir. Bu bir sapmadır. Kaos çağından çıkmanın yolu ve sırrı, “büyük terkip” meselesinde mahfuzdur. Büyük terkip, yani İslam medeniyet tasavvuru ortaya konulamadığında, buna bağlı olarak ilimlerin tasnifi yapılamadığında, buna bağlı olarak tefekkür mecrası ve havzası açılamadığında yapılacak her iş yangına odun taşımaktır. Herkesin farklı sebeplerle katkıda bulunduğu bir gerçek var ki, bugün Müslümanlar “tefekkür kaosu” yaşıyor. Bir kısmı İslami tefekkürün usul ve tertibini tekke ve medrese dışında bulamadığı için bu kaosa düşüyor ve kaosu besliyor. Bir kısmı tekke ve medresenin müktesebatını inkar ederek oryantalist operasyonun gönüllü propagandistleri olarak bu kaosu derinleştiriyor. Bir kısmı, meselenin nezaketinden dolayı tefekkürden uzak durarak kendini muhafaza altına almaya çalışıyor, ne var ki bu durum da tefekkür kaosunu artırıyor. Tefekkür kaosundan çıkmamız şart. Tefekkür kaosundan çıkamazsak, İslami ilimlerin ihyası da imkansız. Zira tefekkür yoksa, ilim kitaplarda kalmaya mahkumdur ve ilim adamı olma iddiasındaki insanlar, ezber ve tekrarla malul hale gelir, ki birkaç asırdır böyle olmuştur. İslam’ın ilmi müktesebatı muhafaza altındadır ve kitaplarda kayıtlıdır. Buna rağmen büyük alimlerin çıkmaması, birçok sebeple beraber mütefekkir yetişmemesinden, “doğru tefekkür yolunun” açılamamasındandır. Türkiye’de ilahiyat profesörlerinin “Mutlak İlim-Nispi İlim” tasnifini bile yapamadığı görülüyor. Mutlak İlim-Nispi İlim tasnifi bile 32 yapılamayınca, ya nispi ilimlerin mutlaklaştırılması gibi bir garabete veya “Mutlak İlim” üzerindeki hassasiyetin erimesine yol açan iki boyutlu bir felaketin pençesinde kıvranıyoruz. “Büyük Terkip” gerçekleştirildiğinde tefekkür mecrası zaten açılmış olacaktır. İslam tefekkür mecrasını açmak için ayrıca çalışmaya ihtiyacımız kalmaz. Zaten büyük terkip, her şeyin yerli yerine oturmasıdır, adaletin tarifi de zaten bu değil miydi; her şeyin kendi kıymet merkezinde bulunması… Vefa borcumuz ödemek sadedinde zikredelim, Necip Fazıl, kaos çağının yirminci asrında, İslam tefekkür mecrasını açan adamdır. Necip Fazıl’ın fikri ve fikriyatından daha mühim olan mahareti, tefekkür yolunu açmış olmasıdır. Necip Fazıl’ı ve eserlerini bir de bu zaviyeden okumakta azami fayda var. FARUK ADİL Ümmetin fikir üreten mütefekkirlere ihtiyacı olduğu açık ama bundan daha mühim ve acil ihtiyacı, “tefekkür usulünü” gösteren mütefekkir- [email protected] BATININ EPİSTEMOLOJİK İŞGALİ Batının dünya üzerinde kurduğu hakimiyetin altyapısı epistemolojik işgaldir. Batının can alan askeri işgalleri, kaynakları sömüren iktisadi işgalleri, iktidarları yöneten siyasi işgalleri, dezenformasyonla husumet ve çatışma üreten istihbarat işgalleri az ya da çok göze çarpmakta, farkına varılmakta, bunlara karşı ferdi ve içtimai sahalarda bazı tedbirler alınmaya çalışılmaktadır. Dünyadaki her kültür coğrafyası kendi hususiyetlerine uygun bazı tedbirler alsa da, neticeye bir türlü ulaşamamakta, batının hakimiyeti kırılamamakta, istiklal mümkün olmamaktadır. Çünkü sayılan emperyal metotların altyapısını oluşturan epistemolojik işgal gözden kaçmakta, dünya bu işgali fark etmemekte, fark edenler ise önce kendi ülkelerinde derdest edilmekte ve itibarsızlaştırılmaktadır. Batı gibi düşünerek, batı gibi bilgi üreterek, batı gibi ilmi ve fikri çalışmalar yaparak batı ile hesaplaşmak, batıya karşı istiklal kazanmak imkansızdır. Batı gibi düşünerek batı ile hesaplaşmak için, batılı düşünceyi bir batılıdan daha iyi anlamak ve tatbik etmek gerekir ki, bu durumda batıyı yenmenin bir anlamı yoktur, zira artık siz batılılaşmışsınızdır. Bu ihtimalde batıyı batı yenmiş olur ki, galip yine batıdır ve siz “kendiniz” olmaktan uzaklaşmışsınızdır. Geriye kalan sadece pastanın paylaşılmasından ibarettir, bunu maksat edinmek ise tam olarak batılılar gibi “gelişmiş hayvan” derekesine düşmektir. * Batının bilim anlayışı, pozitivist felsefenin tesirinin ağırlık taşıdığı devirde oluştu ve gelişti. Rasyonalizm ve pozitivizmin tesiriyle oluşan bilim anlayışı, pozitif bilim mecrasını yerleşik hale getirdi. Felsefeden bağımsızlaşan bilimlerin kendi sahalarından felsefeyi kovmasıyla tetiklenen felsefi kriz, batı bilim telakkisi- nin daha sonraki devirlerinde pozitivizmin tesirini kıramadı. Böylece batı bilim telakkisi, materyalizm, rasyonalizm, pozitivizm limanına demir attı ve orada yerleşik hale geldi. Batının ve aslında her kültür ikliminin ilim telakkisi, kendi hususiyetlerine sahip tefekkür mecrasında oluşur. Her kültür iklimi, kendine has bir akıl formuna, kendine has bir inanç sistemine, kendine has temel tefekkür alanlarındaki kanaatlerine göre ilim telakkisi geliştirir. Batının “bilim” diye dünyaya sunduğu, “objektiflik” kisvesiyle maskelediği, insanlığı da buna inandırdığı bilim telakkisi, temelindeki materyalist, rasyonalist, pozitivist felsefenin eseri ve neticesidir. Materyalist felsefi cereyan, maddeyle kayıtlı ve sınırlıdır. Maddeci bakış, ruhu kabul etmenin zihni altyapısına sahip değildir. Ruhu inkar ettiğinde insanı bedenden ibaret görür ve 33 merkezini “beyin” olarak anlar. Maddeden (bedenden) ibaret insan telakkisi, kaçınılmaz olarak evrimcidir ve insanın olmadığını, insan olarak varolmadığını, hayvanın gelişerek (evrimleşerek) insana dönüştüğünü kabul etmek zorundadır. Bunların tabii ve zaruri neticesi olarak batı, “hayvan uygarlığı” kurmuştur. Dünyadaki kadim kültür ve medeniyet havzalarından hiçbirinde insanın hayvan olduğu (hayvandan geldiği) kabul edilmemesine rağmen, hayvan uygarlığının (madde uygarlığının) bilim telakkisi kabul edilmiştir. Materyalizmi, evrimci yaklaşımı reddeden Müslümanların da, batı bilim telakkisini kabul etmeleri, buna karşı ciddi bir tenkit yöneltememeleri, neticede batının bilim anlayışına teslim olmaları, on dört asırlık İslam tarihinin en büyük felaketidir ve içinde bulunduğumuz kaos çağının temel sebeplerinden biridir. * Batının en büyük operasyonu ve başarısı, kendi felsefi ve kültürel ikliminin tabii neticesi olan bilim anlayışını dünyaya kabul ettirmek olmuştur. Dünyanın bunu kabul etmesi, batıyı bilginin efendisi yaptı. Böylece batı, bilgiye hükmetmeye başladı. Bilgiye hükmetmek, bilgiye kendi mührünü vurmak, bilgiyi kendi inhisarına almasına yol açtı. Bilgi ve bilim, batının “özel mülkiyetine” girdi, kim ki bilgi ve bilimden bahsedecekse, batıdan referans aramak ve göstermek zorunda kaldı. Epistemolojik işgal o kadar derinleşti ki, sadece bilgi ve bilim değil, ahlaktan siyasete kadar her mesele, “batıda var mı?” sorusuyla birlikte gündeme geldi ve tefekkürün malzemesi olma hakkını kazandı. Bilginin karargahı olan batı, kendi insan telakkisini, kendi varlık telakkisini, kendi hayat telakkisini, kendi siyaset telakkisini ila ahir, “evrensel değerler” olarak dünyaya sundu. “Evrensel değerler” ifadesi, sırlı ve tılsımlı bir tesire sahipti, hiç kimse bunun karşısında duramıyordu. Arkaik hale gelen kültür ve medeniyetlerin bu işgale karşı mukavemet edememesi anlaşılabilirdi belki ama hala kaynakları sahih şekilde muhafaza edilen, tarihte kaç tane medeniyet kuran Müslümanların bu taarruz karşısında afallaması ve bir kısmının teslim olması tam bir felaketti. Müslüman bilim (ilim değil) adamları, batının kurduğu üniversitelerde, batının bilim telakkisine teslim olmuş şekilde bilim yapmaya (üretmeye değil) başladılar. Sadece Avrupa ve Amerika’daki üniversitelerden bahsetmiyoruz, Türkiye’deki ve İslam ülkelerindeki üniversiteler de batı bilim telakkisiyle kurulduğu için onların mührünü taşıyor. Batı bilim telakkisinin karargahı olan üniversitelerde İlahiyat Fakülteleri açılmış olması ise tamamen oryantalist projedir. Batılı üniversitelerde bilim yapan Müslüman bilim adamları, materyalist, rasyonalist, pozitivist temel telakkinin metot ve ölçüleriyle İslam’ın on dört asırlık müktesebatını hesaba çekiyor. Batıyla hesaplaşması gereken Müslüman bilim adamları, batının bilim anlayışıyla İslam ilim müktesebatını kendi tabirleriyle kritik ediyor, “yanlışlarını” buluyor, iyi niyetli oldukları iddiasıyla “tashih” ettiklerini düşünüyor. Oysa yaptıkları iş tam olarak, İslam’ın her sahadaki müktesebatını, batının epistemolojik evrenine taşımak, bunu yaparken de batı kriterlerine uymayanları “hurafe” başlığı altında “temizlemek”… Ümmet, İslam tarihinde böyle bir ihanet görmedi. Hadis-i Şerifleri, Asr-ı Saadetten intikal eden “yazılı belge” olmadığı için reddedenler bir kısım nasipsizler, batı bilim telakkisine göre “bilimsel” davrandıklarını düşünüyorlar. Batı bilim telakkisinin “objektif” olduğuna iman 34 eden bir kısım nasipsizler, batılı bilim adamlarına itimat ettikleri kadar ümmetin tarihteki büyük alimlerine itimat etmiyorlar. Eski Yunan filozoflarının eserleri ve fikirleri ile ilgili tek kayıt, Müslümanların bir zamanlar tercüme ettikleri ve Müslüman müelliflerin kaleminden çıkan metinlerdir ve batı buna itimat ederek kendi tarihi müktesebatını muhafaza altına alır. Buna mukabil bazı Müslüman bilim adamları, batının kendine uygulamadığı ve oryantalist projelerin bilim kisvesiyle Müslümanlar arasına zerkettiği bazı kriterleri “bilimsel inanç” haline getirmektedir. Bu nasıl bir savruluş? Epistemolojik işgalden kurtulmalıyız. İslam medeniyet tasavvuru, ilimlerin tasnifi, mevzu ve ıstılah haritası gibi büyük ufka yürümezsek çırpınır dururuz. ALİHAN HAYDAR [email protected] ORYANTALİST TAARRUZ Birkaç asır önce başlayan oryantalist taarruz, yirminci asırda netice almaya başladı, yirmi birinci asırda ise pisliklerini temizlemek zorunda kalıyoruz. Oryantalist taarruz o kadar derine nüfuz etti ki, temizlemek çok zor. Zira oryantalist taarruzun neticeleri, “Sahih İslam” başlığı altında kadim müktesebatı imha etmek için faaliyet gösteriyor. Oryantalist taarruzun tüm tesirlerini temizlemek çok zor… Oryantalizmin her çeşit tesirini, her Müslüman ferdin zihin ve kalb dünyasından temizlemek için dünya çapında bir seferberlik gerekiyor. Bunu yapmak için seferber edilecek insan gücü ve zaman, başka işlere fırsat ve imkan bırakmayacağı için doğru da değil. Bunun yerine İslam medeniyet tasavvuru ve inşa sürecini başlatmak, doğru ortaya konulduğunda yanlış anlaşılacağı için tercih edilmelidir. İslam medeniyet tasavvuruna giden yol açıldığında, o ufka doğru atılan her adım, yanlış anlayışların bir kısmını telafi edecektir. Bu sebeple oryantalist taarruz veya batının başka çeşit hamleleriyle yoğun şekilde vakit kaybetmek yerine, meselenin de ehemmiyetine binaen özet kabilinden bazı tespitler yapıyoruz. Batıya dair tenkitlerimizin bu çerçevede okunması ve aşırı teferruat aranmaması gerekir. * Oryantalizmin temel hedeflerinden birisi, idrak melekemiz olan “akl-ı selim”i imha etmek oldu. “Ne okunduğu” kadar “ne ile” okunduğu da mühimdi ve akl-ı selim bizzat İslam’ın inşa ettiği akıl terkibiydi. Akl-ı Selim imha edilip, yaygınlaşan batılılaşma neticesinde kendi okullarımızda pozitif eğitim-öğretim başlayınca, “pozitif akıl” formu ikame edildi. Böylece Müslümanların “idrak melekesi” batılı pozitif idrak melekesi olan akıl formuna mahkum edildi. Batılı akıl formuyla okunmaya başlandığı için, artık ne okunduğunun önemi kalmadı. Müslümanlar ise batılı akıl formu olan pozitif akılla Kur’an-ı Kerim’i okumanın, oryantalist okuma olduğunu fark edemedi. İslam’ın kendine iman eden bir insanda, kendi temel kabullerini bünyeleştiren bir akl-ı selim inşa ettiğini unuttu Müslümanlar. Akl-ı Selim bahsini o kadar unuttular ki, akıl ve akl-ı selim meselesiyle ilgili bir tane bile kitap telif edemez, bir tane tetkik ve tahkik faaliyetinde bulunamaz oldular. Türkiye’nin yirminci asır İslami ıstılahında (literatüründe) 35 akıl ve akl-ı selim ile ilgili bir tane çalışmanın bulunmaması, meselenin ne kadar derin ve vahim olduğunu göstermez mi? Bu durum aynı zamanda “neden Fikirteknesi ailesine” katıldığımızın da izahıdır. Akl-ı Selimi inşa etmemek, batılılar gibi düşünmek ve İslam’ı batılılar gibi okumaktır. Batılılar gibi düşünecek ve İslam’ı oryantalistler gibi okuyacaksak, İslam’a neden ihtiyacımız olduğunu izahta zorlanırız. * Oryantalizmin hedeflerinden birisi de tasavvufu yok etmek veya mistik bir meşgale haline getirmekti. Oryantalizmin derin işgaline uğrayan zihin ve kalbler, tasavvufun, şirk ve en ağır küfür çeşitlerinden biri olduğunu, İslam ile hiçbir alakasının bulunmadığını iddia etmeye başladılar. Yabancı kültür iklimlerinden İslam’a sızan mistik bir yol ve usul olduğunu iddia ederken, hem İslam’la alaka- sızlığını ileri sürüyorlar hem de bu taarruzlarında başarısız olurlarsa tasavvufun “mistik bir yol” olduğuna dair bir tortu bırakmak istiyorlar. Tasavvufun mistik bir anlayış olduğu, bu sebeple İslam ile alakası olmadığı iddiası, gerekçesi kendinden menkul bir iftiradır. Oryantalizm, önce tasavvufu kendisine uygun şekilde tarif ediyor, ilk tahrifatını tarifte yapıyor, sonra da o tarif üzerinden tenkit ediyor. Böylece tenkit (taarruz) tutmasa da, gerekçe akıllarda kalıyor ve şüpheler oluşuyor. Tasavvuf İslam’ın derinlik boyutudur. Tasavvufa karşı başlatılan oryantalist taarruz neticesinde Müslümanların tefekkürde derinleşme imkanı fevkalade azalmıştır. Oryantalist taarruz, Müslümanları sığlaştırmakla, basit ve bedevi bir hayata mahkum etti. Sığlaşan ve basitleşen tasavvuf karşıtlarının biraz zeki olanları, hikmet ihtiyacını batının felsefesiyle karşılamaya, girift meseleleri ve izahları filozofların eserlerinde aramaya başladılar. Oryantalist taarruz hedefine ulaşmış, bir kısım Müslümanların nazarında bir filozof, bir veli şahsiyetten daha muteber hale gelmiştir. * Oryantalist taarruzun neticelerinden birisi de, batının bilim telakkisine teslim olan ve onu “evrensel değer” olarak kabul eden bir kısım Müslümanlar, batı perspektifiyle kadim müktesebatımızı hesaba çekmeye, müktesebatı “hurafe” olarak tavsif etmeye başladı. Kadim müktesebatımıza hurafe diyenler, her nedense felsefeye “hikmet” diyorlar. Batı ile hesaplaşması gereken Müslümanların bir kısmı, batıdan aldıkları zehir ile İslam’ın on dört asırlık müktesebatı ile hesaplaşıyor, Müslümanlar arasında fitne çıkarıyorlar. * Oryantalizmin Türkiye’deki resmi temsilcisi ve tatbikçisi Kemal Atatürk’tür. Atatürk’ün zorla yaptığı müktesebat katlini ve yerine meal ikamesini, şimdi bazı Müslüman fikir ve ilim adamı iddiasındakiler, “sahih İslam” başlığı altında devam ettiriyorlar. Bu ülke şeyhler, hocalar ülkesi olmayacaktı Atatürk’e göre, bir kısım mealciler de şeyhlere, alimlere karşı şiddetli bir mücadele yürütüyorlar. Nedense? * İslam’ın bilgi telakkisi, “iman mevzuları” ve “itimat mevzuları” üzerine kuruludur. İman mevzularını her Müslüman aşağı yukarı bilir. İtimat merkezlerimiz ise, ilk nesil olan Sahabe-i Kiram’dan başlamak üzere, Allah Azze ve Celle’nin dinini bize kadar ulaştıran ümmetin nezih kadrolarıdır. Mukaddes ema- 36 netin nesilden nesile intikalini temin eden mecra ise malum olduğu üzere Ehl-i Sünnet’tir. Ehl-i Sünnet husumeti, aynı zamanda “itimat merkezlerimiz” olan Sahabe-i Kiram’dan başlamak üzere, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin intikalini mümkün kılan mecranın kurutulması, dinin naklinin inkıtaa uğratılması ve böylece dinin tahrif edilmesidir. Oryantalist taarruz, bir taraftan “bilgi telakkimizi” ve medeniyet müktesebatımızı imha etmek isterken diğer taraftan “itibar ve itimat merkezlerimizi” yok etmek için hamle yapmıştı. Bir kısım Müslümanlarda bu hamlenin netice ve eser verdiğini görmek hüzün vericidir. AHMET KAMİL TUNCER [email protected] PARAPSİKOLOJİ VE RUHİ İLİMLER Batıda bilim mecrası, materyalist, rasyonalist, pozitif çerçeveye oturduğu günden itibaren idrakini “beş hassa”nın dışına kapadı. Beş hassa ile bilemediği varlığın ve vakıanın olmadığına inandı. Dikkat, inandı… Çünkü bilim ya kaynağında bir inanç taşır veya bir müddet sonra bazı kaideleri inanç haline getirir. Materyalist felsefe zaten bir inançtı, maddeyi de sadece akılla anlamaktan ibaret bir rasyonalist inanç eklendi, bunların bilim mecrası olarak da pozitivizm geliştirildi. Bir varlığın mevcudiyetini kabul etmesi için görmesi gerekiyordu ama bazı kimselerin görmesi yetmiyor, herkesin görmesi isteniyordu. İlk sapmayı psikiyatride yaşadı, psikiyatrik hastaların bir kısmı, başka insanların görmediği varlıkları görüyordu. Pozitif bilim temelli psikiyatri, bazı insanların gördüğü ama herkesin görmediği varlıkların mevcut olabileceğine inanmadı, herkesin görmediği varlıkları gördüğünü iddia edenleri “psikiyatrik hasta” teşhisi ile derdest etti. Adına halüsinasyon gibi şeyler dedi ve psikiyatristlerin görmediği varlıkları gördüğünü iddia eden kişileri “hasta” statüsünde toplumdan uzaklaştırdı. Pozitif bilim mecrası, konusu madde olan her meselede iyi gidiyordu, ta ki “insan” bahsine gelene kadar. İnsan maddeden ibaret değildi, tüm bakış ve anlayışını maddeye sıkıştıran pozitif bilim mecrası ise insanda maddeden başka bir şey görmüyordu. Açıklamakta zorlandığı meseleleri ise, “bilim henüz o kadar ilerlemedi, maddi bir izahı vardır, ileride izah edilecektir” türünden bir mazeretle kendini ve insanları aldatmaya başladı. Psikiyatri, “halüsinasyon” ifadesiyle, “olmayan varlıkların görünmesini mümkün” ama “görünmeyen varlıkların olmasını imkansız” saydı. Hangisinin “mümkün” olma ihtimali daha fazlaydı? Batının epistemolojik işgali o kadar derindi ki, hem batıda hem de doğuda herkes, “psikiyatri bilimi böyle diyor” diye bu saçmalığı kabul etti. Epistemolojik işgal… Bu mesele mühim… Bir epistemolojik evren üretiyorsunuz, insanlığı o evrenin içine alıyorsunuz, o evrenin dışı zifiri karanlık haline geliyor. O evrenin dışındaki her varlığı reddediyorsunuz, her sesi inkar, her hadiseyi tevil ediyorsunuz. Hayal diyorsunuz, halüsinasyon diyorsunuz ila ahir… Epistemolojik evreni kurup da insanlığa kabul ettirdiğiniz andan itibaren, “gerçeklik” sizin mülkiyetinize giriyor, neyin gerçek, neyin halüsinasyon olduğunu siz belirliyorsunuz. Böylece ne “olmazlar” olur hale, ne “mevcutlar” muhal hale geliyor. Psikiyatrinin yalpalaması, halüsinasyon ifadesi ile tam bir illüzyon haline getirildi ve dünyanın batısı da doğusu da bu illüzyona teslim oldu. Hiç kimse çıkıp da, “görünmeyen varlığın olması” ihtimalinin, “olmayan varlığın görünme37 si” ihtimalinden daha yüksek olduğunu söyleyemedi. Oysa dünyanın kahir ekseriyeti “görünmeyen varlıkların” olduğu bilgisini ihtiva eden bir epistemolojiye sahipti, buna rağmen batının epistemolojik taarruzu karşısında mukavemet edemedi. * Mesele psikiyatri ile sınırlı kalmadı. İnsan ve hayat o kadar girift ve derindi ki, pozitif bilim mecrasının dışında her gün sayısız hadise yaşanıyordu. Pozitif bilimin ölçüleriyle izah edilemeyen, ufkunun dışında cereyan eden sayısız hadise, kaçınılmaz olarak yeni bir bilgi alanı oluşturdu, parapsikoloji… Bilgi alanı diyoruz çünkü batıdaki pozitif bilgi nazariyesi bu alanı “bilim alanı” olarak kabul etmedi uzun süre. Batının pozitif epistemolojik evreninin dışında cereyan eden, her yıl on binlerce insanın gördüğü ve yaşadığı hadiseler, uzun müddet bilim dışı olarak kabul edildi ve ciddiye alınmadı ama bu bilgi alanıyla ilgilenen insanlar ısrarla devam ettiler. ABD bilimler akademisine yapılan çok sayıdaki müracaatın reddedilmesinden bıkmadılar, hem çalışmalarını hem de müracaatlarını sürdürdüler. Nihayet ABD bilimler akademisi, 1969 yılının aralık ayında “Parapsikoloji”nin bilim olduğunu kabul etti. İşin en ilginç noktası, parapsikoloji alanındaki çalışmaların ciddi bir kısmı, bilim adamlarının gerçeği arama iştiyakından ziyade istihbarat teşkilatlarının ufuk ötesi imkanları araştırma teşebbüsüydü. Psikiyatri ve içinde bulunduğu pozitif bilim mecrası, görünmeyen varlıkların olmasını imkansız görse de, istihbarat servisleri onları ciddiye almıyor, parapsikoloji ile ilgilenen “bilim” adamlarını istihdam ve çalışmalar için büyük kaynaklar tahsis ediyordu. Parapsikolojinin “bilim” olarak kabul edilmesiyle aslında pozitif bilim mecrası, önce insan meselesinde sonra da madde bahsinde iflas etti. Fakat pozitif bilim mecrası hala parapsikolojiyi ciddiye almamakta direniyor, böylece kendi varlığını ve temel tezlerini savunmanın “paranormal” mazeretlerini ve yollarını hazırlıyor. * Batının macerası bir tarafa, Müslümanların ruhun, cinin, meleğin, şeytanın varlığına inanmalarına rağmen psikiyatrinin muhayyel mefhumlarını kullanarak, görünmeyen varlıkları gören insanlara “halüsinasyon” gördüğü teşhisiyle kimyevi-tıbbi tedavi uygulaması, epistemolojik işgalin derinliğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Batıda parapsikolojinin bilim olarak kabul edilmesinin üzerinden kırk beş yıl geçmesine rağmen, Müslüman psikiyatristlerin hala “halüsinasyon” üzerinden teşhis ve tedaviye devam etmesi, hem batı tarafından derin şekilde işgal edildiğini gösteriyor hem de batıyı geriden takip ettiklerini… Bu kadar da olmaz… Bari işinizi iyi yapın. Batının bilim telakkisini kabul ediyorsanız bari batıyı iyi takip edin. Kur’an-ı Kerim’e inanıyorsanız, “iman” mevzuunun ne olduğunu tekrar çalışın. Evet, iman mevzuunun “ne olduğunu” tekrar çalışmak gerekiyor. Bu çalışmanın, iman ettiğimiz kaynaklarımızın mahiyetinin ne olduğunu anlamaktan başlaması şart. Kur’an-ı Kerim’e iman eden müminlerin ilk yapması gereken iş, “Kur’an-ı Kerim” ve “Sünnet-i Seniyye”nin mutlak ilim olduğunu, sınırsız mana hacmine sahip bulunduğunu, mutlak ilimden sayısız nispi ilim keşif ve inşa edileceğini anlaması şart. Mesele, bir ayeti kerimeyi mealinden açıp okumak ve anlamaya çalışmak değil, her şeyi kuşatan bir medeniyet tasavvurunu, ona bağlı ilimlerin tasnifini, bunların temelini teşkil edecek bilgi telakkisini idrak ve inşa etmektir. Fikirteknesi külliyatından yayınlanan, “İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür” isimli eserde zikredildiği üzere, Beşeri İlimler Mecrasının terkip ilmi olan “insan ilmi”nin ruhiyat şubesi, meseleyi “takdim” mahiyetinde izah etmektedir. Ruhi ilimler bahsi, tabii ki tevhid 38 ilimleri mecrasının muhteva ufkuna dahildir ve tasavvufun tasarrufu altındadır. Tasavvuf gibi bir müktesebatı olan Müslümanların bu meselelerde patinaj yapması anlaşılabilir bir durum değil. * Genel yayın müdürümüzün Nevzat Tarhan ile yaptığı mülakat, bu bahislere ne kadar ihtiyacımız olduğunu göstermesi bakımından mühim. Nevzat Beyin batının epistemolojik işgalini kabul etmemesi, başka bir bilgi ve ilim telakkisinin lüzumuna inanmaması, başka bir bilgi telakkisinin telif ve terkip edilmesinin imkansız olduğunu düşünmesi, hangi durumda olduğumuzu göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Batılı bilim adamları bile batı bilim telakkisini Nevzat Bey kadar “inançla” savunmamaktadır. SELAHATTİN TATLI [email protected] NEVZAT TARHAN İLE MÜLAKAT Genel yayın müdürümüz Metin Acıpayam, Nevzat Tarhan ile mülakat yaptı. Mülakat mevzu, Nevzat Beyin ihtisas alanından başlayarak, bilgi telakkisi ve batının epistemolojik işgaline kadar geniş bir sahaya teşmil edildi. METİN ACIPAYAM: Biyoloji, batıda pozitif bilimlerin içinde yer alıyor, hem pozitif bilim mecrasında olması hem de tüm canlıları tetkik eden bilim olması hasebiyle, insanları da tetkik etmesi, ciddi bir problem değil midir? NEVZAT TARHAN: İlginç bir soru. Sorunuzun ilginç olmasının sebebi şu noktadır: Biyolojinin insanı tetkik etmesi neden tuhaf kaçıyor aslında ilginç olan bu. İnsan nasıl bir varlık? Bu sorunun cevabını vermek için evrenin yaratılışına bakalım. Evrenin yaratılışında ilk bilimin dışına çıkan ne var? İlk matematik var evrende. Her şey hesaplı kitaplı ölçülü… İlk bilgi matematiksel olarak yapılmış. Evrendeki düzene baktığımız zaman, özellikle bu kuantum dinamiğinin ortaya çıkmasından sonra, madde tabanlı evren, yerini enerji tabanlı evrene bırakmıştır. Enerji tabanlı evrenden söz ediyorsak eğer, klasik pozitif bilimde madde yani materyalizm vardı. Madde esastı. Diyalektik materyalizm buna karşı önce madde var diyordu. Sonra maddeyi de gözlemleyerek soyut bilginin ortaya çıktığı tezini ortaya koyuyordu. Yani önce maddesel bilginin olduğunu, sonrada anlamsal bilginin olduğunu iddia etmekteydi. İşte bu sebeptendir ki, diyalektik materyalizm, maddeyi varoluşun merkezine almıştı. Ama kuantum dinamiğinden sonra şu ortaya çıktı: Evren enerji tabanlı bir evrendir. Yani maddeden önce mana var. Mesela bir marangozu düşünelim. Marangoz ustasının zihninde var olan bir masa önce marangozun zihninde var. Sonra madde olarak var. O halde, evrende bir yaratıcının zihninde var. Sonra evrende var. Yani Kuantum dinamiğinden sonra şu ortaya çıkmıştır ki, önce anlam, bilgi, proje var. Sonra uygulama. Şimdi böyle bir durumda olduğunuz zaman biyoloji bunun neresine oturuyor. Şöyle ki; elinize bir elma alın. Elmayı ikiye böldüğünüz zaman ortasından çekirdekler çıkar. Şimdi materyalist düşünen bir insan, elmanın içindeki çekirdeği görür. Materyalist değil de, soyut düşünen insan ise, çekirdeklerin içindeki elmayı görür. Çünkü elmanın anlamı oradadır aslında. Çünkü o elma nesiller boyu devam ediyor. Bu görülmeyeni görmektir işte. Görülmeyen çekirdeğin içerisindeki elma ağacını görüyorsun. Çekirdeğin üzerindeki elmanın özgeçmişini görüyorsun. Yani elmanın geleceğini görüyorsun burada. Şimdi evrene ve biyolojiye bakalım. Evrene bilimsel metodoloji ile baktığınız zaman, evrende önce matematik bilginin olduğunu görürüz. İkinci aşamada ise fiziğin olduğunu görürüz. Yani önce hesap bilgileri, sonra enerji ortaya çıkıyor. Üçüncü aşamada ise kimya ortaya çıkıyor. Yani varoluş bilimi içerisinde, önce bilgi ve proje yaratılıyor, sonra enerji yaratılıyor. Enerjinin yaratılmasından sonra 39 eylem, hareket, zaman başlıyor. Fizikten sonra kimya başlıyor. Kimya ile beraber madde ve mekan başlıyor. Daha sonrada inorganik maddeler ortaya çıkıyor. Ve böylece biyoloji başlıyor. O halde biyoloji, pozitif bilimler mecrasında insanı incelerken, biyolojik bakışla insanı incelemek hiç de tuhaf ve problemli değil. Çünkü insan anlam dünyasından madde alemine, yahut dini tabirle melekut aleminden kesret alemine geçerken biyolojiyle geçiyor. Yani insanın melekutiyet alemi, insanın böyle bir enerji olarak var olduğu zamanki insan. Ruh olarak var olduğu insan. Soyut bilgi olarak var olduğu insan. Buna melekutiyet alemi deniliyor. Bu aynı zamanda kuantum dinamiği içerisinde, bir kuantum bilgidir insan. İnsan kuantum bilgi durumundayken, daha sonra matematiksel olarak enerji olarak madde haline dönüşüyor. O bakımdan insanı anlamak için biyolojik bakışa doğru bakmak gerekiyor. Şimdi biyolojik bakışa şu şekilde bakılırsa yanlış bakmış oluruz. Bu yanlış bakışlar şu şekilde; “Hücreler ne güzel çalışıyor, ne kadar harika bir denge var, mükemmel bir sanat var. Harika bir düzen var. Enteresan bir sistem var. İlginç bir metodoloji var. Hem bu kadar müthiş bir sistem hem mükemmel hem hızlı, hem mükemmel hem sanatlı, hem mükemmel hem güzel, hem mükemmel hem bol.” Bu hepsinin de mükemmellikle, çokluğun, bolluğun, hızın, hepsinin bir arada olması, bunun çok üstün bir zihin ürünü olduğunu gösteriyor. Şimdi böyle bir düzen böyle bir mükemmellik varken, bu mükemmelliğin nasıl işlediğine baktığımız zaman, biz, böyle durumlarda bu harika sanat karşısında hayretler içerisinden kalırız. Biz şuna benziyoruz. Büyük bir saraya girsek, bu saraydaki duvarların güzelliğinden ihtişamından o saray sahibini unutursan, o saraydaki güzelliklerin ne manası kalır. Bu durumda o sarayı yaratan yaratıcıya saygısızlık olmaz mı? Şimdi evrende de böyle bir biyoloji var. Bu biyolojiye ve sanat eserlerine bakıyorsunuz. Bu harikulade eserler karşısında, “nasıl yapılmış?” sorusuyla ilgileniyorsunuz. İşte bu bilim’dir. Ama “neden yapılmış?” sorusuyla ilgilenmek dinbilimcilerin görevidir. Biyolojiye bu gözle bakarsanız, biyoloji sizin varoluş sorularınıza cevap vermiş olur. Bunun için insanı anlama sürecinde biyolojiyi göz önüne almak, insanı tanımayı kolaylaştırır. İnsan neden böyle bir kul olarak yaratılmış? Neden bu kadar üstün sanatlarla, üstün zekalarla ve akılla yaratılmışız da, fakat niye kartal kadar keskin gözümüz yok? Niye aslan kadar kuvvetli güçlü pençemiz yok? Niye bir serçe gibi özgür değiliz? Niye o kadar yükseklere çıkamıyoruz? Niye rüzgar ve bulut kadar dünyada hareket kabiliyetimiz yok. Evren içerisinde en akıllı varlık biziz. Ama aynı zamanda kuş kadar özgür değiliz. Aynı zamanda aslan kadar güçlü değiliz. Aynı zamanda kartal kadar keskin bakışımız yok. O halde bu neden sorularını sorarak insan, aynı zamanda varoluşunu sorgulamış oluyor. Yani bizim biyolojiye doğru gözle bakmamız gerekir. Biyolojiye bu doğru bakış, mana boyutuyla bakmakla gerçekleşir. Yani biyolojiye nasıl boyutuyla değil de neden boyutuyla bakarsak, biyoloji bize insanlığımızı keşfettirir. Bu nedenle biyoloji, bizim, insanın davranışlarını ve varoluşu anlamamız açısından birçok argümanlar sunuyor bizlere. METİN ACIPAYAM: Yani bir problem olarak görmüyorsunuz? NEVZAT TARHAN: Tabii.. METİN ACIPAYAM: Temel bilimlerden olan biyolojinin tatbik bilimi olan tıbbın, psikiyatriyi kendi bünyesinde inşa etmesi (yani psikiyatrinin tıbbi model olması) ciddi bir handikap oluşturmaz mı? NEVZAT TARHAN: Evet burada şunu söylemem gerekiyor. Biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimler temel bilimlerdir. Psikiyatride bu üç temel bilimi alarak psiko-sosyal model ortaya çıkartmaktadır. Diğer temel bilimler normali incelerken, psikiyatri, anormali yani normalden sapmayı inceliyor. Böylece psikiyatrinin normalden sapmaları incelemesi bizlere normali öğretiyor. İnsan zihni anoloji ile bilgiye ve gerçeğe ulaşır. Mesela karanlık olmasaydı biz aydınlığı anlayamazdık, sıcaklık olmasaydı soğuk kavramını anlayamazdık. Mesela hayvanlar için anatominin yahut fizyolojinin bir önemi var mı? Yok. Çünkü ihtiyaç hissetmiyor. Çünkü akıl yok. Ama insan öyle değil. İnsanda akıl olduğu için aklını kullanmak ister. Aklın önemli üç argümanı var. Yani üç türlü akıl yürütme yöntemi vardır. Bunlar; tümden gelim, tümevarım ve mukayesedir. (anoloji). İnsan gerçeğe ulaşma yolunda bunlarla 40 beraber ihtimal hesabı yöntemini de kullanır. Bu yöntem, kibrit mantığı olarak ta bilinen olasılık evrenini düşünerek olasılık hesabı yapar. Peki psikiyatri burada ne yapıyor? İşte hastalıklardan bakarak normali anlamamızı sağlıyor. Böylece biyopsikososyal model ortaya çıkıyor. Bu, medikal ve aynı zamanda tıbbi bir modeldir. Biyopsikososyal modelin psikiyatriyi kendi bünyesinde inşa ederek medikal bir model yapması, psikiyatri açısından bir handikap oluşturmaz. Çünkü psikiyatrik bir modelin olması yani bir tıp biliminin girmesi psikolojiyi ve sosyolojiyi açıklıyor. Şu anda bakıyorsunuz genetik bilim, artık sosyolojiyi de etkilemeye başladı. Bu nasıl etkiliyor sizce? Mesela şu an ilginç ve gizli deneyler yapılmaya başlandı. Özellikle insan ve maymun genleri üzerinde çalışıyorlar. Tüysüz maymunlar ve fiziki görünümü insan gibi maymunlar üretilmek isteniyor. Fakat bu maymunlar üretilerek çiftliklerde çoğaltılacak. Bunlara savaşma öğretilerek, ruhsuz insan görünümlü canlılar ortaya çıkarılacak. Bir nevi canlı makine yapılacak. Bu canlılar zombi haline getirilmiş, maymundan üretilen insan görünümlü pirimatlar yapılacak. Bu, şu anda teorik olarak mümkündür. Bununla alakalı gizli projelerin olduğunu söyleyebiliriz. Mesela genlerle oynayarak nasıl domatesi bugün küçülterek kalın kabuklu hale getirilerek küçültüldü ve dört mevsim bulunabilir hale getirdiler. Aynı şekilde insanında DNA’sıyla oynayarak aklı olmayan sadece yemek– içmek- üremek gibi fonksiyonu olan insan üretilme ihtimali yüksek. Geleceğin savaşçısı bunlar olacak. Bu çok ilginçtir. Bu, bana ilginç bir hadis-i şerifi hatırlattı: “Kıyamete yakın Mekke’yi ruhsuz insanlar yıkacak.” tarzında bir hadis-i şerif bu. Kaynağını bilmiyorum ama böyle bir hadisin olması enteresan. Şimdi böyle bir durumda nasıl olurda biyolojiyi ihmal edebiliriz? Böyle bir durumda biyolojik tıbbi modeli nasıl göz ardı ederiz? O halde bizler genleri ihmal ederek sosyal bilimleri doğru şekilde kullanamayız. Çünkü insanın nerede ne yapacağını genetik kodlar belirlemekte. Mesela ne diyelim; Genetik kodlarımız diyor ki, saldırganlığın şu şekilde olacak, ona göre beyin belli bir ölçüde protein üretiyor. Hatalı protein üretiminde ise kişi şizofreni oluyor. Doğru protein üretiminde ise saldırganlığı doğru şekilde yönetiyorsunuz. Böyle bir durumda insanın şiddet uygulayıp uygulamaması, saldırgan olup olmaması gibi tanımlanmış genler var. Bütün bunları şunun için anlatıyorum; Biyolojiyi göz ardı ederek psikiyatriyi anlayamazsınız. Psikiyatriyi biyolojiden soyutlayarak ele alırsanız şöyle düşünürsünüz: Şimdi çok güzel bir müzik aleti olduğunu düşünelim. Nota olmadan eser olmadan bu müzik aletinin olması bir şey ifade eder mi? Bu sebeple ikisi birbirinin alternatifi değil birbirinin tamamlayıcısıdır. Bu sebeple evrende ruhsal bilgi varsa, bunun madde aleminde tezahür etmesi için biyolojiye ihtiyaç vardır. Biyoloji bizim donanımımızdır. Evrendeki psikolojik bilginin ifade organı biyolojidir. METİN ACIPAYAM: Psikiyatrinin tıbbi modelle biyolojiye bağlanması, biyolojinin de pozitif bilimler içinde yer alması, temelleri birbirinden farklı olması gereken “sosyal bilimler”in de aynı mahiyete savrulmasına yol açıyor mu? Psikoloji ve sosyolojideki gelişmelerin, “davranış bilimleri” gibi bir noktaya savrulmasının temel sebeplerinden birisi bu mudur? NEVZAT TARHAN: Şu anda bilimler yeniden yazılıyor. Kuantumdan önce her organ kendi başına çalışıyor biliniyordu. Fakat Kuantum dinamiğinden sonra bilimlerin bütünlüğü anlaşıldı. Bu bakımdan önceleri tesadüfi varoluş bakışı vardı. Tesadüfi varoluş bakışında evrende her şey tesadüfen var olmuş gibi bir kanaat hakimdir. Bunun içindir ki bu görüşte bilimlerin bütünlüğü yoktur anlayışı vardı. Bütünlük gibi görünen şeyler sonuçtu, sebep değildi. Ama şu anda bilimler tasarımsal varoluş olması gerekiyor. Önce bilgi var sonra madde var bakışıyla kuantum tabanlı evrene yani enerji tabanlı evrene baktığımız zaman böylece her şeyin dijital formata çevrilebileceği potansiyelini görüyoruz. Mesela dijital formata çevrilen ses çevrilip nakledildi, sesin yanında görüntü çekilip kaydedildi, şimdi kokuda dijital formata çevrildi. Karşı taraftan prekülsör denilen ön maddesi varsa buradaki bilgisayardan kokunun kodunu veriyorsunuz. Amerika’daki bilgisayardan kokuyu duyuyorsunuz, oradaki kokunun tanımı ve titreşimi vasıtasıyla. Hologram teknikleriyle odanın içerisinde üç boyutlu görüntüler ve insan dolaşabilecek artık. Teknoloji bu hale gelmiş bulunuyor. Solunum ve titreşime dönüşebilen her 41 bilgi nakledilebiliyor. Böyle bir durumda bilgilerin bütünlüğü kavramı ortaya çıktı. Yani hiç bir bilim diğerinden bağımsız çalışmıyor. Bilimler arasında son derece uyum ve ahenk var, harmoni var. Bu harmoni içerisinde biyopsikososyal bilimler içerisine biyopsikososyal spritüel eklememiz gerekiyor. Hatta bilim teorilerinde iç içe giren daireler vardır. En ortada atom altı parçacıklar, sonra atom var, sonra madde, maddeden sonra insan var, insandan sonra üns var, sonra toplum sonrada evren var. Böyle giriyor bu daireler. Bu durumda insani zorluk değil de davranış var, toplum var, evren var, en dışta da spritüalite var. Yani ruhsallık. Öztürkçede ruhsallığa tinsellik deniliyor. Tinsellik; yani spritüalite. Spritüalite, psikolojiden farklıdır. Spritüalitede maneviyat, anlamsallık ve soyut bilgi vardır. Misalen flash bellekle bilgisayara yüklenen bilgiler spritüal bilgilerdir. Diğerleri, diğer bilgileri oluşturur. Bunun gibi evrende bilgi tabanlı bir evrenin varlığı kabul edilerek bu konu tartışılmaya başlanıldı. Özellikle İsviçre’nin Cenevre şehrinde yaptıkları son deneylerden sonra ışık hızından daha hızlı atomaltı parçacıklarının olduğuna dair deliller ortaya çıktı. Bunun üzerine bilimler yeniden yazılıyor. Yani bilimler birbirlerinin alternatifi ya da birbirle- rine rekabet eden bilimler yerine birbirlerini tamamlayan bilimler var. O halde bilimlerde tesadüfi varoluştaki doğadaki rekabet ve mücadele bilimde yok. Bu mücadelenin bilimde de olduğu kabul ediliyordu. Doğada mücadele var, bilimde mücadele var. Bu mücadele sonucunda güçlü olan ayakta kalıyordu gibi bir anlayışın olmadığı görüldü. Ama şu andaki bilginin, müthiş bir ahengin eseri olduğu anlaşıldı. Onun için biyopsikososyal modelde de, evrende de birbirini tamamlayıcılık vardır. Bu sebepten burada bir savrulma söz konusu değil. Savrulma bizim algılarımızda var. Bilimlerin bütünlüğünü anlarsanız, bilimlerle uğraşan insanların, bütünlüğü göremediklerini anlarsınız. Merkeze maddeyi aldıkları için bu savrulma gerçekleşiyordu. Ama bilimlerin bütünlüğü konusu anlaşılınca bu savrulmadan bahsedilemez. METİN ACIPAYAM: Batıda yapılan bilimlerin tasnif haritasında, sosyal bilimler, gerçek anlamda bir “insan ilmi” veya “beşeri ilimler” diye isimlendirebileceğimiz bir bilgi alanını karşılar mı? NEVZAT TARHAN: İnsan diğer canlılar içerisinde tek başına yaşamak üzere zihinsel olarak kodlanmamış. Yani bir insanı tek başına yaşamaya dair bir hücreye koyarsanız, 15 gün sonra bu insanın şizofren olma ihtimali yüksek. İnsan sosyal bir varlık. İnsan, kendisini sosyal bir dokunun parçası olmadığını gördüğü zaman hayattan zevk alması etkileniyor. Bu sebeple yapılan bu bilimlerin sınıflandırma haritalarında sosyal bilimler, insan biliminin ilgi alanını karşılamıyor. Yani insanın davranışlarını sadece psikolojiye indirgemek doğru değil. Psikoloji sadece davranış bilimi olarak indirgenmişti. 1990 yılında bu anlayışa bir takım araştırmalar ile cevap geldi. Bu araştırmalar beyin üzerine yapılan araştırmalardı. Söz konusu yıllarda yapılan araştırmada insanın sadece davranışsal bir varlık olmadığını bunun yanında duygularının da olduğu anlaşılmıştır. Duygular bilimsel bir kategoridir. Kişinin duygularını değiştirerek düşüncelerini değiştiriyorsunuz. Düşüncelerini değiştirerek algılarını değiştiriyorsunuz. Algılarını değiştirerek davranışlarını değiştiriyorsunuz. Davranışlarını değiştirerek kararlarını değiştiriyorsunuz. Böyle bir durumda insanın duygularından hareketle düşüncelerini, davranışlarını, kararlarını değiştirebiliyorsunuz. Bunun için duygulardan hareketle bir insanı istenen şekilde yönlendirmek gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ve insan ilminin duygularını analiz eden bir kişinin, insanın nasıl karar verdiğini, yani biyolojinin mi yoksa psikolojinin mi karar verdiğini araştırması gerekiyor. Mesela yapılan araştırmalar var. Beynin ön bölgesinde hasar oluşmuş kimselerin bütün karar mekanizmalarının beynin ön bölgesinde tümör bulunan eliot vakası var mesela. Bu kişi başarılı bir avukat… Beyninde mandalin büyüklüğünde bir tümör tespit edilene kadar bu kişide kişilik değişimi yaşanıyor mesela. Daha önce dikkatli, çalışkan, titiz, başarılı bu kişi bu değişimle beraber kişiliğine uymayan anormal hareketler yapıyor. Sabah geç kalkıyor, toplum içerisinde geğiriyor, saçma sapan işler yapıyor, evliliği yürütemiyor, işini, eşini kaybediyor. Perişan vaziyette yaşarken bir emar çekilmesi gerekiyor. Bu çekilen emarda bu tümör tespit ediliyor ve operasyonla alınıyor. Bu tümör çıkarıldıktan sonra kişi kısmen toparlanıyor ama bütün beyindeki hasar onun hastalığının sebebi olduğu 42 anlaşılıyor. Şimdi bu durumda bunun neresi psikoloji? Neresi biyoloji? O kişinin karar mekanizmaları bozulmuş zaten. Demek ki bizim ruhsal yapımızı yöneten beynin ön bölgesi. Geçenlerde bir doktor arkadaşım anlatıyordu. Bir imamın çocuğuna antidepresan ilaç vermiş, idrar kaçırmayla alakalı bir hastalık için. Çocuk henüz beş yaşında... Beş yaşındaki çocuk birdenbire anormal hareketler sergileyerek babasına beni evlendir gibi sözler söylemeye başlamış. İlacın etkisiyle çocukta anormal davranışlar olmaya başlıyor. Bu davranış değişikliklerinin artmasıyla çocuğu bir araştırıyorlar ki, mani dediğimiz durum ortaya çıkıyor. İlacın yan etkisi olarak çocukta kişilik değişimi başlıyor ve hipomani dediğimiz ruh hali başlıyor. Çocuk bu ruh halinden ilacı kullanmayarak kurtuluyor. Şimdi beyin kimyasına müdahale ettiğiniz zaman kişinin kişiliği değişiyor, bunun neresi ruhsal? Neresi biyolojik? Ruhsal yapımızın aracı organı beyin… Bu aracı organla oynarsanız ruhsal yapımızın mana dünyasından madde dünyasına yansımasını bozmuş olursunuz. Bu sebeple bütün bilimler, beşeri bilimler olarak söylediğimiz bilimlerin hepsi biyolojiden bağımsız değil. Biyolojiyi yok sayarak bir insan sosyal bilimle uğraşıyorsa yolu şaşırır. Genlerin sınırının dışından sosyal bilimler çıkaramazsınız, mesela bir kadını erkek, erkeği kadın yapamazsınız. Bu sebeple sosyal bilimler biyolojinin verdiği kodlar dışında, kodların içerisinde sosyal bilimler ve davranış bilimleri hareket ediyor. O halde davranış genetiği önemli bir alan. Genetikten bağımsız sosyal bilimle uğraşmak büyük bir hatadır. Yanlış yaparsınız. Bu biyolojik indirgemecilik değildir, buraya dikkat edelim. Her şeyi biyolojiye bağlamak yanlış olduğu gibi, her şeyi sosyal indirgemeciliğe bağlamak da yanlış. Çünkü bunların arasında ciddi bir denge vardır. Tıpkı sıcaklık ve soğukluk arasındaki denge gibi. Birine ağırlık verirsin öbür taraftan terazinin kefesini bozarsınız. Bu sebeple evrenin var oluş modeli biyopsikososyospiritüel modeldir. METİN ACIPAYAM: Batının epistemolojik evreni; materyalist, rasyonalist, pozitivist ve evrimci bir altyapıya sahip görünüyor. Bu esaslara göre insan, “gelişmiş hayvan” mahiyetinde bir varlıktır ve müstakil bir varlık hüviyetine sahip değildir. Öyleyse batıda, “insana dair” söylenmiş bir söz, inşa edilmiş bir ilimden bahsetmek kabil midir? NEVZAT TARHAN: İnsanın konuşan hayvan olarak tanımlanması Descartes ile başlayan bir gerçek. Fakat 1990 yılından itibaren bir sinirbilimci Descartes’in yanılgısı diye bir kitap yazdı. Bu kitaptan sonra bu paradigma Batı’da değişmeye başladı. Bu kitapla beraber insanın gelişmiş bir hayvan olmadığı, insanın özel bir varlık olduğu ortaya çıktı. Madde dünyasının içerisinde var olan insana evrimci bir bakışla baktığınız zaman insanı tesadüfi bir bakışa indirgersiniz. Darwin’in meşhur dörtlemesine bakarsanız orada şunu görürsünüz; Önce kimyasallar vardı, kimyasal ateşlenmeyle beraber yosun ortaya çıkıyor, yosundan sonra balıklar ortaya çıkıyor, daha sonra kertenkele ortaya çıkıp yürümeye başlıyor karada. Bununla beraber sürüngenler çıkıyor. Sürüngenlerin içerisinde daha sonra çeşitli mutasyonlarla diğer canlılar ortaya çıkıyor gibi evrimin böyle tesadüfi varoluş çerçevesinde; Yaşam bir mücadeledir, ve doğal seleksiyonla beraber güçlü olan ayakta kalır anlayışıyla, Darwin, meşhur dörtlemesini ortaya atıyordu. Darwin’e göre tesadüfi varoluş varsa hayat mücadelen ibaretti. Güçlü olan ayakta kalacaktı. Fakat şu anda DNA’nın bulunma- sıyla beraber evrimin geçersizliği anlaşıldı. Yani DNA’ın bulunmasıyla evrime büyük bir darbe vurulmuş oldu. DNA’ın bulunması aynı zamanda varoluşun tesadüfi olmadığı anlaşıldı. Çünkü insanın DNA’sı ile şempanzenin DNA’sı arasında % 60-70 civarında benzerlik var. Bazı araştırmalara göre şempanzenin DNA’sının %98 oranında insan DNA’sıyla aynı olduğu anlaşıldı. Şempanze ile insan arasındaki fark %2-3 oranında mı? Burada şunu söylemem gerekiyor ki, insana gelişmiş hayvan diyemeyiz. Tesadüfi varoluşta üç şey açıklanamıyor. Bunlardan birincisi; sembolik düşünce, ikincisi; kavramsal düşünce, üçüncüsü; anlamlılık arayışıdır. Bu üçü açıklanamıyor. Her insan nasıl-niçin sorularını arıyor. Hatta bununla ilgili metokoknisyon genlerinden söz ediliyor. Yani zihinüstü genler, bu genlerin dört tane olduğu söyleniyor. İnsanı şempanzeden ayıran bu genlerin olduğu tartışılıyor şimdi. Bu genlerden bahsedeyim. Bunlardan, birisi anlamlılık geni. Yani bir hadise ile karşılan insan neden-niçin sorularını soruyor. Karnı doyan bir hayvan bu soruları sormuyor. Hastalanan bir hay- 43 van, hastalığın sebebini araştıramıyor, fakat insan öyle değil. Anatomiyi ve fizyolojiyi bulacak derecede araştırmalar yapıyor. Bu araştırmaların sebebi insanın anlamlılık genine sahip olmasıdır. İkincisi zaman algısıyla ilgili genlere sahip insan… İnsandan başka zamanın farkında olan başka canlı yoktur. İnsan dışındaki diğer canlılar geçmiş ve geleceği algılamıyor. İnsandaki üçüncü metokoknisyon gen ise yeniliği arama geni. Mesela bu gen bulundu şuan. İnsandaki dördüncü metokoknisyon gen ise, insanın ölümün farkında olmasıdır. Öleceğini biliyor, diğer canlılar öleceğinin farkında değil. Yani sadece bu dört gen sebebiyle insan diğer canlılardan ayrılıyor. Bu dört genin insanda bulunması tesadüfi varoluşla açıklanamayacak kadar karmaşık ve girift bir yapıya sahiptir. Mesela bir uçak düşünün. Uçağın bütün materyalleri bir yerde yığılı duruyor. 50 sene rüzgar fırtına esiyor. Bu fırtına ve rüzgardan sonra bu yığılı materyaller uçak haline geliyor. Bu mümkün değildir. Hatta matematik hesaplarında olasılık hesapları vardır. On üzeri ellinin üzerinde bir olasılık varsa matematik ilmine göre o iş imkansız kabul ediliyor. Sadece DNA’ın -telomer denilen DNA’ın- kaç defa çoğalacağını yani ömrünü gösteren aminoasit zincirinin oluşması için on üzere altı yüz elli iki olasılık hesabı lazım. Bunu şu şekilde de hesaplayabiliriz. Mesela elinize bir kalem alarak fırlatın. Bu kalem sivri ucunun üzerine düşsün. Üç defa üst üste bu kalemi sivri ucuna düşürmek, on üzere on yedi olarak hesap edilmiş. İki kalemi alıp aynı anda fırlatıp ikisini de ucu ucuna getirtmek, üçünü de aynı anda fırlatıp ve tekrar üçünü birden sivri ucuna getirmek, on üzeri elli altı oranını verir. Yani üç tane kalemim var. Üçünü de 56 defa fırlattığımız zaman ancak bir araya geliyor. Yani kalemi bile fırlattığınız zaman sivri uçlarının bir araya gelmesini sağlayabilmek olasılık hesaplarına göre imkansız. Böyle bir durumda DNA’nın dizilimini düşünün. DNA’ın diziliminin tesadüfen bir araya geldiğini düşünmek matematik ilmine göre imkansız. O halde bunu yapabilecek bir dış gücün olması lazım. Kendini göstermeyen bir dış irade gerekiyor. Bu sebeple insan gelişmiş bir hayvan değil. İnsan dış irade tarafından, ya bir görüşe göre maymun DNA’sından özel olarak tasarımsal varoluşla yaratılmış bir varlıktır yahut da doğrudan topraktan yaratılmış. Mesela Kur’an’ı Kerim’de insanın topraktan yaratıldığını söylüyor. Şimdi toprağın yapısında hangi maddeler var, “karbon, oksijen, hidrojen, azot”. Yani insanın varoluşunun özü topraktan gelmektedir. Bu noktada Şeytan insana neden itiraz ediyor? Kendisinin ateşten yaratıldığını söylüyor. İnsanın topraktan çamurdan yaratıldığını söylüyor. Ondan daha üstünüm diyor. Buradaki yaratılma kavramını ele alalım. Bir yaratıcının yeni bir DNA yapması için maymunun genine ihtiyacı yok. Bu kadar mükemmel bir evreni yapan, DNA’dan yeni bir insan DNA’sı yapabilir. Ama evrendeki ahenge uygun bir maymun DNA’sı ile insan DNA’sının birçok benzerliği olabilir, yosunda olduğu gibi... Yani evrim eğer tesadüfi varoluşu değil de, tasarımsal varoluşu kabul ederse evrenin, semavi öğretilere ters düşmediğini söyleyen görüşlerde var. Bu sebeple zamanı gelince yaratıcı ilk canlıyı topraktan yaratmış, ve en akıllı canlıyı da topraktan yarattığından yaratmış olması insanın topraktan yaratılmış olması sözünü yalanlamaz. Çünkü maymunun vücudu da topraktan yaratılmış. Bir zincirdir o. Direkt topraktan değil de maymundaki mutasyonla oluşturulup yaratılmış da olabilir. Bu sebeple evrimin böyle yorumları da yapılabiliyor. METİN ACIPAYAM: Psikiyatri, pozitif bilim mecrası içinde yer aldığı için, bilim temelini beş hassaya ayarlı şekilde oluşturmuştur. Bu sebeple mesela ruh, cin, melek gibi “görünmeyen varlıkların” mevcut olabileceğine inanmaz ama “olmayan varlıkların” görünebileceğine (halüsinasyona) inanır. Olmayan varlıkların görünmesi mi, görünmeyen varlıkların olması mı daha mantıklı ve daha muhtemeldir? Bu durum hem psikiyatrinin, hem tıbbın hem biyolojinin ve nihayet hem de pozitif bilimlerin iflası manasına gelir mi? NEVZAT TARHAN: Olmayan varlıkların görünmesi mi, görünmeyen varlıkların olması mı daha mantıklıdır? Burada ikisi de mümkün ve muhtemeldir. Tıpta halüsinasyon kavramını anlamamız gerekiyor. Halüsinasyon bir algı bozukluğu olarak kabul ediliyor. Kişiye bir ilaç veriyorsunuz. Öğrencilik yıllarımda rastlamıştım. Deneysel amaçlı bir ilaç, genç yaşta kişiye verilmişti. Bu genç çok sağlıklı idi. İlaçla beraber çeşitli halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. İlacın etkisi geçip de ne gördüğünü an- 44 lattığında, çeşitli insanlar gördüğünü söylemişti. Yani bazı kimyasallar verilmeye başlandığı andan itibaren bu çeşit halüsinasyonlar görülmeye başlanır. Mesela alkol kullanan bir şahıs, alkolü bıraktığı zaman yatağında böcekler görmeye başlıyor. Bu halüsinasyonların görülmesi kişinin beyninin bir bölgesinin farklı çalıştığını gösteriyor. Yani beyin objesiz algılamaya başlıyor. Beyin objesiz algılama yaptığı zaman olmayan şeyler görünüyor. Bu kişi yalan söylemiyor, gerçekten görüyor. Ama bu kişi ile beraber ikinci birisi bunları görmüyor. Çünkü beynin kişiye oyun oynamasıdır bu durum. Bu halüsinasyondur ve hastalıktır. Bu durum ilaçla tedavi edilip düzeltilebiliyor. Bu kişinin olmayan varlıkları görmesi değildir bu. Beynindeki kayıtlı bilgilerin ya da hayal dünyasındaki var olan bilgilerin çeşitli biyolojik mekanizmaların bozulmasıyla aktif hale geçmesi. Bu durum pozitif bilimlerin iflası manasına gelmiyor. Olmayan varlıkların yani ışınsal varlıkların olmadığı manasına geliyor mu? Ona da gelmez. Bu kişinin gördüğü varlığın, ışınsal varlık olup olmadığı yönündeki bilgiyi biz bilemeyiz. Mesela böyle kişilere bazı dualar okuyorlar. Cevşeni kebir okuyorlar. O kişinin görüntüleri kaybolabiliyor o anda. Böyle bir durumda biz ancak şunu bili- yoruz ki, evrende ışınsal varlıkların olmadığını göstermedikçe, ışınsal varlıklarla alakalı bilim yorum yapamaz. Bu konuda kanıtım yoktur diyebilir ancak. Ama atom altı parçacıkların hareketleri anlaşıldıktan sonra, ışık hızından daha hızlı hareket eden parçacıklar var, piskon olarak tanımlanıyor bunlar, graviton mesela... Graviton, gezegenlerin birbirini çekmesini sağlayan atomaltı parçacık. Piskon da belki evrendeki insandışı diğer varlıkların varlığını tamamlayan kodlardır belki de. Mesele şu anda odada oturuyoruz. Havada bir sürü mikroplar uçuşuyor. Bunların hepsini doku kültürüne koysanız bir müddet sonra havadaki tozlar mikrop olarak ürerler. Uçuşu görmememiz olmadığı manasına gelmiyor. Ama aynı şekilde bizim elektromanyetik enerji şeklinde evrende dolaşan radyan enerjinin bunları ruh, melek, cin gibi dinlerin tanımlanmasını bilimlerin karşı çıkması manasına gelmez. Şu anda bilim bunu ispat edemedi denilebilir. Bu sebeple biyolojinin ve pozitif bilimlerin ispatı manasına gelmez. Sadece biyolojik bilimlerin fizik bilimleri ve elektromanyetik bilimlerinden yardım alması ihtiyacını ortaya çıkarır. Yani burada elektromanyetik spektrum içerisinde evren incelendiği zaman kuantum dinamiğiyle incelendiği zaman insan hem var hem yok kuantum dinamiğine göre. Yani insan sadece bilinçli bir gözlemci... Bilinçli olarak gözlemlediği zaman madde haline geliyor. Gözlemlemediği zaman soyut bilgi haline geliyor ve enerji bandını değiştirmiş oluyor. Bu sebeple insanın öldükten sonra farklı bir enerji bandına dönüşmesi zamanın kırılmasını yaşaması insanın sonsuzluğa geçiş yaptığını kabul etmemizle alakalı. Pozitif bilimi sadece beş duyuyla açıklayamıyoruz. Yani varoluşu beş duyuyla açıklamaya çalıştığınız zaman (görme, işitme, tatma, koklama, temas etme) gibi duygularla açıklamaya kalkarsanız açıklayamazsınız. Zaten duyular otuzun üzerine çıktı. Mesela kimyasal duygular, manyetik duygular. Misalen güvercinlerin beyinlerinde demir iyonuyla çalışan hücreler bulundu. Bu sebepten güvercinleri buradan bırakıyorsunuz, Kudüs’e gidiyor. Nasıl gidiyor? Elektromanyetik hücreleri algılayarak hedefi buluyorlar. Güvercinin bu özelliği insanda yok mesela. Demir iyonları güvercinlerin beyinlerinde pusula gibi çalışıyor. Yani pozitif bilimler din bilimlerini tamamlıyor. Pozitif bilimler dinlerin alternatifi değil birbirinin tamamlayıcısıdır. METİN ACIPAYAM: Pozitif bilim temelli psikoloji ve psikiyatrinin bilgi evreni dışında cereyan eden sayısız hadiseyi izah edemediği için bilim dışına çıkarması, o alan için ilmi disiplinler dışında parapsikolojinin oluşması, nihayet parapsikolojinin 1969 yılı aralık ayında ABD bilimler akademisinde “bilim” olarak kabul edilmesi, buna rağmen “üvey evlat” muamelesi görmekten kurtulamaması, özü itibariyle pozitif bilimin ve ona bağlı olarak psikiyatrinin iflası anlamına gelir mi? NEVZAT TARHAN: Tabii bu soru çok iddialı bir soru. Bu konuda bilimde kanıt piramidi vardır. Kanıt piramidinin en temelinde olgular vardır. İkinci sırada olgu serileri ortaya çıkar. Üçüncü sırada plasebo kontrollü geniş ölçekli çift kor çalışmalar yapılır. Daha sonra meta analizler yapılır ve en sonunda, kanıt piramidi en yüksek hale gelir. Şu anda parapsikoloji, kanıt piramidinin en tabanında duruyor. Mesela bu konuda örnek verecek olursak; bazı in- 45 sanlar düşünce gücüyle çatalı eğiyorlar. Ama bunların hepsi olgu bazında... Bunlar olgu serileri halinde ortaya çıkarak yayınlanırsa ve bu kişiler üzerinde araştırma yapılırsa, bundan sonra parapsikoloji kanıt düzeyini yükseltecektir. Parapsikolojinin kanıt düzeyinin düşük olması sebebiyle şu anda bilimin menziline ulaşamıyor, ama bilim dışı olduğunu da söyleyemeyiz parapsikolojinin. METİN ACIPAYAM: Müslüman psikiyatristlerin ve psikologların, “görünmeyen varlıkların” mevcudiyetine inandıkları halde, kendilerine başvuran insanların halüsinasyon gördüklerini söylemesi, bu teşhise göre bir tedavi uygulaması, batının epistemolojik işgalinin akıl almaz derinliklere kadar indiğini gösteren bir alamet değil midir? NEVZAT TARHAN: Burada Batı’nın epistemolojik işgali yoktur. Şimdi burada şu var; halüsinasyon gören birisi bize geldiği zaman bu kişinin beyin ölçümlerini yapıyoruz, muayenesini yapıyoruz ve bu kişinin beyninin elektromanyetik haritasını çıkartıyoruz. Beyindeki normatif veri tabanıyla bu kişinin beyninin veri tabanını karşılaştırıyoruz. Bu veri tabanına göre o kişinin beyninde alfa-beta-teta –delta dalgalarının belli bir normatif değerde olması lazım. O değerin dışına çıkan beyin alanlarını buluyoruz ve bu kişi için ilaç ihtiyacının zorunlu olduğunu söylüyoruz. Bu kişilere diyoruz ki; Senin beyninde serotanin azalmış veya dobofin artmış ya da azalmış, beyninin hangi bölgesinde artarsa, o bölgenin bozulmasıyla alakalı ses, görüntü, hayal görmeler ortaya çıkıyor. Bu tür hastalara ilaç kullan diyoruz. Bu arada bu kişinin yaşadıklarının görünmeyen varlıklarla alakasının olup olmadığı bizim alanımız olmadığını söyleyeyim. Hastalarımıza da söylüyoruz zaten. Burada şunu da söylemem gerekiyor, her insanın inancına ve kültürel değerlerine göre gidip dualarını okutması ve bununla alakalı bu işin ilmini bilen insanlarla görüşmesine karışmıyoruz. Bu konuda ne olumlu ne de olumsuz bir fikir belirtmiyoruz. İşte burada artık rahatlıkla söyleyelim ki, bu batının epistemolojik işgali değildir. Bilimin geldiği noktadır burası. Yani kişi hem duasını okur, hem de bilimin öngördüğü şekilde muayene olursa bilim inançlara yardım etmiş olur. Burada iki disiplinin birbirini tamamlaması vardır. METİN ACIPAYAM: Tüm bunlar batının bilgi ve bilim telakkisinin iflası anlamı taşıyorsa, özellikle Müslümanlar açısından meseleye bakarak, yeniden ilimlerin tasnifi yapılmalı ve bu tasnifle beraber bilgi telakkisi oluşturulmalı mıdır? NEVZAT TARHAN: Batının bilgi ve bilim telakkisinin iflası söz konusu değildir. Tam tersine Batı’nın, şuan ki bilgisiyle beraber, tarihe baktığımız zaman, Batı’nın kaynak açısından Doğu’dan çok şey aldığını görüyoruz. Batı’nın pozitif bilimlerinin, Doğu ilimlerine çok şey borçlu olduğunu söyleyelim. Bilimin geldiği nokta, Batı’nın malı değildir ki, binlerce yılın birikimidir bunlar. Batı biliminin geldiği nokta düşünülerek şu kanaate varmalıyız ki, bu gelişmelerin kaynakları Müslüman dünyasının insanlığa yaptığı katkıların getirdiği değerleridir. Şuan ki pozitif bilimleri Batı’ya indirgemek demek, oryantalizmi kabul etmek demektir ve Doğu olarak oryantalizmin tesirinden kurtulamadınız demek. Batı karşıtlığı yaparken, Batı’nın elindekine sahiplenmek gibi hataya düşüyoruz. Böyle durumlarda Batı’ya; “Sizin elinizdekilerin yarısı bizden kaynaklanıyor” demek gerekiyor. Bu bakımdan Batı’nın bilgi ve bilim telakkisi iflas etmiyor. Bunların yarısı zaten Doğu’nun malı... Bunlara bizim sahip çıkmamız gerekiyor. Yani bilgi telakkisini Batı’nın tekeline bırakmamamız gerekiyor. Çünkü Batı bunu yaparken referans kullanmamış. Referans kullanmadığı için kendi malı zannediyor. Aldıkları birçok bilgiler, Avrupa’nın ilk üniversitesini kuran Endülüs Emevilerinden. Uzay bilgilerini oradan öğrenmişler, hastahane modelini oradan öğrenmişler. Bütün bu bilgiler varken, bilimin tek sahibinin Batı olduğu kanaatine varmak yanlıştır. Pozitif bilim dünya mirasıdır. Hepimizin hakkı vardır. Bu sebeple Batı’nın bilgi telakkisine karşı çıkmaktansa, oradaki bize ait şeylerin mülkiyetine sahip çıkmak gerekir. METİN ACIPAYAM: Teşekkür ederiz hocam NEVZAT TARHAN: Rica ederim. 46 İSTİHBARAT VE BİLGİ TELAKKİSİ Ham bilgi farklı disiplinler tarafından ele alınır ve kendi ölçüleriyle yoğrularak kendi mülkiyetine geçirilir. Her ilim dalı veya bilgi alanı (ilim haline gelmemiş bilgi alanı), muhatap olduğu bilgiyi önce teşhis eder, sonra tavsif eder, daha sonra da kendi ölçüleriyle tahlil ve terkibe tabi tutar. Temelde bilgi aynıdır, aynı bilgiyi (mesela ham bilgiyi) farklı bir sahaya taşınıp orada yoğrulduğunda ortaya başka bir bilgi çeşidi çıkar. İstihbarat bakış ve anlayışı farklı bilgi alanlarından birisidir. İstihbarat ile bilgi telakkisini bir başlık altında tetkik etmemizin esas sebebi, istihbaratın bilgi üzerinde ağır etkiler yapan bir usul kullanıyor olmasıdır. İstihbaratın bilgi üzerindeki tesiri o kadar derindir ki, bilginin tabiatını (genetiğini) bozacak kadar ileri noktalara ulaşır. Bu çok ciddi bir meseledir ve çağımızın istihbarat çağı olduğu veya öyle zannedildiği için de çok önemli bir konudur. İstihbarat servisleri bir alana girmişlerse, artık orada sıhhatli bilgi aramak beyhudedir. * Batı, reform ve Rönesans’la başlayan kendi karanlığından çıkıp kendini aydınlatmaya başladığında, dünyada çok sayıda kültür vardı ve her birinin kuvvetli veya zayıf, küçük veya büyük hacimli, derin veya sığ bilgi telakkileri mevcuttu. Fakat bunların içinde bir tanesinin bilgi telakkisi çok muhkemdi, çok hacimliydi ve nihayeti görülemeyen derinliğe sahipti, o İslam’dı ve muhteşem de bir medeniyeti mevcuttu. Batıya karşı her kültür ve medeniyet havzası direnmişti ama derin ve muhkem bilgi te- lakkisi ile İslam (Osmanlı) medeniyeti çok sağlam duruyordu. Batı bir taraftan kendi bilgi telakkisini inşa ediyor diğer taraftan dünyadaki farklı kültür ve medeniyetlerin bilgi telakkilerine saldırıyordu. İkisini birden yapması şarttı, kendi bilgi telakkisini inşa etmesi yalnız başına kafi değildi, diğer kültür havzalarının sahip olduğu bilgi ve ilim telakkilerinin imha edilmesi gerekiyordu. Oryantalist taarruz, batının epistemolojik işgalinin öncü hareketiydi. Oryantalist taarruz karşısında direnemeyen doğu, çareyi batının bilgi telakkisine teslim olmakta, onu batıdan daha fazla savunmakta buldu. Tam olarak tecavüzcüsüne (veya baba katiline) aşık olan insan misaliydi yaşanan. Oryantalist taarruzun ardından epistemolojik işgal geldi ve dünyayı ruhundan teslim aldı. 47 * Oryantalist taarruz ile paralel epistemolojik işgalin başarıya ulaştığı on dokuzuncu asırda batı, bilgi üzerindeki üçüncü harekatını başlattı, istihbarat operasyonları… İstihbarat operasyonlarının en önemlisi ve en az fark edileni, bilgi üzerindeki operasyonlardı. Bilgi üzerindeki operasyonlarla zihinler işgal edildi, doğudaki tüm kültür havzalarının bilgi telakkileri yıkıldı. Mesela Osmanlıdaki İngiliz ajanlarının ciddi bir kısmı “din adamı” kisvesi giymişti ve dini anlayışı hurafelerle doldurmuştu. On dokuzuncu asır istihbarat operasyonlarının ciddi bir kısmı, “haber almak” için değil, “bilgi vermek” için yapılmış, İslam cemiyetlerinin zihni altyapıları çökertilmiş, dini inanışları çarpıtılmış, epistemolojik işgalin altyapısı hazırlanmıştı. Oryantalist müktesebat hala üniversitelerde “kaynak” vazifesini görmeye devam ediyor ama şu anda esas operasyonlar istihbarat servisleri üzerinden yürütülüyor. Fethullah Gülen Örgütünün ana misyonuna bu açıdan bakmak aydınlatıcı olsa gerek. Neticede, epistemolojik işgal, oryantalist taarruz, istihbarat dezenformasyonuyla kurulan sacayağı, kendinden beklenen faydayı batı hanesine kar olarak yazdı. Bir iki asırdan beri İslam dünyası tam bir kaos yaşıyor, kaosun temeli ise bilgi telakkisi ile ilgilidir. Doğrudan söylemek gerekirse, İslam dünyası birkaç asırdan beri bilgi kaosu yaşıyor. * Bilgi üzerindeki istihbarat operasyonlarının birçok çeşidi ve maksadı var. Bunlardan önemli birisi, “sıhhatli düşünmeyi” imkansızlaştırmaya, böylece düşüncede derinleşmeyi önlemeye ve nihayet oryantalist taarruz ile epistemolojik işgalin fark edilmesini engellemeye dönüktür. Fethullah Gülen ve Mustafa İslamoğlu misallerinde görüldüğü üzere, dinin tahrifine yönelik hamleler Müslümanlardan gelmekte, “alim” sıfatlı kişilerin teşebbüslerine karşı ümmetin savunma bariyerleri zorlanmaktadır. Bilgi üzerindeki istihbarat operasyonları, bir taraftan “ne düşünmemiz” gerektiğini dikte ederken, bunu sağlayamadığı şahıs ve meselelerde de bilginin genetiği ile oynayarak itimat edilebilir bilgiyi imha etmektedir. Bu operasyonların bir kısmını Müslüman ve alim sıfatlı kişiler eliyle yaptığı için, “itibar” ve “itimat” merkezlerimizi de vurmakta, böylece bilginin hem kendisi hem de kaynaklarından birisi imha edilmektedir. Fethullah Gülen ve Mustafa İslamoğlu üzerinden yürütülen bilgi operasyonları, önce dini “alim” sıfatlı kişilerin eliyle tahrif etmekte, bu adamlar deşifre olduktan sonra da “alim” sıfatlı kişilerin dini tahrif edebildiği kanaati yayılarak, silsile geriye doğru işletilmekte ve mesela İmam-ı Azam Hazretlerine kadar ulaşan itimatsızlık ve itibarsızlık altyapısı oluşturulmaktadır. Bilgi ve bilgi kaynakları üzerindeki operasyonlar o kadar ince planlanıyor ki, operasyonlar mutlaka hedefine ulaşıyor. Fethullah Gülen ve Mustafa İslamoğlu, kendilerine inananlar nezdinde dini tahrif ediyor, kendilerine inanmayanlar nezdinde de “alimler” hakkında suizana sebep oluyor. Yani batı, her iki ihtimalde de karlı çıkıyor. Bilgi üzerindeki istihbarat operasyonları, bilgiyi kirlettiği ve bilgi kaynaklarını bulandırdığı için, Müslümanların zihni dünyalarında bir kaos üretiyor. Mesela batının her şeye hakim olduğu gibi kanaatler, her şeyin sahibi ve maliki olan Allah Celle Celaluhu’ya inanan Müslümanların zihinlerinde karşılık bulabiliyor. Hem her şeye kadir olan Allah’a inanacaksınız hem de mesela ABD’nin dünyada her şeye hakim olduğuna, ondan habersiz bir iş yapılamayacağına inanacaksınız. Böyle bir zihni kaostan sıh48 hatli bir fikir, fikriyat, medeniyet çıkar mı? * Çok zor ve girift meselelerden bahsediyoruz. Bunların her birini çözmek için başlı başına seferberlik gerekir. Oysa ümmetin ne o kadar zamanı var ne de o kadar kaynağı… Sürekli medeniyet tasavvuru, bilgi telakkisi, ilimlerin tasnifi gibi temel meselelerden bahsetmemizin sebebi de zaten bu. Ya “büyük terkip” inşa edilir ya da kuzgun leşe… Fikirteknesi kadrolarının bu istikamete yönelmesi, entelektüel bir meşgale değil, bilakis zamanın ihtiyacıdır. Büyük Terkip gerçekleştirildiğinde, saymakla bitmeyecek problemlerin kahir ekseriyeti zaten halledilmiş olacaktır. Öyleyse başkalarının ne yaptığından ziyade, bizim ne yapmamız gerektiği ile ilgilenmek daha doğrudur. AHMET SELÇUKİ [email protected] İSLAM MEDENİYET TASAVVURUNUN İRFAN (RUH) CEPHESİ Biz yeni bir hakikat keşif ve telif etmekle meşgul değiliz. Hakikat tektir ve zaman üstüdür, o, Mutlak İlim olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Davamız, zaman üstü olan hakikati, kalbi ve zihni evrenimize nakletmek, mümkün olduğunca idrak etmek ve zaman dairesi içinde tatbik şartlarını inşa etmekten ibarettir. Başka bir ifade ile zamanı kuşatan hakikatin (İslam’ın) zaman ve mekandan mürekkep bu alemde tecelli ve tezahürünü mümkün kılmaktır. Zaman üstü hakikatin enfüsi ve afaki alemde tecellisinin iki veçhesi var. Bu veçhelerin birincisi irfan (ruh) cephesidir. Ruh cephesi ifadesi, zihni evrenimdeki şu tedaiye sahiptir; ''Bu milletin ruh köklerinde irfan pınarları var''. Tam olarak böyledir, İslam irfanı milletimizin ruh köklerinde mevcuttur. Milletimiz derin bir irfani anlayışa maliktir, irfani müktesebatımız aynı zamanda tefekkürü mümkün kılan hatta tahrik eden bir hususiyete sahiptir. İrfan, hem bütünü görür ve dünyevi-uhrevi ayrımı yapmaz hem de batın ve zahir bütünlüğü içinde hayatı idrak ve izah eder. Temel aldığı akaid nizamı üzerinden tüm meseleleri kuşatıcı bir kavrayış geliştirir. Ruh cephesi manevi oluş ve inkişaf veçhesidir. Temel meselesi insan olan İslam irfanı, insanın deruni alemindeki oluş ve olduruş güzergahını tespit ve tayin etmiştir. Dış oluş, şekil şartlarını yerine getirmekten ibarettir ki, meselenin kolay olan boyutudur, bu sebeple irfan olmadan zahir ile batın terkibi gerçekleşmez. Tam da bu sebeple irfan, vah- deti inşa ve ikame edecek ana güzergahtır. İç dışı, dış ise içi besleyerek devam eden bir devran mecrası bu yolla açılır. Bir şehrin maddi anlamda imarı için nasıl malzemeye (taş, tuğla beton vs.) ihtiyacı varsa, manevi şehrin ve imanın da bazı malzemelere ihtiyacı vardır. Bunlar ibadet, tezekkür, tefekkür, muhasebe ve murakabe gibi esaslardır. Manevi şehir inşası (Hazreti insan inşası), usta bir rehber gözetiminde gerçekleştirilir. O ustalar kalb ve ruh mimarlarıdır. İnsanın içinde Süleymaniye inşa ederler. İrfan akide üzerine bina edildiği için tefekkürünü de muayyen merkezlere bağlı olarak gerçekleştirir. Hakiki manada tefekkürü kalp yapar, kalbin esas görevi tefekkürdür. Kalbi, rahmani tecellilerin mazharı kılmak, İslami tefekkür 49 için altyapı ve ön şarttır. Kalb-i selim tesis olunduğunda akl-ı selimin temiz evreni oluşmuş demektir ki, ilahi tecellileri idrak edecek akıl seviyesi ve hacmi gerçekleşmiş olur. Aklı Selimin tefekkür mevzuları olan rahmani tecellileri celbedecek olan zikirdir. Bu konuyu Kuran-ı Kerim de ki şu ayetle beraber düşünelim: ''Onlar, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine yatarken (her durumda) Allah'ı zikrederler, yerleri ve göklerin yaratılışı üzerinde düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın; seni tesbih ederiz, bizi cehennem azabından koru!'' (Al-i İmran 191) Dikkat çekici olan Cenab-ı Hakk Azze ve Celle’nin önce zikri sonra tefekkürü beyan ediyor olmasıdır. Acizane bu Ayet-i Kerime’den anladığımız odur ki, Allah Azze ve Celle’yi önce zikrederek, kalbimize rahmani tecellileri celbetmeliyiz. Rahmani tecelliler kalbimize inmediğinde, nefsin arzuları ve şeytanın vesveseleri tefekkür mevzuu haline gelmektedir. Böylece İslam’ın insan telakki- sinin temellerinden birine ulaşmış oluruz; tezekkür yoksa tefekkür yoktur. Zikretmiyorsak fikredemiyoruzdur, zira zikretmiyorsak İslami tefekkürün mevzularına ulaşamıyoruz. Bu sebepledir ki, irfan mecrası yoksa ilim ve tefekkür mecrası ya yoktur ya da sığ ve kısırdır. * Medeniyetlerin, kültürlerin temelinde insan vardır, olması gerekir. İslam medeniyetinin temelinde ise münakaşasız şekilde insan vardır, onun için öncelikle insanın inşası, özelde ise Müslüman şahsiyetin inşası gerekir. Müslüman şahsiyetin inşasındaki temel mesele ise ruh cephesidir. Müslüman şahsiyetin ruhi dünyası inşa edilmemişse, İslami irfan ve ilim mecraları anlaşılır olmaktan çıkar, günümüzde yaşadığımız kaos da tam olarak budur. Tabii ki çaresiz ve çözümsüz değiliz, kadim müktesebatımızın açtığı mecraların ihyası mümkündür. Büyüklerimizden birisi, sahil şehirlerinden birinde gezerken yanındakilere şunu söylüyor; ''Bu gördüğünüz insanların böyle olduklarına bakmayın, bu milletin kumaşı sağlamdır''. Evet, bu milletin ruh kökleri irfan kaynaklarına kadar ulaşmıştır bir kere. Kumaşın boyası bozulmuş olabilir fakat kumaşı sağlamdır. Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU'nun güzel bir sözü var; ''Ben halka çevrilen namluya selam durmam''. Bu sözün anlamı, milletimizin ruh genetiğine kadar işlemiş olan İslam irfanı ile yoğrulmuş tarihine işarettir. Bu topraklarda yaşayan insanların iki-üç nesil gerisine gittiğimizde, karşılaşacağımız kıymet, ya şehit ya da gazidir. Biz gazi bir toplumun torunlarıyız. Bu konuyu Kuran-ı Kerim'den Tur suresi 21. ayetin tefsirindeki müjde olarak görmek mümkün; ''İman edenleri ve onları izleyen soylarını, onların soylarını kendilerine katmışızdır. Bununla beraber kendilerinin amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kazancına bağlıdır''. Milletimizin silkelenip tekrar ayağa kalkacağı ümidini kaybedemeyiz. Tekrar İslam irfanının yoğurduğu bir topluma doğru büyük hamleleri mayalamakla mükellefiz. Konu İslam irfanı olunca, merhum Cemil MERİÇ'i hatırlamamak mümkün değil. Meriç irfanı şöyle tarif eder; “İrfan, insanoğlunun has bahçesi. Ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar... uzun ve çileli bir nefis terbiyesi, irfan. Kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim. İrfan, bir Allah vergisi, cehtle (çalışmakla) gelişen bir mevhibe. İrfan, insanı insan 50 yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim, hem iman, hem edep. İrfan, dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmaz, yani her bütün gibi bölünme kabul etmez”. * Cemil MERİÇ'in irfan tarifiyle beraber, yukarıda bahsettiğimiz iki cephenin ikincisine, yani ruhun bedene, zahire; ferd ve cemiyet münasebetlerine intikali mümkündür. İnsanın, derununda yaşadığı tecrübeyi, orada istihsal ettiği güzellikleri; ahlak-ı zemimeden, ahlak-ı hamidiyeye tebdil ederek ferd ve cemiyet planında “yaşanmaya değer hayatı” inşa etmek mümkün hale gelir. Bu konuyu, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın; ''Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim'' Hadis-i Şeriflerinde işaret ettikleri “abide şahsiyet” inşası olarak anlamak doğru olsa gerektir. Buradan yazının başına dönerek mevzuu terkip etmek gerekirse; Cemil Meriç'in irfan tarifindeki ''amalle taçlanan ilim'' düsturunun da katkısıyla, ruhi oluşu enfüsten afaka taşıyarak, Hadis-i Şerifte buyrulan “Nübüvvet Esasını” güzel ahlak kaidesi üzerinde şahsiyet ve hayat inşa etmek şeklinde ifade edebiliriz. Tabii ki mesele, bu büyük hamlenin tüm hayat alanlarında terkibi bir mimariye uygun şekilde inşa edilmesidir. İrfan mecrası ve bu mecranın eserleriyle inşa edilecek olan ferd ve cemiyet, ancak tasavvuf mektebinin tekrar insan ve hayata tasarruf etmesiyle mümkündür. Tasavvuf, irfan mecrasının tek sefinesidir ve o mecrada yüzmesi mümkün başka bir gemi yapılamamıştır. Kalb-i Selim, Zevk-i Selim, Akl-ı Selim sütunlarından mürekkep Müslüman şahsiyet inşa edilmediğinde, arif, alim ve mütefekkir yetişmeyeceği için, İslam ilim mecrası ve İslam tefekkür mecrasının yeniden açılması ancak kırık dökük mümkündür. İrfan havzası, toplumu (insan kalabalığını) belli bir mihraka bağlı cemiyet haline getiren ruhi hamlenin mayalandığı mahaldir. İnsan kalabalığından cemiyet inşa eden üstadlar ise Meşayı-ı Kiramdır ve o mektebin adı tasavvuftur. Yeniden İslam irfan mecrasını akar ve havzaları sular hale getirebilmenin yolu tabii ki tasavvuftur. Bu mecra, medeniyetimizin temel kaynaklarından ikincisi ve tatbikatının ilki olan Sünnet-i Resulullah’ı hayatın içinde canlı tutan ve hayata vaziyet eden bir merkezi kıymet haline getirir. İrşad, keşif ve inşa marifetiyle derine doğru indikçe ahlak, ferd ve cemiyeti kuşatır. Doğru, iyi, güzel kıymet ölçülerinin birincisinden başlayan süreç, ikinci ve üçüncüye tebdil olarak insanı ve hayatı ihata edebilecek kuvvete ulaşması için tasavvufun cemiyet içinde müesses bir karargah haline gelmesi şarttır. Tarihte bunun sayısız misali mevcuttur. Bu ka- rargahtan başlayarak alt sistemlerin telif ve tanzim edilmesi mümkün hale gelir ve kolaylaşır. Hamza KAHRAMAN'ın “Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve” isimli kitabında isabetle tespit ettiği üzere; “Ferdi, cemiyet mahfazasında içtimai bağlarla bir örgünün düğümü haline getirmeden, ahlaki ve akli kıvamını kaim ve daim kılmak muhal. Ferdi cemiyete, cemiyeti ferde emanet etmek gibi dairevi bir anlayış ve ahlak inşası zaruret.” “İslam'ın insan ve hayat telakkisi ruhi kaynakları ahlaki çerçevede harekete geçirmeyi arzu eder”. Hamza Beyin bu ifadelerinden anlaşılacağı üzere; ruhi cephe ve bu cephenin tüm eser ve neticelerinin ilmek-ilmek cemiyete dokunması tasavvuf (irfan) ve ilim mecralarının tasarruf ve tarassutunda gerçekleşir. Bu iki mecra aynı zamanda İslami tefekkürün 51 muharrik kuvveti ve murakabe mihrakıdır. * Sonuç olarak; İslam irfanını içtimai sahada anlaşılır ve yaşanır kılan, ferdi sahada ise akl-ı selimi ve akl-ı selim merkezinde Müslüman şahsiyet inşasını mümkün hale getiren mecra, alternatifsiz şekilde tasavvuftur. İSLAM MEDENİYET TASAVVURUMUZUN manevi (ruhi) kalesinin muhafızı olan tasavvuf ehli meseleye vaziyet etmediği takdirde yeni ve büyük hamlenin mayalanması fevkalade zordur. A. BÜLENT CİVAN [email protected] KONFERANSLAR Mayıs ayında sahadaydık. Yazarımız Haki Demir, Mayıs ayında iki konferans verdi, üç panele katıldı. Konferansın birisi ve panelin ikisi Necip Fazıl ve Büyük Doğu ile ilgili, konferansın birisi İslam medeniyet tasavvuru, panelin birisi ise kültürel değişim temalıydı. Bilindiği gibi Mayıs ayı, sanki sözleşme yapılmış gibi ülkede Necip Fazıl ve Büyük Doğu mevzuuna tahsis edilmiştir. Gerçekten Mayıs ayında ülkede yaygın şekilde Necip Fazıl ve Büyük Doğu konuşulur. Yakın zamana kadar sadece Necip Fazıl konuşulurdu, birkaç yıldan beri Büyük Doğu da konuşulmaya başlandı. Bu güzel bir gelişme… Malum, müellif mühim… Ne var ki müellifin miras bıraktığı fikriyat gündeme getirilmezse, müellif hakkında söylenecek sözler anlamsızlaşır. “Şöyle yemek yerdi, şöyle kahkaha atardı, çok da zekiydi, acayip hazırcevaptı ki hiç sormayın” cinsinden lakırdılarla geçiştirilecek adam mıdır Necip Fazıl? Dergimiz nisan ayında yayın hayatına başladığı için bu sene Necip Fazıl özel sayısı çıkaramadık. Gelecek sene inşallah “özel sayı” çıkarma planımız var. * Haki Bey, üçü Malatya’da, biri Elazığ’da, biri K.Maraş’ta olmak üzere beş programa katıldı. Program bilgileri şöyle; 1-Büyük Doğu’da Medeniyet Tasavvuru Program konferans türündeydi, Malatya’da Kongre ve kültür merkezinde gerçekleştirildi. 2-İslam medeniyet tasavvuru Konferans Malatya’da BİLSAM’ın ev sahipliğinde gerçekleştirilecekti, bazı aksaklıklar dolayısıyla iptal edildi. Program, Büyük Doğu Fikir Ocaklarında seminer-sohbet çerçevesinde yapıldı. 3-Kültürel değişim Panel şeklinde hazırlanan programa konuşmacı olarak Haki Demir, Ahmet Mercan, Ümit Aktaş katıldı, Mustafa Yıldız moderatörlük yaptı. Program, Malatya’da Kültür ve kongre merkezi Kemal Sunal salonunda yapıldı. 4-Yaşayan Necip Fazıl Şahlanan Büyük Doğu Panel şeklinde yapılan programa konuşmacı olarak Mustafa Yazgan ve Haki Demir katıldı. Program, Elazığ’da Kongre kültür merkezinde yapıldı. 5-Üstadı anma programı Program panel şeklinde K.Maraş’ta tertiplendi. Programa konuşmacı olarak Haki Demir, Ali Büyükçapar, Selami Çakmakçı ve M. Tahir Gören katılacak, programın moderatörlüğünü Serdar Yakar üstlenecek. OSMAN GAZNELİ [email protected] 52