T.C. ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI AKİDLERDE RIZA OLGUSU Şahin METİN YÜKSEK LİSANS TEZİ ADANA 2009 T.C. ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI AKİDLERDE RIZA OLGUSU Şahin METİN Danışman: Prof. Dr. Nasi ASLAN YÜKSEK LİSANS TEZİ ADANA 2009 III Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne Bu çalışma, jürimiz tarafından Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir. Başkan : Prof. Dr. Nasi ASLAN (Danışman) Üye : Doç. Dr. Mustafa ÖZTÜRK Üye : Doç. Dr. Hasan KAYIKLIK ONAY: Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim elemanlarına ait olduklarını onaylarım. …../…./2009 Doç. Dr. Azmi YALÇIN Enstitü Müdür V. Not: Bu tezde kullanılan özgün ve başka kaynaktan yapılan bildirişlerin, çizelge, şekil ve fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ndaki hükümlere tâbidir. IV ÖZET AKİDLERDE RIZA OLGUSU Şahin METİN Yüksek Lisans Tezi; Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Danışman: Prof. Dr. Nasi ASLAN Nisan 2009, 105 sayfa İnsanlar arasında yapılan ve çeşitli ihtiyaçlardan kaynaklanan akidlerin temel unsurunu karşılıklı rıza oluşturmaktadır. Hem Kur’an-ı Kerim’i hem de hadisleri incelediğimizde taraflar arasında gerçekleşen anlaşmalarda rıza unsurunun önemi daha çok anlaşılmaktadır. Çünkü Kur’an’da karşılıklı rıza olmaksızın ticaretin helal olmayacağı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla biz de çalışmamızda Kur’an’ın üzerinde önemle durduğu bu hususu ayrıntılı olarak inceledik. Çalışmamız dört bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde tezin konusu, amacı ve metoduna yer verilmiştir. Ayrıca rızanın sözlük ve ıstılahtaki anlamlarına, Kur’an’da ve sünnette rızaya ve rıza-ihtiyar ayrımına değindik. İkinci bölümde, akdin kuruluş aşamasında rıza ve rızayı bozabilecek faktörlerden garar ve ikrahı inceledik. Üçüncü bölümde, akdin sona erdirilmesinde rıza başlığı altında ikâle ve muhâleayı ele aldık. Dördüncü bölümde ise, rızanın korunmasına yönelik tedbirlerden muhayyerlikleri ve fesih hakkı doğuran durumları inceledik. Anahtar Sözcükler: Akid, Rıza, İhtiyar, Garar, İkrah, İkâle, Muhâlea, Muhayyerlik, Fesih V ABSTRACT CONSENT FACT IN CONTRACTS Şahin METİN Master Thesis; Department of the Basic Islamic Sciences Supervisor: Prof. Dr. Nasi ASLAN April 2009, 105 pages Mutual consent constitutes main factor of contracts made among people and caused by various requirements. When we review both Koran and hadiths; importance of consent factor in contracts made in between parties are mostly understood. Because Koran emphasizes that trading is not permissible without mutual consent. Therefore we reviewed this matter in detail in our study, which Koran emphasizes. Our study consists of four parts. Subject, objective and method of thesis take part in introduction part. Also we emphasize meaning of consent in dictionary and terms, consent in Koran and tradition, and distinction of consent-requirement. We reviewed consent and decision and loathing which is second part that can violate consent in stage of establishment of contract. In the third part, we reviewed termination by mutual and mutual agreement in acknowledgment of consent in termination of contract. In the fourth part, we review right of option which is caution intended for protection of consent, and circumstances which results in right of termination. Keywords: Contract, Consent, Requirement, Decision, Loathing, termination by mutual, mutual agreement, right of option, termination VI ÖNSÖZ Başkalarıyla karşılıklı akidler yapmak, insanların birbirleri ile karşılıklı ilişki kurması ihtiyacından doğmuştur. İnsanların birbirleriyle muamelesi toplumların gelişmesine paralel olarak gelişen sosyal bir gerekliliktir. Artık toplumla iç içe bulunan her medenî insanın ihtiyaçlarını temin etmek için bundan müstağni kalamayacağı aşikârdır. Çünkü bu ihtiyaçlar başkalarıyla karşılıklı yardımlaşma ve değişme olmaksızın giderilemez. İnsanlar arasında yapılan ve çeşitli ihtiyaçlardan kaynaklanan birçok akid türü bulunmaktadır. Akidlerin temel unsurunu (rüknünü) ise karşılıklı rıza oluşturmaktadır. Karşılıklı rıza ifadesi icab ve kabul rüknü ile bunların kaynağı olan akdin tasarruflarını ihtiva etmektedir. İcab ve kabul irtibatından ibaret olan akid, hukuki sonuç doğurmak üzere belirtilen ve birbirine uygun olan karşılıklı irade ile kurulur. Nitekim Kur’an-ı Kerim akdin karşılıklı rıza temeline dayanmasında, daha doğrusu akdin karşılıklı rızadan ibaret olmasında ısrarlıdır. Bu çalışma, insanlar arasında vuku bulan akidlerde karşılıklı rıza mefhumunu konu edinmektedir. Her ne kadar daha önceki kaynaklarda akidlerle alakalı çeşitli bilgiler mevcut olsa da “Akidlerde rıza olgusu” ayrıca ele alınıp incelenmemiştir. İşte biz de Kur’an-ı Kerim’in üzerinde ısrarla durduğu ve akidlerin temel unsurunu oluşturan karşılıklı rıza mefhumunu teferruatlarıyla inceledik. Dört bölümden oluşan çalışmamızın giriş bölümünde tezin konusu, amacı ve metoduna, rıza kelimesinin sözlük ve ıstılahtaki anlamlarına, Kur’an’da ve sünnette rızaya ve rızanın ihtiyarla arasındaki farklılıklarına değindik. İkinci bölümde akdin kuruluş şartı olarak rızayı, akdin kuruluş aşamasında rızayı bozabilecek faktörlerden gararı ve akidde rızayı bozan unsurlardan ikrahı ele alıp inceledik. Çalışmamızın üçüncü bölümünde akdin sona erdirilmesinde rıza başlığı altında ikâleyi ve mühâleayı ele aldık. Dördüncü ve son bölümde ise akidlerde rızanın korunmasına yönelik tedbirlerden muhayyerlikleri ve fesih durumu doğuran durumları açıkladık. Araştırmanın konusunun belirlenmesinden yorumlama ve sonuçlandırma aşamasına kadar benden yardımlarını esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Nasi ASLAN’a; araştırmanın değerlendirilmesindeki yorumlarından dolayı Doç. Dr. Mustafa ÖZTÜRK ve Doç. Dr. Hasan KAYIKLIK’a teşekkürü bir borç biliyorum. Şahin METİN Adana 2009 VII İÇİNDEKİLER ÖZET…………………………………………………………………………………...iv ABSTRACT……………………………………………………………………………..v ÖNSÖZ………………………………………………………………………………….vi KISALTMALAR LİSTESİ…………………………………………………………..xiii BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ 1.1. Tezin Konusu.……………………………………………………………………….1 1.2. Tezin Amacı.…………………………………………………………………...……1 1.3. Tezin Yöntemi….……………………………………………………………………1 1.4. Rızanın Sözlük ve Istılah Anlamı.…………………………………………………..2 1.5. Kur’an’da ve Sünnette Rıza….……………………………………………………...2 1.6. Rıza-İhtiyar Ayrımı..………………………………………………………….……..6 İKİNCİ BÖLÜM AKDİN KURULUŞ ŞARTI OLARAK RIZA 2.1. Rızanın Göstergesi Olarak İcab ve Kabul ……………………………………..……9 2.1.1. Sözle İcab ve Kabul…………………………………….…………………...10 2.1.1.1. İcab ve Kabul Sîgaları…………………………..…………………..11 2.1.1.1.1. Mazi Sîgası……………………………..………………...11 2.1.1.1.2. Muzari Sîgası……………………………..…………...…12 2.1.1.1.3. Emir Sîgası……………………………….……………....12 2.1.1.1.4. Soru Sîgası……………………………...................……..13 2.1.2. İşaretle İcab ve Kabul…………………………………….............................13 2.1.3. Teâti ile İcab ve Kabul……………………………………............................14 2.1.4. Sükût ile İcab ve Kabul………………………………………………….......15 2.1.5. Yazı ile İcab ve Kabul……………………………………………………….16 VIII 2.2. Nikâh Akdinde İcab ve Kabul……………………………………………...........…17 2.3. Akdin Kuruluş Aşamasında Rızayı Bozabilecek Faktörlerden Garar…………...…19 2.3.1.Tanımı……………………………………………………..………………....19 2.3.2. Bey Akdinde Garar……………………………………………………….....20 2.3.2.1. Akdin Sîgasında Garar………………………………………….......20 2.3.2.2. Akdin Mahallinde (konusunda) Garar………………………………22 2.3.3. Diğer Akidlerde Garar……………………………………………………....23 2.4. Akide Rızayı Bozan Bir Unsur Olan İkrah…………………………………….…..24 2.4.1. Tanımı…….……………………………………………………………..…..24 2.4.1.1. İkrahın Şartları…………………………………………………......27 2.4.1.2. İkrahın Kısımları……………………………………………….......29 2.4.1.2.1. Tam/Mülcî ikrah……………………………………........29 2.4.1.2.2. Eksik/Gayr-i Mülcî İkrah…………………………..….....30 2.4.1.3. İkrahın Söz ve Fiillere Etkisi………………………………..……...31 2.4.1.4. Evlilik Akdinde İkrah……………………………………..………..35 2.4.1.4.1. Evlilik Akdinin Geçerlilik Şartı Olarak Rıza………….…38 2.4.1.4.2. Evlilikte Rıza ve İhtiyarın Bulunması…………………...38 2.4.1.5. Boşamada Rıza ve İhtiyar ………………...………..……………...39 2.4.1.5.1. Zorla ve Tehdit Altında Yapılan Boşama ……..……..….39 2.4.1.5.2. Sinir Krizi İçindeyken Boşama (Medhuşun Talakı)……..41 2.4.1.5.3. Sarhoş İken Boşama………………………………...…...42 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AKDİN SONA ERDİRİLMESİNDE RIZA 3.1. İkâle..........................................................................................................................46 3.1.1. İkâlenin Mahiyeti ve Hükmü…….………………………………………....46 3.1.2. İkâlenin Kuruluşu….………………………………………………………..49 3.1.3. İkâlenin Şartları…….…………………………………………………….....50 3.1.4. İkâlenin Hukukî Sonuçları….……………………………………………....53 3.1.5. İkâlenin İptali …………….………………………………………………...54 3.2. Muhâlea....................................................................................................................55 3.2.1. Karşılıklı Rıza İle Boşamada Hâkimin Rolü……….……………...……......61 IX DÖRDÜNCÜ BÖLÜM AKİDLERDE RIZANIN KORUNMASINA YÖNELİK TEDBİRLER 4.1. Akdin Kuruluş Aşamasındaki Muhayyerlikler………………………………........63 4.1.1. Meclis Muhayyerliği………………………………………………………..63 4.1.2. Kabul ve Rucû Muhayyerliği…………………………………………….....66 4.1.3. Şart Muhayyerliği…………………………………………………………..68 4.1.4. Görme Muhayyerliği (Hıyâru’r-rüyet)……………………………………...70 4.1.4.1. Hıyâru’r-rüyetin Uygulandığı Akidler…………………………….71 4.1.4.2. Muhayyerliğin Sübut Vakti………………………………………..72 4.1.4.3. Muhayyerliği Iskat Eden Şeyler……………………………...........73 4.2. Akid Gerçekleştikten Sonraki Süreçte Ortaya Çıkan Durumlarla İlgili Muhayyerlikler……………………………............………………................73 4.2.1. Ayıp Muhayyerliği (Hıyâru’l-Ayb)………………………………………...73 4.2.1.1. Ayıp Muhayyerliğinin Sabit Olmasının Şartları…………………..74 4.2.1.2. Aybın İspat Edilme Yolları………………………………………..75 4.2.1.3. Ayıp Muhayyerliğini Düşüren Sebepler…………………………...76 4.3. Fesih Hakkı Doğuran Durumlar……………………………………………….......77 4.3.1. Hata……………………………………………………………………....…77 4.3.1.1. Hatanın Çeşitli Açılardan Yapılan Ayrımları………………….......78 4.3.1.1.1. Beyanda Hata……………………………………….......78 4.3.1.1.1.1. İrade ve Beyan İlişkisi……………………...78 4.3.1.1.2. Sâikte Hata………………………………………….......79 4.3.1.1.3. Vasıflarda Hata………………………………………....80 4.3.1.1.4. Şahısta Hata……………………………………….........81 4.3.1.1.5. Ivazda Hata…………………………………………......82 4.3.1.1.6. Kanunda Hata…………………………………………..83 4.3.2. Hile……………………………………………………………………….....83 4.3.2.1. Hile Çeşitleri……………………………………………….............84 4.3.2.1.1. Fiilî Hile…………………………………………….......84 4.3.2.1.2. Sözlü Hile…………………………………………........86 4.3.2.1.3. Sükût ve Gizleme Yoluyla Hile……………..…….........88 X 4.3.3. Gabn………………………………………………………………..……….90 4.3.3.1. Gabnin Çeşitleri…………………………………………..………..92 4.3.3.1.1. Gabn-i Yesir……………………………………..…...…92 4.3.3.1.2. Gabn-i Fâhiş…………………………………..……..…92 4.3.3.2. Gabnin Şartları……………………………………………..……...93 4.3.3.3. Gabnin Akidler Üzerindeki Etkisi……………………...……........94 SONUÇ………………………………………………………………………………....97 KAYNAKÇA...........…………………………………………………………………...99 ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………….105 XI KISALTMALAR LİSTESİ (a.s.) : Aleyhisselâm b. : Oğul, oğlu bkz. : Bakınız c. : Cilt CÜİFD : Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi çev. : Çeviren DEÜİFD : Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi EAÜİFD : Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Hz. :Hazreti md. : Madde nşr. : Neşreden (r.a.) : Radıyallâhu anh s : Sayfa S : Sayı (s.a.s.) : Sallallâhu aleyhi ve selem thk. : Tahkik trc. : Tercüme ty. : Tarih yok vb. : ve benzeri vs. : ve saire yy. : Yer yok BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ 1.1. Tezin Konusu Akidlerde rıza olgusu adlı bu çalışmanın konusu, insanlar arasında yapılan akidlerde gerekli bir unsur olan rızanın akidlerin hem kuruluş aşamasında hem de sonlandırılmasındaki rolüdür. Konumuzu ilgilendirdiği için rızanın korunmasına yönelik tedbirlerden muhayyerlikleri ve fesih durumu doğuran durumlardan hata, hile ve gabni de çalışmamızda ele alıp inceledik. Çünkü herhangi bir sebeple taraflardan birinin rızası sakatlanır veya ortadan kalkarsa bu kişiye akdi onama ya da feshetme yetkisi verilmektedir. Sadece akdin kuruluş aşamasında değil, akid gerçekleştikten sonra da (belli şartlar göz önünde bulundurulması koşuluyla) kişi bu yetkiye sahiptir. 1.2. Tezin Amacı Ticari hayatta karşılıklı rızanın çok büyük önemi vardır. Kur’an-ı Kerim karşılıklı rızaya dayalı olmayan ticareti helal görmemiştir. Diğer taraftan Kur’an’ın açıklayıcısı olan Hz. Peygamber’in iktisadi hayatı incelendiğinde yapmış olduğu uygulamalar ve söylemiş olduğu sözler akidlerde karşılıklı rızanın önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Genel itibaryle İslam fıkhı eserlerinde akidlerle alakalı çeşitli bilgiler mevcut olsa da, akidlerde rıza mefhumu ayrıca ele alınıp incelenmemiştir. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in ve Hz. Peygamber’in üzerinde önemle durduğu akidlerde karşılıklı rızayı hem akdin kuruluş aşamasında hem de sona erdirilmesinde ayrıntılı bir şekilde inceleme gereği duyduk. 1.3. Tezin Yöntemi Araştırmanın giriş bölümünde rıza kavramı başlığı altında rıza kelimesinin sözlük ve ıstılahtaki anlamına, rıza kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in hadislerindeki kullanım şekillerine değinilmiştir. Daha sonra ise İslam fıkhının temel kaynaklarına ve son dönemde yapılmış çalışmalara müracaat edilmiştir. Araştırılacak konunun özelliği ve durumuna göre çok çeşitli metot ve teknikler kullanılmaktadır. Önemli olan başvurulan yöntem ve tekniklerin araştırmanın amacına uygunluğudur. 2 Çalışmamız öncelikle kaynak taramasına dayanmaktadır. Ve kullanmış olduğumuz en temel metot da literatür tarama metodudur. Bu tarama yapılırken konumuzla ilgili eski kaynaklar ve günümüzde ortaya konan bilimsel çalışmalardan yararlanılmıştır. Araştırmanın seyri içerisinde anlama, açıklama, yorumlama, çözümleme ve değerlendirme gibi metotlara da yer verilmiştir. Ayrıca araştırmayı daha bütüncül yapacağı düşüncesiyle örnekleme yöntemi ve genel açıklama metodu da kullanılmıştır. Meteryallerin toplanması ve işlenmesi safhasında esas olan bilimsel güvenilirlik ve gerçekliliktir. Bunun için de ilk hareket noktamız ilmî objektiflik ve bilimsel şüphe olmuştur. 1.4. Rızanın Sözlük ve Istılah Anlamı Sözlükte “razı olmak, güvenmek, bir şeyden hoşnut olmak, memnun olmak, bir şeye katılmak, rıza göstermek, bir şeyi kabul etmek, kabullenmek, bir şeyi ikrar etmek, bir şeyi birisi için dilemek, istemek” anlamlarına gelen ( رﺿﻰra-dı-ye) kökünden türeyen rıza, “hoşnutluk, memnunluk, katılma, kabul, muvafakat, rıza, keyif, memnuniyet, lütuf, kerem, teveccüh” gibi manalara gelir.1 Istılahta ise rıza ihtiyarla yakın bir ilişki içerisindedir. İhtiyar, sonuçlarından sarfınazar edilerek diğerine göre üstün tutulan bir şeyin kasıt ve irade edilmesi, rıza ise tercihin sonuçlarının güzel bulunup gerçekleşmesinin arzulanması olmaktadır.2 1.5. Kur’an’da ve Sünnette Rıza Rıza kelimesi Kur’an-ı Kerim’de değişik türevleriyle geçmektedir. Bunlardan bazıları “razı olmak”3 “memnun olmak”4, “tercih etmek”5, “güvenmek”6 “hoşnut olmak”7, “birini hoşnut etmek”8, “gönül hoşnutluğu”9, “huzura kavuşmak”10, “bir şeyi kabul etmek”11, “bir şeyi birisi için dilemek”12 gibi manalardır. Bazı ayetlerde “Allah’ın hoşnut olması”13 şeklinde 1 Cevherî, Ebu Nasr İsmail b. Hammad, Ta’cu’l-luga ve Sıhhahu’l-Arabiyye, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1998, II, s. 1715; İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed b. Mukerrem, Lisânu’l-‘arab, Beyrut 1990, XIV, s. 323; Fîrûzâbâdî, Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kub, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut 1986, IV, s. 334-335. 2 İbn Kudâme, Muvaffakuddin Ahmed b. Muhammed, el -Muğnî, (eş-Şerhü’l-Kebîr ile beraber) thk. Muhammed Seyyid; Muhammed Şerefüddin, Dâru’l-Hadîs, Kahire 1995, VII, s. 262. 3 Bkz. Bakara, 2/120; Nisâ, 4/24. 4 Bkz. Bakara, 2/144; Tevbe, 9/58; Ğâşiye, 88/9. 5 Bkz. Tevbe, 9/38,87,93; Yunus, 10/7. 6 Bkz. Bakara, 2/282. 7 Bkz. Mâide, 5/16; Enâm, 6/113; Tâhâ, 20/84; Hacc, 22/59; Ahzâb, 33/51; Haşr, 59/8; Hâkka, 69/21; Fecr, 89/28; Duhâ, 93/5. 8 Bkz. Bakara, 2/207,265; Nisâ, 4/114; Tevbe, 9/62; Neml, 27/19; Ahkâf, 46/15; Mümtehine, 60/1. 9 Bkz. Tevbe, 9/24,59; Tahrim, 66/1. 10 Bkz. Tâhâ, 20/130; Kâria, 101/7. 11 Bkz. Bakara, 2/233. 12 Bkz. Cinn, 72/27. 3 geçmiştir. Nitekim Allah, Hudeybiye’deki ağacın altında Hz. Peygamber’e biat eden müminlerden hoşnut olduğunu belirtmiştir.14 Din konusunda ise “kabul etmek, tercih etmek”15 anlamında Allah’ın rızasının tecellisi olarak geçer.16 Rıza kelimesinin Kur’an-ı Kerim’de en yaygın kullanım şekillerinden biri “Radıyallahu anhum ve radû anh” ayetidir. 17 Bu ayetin tefsirinde bazı müfessirler Allah’ın rızasını, kulların ilâhî emir ve yasaklarına riayet etmesiyle, kulların Allah’tan razı olmasını da O’nun takdirine boyun eğme şeklinde anlayıp yorumlamışlardır.18 Yaygın olarak kullanılan diğer bir lafız ise “çok çok razı olmak” anlamında kullanılan ve Allah’a izafe edilen “Rıdvan” lafzıdır. 19 Kur’an-ı Kerim’de geçen “vech” kelimesi “rıza” anlamında kullanılmıştır. “Allah’ın vechi” ifadesi de “Allah’ın rızası, hoşnutluğu” olarak değerlendirilmiştir. Nitekim “Var gücüyle Allah’a karşı gelmekten sakınan, nefsini arındırmak için servetinden harcayan, ama kendisine yapılan bir iyiliğin karşılığı olarak değil de sırf rabbini hoşnut etmek maksadıyla harcayan kimseler ise cehennemin semtine bile uğratılmayacaktır. Böyleleri, dünyada Allah’ı hoşnut ettikleri için, ahirette kendilerine verilecek mükâfatlarla elbet hoşnut olacaktır”20 ayetlerinde geçen “Allah’ın vechi”nden kasıt, O’nun rızasını gözetmek, O’nu hoşnut etmektir.21 Yine Kur’an-ı Kerim’de bir başka ayetteki “vech” ibaresi, “Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak” anlamındadır.22 Söz konusu ayetlerdeki “Allah’ın yüzünü/rızasını elde etmek”, meşakkat ve zulüm esnasında sebat gösterme, sadaka verme ve diğer iyi ameller yapmada güçlü bir motivasyon sunmayı ifade eder. Zaten ibtiğâ’ vechi’l-lâhi ifadesi Kur’an’da ibtiğâ’ rıdvâni’l-lâhi (yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için)23, ibtiğâ’ rahmeten min rabbike (Rabbin’den umduğun bir rahmeti bekleyerek)24 ve ibtiğâ’ mardâti’l-lâhi (Allah’ın rızasını kazanmak için)25 ifadeleriyle aynı anlamda kullanılmıştır.26 Kur’an-ı Kerim’de konumuzla ilgili ayet ise Nisâ suresinin 29’uncu ayetidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey Mü’minler! Karşılıklı gönül rızasıyla, fakat harama bulaşmadan ticaret 13 Bkz. Nisâ, 4/108; Tevbe, 9/96; Meryem, 19/6,55; Enbiyâ, 21/28; Zümer, 39/7; Necm, 53/26; Leyl, 92/21. Bkz. Fetih, 48/18. 15 Bkz. Maide, 5/3; Nûr, 24/55. 16 İbn Manzûr, Lisânu’l-‘arab, XIV, s. 323. 17 Bkz. Maide, 5/119; Tevbe, 9/100; Mücadele, 58/22; Beyyine, 98/8. 18 Halebî, Ahmed b. Yûsuf Semûn, Umdetu’l-Huffâz,Beyrut 1999, II, s. 106; İsfehânî, er-Râgıb, el-Müfredât, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986, s. 286-287. 19 Bkz. Âl-i İmrân, 3/15,162,174; Mâide, 5/2; Tevbe, 9/21,72,109; Muhammed, 47/28; Fetih, 48/18; Hadîd, 57/20,27. 20 Leyl, 92/17-21. 21 Çağrıcı, Mustafa; Karaman, Hayreddin; Dönmez, İbrahim Kâfi; Gümüş, Sadrettin, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2007, V, s. 635. 22 Bkz. Bakara, 2/272; Enâm, 6/52; Ra’d, 13/22; Rûm, 30/38-39; İnsan, 76/9. 23 Bkz. Hadîd, 57/27. 24 Bkz. İsrâ, 17/28. 25 Bkz. Bakara, 2/207. 26 Erten, Mevlüt, “Kur’ân’ın İnsan-Biçimci Dili”, CÜİFD, S: 1, Sivas 2004, s. 299. 14 4 yapın ama sakın [tefecilik, gasp, hırsızlık gibi] haksız yollarla birbirinizin malını yemeyin. Birbirinizin mallarını gayri meşru yollarla yemek suretiyle toplumsal düzeninizi imha etmeyin. Bilin ki Allah size karşı pek merhametlidir”27 Yukarıdaki ayeti aynı surenin daha önceki ayetleriyle irtibatlandıracak olursak şu sonuca ulaşırız: Önceki ayetlerde servetin ve menfaatin intikalinde rol oynayan miras, hibe, mehir gibi meşru yollardan söz edilmişti. Daha sonra gelen bu ayette ise Allah, mallarda nasıl tasarruf edileceğini beyan etmiştir. Diğer bir ifadeyle Allah yetimlere nasıl muamele edileceği, miras taksimi esnasında bazı akrabaları da hazır bulunursa yetimlerin mallarından birazcık onlara da verilmesi, kadınların mehirlerini ödemenin farz olduğu gibi bir takım muameleleri beyan ettikten sonra bu ayette mallar ile ilgili genel teâmül kaidesini zikretmektedir.28 Bazı âlimler bu ayet nazil olunca insanların başkasının yanında herhangi bir şey yemekten kaçındıklarını, böyle bir şeyin onlara zor geldiğini ve dolayısıyla ayetin Nur suresindeki “Kendi evlerinizden………… yemenizde size bir günah yoktur.”29 Ayetiyle neshedildiğini iddia etmişlerdir. Ancak bunun bir nesh değil, sadece bir tahsis olduğu da söylenebilir. Çünkü İbn Mesud bu ayetin muhkem olduğunu ve kıyamete kadar da neshedilmeyeceğini söylemiştir.30 Ayrıca bu ayetin faizi haram kılan ayetten önce mi yoksa sonra mı indiği de kesin olarak bilinmemektedir. Şayet önce indiyse faizi yasaklamaya hazırlık olabilir. Eğer ki faiz ayetinden sonra indiyse malları haksızlıkla yemenin diğer dallarına şamil olduğu gibi faizi de içine almaktadır.31 Ayette ifade edilen “malların haksızlıkla yenmesi” tabiri kısaca Allah’ın izin vermediği ve yasakladığı yollardan yenmesi şeklinde özetlenebilir. Hibe, hırsızlık, tefecilik, gasp, rüşvet, kumar, ihtikâr32 ve başta faiz olmak üzere haram alışverişler malın haksızlıkla yenmesine birer örnektir.33 Ayette “birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin” buyruğunun muhtevasına hem başkasının malını hem de kendi malını bâtıl yolla yemenin hükmü girmektedir. Çünkü 27 Nisâ, 4/29. Zuhayli, Vehbe, et-Tefsîrü’l-Münir, (trc. Hamdi Arslan, Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. İbrahim Kutlay, Nurettin Yıldız) , Risale Yayınları, İstanbul 2005, III, s. 29. 29 Nur, 24/61. 30 Râzî, Fahruddîn, Tefsîr-i Kebîr, (trc. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru), Akçağ Yayınları, Ankara 1990, VII, s. 533. 31 Kutub, Seyyid, Fî Zilâl-il-Kur’ân, (trc. Bekir Karlığa, M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler), Hikmet Yayınları, İstanbul 1974, III, s. 187. 32 İhtikâr: Zaruri ihtiyaç maddelerinin pahalanmasını düşünerek stok yapmak. (Bkz. Paçacı, İbrahim, Dînî Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 302) 33 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VII, s. 533; Kutub, Fî Zilâl-il-Kur’ân, III, s. 187. 28 5 “mallarınızı” tabirine bu iki kısım da dâhil olmaktadır. Kişinin kendi malını bâtıl bir yolla yemesi, o malını Allah’a isyan etmenin söz konusu olduğu yerlerde yemesi, bitirmesidir. Başkasının malını bâtıl ve haksız bir yolla yemesi ise daha önce de ifade ettiğimiz gibi hırsızlık, gasp, tefecilik, rüşvet vb. yollarla olur.34 Meşru olmayan, karşılığını ödemeden zulüm yoluyla aynî olarak yahut menfaatini alma şekillerinde malın bâtıl yolla yenmesi caiz olmamakla birlikte şeriatın kabul ettiği karşılıklı rıza yoluyla almak caizdir. Dolayısıyla da Kur’an-ı Kerim’de “Meğerki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (kaynaklanan) bir ticaret (malı) ola” buyrulmuştur. Yani malların şer’i hudutlar dâhilinde karşılıklı rıza esasına dayalı ticaret yoluyla yenmesinde herhangi bir sakınca görülmemiştir.35 Ancak taraflar arasındaki her karşılıklı rıza ve uyuşma şer’i bakımdan kabul edilmiş değildir. Bu uyuşmanın ancak şer’i sınırlar içinde bulunması icap eder. Kendisinde karşılıksız fazlalık bulunan bir alışverişten alınan faiz veya bir menfaat celbeden borç verme, kumar, at yarışı üzerinde her iki taraf anlaşmış olsa da şer’an bunlar haramdır. Netice itibariyle haksız yollardan elde edilen kazanç yasaklanırken bunun hemen akabinde (istisna şekliyle) ticaret serbest bırakılmıştır. Ama yapılan bu ticaret alıcı ve satıcının gönül rızalarıyla tamamlanan ticaret olmalıdır. 36 Sünnetteki rıza kavramına bakacak olursak; Kur’an-ı Kerim’in açıklayıcısı olan Hz. Muhammed (ayette de ifade edildiği üzere) elbette ki gerek bey’ akdinde ve gerekse nikâh akdinde rıza olgusuna önem vermiştir. Bunun en büyük kanıtı Peygamberimizin bey’ akdiyle ilgili “Satış ancak rıza ile olur”37 ve nikâh akdiyle ilgili “Rızası alınmadan bekâr kız evlendirilemez”38 hadisleridir. Nitekim “Ensar’dan Hizam kızı Hansa Hz. Aişe’ye gelip ‘Babam aile şerefini artırmak için beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi. Oysa ben bu evliliği istemiyorum’ dedi. Hz. Aişe ona Allah Rasulü gelinceye kadar beklemesini söyledi. Nebi (S.A.V) gelince Aişe durumu kendisine anlattı. O da kızın babasını çağırdı ve onun yanında kıza tercih hakkı verdi. Bunun üzerine o da ‘Ya Rasulallah! Ben babamın akdettiği nikâhı kabul ettim. Fakat böyle davranmakla kadınlara, babalarının evlilikte böyle bir yetkilerinin bulunmadığını bildirmek istedim’ dedi.”39 34 Râzî, Tefsîr-i Kebîr, VII, s. 534. Zuhayli, Tefsîrü’l-Münir, III, s. 30. 36 Kutub, Fî Zilâl-il-Kur’ân, III, s. 188. 37 İbn Mâce, “Ticârât” 18. 38 Buhârî, “Nikâh” 40-41; Müslim, “Nikâh” 64; Ebu Davud, “Nikâh” 23. 39 Buhârî, “Nikah” 42; Ebu Davud, “Nikah” 25; Tirmizî, “Nikah” 18; Nesâî, “Nikah” 35; Muvatta, “Nikah” 25. 35 6 Ayrıca Hz. Peygamber’in iktisadî hayatıyla ilgili uygulamalarına bakıldığında da rızanın önemi anlaşılmaktadır.40 Diğer taraftan Hz. Peygamber’in “Bir Müslümanın malı (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmaksızın helâl değildir”41 anlamındaki hadisi konumuzla ilgili ayeti42 destekler niteliktedir. Hz. Peygamber’in “Bizi aldatan bizden değildir”43 hadisi de akidlerde rıza unsurunun gerekliliğine delâlet eder. Çünkü aldanma durumunda hileye maruz kalan tarafın hem rızası bozulacak hem de bu kişi karşı tarafa yani aldatan kişiye yönelik kin ve nefret duyguları besleyecektir. 1.6. Rıza-İhtiyar Ayrımı İhtiyar, bir şeyi yapıp yapmama hususunda bir tercihte bulunmaktır. Rıza ise bir şeyi arzu etmek ve onu memnuniyetle kabullenmek anlamına gelir.44 İhtiyar kavramının rıza kavramıyla ilişkisi konusunda özellikle Hanefi usulcüleriyle diğerleri arasında derin görüş ayrılıkları mevcuttur. Kelam, felsefe ve dil literatüründe irade, ihtiyar ve rıza kavramları arasında kurulan ilişki ve yapılan ayrımlar Hanefi usulcülerinin görüşleri için de esas teşkil etmiştir. Hanefiler rıza ve ihtiyarın farklı anlam ve sonuçları bulunan iki ayrı kavram olduğunu öne sürerken cumhur, rıza-ihtiyar ayrımı yapmayıp bunların aynı anlama delâlet ettiklerini savunmuş, ikrahı hür seçim iradesine (rıza/ihtiyar) ve kasda aykırı bir durum olarak değerlendirmiştir. Bundan dolayı fakihlerin çoğunluğu, muhtar tabirini çok defa mükrehin karşıt anlamlısı olarak kullanmasının yanı sıra ayrıca kasıt yokluğunu bir bütün olarak değerlendirdiği için uyuyan ve baygın mukabilinde de kullanmıştır. İkrah, hata, sarhoşluk, hezl, sehiv gibi ehliyet arızalarının hukukî işlemlere ve ibadetlere etkisi, büyük ölçüde bu ihtiyar ve rıza arasındaki ayrım ekseninde incelenip temellendirilmiştir.45 Hanefilere göre ihtiyar “fâilin gücü dâhilinde olup varlık ve yokluk ihtimali bulunan bir şeye bu iki ihtimalden birini tercih ederek yönelmek, onu kastetmek” anlamındadır. İki ihtimalden birinin tercih edilmesi, istek ve arzu kaynaklı olabileceği gibi iki zarardan hafif olanına katlanma düşüncesinden de kaynaklanabilir. Bu bakımdan Hanefiler ihtiyar ve rıza arasında fark gözeterek rızayı eksiksiz biçimde gerçekleşmesi ve ihtiyarın doruk noktaya ulaşması şeklinde tanımlamışlardır. Buna göre ihtiyar sonuçlarından sarfınazar edilerek 40 Zaim, Sabahaddin, “Peygamberimizin İktisadî Hayatla İlgili Tebliğlerinden Örnekler”, Diyanet Dergisi, Ankara 1989, XXV, S: 4, s. 38-39. 41 Ahmed b. Hanbel, V, s. 72. 42 Bkz. Nisâ, 4/29. 43 Müslim, “İman” 164. 44 Şa’ban, Zekiyyüddİn, İslam Hukuk İlminin Esasları, (trc. İbrahim Kâfi Dönmez), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000, s. 302. 45 İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, s. 262. 7 diğerine göre üstün tutulan bir şeyin kasıt ve irade edilmesi, rıza ise tercihin sonuçlarının güzel bulunup gerçekleşmesinin arzulanması olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ihtiyarın sebebe, rızanın ise sonuca ilişkin olduğu, diğer bir ifadeyle ihtiyarın akdi inşa eden ibareyi söylemenin kastedilmesi, rızanın ise bu beyanın sonuçlarının arzulanması olduğu söylenebilir. Akdin inşasına yönelik iradenin sonucu da arzulanarak kasten açıklanması durumunda ihtiyar ve rıza birlikte bulunmuş olur, bu durumda “sahih ihtiyar” söz konusudur. Sonuca razı olmaması durumunda ise sadece ihtiyar vardır ve bu durumdaki ihtiyar “fâsid ihtiyar”dır. Hanefilerin bu yaklaşımına göre rıza ihtiyardan daha özel bir anlama sahip olup rızanın varlığı için ihtiyarın varlığı zorunlu ise de ihtiyarın varlığı rızanın varlığına bağlı değildir.46 Rıza/ihtiyar ayrımının en belirgin sonuçları ikrah, hezl, hata gibi şaibeli bir iradeyle gerçekleşen tasarrufların hükmünün belirlenmesinde ortaya çıkar. İkrahı, tam ikrah (ikrâh-ı mülcî) ve eksik ikrah (ikrâh-ı gayr-i mülcî) şeklinde ikiye ayıran Hanefiler, birinci tür ikrahın rızayı yok edip ikrahı ifsad edeceğini, ikinci tür ikrahın ise rızayı ifsad etmekle birlikte ihtiyarı etkilemeyeceğini belirtirler. Buna göre ikrah rızaya her durumda aykırıdır, fakat ihtiyara her durumda aykırı değildir. Çünkü her ne kadar rızadan kaynaklanmadığı için fâsid bir seçim olsa da mükreh kasıtlı bir seçimde bulunmuştur. İkrah durumunda ihtiyarın fâsid olmasının sebebi, kişinin ihtiyarının hür irade kaynaklı olmayıp başka birinin ihtiyarı üzerine bina edilmiş olmasıdır. Bu bakımdan Hanefilere göre ikrah altında kalan kişi, iki şeyden birini tercih noktasında seçme imkânına sahip olduğu için ihtiyar tam olarak ikrahın değil rızanın zıddıdır. İhtiyarın zıddı ise kişiye seçme imkânı bırakmayan ıztırar ve cebir durumudur. 47 Hukukî işlemleri feshe elverişli olan ve olmayan şeklinde ikiye ayıran Hanefiler birinci grupta yer alan satım, icâre gibi işlemlere rıza/ihtiyar ayrımını daha ölçülü tarzda tatbik ederken ikinci grubu oluşturan talâk, ıtk, nikâh gibi tasarruflarda bu ayrımı bütünüyle dikkate alırlar. Bu sebeple mükrehin alım satımı rıza bulunmayıp ihtiyar bulunduğu için fâsid olarak in’ikad eder. Bu tür işlemlerde ihtiyar in’ikad şartı, rıza ise sıhhat şartı konumundadır. Halbuki mükrehin ikinci gruptaki nikâh, ıtk, talâk gibi feshe elverişli bulunmayan ve rıza da şart olmayan tasarrufları sahih ve bağlayıcıdır. Öte yandan diğer ekollerden farklı olarak Hanefilerin sıhhat ve butlan mertebeleri arasında “fesad” olarak niteledikleri bir ara mertebe ihdas etmeleri, onların akidlerde ihtiyar-rıza ayrımı yapmalarıyla da yakından ilgilidir.48 Netice itibariyle ikrah gibi arızî durumlar dışında insanın yaptığı bütün işlerde “ihtiyar” mevcuttur. Çünkü kişi, kendisine işin yapılması yapılmamasından daha üstün görünmedikçe o 46 İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, s. 262-263. Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 302-303. 48 Serahsî, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed, el-Mebsût, Beyrut, ty., XXIV, s. 38. 47 8 işi yapmaya yönelmez. Fakat bu ihtiyar her zaman sağlam olmayabilir. Kişi eğer ki söz konusu işi bizzat yapmayı arzu etmiş ise ihtiyar sağlamdır. Yok eğer iki zarardan daha hafif olana katlanmak için yapılmış bir tercih ise ihtiyar fâsiddir. Mesela, bir kimse her ikisi de kötü olan iki işten birini yapmaya mecbur bırakılmışsa ve o da kendisine daha az zararı olan işi seçmişse kişinin bu yaptığı işle ilgili ihtiyarı sağlam değil, bozuktur.49 49 Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 302. 9 İKİNCİ BÖLÜM AKDİN KURULUŞ ŞARTI OLARAK RIZA 2.1. Rızanın Göstergesi Olarak İcab ve Kabul Akid, iki şahsın bir husus üzerinde anlaşmalarından ibarettir ve dolayısıyla bu iki şahıstan elbette birer söz beklenecektir.50 İşte bu iki taraflı hukukî işlemlerin kurulması kural olarak karşılıklı ve birbirine uygun iki iradenin açıklanmasına ve bunların irtibatına bağlıdır.51 Bu iki iradeden birincisi diğer tarafa akid teklifinde bulunur, diğeri de bu teklifi kabul eder. Teâmül gereği olarak ilk söylenen söz icab, ikinci söylenen söz ise kabul olur.52 “Satın aldım” ve “Sattım” gibi. İcabda bulunan tarafa mûcib denir. Buna mukabil olarak da kabulde bulunan tarafa kâbil demek uygun olacaktır.53 Mecellede icab ve kabulün tarifi ise şu şekildedir: İcab: İnşa-i tasarruf için ibtida söylenilen sözdür ki tasarruf onunla ispat olur.54 Kabul: İnşa-i tasarruf için ikinci olarak söylenen sözdür ki onunla akid tamam olur.55 Hanefî mezhebine göre hukukî bir sonucun inşasına yönelik olarak ilk beyan edilen irade icabdır. Buna cevap mahiyetinde ikinci olarak beyan edilen irade kabul adını alır.56 Mesela, satış akdinde akdin ilk sözü icabdır. Bu söz ister satıcıdan sadır olsun ister müşteriden. Önce satıcı “sattım” derse o icabdır. Müşteri söze başlar “şu kadara aldım” derse icab odur.57 Buna karşılık fukahanın çoğunluğuna göre ise kural olarak mülkiyetin devrine (temlik) delalet eden söze icab, mülk edinmeye (temellük) delalet eden söze de kabul denir. Bu ikinci anlayışa göre kabulün önce icabın ondan sonra gerçekleşmesi mümkündür. Bu öncelik ve sonralığın akdin kurulmasına etkisi yoktur.58 Mesela, satış akdinde müşteri, “Bu malı senden şu kadara satın aldım”, satıcı da, “Ben de onu bu fiyatla sana sattım” dese satış akdi yapılmış 50 Çeker, Orhan, İslam Hukukunda Akidler, A.H.İ. Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 49. Apaydın, H.Yunus, “İrade Beyanı”, DİA, İstanbul 2000, XXII, s. 388. 52 Dönmez, İbrahim Kâfi, “İslam Hukukunda Modern İletişim Araçları İle Yapılan Akidler”, İLAM Araştırma Dergisi, İstanbul 1996, c. I, S: I, s. 11. 53 Bilmen, Ömer Nasûhî, “Ahkâm-ı Şer’iyye ve Ahkâm-ı Fıkhıyye”, Yüksek İslam Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1964, S: 2, s. 65; Karaman, Hayreddin, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, I, s. 239; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 49. 54 Mecelle md. 101. 55 Mecelle md. 102. 56 Apaydın, “İrade Beyanı”, DİA, XXII, s. 388. 57 Zuhayli, Vehbe, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, (trc. Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. Fehmi Ulus, Abdurrahim Ural, Yunus Vehbi Yavuz, Nurettin Yıldız), Risale Yayınevi, İstanbul 1994, V, s. 75. 58 Apaydın, “İrade Beyanı”, DİA, XXII, s. 388. 51 10 olur ve satıcıdan sadır olan icab olur. Çünkü temlik eden odur. Müşteriden sadır olan da –her ne kadar önce de olsa- kabuldür.59 Ancak Hanbelîler özellikle nikâh akdinde kabulün olabilmesi için önce bir icabın bulunması gerektiği, aksi takdirde akdin kurulmayacağını savunur. 2.1.1. Sözle İcab ve Kabul Asıl olan insanların konuşarak anlaşmalarıdır. Zaten insanın konuşmasının manası da budur. Konuşma insanlar arasındaki anlaşmalarda akla gelen ilk vasıta olduğu için konuşmanın icab ve kabul için de aslî olması tabiidir. Normal olarak “icab ve kabul” yahut “anlaşma” denilince akla ilk şekil olarak, konuşarak yani söz söyleyerek ve sözle anlaşma gelir.60 İslam hukukçuları irade beyanının ifade şekli üzerinde çok durmuşlardır. Çünkü objektif nazariyenin en belirgin özelliği içteki iradeyi değil dışa vuran, ifade edilen iradeyi esas almaktır. Fakihlere göre söz, içteki iradeyi ifade eden bütün vasıtaların başıdır. Diğer bir ifadeyle içteki iradenin birinci derecedeki ifade vasıtası sözdür. Söz ise lügat ve örf manasıyla alınır ve ifade edilen mana açık ise artık niyet ve iç iradeyi araştırmaya mahal yoktur. Fukahâya göre söz ile ifade edilen beyan sadece icab ve kabulde değil aynı zamanda ispatta da en sağlam dayanaktır.61 İnsanların örf ve adetlerine göre aralarında kullanılıp da rızaya delâlet eden her türlü ifadeyle akid sahih olur. Çünkü akidlerde aslolan rızadır. Nitekim Kur’an’da Allah şöyle buyuruyor: “Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretler helâldir.”62 Rasulullah ise “Satış ancak rıza ile olur”63 buyuruyor. İcab ve kabul sözlerinde önemli olan manalardır. Sözün her zaman için lügavî veya sarih manasına bakılmaz. Zımnen veya kinayeten de olsa manası ne ise akid o manada mün’akid olur. Mesela, bir şahıs başka bir şahsa satmak istediği malı gösterip “Bunu sana 100 TL. karşılığında hibe ettim” ve kâbil de aynı şekilde kabul etse bu akid hibe akdi olarak değil bey’ akdi olarak muameleye tabi tutulur. Aynı şekilde bir kadın bir erkeğe “100 bin TL. karşılığında kendimi sana sattım” dese erkek de kabul etse meydana gelen akid bir bey’ akdi değil nikâh akdidir. Bu misallerde görüldüğü gibi lafız, kinevî sebeplerle lügavî manasından 59 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 76. Döndüren, Hamdi, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, İslam Hukuku Külliyâtı Yayınları, Balıkesir 1984, s. 26. 61 Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil Yayınları, İstanbul 1991, s. 63. 62 Nisâ, 4/29. 63 İbn Mâce, “Ticârât” 18. 60 11 başka bir mana ifade ediyor ve lügavî manasıyla alındığı zaman meydana gelecek akidden daha değişik bir akid oluşabiliyor.64 2.1.1.1. İcab ve Kabul Sîgaları 2.1.1.1.1. Mazi Sîgası Arap dilinde mevcut üç fiil sîgasından biri olan mazi sîgasının Türkçe karşılığı geçmiş zaman kipidir ki bu da “aldım” ve “sattım” gibi sözleri ifade eder. İslam hukukçuları mazi sîgasıyla akid yapmanın sıhhati üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü bu sîgada tereddüte, düşünmeye ve danışmaya mahal yoktur.65 Dolayısıyla akidler en çok bu sîgayla yapılır ve bu sîgayla akdolunmasında ısrar edilir. Bu ısrarın sebebi bu sîga ile akdin karine veya niyet gibi başka bir şeye ihtiyaç olmaksızın akdolunmasıdır ki insanlar arasında da bu sîganın kullanılması örf haline gelmiştir. İslam da onu öylece kabullenmiş ve Rasulullah bunu yapmış olduğu bütün akidlerinde bizzat kullanmıştır.66 Fakihler genel itibariyle icab ve kabulün her ikisinin veya en az birinin geçmiş zaman sîgasıyla yapılmasını gerekli görmüşlerdir. Hanefi fakihleri mazi sîgasına daha çok önem vermişler ve diğer sîgaların kullanımını da sınırlamışlardır. Çünkü Hanefiler özellikle irade beyanını akdin rüknü kabul etmişler ve hukuk güvenliği açısından onu daha çok dikkate almışlardır.67 Mazi sîgasının belagat yönünden ihbârî cümle mi yoksa inşâî cümle mi olduğu da bilinmesi gereken hususlardandır. İhbârî cümleler, doğrulanma veya yalanlanma ihtimâli bulunan cümlelerdir. Sözgelimi, “Bugün ben toplantıya katıldım” cümlesine muhatabın “Sen bugün toplantıya katılmadın, yalan söylüyorsun” deme imkânı olduğu gibi “Doğru söylüyorsun, sen bugün toplantıya katıldın” da diyebilir. İşte bu şekildeki cümleler ihbârî cümlelerdir. İnşâî cümleler ise söylenmesiyle birlikte medlulünü veya muteallakını var kılan cümlelerdir. Dolayısıyla tasdik veya tekzip ihtimali taşımaz. 68 Esas itibariyle mazi sîgası içte oluşan rızayı haber verme yönüyle ihbar, bir akdin oluşmasına yönelik olması itibariyle de inşâdır. Buradan hareketle mazi sîgasının hukuk dilindeki anlamı geçmiş zamanda olan bir şeyin haber verilmesi değil, şu anda kesin olarak bir şeyi yapma iradesinin açıklanmasıdır.69 64 Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 50; Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 26. Senhûrî, Abdurrezzak Ahmed, Mesâdiru’l-Hak fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire 1954, I, s. 88. 66 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 78. 67 Apaydın, “İrade Beyanı”, DİA, XXII, s. 389. 68 Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 51. 69 Bardakoğlu, Ali, “Bey’”, DİA, İstanbul 1992, VI, s. 15. 65 12 2.1.1.1.2. Muzari Sîgası Türkçedeki şimdiki zaman kipi hal sîgasının, geniş zaman kipi ise muzari sîgasının karşılığıdır. “Satıyorum” ve “alıyorum”, “satarım” ve “alırım” gibi. Şimdiki zaman kipi kural olarak akdin inşâsına elverişli görülmez. Çünkü Arapçadaki muzari sîgası hem hâle hem de gelecek zamana delalet etmektedir. Ancak bu sîga hakiki veya mecâzi olarak daha çok gelecek zaman olarak kullanılır. Dolayısıyla dışa vuran irade değil, iç irade yani niyet önemlidir.70 Mesela, evlilik hususunda bu sîganın kullanılmasıyla “evleniyorum, evlenirim, evlenebilirim, evleneceğim” gibi farklı anlamlar ortaya çıkmaktadır. Bu özelliğinden dolayı bu sîganın vaad ve pazarlık ihtimali taşıdığı, aynı zamanda belirsiz ve kesin olmayan bir durumu ifade ettiği ortadadır. Dolayısıyla fakihler bu sîgayla ne kastedildiğinin bilinmeyeceğinden hareketle irade beyanında bulunurken şimdiki zaman sîgasının kullanılmasını hukuk güvenliği açısından uygun görmemişlerdir. Bunun yanında bazı durumlarda akdin şimdiki zaman sîgasıyla da kurulabileceği kabul edilmektedir. Ancak bu durumun geçerli olabilmesi için akid niyetinin yani icab ve kabul kastının bulunması gerekir. Bu hususta Mâliki mezhebi genel olarak şimdiki zaman sîgasıyla yapılan akdin sahih olacağını savunmaktadır. Şâfii mezhebi ise akdin sahih olabilmesi için vaad ihtimalinin ortadan kalkması gerektiği görüşünü savunur. Bu sîganın kullanımında çok sıkı davranan Hanefi mezhebi şimdiki zaman sîgasının kullanımında ancak hal karinesiyle örfen kesinlik ifade etmesi durumunda akdin kurulacağı görüşünü savunmuştur.71 2.1.1.1.3. Emir Sîgası Emir sîgasıyla akdin kurulması hususunda fakihler ihtilaf etmişlerdir. Hanefi mezhebi nikâh akdinin dışındaki bütün akidlerde emir sîgasının icab ve kabulde kullanılmasını caiz görmemişlerdir. Hatta bu sîgayı kullanan kişi niyet etmiş bile olsa ayrıca “satın aldım”, “sattım” yahut “kiraladım” lafızlarını kullanmadıkça akid gerçekleşmez. Çünkü bu sîga talep ve sorumlu tutmadan ibarettir. Dolayısıyla da onunla ne icab ne de kabul olur. 72 Bunun yanında Hanefiler emir sîgasıyla nikâh akdinin sahih olacağı görüşündedirler. Mesela, bir adamın kadına “benimle evlen” demesi üzerine kadının “evlendim” demesi. Yahut adamın, kadının velisi veya vekili vasıtasıyla “beni filanca kadınla evlendir” demesi ve onların da “evlendirdim” diyerek icabet etmesi nikâhı sahih kılar. Çünkü emir kipi pazarlık 70 Şekerci, Osman, İslâm Şirketler Hukuku, İstanbul 1981, s. 146; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 64-65. Apaydın, “İrade Beyanı”, DİA, XXII, s. 389. 72 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 27. 71 13 için kullanılır. Nikâh akdinde de âdet olarak daha önce dünüre gidildiği için maksat evlenme vaadi veya pazarlık değildir. Bilakis maksat akid yapmaktır. Fakat nikâh dışındaki akidler ekseriyetle bir ön teşebbüs yapılmaksızın akdolunur. Dolayısıyla bu akidlerde emir sîgası bir pazarlıktır ve maksat da akde hazırlık olur. Delil bulunmadığı müddetçe lafzın hakiki manasından başka manalara geçilmez.73 Maliki mezhebine göre emir sîgası, örfte kullanılışı itibariyle şimdiki zamana delâlet ettiğinden dolayı akidde kullanılabilir. Fakat emir sîgasını kullanan kişi, akid yapmayı kastetmediğini söylerse bu kişiye yemin teklif edilir ve buna göre hüküm verilir. 74 2.1.1.1.4. Soru Sîgası İstifham sîgasının akid yapmaya delalet eder bir tarafı yoktur. “Satar mısın?” “Alır mısın?” gibi soru kipleriyle icab ve kabulde bulunulmaz. Hanefi fakihleri kural olarak soru sîgasını karşı tarafın niyetini anlama girişimi olarak değerlendirdikleri için bu sîgayla akdin kurulamayacağını belirtmişlerdir. Fakat niyetin araştırma değil akid yapma olduğunun kesinlik kazanması durumunda bu sîgayla da akdin kurulacağını kabul ederler.75 İcab ve kabul sîgaları hakkındaki tüm bu açıklamalardan sonra şu sonuca varabiliriz: İnsanların akid yaparken kendi aralarındaki kullandıkları sözler bölgeden bölgeye farklılık arzetmektedir. Dolayısıyla her bölgede bulunan örf ve teâmül göz önünde bulundurulmalı ve ona göre hüküm verilmelidir. Bu şekildeki bir yaklaşım hukukî istikrarsızlığı ve kargaşayı daha çokortadan kaldırılabilir. 2.1.2. İşaretle İcab ve Kabul İşaret yoluyla akdin gerçekleşmesi hususunda ağırlıklı görüş konuşabilen veya yazmayı bilen kişinin işaretinin makbul olmayacağı yönündedir. Yani konuşabilen kişinin işaret yoluyla yapmış olduğu herhangi bir akid geçerlilik görmez. Çünkü işaret her ne kadar iradeye delalet ederse de lafızdan veya yazıdan anlaşılan kesinliği ifade etmez. Akdi gerçekleştiren kişi dilsiz yahut dili tutulmuş ise Hanefilerce tercih edilen görüşe göre eğer güzel yazabiliyorsa iradesini mutlaka yazıyla ifade etmesi gerekir. Çünkü yazı delalet yönünden işaretten daha açıktır ve ihtimalden daha uzaktır. Şayet yazısı okunamayacak derecede kötüyse ve anlaşılır bir işareti de varsa, fakihlerin ittifakıyla 73 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 79. Sahnûn, Abdüsselam b. Said, el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, Mısır 1323, X, s. 51. 75 İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, s. 7; Apaydın, “İrade Beyanı”, DİA, XXII, s. 389. 74 14 zaruretten dolayı işaret yoluyla gerçekleşen akid geçerli olur. Bunun aksi düşünülecek olursa dilsizin akid yapma ihtimali kalmaz ki bu da mecellede ifade edilen şu maddelere aykırıdır.76 “Dilsizin işaret-i ma’hudesi lisan ile beyan gibidir.”77 “Dilsizin işaret-i ma’hudesiyle bey’ mün’akid olur.” 78 Yazıyı bile söz yerine kabul etmeyen Şâfii mezhebinde normal insanlarda işaretin söz yerine muteber olmadığı görüşü hâkimdir. Bu hususta en geniş düşünceye sahip olan Mâliki mezhebine göre örf ve teâmül icabı maksada delalet eden her söz, fiil ve davranış irade beyanı için geçerlidir.79 Yukarıdaki ifadelerde de görüldüğü gibi mezhepler farklı görüşler içerisindedirler. Bize göre ise esas olan insanların yapmış olduğu hareketlerin rızayı göstermesidir. İster sözle ister işaretle olsun, tarafların akde razı olduklarını açık (tartışmaya mahal vermeyecek ölçüde) bir şekilde gösteren her fiil ve davranış akdin kurulması için yeterli kabul edilmelidir. 2.1.3. Teâti ile İcab ve Kabul Sözlükte “alma verme” anlamına gelen teâti, terim olarak sözlü irade beyanı olmaksızın satılmak üzere konulmuş bir şeyi alıp bedelini bırakma eylemi olarak tanımlanır.80 Müşterinin hiçbir şey söylemeksizin ve işaret etmeksizin ister kıymetli isterse kıymetsiz olan bir malı alıp karşılığı olan semeni satıcıya vermesi yahut satıcının malı verip müşterinin de semenini vermesi bu kabildendir. Mesela, kişi, satış akdi yaparken üzerinde etiket fiyatı yazılı olan bir mal görse ve icabkabul lafızlarını söylemeksizin parayı satıcıya verse, o da bunu aynı şekilde alsa, bu durum örfte rızaya delalet ettiği için akid gerçekleşmiş olur. Müşterinin sadece kaparo vermesi durumunda da yapılan akid geçerlilik arzeder. Çünkü verilen kaparo da semenin bir parçasıdır.81 Hanefiler önceleri bu çeşit akdin sadece küçük ve değersiz eşyalar için geçerli olacağını ileri sürmüşler. Daha sonra ise bu ayrımdan vazgeçerek teâti (muatat) şeklinde yapılan akdin her çeşit eşyada caiz olacağını belirtmişlerdir. Bunun yanında önceleri akdin tamam olabilmesi için mal ve bedelin el değiştirmesini şart koşmuşlar ama sonra bu şarttan vazgeçip yalnızca birinin teslimini yeterli görmüşlerdir.82 76 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 82. Mecelle md. 70. 78 Mecelle md. 174. 79 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 82. 80 Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak fi’l-fıkhi’l-İslâmî, I, s. 108; Apaydın, “İrade Beyanı”, DİA, XXII, s. 390. 81 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 80. 82 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 70. 77 15 Kısacası Hanefiler eşyalar arasında değerli-değersiz ayrımı yapmaksızın örf haline gelen hususlarda teâti yoluyla akid yapılabileceği görüşündedirler. Bu hususta Hanbelîler de Hanefilerin görüşünü benimsemektedirler. İmam Malik ve İmam Ahmet b. Hanbel’e göre ister örf halinde olsun ister olmasın bu tarz yapılan akidler rızaya delalet ettiği takdirde geçerlilik arzeder. Çünkü aslolan iki tarafın akid inşa etme ve buna razı olma yönünde iradelerinin bulunduğuna delalet eden şeyin bulunmasıdır. Dolayısıyla nikâh akdi hariç satış, kira, şirket, vekâlet ve diğer akidlere delalet eden her şeyle akid yapılabilir. Rızanın gizli bir olgudan ibaret olduğu görüşünü savunan Şâfii, Şia ve Zahiriler ise teâti yoluyla yapılan akdi geçerli görmezler. Akdin açık veya kapalı lafızlarla yahut ihtiyaç halinde anlaşılacak işaret veya yazı gibi lafzın yerine geçen şeyle yapılmasını şart koşarlar. Şâfiilerden Nevevi (v. 676/1277), Beğavi ve Mütevelli’nin de içinde bulunduğu bir grup âlim nasslarda lafzın şart koşulmadığını ileri sürerek örfe müracaat etmişler ve muatat yoluyla yapılan satış akdini caiz görmüşlerdir. İbn Sureye ve Rûyanî gibi bazı Şâfii âlimler ise Hanefilerin önceki görüşünü benimsemiş ve bu yolla yapılan satışın cevazını değersiz şeylere tahsis etmişlerdir.83 Bazı âlimler her ne kadar teâti yoluyla yapılan akdi geçerli görmeseler de akidlerde aslolan karşılıklı rızanın bulunmasıdır. İcab ve kabul sadece bu rızayı gösterdiği için şart kabul edilmiştir. Dolayısıyla insanlar arasında karşılıklı rızayı gösteren her hareket akdin sıhhati için yeterli olmalıdır. Bu gibi konularda anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın yolu ise örfü hakem tayin etmektir. 2.1.4. Sükût ile İcab ve Kabul Genel olarak hukuki meselelerde ve özellikle de tasarruf ve akidlerde sükûtun bir şey ifade etmemesi, bundan bir neticeye varılmaması esastır. Yani sükût eden kimse hiçbir şey söylememiştir ve dolayısıyla kendisine herhangi bir söz isnad edilmez. Ancak bazı durumlarda susma aynen söz gibi muameleye konur. Örneğin, bir adam hiçbir şey söylemeksizin kendisine ait olan bir malı başkasının yanına bırakıp gitse ve o adam da bırakılan malın yanından ayrılmasa vedîa akdi meydana gelir. Burada mal sahibi “malımı ben gelene kadar koru” demekle icabda bulunmuş, karşı taraf ise sükût ederek kabul ettiğini ortaya koymuştur.84 İslam hukukunda prensip olarak sükûtun muteber olmadığı benimsenmiş ve kişinin konuşması ve açıklama yapması gereken yerde sükût etmesi zımnî irade beyanı olarak kabul 83 84 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 81. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 76. 16 edilmiştir. Mecellede ise sükût şu şekilde kaidelenmiştir. “Sâkite bir söz isnad olunmaz. Lâkin mâraz-ı hâcette sükût beyandır.”85 İzin ve selâhiyet vermekle vekâlet vermenin eşdeğer tutulduğu mecellede86 bu izin verme işinin sükût ile de gerçekleşeceği ifade edilmektedir. Örneğin kölesinin alış-veriş yaptığını gören sahibi sükût ederse Hanefilere göre bu, ticarete izin vermek demektir. Şâfii mezhebi ise aksi görüştedir. Sahibinin yanında onun malını satan kişinin bu tasarrufu karşısında sükût eden mal sahibinin sükûtunun rıza ve izin sayılıp sayılmayacağı hususunda mezhepler görüş ayrılığına düşmüştür. Hanefi, Şâfii ve Hanbelîlere göre bu sükût rıza ve izin sayılmaz. Çünkü sükûtun rızadan başka sebep ve manaları da vardır. Mâlikiler ise bu şekilde vuku bulan tasarruflarda sükût eden mal sahibinin bu davranışının izin ve rıza manasına geldiğini savunurlar. Şayet baskı altında bir sükût söz konusuysa durum farklılık arz eder. Çünkü âdete göre mal sahibi başkası tarafından malının satıldığını gördüğü halde sükût etmez. Eğer ediyorsa bu duruma razı olduğu ortaya çıkar.87 2.1.5. Yazı ile İcab ve Kabul İcab ve kabul sözle yapıldığı gibi yazışmak suretiyle de yapılır. Yazı ile bir şeyi bildirmek karşılıklı konuşmakla eşdeğer tutulmuştur ve bu anlayış fıkıh kitaplarında “Kitab hitaptır”88 ifadesiyle kaideleşmiştir. Taraflar ister konuşabilsin isterse konuşmaktan aciz olsun; ister aynı mecliste bulunsun isterse bulunmasın birbirlerinin anlayacağı dili kullanmaları şartıyla yaptıkları akid sahih olur. Anlaşılır dil kullanmanın yanında yazının kâğıt üzerinden silinmemesi ve gönderenin imzası ile gönderilenin adının da bulunması şartı aranmaktadır. Aksi durumda ise yazının silinmesi veya imzanın bulunmaması halinde söz konusu akid geçerlilik arzetmez. Bu görüşü paylaşan Hanefiler ve Mâlikiler mecellede ifade edilen “Mektup hitap gibidir”89 maddesini gerekçe olarak göstermişlerdir. Sözgelimi, evini satmak isteyen bir kişi satın almak isteyen bir kişiye mektup gönderir ve “Evimi sana şu fiyata sattım” der, karşı taraf da mektubu okuduğu mecliste “Kabul ettim” derse satış akdi gerçekleşmiş olur. Ancak meclisi terk ederse veya icabı kabul etmediğini gösteren bir durum söz konusu olursa kabulü muteber sayılmaz. 85 Mecelle md. 67. Mecelle md. 1452. 87 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 79. 88 Mecelle md. 171. 89 Mecelle md. 69. 86 17 Mektup yerine elçi göndermekle de satış akdi yapılabilir. Akdin geçerlilik kazanabilmesi için kişi, kabulünü elçiyle karşılaştığı mecliste ifade etmelidir. Kabul etmeden önce meclisten kalkarsa icabın geçerliliği bitmiştir. Buradan da şu sonuç çıkmaktadır: Muteber olan mektubun veya yazının ulaştığı meclistir.90 Şahitler huzurunda yapılan nikâh akdinde ise durum farklıdır. Eğer akde muhatab olan taraflar aynı mecliste hazır iseler yazı ile yapılan akid sahih olmaz. Çünkü şahitlerin mecliste hazır bulunmaları ve akid yapanların sözlerini işitmeleri şarttır. Ama konuşmaktan aciz olanlar müstesnadır. Şâfii ve Hanbelîler ise konuşmanın dışında akid yapılamayacağını savunurlar. Onlar yazı ve mektupla akdin sahih olmasını akid yapanların hazır olmaması hali ile kayıtlamışlardır. Hazır bulundukları takdirde ise yazıya gerek yoktur. Çünkü muhataplar konuşabilmektedirler.91 Eğer ki nikâh gâibler arasında yapılıyorsa mektupla yapılan icaba (icabın ulaştığı mecliste) cevap vermeyen kadının daha sonraki bir mecliste şahitler huzurunda mektubu okuyup kabul beyanında bulunması ile akid meydana gelir. 92 Netice itibariyle şu sonuca varabiliriz. İrade beyanının tabi yolu konuşmadır. Yazı ile yapılması durumunda ise yazının kime ait olduğunun bilinmesi, içerik ve muhatabının belirlenmesi gibi bir takım güçlükler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla irade beyanının yazı ile yapılması zaruret halindeki durumlarda söz konusudur ki bu da daha çok konuşmaktan aciz olan ve birbirinden uzak olan kişiler (gâib) için geçerlidir. 2.2. Nikâh Akdinde İcab ve Kabul İcab ve kabul evlilik akdinin varlık kazanabilmesi için gerekli şartlardan biridir. Evlenmenin meydana gelebilmesi için evlenecek olan şahısların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun bir tarzda beyan etmeleri gerekir. Bu beyan sözlü olabildiği gibi yazılı da olabilir. 93 Ancak âlimlere göre iki taraf hazır olduğunda eğer ki taraflar konuşmaktan aciz değillerse iradelerini sözlü yapmaları gerekir. Aksi takdirde nikâh akdi in’ikad etmez. Çünkü nikâh akdinin sahih olması için şahitlerin mecliste hazır bulunması ve akid yapanların sözlerini işitmeleri şarttır.94 90 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 28-29. Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 83. 92 Dönmez, “İslam Hukukunda Modern İletişim Araçları İle Yapılan Akidler”, c. I, S: I, s. 31. 93 Yaman, Ahmet, İslam Aile Hukuku, Yediveren Yayınları, Konya 2002, s. 37. 94 İbn Âbidîn, Muhammed Emin b. Ömer, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, (trc. Ahmed Davudoğlu), Şamil Yayınevi, İstanbul 1984, II, s. 72; Zeydan, Abdulkerim, İslam Hukukuna Giriş, (trc. Ali Şafak), Kayıhan Yayınları, İstanbul 1995, s. 436-437. 91 18 Diğer taraftan nikâh akdinde kabul sükût yoluyla da gerçekleşebilir ki bunu da iki açıdan ele alabiliriz. Bunlardan birincisi dul kadının evliliğidir. Bu hususta bütün müctehidler hemfikirdirler. Onlar, dul kadının evliliğe izin verip razı olması sükûtundan çıkarılamaz. Bunu açıkça ifade etmesi gerekir görüşünü savunurlar ve bu görüşlerini şu hadise dayandırırlar. “Dul, kendisi hakkında velisinden daha ziyade söz ve hak sahibidir; bekâr kızın ise isteyip istemediği sorulur; onun izni sükût etmesidir.”95 İkincisi ise bekâr kızın evliliğidir ki fukahânın çoğunluğuna göre bekâr kızın evliliğe rızası sükûtundan anlaşılır. Çünkü kızlar utangaçlıklarından dolayı evlenmeyi istediklerini açıkça ifade edemezler. Mâlikilere göre kıza bu mevzuda arzusu sorulmadan önce sükût etmesinin rızaya delalet edeceği hatırlatılmalıdır. Hanefilere göre ise kıza soran eğer yakın velisiyse sükût rızaya delalettir. Ama yabancı biri ise bu durumda sükûtuna itibar edilmez.96 Nikâh akdinde taraflar arasındaki beyanın geçerli olması şu şartlara bağlıdır. - İcab ve kabul beyanları taraflarca işitilecek ya da anlaşılacak tarzda açıklanmalıdır ve ayrıca araya fasıla girmeden birbirini takip etmelidir. - İrade beyanında kullanılan ifadeler yapılan işin bir evlenme akdi olduğunu kesin ve açık bir şekilde göstermelidir. Örfün açıklık kazandırdığı ifadeler de kesin ve açık sayılır. - İcab ve kabul beyanları geciktirici bir şarta bağlı olmamalıdır. Yani sonuçlarını hemen doğurmaya hazır olmalıdır. Bu iş ileriki bir zamana bağlanmamalıdır. 97 Nikâh akdindeki icab ve kabul taraflardan birinin veya her ikisinin vekil kılacağı kişiler vasıtasıyla da gerçekleşebilir. Bu durumda vekil olan kişilerden sadır olan sözler evlenecek kişilerin ağzından çıkmış gibi kabul edilir. Bunun yanında bazı durumlarda ise bir tek kişi hem mûcib hem de kâbil olabilir. Yani hem icaba hem de kabule muhatap olabilir. İmam Züfer dışında Hanefi fakihlerinin ekseriyeti “kabul” yerine kaim olacak “icab” ile aşağıdaki dört şekilde bir tek şahsın nikâh akdinin iki tarafını da temsil edebileceğine cevaz vermişlerdir. - İki tarafın velisi de aynı şahıs olursa. Mesela, bir dede, oğlunun küçük (büluğa ermemiş) kızı ile diğer oğlunun küçük oğlunu evlendirebilir. 95 Müslim, “Nikah” 66; Tirmizî, “Nikah” 18; Ebu Davud, “Nikah” 25. Şevkânî, Muhammed b. Ali, Neylü’l-Evtâr, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, yy. ty., VI, s. 131; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 80. 97 Aydın, M. Akif, İslam-Osmanlı Aile Hukuku, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1985, s. 19. 96 19 - Bir şahıs her iki tarafın da vekili olursa. Mesela, bu şahıs şöyle diyebilir. “Vekili bulunduğum filanca ile vekili bulunduğum filancayı nikâhladım.” - Nikâhta (aynı şahıs) bir tarafı asıl olarak diğer tarafı da vekil olarak temsil ediyorsa. Mesela, bir kadının bir erkeği kendisine nikâhlaması için vekil yapması gibi. - Bir şahıs bir tarafın velisi diğer tarafın da vekili olursa. Mesela, “Kızımı vekili bulunduğum filancaya nikâhladım” demesi gibi.98 Doktrinde her ne kadar evlilikler vekiller aracılığıyla gerçekleştirilebilir düşüncesi hâkim olsa da gerçekte zorunlu kalmadıkça buna başvurmamak gerekir. Çünkü evlilik, Hz. Peygamber’in de buyurduğu gibi şakası olmayan ve ciddiye alınması gereken bir husustur.99 Aile kurumunun sağlam bir şekilde kurulması için tarafların birbirlerini görüp kendi hür iradeleriyle karar vermeleri şarttır. Çünkü evlilik akdinde bulunan kişiler yepyeni ve daimî bir birlikteliği amaçlamaktadırlar. Dolayısıyla tarafların karar vermeden önce birbirlerini çok iyi tanımaları gerekir. Ancak boşanmalarda vekil tayin edilebilir. Günümüzde de taraflar genel itibariyle boşanma davalarına katılmayıp avukatlarına vekâlet vermektedirler. Bunun sebebi ise boşanma davalarında hoş olmayan görüntülerin yaşanma ihtimalidir. 2.3. Akdin Kuruluş Aşamasında Rızayı Bozabilecek Faktörlerden Garar 2.3.1.Tanımı Garar sözlükte “tehlike, risk, kişinin bilmeden canını veya malını tehlikeye sokması, rizikoya düşürmek, olmayanı var göstermek, aldatmak” gibi anlamlar ifade eder.100 İslam hukuku literatüründe ise “âkibeti bilinmeyen şey”, “gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bilinmeyen risk”, “mevcut olmadığı vehmini veren şey” ve “Akibeti kapalı şey” gibi farklı anlamlar içerir. 101 Serahsî’ye (v. 483/1090) ait olan bu tarif değişik tanımlar içerisinde en çok benimsenenidir.102 Kur’an-ı Kerim’de bu kelime yer almamaktadır. Ancak aynı kökten türeyen “garr”, “gurûr” ve “garûr” kelimeleri mevcuttur. “Aldatma” anlamında kullanılan “garr” kelimesi on beş defa, “aldanma” anlamındaki “gurûr” kelimesi dokuz defa ve “çok aldatan” anlamındaki “garûr” kelimesi ise üç defa kullanılmıştır. Garar yasağının en kuvvetli delili Kur’anda geçen ve bâtıl kazancı yasaklayan şu ayetlerdir. 98 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 73. Bkz. Ebu Davud, “Talak” 9; Tirmizi, “Talak” 9; İbn Mâce, “Talak” 3; Muvatta, “Nikâh” 56. 100 Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 197; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 242. 101 Apaydın, H. Yunus, “Fesad”, DİA, İstanbul 1995, XII, s. 419. 102 Serahsî, el-Mebsût, XII, s. 194. 99 20 “Ey Mü’minler! Birbirinizin mallarını haksız kazanç yollarıyla yemeyin. Hak sahibi olmadığınızı pekâlâ bildiğiniz halde, başkalarına ait malların bir kısmını, haksızca yemek için, [“bu mal bana ait” gibi asılsız iddialarla] dava konusu yapmayın.”103 “Ey Mü’minler! Karşılıklı gönül rızasıyla, fakat harama bulaşmadan ticaret yapın ama sakın [tefecilik, gasp, hırsızlık gibi] haksız yollarla birbirinizin malını yemeyin. Birbirinizin mallarını gayri meşru yollarla yemek suretiyle toplumsal düzeninizi imha etmeyin. Bilin ki Allah size karşı pek merhametlidir.”104 “Ey Mü’minler! Birçok haham ve rahip, rüşvet gibi haram kazanç yollarıyla insanların mallarını iç eder ve üstelik [haramlara helal fetvası vererek] insanları Allah yolundan saptırırlar. Ey Peygamber! Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda tek kuruş harcamayanlar var ya, işte böylelerini korkunç azapla müjdele.”105 Hadislerde ise bey’u’l-garar şeklindeki satım Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır.106 Garar kelimesinin cehalet kavramıyla yakından bir ilişkisi olduğu ve hatta birbirinin yerine kullanıldığı fıkıh kitaplarında ifade edilmektedir. Ancak arada bazı farklılıklar bulunmaktadır. Garar akdin konusuyla ilgili belirsizliği, cehalet ise bilinmezliği ifade eder. Garar elde edilip edilmeyeceği bilinmeyen, cehalet ise elde edilmesine dair belirsizlik olmamakla birlikte vasıfları bilinmeyen şeyi ifade eder. Bunu bir örnekle şu şekilde açıklayabiliriz.107 Kaçan bir atın satımını ele alalım. Önceden nitelikleri bilinen bir at kaçıp kaybolmuşsa bu atın satımı sadece garara örnektir. Perdenin arkasında olduğu için vasıfları bilinmeyen ancak silveti görünen bir atın satımı sadece cehalete örnektir. Hem nitelikleri bilinmeyen hem de kaçıp kaybolan bir atın satımı ise her iki durumun bir arada oluşuna örnektir.108 2.3.2. Bey Akdinde Garar 2.3.2.1. Akdin Sîgasında Garar Garara ağırlıklı olarak bey akdinde rastlanmaktadır ki bunu da iki ana gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi akdin sîgasında garardır. Bu gruba Bey’atân fî bey’a ve safkatân fî safka, Bey’u’l-urbân, Bey’u’l-hasât, Bey’u’l-münâbeze, Bey’u’l-mülâmese ve el103 Bakara, 2/188. Nisâ, 4/29. 105 Tevbe, 9/34. 106 Bkz. Müslim, “Büyû” 4; Ebu Davud, “Büyû” 25; Tirmizî, “Büyû” 17; Nesâî, “Büyû” 27; İbn Mâce, “Ticârât” 23. 107 Apaydın, “Fesad”, DİA, XII, s. 419. 108 Bardakoğlu, Ali, “Garar”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, II, s. 70. 104 21 Akdü’l-muallak ve’l-akdü’l-muzaf gibi satımlar girmektedir. İkinci grup, akdin mahallinde (konusunda) garardır ki bu gruba ise el-Cehl bi-zâti’l-mahal, el-Cehl bi-cinsi’l-mahal, el-Cehl bi-nev’i’l-mahal, el-Cehl bi-sıfati’l-mahal, el-Cehl bi-mikdâri’l-mahal, el-Cehl bi-eceli’lmahal, Ademü’l-kudra alâ teslîmi’l-mahal, et-Teâkud ale’l-madum ve Ademü rü’yeti’l-mahal gibi satımlar girer. Bey’atân fî bey’a, bir satım içerisinde iki satım yapmak anlamına gelir. Eğer bir satıcı “Bu malı sana peşin on iki liraya, vadeli on beş liraya satıyorum” der ve alıcı da hangi bedelle olduğunu belirtmeksizin “kabul ettim” derse fakihlerin ittifakıyla yapılan satım yasak kapsamına girer.109 Bu akdin sahih olabilmesi için iki bedelden birinin belirlenmesi gerekir.110 Aynı şekilde akdin taraflarından biri diğerine “şu malını bana 20 liraya satman şartıyla bu malımı sana 30 liraya satıyorum” der ve diğer taraf da bunu kabul ettiğini beyan ederse yine akid geçerli olmaz. 111 Bu durumun nedeni iki şekilde açıklamak mümkündür. Yapılan satımlardan her biri diğerine bağlı olduğundan her ne kadar semen zahiren bilinse de malum olma özelliğini kaybettiği için akid geçersizdir. Diğer bir neden ise satımın şart yoluyla ilerideki bir olaya ta’lik edilmiş olmasıdır. 112 Safkatân fî safka ise bir sözleşme görüşmesi içinde iki sözleşme yapmak demektir. Aradaki fark ise söz konusu yasağın bey’atân fî bey’a’ya oranla daha kapsamlı oluşudur. Bey’u’l-Urbân, kaporalı satım olarak da bilinen alıcının satıcıya peşin olarak belirli bir miktar verip alımın kesinleşmesi halinde verilen meblağın satım bedeline mahsup edilmesidir. Eğer ki alıcı yapılan sözleşmeden vazgeçerse verilen meblağ satıcının hakkıdır. Cumhura göre bu şekilde yapılan satım garar içerdiği için caiz değildir.113 Yani satımın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bilinmemektedir ve bu da garar içerir. Bey’u’l-Hasât, Bey’u’l-Münâbeze ve Bey’u’l-Mülâmese gibi akidler çakıl taşlarının atılması, yere bırakılması, kılıf içinde ne olduğu görünmeyen mala dokunma, tarafların ellerindeki elbiseleri karşılıklı olarak atmaları gibi sembolik hareketleri içerir. Daha çok cahiliyye döneminde rastlanan bu uygulamalar Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Çünkü akdin kuruluşunda veya akid konusunun belirlenmesinde bilinmezlik söz konusudur. 109 İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Sa’id, el-Muhallâ, Mısır 1970, IX, s. 15; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, s. 177. 110 Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V, s. 172. 111 Kâsânî, Alâuddîn Ebu Bekr, Bedâi’ü’s-Sanâ’î, Dâru Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut ty., V, 158. 112 Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 251. 113 Dönmez, İbrahim Kâfi, “Garar”, DİA, İstanbul 1996, XIII, s. 367. 22 Akdü’l-muallak, varlığı başka bir durumun meydana gelmesine tâlik edilen, el-akdü’lmuzaf ise varlığı ilerideki bir zamana izafe edilen akid demektir. Cumhura göre ta’lik ve izafe içeren akidler rızanın varlığını kabule imkân vermez ve garara yol açar.114 2.3.2.2. Akdin Mahallinde (konusunda) Garar el-Cehl bi-Zâti’l-Mahal, akid konusunun bilinmemesi anlamına gelir ki bu şekilde yapılan sözleşme geçersiz olur. Çünkü bu şekilde yapılan anlaşma taraflar arasında anlaşmazlığa yol açar. Bu duruma satım konusu malı belirlemeksizin sürüden herhangi bir koyunu veya bir depodaki elbiselerin herhangi birini almayı örnek gösterebiliriz. Hanefilere göre bu tür sözleşmeler fâsiddir. Akdin geçerli olabilmesi için de fesada yol açan durumun ortadan kaldırılması gerekir.115 el-Cehl bi-Cinsi’l-Mahal, akid konusunun cinsinin bilinmemesidir. Depodaki bulunan bir malın cinsi belirtilmeksizin satılması bu gruba girer. Zaten bir malın cinsinin bilinmemesi demek aynı zamanda konusunun, nev’inin ve sıfatının da bilinmemesi demektir ki bu tür sözleşme fakihlerin ittifakıyla geçersizdir.116 el-Cehl bi-Nev’i’l-Mahal, akid konusunun türünün bilinmemesi anlamına gelir. Türü belirtilmeksizin yapılan sözleşmeler bu gruba girer. Örneğin satıcı “Sana şu bedelle bir araba veya bir hayvan satıyorum” deyip alıcı da “kabul ettim” derse yapılan sözleşmenin türü belirtilmemiş olur ki bu da çoğunluğa göre geçersizdir. el-Cehl bi-Sıfati’l-Mahalde iki bilinmezlik söz konusudur. Bunlardan birincisi malın niteliği, diğeri ise semenin niteliğidir. Cumhura göre söz konusu sözleşmenin geçerli olabilmesi için hem malın hem de semenin niteliğinin biliniyor olması gerekir. Bu iki bilinmezliğin varlığına hükmedebilmek için akdin konusunu bilmek yeterlidir. Bazı Hanefi âlimlerine göre ise malın sıfatının bilinmemesi halinde de akid geçerlidir. 117 el-Cehl bi-Mikdâri’l-Mahal, miktarın bilinmemesi anlamına gelen bu tür satışlar akdi geçersiz kılar. Hanefilere göre bu geçersizliğin sebebi taraflar arası çekişmeye yol açma ihtimalidir. Tahmin yoluyla satışı ifade eden bey’u’l-cüzâf belli şartlarda caiz görülmüştür. Diğer taraftan fakihlerin çoğunluğuna göre semenin miktarının belirtilmemesi yine akdi geçersiz kılar.118 114 Darîr, Muhammed Emîn, el-Ğarar ve eseruhû fi’l-‘ukûd fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire 1967, s. 137-140; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 243. 115 Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I, s. 241; Bardakoğlu, Ali, “Butlan”, DİA, İstanbul 1992, VI, s. 477; Apaydın, “Fesad”, DİA, XII, s. 419. 116 Kâsânî, Bedâi’ü’s-Sanâ’î,V, s. 156; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, IV, s. 21. 117 Darîr, el-Ğarar ve eseruhû fi’l-‘ukûd fi’l-fıkhi’l-İslâmî, s. 181. 118 Dönmez, “Garar”, DİA., XIII, s. 368. 23 el-Cehl bi-Eceli’l-Mahal, vadenin bilinmemesi anlamına gelir ki bu durumda akid geçersiz olur. Ancak Hanefilere göre vadedeki bilinmezliğin müeyyidesi fesad olup bunun bilinir hale getirilmesiyle akid sıhhate kavuşur. Ademü’l-Kudra alâ Teslîmi’l-Mahal, akid konusunun teslime elverişli olmamasını ifade eder. Fakihlerin çoğunluğuna göre bu şekilde yapılan satım akdin sıhhati engellenmiş olur. Mesela, kaçıp kaybolmuş hayvanın satımı Hanefi mezhebindeki bazı fakihlere göre bâtıldır. Bazılarına göre ise fâsiddir. Zahiriler bu tür satımın geçerli sayılması gerektiğini savunurlar. Sudaki balığın ve havadaki kuşun teslimi mümkün olmadığından satımı da geçersizdir. Ancak teslimi elverişli kılan şartlar söz konusu olursa durum farklılık arzeder. Zaten Hz. Peygamber Hakim b. Hızâm’a “Yanında olmayan şeyi satma”119 buyurmuştur ki burada yasağın gerekçesi de akid esnasında teslim imkânının olmamasından kaynaklanan garardır.120 Akid esnasında mevcut olmayan malın satımı olarak ifade edilen et-Teâkud ale’lMadum garar içerdiği için geçersizdir. Bazı çağdaş âlimler ma’dûmun bey’ini mutlak olarak yasaklayan delilin olmadığını savunurlar. Onlara göre önemli olan sözleşme esnasında akid konusunun mevcudiyeti değil akdin gararlı olup olmadığıdır. Bu duruma hasat zamanından önce ziraî mahsullerin satımını örnek gösterebiliriz. Son olarak âlimlerin bir kısmı Ademü Rü’yeti’l-Mahalin yani akid konusunu görmeden satımın caiz olmadığını söyleseler de çoğunluğa göre diğer şartları taşıması halinde akid konusunun görülmesi şart değildir.121 Netice itibariyle garar, bey’ akdinin ister sîgasında olsun isterse mahallinde olsun tarafların rızalarına etki eder. Dolayısıyla cumhur ulemânın da ifade ettiği gibi aradaki belirsizlik devam ettiği sürece akid geçerlilik kazanmaz. 2.3.3. Diğer Akidlerde Garar Garar, bey’ akdinde etkili olduğu gibi iki tarafa mâli nitelikte borç yükleme özelliği taşıyan ve mâli muâvaza olarak da bilinen akidleri de etkilemektedir. Ancak “selem” ve “istisna” akidleri bu grubun dışındadır. Çünkü her iki akid meşru olmasına rağmen ikisinde de akid esnasında akid konusu belli değildir. Bu husus her iki sözleşmenin karekteristik özelliğinden kaynaklanmaktadır. Gararın teberru akidleri üzerinde etkili olmayacağı Mâliki mezhebi tarafından benimsenmiştir. Diğer mezhepler ise bu konuda her ne kadar bir kaide ortaya koymasalar da 119 Ebu Davud, “Büyû” 68; Tirmizî, “Büyû” 19; Nesâî, “Büyû” 60. Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, III, s. 910-911; Aydın, M. Âkif, “Deyn”, DİA, İstanbul 1994, IX, s. 267. 121 Dönmez, “Garar”, DİA., XIII, s. 368-369. 120 24 onlar gararın teberru akidleri üzerindeki etkisini kabul ederler. Hanefilere ve Hanbelîlere göre gararın hibe akdi üzerindeki etkisi bey’ akdine oranla daha azdır. Vasiyette ise Şâfiî mezhebinin de içinde bulunduğu dört büyük mezhebin âlimleri garar konusunda müsamahanın esas alınması taraftarıdırlar.122 Gararın akdin sıhhatini veya geçerliliğini etkileyebilmesi için şu dört şartın bir arada bulunması gerekir. Bunlardan birincisi yukarıda da ifade ettiğimiz mâli muâvaza akidlerinden birinin söz konusu olması durumudur. Bu şart bilhassa Mâliki mezhebince benimsenmiştir. İkinci şart gararın çok oluşudur. Bu durum olaylara ve fakihlerin bakışlarına göre değişkenlik gösterir. Gararın az oluşuna kamerî ayın bazen otuz, bazen yirmi dokuz gün olmasına rağmen bir evin veya dükkanın aylık bir bedel üzerinden kiraya verilmesini, gararın çok oluşuna ise anne karnındaki yavrunun annesinden ayrı satılmasını örnek gösterebiliriz. Üçüncü şart gararın akdin konusunda aslî olarak bulunmasıdır. Eğer akdin esas konusu belirli ise ona tabi olan unsurlar belirsiz olsa da akdin sıhhati etkilenmez. Örneğin annesinden ayrı olarak hayvanın karnındaki yavrunun satımı caiz görülmezken hamile hayvanın satımı dolayısıyla karnındaki yavrunun da satışa dâhil olmasının yol açtığı belirsizlikte herhangi bir sakınca görülmemiştir. Olumsuz olarak da bilinen son şart ise ihtiyaç bulunan durumlarda gararın akdin sıhhatini etkilemeyeceğidir.123 Sonuç olarak tarafların kendi aralarında yapmış olduğu anlaşmalar şayet bu şartları taşıyorsa garara maruz kalan kişinin rızası bozulacaktır. Dolayısıyla da akdin sıhhati ve geçerliliği ortadan kalkacaktır. Söz konusu garar, ister akdin sîgasında olsun isterse akdin mahallinde (konusunda) olsun hüküm değişmeyecektir. Yani her iki durumda da belirsizlik devam edecektir ve bu belirsizlikler giderilmediği müddetçe taraflar akde razı olmayacaktır. Akdin kuruluş aşamasında gerekli bir unsur olan rıza mefhumu gararlı satışlarda ortadan kalkacağı için söz konusu akid geçerliliğini kaybeder. Akdin geçerlilik kazanabilmesi için gararın ortadan kalkması gerekir. 2.4. Akidde Rızayı Bozan Bir Unsur Olan İkrah 2.4.1. Tanımı Sözlükte “istememek, rıza göstermemek” anlamındaki “kürh” (kerh) kökünden türeyen ikrah124, bir başkasını cebren razı olmadığı bir işi yapmaya zorlamak ve bunun için baskı 122 Darîr, el-Ğarar ve eseruhû fi’l-‘ukûd fi’l-fıkhi’l-İslâmî, s. 567. Senhûrî, Mesâdiru’l-Hak fi’l-fıkhi’l-İslâmî, III, s. 51. 124 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 51; Bardakoğlu, Ali, “İkrah”, DİA, İstanbul 1996, XXII, s. 30. 123 25 yapmaktır.125 İkrahın kök anlamı iki kısma ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi olan “kürh” insanın kendi tab’ından veya aklından kaynaklanan bir hoşlanmama anlamındadır. Dini bir terim olarak kullanılan “mekruh” bu anlamla sıkı bir ilişki içerisindedir. İkinci kök olan “kerh” ise hariçten gelen bir zorlamanın yol açtığı meşakkat anlamı taşır. İkrah birinci anlamdan ziyade daha çok ikinci anlamı kapsamaktadır. Bu çerçevede terim anlamı kazanan ikrah kelamda iman veya inkâra zorlamanın dînî hükmü, fıkıhta ise bir kimseyi serbest kaldığında razı olmayacağı ve istemeyeceği bir işi yapmaya zorlamanın dînî ve hukukî sonuçları tartışılırken sıkça kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır.126 İkrah ile sıkı bir ilişki içerisinde olan “kerh” kökü çeşitli türevleriyle Kur’an’da kırk bir yerde geçmektedir. Ayetlerde genellikle sülâsi kökte kullanılan “kerh” Allah’ın kullarının bir davranışından hoşnut olmaması, günahkârların, müşriklerin ve de kâfirlerin inat ve cehaletleri sebebiyle hak ve hakikatten hoşlanmaması, hakkı ve hakikati istememesi, bir işin insanlara zor ve ağır yahut da çirkin ve tiksindirici gelmesi gibi anlamlar taşır. İf’al babında kullanılan ayetlerde ise şu anlama gelir. Dinde zorlamanın bulunmadığı127, insanların inanmaya zorlanmasının doğru olmadığı128, inkâra zorlanan kimselerin kalpleri imanla dolu olduğu sürece söyledikleri sözlerin imanlarına zarar vermediği129, cariyelerin fuhşa130 ve kadınların mal gibi mirasa konu edilmeye zorlanmasının çirkinliği, baskı altında işlenen mâsiyetlerde Allah’ın bağışlayıcı ve merhametli olduğu vurgulanır. Hepsinden çıkan ortak anlam ise insanların bir şeye inanmaya, bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya zorlanmasıdır. Hadislerde ise insanların küfür teşkil eden sözleri söylemeye veya Müslüman olmaya zorlanması, evlenme, boşama ve alım-satım gibi hukukî işlemlerde bulunmaya zorlanması gibi anlamlar ifade eder.131 Istılahi anlamda ikrah “bir kimsenin diğerine yaptığı öyle bir şeydir ki bu sebepten dolayı kişinin ya rızası ortadan kalkar ya da ihtiyarı (seçme hürriyeti) bozulur. 132 Burada zorlayan kimseye mükrih, zorlanan kimseye ise mükreh denilir.133 125 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 159; Akman, Sermet; Burcuoğlu, Haluk; Altop, Atilla, Tekinay Borçlar Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul 1993, s. 449; Aydın, Hakkı, “İslam ve Türk Borçlar Hukukunda İkrah”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S:11, Erzurum 1993, s. 301; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 149. 126 Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 30. 127 Bkz. Bakara, 2/256. 128 Bkz. Yunus, 10/99. 129 Bkz. Nahl, 16/106. 130 Bkz. Nur, 24/33. 131 Güleç, Hasan, “İkrah”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, II, s. 375. 132 Serahsî, el-Mebsût, XXIV, s. 38; Halebî, İbrahîmi, Mültekâ el-Ebhur Tercümesi, (trc. Mustafa Uysal), Kanaat Matbaası, Konya 1971, IV, s. 6-7; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 149. 26 Usulcüler ise ikrahı birbirine yakın şekillerde tarif etmişlerdir. Bunlardan bir kaçını şu şekilde ifade edebiliriz. İkrah, başkasını kendi haline bırakıldığında yapmaya razı olmayacağı ve yapmayı tercih etmeyeceği fiili yapmaya sevketmektir. İkrah, sevkedenin tehdit ettiği şeyi yapmaya muktedir, sevkedilenin korkar hale geldiği bir tehdit ve korkutma ile başkasını yapmaktan kaçındığı bir işi işlemeye sevketmektir. İkinci tarif zorlamanın tahakkuku için bulunması icab eden hususları ihtiva ettiğinden birinci tarife oranla daha açıktır.134 Bazı hukukçular ise ikrahı şu şekilde tarif eder: Bir kişinin başkasına karşı işlediği hem rızasını kaldıran hem de hürriyetini ihlal eden fiildir. Mükrih, mükrehe yapılmasını istediği şeyi icrâ ettirir. Bazıları ise bir kimseye karşı icrâ edilen zarar veya elem verici şeyler olarak tanımlar.135 Mecellenin tarifinde ise ikrah “Bir kimseyi ihâfe ile (korkutmakla) rızası olmaksızın bir iş işlemek üzere bigayri-hakkın (haksız olarak) icbar etmektir ki ol kimesneye râ (harfi)’nin fethi ile mükreh ve ikrah eden kimesneye mücbir o işe mükrehün aleyh ve havfı mûcib olan (korkmayı gerektiren) şeye mükrehünbih denilir.”136 Esas itibariyle İslamda bu anlayış yasaklanmıştır. Yani İslam insanları istemedikleri bir şeyi yapmaya zorlamayı doğru bulmaz. Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetler buna delil olarak gösterilebilir. “İman konusunda asla zorlama yoktur! [Dileyen imana gelir, dileyen kâfirliği tercih eder]. Kaldı ki artık hak ve hakikat ayan beyan ortaya çıkmış, doğru ile yanlış birbirinden ayrışmıştır. Şimdi her kim düzmece tanrıları, bütün şer güçleri, şeytana hizmet eden tüm düşünce ve değerleri reddedip yalnız Allah’a inanıp güvenirse, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.”137 “Gönlü iman dolu olduğu hâlde baskı ve şiddet yoluyla inkârcılığa zorlanan kişinin durumu hariç, her kim imana eriştikten sonra gönül kapısını inkârcılığa açarsa bilin ki böyleleri dünyada Allah’ın hışmına uğrar; ahirette ise çok korkunç bir azaba mahkûm olur.”138 Zaten bu ayet Ammar b. Yasir’in başına gelen şu olay üzerine inmiştir. Kâfirler Ammar’ı yakaladıklarında Allah’a şirk koşmasını istiyorlardı. O da bu tehditten kaçındı ve direnmek istedi. Ancak kâfirler Ammar’ı suda boğmak isteyince daha fazla dayanamadı ve istediklerini yerine getirdi. Durumu Hz. Peygamber’e anlattılar. Hz. Peygamber bu duruma 133 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 302; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 30; Güleç, “İkrah”, II, s. 375. 134 Zeydan, Abdülkerim, Fıkıh Usûlü (çev. Rûhi Özcan), Emek Matbaa, Erzurum 1981, s. 175. 135 Udeh, Abdülkadir, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, (trc. Ali Şafak), Rehber Yayıncılık, Ankara 1990, II, s. 155. 136 Mecelle, md. 948. 137 Bakara, 2/256. 138 Nahl, 16/106. 27 çok üzüldü ve şöyle buyurdu: “Seni müşrikler yakaladı, seni suda boğuyorlar, Allah’a ortak koşmanı istiyorlardı. Sen de istediklerini yaptın. Bir daha yakaladıklarında onlara aynı şekilde davran.”139 Diğer bir hadiste Peygamberimiz “Allah benim için, ümmetimin hatasını, unutmasını ve zora gelerek yaptıklarını bağışlamıştır”140 buyuruyor. İstemediği halde babası tarafından evlendirilen bir dul, Hz. Peygamber’e müracaat etmiş ve Peygamberimiz de bu durum karşısında onun nikâh akdini reddetmiştir. 141 2.4.1.1. İkrahın Şartları Tanımlardan da anlaşılacağı üzere ikrah; cebir ve tehditte bulunan kimse (mükrih), buna maruz kalan şahıs “mükreh”, yapılması veya terk edilmesi istenen fiil “mükrehün aleyh”, cebir ve tehdit türü “mükrehün bih” şeklinde dört unsurdan oluşmaktadır.142 İradeyi sakatlayan hallerden sayılabilmesi için ikrahın bir takım şartlar ihtiva etmesi gerekir. Çünkü bir hukuki işlemin yapılmasında rolü olan her ikrah ona maruz kalanı yani mükrehi akidle bağlı olmaktan kurtaramaz. Nitekim insan eseri olmayan tehlikeler geçerli bir ikrahın neticelerini doğurmaz. Geçerli bir ikrah için gerekli şartları şu şekilde sıralayabiliriz. 1. Tehdit eden kişinin “mükrih” tehdidini yerine getirmeye kâdir olması gerekir.143 Çünkü ikrah ancak tehdit fiilinin yerine getirilmesiyle gerçekleşir. Böyle bir kudret yoksa, yani zorlayan kişi tehdit fiilini yerine getiremiyorsa ve zorlanan da bu kudretsizliği biliyorsa tehdit boştur, muteber değildir. Burada ikrah eden kişinin hâkim veya asker gibi iktidar sahibi biri olması şart değildir. Çünkü tehdit fiilinde muteber olan o fiilin yerine getirilmesidir. Zorlayan kişinin sıfatı, fiilin bu sebeple yerine getirilmesi önemli değildir. 2. Zorlanılan kişi istenileni yapmadığında tehdidin yerine getirileceğine dair zann-ı galip sahibi olmalıdır. İkrah eden kişinin tehdidini yerine getirmekten aciz olduğuna inanır veya tehdide herhangi bir yolla karşı koymaya gücü yeterse buna rağmen fiili işlediğinde zorlanılmış kişi olarak kabul edilmez.144 Bu durum mecellede şu maddeyle kaideleşmiştir. “Mükrehün bihin (korkuyu gerektiren şeyin) vukuundan mükrehin korkması yani mükrehün aleyhi (teklif edilen şeyi) işlemediği takdirde mücbirin mükrehün bihi icra edeceğine 139 İbn Mâce, “Mukaddime” 11. İbn Mâce, “Talak” 16. 141 İbn Mâce, “Nikah” 12. 142 Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 32. 143 Ebû Zehra, Muhammed, İslam Hukuku Metodolojisi (çev. Abdulkadir Şener), Fecr Yayınları, Ankara 1994, s. 301; Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 52; Güleç, “İkrah”, II, s. 375. 144 Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 158. 140 28 kendisince zannı galip hâsıl olması şarttır.”145 Bir sonraki madde ise şu şekildedir. “Mükreh eğer mükrehün aleyhi mücbirin yahut adamın huzurunda işler ise ikrah muteber olur. Amma mücbirin veya adamın gıyabında işler ise ikrahın zevalinden sonra tav’an (isteyerek) işlemiş olacağı cihetle bu ikrah muteber olmaz.”146 3. Tehdidin derhal olması lazımdır. Zorlanılan fiil cürüm sayılacak iş yapılmadığı takdirde tehdit fiilinin derhal yerine getirileceği kanaati olmalıdır. Şayet tehdit fiili o anda yerine getirilebilecek durumda değilse o zaman ikrah da yok sayılır. Çünkü zorlanılan kişinin zorlayan kişi karşısında canını kurtarması veya fırsatını bulup ortadan kaçması gibi durumlar söz konusudur ki bu durumda kaçan kişi emniyetin himayesine sığınabilir. Eğer tehdit fiili böyle derhal infaz imkânına sahip değilse ikrah da yok demektir. Tehdidin halen varoluşu veya olmayışının takdiri ikrah edilenin durumuna, makul sebeplere dayanan zann-ı galibe bağlıdır.147 Bu durumu şu şekilde örneklendirebiliriz. Eğer tehdidin ileriki bir zamana bağlı olarak yapılması söz konusu ise. Mesela, şu işi yapmazsan, şöyle demezsen yarın seni döveceğim gibi bir tehdit söz konusu ise bu durumda ikrah ortadan kalkar. Çünkü zorlanan kişi canını koruyabilecek müsaadeye sahiptir. 4. Tehdidin rızayı ifsad edici olması gerekir. Yani dayanılması çok güç bir şey olması gerekir. Öldürme, ağır dövme, uzun süreli hapis ve zincire vurma gibi. Tehdidin ağır oluşunun tespiti şahıslara ve zorlama sebeplerine göre değişen ihtilaflı bir meseledir. Burada tespit edilmesi gereken husus kişinin rızasını yok edecek şekilde bir zorlamaya maruz kalıp kalmadığının tespit edilmesidir. Bir şahsa göre ikrah sayılabilen bir tehdit bir diğerine göre ikrah sayılmayabilir. Aynı şekilde bir sebepte ikrah sayılan diğer sebepte ikrah olmayabilir. Bazı insanlar birkaç tokat veya sopadan zarar görmezken bazıları hafif de olsa tek bir tokattan zarar görebiliyor. Bazı insanlar uzun müddet hapiste kalmaktan hoşlandığı halde bazıları tek bir gece bile kalmaktan zarar görüyor. Adam öldürme suçunda, dövme, hapis ve ölümle tehdit ikrah sayılmaz. Fakat içki içme ve hırsızlık suçunda ikrah sayılırlar. Sopaya alışkın kişiyi hafif dövme ile tehdit veya dövme ikrah sayılmaz. Ama iyiliksever kişileri rencide edici, cesaret ve şöhretini kırıcı sayılacağından onlar hakkında ikrah kabul edilir. 5. İkrah haksız yere olmalıdır. Diğer bir ifadeyle meşru olmamalıdır. Hukuka aykırı bir fiilin işleneceği tehdidi ile yapılan korkutmalar (diğer şartlar da varsa) haksız sayılır. Öldürmek, yaralamak, ırza tecavüz ve yağmacılık tehditlerinde olduğu gibi. Bu tehditler 145 Mecelle, md. 1004. Mecelle, md. 1005. 147 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 160; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, III, s. 291. 146 29 kendisiyle gaygi meşru bir hedefe ulaşmak istenilen bir tehdittir. İkrah haklı olursa, yani kendisiyle meşru bir gaye gerçekleştirmek istenilen bir ikrah olursa tasarruflara asla tesiri yoktur. Mesela, borçlunun malının borcunu kapatmak için cebren satılması, mescit, okul veya yol gibi amme menfaati için cebren arazi istimlâk etmek gibi.148 2.4.1.2. İkrahın Kısımları Mecellede ikrah iki kısma ayrılmış ve şu şekilde açıklanmıştır. “İkrah iki kısımdır: Kısm-ı evvel ikrah-ı mülcîdir ki itlâf-ı nefs (öldürme), yâ kat’ı-uzuv (bir uzvu kesme), yahut bunlardan birine müeddi darb-ı şedid ile olan ikrahtır. Kısm-ı sâni ikrah-ı gayr-i mülcîdir ki yalnız gam ve elemi mûcib olur; darp ve hapis gibi şeylerle olan ikrahtır.”149 2.4.1.2.1. Tam/Mülcî ikrah Yukarıdaki tariften de anlaşılacağı üzere ikrah-ı mülcî veya ikrah-ı kâmil; öldürme, bir organı yok etme veya -toplumda mevki sahibi için- alçaltıcı bir muameleye maruz bırakma gibi tehditler içeren ikrah çeşididir.150 Yani tam (mülcî) ikrahta öldürme veya bir insan uzvunun itlafı (tehdidi) söz konusudur.151 Zira insan uzuvlarının insana tabi olarak dokunulmazlığı (hürmeti) vardır. Aynı şekilde malın tamamını itlaf yahut (zorlanan kişice) ehemmiyeti olanların öldürülmesi tehdidi de bu tehdidi zorlama sayan fakihlerce mülcî zorlamadır. Çünkü mükreh canının veya uzvunun tehlikede olduğunu düşünerek zorlandığı fiili yapmaya mecbur kalmaktadır. Bu şekilde yapılan zorlama iradeyi ifsad ve rızayı yok etmektedir. Fakat ihtiyarı yok etmemektedir.152 Bu durumu şu şekilde izah edebiliriz: Yapılması ya da yapılmaması imkân dahilinde olan bir şeyi yapmak veya yapmamaktan birini diğerine tercih etmek olarak tanımlanan irade, zorlama ile izale edilmiş olmamaktadır. Çünkü zorlanan kişi niyetlendiği fiili işlerken kendisine göre daha hafif ya da daha kolay olan fiili irade (ihtiyar) etmiştir. Yani kişi, tehdit olunduğu şeyin vuku bulması yerine zorlandığı fiili işlemeyi tercih eder. Ancak zorlananın iradesi zorlayanın zorlaması ve iradesine dayandığından fâsiddir. 153 148 Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 301; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 160; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 157; Akman, Sermet; Burcuoğlu, Haluk; Altop, Atilla, Tekinay Borçlar Hukuku, s. 451; Aydın, Hakkı, “İslam ve Türk Borçlar Hukukunda İkrah”, s. 302; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 32. 149 Mecelle, md. 949. 150 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 302; Güleç, “İkrah”, II, s. 375. 151 Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 302; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 155. 152 Güleç, Hasan, İslam Hukukunun Kur’an’daki Genel Prensipleri, Anadolu Matbaacılık, İzmir 1996, s. 102. 153 Zeydan, Fıkıh Usûlü, s. 176. 30 İslam hukukuna göre irade; ihtiyar ve rıza olmak üzere iki unsurdan oluşmaktadır. Bu iki unsurun varlığından söz edebilmek için iradenin bulunması gerekir. Şayet ortada irade yoksa ihtiyar ve rıza da yoktur. Nitekim batı hukukunda genel itibariyle zorlama (ikrah) sebebiyle iradenin yokluğu veya fasadı halinde bu iki unsur da yok sayılmaktadır. İslam hukukunda ise ikrah halinde rıza ortadan kalkar, ancak ihtiyar ortadan kalkmayıp ağır ikrahta (ikrah-ı mülcî) fasada uğramış, hafif ikrahta (ikrah-ı gayr-i mülcî) ise sağlam olarak mevcut kalmış sayılır.154 Buradaki ihtiyardan kasıt müspet ya da menfi yönleri olan iki alternatiften birini diğerine tercih etmektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi tercih yapan kişi kararında müstakil ise ihtiyarı da sıhhatlidir. Eğer müstakil değil de zorlayanın zorlaması ve iradesine dayalı ise bu durumda da fesada uğramış demektir. 2.4.1.2.2. Eksik/Gayr-i Mülcî İkrah Eksik ya da noksan ikrah155 olarak da bilinen gayr-i mülcî ikrah, kısa süreli hapis, öldürücü olmayan dövme, pranga vurma veya malı itlaf gibi ikinci derece ağırlıkta zararları içeren tehdittir. Bu çeşit ikrahta öldürmek veya bir organı yok etmek gibi ağır bir tehdit yoktur. Gayr-i mülcî ikrah her ne kadar mülcî ikrahta olduğu gibi rızayı ortadan kaldırırsa da ihtiyarı (hürriyeti) bozmaz.156 İkrahın mülcî olanı ile gayr-i mülcî olanı arasındaki farkı şu şekilde açıklayabiliriz. Mülcî olan ikrahta tehdit ağırken gayr-i mülcîde hafiftir. İkrah-ı mülcî hem hukukî-kavlî tasarruflara hem de fiilî tasarruflara etki eder. Kavlî olanları fasada uğratıp kabil-i fesih hale getirir. Fiilî olanlarda ise mesuliyeti ortadan kaldırır. İkrah-ı gayr-i mülcî ise kavlî tasarrufların sıhhatine tesir etse de fiilî tasarruflarda mesuliyeti ortadan kaldırmaz.157 Diğer taraftan tam ikrah rıza ve ihtiyarın birlikte bulunması gereken şeye tesir ederken noksan ikrah rızaya muhtaç işlere tesir eder. Yukarıdaki ayrım Hanefilere mahsustur. Hanefi dışındaki mezheplerde ikrah “mülcî” ve “gayr-i mülcî” kısımlara ayrılmamıştır. Hanefilerce mülcî olarak nitelendirilen ikrah vuku bulursa ikrahın gerçekleşmiş sayılacağı kabul edilir. Ancak gayr-i mülcîde durum farklıdır. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’den bu hususta iki rivayet vardır. Bunlardan birincisi ikrahın gerçekleşeceği yönünde, diğeri ise gerçekleşmeyeceği yönündedir. Mâlikilere göre ise bu tür 154 Serahsî, el-Mebsût, XXIV, s. 38; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 151. Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 302; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 155. 156 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 303; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, III, s. 288. 157 Mecelle, md. 1006-1007. 155 31 tehditlerle (dinden çıkmayı gerektirecek söz söylemek gibi) bazı konularda ikrah meydana gelmiş sayılır. Bazı konularda ise ikrah meydana gelmiş sayılmaz. 158 2.4.1.3. İkrahın Söz ve Fiillere Etkisi İkrah ister mülcî (tam) ister gayr-i mülcî (noksan) olsun ehliyete doğrudan etki eden bir sebep olarak kabul edilmemiştir.159 Her ne kadar mülcî ikrah halinde ihtiyar bozuk ise de tamamen ortadan kalkmış değildir. Durum böyle olmakla birlikte ikrahın insanın söz ve fiillerine bağlanacak hükümler açısından etkisi vardır. Bu etki kendisine hukukî sonuç bağlanacak söz ve fiilin niteliğine göre değişiklik arzeder.160 Eğer ikrah ikrar nev’inden bir tasarrufa etki etmişse bu ikrar bâtıl olur. İkrahın mülcî ya da gayr-i mülcî olması durumu değiştirmez. Nitekim bir kimse borç, evlenme veya boşama ikrarına zorlanırsa onun ikrarı hukûken geçersizdir ve bir değer taşımaz. Çünkü ikrar, doğruluk ihtimalinin yalan olma ihtimaline ağır basması itibariyle bir delil olarak kabul edilmiştir. İkrah halinde ise doğruluk ihtimalinin daha güçlü olduğundan söz edilemez.161 İkrah, alım-satım, kira, rehin vb. sözleşmeler ve tasarruflarda söz konusu ise bu durumda ikrah ister mülcî olsun isterse gayr-i mülcî olsun sözleşmeyi bâtıl değil fâsid kılar. Örneğin bir kimse ikrah altında satım sözleşmesi yapsa bu sözleşme fâsiddir. 162 Bu durum mecellede şu şekilde kaideleşmiştir. “İkrah-ı muteber ile vukubulan bey’i ve şirâ ve icar, ve hibe ve ferağ ve an malin sulh (mal mukabilinde anlaşma) ve ikrar ve tecil-i deyn ve iskat-ı şüf’a muteber olmaz; gerek ikrah mülcî olsun ve gerek gayr-i mülcî olsun. Fakat mükreh ba’de-zevâli’l-ikrah (ikrah durumu geçtikten sonra) müciz olursa (icazet verirse) ol halde muteber olur.”163 Yukarıda ifade edilen durumların ikisi de kavlî tasarruflarla alakalı idi. İkrahın konusu fiilî tasarruflar ise yani kişi haksız yere birini öldürmeye veya içki içmeye yahut da başkasının malını telef etmeye vb. bir fiile zorlanmış ise bu durumda hüküm ikrahın ve fiilin çeşidine göre değişir. İkrah gayr-i mülcî ise böyle bir fiilin işlenmesi caiz olmaz. Şayet fiil işlenmiş ise fiile bağlanacak sonuçlar ikrahta bulunana değil fiili işleyene ait olur. Eğer ikrah mülcî ise bu durumda üç çeşit fiil söz konusu olabilir. 158 Güleç, “İkrah”, II, s. 376. Aydın, M. Akif, “Avârız”, DİA, İstanbul 1994, IV, s. 108. 160 Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 303. 161 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 303; Güleç, “İkrah”, II, s. 376. 162 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 155-156; Güleç, “İkrah”, II, s. 376. 163 Mecelle, md. 1006. 159 32 Bunlardan birincisi ikrahın fiili mübah hale getirdiği ve ikrah halinde yapılması suç sayılmayan fiillerdir.164 Diğer bir ifade ile zorlanan kişinin yapması vacib olan fiilleridir. Bu çeşit fiilleri yapmaya zorlandığı halde kişi onu yapmazsa veya bu zorlamanın ölümle ya da bir organı kaybetmekle sonuçlanacağını bildiği halde hala da yapmamakta ısrar ederse günahkâr olur.165 Çünkü ikrah halinde hüküm koyucunun (Allah’ın) yapılmasını mübah kıldığı her haram fiilde ikrah cezaî mesuliyeti kaldırır. 166 Bu çeşit fiillere içki içmeyi, murdar et veya domuz eti yemeyi örnek gösterebiliriz. Kişi ikrah halinde bu fiilleri yapmakta serbesttir. Tabii cezaî mesuliyeti kaldıran ve fiilin yapılmasını mübah hale getiren ikrahın da ikrah-ı mülcî (tam ikrah) olduğu unutulmamalıdır. Söz konusu ikrah, ikrah-ı gayr-i mülcî olursa fiil haramlığını korur ve işlendiğinde de ceza gerekir.167 Zaruret halinde bu gibi fiillerin mübah olduğu Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmiş ve şöyle buyrulmuştur: “Allah size murdar hayvan etini/leşi, ölü hayvanın damarlarından akıtılmış kanı, domuz etini ve bir de Allah’tan başkası adına kurban edilmiş hayvanların etini yemeyi yasakladı. Her kim bunları [açlıktan ölmemek gibi meşru bir sebeple] yemek zorunda kalırsa, yerken bir arzu-istek duymamak ve zorunlu miktarı aşmamak şartıyla günaha girmiş olmaz. Şüphesiz Allah çok affedici ve çok merhametlidir.”168 Ayette de ifade edildiği gibi zaruret halinde içki, murdar et ve domuz eti mübah kılınmıştır. Eğer kişi zorlandığı halde bunları yapmayıp hayatını veya vücut bütünlüğünü tehlikeye atarsa bu yaptığı haramdır. Mübah ile haramın tearuzu halinde azîmet olan mübahı terk etmek ve ruhsatı yapmak vacip görülmüştür.169 Nitekim yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın”170 buyrulmuştur. İkincisi ikrahın fiile cevaz verdiği, suç sayılan ancak ceza terettüp etmeyenidir.171 Yani mükrehin yapması mübah olmakla birlikte tehdit edildiği durum karşısında büyük bir sabırla direnmesi sonucunda sevap kazandığı fiillerdir.172 Mesela, Allah’ı inkâr etmesi ve dini alaya alması için zorlanan müslümanın durumu böyledir. Kalbi imanla dolu olduğu halde bu gibi fiillere zorlanan kişinin o fiilleri işlemesi caizdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse müstesna”173 buyrulmuştur. Şayet bu fiillere 164 Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 159. Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 305; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 36. 166 Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 160. 167 Güleç, “İkrah”, II, s. 376-377. 168 Bakara, 2/173. 169 Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 36. 170 Bakara, 2/195. 171 Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 159. 172 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 305; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 36. 173 Nahl, 16/106. 165 33 zorlanan kişi bu durum karşısında direnip canını feda ederse o zaman da ecir ve sevabı hak eder. Nitekim Hz. Peygamber kalbi imanın huzuru ile dolu olduğu halde Allah’ı inkâr etmeye zorlanan ve bu zorlama karşısında direnip Allah yolunda canını feda eden sahabeyi övmüş ve bu hareketinden dolayı onun sevap kazandığını ifade etmiştir.174 Bazı âlimler ramazan orucunu bozmaya, farz olan namazı terk etmeye ve başkasının malını telef etmeye zorlanan kişiyi de bu katagoride mütâlaa etmişlerdir. Bu durum karşısında kişi eğer sabredip de zorlandığı fiili işlemezse sevabı hak eder. Ama direnemeyip de isteneni yaparsa günahkâr olmaz. Mala zarar verilmesi durumunda ise tazmin sorumluluğu zorlanan kişiye aittir.175 Üçüncü ve son olanı ise ikrahın tesir etmediği, ruhsat ve cevaz verilmeyen fiillerdir. İkrah halinde bu çeşit fiiller mübah hale gelmez.176 Diğer bir ifadeyle mükrehin yapması hiçbir şekilde caiz olmayan fiillerdir.177 Bu fiillere haksız yere cana kıymayı, bir organı kesmeyi yahut da can kaybına yol açacak şekilde dövmeyi örnek gösterebiliriz. Kişinin kendi canı tehlikeye girse dahi bu fiilleri işlemeye hakkı yoktur. İşlediği takdirde günahkâr olur. İslam hukukçuları bu konuda hemfikirdir. Çünkü başkasının canı da tıpkı kendi canı gibi masumdur ve kendine gelecek zararı defetmek için başkasına zarar vermeye de hakkı yoktur.178 İslam hukukçularının bu konudaki dayanakları şu ayetlerdir. “Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru bir hak olmadıkça Allah’ın haram ettiği cana kıymayın.”179 Ve “Mü’min erkekler ve mü’min kadınları yapmadıkları bir işten dolayı suçlayan, böylece onları incitenlere gelince, işte böyleleri çok büyük bir iftira suçu ve düpedüz bir günah işlemiştir.”180 Aynı zamanda İslam hukukçuları bu fiilin dünyevî cezayı gerektireceği konusunda da görüş birliği içerisindedir. Ancak bu cezanın ne olacağı ve mükrehe (zorlanan) mi yoksa mükrihe (zorlayan) mi uygulanacağı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre kısasın mükrehe (zorlanan) değil mücbire yani zorlayan kişiye uygulanması gerekir. Mükrehe (fâile) ise kısas değil yetkili merciin caydırıcılık için yeterli göreceği bir ta’zir cezası uygulanmalıdır. 181 174 Güleç, “İkrah”, II, s. 377. Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 305; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 37. 176 Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 158. 177 Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 37. 178 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 305. 179 Enam, 6/151. 180 Ahzap, 33/58. 181 Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul 1970, VII, s. 325; Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 306; Güleç, “İkrah”, II, s. 377. 175 34 İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre bu fiil karşısında uygulanması gereken ceza kısastır. Kısas cezasının ise mükrehe yani fiili işleyene verilmesi gerekir. Çünkü kasten ve haksız yere adam öldüren mükrehtir.182 Şâfiî mezhebinde ise bu konuda iki görüş hâkimdir. Birinci görüşe göre uygulanacak cezanın kısas olması gerekir. İkinci görüşe göre ise ikrah şüphe sayıldığından kısası bertaraf eder ve cezanın da diyet olması gerekir. Burada tercih edilen görüş birinci görüştür.183 Cezanın kime uygulanacağına gelince, bu konuda farklı görüşler vardır. Bir rivayete göre İmam Şâfiî, Ebû Hanife ve İmam Muhammed’in düşündüğü gibi düşünmüş ve cezanın zorlayana gerekeceğini belirtmiştir.184 Bir başka görüşe göre Şâfiî, İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel’in görüşünü benimsemiş ve cezanın da fiili işleyene yani mükrehe uygulanması gerektiğini ifade etmiştir.185 Diğer bir görüşe göre ise İmam Şâfiî’ye göre kısas cezası her iki kişiye de vacip olur. 186 İmam Züfer’e göre uygulanacak cezanın kısas olması gerekir ve cezanın da zorlanana (mükrehe) verilmesi gerekir.187 Ebû Yusuf’a göre ise suç iki taraf açısından da tam oluşmadığı için kısas gerekmez. Ona göre sadece mükrihin (zorlayanın) diyet ödemesi gerekir.188 Bize göre ise bir insanı öldürmek ile onu öldürmeye azmettirmek arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla hem mükrihe (zorlayana) hem de mükrehe (zorlanana) kısas cezasının uygulanması daha caydırıcı olabilir. İslam âlimleri ikrah halinde yapılan zina suçunu da bu katagoride değerlendirmişlerdir. Onlara göre zinaya ihtiyar halinde cevaz verilmeyeceği gibi ikrah halinde de cevaz verilmez. Çünkü hiçbir şekilde zinanın haramlığı ortadan kalkmaz. 189 Her ne kadar ikrah halinde de olsa zina suçunu işleyenin günahkâr olacağı hususunda fikir birliği etseler de gerek dünyevî ve uhrevî sorumluluk gerekse ikraha maruz kalanın cinsiyeti açısından görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’de cahiliye döneminde fuhşa zorlanan cariyelerin bağışlanacağı ifade edilmiş ve şöyle buyrulmuştur. “Evlenme imkânı bulamayanlara gelince, Allah lütfedip 182 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 306; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 159; Güleç, “İkrah”, II, s. 377. 183 Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 159. 184 Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 37. 185 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 306. 186 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VII, s. 325. 187 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VII, s. 325; Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 306; Udeh, Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, II, s. 159; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 37. 188 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VII, s. 325; Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 306; Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 37. 189 Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 306. 35 kendilerine bu imkânı sağlayıncaya değin hep iffetlerini korusunlar. Köle ve cariyelerinizden azatlık sözleşmesi yapmak, bedelini ödeyerek özgürlüğe kavuşmak isteyen olursa ve siz de onların maddi imkân bakımından elverişli durumda olduğunu görürseniz o sözleşmeyi yapın. Allah’ın size nasip ettiği maldan mülkten siz de onlara verin. [Özgürlüklerine kavuşmaları için ödemeleri gereken maddi bedeli temin hususunda onlara yardım edin]. Diğer taraftan, şu fâni hayattaki üç beş kuruşluk kazanca tamah ederek cariyelerinizi –özellikle de evlenip iffetli bir şekilde yaşamak istiyorlarsa- sakın fuhşa zorlamayın. Her kim onları fuhşa zorlarsa bilinmelidir ki Allah onlara baskı ve zorlamaya maruz kalmış olmalarından ötürü af ve merhametiyle muamele edecektir.”190 Bu ayetten yola çıkan âlimler ikrah halinde zina eden kadına had cezasının gerekmeyeceği konusunda fikir birliği etmişlerdir. Ancak erkeğe uygulanıp uygulanmayacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Hanefiler dışındaki üç mezhebin bazı âlimleri uygulanması gerektiğini söylemişler. Ancak Hanefilerin yanı sıra Mâliki ve Şâfiîlerdeki ağırlıklı görüş cezanın uygulanmayacağı yönündedir. Onlara göre suçun unsurları tam oluşmadığından zorlanan kadın gibi zorlanan erkeğe de had cezası uygulanmaz. 191 Kanaatimizce ister kadın olsun ister erkek olsun zinaya zorlanan kişiye had cezası uygulanmaz. Tabii ki söz konusu ikrahın mülcî olması gerekir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi nasıl ki Allah’ı inkâr etmesi ve dini alaya alması için zorlanan müslümana ceza terettüp etmiyorsa, zina suçuna zorlanan müslümana da had cezasının uygulanmaması gerekir. Çünkü razı olmadığı bir fiile zorlanmıştır. 2.4.1.4. Evlilik Akdinde İkrah Medeni bir sözleşme olan nikâh bir yönü ile de ibadet sayılır. Aynı zamanda aileyi kuran bağ olarak kabul edilir.192 Evlilik Peygamber’in sünnetidir. Bunun yanında bazı durumlarda vacip, bazı durumlarda ise mekruhtur. Şayet kişinin meşru olmayan ilişkilerde bulunma ihtimali varsa o kişinin evlenmesi vaciptir. Diğer taraftan hem aile haklarına riayet edemeyeceği hem de haksızlık yapacağı endişesi varsa o zaman da mekruhtur.193 Evlilik, bir akid olduğuna göre tarafların iradelerinin birbirine uygun olarak açıklanması şarttır. Diğer bir deyimle evlilikte icab ve kabulün bulunması gerekir. 194 190 Nur, 24/33. Bardakoğlu, “İkrah”, DİA, XXII, s. 37. 192 Uysal, Enver, “İnsanlara Karşı Görevler”, İslam’a Giriş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 345. 193 Şentürk, Lütfi; Yazıcı, Seyfettin, İslam İlmihali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2005, s. 398. 194 Döndüren, Hamdi, Delilleriyle İslam Hukuku, İslam Hukuku Külliyatı Yayınları, Konya 1977, s. 109. 191 36 İcab, taraflardan birinin akdi meydana getirmek için önce söylediği söz, kabul ise karşı tarafın icabı kabul ettiğini ifade eden sözüdür. İcab ve kabul sözle olduğu gibi gaibler arasında yazı ile ve sağır-dilsizler arasında işaretle de olur.195 İslam aile hukukunda nikâhın geçerlilik kazanabilmesi için bir takım unsurlar ve şartların bulunması gerekir. Evlilik akdinde mutlaka aranan ve konumuzu ilgilendiren bu unsurlardan biri de tarafların bulunmasıdır. Bu unsur evlilik birliğinin tabi bir sonucudur.196 Evlilik akdinin en önemli unsurunu hiç şüphesiz ki taraflar, yani evlenecek kişiler ve bunların veli ya da vekilleri oluşturmaktadır. Evlenebilme ehliyetine sahip olan ve evlenebilmelerinde herhangi bir engel bulunmayan herkes evlilikte taraf olabilir. Evlenme ehliyetinden kasıt bir kişinin başkalarının izin ve onayına ihtiyaç duymaksızın evlenme yetkisine sahip olmasıdır. Bu ise akıl ve temyiz kudretiyle olur. Akıl hastasının ve mümeyyiz olmayan çocuğun gerek kendileri ve gerekse başkaları için akdettikleri nikâhlar ehliyetsiz oldukları için bâtıldır. Bu kişiler ancak velilerinin izni ile evlenebilirler.197 İslam âlimleri mümeyyiz, baliğ olan erkeğin kendi arzusu ve irade beyanı ile evlenebileceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Velisi onu cebren yani rızasını almadan evlendiremez. 198 Ancak kadının iradesini nikâh meclisinde bizzat açıklayıp açıklayamayacağı konusu mezhepler arasında tartışma konusu olmuştur. Hanefiler yetişkinlerin veliye danışmadan da kendi başlarına nikâh akdinde taraf olabileceklerini kabul etmişlerdir. Hür, mümeyyiz ve büluğ çağına girmiş olan kadın dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahip olduğu gibi bizzat evlenme akdinde de bulunabilir. Bu vasıflara haiz olan bir kız kendi rızası olmadıkça hiç kimse tarafından zorla evlendirilemez. Kızın razı olmadığı evlilik akdi hükümsüzdür.199 Hanefiler bu konudaki görüşleri şu delillere dayandırmıştır. “Eğer mü’min bir kadın kendisini Peygamber’e hibe edip de Peygamber de onu nikâhla almak isterse…”200 bu ayet kadının nikâh akdinde bizzat taraf olabileceğine ve hibe sözüyle nikâh akdinin caiz olduğuna bir delildir.201 195 Aydın, M. Akif, İslam-Osmanlı Aile Hukuku, s. 15-16. Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 109. 197 Yaman, İslam Aile Hukuku, s. 31; Aydın, M. Akif, İslam-Osmanlı Aile Hukuku, s. 17. 198 Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 113. 199 Yaman, İslam Aile Hukuku, s. 31; Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 113. 200 Ahzap, 33/50. 201 Kâsânî, Bedâi’ü’s-Sanâ’î, V, s. 230. 196 37 “Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın, kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helal olmaz.”202 Bu ayette de başka bir erkekle evlenmede kadın, taraf olarak gösterilmiştir. Peygamber Efendimiz ise konuyla ilgili hadislerinde şöyle buyurur. “Dul kadın hakkında velinin (yapabileceği) hiçbir iş yoktur.”203 “Bekâr kadın, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir.”204 “Rızası alınmadan bekâr kız evlendirilmez.”205 İmam Şâfiî, Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre kadın nikâhlanırken erkek bir velinin bulunması şarttır. Kadının bizzat nikâhta taraf olması caiz değildir. Kadının yaşının küçük veya büyük olması ya da bâkire ya da dul olması durumu değiştirmez. Âlimler aynı zamanda kadının kadını evlendirmesini de caiz görmezler.206 Âlimlerin delillerini şu şekilde sıralayabiliriz. “Ey veliler! Kadınları boşayıp onlar da bekleme sürelerini tamamladıklarında, kendi aralarında meşru şekilde anlaşmaları hâlinde o kadınların önceki eşlerine dönmelerine engel olmayın”207 Bu ayet boşanmış olan kadınların velilerine evlenme isteğinde bulunmaları halinde kadınlara engel olmamalarını bildiriyor. Kadının bu yasağa uymayarak bizzat evlenmesi hakkında da şu hadis vârid olmuştur. “Herhangi bir kadın velisinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı bâtıldır, nikâhı bâtıldır, nikâhı bâtıldır.”208 Diğer hadislerde de şöyle buyrulur. “Kadın, kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez.”209 “Nikâh ancak veli ile geçerli olur.”210 Velînin kadın olmasını bile yeterli görmeyen cumhurun görüşü kanaatimizce geçerli bir görüş değildir. Çünkü karşı tarafla evlenecek olan kişi, velî değil kızın kendisidir. Olumsuz bir durumda da sonuçlarına kendisi katlanacaktır. Dolayısıyla hür, mümeyyiz ve büluğ çağına girmiş olan erkek nasıl ki kendi kararını kendisi veriyorsa, aynı şartları taşıyan kızın da kendi kararını kendisi verebilmelidir. Bunun yanında velisinin onayını almasının da dinî ve ahlâkî bir sorumluluk olduğu kanaatindeyiz. 202 Bakara, 2/230. Ebu Davud, “Nikah” 25. 204 Ebu Davud, “Nikah” 25; Tirmizî, “Nikah” 18; İbn Mâce, “Nikah” 11; Muvatta, “Nikah” 4. 205 Buhârî, “Nikah” 40-41; Müslim, “Nikah” 64; Ebu Davud, “Nikah” 23; Tirmizî, “Nikah” 18. 206 Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 114. 207 Bakara, 2/232. 208 Ebu Davud, “Nikah” 19; Tirmizî, “Nikah” 14. 209 İbn Mâce, “Nikah” 15. 210 Buhârî, “Nikah” 36; Ebu Davud, “Nikah” 19; Tirmizî, “Nikah” 14. 203 38 2.4.1.4.1. Evlilik Akdinin Geçerlilik Şartı Olarak Rıza Evlenme ya da hukuktaki karşılığı olan nikâh, büluğa ermiş ve reşit olan erkek ve kadın arasında sözlü veya yazılı icab ve kabulle yapılan bir akiddir. Söz konusu kişiler nikâhla birlikte iffet ve salahlarını muhafaza ederler ve bir aile kurarlar.211 Tarafların yaptığı bu evlilik akdinin hukukî sonuçları tam olarak doğurabilmesi için geçerlilik (sıhhat) şartlarının bulunması gerekir. Bu şartlardan birisi de evlilikte rıza ve ihtiyarın bulunmasıdır. 2.4.1.4.2. Evlilikte Rıza ve İhtiyarın Bulunması Kutsal bir müessese olan evlilik hem akid olmanın ötesinde anlamlar taşıdığı için hem de hayat boyu huzurlu ve mutlu bir birliktelik amaçlandığı için evlilikte tarafların kendi rıza ve seçimleriyle karar vermeleri esastır.212 İlk dönemlerde nikâh akdi yapılırken ne resmî bir makamdan izin alma ne de bir takım resmî işlem yapma şartı vardı. Dolayısıyla da veliler kızlarını zoraki evlendiriyorlardı. Bu durum ise Hz. Peygamber’in hiç tasvip etmediği bir olaydı. Nitekim böyle bir olayla karşı karşıya kalan bir kadının şikâyeti üzerine Peygamberimiz nikâhı bozup bozmama hususunda kadına muhayyerlik hakkı tanımıştır. Böylece de eşini seçme hakkı elinden alınmış kızların mağduriyetleri önlenmiş oldu.213 Bu durumu Hz. Aişe’den rivayet edilen şu hadis en güzel şekilde özetlemektedir. “Ensar’dan Hizam kızı Hansa Hz. Aişe’ye gelip ‘Babam aile şerefini artırmak için beni kardeşinin oğlu ile evlendirdi. Oysa ben bu evliliği istemiyorum’ dedi. Hz. Aişe ona Allah Rasulü gelinceye kadar beklemesini söyledi. Nebi (S.A.V) gelince Aişe durumu kendisine anlattı. O da kızın babasını çağırdı ve onun yanında kıza tercih hakkı verdi. Bunun üzerine o da ‘Ya Rasulallah! Ben babamın akdettiği nikâhı kabul ettim. Fakat böyle davranmakla kadınlara, babalarının evlilikte böyle bir yetkilerinin bulunmadığını bildirmek istedim’ dedi.”214 Bu hususta Hanefi mezhebi dışındaki çoğunluk İslam hukukçuları ikrah ve cebir altında (zorla) yapılan nikâh akdinin geçerli olmayacağını söylemişlerdir. 215 Hanefiler ise nikâhta cebir ve tazyikin olmamasını sıhhat şartı olarak kabul etmezler. Onlara göre mükrehin yani cebir ve tazyikle zorlanan kişinin nikâhı sahihtir.216 211 Ferruh, Ömer, İslam Aile Hukuku, (trc. Yusuf Ziya Kavakçı), Sebil Yayınevi, İstanbul 1969, s. 103. Altaş, Yusuf, “Eşlerin Karşılıklı Görev ve Sorumlulukları”, Kürsüden Öğütler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2007, s. 392. 213 Dalgın, Nihat, Günümüzdeki Tartışmalı Dini Konular, Etüt Yayınları, İstanbul 2004, s. 253. 214 Buhârî, “Nikah” 42; Ebu Davud, “Nikah” 25; Tirmizî, “Nikah” 18; Nesâî, “Nikah” 35; Muvatta, “Nikah” 25. 215 Aydın, M. Akif, İlmihal II, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2004, s. 207. 212 39 Bugün ise nikâh işleminin resmî makamlarca yapılacak olması sebebiyle nikâh öncesinde kadının müracaatı ile duruma el konulacak ve kadının eşini seçme hakkının ihlali önlenebilecektir. 217 Eğer kişi, istemediği biriyle zorla evlendirilirse o kişi için artık hayat çekilmez bir hal alır. Hatta bu durum çok kötü neticeler de doğurabilir. Bu yüzden nikâh akdinde her iki tarafın gönül rızasının alınması esastır. Nitekim Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin 57’nci maddesindeki “İkrah ile vuku bulan nikâh fâsiddir”218 hükmü de evlilikte rıza ve ihtiyarın bulunması gerektiğini ortaya koyar. 2.4.1.5. Boşamada Rıza ve İhtiyar Karşılıklı rızaya dayalı boşanma şekli olan muhâleayı ileride bağımsız bir başlık atında ele alacağız. Boşamada ise karşı tarafın rızasının alınması şart değildir. Dolayısıyla boşama tek taraflı bir tasarruf olduğundan biz burada bu tasarrufu gerçekleştiren kişinin bununla ilgili irade ve rızasının gerçekleşip gerçekleşmediğini ele alacağız. Tek taraflı iradeyle boşama yetkisine sahip olan taraf, bu yetkisini zorla ve tehdit altında, sinir krizi içindeyken ya da sarhoş iken de kullanabilmektedir. Ancak bu gibi durumlarda kişinin hür iradesi ortadan kalktığı için rıza ve ihtiyarı da sağlam değildir. Dolayısıyla konumuzu da ilgilendiren bu hususları ayrı ayrı ele alıp inceleyeceğiz. 2.4.1.5.1. Zorla ve Tehdit Altında Yapılan Boşama İslam hukuk kaynaklarının ‘ikrah’ olarak nitelediği bu hal, kişinin canına ve malına yöneltilen ağır tehdit ve zorlamayı ifade etmektedir. Söz konusu ikrahın muteber olabilmesi için mükrihin söylediklerini yapabilme gücüne sahip olması, söylediklerini yapabileceğine kanaat getirilmesi, mükrehin de mükrihten gelecek zararı gidermeye gücünün yetmemesi gerekir.219 Ayrıca tehdidin öldürme, yaralayıcı biçimde vurma, uzun dönem hapis, çok miktarda malın alınması, bir organı yok etme gibi ikrah-ı mülcî cinsinden olması gerekir. İşte bu zikredilen şartların oluşması halinde Hz. Ömer (v. 24/645, Hz. Ali (v. 40/661), İbn Ömer, İbn Abbas (v. 32/653), İbn Zübeyr (v. 36/657), Cabir b. Semure, İkrime, Hasanu’lBasri, Cabir b. Zeyd ve İbn Hazm’ın (v. 456/106) da içinde bulunduğu bir kısım âlim ve 216 Aydın, M. Akif, İslam-Osmanlı Aile Hukuku, s. 21. Dalgın, Günümüzdeki Tartışmalı Dini Konular, s. 253. 218 Hukuk-ı Aile Kararnamesi, md. 57, (nşr. Orhan Çeker), İstanbul 1985. 219 Acar, H. İbrahim, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, Kültür Eğitim Vakfı Yayınevi, Erzurum 2000, s. 272. 217 40 ayrıca İmam Şâfiî, İmam Malik, Ahmed b. Hanbel ve İmamiyye gibi mezhep âlimleri mükrehin talakını muteber görmez.220 Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Gönlü imanla dolu olduğu halde zor altında olan kimse müstesna, inandıktan sonra Allah’ı inkâr edip gönlünü küfre açanlara Allah katından bir azap vardır. Büyük azap da onlar içindir”221 buyrulmuştur. Bu ayet kalbi iman dolu olmakla birlikte küfre zorlanan kişinin söylediklerinden ötürü cezalandırılmayacağını bildirir. Bu durumda boşama niyeti bulunmayan bir kişi başkası tarafından zorlandığı ya da ağır bir şekilde tehdit edildiği için boşama lafızlarını kullanırsa karısı boşanmış olmaz.222 Hanefi hukukçular konuyla ilgili çoğunluğun görüşlerine katılmasalar da Peygamberimizin “Kuşkusuz Allah, ümmetimden yanılma, unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır.”223 Hadisi çoğunluğu temsil eden âlimlerin görüşlerini kuvvetlendirmiştir. Ayrıca Peygamberimizin başka bir hadislerinde şöyle buyruluyor. “Zorlama altında ne boşama olabilir ne de azad etmek.”224 Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere mükreh olan yani böyle bir zorlama altında kalan kişi talakı kastetmemektedir. Bu kişi nefsini korumak ve ezadan kurtulmak amacıyla boşama lafızlarını kullandığı için yapılan talak fâsid olur ve ona itibar edilmez. Her şeyden evvel mükreh, irade ve tercihi olmayan kimsedir. İrade ve ihtiyar ise mükellef olmanın esaslarındandır. Kişi bu iki unsura sahip olmadığı takdirde mükellef de olmaz. Çünkü zorlama kişinin iradesini elinden alır ve böylece sorumluluğu ortadan kalkar.225 Ancak yapılan tehdidin evlenmenin iptalini gerektiren bir sebep olabilmesi için bazı şartların oluşması gerekir. - Tehdit, eşlerden birinin şahsına veya onun yakınlarının, hayat, sağlık ve namusuna yönelmelidir. - Tehdit, ağır ve mevcut veya yakın bir tehlikeye ilişkin olmamalıdır. Tehdit konusu tehlikenin objektif açıdan ciddi ve esaslı olması şarttır. Tehditte bulunanın kimliği ve diğer eş tarafından bilinip bilinmemesi önemli değildir. 220 Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, Mısır 1987, X, s. 184; Şirbînî, Muhammed el-Hatîb, Muğni’l-Muhtâc ilâ Mağrifeti Me’âni Elfâzi’l-Minhâc, Mısır 1958, III, s.289. 221 Nahl, 16/106. 222 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’an, X, s. 180-184; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 273; Aktan, Hamza, “Talak”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, IV, s. 241. 223 Buhârî, “Talak” 11; İbn Mâce, “Talak” 16; Ebu Davud, “Talak” 15; Tirmizî, “Talak” 8. 224 Ebu Davud, "Talak” 8; İbn Mâce, “Talak” 16. 225 Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 274. 41 - Korkutma ile evlenmenin gerçekleşmesi arasında nedensellik bağının bulunması gerekir. Tehdidin hal ve şartlara göre, iradenin oluşmasında ağır basan etken olması bu şartın gerçekleşmesi için yeterlidir.226 . Osmanlı Devletinin Tanzimata kadar olan dönemdeki uygulamalarına bakacak olursak; bilhassa kız kaçırmalarda veya bazı idarecilerin kızlarını diledikleriyle zorla evlendirme durumlarında söz konusu nikâhın geçerli sayılması, bu şekilde evlendirilen kızlar için çok haksız neticeler doğurmuştur. Bu çeşit nikâhlarda kocanın zorla boşamaya mecbur edildiği, gerek bu şekilde evlenen kimseler ve gerekse bu nikâhı kıyan kimselerin cezalandırıldığı görülmektedir.227 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin 57’nci maddesi “İkrah ile vuku bulan nikâh fâsiddir”228 şeklinde düzenlenmiştir. Nasıl ki tehdit altında nikâh akdi geçerli değilse aynı şekilde boşama akdinin de geçerli olmaması gerekir. Çünkü bir şeyin bina edilmesinde hangi usul izleniyorsa sona erdirilmesinde de aynı yol izlenmelidir. 2.4.1.5.2. Sinir Krizi İçindeyken Boşama (Medhuşun Talakı) İnsanın mantıklı düşünme kabiliyetini yitirdiği aşırı sinirlilik halindeki boşamalar geçerlilik arzetmez. Bunun dayanağı ise Hz. Peygamber’in “İğlak halinde boşama yoktur”229 hadisidir. Hadiste geçen “iğlak” kelimesi aşırı kızgınlık ve sinir krizi olarak anlaşılmıştır.230 İğlak, ıstılahta “kapamak, kilitlemek” anlamlarına gelir. Kişi sinirli haldeyken mantıklı düşünemeyeceğinden dolayı kişinin sinirlilik haline iğlak denmiştir. Medhuş ise ne yaptığını, ne söylediğini bilmeyen, dehşete düşmüş, aklı başından gitmiş kimseye denir. İbn Âbidîn (v. 1252/1836) medhuş ile öfke halini birlikte mütalaa etmekte olup bunların söylediklerini bilmeyecek hale gelmiş olmalarının önemli olmadığını, bilakis hezeyanın fazla olması ve ciddi ile şakayı karıştırmalarının kifayet edeceğini ifade eder. İbn Âbidîn’e göre medhuş ve benzerleri hakkında olağan dışı fiil ve sözlerinde anormalliğin fazla olmasına göre hüküm vermek gerekir. Ayrıca yaşlılıktan, hastalıktan veya ani bir musibetten dolayı şuurunu kaybeden kimselerin fiil ve sözlerindeki anormallik göz önüne alınarak -bu söz ve fiilleri bilerek veya isteyerek söylemiş ve yapmış olsalar dahi- söylenen sözlerin sahih bir idrakten hasıl olmadığı görüşünden hareketle bu söz ve fiillere itibar edilmez.231 226 Köprülü, Bülent; Kaneti, Selim, Aile Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul 1989, s. 103-104. Aydın, M. Akif, İslam-Osmanlı Aile Hukuku, s. 99-100. 228 Hukuk-ı Aile Kararnamesi, md. 57. 229 Buhârî, “Talak” 11; İbn Mâce, “Talak” 16. 230 Bkz. Ebu Davud, “Talak” 8. 231 İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, III, s. 427; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 270. 227 42 Çünkü söz konusu boşamanın vuku bulma şartlarından birisi de kişinin sarfettiği sözleri ve maksadını bilmesidir. İbn Âbidîn ile aynı görüşü paylaşan Süleyman Ateş ise medhuşun talakını sarhoşun talakına benzetir. Ateş’e göre insan kızınca sarhoş gibi olur ve sözlerini de düşünmeden, kontrol etmeden söyler. Dolayısıyla nasıl ki sarhoşun boşaması geçerli değilse öfkeli kişinin de boşaması geçerli değildir.232 Diğer taraftan mantıklı düşünmeyi zedelemeyecek ölçüdeki sinirlilik hali talaka engel teşkil etmez.233 Netice itibariyle “iğlak” kelimesini aşırı kızgınlık ve sinir krizi olarak değerlendirenlere göre medhuşun talakı muteber değildir. Çünkü boşama yetkisine sahip olan şahsın akıl ve baliğ olması gerekir. Medhuş ise ne dediğini bilmeyecek tarzda asabi ve öfkeli olduğu için bilincini kaybetmiş deli veya mecnuna benzetilir. Bu anlayış Kur’an’ın ruhuna da uygundur.234 Nitekim talakın muteber olabilmesi için üzerinde iyice düşünülmesi ve doğuracağı neticenin iyi hesap edilmesi gerekir. Sinir krizi halinde olan bir kişi ise ne söylediğini bilmediği için boşama konusundaki sözünün rızasına dayalı olup olmadığı şüphelidir. Dolayısıyla da boşaması geçerlilik arzetmez. 2.4.1.5.3. Sarhoş İken Boşama İçki ve benzeri maddelerin kullanılması neticesinde ne dediğini ve ne yaptığını bilmeyecek durumda olan veya ayıldıktan sonra yaptıklarını hatırlamayacak şekilde aklî dengesini kaybeden kişiye sarhoş denir. Sarhoşluk ise kişinin fiil/eda ehliyetine tesir ettiğinden dolayı boşamasını da etkiler.235 İslam âlimleri sarhoşluğu iki kısımda ele almışlardır. Bunlardan birincisi meşru bir şeyi yeme veya içme ya da zaruret sebebiyle meydana gelen sarhoşluktur. Mesela, ilaç almak, çok fazla bal yemek veya tehdit altında zorla içki içirilmek bu gruba girer. Bu gibi durumlarda sarhoş olan kimsenin boşaması ittifakla hukuki netice doğurmaz.236 Çünkü bu şekildeki sarhoşluk, hastalık ve baygınlık gibi elde olmayan arızalar kabilinden sayılır ve kişi maruz görülür.237 232 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1989, IX, s. 484. Yaman, İslam Aile Hukuku, s. 65. 234 Bkz. Talak 65/1. 235 Yaman, İslam Aile Hukuku, s. 65; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 279. 236 İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, s. 254. 237 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, II, s. 195. 233 43 Hanefi mezhebinde tercih edilen görüşe ve İmam Muhammed’e göre bal ve hububattan yapılan içeceklerle sarhoş olan kimsenin veya zaruret gereği sarhoş eden bir şeyi içen kimsenin karısını boşaması halinde talak vuku bulur. Ancak Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre talak geçerlilik arzetmez.238 Sarhoşluğun ikincisi ise yasaklanan şeylerin kullanılmasıyla meydana gelenidir. Diğer bir ifadeyle arzu edilerek sarhoşluk verdiği bilinen içki vb. maddelerin mazeret bulunmadan kullanılmasıyla meydana gelen sarhoşluktur. Bu şekilde sarhoş olanların talakının geçerliliği hususunda İslam hukukçuları farklı ictihadlar ileri sürmüşlerdir. Cumhur alkollü içki içen kişinin boşamasını geçerli kabul eder. Çünkü cumhura göre sarhoş olan kişinin akıllanması ve işlediği suçun sonucuna katlanması için bu anlayış yerinde olacaktır.239 Diğer taraftan sahabeden Hz. Osman (v. 35/656), Tabiînden Ömer b. Abdulaziz (v. 101/720), Tâvus b. Keysân (v. 106/724), Leys b. Sa’d (v. 175/791), Ebu Sevr (v. 240/854) ve İshak b. Râhaveyh (v. 228/843), Şâfiîlerden Müzenî (v. 264/878), Zâhirîler, Zeydîler, Caferîler, Hanefilerden Tahâvî (v. 321/933) ve Kerhî (v. 340/951) gibi hukukçular böyle bir boşamayı hükümsüz saymışlardır.240 Cumhur görüşünü şu delile dayandırmaktadır Kur’an’da “Ey Mü’minler! Sarhoş halde iken namaz kılmaya yeltenmeyin. Ayılıp aklınız başınıza gelinceye kadar bekleyin. Cünüp iken de –yolculukta olma ve yıkanma imkânı bulamama durumunuz hariç- suyla temizlenmedikçe namaz kılmaya kalkışmayın”241 buyrulmaktadır. Ayetteki hitap sarhoşlara yapılmaktadır ve bu da onların mükellef olduğunu gösterir. Yani haram yolla meydana gelen sarhoşluk mükellefiyeti ortadan kaldırmaz.242 Ayette de ifade edildiği üzere sarhoş insanların namaza yaklaşmaları nehyedilmektedir. Nehiyde sarhoş olanların mükellef olduğunu göstermektedir. Esas itibariyle sarhoşluk işlenen suçların cezasında hafifletici bir sebep değildir. O halde sarhoş olan şahıs yaptığı suçun cezasını çekmelidir.243 Aynı zamanda sarhoş olan kişi daimî olarak aklını yitirmemiş, yalnızca onun anlama kabiliyetini geçici olarak ortadan kalkmıştır. Cumhur bu durumdan hareketle haram olan bu fiili işlemekten menetmek ve işleyeni cezalandırmak için ibadetlerini vaktinden sonraya bırakmanın günahına katlanma ve namaz, oruç gibi kazası mümkün olan ibadetleri kaza etme 238 İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, II, s. 424. İbn Rüşd, Ebi’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. El-Hafîd, Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, (trc. Ahmed Meylânî), Beyan Yayınları, İstanbul 1985, II, s. 67-68; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, s. 289. 240 İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, s. 289; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VI, s. 234. 241 Nisâ 4/43. 242 İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, II, s. 429. 243 Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 255. 239 44 mükellefiyeti uhdesinde bırakılmıştır şeklindeki kıyaslar gereğince sarhoşun talakını geçerli kabul eder.244 Bir diğer husus ise sarhoş olan kocaların karılarına karşı tavırlarıdır. İçkinin tesiriyle aklı başında olmayan koca zaman zaman karısına saldırabilir ve bu durum telafisi olmayan sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla da sarhoş koca zevcesini mesut edemez. İşte bu yüzden talak kadın için bir kurtuluş vesilesi olur. Ancak kadın kocasının bu haline razı ise onun için zevciyeti iade yolu daima açıktır. Usulüne uygun olarak nikâhlarını yenileyebilirler.245 Netice itibariyle cumhura göre sarhoşluk mükellefiyeti düşürmez, hakları zayi etmez. İşlenen suçların cezasında hafifletici sebep kabul edilmez. Çünkü işlenen fiil suçtur. Suçtan sahibi faydalanamaz.246 Sarhoşun boşamasını hükümsüz sayan âlimlerin delillerine gelince: Kur’an’daki “Ey mü’minler! Sarhoş halde iken namaz kılmaya yeltenmeyin” ayetinden de anlaşılacağı üzere sarhoş olan kişi ne dediğini bilemez. Ne dediğini bilmeyen bir kişi ise tasarruflarından sorumlu olamaz. Çünkü o, akıl sahibi değildir.247 Hz. Peygamber de kendisine gelerek zinadan temizlenmek isteyen Maiz b. Mâlik hakkında “Bunda delilik var mı?” diye sordu. Deli olmadığı haber verilince “şarap içmiş mi?” diye sordu. Orada bulunan bir zat Maiz’in ağzını koklayıp bir şey bulamayınca Rasulullah “sen zina ettin mi?” diye sordu. Evet cevabını alınca emir buyurdu ve Maiz recm edildi.248 Maiz’in sarhoş olduğu söylenseydi belki de Hz. Peygamber onu cezalandırmayacaktı. Bu da gösteriyor ki sarhoşluk mükellef olmaya mani teşkil etmektedir. Ayrıca Hz. Ali’nin rivayetine göre Hamza yaşlı develerin böğürlerini yaraladı. Hamza’yı bu fiilinden dolayı kınayan Hz. Peygamber onun sarhoş olduğunu anladı. Sonra Hamza kendisini kınayan Hz. Peygamber’e “Siz benim babamın ancak kölesisiniz” deyince Rasulullah kendisini muaheze etmedi. Onun sarhoş olduğunu anladığından yanından ayrıldı.249 Şayet bu sözü aklı başında olan biri söylemiş olsaydı dinden çıkmış ve küfre girmiş olurdu. İslam âlimlerinin bu hususta görüş ayrılığına düşmelerindeki esas neden şudur: Sarhoş olana uygulanacak hükümle akıl hastasına uygulanacak hüküm arasında bir benzerlik var 244 İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, II, s. 424; Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 255; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 282. 245 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, II, s. 200-201. 246 Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 255. 247 Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 283. 248 Müslim, “Hudud” 5; Tirmizî, “Hudud” 5. 249 Buhârî, “Talak” 11. 45 mıdır? Bu ifadeye olumlu yaklaşanlara (benzerlik olduğunu iddia edenlere) göre sarhoş edici şeylerin alınmasıyla mükellef olmanın şartı olan akıl gitmiştir. Bu nedenle talak vaki olmaz. Aksini düşünenlere (sarhoşa uygulanacak hükümle akıl hastasına uygulanacak hüküm arasına benzerliğin bulunmadığını iddia edenlere) göre ise sarhoşluk sebebi ile aklın kaybolması kişinin iradesi ile meydana gelmektedir. Akıl hastalığı ise irade ile bağlantılı değildir. Dolayısıyla da sarhoşun talakı geçerli olur.250 Sarhoşun boşamasının muteber olduğunu kabul edenlerin “bunun pek çok kadın için ayyaş kocalarının ellerinden kurtulma vesilesi olduğunu, şayet kadınlar razı ise nikâhlarının yenilenmesinin mümkün bulunduğu şeklindeki savunmaları pek tutarlı görünmüyor. Zira sarhoş olan bir erkeğin karısını hangi sebeple ve nasıl boşayacağı belli değildir. Belki de yuvasını sebepsiz yere bir daha kurulamayacak şekilde yıkacaktır. Malum olduğu üzere İslam hukukunda her boşama sadece nikâh yenilemekle kolayca telafi edilecek cinsten değildir. Ayrıca bu mümkün olsa bile bu duruma düşmüş eşlerin başkalarına karşı utanç duyma, dedikodudan çekinme vs. gibi sebeplerle nikâh yenileyerek bir araya gelmeleri kolay değildir. Halbuki kocasının ayyaşlığı yüzünden geçimi bu derece bozulmuş, bir kısım tehlike ve hücumlara maruz kalan mutsuz bir eşin eğer istiyorsa bu durumdan kurtulmak için mahkeme yoluna başvurması daima mümkündür. Ve bu yol daha geçerli ve her bakımdan daha emniyetlidir.251 Nitekim Hukuk-ı Aile Kararnamesinin konuyla ilgili maddesi mübah olan talakla mübah olmayan talak arasında bir ayrım yapmayarak önemli olan hususun cinnet-i muvakkate halinde bulunan kimsenin talakı meselesi olduğundan hareketle sarhoşun talakının vaki olmadığı şeklinde düzenlenmiştir.252 Netice itibariyle sarhoşluk, ehliyet arızalarından biri olup ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran bir unsurdur. Kişi bu haldeyken ne yaptığını ve ne söylediğini bilemez. Dolayısıyla rıza ve ihtiyarı da ortadan kaldırmaktadır. Her ne kadar bazı âlimler ilaç alımından dolayı sarhoş olan kişinin talakını geçerli kabul etse de kanaatimizce bu görüş yanlıştır. Çünkü ilacı sağlığına kavuşmak için almaktadır ve dolayısıyla zaruret söz konusudur. Zaten aklı başına geldiğinde de söylemiş olduğu sözlerin yanlış olduğunun farkına varır. 250 İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 68. Koçak, Muhsin, “Ehliyete Tesiri Açısından Sarhoşluk”, 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun 1991, S: 5, s. 117. 252 Bkz. Hukuk-ı Aile Kararnamesi, md. 104. 251 46 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AKDİN SONA ERDİRİLMESİNDE RIZA 3.1. İkâle Sözlükte “bir şeyi gidermek, ortadan kaldırmak, ahdi veya alışverişi bozmak ve affetmek”253 gibi anlamlara gelen ikâlenin Türkçe karşılığı “cayma”254 dır. Fıkıh literatüründe ise ikâle, alışveriş yapan iki kişinin karşılıklı rıza ile bu alışveriş akdini feshetmeleri demektir.255 Mesela, bir kimse yüz ölçek buğdayı elli dinar mukabilinde satarsa ve bunu müşteriye teslim ederse daha sonra da akdi yapan taraflar birbirinden ayrılır, arkasından satıcı müşteriye, “Ya semenini yahut sana verdiğim buğdayı bana ver” derse o da bunu kısmen veya tamamen verecek olursa bu, satıcıya geri verilen miktarda bir fesih olur.256 Kur’an’da yer almayan ikâle kelimesi hadislerde genellikle iki anlamda kullanılmıştır. Bunlardan birincisi dinî- siyasî bir bağlılık anlaşması niteliğinde olan biatın geri alınması257, diğeri de satıcının alıcıyla anlaşarak aralarında yaptıkları satım akdini bozmalarıdır.258 Hz. Peygamber’in satıcının pişman olmasıyla müşterinin bunu dikkate alıp akdin bozulmasına yanaşmasını teşvik ettiği hadisinde259 ikâleyi kullanmasının, kelimenin bu hukuki işleme isim olarak verilmesinde etkili olduğu söylenebilir. Hadiste zikredilen ikâle böylelikle terim anlamı kazanmıştır.260 3.1.1. İkâlenin Mahiyeti ve Hükmü İkâle, fesih gibi akde dayalı borç ilişkisini sona erdiren sebeplerden biri olmanın yanında bir bakıma da önceki alışverişin tersi olan yeni bir alışveriştir. Çünkü kuruluşu için 253 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 534; Paçacı, Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 304; Aybakan, Bilal, “İkâle”, DİA, İstanbul 1996, XXII, s. 14. 254 Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 160. 255 Fetâvâyi Hindiyye, (trc. Mustafa Efe), Akçağ Yayınları, Ankara ty., V, s. 452; Bardakoğlu, Ali, “İkâle”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, II, s. 372; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14; Karaman, Hayreddin, “Akid” DİA, İstanbul 1989, II, s. 256. 256 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 534-535. 257 Bkz. Buhârî, “Medine” 10; Müslim, “Müsâfirîn” 278; Muvatta, “Medine” 4; Müsned, III, 306,307. 258 Bkz. Müslim, “Büyû” 45; İbn Mâce, “Rühûn” 17; Muvatta, “Büyû” 1. 259 “Kim, müslümanın (müşteri alışverişten zarar görecek diye yaptığı alışverişi) izale ederse (cayarsa) Allah da onun hatasını izale eder (affeder).” (Ebu Davud, “Büyû” 52; İbn Mâce, “Ticârât” 26.) 260 Aybakan, “İkâle”, DİA,, XXII, s. 14. 47 iki tarafın karşılıklı iradesine ihtiyaç duyulmaktadır ve bu yönüyle fesihten ayrılır, akid olma özelliği taşır.261 İkâlenin bu iki özelliğinden dolayı müctehidler onun akid mi yoksa fesih mi olduğu konusunda görüş ayrılığına düşmüştür. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre ikâle, gerek taraflar ve gerekse üçüncü kişiler açısından fesih niteliğindedir. Âlimler burada lafzî bir yorum yaparak ikâlenin Arap dilinde “bir şeyin ortadan kaldırılması” anlamında kullanıldığını, dolayısıyla bir akdin ortadan kaldırılmasının onun feshedilmesi demek olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca satılan şey kendisi ile akdin gerçekleşemeyeceği bir lafız ile satıcıya geri dönmüştür. O halde bu, kusur sebebiyle geri vermek gibi bir fesih olur.262 İmam Malik ve Zahirilere göre ikâle, hem taraflar hem de üçüncü kişiler hakkında imkân ölçüsünde bir akiddir. Çünkü satılan şey daha önce elinden çıktığı cihet ile satıcıya geri dönmektedir. O halde bu, akid taraflarının karşılıklı rızası ile gerçekleşmektedir. Dolayısıyla satışta caiz olan ikâlede de caiz olur. Satışta haram olan ikâlede de haramdır. Ancak âlimlere göre ikâle, önceki akidden doğan karşılıklı edimler henüz ifâ edilmeden yapılmışsa fesih özelliği taşır.263 Hanefiler ise kendi aralarında farklı görüşler belirtmişlerdir. Ebû Hanife şöyle demiştir: İkâle ister kabzdan önce olsun isterse kabzdan sonra olsun, akdin tarafları hakkında bir fesih, ikisinin dışında kalan üçüncü bir kişi hakkında ise yeni bir satıştır.264 Ancak ikâleyi fesih olarak kabul etmek mümkün değil ise bâtıl olur. Mesela, satılmış olan bir hayvanın kabzedildikten sonra doğurması böyledir. Çünkü hayvanın kendisinden ayrılan fazlalık sebebiyle feshe imkân kalmamıştır. İkâlenin bir fesih olduğuna delil şudur: İkâle hem sözlük manası itibariyle hem de şer’i bir terim olarak “bir şeyi kaldırmak” demektir. Bir şeyin kaldırılması ise feshedilmesi demektir. Onun bir satış olması haline gelince; Akid taraflarından her birisi bir bedel karşılığında sermayesini alır. Bu da satış demektir. Buna göre bir kimse bir ev satın alsa ve bu evin de bir şef’i (şuf’a hakkında sahip olan kimsesi) bulunsa, satışı bilmesinden sonra da şuf’a talebinde bulunmasa, daha sonra 261 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 452; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 27; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 535; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 161; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14. 263 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 535; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 161; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14. 264 Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, III, s. 916; Bardakoğlu, “İkâle”, II, s. 372. 262 48 akdin tarafları satışta ikâlede bulunsalar, o şef’i kimsenin ikinci olarak şuf’a talebinde bulunma hakkı sabittir. Çünkü ikâle onun için yeni bir satış gibidir.265 Ebû Yusuf’a göre ikâle, yepyeni bir bey’ akdidir. Yani hem akdin iki tarafı hakkında hem de başkaları hakkında yeni bir satıştır. Bunun yanında ikâleyi bir satış olarak kabul etmek mümkün değilse o zaman fesih kabul edilir. Mesela, ikâle, taşınabilir bir mebîde kabzdan önce söz konusu olursa durum böyledir. Ancak akarda durum bunun aksinedir. Hem Ebû Yusuf hem de Ebû Hanife’ye göre akarın kabzedilmesinden önce satışı caizdir. Dolayısıyla akarın ikâle edilmesi bir satıştır. Ebû Yusuf’un delili şudur: Satışın manası malın mal karşılığında mübadelesidir. Bu da bir bedeli alıp bir bedeli vermektir. O bakımdan ikâle, satış manası içerdiğinden dolayı satış olarak değerlendirilir ki muteber olan da şekil değil manadır.266 İmam Muhammed’e göre ise ikâle bir fesihtir. Ancak onu fesih kabul etmeye imkân olmazsa zaruret dolayısıyla bu bir satış kabul edilir. İmam Muhammed burada Ebû Hanife’nin örneğinden yola çıkarak ikâlenin hem sözlük manası itibariyle hem de şer’i bir terim olarak bir şeyi kaldırmaktan ibaret olduğunu ifade etmiş ve dolayısıyla ikâlede aslolanın fesih olduğunu savunmuştur.267 İmam Muhammed’e göre ikâle eğer kabzdan önce yapılmışsa mevzu ne olursa olsun müşterinin satması caiz olmadığından bunu bey’i saymak mümkün değildir. Bu bir fesihtir ve ilk bedel muteberdir. Eğer ikâle kabzdan sonra yapılmışsa bunu bey’i saymak da mümkündür. Bu sebeple bakılır: Hiçbir bedel zikredilmemişse ya da ilk bedel veya daha eksiği zikredilmişse fesihtir ve ilk bedele göre muamele görür. Bunların dışında kalan ihtimallerde ise bey’idir ve zikredilen bedel muteberdir.268 Hukuki açıdan geçerlilik arzeden bir akdi ortadan kaldıran iradî işlemin ikâle mi yoksa fesih mi olduğu hususunda en önemli ölçü, söz konusu akdin bağlayıcı olup olmaması ve fesih kabul edip etmemesidir. Nikâh ve hul’ (muhâlea) gibi bağlayıcı olduğu halde fesih kabul etmeyen muamelelerde ikâle geçerli değildir. Her iki tarafı bağlayan akidlerde akid ancak iki tarafın anlaşmasıyla bozulabilir. Akdin tek tarafı bağlayıcı olması halinde de akdin kendisini bağladığı taraf için aynı durum söz konusudur. Diğer taraf ise istediği zaman tek başına akdi bozabilir. Karşılıklı rızanın şart olduğu ilk iki durumda akdin ortadan kaldırılması ikâleyle, son durum ise fesihle ifade edilir. Buna göre fesih akdin tek taraflı olarak bozulması, ikâle ise 265 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 27; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 536; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 448; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14. 266 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 536; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 448-449; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 161. 267 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 536; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14. 268 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 449; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 537. 49 iki tarafın muvâfakatiyle bozulması demektir. Ayrıca fesih bağlayıcı olmayan akidlerde bu akidlerin yapısı gereği, bağlayıcı akidlerde de bir takım hukuki eksiklikler, bazı muhayyerlik ve mazeretler gereği işleme imkânı bulurken ikâle, sadece bağlayıcı olan ve kuruluş aşamasında herhangi bir eksiklik içermeyen akidlerde işleyebilir. 269 3.1.2. İkâlenin Kuruluşu İki taraflı bir hukukî işlem olan ikâlenin unsurları icab ve kabuldür. İcab ve kabulde kullanılacak kelimenin kipi ve zamanı üzerinde durulmuş ve İmam Muhammed hem icabın hem de kabulün mazi (di’li geçmiş zaman) siygası olması gerektiğini ifade etmiştir. Ebû Hanife ile İmam Yusuf’a göre ise her ne kadar satım akdinde bu şekilde olsa da ikâlenin pazarlığa ihtimali bulunmadığından dolayı biri mazi diğeri gelecek zaman siygasıyla da olabilir. 270 Mesela, akid taraflarından birinin “ikâlemi kabul et” deyip ötekinin de “kabul ettim” demesi şeklinde olursa Ebû Hanife ve Ebû Yusuf’a göre nikâh akdinde kabul edildiği gibi olur demişlerdir. Çünkü ikâlede pazarlık söz konusu olmadığı için bu lafız icaba hamledilir. 271 İki taraftan birisinin teâtisi ile de sözleşme akdedilmiş olur. Bir müşteri, yenilecek bir şeyi teslim alıp bedelinin de bir kısmını teslim ettikten sonra birkaç gün geçince “Bedeli pahalı” der ve bu durumda satıcı da teslim aldığı bedeli geri verirse alışveriş bir tarafın teâtisi ile mün’akid olur.272 Yani bu durumda da karşılıklı rıza mevcuttur. Zaten ikâlenin geçerli olabilmesi için öncelikli şart tarafların karşılıklı rızalarının bulunmalarıdır. Hukukî temsilci tarafından yapılmış olan bir akdin yine hukukî temsilci tarafından ikâleye konu yapılıp yapılmayacağı tartışmalıdır. Bu mesele temsilcinin elde ettiği tasarruf yetkisinin hangi işlemleri kapsadığına yönelik olarak yapılan yorumlarla çözülmeye çalışılmıştır. Vekilin yapmış olduğu satım müvekkil tarafından ikâleye konu yapılabilir. Vekil burada yapmış olduğu akdi karşı edimi teslim almadan önce ikâleye konu edebilir. Ancak karşı edimi aldıktan sonra vekilin yaptığı ikâle kendi hesabına gerçekleştirdiği yeni bir alım işlemi olarak kabul edilir. Dolayısıyla müvekkiline karşı önceki aldığı bedelden sorumlu olur. Satıma ilişkin vekilin ikâle yapmasıyla Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre semen alacağı müşteriden düşer. Ebû Yusuf’a göre ise düşmez. Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e 269 Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 14. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 25; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 447; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 15; Karaman, “Akid”, DİA, II, s. 256. 271 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 535. 272 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 454; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 25. 270 50 göre seleme ilişkin vekilin tıpkı ibrâ273 gibi ikâle yapma yetkisi vardır. Hanefi mezhebinde satmaya vekil olana ikâle yetkisi tanınmış, ancak almaya vekil olana bu yetki tanınmamıştır. İmam Malik ise hem satıma hem de alıma vekil olanın ikâle yetkisine sahip olmadığını savunur.274 Sonuç olarak ikâlenin kuruluş aşamasında tarafların rızasının bulunması temel koşuldur. Kanaatimizce tarafların icab ve kabulde bulunurlarken kullanmış oldukları sîgaların önemi yoktur. Yeter ki kullanılan ifadeler rızaya delalet etsin. İkâle bir tarafın teâtisi ile kurulurken de yine karşılıklı rıza esastır. Kısacası taraflardan herhangi birisi yapılan ikâleye razı olmazsa ikâle geçerli olmaz. Çünkü tanımından da anlaşılacağı üzere karşılıklı rıza şarttır. 3.1.3. İkâlenin Şartları İkâlenin sahih ve muteber olabilmesi için şu şartların bir arada bulunması gerekir. 1. Öncelikle ikâlenin sahih olmasının şartı, ikâle yapanların her ikisinin de buna razı olmasıdır. Çünkü tehdit ve zorlama gibi durumlar akdi ifsad eder. Ayrıca Ebû Yusuf’a göre bu şartın koşulmasının sebebi ikâlenin bir satış olmasıdır. Nitekim rıza da satışlarda aranan şartlardandır. Hanefilerin cumhurunun görüşüne göre ise ikâle, akdin bir feshi olduğundan dolayı bu şart aranır. Akid her iki tarafın rızası ile gerçekleştiği gibi fesih de tarafların rızası ile gerçekleşmelidir. 2. İkâleye konu olan akid bağlayıcı ve feshi kâbil bir akid olmalıdır. Taraflardan biri lehine herhangi bir muhayyerlik (şart ve görme muhayyerliği gibi) tanınarak feshe elverişli hale getirilebilen iki tarafı bağlayıcı bütün akidler ikâleye konu edilebilir. Ebû Hanife ve Züfer bu görüştedir. Çünkü onlara göre ikâle, akdin feshedilmesidir. Eğer feshe imkân bulunmuyor ise –mesela, feshe mani olan bir şekilde artacak olursa- ikâle sahih olmaz. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise böyle bir şart öngörülmemektedir. Çünkü ikâle, Ebû Yusuf’un kabul ettiği esas kaideye göre bir satıştır. Satışta fazlalık ise mümkündür ve dolayısıyla akid konusu yine ikâleyi kabul etmeyle devam eder. İmam Muhammed’in kabul ettiği esasa göre ise ikâle her ne kadar bir fesih ise de mümkün olması halinde bir fesihtir. Burada ise buna imkân yoktur. Çünkü satılan şeyde bir fazlalık meydana gelirse feshe imkân kalmaz. 273 İbrâ: Sözlükte “arındırmak, temize çıkarmak, yükümlülükten kurtarmak” gibi anlamlara gelen ibrâ, bir fıkıh kavramı olarak, bir kimsenin başka birinde bulunan alacak veya hakkından karşılıksız olarak vazgeçmesini ifade eder. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 287) 274 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 457-458; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 15. 51 İki tarafı bağlayıcı akidler ancak iki tarafın karşılıklı rızasıyla fesih imkânına sahiptir. Örneğin “bey’”, “mudârebe”275, “icâre”, “havâle”276, “selem”277, “sulh”278 bu niteliğe sahip akidlerdir. Ayrıca tek taraf için bağlayıcı olan “rehin”279 ve “kefâlet”280 gibi akidlerde fesih hakkına sahip olmayanlar ancak ikâle yoluyla akdi bozabilirler. Hibe de tek taraf için bağlayıcı olduğunu savunanlara göre veya belli işlemlerden sonra bağlayıcı hale geldiğinde ikâleye elverişli olur. İkâleye elverişli olmayan akidler ise “vedîa”281, “vasiyet”282, “cuâle”283 gibi bağlayıcı olmayan akidlerle, “vakıf”284, nikâh, hul’ gibi feshi kâbil olmayan akidlerdir. 275 Mudârebe: Sözlükte “vuruşmak, dövüşmek, birinden ticaret için mal alıp kazandıktan sonra kâra ortak olmak” gibi anlamlara gelen mudârebe, bir fıkıh kavramı olarak, bir taraftan sermaye, diğer taraftan emek ve çalışma olmak üzere kurulan şirkettir. Taraflar bir veya daha fazla kişi olabilir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 456) 276 Havâle: Sözlükte “bir şeyi bir yerden başka bir yere nakletme, gönderme, yönünü değiştirme, intikal” anlamlarına gelen havâle, bir fıkıh terimi olarak, borcun bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakledilmesi demektir. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 288; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 240; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 198) 277 Selem: Sözlükte “boyun eğme, harpsiz esir alma, palamut ağacı” gibi anlamlara gelen selem, bir fıkıh terimi olarak, peşin para ile veresiye mal almak demektir. Selem akdi, vadeli alışverişin tersidir. Vadeli alışverişte bedel veresiye, selemde ise mal veresiyedir. Selem akdi, tasarruf ehliyetine sahip taraflar arasında karşılıklı irade beyanı ile kurulur. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 111; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 589; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 183) 278 Sulh: Sözlükte “iyi olmak, iyi hal üzere bulunmak, durumu düzeltmek ve fasadın yok olması” anlamlarına gelen sulh, fıkıh terimi olarak, iki taraf arasında yapılan barış anlaşmasını ifade eder. Sulh karşılıksız yapılabileceği gibi, bir bedel karşılığında da yapılabilir. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VIII, s. 5; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 598; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 227) 279 Rehin: Sözlükte “hapsetmek, alıkoymak, devamlı olmak, sabit olmak” gibi anlamlara gelen rehin, bir fıkıh kavramı olarak, bir hak karşılığında teminat olarak bir malı tutmak, bir alacağı güvence altına almak için teslim alınan mal demektir. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VII, s. 5; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 550; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 202) 280 Kefâlet: Sözlükte “bir şeyi başka bir şeye eklemek, birine kefil olmak, bakmak, beslemek, taahhüt etmek, garanti etmek” anlamlarına gelen kefâlet, bir fıkıh terimi olarak, hak sahibinin bir şeyi talep etmesi konusunda, yükümlünün zimmetine üçüncü kişinin zimmetinin eklenmesini ifade eder. (Bkz. Bilmen, Hukukı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 244; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 368; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 194) 281 Vedîa: Emanet ile eş anlamlı olarak kullanılan vedîa, bir fıkıh terimi olarak, bir kimseyi koruması için bir malın geçici olarak tevdi edilmesi akdini ve bu şekilde bırakılan malı ifade eder. Fıkıh literatüründe vedîa, tarafların birbirine uygun karşılıklı irade beyanıyla kurulan ve bağlayıcı olmayan bir akiddir. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, IV, s. 151; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 687; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 276) 282 Vasiyet: Bir kimsenin vefatından sonraya bağlı olmak üzere bir malı veya menfaatini bir veya birkaç kişiye ya da bir hayır işine bırakılmasına vasiyet denir. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, V, s. 115; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 683; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 292) 283 Cuâle: Yapılacak belirli bir iş karşılığında ücret veya mükâfat vaad etme ya da ödenecek ücret veya mükâfata cuâle denir. Cuâle tek taraflı irade beyanı ile borç doğuran hukukî işlemlerdendir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 105) 284 Vakıf: Sözlükte “durmak, ayakta dikilmek, ayağa kalkmak, birini bir işe muttali kılmak, şüphe etmek, incelemek, alıkoymak” gibi anlamlara gelen vakıf, bir fıkıh kavramı olarak, çıplak mülkiyeti kamuya, menfaati ise lehine vakıf tesis edilmiş bulunan hak sahiplerine ait olmak üzere bir malı bağışlamak veya bırakmak demektir. (Bkz. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, IV, s. 298; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 680) 52 3. İkâle sırasında mebîin hala mevcut olması gerekir. Çünkü mecellede ifade edilen tanımdan da anlaşılacağı üzere ikâle “akd-i bey’i refi’ ve izale etmektir”285 yani satım akdini ortadan kaldırmaktır. Satılan şey (mebî) ise akdin mahallidir. Eğer bu, ikâle vaktinde tümüyle telef olmuşsa yapılan ikâle sahih olmaz. Kısmen helak olmuşsa helak olan kadarı ile ikâle sahih olmaz. Ancak bedelin (semenin) tüketilmiş olması ikâleye mâni değildir.286 Aradaki bu farkı şu şekilde açıklayabiliriz. Satışın kaldırılması satışın var olmasını gerektirir. Olmayan bir şeyin kaldırılması mümkün değildir. Satışın varlığı ise satılan şeyin mevcudiyeti ile söz konusudur, semeni ile değil. Çünkü aslolan satılan şeydir. İşte bundan dolayı satış esnasında –semenden ayrı olarakvar olması şart koşulmuştur. Şayet satılan şey telef olacak olursa mebînin hükmünün söz konusu olduğu mahal ortada yok demektir. Dolayısıyla hakikatte satışın hükmünün kaldırılması demek olan ikâle de düşünülemez. Semen telef olduğu takdirde ise satış hükmünün mahalli mevcut olacağından ikâle de sahih olur.287 Örneğin, iki kişi karşılıklı olarak bir ayn’ı borç mukâbilinde alıp satarlar, sonra da bu ayn müşterinin elinde iken ikâle yaparlarsa bu ikâle sahih olur. Bu durumda bedelin durmakta olması veya zayi olmuş bulunması arasında da bir fark yoktur. Ancak ayn’ın helak olmasından sonra ikâle yaparlarsa bu sahih olmaz. Ayrıca bu ayn, ikâle esnasında mevcut olduğu halde sonradan ve satıcıya iade edilmeden önce helak olursa bu durumda da ikâle bâtıl olur. Nitekim bu şekilde iki köle satılır, taraflar da karşılıklı olarak teslim aldıktan sonra köleler helak olursa yapılan ikâle sahih olmaz. Ancak ikâle esnasında kölelerden biri helak olduğu halde diğeri helak olmazsa bu ikâle sahih olur. Fakat durmakta olan köle de geri verilmeden önce helak olursa ikâle bâtıl olur.288 Taraflar ayn’ı ayn ile alıp sattıktan ve karşılıklı olarak da teslim aldıktan sonra bunlardan birisi onu alan şahsın elinde helak olursa yapılan ikâle sahih olur. Helak olan ayn’ın kıymeti onu satın alan şahsa ödenir. Bunun için ise o ayn’ın misli olmaması gerekir. Eğer bu şey misli ise bunu alan şahıs onun mislini arkadaşına iade eder. Diğer şahıs da aldığı ayn’ı bu şahsa iade eder. Şayet taraflar bu ayn’lardan her ikisi de mevcut iken ikâle yaparlar ve bunları birbirine iade edilmeden önce de bunlardan birisi helak olursa, bu ikâle bâtıl olmaz. Ancak bu ayn’lar iki taraf da geri vermeden önce helak olursa bu ikâle bâtıl olur. 285 Mecelle, md. 163. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 25; Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 454; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 537-538; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 448; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 15; Bardakoğlu, “İkâle”, II, s. 373. 287 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 538; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 448. 288 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 455; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 26; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 161. 286 53 4. Şayet ikâle temsilciler aracılığı ile yapılıyorsa temsil edilen kişinin bu ikâleden zarar görmemesi gerekir. Yani temsil edilen tarafın rıza ve ihtiyarının ihlal edilmemesi gerekir. Diğer bir ifadeyle, önceki akid veli veya vâsi gibi kanuni temsilci tarafından emsali aşan bir bedel üzerinden yapılmışsa bu işlemin ikâlesi ilgili kısıtlının zararına sayılan bir işlem olacaktır. Buna kanuni temsil kurumu imkân vermez. 5. Bey’i gibi ikâlede de meclisin ittihadı lazımdır. Yani icab ve kabulün aynı mecliste yapılması gerekir. Şayet taraflardan biri “Bey’i ikâle ettim” dese ancak diğeri o mecliste kabul etmeden meclis bozulsa ya da iki taraftan birinden itiraza delalet eden bir şey sadır olsa diğeri kabul etse de ikâle sahih olmaz. Örneğin, müşteri satın aldığı bir malı ikâle yapmak için satıcının evine gitse ve onu evde bulamayıp malı oraya bıraksa satıcı da eve geldikten sonra o malı istimâl etse ikâle geçerli olmaz. Çünkü mecliste ittihat bulunmamıştır. 6. Sarf289 akdinin ikâle edilmesi halinde sarfın bedellerinin mecliste karşılıklı olarak kabzedilmesi gerekir.290 3.1.4. İkâlenin Hukukî Sonuçları Şartlarına uygun olarak kurulan bir ikâlenin hukukî sonuçları onun fesih veya yeni bir akid sayılmasına bağlı olarak farklılık gösterir. Eğer ki yeni bir akid kabul edilirse borç ilişkisini ileriye doğru ortadan kaldırır. Buna göre önceki akidden doğan ve ifâ edilen borçlar iadeye konu olur. Şayet ifâ edilmemişse bunların talep hakkı düşer ve önceki akde dayanılarak herhangi bir talep ileri sürülemez. İkâlenin yeni bir akid sayılması özellikle üçüncü şahısların hakları bakımından önem taşır. Eğer ki ikâle fesih olarak kabul edilirse akid sırasında hakkından vazgeçen şüf’a hakkı sahibinin bu hakkı iddia etmesine fırsat verilmez. Zira şuf’a hakkını doğuran hukukî işlem ikâle ile ortadan kalkmış durumdadır. İkâle akid sayılırsa bu durumda şuf’a hakkı yeniden kazanılır.291 İkâlenin, bozmayı hedeflediği borç ilişkisinin hangi aşamasında yapıldığı önem arzetmektedir. İkâle önceki akidden doğan borçlar henüz ifâ edilmeden yapılmışsa söz konusu borç ilişkisini geçmişe etkili olarak sona erdirir. Ancak bozmaya konu olan akidden doğan karşılıklı edimlerden biri veya her ikisi ifâ edildikten sonra yapılan bir ikâlede ikâleyi fesih olarak niteleyen görüş esas alındığında iadeye konu olacak edimler sebepsiz zenginleşme 289 Sarf: Sözlükte “çevirmek, döndürmek, halis yapmak, harcamak, para bozdurmak” gibi anlamlara gelen sarf, bir fıkıh terimi olarak, altın, gümüş veya nakit paraların kendi cinsleriyle veya diğer para cinsleriyle değişimi ifade eder. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 579) 290 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 454; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 25; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 537-538; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 448; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 15; Bardakoğlu, “İkâle”, II, s. 373; Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, III, s. 916. 291 Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 15-16. 54 hükümlerine göre tasfiye edilir. Onu bir akid olarak niteleyen görüş esas alındığında ise iadeye konu olan edimler yani bir borç kaynağı niteliğindeki bu akdin hükümlerine göre ifâ edilir.292 3.1.5. İkâlenin İptali İkâlenin ikâlesi de caizdir. Yani şartlarına uygun olarak kurulan bir ikâle daha sonra taraflar arasında anlaşılan başka bir ikâleyle ortadan kalkabilir. Bazı durumlarda ise kendiliğinden son bularak hükümsüz kalır. İkâlenin fesih olduğunu düşünenler feshin feshi olmayacağı gibi ikâlenin de ikâlesinin olmayacağı görüşündedirler. İkâleyi akid olarak kabul edenler ise ikâlenin yeni bir ikâleyle ortadan kalkabileceği görüşünü savunurlar.293 İkâlenin yeni bir ikâleyle ortadan kalkmasının ilk koşulu yine tarafların karşılıklı rızalarıdır. Bey’ akdinde olduğu gibi karşılıklı edimler ifâ edilmiş bir akid, ikâleye konu yapıldıktan sonra mülkiyeti hukuken ve fiilen müşteriye geçmiş olan mebî eğer ki onun elinde telef olursa bu edimin ifâsı imkânsızlaştığı için yapılan ikâle kendiliğinden son bulur. Çünkü ikâlenin şartlarından birisi konunun ifâsının mümkün olmasıdır. İkâlenin kuruluş aşamasında bulunması gereken bu şart aynı zamanda ikâle kurulduktan sonra da bulunmalıdır. Yani ifâ aşamasında da konunun mümkün olması gerekir. Fakat ikâleye konu olan bu tür akidde mesela, satıcının kabzettiği semen telef olursa bu semen her ne kadar kabz işlemiyle taayyün etmiş de olsa ikâle varlığını korumaya devam eder. Çünkü semen niteliğindeki edim ya muayyen bir şey ya da belirli bir miktar paradır. Dolayısıyla bunun ikamesi imkân dâhilindedir. Fakat önceki karşılıklı edimlerin her ikisi de mesela, trampa294 akdinde olduğu gibi ferden muayyen türden ise bunlardan herhangi birinin imkânsız hale gelmesi ikâlenin geçersiz olmasına sebep olur. Ancak böyle bir durumda alacağı imkânsız hale gelen taraf ikâleyle bağlı kalmak istiyorsa telef olan şeyin bedeli üzerinde bir anlaşmaya varılması gerekir.295 Sonuç itibariyle ikâle ister fesih olarak değerlendirilsin isterse yepyeni bir akid olsun tarafların karşılıklı rızası bulunmadığı müddetçe geçerlilik kazanmamaktadır. Ayrıca hem ikâlenin kuruluş aşamasında hem de ikâlenin yeni bir ikâleyle ortadan kaldırılmasında yine 292 Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 16. Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 459; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, VI, s. 27; Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 16. 294 Trampa: Mukâyaza olarak da bilinen trampanın sözlük anlamı “değişmek, değiştirmek”tir. Fıkhi olarak ise, ikisi de nakit veya semen cinsinden olmamak üzere bir ayn’ı, diğeri ile değiştirmektir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 468) 295 Aybakan, “İkâle”, DİA, XXII, s. 16. 293 55 tarafların rıza ve ihtiyarı şarttır. Aksi düşünülecek olursa yapılan uygulama ikâle olmaktan çıkar. 3.2. Muhâlea Lügatte “çekip çıkarmak, bir şeyi koparıp ayırmak, gidermek, soymak, soyunmak ve evlilik bağına son vermek”296 gibi manalara gelen hul’un (muhâleanın) ıstılâhi manası, kadının vermeyi kabul ettiği bir ıvaz mukabilinde hul’ veya bu manada lafızlarla evlilik akdine son vermesidir.297 Karşılıklı anlaşmayla gerçekleşmesi sebebiyle bu işlem muhâlea olarak adlandırılır.298 İster kadın olsun isterse erkek olsun tarafların boşama ve ayrılmada sözlerini ve yetkilerini kullanırken çok titiz davranmalıdır. Taraflar bu durumu önlerindeki en son seçenek olarak değerlendirmelidirler. Talak ve hul’ haklarını asla şahsi ihtiraslarını ve cinsel duygularını tatminde bir araca dönüştürmemeleri meselenin ahlaki boyutunu teşkil eder. 299 Zaten İslami anlayışta evlilikler gereksiz yere bozulamayacağından kadınların da hiçbir gerekçe yokken boşanma talebinde bulunmaları doğru değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bir taraftan evlilik teşvik edilmiş300 diğer taraftan birbirleriyle evlenip mutlu olmak isteyen ve ömür boyu birlikte yaşamaya karar veren eşler arasında karşılıklı sevgi ve saygının zamanla daha da büyüyüp artacağı vurgulanmıştır. 301 Daha da önemlisi eşlerin birbiri için elbise konumunda olduğu belirtilerek302 evlilik ilişkisi mecâzi anlatımla ortak bir elbiseye benzetilmiştir.303 296 Güleç, Hasan, “Muhâlea”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, III, s. 266. 297 Şâfiî, Kadı Ebû Şuca’ Ahmed bin Hüseyin bin Ahmed el-Asfehani, Gâyet’ül İhtisar, (trc. Nizameddin Ersöz), Ravza Yayınları, İstanbul 1998, s. 455; Schacht, Joseph, İslam Hukukuna Giriş (çev. Mehmet Dağ; Abdulkadir Şener), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1977, s. 170; Günenç, Halil, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İlim Yayınları, İstanbul 1990, II, s. 126; Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, s. 292; Yaman, İslam Aile Hukuku, s. 73; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 126. 298 Atar, Fahrettin, “Muhâlea”, DİA, İstanbul 2005, XXX, s. 399. 299 Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), (trc. Memiş Tekin), Esra Yayınları, İstanbul 1994, s. 61. 300 “ Ey Mü’minler! İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden de evlenmeye müsait durumda bulunanları evlendirin. Evliliğe hazırlananlar eğer yoksul iseler bilsinler ki Allah [evlilik vesilesiyle] lütfedip ihtiyaçlarını giderir. Allah mü’minlere karşı çok lütufkâr olduğu gibi onların ihtiyaçlarını ve lütfuna layık olanları da çok iyi bilir.” (Nur, 24/32.) 301 Bkz. Rum, 30/21. 302 “Ey mü’minler! Oruç tuttuğunuz günün gecesinde karılarınızla ilişkiye girebilirsiniz. Karılarınız sizin için bir elbise gibidir, siz de onlar için elbise gibisiniz. [Çünkü elbisenin insan üzerindeki işlevine benzer şekilde siz de birbirinizin hata, kusur ve ayıplarını örter, birbirinizin namus ve iffetini korursunuz]. Allah, [oruç tutulan günün gecesinde cinsel ilişkiye girmenin ve uyuyup uyandıktan sonra sahur yemeği yemenin haram olduğuna ilişkin geleneksel inancınızdan dolayı] kendinizi sıkıntıya soktuğunuzu gördü ve size şefkat-merhamet gösterip bu sıkıntınızı giderdi. Bundan böyle, [oruçlu geçirdiğiniz günün gecesinde] karılarınızla ilişkiye girin ve Allah’ın sizin için takdir buyurduğu neslin arayışı içinde olun! Gecenin karanlığı ile sabahın aydınlığı birbirinden ayırt edilinceye kadar yiyip için. Ardından o gün akşama kadar oruç tutun. Fakat sırf ibadet maksadıyla mescitlere çekildiğiniz zaman zarfında karılarınızla cinsel ilişkide bulunmayın! Bütün 56 Yine Kur’an-ı Kerim’de eşlerin karşılıklı anlayış ve fedakârlık içinde evlilik hayatlarını sürdürmeleri, birbirlerinin haklarına saygılı olmaları, birbirlerine güzel davranmaları ve yükümlülüklerini yerine getirmeleri, hayatın sevinçleri yanında sıkıntılarını da paylaşmaları istenmiştir.304 Hz. Peygamber’in hadislerinde de evlilik teşvik edildiği gibi eşlerin dînî, ekonomik ve sosyal konum bakımından denk olmasının önemine dikkat çekilerek evliliğin ömür boyu sürmesinin hedeflenmesi gerektiği belirtilmiş, haklı bir sebep olmadan eşlerin evlilik birliğinin bozulmasına yönelik tasarruf ve taleplerinin hoş karşılanmadığı ifade edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber “Önemli bir neden olmaksızın kocasından ayrılmak isteyen bir kadına cennet kokusu haram olur”305 buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise “Hiçbir mazeret olmaksızın kocasından boşanmak isteyen kadınlar münâfıktır”306 buyurmuştur. Fakat bir takım sebeplerden dolayı kadın muhâlea yoluyla boşama talebinde bulunabilir. Kadının bu talepte bulunması eşler arasındaki anlaşmazlıkların giderilememesi, kadının maddi-manevi zarar görmesi, dolayısıyla maruz kaldığı fena muamele sebebiyle evliliğin çekilemez hale gelmesi ve kocanın kendisini boşamaktan kaçınması halinde mümkündür. Bu itibarla kadın uyum sağlayamadığı, birlikte yaşamaya tahammül edemediği, haklarına riayet etmeyen kocasını bir mal veya mehir alacağı karşısında kendisini boşamaya razı edebilir. Bu şekildeki muhâlea karşılıklı rıza ile olabileceği gibi eğer anlaşma sağlanamazsa hâkim kararıyla da mümkün olabilir.307 Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “…Karılarınıza verdiğiniz mehirden az veya çok bir miktarı boşanma sırasında geri almanız helal değildir. Ancak, karı-kocanın, Allah’ın belirlediği evlilik hukukuna riayet edemeyeceklerinden ciddi endişe duyma noktasına gelmiş olmaları hariç! Allah’ın belirlediği evlilik hukukunu karı-kocanın gözetemeyeceklerinden endişe etmeniz halinde kadının boşanmak için mehri kısmen veya tamamen kocasına geri vermesinde her iki taraf için de bir sakınca yoktur.308 buyrulmaktadır. Bu ayetin içerdiği hükümleri şu şekilde açıklayabiliriz. Ayrılma isteğinin Allah’ın ölçülerini koruyamam korkusu halinde olması. Ayette geçen “sizlerin üzerine günah yoktur” ifadesiyle kastedilen de budur. Yani nasıl ki boşama çirkin bir bunlar Allah’ın emir-yasak sınırlarıdır; sakın bu sınırları çiğnemeye kalkışmayın. İşte Allah buyruklarını insanlara böyle açıkça bildiriyor ki itaatsizlikten sakınsınlar.” (Bakara, 2/187.) 303 Atar, “Muhâlea”, DİA, XXX, s. 399. 304 Bkz. Nisâ, 4/19,21. 305 Ebu Davud, “Talak” 3; İbn Mâce, “Talak” 1. 306 Tirmizî, “Talak” 10. 307 Eskicioğlu, Osman, “İslamda Kadının Yeri”, DEÜİFD., İzmir 1994, VIII, s. 110-111; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 127; Güleç, “Muhâlea”, III, s. 266. 308 Bakara, 2/229. 57 işse ayrılma da istenmeyen çirkin bir iştir. Ancak kadının ayrılma isteğinden amacı Allah’ın ölçülerini koruma düşüncesi olursa bu durumda ayrılma caiz olur. Şayet kadın yapılan evlilikten kurtulma amacında ise karşılığında biraz mal fedakârlığında bulunmalıdır. Kendi isteğiyle karısını boşayan erkek nasıl ki ödediği mehirden hiçbir şey alamıyorsa kadın da kendi isteğiyle kocasından ayrılmak istediği vakit aldığı bu mehrin bir kısmından veya tamamından vazgeçmesi gerekir. Kadının yalnızca aldığı mehri verip kocasından ayrılma isteği ayrılmanın gerçekleşmesi için yeterli değildir. Bu durumda erkeğin talep edilen malı alıp karısını boşamaya razı olması gerekir. Yani kadının bir miktar mal talep ederek kocasını boşama yetkisi yoktur. Bu yetkiyi kazanabilmesi için kocasının bu teklifi kabul ederek karısının isteği doğrultusunda onu boşaması gerekir.309 Şayet koca, karısı tarafından yapılan bu öneriye razı olmazsa boşanma gerçekleşmez. Çünkü tanımda da ifade ettiğimiz gibi muhâlea ancak karşılıklı rıza ile geçerlilik kazanır. Ayette geçen “Kadının verdiği mala karşılık boşamasında onlara hiçbir günah yoktur.” ibaresinden de anlaşılacağı üzere taraflar ayrılırken karşılıklı rızalarının bulunması şarttır. Bu ifadeden boşamanın ancak yargı kararıyla gerçekleşeceğini ileri sürenlerin görüşlerinin yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Taraflar bu hususu yargıya götürmeden aralarında anlaşarak da halledebilirler.310 Şayet kadın, erkeğe boşanmak için mal verme teklifinde bulunur ve erkek de bu teklife razı olmazsa işte o zaman kadın mahkemeye başvurma hakkını kazanır. Ayetteki “Şayet Allah’ın hükümlerini çiğnemelerinden korkarsanız” ifadesinden anlaşılan da budur. Bu ayetteki hitap doğrudan mü’minlerin emirine yöneliktir ki “şayet korkarsanız” ibaresi de bunu doğrular niteliktedir. Zaten halifenin görevlerinden en önemlisi Allah’ın koyduğu sınırları aşmamak ve ölçüleri çiğnememektir.311 Ayrıca diğer bir ayette de “Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin. Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu afiyetle yiyin.”312 Bu ayete göre kadın mehrin bir kısmını hibe veya geçimsizliğin vuku bulması halinde muhâlea yoluyla kocasına verebilir. Diğer taraftan İbn Abbas (R.A)’den rivayet edildiğine göre Sabit b. Kays’ın karısı Peygamber (S.A.V)!e gelerek:“Ey Allah’ın Rasulü! Sabit b. Kays’ı ahlak ve din hususunda ayıplamıyorum, fakat Müslümanlıkta küfrân-ı nimetten (veya küfür derecesinde bir hata 309 Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları),, s. 63-64. Cin, Halil, Eski Hukukumuzda Boşanma, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1988, s. 71. 311 Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları),, s. 64. 312 Nisâ, 4/4. 310 58 işlemekten) çekiniyorum” dedi. Rasulullah ise ona sordu: “Bahçeni geri verecek misin?” cevap verdi: “Evet.” Bunun üzerine Hz. Peygamber Sabit’e: “Bahçeyi kabul et ve onu bir defa boşa” buyurdular.313 İbn Mace’de bu hadise ilaveten “Ondan nefret etmemeye gücüm yetmiyor”314 ifadesi yer almaktadır. Yine Rasulullah’ın huzurunda cereyan eden bir olay da evliliğin kadın için artık çekilmez hale geldiğinde muhâlea yöntemiyle sona erdirebileceğine ışık tutmaktadır. Sahabeden birisi eşiyle kavga etmiş ve hanımının kolunu incitmişti. Kadının kardeşi durumu Rasulullah’a bildirince Efendimiz eşini döven sahabiyi çağırtmış ve “Onda neyin varsa al ve kendini serbest bırak”315 diyerek bedelli boşamayı sağlamıştı. Rivayet edildiğine göre “Habibe Bint Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmas’ın nikâhı altında idi. Rasulullah sabah namazına gitmek için evinden çıkınca alacakaranlıkta kapısının önünde Habibe’ye rastlar ve kimdir o diye seslenince ben Habibe bint Sehl’im karşılığını verdi.(Rasulullah) ne istiyorsun deyince (Habibe) kocası hakkında, Sabit b. Kays gelince Rasulullah ona “Bu Habibe bint Sehl’dir. (senin hakkında) Allah’ın kendisine lütfettiği kadarını anlattı” dedi. Burada Habibe tekrar Ey Allah’ın Rasulü! (mehir olarak Sabit’in) bana verdiklerinin hepsi elimdedir deyince Rasulullah Sabit’e “Ondan (mehir olarak verdiklerini) al” dedi. Bunun üzerine Sabit (verdiklerini) ondan aldı ve Habibe de (kocasından ayrılarak) ailesinin yanında kaldı.”316 Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre “Habibe bint Sehl, Sabit b. Kays’ın nikâhı altında iken (Sabit) onu dövüp bir tarafını kırdı. Bunun üzerine (Habibe kocası Sabit’i) Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Hz. Peygamber de Sabit’i çağırıp “Onun mehrinin bir kısmını alarak kendini boşa” dedi. Bunun üzerine Sabit, bu caiz olur mu? Ya Rasulullah diye sorunca (Rasulullah) “evet” cevabını verdi. Sabit de “ben ona mehir olarak iki bahçe vermiştim ve şu anda bunlar onun elinde bulunuyor” deyince Hz. Peygamber “Onları al da onu boşa” dedi. Sabit de (böyle) yaptı.”317 Bir başka rivayette ise “Habibe bint Sehl, Sabit b. Kays’ın nikâhı altında idi. Sabit kısa boylu çirkin bir adamdı. Habibe, Ya Rasulullah vallahi eğer Allah korkusu olmasaydı kocam Sabit yanıma girdiğinde onun yüzüne tükürürdüm dedi. Bunun üzerine Rasulullah kadına Sabitin vaktiyle mehir olarak sana verdiği bostanı kendisine geri verir misin? Diye sorunca 313 Buhârî, “Talak” 11; Nesâî, “Talak” 34. İbn Mâce, “Talak” 22. 315 Nesâî, “Talak” 53; İbn Mâce, “Talak” 22. 316 Ebu Davud, “Talak” 18; Nesâî, “Talak” 34; Muvatta, “Talak” 11. 317 Ebu Davud, “Talak” 18; Nesâî, “Talak” 34. 314 59 kadın “evet veririm” dedi. Bunun üzerine kadın bostanı Sabit’e geri verdi. Bundan sonra Rasulullah Sabit ile Habibe’yi birbirinden ayırdı. 318 Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere kocanın çirkin olması, kadının gerçek manada kocasından nefret ettiğinin anlaşılması ya da eşiyle beraber yaşamayı istememesi gibi durumlar muhâleanın gerçekleşmesi için yeterli bir sebeptir. Ancak söz konusu muhâleanın geçerlilik kazanabilmesi için her iki tarafın da buna razı olması şarttır. Çünkü (tefvîz-i talak hariç) kadınının tek taraflı boşama yetkisi yoktur. Hz. Ömer’in önüne muhâlea ile ilgili bir dava getirildiğinde önce kadına kocasından ayrılmaması için nasihat etti. Kadın nasihatı kabul etmeyince onu üç gün pis ve kötü bir yerde hapis tuttuktan sonra çıkarttı. Kadın çıkınca Hz. Ömer kadına durumunun nasıl olduğunu sordu. Kadın, vallahi yaptığın benim için bir rahatlıktı cevabını verince Hz. Ömer kocasına şu emri verdi. “Onu mutlaka boşa, karşılığını alarak da boşasan bile.”319 Hz. Ömer’in uygulamasından da anlaşılacağı üzere; - Kadının kocasını gerçekten istemediğinin anlaşılması - Eşlerin beraberce yaşamalarında hiçbir ümidin kalmadığının ortaya çıkması - Akla gelecek şüphelerin izalesi ve doğru kanaatin belirlenmesi gibi durumlarda hakim münasip gördüğü tedbirlerden birini uygulamada yetkilidir.320 Hz. Ömer’in tutumundan çıkarılacak bir diğer prensip de hâkimin kadının kocasından nefret edişinin sebebi üzerinde araştırma yapmasının gereksiz ve yanlış oluşudur. Çünkü kadının kocasından nefret etmesinin çok çeşitli nedenleri vardır ve bu nedenleri de kimseye açamayabilir. Aksi düşünülecek olsa dahi yani bu nedenleri söylese bile belki de dinleyiciler tarafından bu sebep yeterli görülmez.321 Bu durumda hâkimin yapması gereken hususlardan biri de eşleri barıştırmak amacıyla kadına nasihat ederek yuvasını bozmaması için ikna yoluna gitmesidir. Başarısız kaldığı takdirde ise yani kadını razı edememesi durumunda ısrarcı olmaması ve kadını istemediği bir şeye asla zorlamaması gerekir. Çünkü hul’, Allah’ın kadına verdiği doğal bir haktır ve bu hakkı da kullanmakta hürdür.322 Diğer taraftan hul’, ikrahın etkisiyle de gerçekleşebilir. Eğer hul’ ikrah tesiriyle vuku bulursa boşama hukuken geçerli olur. Ancak bedelin ödenmesi istenemez. İkrah, hem kocanın 318 İbn Mâce, “Talak” 22. Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), s. 69; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 133. 320 Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), s. 72. 321 Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 133. 322 Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), s. 72; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 133. 319 60 kadını boşaması hem de bedel vermesini temin için vuku bulmuşsa boşanma geçerli sayılır ve koca taahhüt ettiği bedeli öder. Kendisine bir bedel verme karşılığında karısına çeşitli baskı ve eziyetler yapan kocanın istediği bedelin ödenmesi hukuken geçerli bir borcun ifâsı sayılmaz. Ancak söz konusu boşama talak hükmünde kabul edilir. Aynı zamanda kadın yapmış olduğu bir hata sonucu bedel ödemeye razı olmuşsa hata sebebiyle ödediğini geri isteyebilir. 323 Cumhur âlimler muhâleanın meşru olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Fakat Ebû Bekr b. Abdullah el-Müzenî (v. 264/878) bu konuda cumhura muhalefet etmiş ve kocanın karısından bir şey almasının helal olmadığını iddia etmiştir. El-Müzenî, cumhurun delil olarak gösterdiği “…Eğer Allah’ın yasalarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız o zaman kadının fidye vermesinde ikisine de günah yoktur…”324 ayetinin “Bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz birincisine bir yük altın vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın…”325 ayeti ile nesh edildiğini söylemiştir. Bu görüşü savunan el-Müzenî kocanın muhâlea mukabilinde bedel almasının helal olmadığını iddia ederek bu konuda Sabit b. Kays kıssasını konu edinen hadislerle âlimlerin icmâ’ına karşı çıkmıştır.326 Karşılıklı rıza ile boşanma Hanbelî ve Mâliki mezhebinin hüküm sürdüğü yerlerden ziyade Hanefi ve Şâfiî hukukunun uygulandığı yerlerde işe yaramıştır. Bu iki mezhep, özellikle de Hanefi mezhebi evliliğin feshi için hâkime başvurma yetkisini çok nadir hallere inhisar ettirmiştir. Bu durumda kadın kendisi için çekilmez bir hal olan evlenmeden kurtulabilmek için bu yola başvurmuştur. Ayrıca karşılıklı anlaşma ile boşanma halk vicdanını rencide etmemiştir. Çünkü koca, karısı üzerinde bir takım haklar elde etmek için ona mehir vermektedir. Evliliğin boşamayla sonuçlanması halinde bu haklarını kaybedeceğinden dolayı verdiğinin bir kısmını veya tamamını muhâlea yoluyla geri alması normal kabul edilmiştir.327 Netice itibariyle hem Kur’an-ı Kerim’e hem de Hz. Peygamber’in uygulamalarına bakıldığında hul’, erkeğe verilen talak kadının da istemediği bir evlilikten kurtulmasına dönük bir yoldur. Erkek boşama yetkisini kullanırken nasslarda bağlayıcı anlamda bir sınırlama olmamakla birlikte ahlâkî bir sınırlamadan bahsedilebilir. Yani bu yetkisini kullanırken bir neden belirtmesine ve karısının rızasını almasına gerek yoktur. Ancak kadının böyle bir yetkisi yoktur. Yani (tefvîz-i talak hariç) tek taraflı boşama yetkisine sahip değildir. Kocasını boşayabilmesi için öncelikle onu razı etmesi gerekmektedir. 323 Cin, Eski Hukukumuzda Boşanma, s. 74. Bakara, 2/229. 325 Nisâ, 4/20. 326 İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 81; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 133-134; Bkz. İbn Kudâme, el -Muğnî, VIII, s. 174. 327 Cin, Eski Hukukumuzda Boşanma, s. 71-72; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 134. 324 61 3.2.1. Karşılıklı Rıza İle Boşamada Hâkimin Rolü Kur’an-ı Kerim’de “…Evlilik hukukunu ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız…”328 ayetindeki hitabın muhatabı eşlerin kendileri olması imkânsızdır. Öyleyse buradaki hitap Müslümanların emîri, diğer bir ifadeyle hâkimleredir. Ayette geçen ifadelerden de anlaşılacağı üzere şayet hul’, eşlerin gönüllü olarak anlaşmalarıyla gerçekleşmezse o zaman durumun mü’minlerin emîrine götürülmesi gerekir. Zaten daha önce ifade edilen hadisler de bu görüşü destekler niteliktedir. Hz. Peygamber’e ve halifelere kadınların boşanma istekleri iletilince davalar görüşülmüş ve gerektiğinde kadınların istekleri kabul edilmiştir.329 Bu konuda uygun olan şey kadınların boşanma isteklerini kocalarıyla anlaşarak halletmeleridir. Bu anlaşma sağlanamadığı takdirde ise kadınlar mahkemeye başvurma hakkına sahiptirler.330 Kadının mahkemeye müracaatından sonra hâkimin bu konuda yetki sahibi olmadığını iddia etmek yanlış bir anlayıştır. Çünkü hadislerde Rasulullah’ın “onu boşa” , “ondan ayrıl” , “onu serbest bırak” gibi emirlerini görmekteyiz. Aynı zamanda Rasulullah’ın halifelerinin de erkeklere şöyle veya böyle yap diye emrettikleri görülmektedir. Nitekim İbn Cerir’in İbn Abbas’tan yaptığı rivayette “birbirinden ayırdı” denilmektedir. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere hâkimin hul’ davalarında yetki sahibi olduğu bir gerçektir.331 Ancak cumhur âlimler bu görüşe karşı çıkmıştır. Onlara göre muhâlea yoluyla ayrılığın gerçekleşebilmesi için hâkimin kararına ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü muhâleanın meşru olduğunu bildiren ayetlerde hâkimin müdahalesinden bahsedilmemektedir. Ayrıca muhâlea “ikâle” ile benzerlik arzettiğinden dolayı yani hem ikâle hem de muhâlea karşılıklı rıza ile gerçekleştiği için ikâlede olduğu gibi muhâleada da hâkimin kararına gerek yoktur. Her iki durumda da taraflar aralarında anlaşarak söz konusu meseleyi halledebilirler. 332 Nitekim Osmanlı hukuk tarihinde uygulamalarını gördüğümüz muhâlea, zaman zaman mahkemelerde yapılmış ya da mahkeme dışında yapılan muhâlealar talaktan daha titiz bir şekilde mahkeme defterlerine kaydettirilmiştir.333 328 Bakara, 2/229. Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), s. 78-79; Acar, İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, s. 136-137. 330 Aydın, M. Akif, “Huzur ve Saadetin Kaynağı”, İslam’a Giriş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006, s. 371. 331 Mevdûdî, İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), s. 79-80. 332 Serahsî, el-Mebsût, VI, s. 173; İbn Kudâme, el -Muğnî, VIII, s. 174. 333 Aydın, M. Akif, İslam-Osmanlı Aile Hukuku, s. 114-115; Aslan, Nasi, Kayseri Şer’iyye Sicillerindeki Hicrî 1084, 1087 Tarihli 81 ve 84 Numaralı Defterler ve İslam Hukuku Açısından Tahlili, Erciyes Üniversitesi Sosoyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri 1995, s. 500-501. 329 62 Diğer taraftan kocanın, kadının veya bir yabancının hükmü ile hul’ yoluna gitmek de caizdir. Burada ölçü mehir ve mehr-i misildir. Eğer kocanın hükmü ile hul’ yoluna giderlerse, koca da karısına verdiği ile veya daha azı ile hükmederse bu da sahihtir. Ancak bundan daha fazla ile hükmederse ödenip ödenmemesi kadının rızasına bağlıdır. Eğer kadın razı olursa o fazlalığı öder, razı olmazsa da fazlalığı ödemek gerekmez. Eğer kadının hükmü ile hul’ yoluna giderlerse o da kocasının kendine verdiği ile veya daha fazlasıyla hükmederse bu defa da kocanın rızasına bakılır. Rıza gösterirse hüküm sabit olur, rıza göstermezse de noksan sabit olmaz. Eğer hüküm yabancıya ait olur ve o miktarı da mehir hükmederse bu da caiz olur. Bu kişi fazla veya noksan ile hükmederse kadının ve kocanın rızası dikkate alınır. Fazla olan kadının rızası olmadıkça, eksik olan da kocanın rızası olmadıkça geçerlilik arzetmez. 334 Daha önce de ifade ettiğimiz gibi buradaki isabetli görüş şudur: Eğer ki eşler aralarında anlaşarak bir bedel mukabilinde ayrılmışlarsa hâkimin kararına gerek yoktur. Yani öncelikli çözüm yolu durumu mahkemeye taşımadan aralarında anlaşarak halletmeleridir. Ancak tüm çabalara rağmen eşler arasında bir mutabakat sağlanamamış ise o zaman muhâlea yoluyla ayrılık hâkim kararıyla olmalıdır. Doğru olan da budur. Şayet kadının bir bedel mukabilinde boşanma talebi kocanın menfaatine ters düşeceğinden kocası tarafından reddedilir ve kadının mahkemeye başvurmasının önü de kapanırsa bu durumda kadın için hiçbir çıkış yolu kalmayacaktır. Dolayısıyla da evlilikten beklenen gayeler ortadan kalkacaktır. 334 Fetâvâyi Hindiyye, III, s. 270. 63 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM AKİDLERDE RIZANIN KORUNMASINA YÖNELİK TEDBİRLER 4.1. Akdin Kuruluş Aşamasındaki Muhayyerlikler Muhayyerlik “hayr” kökünden türeyen ve “iki şeyden daha iyi olanı seçmek” anlamına gelen Arapça “hıyâr” kelimesinin Türkçe karşılığıdır. 335 Istılâhi manası ise, anlaşmaya veya şer’i bir gerekçeye dayanarak taraflardan birinin ya da her ikisinin akdi onama yahut feshetme şıklarından birini seçme hakkına sahip olmasıdır. Muhayyerliğin bu tanımı daha çok borçlar hukuku alanıyla ilgilidir. Bunun yanında muhayyerlik konusu genellikle satım sözleşmelerinde ele alınmış ve hukuki işlemlerde söz konusu akidle olan benzerliğine göre belirlenmiştir.336 Muhayyerlikler klasik fıkıh doktrininde çeşitli açılardan taksim ve tasnif edilmiştir. Bizim buradaki ayrımımız akdin kuruluş aşamasındaki muhayyerlikler ve akid gerçekleştikten sonraki süreçte ortaya çıkan muhayyerlikler şeklinde olacaktır. 4.1.1. Meclis Muhayyerliği Meclis muhayyerliğinden kasıt, icab ve kabul yapılıp akid tamam olduğu halde akdi yapanlar meclisi terk edip bedenen birbirinden ayrılmadıkları müddetçe icab veya kabulden rucû etme imkânına sahip bulunmalarıdır. Burada iki meclis ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi kabul veya vazgeçme ile sona eren akid meclisidir. Fıkıh kitaplarında “akdi yapanların içinde bulundukları yer” şeklinde tanımlanan akid meclisi, zaman olarak da icabın yapılmasıyla birlikte başlar ve taraflar akid üzerinde durdukları müddetçe devam eder.337 Ancak tarafların bedenen birbirlerinden ayrılması, konuşmalarda akdin söz konusu olmaktan çıkması, tarafların akdi reddettiğini gösteren herhangi bir tavır alması, akdin mün’akid olmasına mani bir halin zuhur etmesi ve akdin mün’akid olmasıyla akid meclisi sona erer. Kısacası taraflar karşılıklı akid yapıyorlarsa akdi yapmak için bir araya geldikleri ve akidle meşgul oldukları zaman dilimi akid meclisi olur. Eğer söz konusu akid, mektup veya elçi aracılığıyla yapılıyorsa kâbilin (icabta bulunulan taraf) mektubu okuduğu veya elçinin 335 Cezîri, Abdurrahman, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, (trc. Hasan Ege), Mars Matbaası, Ankara 1973, III, s. 211; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 371. 336 Apaydın, H. Yunus, “Muhayyerlik”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, s. 25-26; Bardakoğlu, Ali, “Fesih”, DİA, İstanbul 1995, XII, s. 429. 337 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku , s. 82-83. 64 kendisine akid haberini verdiği zaman dilimi akid meclisidir.338 Şayet akid, telefonla yapılıyorsa bu durumda akid meclisi mûcib ve kâbilin akidden bahsettikleri zaman dilimidir. Taraflar telefonla konuşurken akidden söz etmeyi bırakıp başka mevzulara girerse bu durumda akid meclisi sona ermiş olur.339 İkincisi ise akid meclisinden hemen sonra başlayan ve akdi yapanların bedenen birbirinden ayrılmalarına kadar devam eden muhayyerlik meclisidir. 340 Muhayyerlik meclisi hususunda âlimler farklı ictihadlarda bulunmuşlardır. Bu ihtilafın sebebi Peygamberimizin “Alıcı ve satıcı ayrılmadıkları sürece satışlarında muhayyerdirler”341 hadisinin âlimler tarafından farklı yorumlanmasıdır. İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Ebu İshak, Ebu Sevr, Davud ve daha birçok sahabe ve tâbiûn müctehidleri hadisi bedenen ayrılma şeklinde yorumlamışlardır. Onlara göre akdi yapanlar bedenleriyle birbirinden ayrılıp akid meclisini terk etmedikleri müddetçe akid bağlayıcı değildir, rucû imkânları vardır. İmam Ebu Hanife ve İmam Malik ise bu hadisi sözle ayrılma olarak yorumlamış ve tarafların iradelerini birbirine uygun biçimde beyan etmesinden sonra tek taraflı olarak bundan vazgeçemeyecekleri ilkesini benimsemişlerdir. Onlara göre akid, icab ve kabul ile tamam olduktan sonra akdi yapanlar bedenen birbirlerinden ayrılmasalar dahi meclis sona ermiş sayılır ve akid bağlayıcı olur. Âlimlere göre buradaki “birbirinden ayrılmadıkça” ifadesiyle kastedilen şey “icab ve kabul ile akdi bitirmedikçe”dir. Bedence ayrılmak şart değildir.342 Kanaatimizce karşılıklı rıza ile düğümlenen bir akidde asıl olan rızaya dayalı bu durumun devam etmesidir. Buradaki isabetli görüş, tarafların bedenen değil de sözle ayrılmaları şeklindedir. Dolayısıyla taraflar anlaşma yaparlarken akidle ilgili konuşmaları devam ettiği sürece muhayyerlik hakkına sahiptirler. Ancak karar verildikten sonra başka konulardan bahsetmeye başladıklarında bedenen birbirinden ayrılmasalar dahi muhayyerlik hakları da ortadan kalkmış olur. Kabul edenlere göre meclis muhayyerliği akdi yapan taraflara meclisi terk edip ayrılmadıkları müddetçe tek taraflı olarak akdi bozma, icab veya kabulünden vazgeçme imkânı vermektedir. Bu anlayışa göre akdin kesinleşebilmesi için şu üç durumdan birinin gerçekleşmesi gerekir. 338 Aslan, Nasi, “Risâlet”, DİA, İstanbul 2008, XXXV, s. 125. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 59-60. 340 Şâfiî, Gâyet’ül İhtisar, s. 313; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 86-87; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 30. 341 Buhârî, “Buyû” 44; Müslim, “Buyû” 43; Ebu Davud, “Buyû” 51; Tirmizî, “Buyû” 26; Nesâî, “Buyû” 10; İbn Mâce, “Ticârât” 17. 342 İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 141; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 30. 339 65 1. Tarafların birinden bedenen ayrılmaları suretiyle muhayyerlik meclisinin sona ermesi. 2. Muhayyerlik teklifi. 3. Taraflardan birinin ölmesi. Muhayyerlik meclisi bilindiği üzere akdi yapanların bedenen birbirinden ayrılmalarıyla sona erer. Ancak bedenen ayrılmanın sınırını belirlemede âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Kimi âlimler birbirini işitebilmeyi sınır olarak görmüşler kimileri ise örf ve âdeti esas almışlardır.343 Muhayyerlik teklifinden maksat, meclisten ayrılmamak koşuluyla icab ve kabulden sonra taraflardan birinin diğerine, “Akdi bozmak veya kesinleştirmek şıklarından birini tercih et” demesi ve karşı tarafın da bunlardan birini tercih ettiğini bildirmesidir. Meclisi terk etmeden yapılan bu nevi akid kesinlik kazanır. Ancak teklife muhatap olan taraf herhangi bir şey söylemeyip susarsa akid kesinleşmiş olmaz.344 Muhayyerlik meclisi sona ermeden önce taraflardan birinin vefat etmesi durumunda muhayyerliğin son bulup bulmayacağı hususunda âlimler ihtilafa düşmüştür. Ahmed b. Hanbel’e göre ölü kişi tercih hakkını kullanamadığı için muhayyerlik sona erer. Ayrıca ölen kişinin varisleri bu hakkı kullanamaz. İmam Şâfiî’ye göre ise varisler bu hakka sahiptir. Dolayısıyla da ölüm muhayyerlik hakkını ortadan kaldırmaz. Hanefi mezhebi ise bu hususu açıklarken muhayyerlikleri iki kısma ayırmıştır. Şart345, görme346 ve şuf’a347 muhayyerlikleri gibi mala bağlı olmaktan ziyade şahsın kendi görüş ve düşüncesine bağlı olan muhayyerlikler varise intikal etmez. Çünkü görüş ve düşüncenin veraseti mümkün değildir. Ancak ayıp348, vasıf349 ve tayin350 muhayyerlikleri gibi yalnızca mala bağlı muhayyerlikler varise intikal eder.351 343 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 87-88; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 30. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 88. 345 Şart Muhayyerliği: Akid esnasında veya akiden sonra tarafların anlaşmasıyla, tarafların veya birinin akdi kabul veya feshetme hususunda muhayyer kılınmasına denir. (Bkz. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 84) 346 Görme Muhayyerliği: Bir kimsenin görmediği bir malı alması halinde, malı görünceye kadar akilde bağlı olmayıp bozma yetkisinin bulunmasıdır. Malı görünce, akdi dilerse kabul eder, dilerse reddeder. (Bkz. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 86) 347 Şüf’a Muhayyerliği: Bir akar satıldığı zaman o akar üzerinde şüf’a hakkına sahip olan üçüncü kişi (şefi’) dilerse akdi feshettirir ve akarı satıldığı semen karşılığında kendisine alır. (Bkz. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 96) 348 Ayıp Muhayyerliği: Satılan şeyin değerini düşüren ve ondan maksat ne ise o yöne zarar getiren, önceden kalma ve genellikle o şeyde bulunmayan bir eksikliğin ortaya çıkmasıyla sabit olur. Bu durum ortaya çıkar çıkmaz mazeretsiz olarak malı geri çevirmeyi geciktirmemek ve hemen iade etmek gerekir. Hemen iade edilmediği takdirde muhayyerlik ortadan kalkar. (Bkz. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 87-88) 349 Vasıf Muhayyerliği: Akid anında belirlenen veya akidden istenilen bir vasfın kaybolması nedeniyle müşterinin akdi bozma muhayyerliğidir. (Bkz. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 90-91) 350 Tayin Muhayyerliği: Birbirinden farklı değerlerdeki malları gösterip fiyatlarını belirledikten sonra, satın alanın bir müddet düşünüp dilediğini almasıdır. Bu muhayyerliğin akid esnasında belirtilmesi ve malların fiyatlarının ayrı ayrı zikredilmiş olması gerekir. Muhayyerlik süresi dolunca muhayyer olan tarafın alacağını 344 66 4.1.2. Kabul ve Rucû Muhayyerliği Mûcibin icabından sonra kâbil isterse icabı kabul eder isterse reddeder. Buna kabul muhayyerliği denir. Mûcib, icabda bulunduktan sonra karşı tarafın kabulünden önce rucû edebilir. Buna da rucû muhayyerliği denir. 352 Akdin rükünleri arasında yer alan icab ve kabul birbirini tamamlar niteliktedir. Bunlardan birisi meydana gelse dahi diğeri bulunmadıkça sahibini bağlamaz. Diğer taraftan bu rükünlerden biri sadır olunca karşı tarafın kabul muhayyerliği ve icabı yapanın da kabulden önce rucû (vazgeçme) muhayyerliği vardır. Çünkü Ebu Hüreyre vasıtasıyla Hz. Muhammed’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Alışveriş yapan iki taraf birbirinden ayrılmadıkları müddetçe satışlarında muhayyerdirler.”353 Birbirinden ayrılmadıkları müddetçe iki taraf için tanınan muhayyerlik “rucû muhayyerliği”dir. Eğer iki rükünden birisi –diğeri bulunmadan- bağlayıcı olsaydı sahibi bu rükün üzerinde cebredilmiş bulunurdu. Bu ise caiz değildir. 354 Kabul muhayyerliğinde daha önce de ifade edildiği gibi icab, karşı tarafı bağlayıcı değildir. Eğer bağlayıcı olsaydı akdin temeline uygun olmazdı. Çünkü bu durumda akdin temelini oluşturan karşılıklı rıza söz konusu olmazdı. Diğer taraftan kabul muhayyerliği akid meclisinin sonuna kadar devam eder. Meclis devam ettikçe ve icabı yapan bundan vazgeçmedikçe karşı tarafın kabul veya red muhayyerliği devam eder. Taraflardan birinin vefatı durumunda ise akid tamamlanmamış sayılır. Çünkü vefat eden bir kişinin kabulü imkânsızdır. Eğer ölüm akid meclisi sona ermeden önce vuku bulursa kabul yapılamaz. Akıl hastalığı vb. sebeplerle ehliyetin yok olması halinde de hüküm aynıdır. 355 Rucû muhayyerliğinde ise icabın bağlayıcılığı hususunda âlimler ihtilafa düşmüştür. Malikilere göre icab bağlayıcıdır. İcabda bulunan taraf kabulden ve akid meclisi sona ermeden önce icabından rucû etse, bu rucû muteber değildir. Meclis sona ermeden karşı tarafın kabulü ile akid tamam olur. Çünkü Malikilere göre tek taraflı irade bağlayıcıdır. belirlemesi gerekir. Seçimini yapınca akid kesinleşir ve iki taraf için de bağlayıcı olur. (Bkz. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 89-90) 351 Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 97; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 88; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 30. 352 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 33; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 61; Dönmez, “İslam Hukukunda Modern İletişim Araçları İle Yapılan Akidler”, c. I, S: I, s. 29. 353 Buhârî, “Buyû” 44; Müslim, “Buyû” 43; Ebu Davud, “Buyû” 51; Tirmizî, “Buyû” 26; Nesâî, “Buyû” 10; İbn Mâce, “Ticârât” 17. 354 Kâsânî, Bedâi’ü’s-Sanâ’î, II, s. 134. 355 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 85. 67 Cumhura göre ise kabulden önce icab bağlayıcı değildir. İcabı yapan kabul anına kadar bundan vazgeçebilir. Rucû ile aynı anda olsa, rucû tercih edilir ve akid tamam olmaz. 356 Mektup veya haberci vasıtasıyla yapılan akidlerde icabda bulunan taraf, icab karşı tarafa ulaşıp kabul vücuda gelmedikçe icabından vazgeçebilir. Yani gaibler arasında kabulden önceki icab bağlayıcı değildir. Ayrıca bu rucûun muteber olması için karşı tarafın bundan haberdar olması şart değildir. Mektup veya haberci vasıtasıyla icabda bulunan kimse mektubu postaya verdikten veya haberciyi gönderdikten sonra henüz kabul yapılmadan icabını geri alsa ve bundan sonra karşı taraf –rucûdan haberdar olmadığı için- kabulde bulunsa akid teşekkül etmez. 357 Kabul muhayyerliği bakımından ise hazırlar ile gaibler arasında bir fark yoktur. Buna göre haberci icab haberini getirince o meclisin sona ermesine kadar karşı tarafın kabul muhayyerliği vardır. Eğer icab mektup ile yapılmış ise mektubun açılıp okunduğu mecliste kabulün ifası gerekir. O mecliste kabul yapılmaz ise icab sukut eder. Ancak başka bir mecliste mektup tekrar okunur ve muhatap da kabul ederse –ikinci okuma icabın tekrarı mahiyetinde olduğu için- akid tamam olur.358 Akid meclisi, rucû ve kabul muhayyerlikleri mecelledeki şu maddelerle kanunlaşmıştır. Meclis-i beyi’ pazarlık için olan ictimâdır. 359 Meclis-i beyi’de ba’de’l-îcâb nihayet-i meclise kadar tarafeyn muhayyerdir. Meselâ mütebâyiândan biri meclis-i beyi’de bu malı şu kadar kuruşa sattım yahut aldım diye bey’i îcâb eylese diğeri hemen aldım yahut sattım demeyip de bir müddet arası geçtikten sonra yine ol mecliste kabul etse beyi’ mün’akıd olur; her ne kadar meclis uzun uzadıya sürmüş ve îcâb ve kabûlün arası hayli uzamış olsa da zarar vermez.360 Ba’de’l-îcâb kable’l-kabûl (icabdan sonra ve kabulden önce) ahad-i tarafeynden i’râza delalet eder (taraflardan birinden vazgeçtiğini gösterir) bir kavil yahut bir fiil bulunursa îcâb batıl olup kabule mahal kalmaz. Meselâ mütebâyi’ândan biri sattım yahut aldım dedikten sonra ikisinden birisi başka bir işle yahut bir diğer bahis ve müzâkere ile meşgul olsa îcâb batıl olup ondan sonra kabul ile beyi’ mün’akıd olmaz. 361 356 Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 61; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 85; Dönmez, “İslam Hukukunda Modern İletişim Araçları İle Yapılan Akidler”, c. I, S: I, s. 16. 357 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 97-98. 358 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 98; Dönmez, “İslam Hukukunda Modern İletişim Araçları İle Yapılan Akidler”, c. I, S: I, s. 19. 359 Mecelle md. 181. 360 Mecelle md. 182. 361 Mecelle md. 183. 68 Mütebâyi’ândan (satım akdinin iki tarafından) biri îcab edip ancak diğerinin kabulünden evvel rucû etse îcab batıl olup ondan sonra kabul ile beyi’ mün’akıd olmaz. 362 4.1.3. Şart Muhayyerliği Tarafların şart koşarak belli bir müddet içerisinde yapmış oldukları akdi onama yahut feshetme hakkına sahip olmasını ifade eder.363 Bu hakka sahip olan kişinin akdi tek taraflı feshetme yetkisi vardır. Âlimler bu konuda görüş birliği içerisindedir. Aynı zamanda bu iki istisna dışında şart muhayyerliğinin alıcı ve satıcıdan her biri veya aynı anda her ikisi için caizliği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Bu konuda temel dayanak ise sünnettir. Sahabeden Habbân b. Munkız alışverişlerde aldanıyordu. Akrabaları Rasulullah’a müracaat edip Habbân’ın hacr altına alınmasını istediler. Bunun üzerine Rasulullah Habbân’a şu sözü söyler: “Alım satım yaptığında de ki: Aldatma yok ve benim üç gün muhayyerlik hakkım var.” 364 Bütün ekoller şart muhayyerliğinin ihtiyaç gerekçesiyle meşru kılındığı kanaatindedir. Ancak mübâdele temeline dayanan akidlerin şarta bağlanmaya elverişli bulunmadığı ve bağlayıcılık ifade edeceği genel kuralına aykırı olduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşe muhalif olan Süfyan es-Sevrî, İbn Şübrüme ve Zâhirîlere göre şart muhayyerliği garar içerdiği ve satım sözleşmelerinin yapısına aykırı olduğu için caiz değildir. Ayrıca ilgili hadisteki ifadeye binaen muhayyerlik hakkını sadece alıcı için geçerli kabul ettikleri yönünde bazı rivayetler bulunmaktadır.365 Şart muhayyerliğinin başka hukuki işlemlerde geçerliliği bunların satım akdine benzerlikleri dikkate alınarak tespit edilmiştir. Buna göre şart muhayyerliği ribâ cereyan etmeyen, karşılıklı bedel esasına dayanan, feshe elverişli ve bağlayıcı nitelikteki hukuki işlemlerde söz konusu olabilir. Bu hususta ekoller arasında ortaya çıkan sınırlı farklılıklar söz konusu akid veya hukuki işlemin yapı ve mahiyetine ilişkin görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır.366 Şart muhayyerliğinin müddeti hakkında ulemâ ihtilafa düşmüştür. Ebu Hanife, İmam Şâfiî ve Züfer’e göre hadiste üç günlük süreden bahsedildiği için bu süreyi aşan muhayyerlik şartı akdi fâsid kılar. Daha fazla bir süre şart koşmakla birlikte muhayyerliğin üç gün içerisinde kullanılması durumunda Züfer’e göre akdin sahih hale 362 Mecelle md. 184. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 83; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 26. 364 Buhârî, “Büyû” 48; Müslim, “Büyû” 48; Ebu Davud, “Büyû” 66. 365 İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 174. 366 İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, s. 545. 363 69 gelmesi mümkün değilken Ebu Hanife’ye göre mümkündür. Şâfiîlere göre ise fâsid zaten bâtıl anlamına gelmektedir. Dolayısıyla akid hiçbir şekilde sahihe dönüşmez. Üç günden fazla muhayyerlik garar içerdiği için caiz değildir. Üç günden daha azında ise ruhsat vardır.367 İmameyn ve Ahmed b. Hanbel ise muhayyerlikten kastın düşünüp taşınmak olduğunu göz önüne alarak bazı eşyaya üç günün yetmeyeceği, daha fazla müddete ihtiyacı bulunduğu fikrinden hareket etmişler ve bu müddet taraflarca belli olduktan sonra üç günden daha fazla olabilir demişlerdir.368 Malikiler ise muhayyerlik süresinin satıma konu edilen malın cinsine göre mutat olan süreyi aşmaması gerektiğini savunurlar. Diğer bir ifadeyle ihtiyacın gerektireceği kadar muhayyerlik caizdir. Çünkü muhayyerlikten anlaşılan şey satın alınanın denenmesidir. Dolayısıyla muhayyerliğin satılan şeyin denenmesine imkân verecek bir süre ile sınırlandırılması icap eder. Bu ise satılan şeyin durumuna göre değişiklik arzeder.369 Esas itibariyle şart muhayyerliğinin üç günle sınırlandırılmaması gerekir. Çünkü bazı eşyalar vardır ki karar vermek için üç gün çok kısa bir süredir. Dolayısıyla tarafların aralarında anlaştıkları süreye itibar edilmesi gerekir. Zaten günümüzde de bir kısım yetkili firmalar bazı ürünler için 15 gün, bazıları içinse 30 gün iade hakkı tanımaktadırlar. Mecellede ise İmameyn ve Ahmed b. Hanbel’in görüşü tercih edilmiş ve şu şekilde kanunlaşmıştır: “Bâyi’ ya müşteri veyahut her ikisi birden müddeti mâ’lûme içinde bey’i feshetmek yahut icazet ile infaz eylemek hususunda muhayyer olmak üzere bey’de şart kılmak caizdir.”370 Şart muhayyerliği şu durumlarda sona erer: _ Muhayyerlik hakkına sahip olan kişi, eğer ki süresi içinde açık bir biçimde veya satım, hibe vb. bir tasarrufta bulunmak gibi dolaylı bir yolla akdi onaylar veya feshederse şart muhayyerliği sona erer. _ Onama veya fesih olmaksızın muhayyerlik süresinin dolması halinde şart muhayyerliği sona erer. Çünkü bu durumda söz konusu akid bağlayıcı hale gelir. _ Şayet akde konu olan mal, muhayyerlik hakkına sahip olan tarafın elinde fesih imkânını ortadan kaldıracak şekilde zayi olur veya ayıplı hale gelirse şart muhayyerliği sona erer. 367 Serahsî, el-Mebsût, XIII, s. 40; Cezîri, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, III, s. 221-222. Serahsî, el-Mebsût, XIII, s. 41; Cezîri, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, III, s. 223-224. 369 İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 207. 370 Mecelle md. 300. 368 70 _ Lehine muhayyerliğin şart koşulduğu kimsenin ölümü halinde muhayyerlik sakıt olur. Bunun satıcıya yahut müşteriye veya her ikisine ait olması arasında fark yoktur. Akid lazım olur. Çünkü artık feshetme imkânı kalmamıştır. Zorunlu olarak bu akid lazım olur.371 4.1.4. Görme Muhayyerliği (Hıyâru’r-rüyet) Bir kimse bir malı görmeden iştirâ etse görünceye dek muhayyerdir. Gördükde dilerse fesh eder ve dilerse kabûl eder. Buna rü’yet denilir. 372 Buradaki görmekten maksat akid mevzuunu anlamak, bilmek ve durumu tanımaktır. Bu da ancak beş duyu organıyla mümkündür. Mesela, misk kokmakla, yenilecek şeyler tatmakla, kumaş görüp dokunmakla, müzik aletleri dinlemekle, hayvanlar görmek ve tutmakla bilinir.373 Bir şeyi görmeden satın alma halinde vasfın bilinmezliği rızayı haleldar ettiği ve bu durum akdin hükmünün tamamlanmasına yani mülkiyetin bağlayıcılığına mani olduğundan müşteri için muhayyerlik hakkı doğmakta ve akdi onun açısından bağlayıcı olmaktan çıkarmaktadır.374 Görme muhayyerliğinin meşruiyeti hakkında mezheplerin farklı görüşleri mevcuttur. Hanefiler müşterinin görmediği bir şeyi satın alması halinde görme muhayyerliğini caiz kabul etmişlerdir. Müşteri satın aldığı şeyi gördüğü takdirde muhayyerdir. Dilerse o şeyi tam bedeli ile alıp kabul eder, dilerse iade eder. Aynı şekilde “razı oldum” dedikten sonra o şeyi görecek olursa geri verebilir. Çünkü muhayyerlik görmeye bağlanmıştır. 375 Görme muhayyerliğine delil olarak Peygamber’in Ebu Hüreyre ile İbn Abbas tarafından rivayet edilen şu buyruğunu delil gösterirler: “Her kim görmediği bir şeyi satın alırsa, onu gördüğü zaman muhayyerdir.”376 Yine aynı şekilde şu rivayeti de delil gösterirler. Osman b. Affan (r.a) kendisine ait bir araziyi Talha b. Ubeydullah’a sattı. Her ikisi de o araziyi görmemişlerdi. Hz. Osman’a “aldandın” dediler. Hz. Osman “ben bunda muhayyerim, çünkü ben görmediğim bir malı sattım” dedi. Talha’ya (aynı şekilde) “aldandın” denilince Talha şöyle cevap verdi: “Ben görmediğim bir malı satın aldığım için muhayyerim.” Bunun üzerine Cübeyr b. Mut’im’i hakem tayin ettiler. Cübeyr de Talha’ya muhayyerlik hakkı verdi. 377 371 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 390; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s.27-28. Mecelle md. 320. 373 Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 559; Bkz. Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 232; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 86. 374 Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 29. 375 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 219; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 419. 376 Zeyla’î, Cemâluddîn b. Yûsuf, Nasbu’r-Ra’ye li Ehâdîsi’l-Hidâye, Kahire ty., IV, s. 9. 377 Mevsılî, Abdullah b. Mahmud, el-İhtiyar li-Ta’li’l-Muhtar, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980, s. 15. 372 71 Bu uygulama bir grup ashabın huzurunda yapılmış ve onlardan hiç kimse buna karşı çıkmamıştı. O bakımdan böyle bir muhayyerliğin meşru olduğu üzerinde onlar arasında bir icma olmuştu.378 Hanefiler aklî olarak şunu delil gösterirler: Niteliğin bilinmemesi rızayı etkiler. Bu, rızada olumsuz bir etkiyi gerektirir. Satışta rızanın olumsuz olarak etkilenmesi ise muhayyerliği gerektirir. Onlara göre niteliği belirtilmeksizin hazır olmayan bir ayn’ın satışı caizdir. Ancak bu durumda müşterinin lehine görme muhayyerliği sabit olur. Rağbet edilen bir nitelikte satışı da caiz görürler ki bu durumda da vasıf (nitelik) muhayyerliği sabit olur. Müşteri satılan şeyi gördüğü takdirde muhayyerdir. Dilerse satışı geçerli kabul eder, dilerse reddeder. Satılan şeyin belirtilen niteliklere uygun olması ile olmaması arasında da fark yoktur. Her durumda muhayyerlik sabit olur.379 Malikiler nitelik muhayyerliğini sadece müşteri için caiz kabul ederler. Eğer ki müşteri kabzdan önce vasfının değişmeyeceğinden emin olursa hazır olmayanın (ortada bulunmayanın) niteliklerine göre satışı caizdir. Mal tavsif edildiği şekilde çıkarsa müşterinin muhayyerlik hakkı ortadan kalkar ve akid bağlayıcı olur.380 Hanbeliler de Malikiler gibi sadece nitelik muhayyerliğini geçerli görmüşlerdir. Hanbelilere göre müşteriye nitelikleri belirtildiği takdirde orada hazır olmayan malın satışı caizdir. İmam Şâfiîi ise ister nitelikleriyle yapılsın ister nitelikleri belirtilmeden yapılsın hazır olmayan malın satış akdinin kesinlikle olmayacağı kanaatindedir.381 Görmeden bir mal satın alan kişi, malı gördükten sonra eğer ki mal, satıcının tavsif ettiği şekilde çıkarsa yapılan akid bağlayıcı olur. Yani müşterinin muhayyerlik hakkı ortadan kalkar. Ama satıcının ifade ettiği şekilde çıkmazsa o zaman müşterinin muhayyerlik hakkı sabit olur. 4.1.4.1. Hıyâru’r-rüyetin Uygulandığı Akidler 1. Mebî muşahhas muayyen olduğunda satış akdinde müşteri için hıyâr-ı rü’yet sabit olur. Eğer ki bedel de muşahhas mal olursa o zaman bâyie de böyle bir hak tanınır. Mesela, taksiyle at karşılıklı takasla satılırsa muhayyerlik hem bâyi hem müşteri için vâriddir. 378 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 420; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 86. Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 421. 380 İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, s. 154; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 421; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 29. 381 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 422; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 29. 379 72 2. Kira akidlerinde uygulanır. Mesela, bir kimse görmeden mal kiralayıp o şeyi gördüğünde akdi kabul veya fesihte muhayyer bırakılması, kira ücreti muayyen mal ise mûcire de böyle bir muhayyerlik tanınabilir. Mesela, muayyen bir hayvan mukabili bir yıllığına evi kiraya vermek gibi. 3. Gayr-ı mislî malların taksiminde uygulanır. Eğer ki böyle bir mal ortakları arasında taksim olunur ve hiçbirisi de hissesini görmezse gördüklerinde muhayyerlik hakları olabilir. 4. Muayyen bir şey üzerine olan mal davasından sulh olmaktır. Öyleyse bir şahıs onun diğer bir kimse yanında bir malı olduğunu iddia ettiği zaman onunla beraber görmediği bir ayını vermesi üzerine sulh olsalar, onun için onu görme esnasında onu geri vermede hıyâr hakkı vardır.382 Yukarıda açıklanan maddelerden de anlaşılacağı üzere görme muhayyerliği bey’, icâre, kısmet ve sulh akidlerinde uygulanmaktadır. Nikâh ve hul’ gibi taraflarca feshedilmeyen, karz gibi mahalli tayin ile taayyün etmeyen akidlerde görme muhayyerliği mevcut değildir. 383 Diğer bir ifadeyle yukarıda ifade edilen akidlerin şu özelliklere haiz olması gerekir. Akid anında veya daha önce âkidin akid mevzuunu görmemiş olması, mahallinin tavsif edilmekle belli olacak şeylerden olması (akid mevzuunun muayyen mal olması) ve akdin feshedilebilmesi için kâbil-i fesih akidlerinden olması gerekir.384 4.1.4.2. Muhayyerliğin Sübut Vakti Görme muhayyerliği müşterinin akid mevzuunu görme anında sabit olur. Ondan önce böyle bir hak söz konusu değildir. Akidde şart koşulmasa dahi hukuken hıyâr-ı rü’yet var sayılır. Ayrıca akid yapılırken hıyâr-ı rü’yetin olamayacağı kararlaştırılsa bile yine sabit sayılır. Meselâ, bir kimse görmediği malı hıyâr-ı rü’yet hakkı olmadan satın alırsa gördüğü vakit hakk-ı hıyârı sabit, şart ise bâtıl olur. Muhayyerlik müddeti akid mevzuunu görmekle başlar, akdi kabul veya feshettiğine dair mevzu hakkındaki rızasını açıklayana kadar devam eder. Âlimler müşterinin akid mevzuunu görmeden önce feshedebilmesi konusunda iki görüş ileri sürmüşlerdir. Bir kısım âlim müşterinin akid mevzuunu görmeden önce onu feshetme hakkının olmadığını savunurken bazı âlimler ise feshetme imkânına sahip olduğu kanaatindedirler.385 Tercihe şayan olan görüş ise ikinci görüştür. 382 Cezîri, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, III, s. 266; Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 560. Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 87. 384 Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 561; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 87; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 30. 385 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 423; Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 562. 383 73 4.1.4.3. Muhayyerliği Iskat Eden Şeyler 1. Muhayyerlik hakkına sahip olan kişi akde razı olursa muhayyerlik hakkı ortadan kalkar. Burada söz konusu rızanın iki şekli vardır. Bunlardan birincisi sarâhaten rızadır. Müşterinin satın aldığı şeyi gördükten sonra “razı oldum, satışa izin verdim” demesi veya benzeri bir şey söylemesiyle mümkündür. İkincisi ise delâleten rızadır. Bu ise müşterinin satın aldığı şeyi gördükten sonra onu teslim alması ve hiçbir şey söylememesidir. 2. Akid mevzuunda temellük edecek kimsenin tasarrufa girişmesidir. Teslimle veya teslimsiz satması, kiraya vermesi, bağışlaması, ondan faydalanması ve satışa arzetmesi gibi. 3. Mebîin müşterinin elinde olduğu halde onda bir ayıbın meydana gelmesi. Bu durumda müşterinin hıyâr-ı rü’yet ile geri verme hakkı olmaz. 4. Akid mevzuunun bir kısmının özürlenmesi, kaybolması veya o parça hakkında tasarrufta bulunulması sebepleriyle tamamının sahibine iadesinin imkânsızlaşması. Çünkü hıyâr-ı rü’yet parçalanamaz. Ya tamamen kabul edilir ya da tamamen reddedilir. Tamamının iadesi güçleşirse hıyâr hakkı düşer ve akid bağlayıcı olur. 5. Muhayyerlik hakkına sahip olan kişinin akdi fesih veya icrâdan birisini seçmeden önce ölmesi. Vefat edince muhayyerlik düşer ve akid bağlayıcı hale gelir. Burada muhayyerlik hakkı vereseye intikal etmez. Çünkü görme muhayyerliği, şart muhayyerliğinde olduğu gibi irade ve arzudan ibarettir. Mirasçılar irade ve arzularda mûrislerine vâris olamazlar. 386 4.2. Akid Gerçekleştikten Sonraki Süreçte Ortaya Çıkan Durumlarla İlgili Muhayyerlikler 4.2.1. Ayıp Muhayyerliği (Hıyâru’l-Ayb) Temellükte bulunacak kimse için temellük edilecek malda bulunan ayıplar sebebiyle akdi fesih veya icrâda bulunabilme hakkıdır.387 Hıyâru’l-Ayb satılan şeyin değerini düşüren ve ondan maksat ne ise o yöne zarar getiren önceden kalma ve genellikle o şeyde bulunmayan bir eksikliğin ortaya çıkmasıyla sabit olur. Müşteri bu durumda isterse bu ayba razı olur ve aldığı şeyin bedelini tamamen öder isterse almayıp geri verir. Buradaki ayıptan kasıt, erbabınca kusur sayılan ve rağbeti engelleyen her şeydir. Genel olarak mahaldeki maddi eksiklikten kaynaklanır.388 386 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 224-225; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 435; Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 564; Cezîri, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, III, s. 266. 387 Mecelle md. 336-337. 388 Şâfiî, Gâyet’ül İhtisar, s. 314; Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 241-242; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 87. 74 Mecellede ise ayb şu şekilde tanımlanmıştır: Ayb diye ehil ve erbabı beyninde malın bahasına irâs-ı noksan eden kusura derler.389 Hanefilere göre ayb, selim fıtratın aslında bulunmayan ve ticaret erbabının örfüne göre kıymetin az veya çok düşmesini gerektiren körlük, tek gözün körlüğü, şaşlık gibi kusurlardır. Şâfiîlere göre ise aynda malın kendinde yahut kıymette bir eksiklik teşkil eden veya satılan şeyin türünden çok olması halinde sahih bir maksadın ortadan kalkmasına sebep olan her şeydir. Tanımlardan da anlaşılacağı üzere Hanefilerin tarifi maddî bir ölçüye sahiptir. Şâfiîlerin tarifinde de şahsî ölçü ön plandadır. 390 Kusurlar iki türlü olup bunlardan birincisi, satılan şeyin bir parçasının eksilmesini yahut içte değil de sadece dışta değişikliğe uğramasını gerektirir. Körlük, tek gözün körlüğü, şaşılık, çolaklık, kellik, müzmin hastalık, eksik parmak, kararmış diş, düşmüş diş, fazla diş, kararmış tırnak, sağırlık, dilsizlik, irinli yaralar, kafanın yarık olması, yara izleri, hummalı hastalıklar ve bütün bedeni kapsayan diğer hastalık çeşitleri bu gruba girer. İkinci tür kusurlar ise şekilde değil de sadece manevi bakımdan bir eksikliği gerektirir. Bu gruba ise hayvanın serkeşlik etmesini örnek gösterebiliriz.391 Diğer taraftan söz konusu kusurun az veya çok olması şu şekilde sınırlandırılabilir: Bir kimse herhangi bir şeye kusursuz iken bin dirhem, kusurlu iken daha az fiyat takdir ettiği halde başka bir kimse, kusurlu olduğu halde de bin dirhem kıymet takdir ederse, bu kusur az kusurdur. Ancak bu şeye kıymet takdir eden iki şahıs da kusursuz iken bin dirhem, kusurlu olunca da daha az bir kıymet takdir edip bunda ittifak ederlerse bu kusur da çok kusurdur.392 4.2.1.1. Ayıp Muhayyerliğinin Sabit Olmasının Şartları 1. Ayıbın kadîm olması. Yani satılan şeyin aybının satış esnasında bulunması veya bu şeyin teslim alınmadan önce kusurlanması. Müşteri tarafından mebînin kabzından sonra ayıp meydana gelirse hıyâr hakkı yoktur. Çünkü satılan mal kendisine sağlam şekilde teslim edilmiştir. 2. Aybın müşterinin yanında, fakat mebînin kabzedilmesinden sonra sabit olması. Cumhura göre red hakkının sabit olması için kusurun satıcının yanında sabit olması yeterli değildir. 3. Müşterinin akid anında veya kabz esnasında aybı bilmemesi. Şayet müşteri akid esnasında veya o malı teslim alırken kusurlu olduğunu bilirse bu durumda muhayyerlik hakkı 389 Mecelle md. 338. Kâsânî, Bedâi’ü’s-Sanâ’î, V, s. 274. 391 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 404-405; Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 566. 392 Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 242-243. 390 75 olmaz.393 Diğer bir ifadeyle müşteri, mebîdeki aybı bildiği halde akid yapılırsa veya bilmediği halde akid yapılır, akidden sonra öğrenir fakat o ayba razı olursa yahut fesih talebine girişmeden önce noksanlıklar giderilirse bu gibi durumlarda hak sahibinin fesihte muhayyerlik hakkı kalmaz. Çünkü muhayyerliğin sebebi aybın bulunması ve hak sahibinin buna razı olmamasıdır. Sebep ortadan kalkınca sebebp olan şey de zâil olur. 4. Fesihten önce kusurun ortadan kalkmamış olması gerekir. 5. Satıcı akid mevzuunun her türlü ayıptan berî olduğunu kesin şekilde şart koşmamalı. Böyle bir şart koşar ve temellük eden de buna razı olduktan sonra mevzuda ayıp ortaya çıkarsa hıyâr hakkı terettüp etmez. 6. Kusur kolaylıkla ortadan kaldırılabilecek derecede basit bir şey olmamalı. Diğer bir ifadeyle mahallin kıymetini noksanlaştıracak kadar büyük olmamalı. 7. Hıyâr-ı aybın sabit olması için kaçan, hırsızlık yapan veya yatağını ıslatan kölenin akıllı olması gerekir. Ayrıca köledeki bu üç kusur hakkında görüş birliği bulunması gerekir. Eğer ki görüş ayrılığı olursa red hakkı sabit olmaz. 394 4.2.1.2. Aybın İspat Edilme Yolları Aybın ispat yolları aybın oluşumuna göre değişiklik arzeder. Ayıplar dört türlüdür. 1. Açık ve müşahade olunan ayıplar. Fazladan olan parmak yahut eksik parmak, düşmüş diş, körlük, bir gözün körlüğü ve benzeri kusurlar bu gruba girerler. 2. Gizli ve görünmez ayıplar. Ancak uzmanlar tarafından bilinebilir. 3. Sadece kadınlar tarafından bilinebilen ayıplar. 4. Müşahade ile bilinemeyen, ancak anlaşmazlık esnasında deneme ve sınamayı gerektiren ayıplar.395 Eğer ki söz konusu ayıp müşahade olunan ayıp cinsinden ise. Hâkimin müşteriye bu kusurun kendisinin yanında var olduğuna dair delil getirmeyi teklif etmesine gerek yoktur. Çünkü bu kusur gözle görülerek müşahade ile sabit olduğu tespit edilebilmektedir. Şayet kusur ancak uzmanlar tarafından bilinebilecek gizli ve görünmeyen (batınî) bir kusur ise. Ancak doktor ve baytarlar tarafından bilinebilecek bir kusur olmalı. Söz gelimi, 393 İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, X, s. 210. İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, X, s. 218; Fetâvâyi Hindiyye, V, s. 243; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 405; Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 567; Çeker, İslam Hukukunda Akidler, s. 88; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 29. 395 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 405-406. 394 76 ciğer, dalak vb. organlardaki hastalık gibi kusurlarda dava hakkının doğabilmesi için Müslüman iki erkeğin veya adaletli bir Müslüman erkeğin şahitliği gerekir.396 Şayet kusur ancak kadınların görebilecekleri türden ise. Böyle bir durumda hâkim kadınların bu konudaki sözlerine başvurur ve onlardan kusuru göstermelerini ister. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah “Bilmiyor iseniz bilenlere sorunuz”397 buyurmaktadır. Bu hususta belirli bir sayı şartı yoktur. Adaletli tek bir kadının sözü ile yetinilebilmekle birlikte iki kişi olmaları daha bir ihtiyatlıdır. Erkeklerin bilemeyeceği bir hususta ebenin şahitlik etmesi gibi. Davalaşma esnasında görülmeyen ve ancak denenerek bilinebilen kusurlar ise ya iki erkeğin şahitliği ya da bir erkek iki kadının şahitliği ile sabit olur. Kölenin kaçma huyu, delilik, hırsızlık, yatağını ıslatma gibi kusurlar bu gruba girer.398 4.2.1.3. Ayıp Muhayyerliğini Düşüren Sebepler 1. Kusuru bildikten sonra razı olmak. Eğer ki müşteri aldığı malın kusurlu olduğunu öğrendikten sonra akde razı olursa ayıp muhayyerliği düşer. Söz konusu rıza, sarahaten (açıkça) veya zımnen (dolaylı) olabilir. Sarahaten rıza “kusuru kabul ettim” yahut “satışı geçerli kıldım” demek suretiyle açıkça olan rızadır. Zımnî rıza ise satış, bağış ve teslim gibi şeylerle vuku bulur. 2. Müşterinin muhayyerlik hakkını açık şekilde veya dolaylı olarak –satıcıyı ayıptan ibra ederek- iskat etmesi. Mesela, müşterinin “muhayyerliği iskat ettim” yahut “iptal ettim” demesi veya “satışı bağlayıcı ettim” yahut “onu vacip kıldım” vb. sözler söylemesi ile olur. 3. Müşterinin mebîyi telef etmesi. Mesela, satılan şey bir binek olup onu öldürürse yahut bir kumaş olup onu parçalarsa ve benzeri bir şey söz konusu olursa, sonra da onda eskiden beri mevcut bir kusurun varlığı ortaya çıkarsa, rücû söz konusu olmaksızın onu ödemesi gerekir. 4. Satılan malda artma veya eksilme meydana gelmesi. Buradaki fazlalık kabzdan önce olabileceği gibi kabzdan sonra da olabilir. Ayrıca elbisenin boyanması şeklinde akid mevzuuna bitişik bir fazlalık olabileceği gibi hayvanın yavrusu, sütü, yünü ve ağacın meyvesinde olduğu gibi ayrılabilen bir fazlalık da olabilir. 399 396 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 406-407. Nahl, 16/43. 398 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 408. 399 İbn Âbidîn, Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar, X, s. 234-235; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 411-412; Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, s. 569; Apaydın, “Muhayyerlik”, DİA, XXXI, s. 29. 397 77 4.3. Fesih Hakkı Doğuran Durumlar 4.3.1. Hata Sözlükte “sevabın zıddı” olarak açıklanan hata, “düşünürken, konuşurken veya bir iş yaparken vuku bulan yanlışlık, hedefleneni ve doğruyu tutturamama” anlamına gelir.400 Hata, hakikate uygun olmayan fakat yanılınca kati surette hakikat olarak kabul edilen bir fikir ve tasavvurdur. Bu fiili işleyen kişiye muhti´ (yanılan, hata eden) denir.401 Hata kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yirmi iki yerde değişik türevleriyle geçer. Bunlardan bazılarında hatanın günah ve cezayı kaldıran bir sebep olduğu belirtilir.402 Akid yapmak isteyen karşılıklı iki taraf iradelerini açıklarken bunlardan birinin beyanı iç iradesine uygun olmayabilir. Eğer bu uygunsuzluk istenilmeyerek ve bilinmeksizin meydana gelmişse özel ve teknik anlamda bir hata var demektir.403 Hanbelî mezhebine göre bu durumda irade prensibi esas alınır ve hataya düşen kimsenin beyanına değil iç iradesine değer verilir. Hanefi ve Şâfiîler ise akidlerde maksat ve niyetlere değil açıklanan iradeye önem verirler. Bunun nedeni ise fukahânın akdi yapan tarafların gerçek iradelerinin saygınlığını düşündükleri kadar teâmülün istikrarı ve düzenliliğini de düşünmüş olmalarıdır. Bunun bir neticesi olarak da hata konusu klasik fıkıh kitaplarında müstakil bir başlık altında incelenmemiştir. 404 Sözleşmelerde hatanın sonucu incelenirken çok dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Bu husus, hataya düşen kadar korunmaya muhtaç ve layık olan bir karşı tarafın bulunmasıdır. Karşı taraf, kendisine karşı yapılan beyana güvenmiş, muteber bir sözleşmenin meydana geldiği kanaati ile hareket etmiştir. Şayet hata sebebiyle hükümsüzlük geniş ölçüde tanınırsa onun bu haklı güveni ihlal edilecek, yerine göre hiç kusuru olmadığı halde büyük zararlara girmesi imkânı yaratılacaktır. Ayrıca hatayı sırf yanılan kişi açısından ele alıp düzenleyen sistemlere karşı son zamanlarda özel olarak güven nazariyesinin etkisi altında büyük bir reaksiyon ortaya çıkmıştır. Bu eğilime sahip olanlar yanılan kişiden çok karşı tarafın hukukça korunmaya muhtaç olduğunu kabul etmektedir. Böylece hata sebebi ile hükümsüzlük hallerini en asgari seviyeye indirmek gerektiğini, prensip olarak hatanın bir 400 Apaydın, H. Yunus, “Hata”, DİA, İstanbul 1997, XVI, s. 437; Acar, H. İbrahim, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S: 14, Erzurum 1999, s. 81. 401 Ebû Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 299; Atar, Fahrettin, “Hata”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, II, s. 186. 402 Bkz. Bakara, 2/286; Nisâ, 4/92; Secde, 33/5. 403 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 83. 404 İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddin, Fethü’l-Kadîr, Beyrut ty., V, s. 457; Apaydın, H. Yunus, “Galat”, DİA, İstanbul 1996, XIII, s. 298. 78 hükümsüzlük sebebi olmaktan çıkmasını, onun ancak istisna olarak nazara alınabileceğini ileri sürmektedirler.405 İslam hukukçuları gerçek iradeye yöneldikleri kadar hukuki muamele ve tasarrufların istikrarı mefhumunu da gözden kaçırmadıkları için hata nazariyesinde hâkim ölçüler objektif olmuş ve gerçek irade de bu ölçüler içinde kendisine yol bulmuştur. Hatanın yanında hile ve ikrahı da göz önünde bulunduracak olursak hata bunlar içerisinde en subjektif olanıdır. Çünkü bu, insanın içinde, bilgi ve duygusunda meydana gelmektedir. Hilede ise başkasının aldatma teşebbüsü gibi bir dış amil söz konusu olduğu için ikinci sırayı alır. Objektifliğe en yakın olan ise ikrahtır. Esas itibariyle ikrah da korku sebebiyle maksadına ulaşır, ancak söz konusu korkunun sebebi maddidir.406 Rızayı bozan sebepler içerisinde en çok üzerinde durulan konu ikrah olmuştur. Hile ikinci sırayı, hata ise üçüncü sırayı almıştır. İkrahın bu derece önem arzetmesinin nedeni ise İslam hukukunun karakterinin objektif olmasıdır. Batı menşeli hukuklarda hata akdin mevzuunda, şahısta, ivazda, kanunda ve sâikte olmak üzere beş kısımda ele alınmıştır. 4.3.1.1. Hatanın Çeşitli Açılardan Yapılan Ayrımları 4.3.1.1.1. Beyanda Hata Hukuki işlemlerin teşekkülünde iki unsurun bulunması zorunludur. Bunlardan birincisi irade, ikincisi ise beyandır. 4.3.1.1.1.1. İrade ve Beyan İlişkisi Kişinin, bir işin icrâsı hususundaki niyet ve tasavvurunu muteber bir tarzda ifade etmesine irade beyanı denir.407 İnsanların iç dünyasını ilgilendiren irade, hukuki bir sonuca erişme iradesi (eylem iradesi), açıklama yapma iradesi (beyan iradesi) ve iradenin açığa vurulması (sonuç iradesi) olmak üzere üç unsurdan meydana gelmektedir. Hukuki bir sonuca erişme iradesi, dış âlemde iradeyi belirtmek için kullanılır ve eyleme yönelik iradedir. Her ne kadar görünüşte bir irade beyanı bulunsa da gerçek anlamda irade beyanından bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla iradenin bulunmaması veya serbestçe kullanılmaması halinde insanlar mesul tutulmazlar. Örneğin, şuurunu kaybeden veya zorla yazı yazdırılan kimsenin söz söyleme ve yazı yazma iradesi bulunmamaktadır. Açıklama yapma iradesi iradenin dış 405 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 83-84. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 124. 407 Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1998, s. 201. 406 79 âleme aksettirilmesini ifade eder. İradenin açığa vurulması ise beyan sahibinin belli bir hukuki sonucu meydana getirmesine yönelik iradesidir. Hukuki işlemin teşekkülünde ikinci unsur olan beyan, iradeyi başkasına bildirmek amacıyla bir davranışta bulunmadır. İrade iç dünyayı ilgilendirdiği için doğrudan doğruya anlaşılamaz. İradenin anlaşılması için söz veya yazı ile açıklamada bulunmak, “evet” anlamında baş eğmek ya da oy vermek için el kaldırmak vb. davranışlar gibi rızanın dışa yansımasını sağlayan beyan unsurlarının da bulunması gerekir. 408 Genel itibariyle birbirleriyle uygunluk içerisinde olan irade ile beyan, mahiyetleri itibariyle de birbirlerinden bağımsız düşünülemezler. Ancak bazı durumlarda irade ile beyan arasında uygunsuzluk bulunabilir. Bir şahsın dikkatsizlik veya başka bir nedenle hakiki maksat ve arzusuna uymayan irade beyanında bulunması şeklinde meydana gelen bu uygunsuzluk hukuk dilinde “beyanda hata” olarak değerlendirilir. 4.3.1.1.2. Sâikte Hata İrade ile beyan arasında bir uygunsuzluk bulunmadığı halde geçmişteki, şimdiki veya gelecekteki bir durum hakkında yapılan bazı isabetsiz değerlendirmeler nedeniyle yanlış bir tahminin yapılması neticesinde isteyerek sözleşme yapılmışsa sâikte hata söz konusudur. Sâikte hata ile beyanda hata arasında farklılık vardır. Beyanda hatada irade tam olarak teşekkül etmiştir ancak beyanla irade arasında bir uygunsuzluk vardır. Sâikte hatada ise teşekkül eden irade ile beyan arasında bir uygunsuzluk bulunmamaktadır. Buradaki aksaklık iradenin gerçekleşmesi sırasında değil karar alınırken kendini gösterir. Sâik hatası akidle bağlı olmama imkânını veren hata olarak kabul edilmediğinden mukavelenin muteberliği üzerinde herhangi bir etkisi yoktur.409 Tarafları akid yapmaya sevkeden çoğunlukla içlerinde gizli kalan neden ve tahminler olduğundan sâik, akidlerde şahıslara göre değişir. Mesela, satıcı elindeki malı satarken belki onun kıymetinin yakında düşeceğini tahmin etmiş ve daha fazla zarar etmemek için kısa zamanda elinden çıkarmayı düşünmüştür. Bu tahmin satıcıyı akdi yapmaya sevkeden bir sâiktir. Bu tahmin gerçekleşirse kazançlı olacaktır. Fakat tahminde isabet edememiş ise kazanç beklerken kaybetmiş olacaktır. Bu durumda satıcının, ben bunun fiyatının düşeceğini tahmin ettiğimden sattım. Şimdi yanılmış olduğumu görüyorum. Fiyatın düşmeyeceğini 408 409 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 124; Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 87. Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 88. 80 bilseydim satmazdım. Dolayısıyla hatam esaslıdır, akidle bağlı sayılmamam gerekir gibi iddiaları geçersizdir.410 Eğer bu şekilde vuku bulan hatadan dolayı akid feshedilirse hukukî muamelelerdeki güven ve istikrar mefhumu da zedelenir. Netice itibariyle yanlış tahminde bulunup hataya düşen kişinin akdi feshetme hakkı bulunmamaktadır. 4.3.1.1.3. Vasıflarda Hata Söz konusu şeyin cinsi değişmemekle birlikte vasıfta ve o şeyden hâsıl olacak faydada bir değişiklik bulunur ve bu da ileri derecede olmazsa bu durumda akid mün’akid, sahih ve nâfiz olur, fakat bağlayıcı olmaz. Çünkü karşı taraf için vasıf muhayyerliği vardır.411 Mesela, gece vaktinde kırmızı yakut denilerek satılan “taş”ın sarı yakut olduğu, ya da satın alınan hayvanın koyun değil koç olduğu anlaşılırsa akid sahihtir. Çünkü satılan şeydeki hata cins değişikliği şeklinde olmadığı gibi vasıf farkı da çok önemli değildir. Yukarıda da zikredildiği gibi alıcı için vasıf muhayyerliği vardır.412 Sebebi ise müşterinin mezkur eşyayı kendisine lüzumlu ve matlup vasıflarından dolayı almasıdır. Bu durumda müşteri tayin edilen semen karşılığında akdi kabul veya fesheder. Fesih fevri olabileceği gibi bir müddet sonra da olabilir. 413 Mecellenin bu nevi hata ile ilgili maddeleri şu şekildedir. - Hatası zâhir olan zanna itibar yoktur.414 - Cinsi beyan olunarak satılan şey başka cinsten çıksa bey’i bâtıl olur.415 - Bâyi’in bir vasf-ı merğub ile muttasıf olmak üzere satmış olduğu mal ol vasıftan ârî çıksa müşteri muhayyerdir. Dilerse bey’i fesheder ve dilerse mecmû-i semen-i müsemmâ (satımda zikredilen bedelin tamamı) ile mebî’i kabul eder; buna hıyâr-ı vasf derler. Mesela, sağılır diye satılmış olan bir ineğin sütten kesilmiş olduğu zâhir olsa müşteri muhayyer olur. Ve keza gece vakti kırmızı yakuttur diye satılan taş sarı yakut çıksa müşteri muhayyerdir. 416 410 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 88-89. Atar, “Hata”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, c.II, İstanbul 1997, s. 188. 412 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 162; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 126. 413 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 93-94. 414 Mecelle md. 72. 415 Mecelle md. 208. 416 Mecelle md. 310. 411 81 4.3.1.1.4. Şahısta Hata Akdi yapan taraflardan biri, karşı tarafın kimliğinde veya temel bazı özelliklerinde yanılabilir. Mesela, onu falanca şahıs zanneder, fakat başkası olduğu ortaya çıkar. Veya o kişiyle akraba bağının olduğunu zanneder, ama gerçekte böyle bir şey yoktur.417 Genellikle mâli işlemlerde taraflar birinci derecede önemli değildir. Bu sebeple şahıs hakkında mevzubahis olan her hata akdin feshi için sebep teşkil etmez. Nitekim peşin alışverişlerde nakliye için yapılan kiralamalarda ve şahısların isimlerindeki hata önem arzetmez. Çünkü bu tür hatalar her zaman karşılaşılabilecek hatalar olmakla birlikte genel olarak alıcının hedefi arzu ettiği malı elde edebilmek, satıcının hedefi ise müşteri kim olursa olsun malının semenini kabzetmektir. Bu nedenle bu kabil hataların akde tesiri söz konusu değildir.418 Şahısta hata özellikle karşı tarafın şahsına güvenerek yapılan akidlerde veya muayyen bir şahıs dikkate alınarak yapılan akidlerde önem arzetmektedir. Mesela, “vekâlet”419, “hibe”420, “ariyet”421, “icâre”422, “şüf’a”423 ve evlilik gibi şahısların önem arzettiği akidlerde şahısta bulunan hata akdin feshi için yeterli bir sebeptir. Diğer taraftan vekâlet akdinde vekilin şahsı kadar ehliyeti, süt anneyle yapılan hizmet (icâre) akdinde süt annenin vasıfları da önem taşıdığından bunlarda meydana gelen hata esaslı vasıfta hata sayılır ve ilgili tarafa fesih hakkı verir. Hibe akdinde de şahıs önemli olmakla beraber şahısta hata sebebiyle akdin feshine ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü İslam hukukunda yabancılara yapılan hibeden rucû her zaman mümkündür.424 417 Apaydın, “Galat”, DİA, XIII, s. 299. Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 95. 419 Vekâlet: “Muhafaza etme, koruma” anlamına gelen vekâlet, bir fıkıh terimi olarak, hakkında niyabet geçerli olan konularda, bir kimsenin bizzat kendisinin de yapabileceği bir hukukî işlem için başkasını yetkili kılmasını ifade etmektedir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 688) 420 Hibe: “Bağışlamak, lütfetmek, karşılıksız vermek” anlamlarına gelen hibe, fıkıh ıstılahında, bir malın bedelsiz olarak bir başkasına mülk olarak verilmesini ifade eder. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 255-256) 421 Ariyet: Bir malın kullanımının, geçici süreyle, ücretsiz olarak başkasına verilmesini konu edinen sözleşmedir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 30) 422 İcâre: “Kiralamak, iş karşılığı verilen şey” anlamlarına gelen icâre, fıkıhta da sözlük anlamına uygun olarak menfaatin bedel karşılığı satımını konu alan iş ve kira akdini ifade etmektedir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 288-289) 423 Şüf’a: Satılan bir mülkü, satın alana kaça mal oldu ise, o miktar karşılığında mülkiyetine geçirme yetkisi veren bir haktır. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 622) 424 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 96; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 132; Apaydın, “Galat”, DİA, XIII, s. 299 418 82 4.3.1.1.5. Ivazda Hata Ivazlı akidlerde bedellerden biri diğerine nispetle makul ve mutad olmayan ölçüde fazla olursa söz konusu ıvazda hata meydana gelir.425 Diğer bir ifadeyle ıvazda hatanın esaslı bir hata olarak kabul edilebilmesi bunun sonucu olarak da akdin iptaline imkân verebilmesi için aldatma şart olmaksızın hata eden tarafın açıkladığı miktarla kastettiği miktar arasında önemli bir farkın mevcut olması gerekir. 426 Taraflar bedeller arasındaki nispetsizlikten ya haberdardır veya haberdar değildir. Şayet taraflardan biri aradaki bu nispetsizliği bilmeden akde razı olmuşsa bu durumda gabin durumuna varan bir ıvazda hata meydana gelmiş olur. Ama tarafların her ikisi de nispetsizlikten haberleri olduğu halde başka sebeplerle buna razı olmuşlarsa ortada yalnızca gabin vardır. Bu durumda ıvazda hatadan söz edilemez. 427 Bu çeşit hatalara daha çok cinsi belirtilmiş şeylerin konu olduğu akidlerde rastlanmaktadır. Mesela, 10 ton pirinç teslim edilmesi düşünülmesine rağmen 100 ton pirinç teslimi taahhüt edilmiş ise miktarda hata mevcuttur. Bir kişinin sipariş üzerine metresini 4 TL’ye sattığı kumaşı yanlışlıkla etiket fiyatına 2 TL yazması veya Türk parası ile Amerikan dolarını aynı değerde zannederek 2000 dolara yapılan satış teklifini kabul etmesi gibi hatalar akidle bağlı olmama imkânını veren hatalardır. Bu durum bir iptal nedeni olduğundan satıcı beyan hatasına dayanabilir. Ayrıca taraflardan biri, diğerine taahhüt ettiği miktar zannettiğinden çok fazla veya karşı tarafın kendisine taahhüt ettiği miktarın tahmin ettiğinden daha az bulunduğu takdirde de akidle bağlı olmama imkânını veren hata söz konusu olduğundan hata eden taraf akdi feshedebilir. Mesela, bir malın fiyatının beklenmedik bir şekilde yükseldiğinden haberdar olmayan birinin o malı çok ucuz bir fiyatla teslim edeceğini taahhüt etmesiyle meydana gelen hata esaslıdır.428 Şayet yapılan hata basit hesap yanlışlıklarından kaynaklansa yani toplama, çıkarma ve çarpma gibi işlemlerde yapılan hatalar akdin sıhhatini ihlal etmez. Tarafların iradelerine uygun olmayan bu nevi hatalar uyumsuzluk nedeni olmadığından yani akdin bağlayıcı olmasına engel teşkil etmediğinden fesih sebebi olmaz. Taraflar kendi iradelerine uygun olarak söz konusu hesap yanlışlıklarını düzeltebilirler. Mesela, metresi 10 liradan 20 metre tül perdelik satmış, toplamında 200 lira yazacağı yerde yanlış hesaplamadan dolayı 150 lira 425 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 133; Apaydın, “Galat”, DİA, XIII, s. 299 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 98. 427 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 133. 428 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 98. 426 83 yazmışsa veya satın alınan bir malın 375 liralık satış bedeli aylık 75 lira olarak ödenecekken taksit hesaplaması yanlışlıkla 95 lira olarak yapılmışsa burada açık bir hata mevcuttur. Ancak bu durum sözleşmenin iptaline neden olmaz, sadece tashih olunmakla iktifa olunur.429 İslam hukuku da dâhil olmak üzere liberal sistemlerin ticarete ve kazanmaya izin verdiği, kâra meşruiyet tanıdığı bilinmektedir. Dolayısıyla İslam hukuku hukukî ehliyeti olan kişilerin yaptıkları ıvazlı akidlerde tarafların elde ettikleri menfaatlerin farklı olmasını genel manada meşru görmüş ve buna müdahale etmemiştir. Ancak meşru olmayan yollara sapılıp insanların ihtiyaçları istismar edilirse bu durumda İslam haksızlığı ortadan kaldırmak için müdahale eder.430 4.3.1.1.6. Kanunda Hata Kanunda hatanın manası akid yapanların akid yaparken hükmü bilmemesidir. İslam hukukunda prensip olarak batı hukuklarında da olduğu gibi kanunu ve şer’i hükmü bilmemek mazeret sayılmamaktadır. Ancak hataya düşen tarafın taksirinin bulunmadığının kesin olduğu hallerde durum farklılık arz eder ki bu da sadece bir istisnadır. Ceza hukukunda ise hata daha geniş tatbikat sahası bulmuştur. Sebebi ise “cezaların şüpheler bulunduğu takdirde düşürülmesi” prensibidir. Mesela, İslam dininin hükümlerini bilmese dahi suç işleyene o suçun cezası verilir.431 4.3.2. Hile Sözlükte “çare, mahâret, kurnazlık”432 gibi anlamlara gelen hile, hukuk dilinde bir şahsın akid yapması veya tek taraflı bir hukuki muamelede bulunması için onda yanlış bir kanaat uyandırmak suretiyle onu hataya düşürerek yanıltmayı ifade eder.433 Hile, İslam hukuk literatüründe genelde “tağrir”434, zaman zaman da “tedlis”435 terimleriyle veya aldatma anlamını içeren “hud’a”436 kelimesiyle ifade edilir. 429 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 101-102. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 134. 431 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 139; Apaydın, “Galat”, DİA, XIII, s. 300. 432 Köse, Saffet, “Hile”, DİA, İstanbul 1998, XVIII, s. 28. 433 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 163. 434 Tağrir: Yalan söyleyerek aldatma anlamına gelir. Tağrîr olunan kimse, bey'i (satışı) feshedebilir, bozabilir. Sarraflıkta piyasadaki fiyatların en yükseğinden, yüzde iki buçuk ve daha fazlası kadar yüksek fiyatla satın alarak aldanmağa "Gaben-i fâhiş" (çok aldanmak) denir. Bu miktâr urûz için, yâni hayvandan başka menkûl (taşınabilir) mallar için yüzde beş, hayvan için yüzde on, binâ için yüzde yirmidir. Bu miktarlardan az olan aldanmağa, "Gaben-i yesîr" (az aldanmak) denir. Meselâ bâyi', bu mala, şu kadar lira veren oldu deyip satsa, piyasadaki en yüksek değerinden fâhiş aldanma kadar fazla olduğu ve başkasının o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşteri bey'i (alış-verişi) fesh edebilir, bozabilir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 626) 435 Tedlis: Müşteriden malın kusurunu gizlemek anlamına gelir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 486) 430 84 Kur’an-ı Kerim’deki “Ey Mü’minler! Emir ve yasaklarını çiğnemek suretiyle Allah’a ve elçisine hainlik etmeyin! Size teslim edilen görev, yetki, sorumluluk ve başkalarına ait hak gibi emanetlere de haramı helali bildiğiniz hâlde ihanet etmeyin”437 ayeti alışveriş yaparken hileye başvurmanın kötü bir davranış olduğunu ifade eder. Ayrıca Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir zahîre yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuş ve satıcı da yağan yağmurun ıslattığını bildirince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahîrenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir.”438 İşte bu hadis alışverişte hile yapmanın haram olduğuna delildir. Hilenin akde tesiri yine hata sebebiyle olmaktadır. Tabii burada hatanın hileli olmasıyla hilesiz olması arasında fark vardır. Şayet hata hile ile meydana gelmişse onun ispatı kolaylaşır. Çünkü karşı tarafı yanıltmak ve aldatmak için kullanılan usuller elbette maddidir ve dışa vurmuş davranışlardır. Dolayısıyla hile ispat edilince hata da dolaylı olarak açığa çıkar. Aksi düşünülecek olursa durum güçleşir. Yani hilesiz hata insanın içinde, düşüncesinde meydana geldiği için doğal olarak ispatı da güçleşir. Eğer ki hata, hile yoluyla meydana gelmiş ve hataya düşen taraf da zarara uğratılmış olursa bu durumda hile yapan taraftan tazminat talep eder. Hilesiz hatada tazminat söz konusu değilken hileli hata akdin iptalinin yanında tazminat talebini de doğurmaktadır.439 4.3.2.1. Hile Çeşitleri 4.3.2.1.1. Fiilî Hile Klasik fıkıh kitaplarında hilenin birçok çeşidinden bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi fiilî hiledir ki bundan maksat karşı tarafı akdin mevzu üzerinde hataya düşürmek ve akid yapmaya sevketmek maksadıyla diğer tarafın söz şeklinde değil de fiil şeklinde tezahür eden davranışları ve tedbirleridir.440 Bu konudaki tartışmanın temelini ise Hz. Peygamberin satılacak deve veya davarların memelerindeki sütü biriktirmeyi yasaklayan musarrah hadisidir. “Satılık deve ve davarların sütlerini sağmamak suretiyle memelerinde biriktirip (sütlü gibi) göstermeyin. Kim (böyle hayvanı) satın alırsa, (bu alışverişin arkasından) hayvanı 436 Hud’a: Hile, aldatma, düzen kurma, insanın içinde gizlediği şeyin aksini açığa çıkarması. Dilimizdeki "aldatmak" kelimesi, hud'a kelimesinin karşılığıdır. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 266) 437 Enfal, 8/27. 438 Müslim, “İman” 164; Ebu Davud, “Büyû” 50; Tirmizî, “Büyû” 72. 439 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 142. 440 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 149. 85 sağdıktan sonra muhayyerdir. İsterse alıkoyar, isterse geri verir. Hem de (sağdığı süt mukabilinde) bir sa’ hurma verir.”441 Bu özelliği taşıyan diğer örnekleri şu şekilde sıralayabiliriz. Elbiseyi yeni göstermek için boyamak, köleyi yazı yazar göstermek için elbisesine mürekkep damlatmak, değirmene gelen suyu çok göstermek için bir müddet kesip biriktirdikten sonra salıvermek, cariyeyi daha genç ve sıhhatli göstermek için saçını ve yüzünü boyamak. Örneklerde de görüldüğü üzere hile için başvurulan yollarda aranan şart bu yolların halkın çoğunu aldatır vasıfta bulunmasıdır. Eğer söz konusu hilede kullanılan yol, akdi yapan kişi tarafından kolayca anlaşılacak nitelikte ise bu hile akdi feshetmez ve malı iade muhayyerliği vermez. Örneğin yukarıda zikredilen kölenin elbisesini mürekkeple kirletme hilesi için Mâlikiler iade muhayyerliği tanırken Şâfiîler tanımamaktadır. Çünkü köleyi satın alan kişi kölenin yazı bilip bilmediğini deneyerek tespit edebilirdi. 442 Fakihler başvurulan yolun aldatıcı olup olmadığını takdir konusunda, dolayısıyla prensibin uygulanmasında ihtilafa düşmüşlerdir. Bunun da en tipik örneğini musarrah hadisi oluşturmaktadır. Ebû Yusuf, Züfer, İmam Malik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel musarrah hadisinden yola çıkacak müdellesin akdi feshetme hakkının olduğunu ileri sürerler ki buna da hile muhayyerliği denir. Ancak muhayyerliğin ne zaman başladığı hususunda âlimler arasında görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Âlimlerin bazıları söz konusu hilenin anlaşıldığı andan itibaren bu hakkın doğduğunu söylerken hâkim görüşe göre bu süre üç gündür. Akdin feshedilmesi durumunda ise eğer maldan istifade edilmişse bunun kıymetinin ödenmesi uygundur. O dönemde yaygın olarak hurma bulunduğu için Hz. Peygamber bedel olarak hurmanın verilmesini emretmiştir. Ancak âlimler müdellesin muhayyerlik hakkına sahip olmasını bir takım şartlara bağlamıştır ki bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: - Öncelikle aldatılan kişinin yapılan hileden haberdar olmaması - Söz konusu hilenin akdin teşekkülüne ve fiyata tesir etmiş olması - Yapılan hile ortaya çıktıktan sonra buna maruz kalan kişinin rızaya delalet edecek tasarruflarda bulunmaması - Hile kastının mevcut olması gerekir. Şayet kasıt yoksa o zaman ayıp muhayyerliği doğar.443 441 Buhârî, “Büyû” 64; Müslim, “Büyû” 11; Ebu Davud, “Büyû” 46. Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 143. 443 Köse, “Hile”, DİA, XVIII, s. 28. 442 86 Hanefiler ise müşterinin böyle bir akdi feshetme hakkının olmadığını savunurlar. Dolayısıyla da musarrah hadisi ile amel etmezler. Bu hadisi kabul etmemelerini ise şu gerekçeye dayandırırlar. Hadis, fıkha vukufu ve ictihada ehliyeti olmayan Ebû Hüreyre tarafından rivayet edilmiştir. Hadisin ihtiva ettiği hüküm ise kıyasa ve şer’î esaslara aykırıdır. Çünkü hüküm, İslam hukukundaki “tazmin misli mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur” kuralına aykırıdır. Söz konusu hadis, sağılan süte karşılık bir sa’ hurma verilmesini öngörmektedir. Halbuki hurma sütün ne misli ne de kıyemîdir. Ayrıca hadis “elharâcu bi’d-daman”444 diye ifade edilen “nefi ve hasarın dengelenmesi” ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. İfade edilen bu ilkeye göre bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona ait olur. Dolayısıyla hayvanı teslim aldıktan sonra alıcının sağdığı süt kendisine aittir ve hayvana gelecek zarardan da kendisi sorumludur.445 4.3.2.1.2. Sözlü Hile Hilenin diğer bir çeşidi sözlü ve yalan beyan yoluyla yapılanıdır. İslam hukuku hukukî ve ticarî muamele sahasında insanların birbirlerine karşı kesinlikle dürüst davranmalarını emretmiş ve hiçbir şekilde aldatmaya izin vermemiştir. Ama bazı durumlarda insanlar ne yazık ki birbirlerini aldatma cihetine gitmiştir. Bunlardan biri de akdi gerçekleştirmek isteyen taraflardan birinin veya onun hesabına çalışan bir kişinin piyasa fiyatının altında ya da üstünde bir satış bedeliyle karşı tarafı etkilemek ve onu akde razı etmek için bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler sarfetmesidir. Mesela, piyasa fiyatı 80000 lira olan bir menkul mal için satıcı piyasa fiyatının 100000 lira olduğunu ve başka bir müşterinin daha önceden 90000 lira fiyat teklif ettiğini söylese ve alıcı onun sözlerine inanarak akdi yapsa, sonradan malın kıymetinin 80000 lira olduğu ve bundan daha yüksek bir fiyat teklif eden bulunmadığı ortaya çıksa, fâhiş gabn ve aldatma sebebiyle akdi feshetme hakkı doğar. Ancak bir kimse 90000 lira olan dairesini 92000 lira eder diyerek bu sonuncu fiyat üzerinden satsa, taşınmazların fâhiş gabn nisbeti %20 olduğundan burada fâhiş gabn hali gerçekleşmez ve fesih hakkı da doğmaz.446 Bu aldatıcı sözler özellikle satıcının aldığı fiyata bir miktar kâr ekleyerek sattığı “murabaha”447, aldığı fiyattan bir miktarını tenzil ederek zararına sattığı “vedîa”448, aldığı 444 Ebu Davud, “Büyû” 71; Tirmizî, “Büyû” 53. Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 163; Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, s. 90; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 143; Köse, “Hile”, DİA, XVIII, s. 28. 446 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 150. 447 Murabaha: Alış fiyatı veya mâliyet üzerine, belirli bir kâr ekleyerek yapılan satışa denir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 471) 445 87 fiyata sattığı “tevliye”449, Mâliki ve Hanbelî göre piyasadaki rayiç bedel üzerinden satış demek olan “istirsâl” gibi güven esasına dayalı akidlerde doğrudan etkili olur.450 Ulemânın bu konudaki görüşleri ise akid çeşitlerine göre farklılık arzatmektedir. Mâlikiler, Zeydîler ve İmâmiyye Şîası’na göre bu tür akidlerde, İmam Muhammed’e göre murabaha ve tevliyede, Ebû Hanife’ye göre sadece murabahada, Hanbelîlere göre istirsal akdinde her türlü hile aldatılan tarafa akdi bozma muhayyerliği verir. Hanefiler fiilî hilede akdin feshi cihetine gitmekte oldukça ihtiyatlı davranmalarına karşın bu çeşit hilede ise diğer mezheplerden geri kalmamışlardır. Ebû Hanife tevliye ile murabahanın farklı olduğunu ileri sürerken tevliyede esas olanın ilk fiyat olduğunu ifade etmiştir. Şayet satılan şey ilk fiyatın altında veya üstünde satılırsa o zaman söz konusu satım tevliye olmaz. Murabaha ve vedîada ise hıyanet halinde kâr veya zararın daha az veya daha çok olması söz konusudur ki bu durum akdi bozma muhayyerliğini doğurur. İmam Yusuf hem murabahada hem de tevliyede muteber olanın alış fiyatı olduğunu savunmuştur. Ona göre müşteri bu konuda hıyanete uğrarsa satımı anlaştıkları esasa getirmek üzere satın aldığı fiyattan o nispette indirir ve fazlayı geri alır. İmam Muhammed ise satışta üzerinde anlaştıkları bedeli esas almış ve hıyanet durumunda müşteriyi akdi bozup bozmamakta muhayyer bırakmıştır.451 Yapılan hile akdi gerçekleştirenlerin biri tarafından değil de üçüncü şahısların sözlü veya fiilî müdahalesiyle de akde tesir edebilir. Ancak bu çeşit hilenin akde tesir edebilmesi için hileden istifade edecek tarafın üçüncü şahısla anlaşması ve yapılan hileye de göz yummuş olması gerekir. Hileye maruz kalan taraf bu durumu anladığı takdirde söz konusu akdi feshetme yetkisine sahip olur.452 Örneğin bir kimse diğeri için “bu benim oğlum veya kölemdir, ticaret yapmasına izin verdim, kendisiyle muamele yapın” dese ve onların başkasının oğlu veya kölesi olduğu ortaya çıkarsa, bu durumda yalan beyanda bulunmak aldatan üçüncü şahıstır ve dolayısıyla yapılan hile akde tesir eder.453 448 Vedia: Alış fiyatı veya mâliyetin altında bir fiyatla satış yapmak anlamına gelir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 687) 449 Tevliye: Alış fiyatı üzerinden, hiç kâr eklemeksizin satış yapmak anlamına gelir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 660) 450 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 144; Köse, “Hile”, DİA, XVIII, s. 29. 451 Köse, “Hile”, DİA, XVIII, s. 29. 452 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 147. 453 Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 148. 88 4.3.2.1.3. Sükût ve Gizleme Yoluyla Hile Hilenin son çeşidi ise fıkıhta tedlis olarak da bilinen sükût ve gizleme yoluyla yapılandır. Bu hile mal veya karşılığında mevcut olan aybı gizlemekle olur. Bilindiği üzere satım akidlerinde yalnızca maliyet fiyatının doğru bir şekilde zikredilmesi yeterli olmaz. Aynı zamanda hem maliyeti hem de fiyatı etkileyecek bütün unsurların açıklanması gerekir. İşte bu açıklamalar gizlendiği ya da sükût geçildiği takdirde söz konusu hile açığa çıkar. 454 Bu durumu şu şekilde örneklendirebiliriz. Bir satıcının maldaki bir kusuru, evin duvarlarında meydana gelen çatlaklıkları boya veya kireçle gizlemesi, arabanın motorundaki çatlaklığı gizlemesi, sattığı hayvanda hastalık olduğunu gizlemesi yahut müşterinin paralardaki bir aybı, mesela, tedavülden kalkmış olduğunu veya üzerindeki rakamın silinmiş olduğunu gizlemesi gibi. Bu çeşit aldatmanın hükmüne gelince; fakihlerin ittifakıyla bu şer’an haram kılınmıştır. Hz. Peygamber, Müslüman müslümanın kardeşi olduğunu vurgulamış 455 ve bir müslümanın kardeşine sattığı malda bir kusur varsa onu beyan etmesi gerektiğini, beyan etmediği takdirde ise söz konusu satımın helal olmayacağını belirtmiştir. Ve yine Peygamberimiz “bizi aldatan bizden değildir”456 diyerek meselenin hükmünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.457 Söz konusu durum mecellenin konuyla ilgili maddelerinde şu şekilde ifade edilmektedir. “Bey’i-Mutlak mebi’in (satılan şeyin) ayıptan sâlim olmasını iktizâ eder; yani uyûbdan berâetini şart etmeksizin ve sağlam ve çürük ve kusurlu ve kusursuz demeksizin mal satmak malın sağlam ve ayıpsız olmasını icab eder.”458 Maddeden de anlaşılacağı üzere eğer bir mal satılırken özellikleri zikredilmezse esas olan o malın kusursuz olduğudur. Aksi söz konusu olursa yani mal kusurlu olduğu halde bu durum gizlenirse malı satın alan taraf hileye maruz kalmış demektir ki bu da yukarıda da ifade edildiği gibi şer’an haramdır. Hileye maruz kalan müşterinin nasıl bir tavır takınacağını ise mecellenin bir sonraki maddesi açık bir şekilde ifade etmiştir. “Bey’i-Mutlak ile satılan bir malın ayb-ı kadîmi tebeyyün ettikte müşteri muhayyerdir; dilerse reddeder ve dilerse semen-i müsemmâ ile kabul eder; yoksa malı alıkoyup da aybı için pahasını tenkıs edemez; işte buna hıyâr-ı ayb denir.”459 Mâlikiler burada aybı gizleme ve beyan etmemeyi açık bir şekilde hile saymışlardır. Hanefilerin görüşü ile Mâlikilerin görüşü arasındaki fark, gizlenen aybın küçük olması veya 454 Karaman, “Akid”, DİA, II, s. 253. Bkz. Buhârî, “Mezâlim” 3; Müslim, “Birr” 58. 456 Müslim, “İman” 164. 457 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 164. 458 Mecelle md. 336. 459 Mecelle md. 337. 455 89 hıyâr-ı aybın düşmesi halinde kendini göstermektedir. Yani muhayyerliğin düşmesi veya kusurun önemsiz olması halinde Hanefiler malın iade edilmeyeceğini ve akdin bağlayıcı olacağını savunurken Mâlikiler ayıp muhayyerliğinin işlememesi halinde hile muhayyerliğinin devreye gireceğini ve akdi bozma imkânının devam edeceğini ifade etmişlerdir. Şâfiîler ise bu çeşit hileyi tasriye olarak da bilinen hayvanın memesinde sütü hapsetme hilesi ile aynı hükme tabii kılmış ve anlaşma sahihtir ancak aldanan tarafa hile muhayyerliği vardır görüşünü savunmuşlardır. Hanbelîlerin bu konudaki görüşünü Şemsüddin b. Kudâme’den aynen nakledeceğimiz şu ifadeler ortaya koymaktadır. “Satıcının, malın ayıp ve kusurunu örtmesi, gizlemesi helal değildir. Çünkü Rasulullah (S.A.V.): “Bizi aldatan bizden değildir”460 buyurmuş, Tirmizi (v. 279/892) de “Bu hadis hasen ve sahihtir demiştir. Diğer taraftan satıcı malını satarken malı hakkındaki gerekli açıklamayı yapmalıdır. Eğer ki malın kusurunu gizler, açıklamazsa fıkıh ilmi mensuplarının çoğuna göre akid sahihtir. Malik, Ebû Hanife ve Şâfiî de bunlardandır. Bu görüşün delili tasriye (sütü memede bekletmek) hadisidir. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V.) bunu yasaklamış olmakla beraber satım akdini sahih kabul etmiştir. Ebû Bekr: “Eğer aybı gizler ve örterse satım akdi bâtıl olur. Çünkü bu yasaklanmıştır, yasaklama ise akdin fesadını gerektirir” demiş, sonra kendisine “tasriye hakkında ne dersin” diye sorulunca sükût etmiştir. Bu ise onun eski görüşünden döndüğüne delalet eder. Bundan çıkan netice; aybı gizleme yoluyla yapılan hilenin tasriye hilesine kıyas edilmesidir. Buna göre satım akdi muteber olur, ancak satın alan için muhayyerlik vardır.461 Hile konusunda tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere esas itibariyle “bey’”462 ve “icare” gibi iki taraflı ve feshi kabil akidlere tesir eden hile, nikâh gibi karşılıklı anlaşma ile geriye dönük olarak iptali mümkün olmayan akidlere de belli ölçüde etki etmektedir. Mâlikiler, Şâfiîler ve Hanbelîler nikâh akdindeki aldatmalarda hileye maruz kalan tarafa fesih hakkı tanımaktadırlar. İmam Muhammed kocanın sınırlı sayıda da olsa bazı kusurlarını gizleyerek evlenmesi halinde kadına muhayyerlik hakkı tanımasına rağmen Hanefilerin çoğunluğu ise bu hakkı tanımamıştır. Yani gizlenen kusur sebebiyle yapılan nikâh akdinin 460 Müslim, “İman” 164. İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, s. 84; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 147. 462 Bey’: İki veya daha fazla taraflı akidlerden olan bey’, genel olarak ticarî muameleyi, özel olarak da satım akdini ifade etmekte olup, Türkçe’de alışveriş şeklinde ifade edilir. (Bkz. Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 68) 461 90 feshedilemeyeceğini savunmuşlardır.463 Çünkü Hanefiler çalışmamızın başında da ifade ettiğimiz gibi rıza-ihtiyar ayrımına gidiyor ve burada ihtiyarı esas alıyor. Onlara göre kadın her ne kadar akde razı olmasa da tercih hakkını kullanmıştır. Bu yüzden kadına muhayyerlik hakkı tanınmaz. Daha önce ifade edilen tüm bu açıklamaların ardından şu hususun belirtilmesinde fayda vardır. Hileye başvurmak suretiyle karşı tarafı aldatan kişinin ta’zir cezasıyla cezalandırılacağı konusunda İslam hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Nitekim tekrar tekrar ifade ettiğimiz Rasulullah’ın “Bizi aldatan bizden değildir”464 hadisi meseleyi en iyi şekilde özetlemektedir. 4.3.3. Gabn Gabn kelimesi lügatte “bir şeyi unutmak, gizlemek, yanlış yapmak, alışverişte eksik ödeme ile karşı tarafı aldatmak, eksiklik, noksanlık ve zayıflık” anlamlarına gelir. Istılahta ise gabn, genelde iki taraflı akidlerde bedeller arasındaki dengesizliği ifade ederken özelde ise satım akdinde satılan şeyle fiyatı arasındaki değer yönünden farklılığı ve denksizliği ifade eder.465 Buna göre bir mal, değerinin çok üzerinde bir fiyata satın alındığında müşteri, değerinin çok altında satıldığında ise satıcı gabine maruz kalmış olur.466 Gabn kelimesi ilk devirlerden itibaren örfte “bir malı değerinin altında bir bedelle satma veya değerinden fazla bir bedelle satın alma ve bu şekilde aldanma” manasında kullanılagelmiştir. Gabn kelimesinin Kur’anda ve hadislerde geçen manasına gelince; Kur’andaki teğâbün suresi adını “gabn” kökünden alır ve söz konusu surede geçen kıyamet gününün teğâbün günü olduğu ifade edilir. Surenin 9. ayetinde de ifade edildiği gibi kâfirler imana karşı küfrü, ahirete karşı da dünyayı tercih ettikleri için aldanmış ve zarara uğramışlardır. 467 Hadislerde gabn kelimesi çok az zikredilmekle birlikte ifade ettiği mana örfî manadır. Bu hadislerden biri alışverişte devamlı aldatıldığını iddia eden ve konuyu Hz. Peygamber’e taşıyan sahabenin durumuyla ilgilidir. Hz. Peygamber devamlı aldatıldığından dolayı 463 Köse, “Hile”, DİA, XVIII, s. 29. Müslim, “İman” 164. 465 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 168; Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 143; Paçacı, Dînî Kavramlar Sözlüğü, s. 191; Bardakoğlu, Ali, “Gabn”, DİA, İstanbul 1996, XIII, s. 208. 466 Apaydın, H. Yunus, “Gabin”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, İstanbul 1997, II, s. 64. 467 İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr, Ahkâmü’l-Kur’ân,Beyrut 1988, IV, 1815. 464 91 kendisine şikâyete gelen sahabeye “Alışveriş yaptığında aldatma yok de”468 buyurduğu rivayet edilir. Zarara uğrayan sahabenin Habbân b. Munkız olduğu hadisin sünenlerdeki rivayetinde ifade edilmektedir. Rivayete göre sahabenin aklında zayıflık olduğunu iddia eden aile fertleri durumu Rasûl-i Ekrem’e bildirip onun hacir altına alınmasını istemişlerdir. Bu durum üzerine Hz. Peygamber de Habbân’ı çağırıp alışveriş yapmaması gerektiğini söylemiştir. Fakat Peygamber’in bu teklifine rağmen sahabe “Ya Rasulullah! Ben alışveriş yapmadan duramam” demesi üzerine Rasulullah ona (yukarıda ifade edilen) tavsiyede bulunmuştur.469 Bununla birlikte İbn Mace’nin (v. 275/888) rivayetine göre devamlı gabne maruz kalan Habbân sürekli olarak başkaları tarafından aldatılmış, pazarda uygun malı uygun fiyat ve şartlarla satın alamadığından dolayı zarara uğramıştır. Söz konusu hadisin devamında ise Hz. Peygamber’in bu sahabiye satın aldığı her mal için üç gün muhayyerlik hakkı tanıdığı ve bu süre içerisinde aldığı malı beğenmediği takdirde iade edebileceğini söylediği de rivayet edilmektedir.470 Habbân’ın başından geçen bu olay bütün hadis mecmualarında geçmekte fakat bazı ifade ve ayrıntı farklılıkları bulunmaktadır. Bu olaydan anlaşılacağı üzere dikkatli ve tedbirli davranmadığı için devamlı gabne maruz kalan sahabenin ehliyeti kısıtlanmamıştır. Ayrıca “aldatma yok” denilerek karşı tarafa uyarıda bulunulmuş ve de sahabiye üç günlük muhayyerlik hakkı tanınarak makul bir çözüm getirilmiştir. Gabn kelimesinin kullanım alanları incelendiğinde bu kelimenin akdin kuruluşu açısından rıza ve irade beyanı kavramlarıyla, kaynağı itibariyle hata, galat ve aldatma ile sonuçları itibariyle de muhayyerlik ve fesihle yakın ilgisi bulunduğu anlaşılmaktadır. Akidlerde iki bedel arasındaki değer farklılığını ifade eden gabn, aynı zamanda bey’, icâre, şirket, kısmet ve sulh gibi ıvazlı akidlerle de söz konusu edilir. Çünkü bu saydığımız akidler iki tarafa da borç yüklemektedir.471 Gabnin çeşitlerine geçmeden önce şu hususu belirtmemizde fayda vardır. Gabn İslam hukukundaki hata, galat, hile ve ikrah gibi direkt olarak rızayı sakatlayan unsurlar arasında bulunmasa da dolaylı olarak etkileyen bir unsurdur. Çünkü akidlerde denkliğin bulunması gerekir. Şayet bu denklik görmezden gelinir de aradaki değer farklılığı büyürse bu durumda taraflardan biri zarara uğrar ve dolayısıyla da rıza ortadan kalkar. Diğer bir ifadeyle gabn, rızayı sakatlayan ve akdi fâsid kılan bir sebep olarak görülmemiş, ancak rızanın ihlal 468 Buhârî, “Büyû” 48; Müslim, “Büyû” 48. Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,V, s. 206-208. 470 İbn Mâce, “Ahkam” 24. 471 Bardakoğlu, “Gabn”, DİA, XIII, s. 270. 469 92 edildiğini veya haksız bir zararın bulunduğunu gösteren objektif bir kriter olan ara bir kavram olarak ele alınmıştır. 4.3.3.1. Gabnin Çeşitleri 4.3.3.1.1. Gabn-i Yesir Gabnin klasik fıkıh literatüründe iki çeşidi vardır. Bunlardan birincisi basit ve önemsiz gabn anlamına da gelen gabn-i yesirdir. Genel itibariyle bu çeşit gabnden kaçınmak mümkün değildir. Bu yüzden de maruz kalan tarafın rızasını sakatlamayacağı görüşü hâkimdir. Gabn-i yesir, fiyat tespit komisyonunun takdirleri dâhiline giren şeydir. Diğer bir ifadeyle ihtisas sahiplerinin takdirlerine giren bir aldanmadır. Bu da yaklaşık olarak yüzde on civarındadır. Mesela, 100 liraya alınan bir eşyaya işin ehli olan taraflar tarafından 90 veya 95 lira fiyat biçilmesi gibi.472 4.3.3.1.2. Gabn-i Fâhiş Gabnin ikinci çeşidi ise aşırı ve belirgin gabn anlamında kullanılan gabn-i fâhiştir. Öncekinin aksine bu çeşit aldanmadan kaçınmak mümkündür. Gabn-i fâhiş gerekli olan ve olağan dışı sayılan bir aldanma çeşidi olduğu için rızayı da etkilemez. Yani aldanan tarafın rızası dışında gerçekleşmektedir. Burada fiyat tespit komisyonunun ya da eşya fiyatlarını iyi bilen kişilerin takdirleri dikkate alınmaz. 473 Her ne kadar gabn iki kısma ayrılsa da literatürde gabn denince akla gabn-i fâhiş gelmektedir. Çünkü aldanmanın diğer çeşidi olan gabn-i yesir tabiri akde tesir etmesi ve hukuki sonuç doğurması itibariyle gabne getirilmiş bir alt sınır görünümündedir. İslam fakihlerinin çoğunluğuna göre akidlerde meydana gelen gabnin fâhiş olup olmadığı belirlenirken yapılan akde ve bölgeye ait örf ve âdetler esas alınır.474 Nitekim fıkıh mezhepleri de bu konuda örf ve âdetin veya tüccarlar arasındaki âdetin ölçü alınacağı kanaatindedir. Bu görüşü savunan Hanefiler bilirkişilerin görüşlerini dikkate almışlardır. Onlara göre bilirkişilerin tespit ettiği değerler arasında kalan bedel gabn-i yesir, bu değerlerin altında ve üstünde kalan bedel de gabn-i fâhiştir. Bu durumu şu örnekle daha anlaşılır hale getirebiliriz. Mesela, bir mal bilirkişiler tarafından 10, 15, 20 birim olarak tespit edilirse 10 ile 20 arasında 472 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 145; Apaydın, “Gabin”, II, s. 64. Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 165. 474 İbn Kudâme, el-Muğnî, III, s. 398. 473 93 kalan her birim gabn-i yesiri ifade eder. 10’un altında ve 20’nin üzerindeki her birim ise gabni fâhiş sayılmaktadır.475 İmam Muhammed ve Nusayr b. Yahya el-Belhî’nin (v. 268/881) de içinde bulunduğu bazı Hanefiler, bir kısım Hanbelî, Zeydî ve Mâliki âlimler gabn-i fâhişin belirlenmesinde sabit bir oranın belirlenmesi gerektiği görüşündedirler. Ancak bu âlimler hangi mal için hangi oranın ölçü alınması gerektiği hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. İmam Muhammed’e göre eğer mal piyasa fiyatının 1/20’sini aşarsa gabn-i fâhiş, 1/20 ve bunun altında kalırsa gabn-i yesir olarak nitelendirilir. Nusayr b. Yahya ise burada malın cinsini esas almıştır. Ona göre menkul eşyalarda gabn-i yesirin sınırı 1/20, hayvanlarda 1/10, gayri menkulde ise 1/5’tir. Nusayr’ın bu görüşü mecellenin “Gabn-i fâhiş, uruzda nısf-ı uşur ve hayvanatda uşur ve akarda hums mikdarı veya daha ziyade aldanmakdır”476 şeklindeki 165. maddesinde de benimsenmiştir. Diğer mezhepler ise 1/3, 1/4, 1/6 ve 1/10 gibi farklı oranlardan bahseder. Nitekim 1/3 oranı Mâliki ve Hanbelîler tarafından benimsenmiştir. 477 Bu nisbetler tamamen uygulama ile ilgilidir. Çok vuku bulan muamelelerde aldanma ihtimali azalırken nâdiren yapılanlarda yükselir. Mesela, çokça alışverişi yapılan toz şeker, menkul bir ticaret eşyası olup, gabn nisbeti %5’tir. 1 kg. şekerin piyasa fiyatı 2 lira olsa, 3 liraya veya 1 liraya satılması halinde fâhiş gabn gerçekleşir. Buna karşılık piyasa fiyatı 100120 bin lira arasında olan bir arsa bu fiyatın %20 fazlasına veya %20 eksiğine yani, 144 bin liranın üstünde veya 80 bin liranın altında bir fiyatla satılırsa fâhiş gabn meydana gelir. 4.3.3.2. Gabnin Şartları 1. Ivazlar (edimler) arasında aşırı bir nisbetsizlik bulunmalıdır ve bu nisbetsizliğin işten anlayan herkesin gözüne çarpacak yükseklikte ve âşikâr olması gerekir. Mesela, satım akdinde çok yüksek veya çok düşük bir satış bedeli tespit olunmuşsa, ıvazlar arasında aşırı oransızlık ortaya çıkabilir. 2. Aşırı nisbetsizlik karşı tarafın özel durumunun istismar edilmesinden doğmuş olmalıdır. Karşı tarafın özel durumu, onun darda kalması, hafifliği veya tecrübesizliği halinde ortaya çıkar. Buradaki darda kalmadan kasıt yalnızca iktisâdi ihtiyaçlar değildir. Aynı zamanda kişinin şahsî ve cismânî ihtiyaçları da önemlidir. Bu duruma, alacaklılarca sıkıştırılan kimsenin değerli bir malını çok ucuza satmasını ve ihtiyaç içinde kalan bir işçinin 475 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 144. Mecelle, md., 165. 477 İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, IV, 1816; Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 165; Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, s. 137-138; Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 145; Apaydın, “Gabin”, II, s. 64. 476 94 çok düşük bir ücretle çalışmayı vaat etmiş olmasını örnek gösterebiliriz. Hafifliği derken, iş konusunda eksik kabiliyet, akıl ve zekâ bakımından gerekli ölçüde gelişememe kastedilmektedir. Kişinin özel durumlarından olan tecrübesizlik ise daha çok küçük yaştakiler için söz konusudur. Dolayısıyla da muamele ehliyetsizliği ile ilgili hükümler uygulanır. Ancak bazen eksik eğitim veya eksik ihtisas yüzünden yaşlı kimseler de bu durumda bulunabilirler.478 4.3.3.3. Gabnin Akidler Üzerindeki Etkisi Tüm bu tartışmaların nedeni gabnin akid ve hukuki işlemlere etkisinin ne olacağı ile ilgili meseledir. Zaten bu konuda yapılan tanım ve tartışmaların amacı da hangi ölçüdeki gabnin hangi tür akidlere ne derecede etki ettiğidir. Yukarıda ifade edilen açıklamalarda her ne kadar gabn-i yesirin akde tesir etmeyeceği ve gabn-i fâhişin mutlak derecede akde tesir edeceği anlayışı hâkim olsa da durum biraz daha karmaşıktır. Çünkü daha önce ifade ettiğimiz hata ve hilede rıza kavramı büyük ölçüde sakatlanmışken tek başına gabinde bu ölçüde bir ihlalin söz konusu olmadığı açıktır. Ayrıca söz konusu akidlerde objektiflik, güven ve istikrar prensibinin iç iradeyi değil de dışa yansıyan irade beyanını etkilediği bilinen bir gerçektir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki iki taraflı yapılan akidlerde karşılıklar arasındaki dengenin gözetilmesi hem tarafların ön kabulü hem de İslamdaki hakkaniyet anlayışının gereğidir. Durum böyle olunca da rızanın sakatlanıp sakatlanmadığını araştırmadan yalnızca akid kurucu irade beyanını ölçü almak ve bunu da kanunlaştırırcasına uygulamak doğru olmaz.479 Bir kısım İslam âlimi akidlerde meydana gelen gabni akdin feshi için tek başına yeterli görürken çoğunluk, hukuki muamelelerin sadece gabn sebebiyle feshedilmesini doğru bulmaz. Eğer tek başına gabn yeterli görülürse insanlar arasındaki ihtilafların önüne geçilemez. Ayrıca hukuki alandaki güven ve istikrar da sağlanamaz. Bu, gabnin kesinlikle akdi feshetmeyeceği anlamına da gelmez. Eğer ki gabn haksız bir dış etkiden doğmuşsa aldanan tarafa fesih hakkı tanınır. Tabii burada iç iradenin mi yoksa dışa akseden irade beyanının mı öncelik taşıdığı ve ayrıca hangi durumlarda iç iradenin sakatlanacağı tartışma konusudur.480 Burada aynı konuda her bir hukuk ekolü içerisinde farklı görüşler hâkim olduğu için daha çok şu meselelerin ele alınmasında fayda vardır. Gabnin hile ve aldatmadan veya hata ve bilgisizlikten kaynaklanması, akidleşme esnasında gabnin bulunmaması yönünde bir şart 478 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 154-155. Bardakoğlu, “Gabn”, DİA, XIII, s. 270. 480 Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s. 151. 479 95 koşulmuş olması, gabnin güven ve yetkinin kötüye kullanımı, kanuna karşı hile veya karşı tarafın muzâyaka arzetmesi, gabnin üçüncü şahısların haklarını veya toplumun genel yararını zedelemekte oluşu gibi.481 Gabn, karşı tarafın hile ve aldatmasından kaynaklanıyorsa İslam hukukçularının ittifakıyla gabne maruz kalan taraf fesih hakkına sahiptir. Eğer ki yapılan aldatma fiilî aldatma ise gabnin az veya çok olması önemli değildir. Ama sözlü aldatma ise bu durumda söz konusu aldatmanın çok ve belirgin olması gerekir. Hanefilere göre gabn-i fâhişin tek başına akde bir tesiri yoktur. Ancak buna iki taraftan biri veya bir başka şahıs tarafından yapılan tağrir (malı hakikatte olduğundan başka türlü vasfetme) de eklenirse feshedebilir.482 Hanefilerin bu görüşü mecellede de benimsenmiştir.483 İslam hukukçuları gabn sebebiyle akdin feshini sözlü veya fiilî aldatmayla sınırlı tutmamışlardır. Onlara göre taraflardan birinin bilgisizlik, dikkatsizlik, akıl zayıflığı, yaş küçüklüğü ve irade zaafı gibi noksanlıklarından istifade edilerek veya güveninin kötüye kullanılarak gabinli muameleye maruz bırakılması fesih sebebidir. İslam hukukçularının görüş birliği içerisinde olduğu diğer bir mesele ise bir kimsenin bilerek ve farkında olarak gabn içeren bir hukuki muamelede bulunmasıdır ki âlimlere göre yapılan bu işlem geçerlidir. Nitekim günümüzde de mevsiminden önce meyve ve sebzelerin fiyatları aşırı şekilde pahalanmaktadır. Buna rağmen kişi gabn içerdiğini bildiği halde bu gibi ürünleri satın alırsa yapmış olduğu tasarruf geçerli olur. Çünkü söz konusu tasarrufu kendi rızasıyla gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla gabn sebebiyle akid feshedilemez. Eğer bu görüşün aksi düşünülürse bu durumda her iki tarafın irade ve akidleşme hürriyetleri kısıtlanmış olur. Diğer taraftan kişi kendi bilgisizliği ve dikkatsizliği sebebiyle gabne maruz kalabilir. Bu durumda hukukçuların önemli bir kısmı güven ve istikrarın bozulacağını öne sürerek ilgili kişiye fesih hakkı tanımazlar. Zaten Hanefi, Şâfiî ve bazı Mâliki ekollerinde hâkim olan gabni fâhişin tek başına akde tesir etmeyeceği düşüncesi bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Mezheplerin bu görüşünü Buhari’nin naklettiği şu hadis destekler niteliktedir. Sahabeden İbn Ömer, Hz. Osman’la gabn sayılacak şekilde kârlı bir arazi değişimi yaptığını belirtmiş, fakat Hz. Osman bu akdi feshetmemiştir.484 Bu düşünceye karşı çıkan Mâliki, Hanbelî, Zeydiyye ve İmamiyye fakihlerinin çoğunluğuna, bazı Hanefi fakihlerine ve İbn Hazm’a göre taraflardan biri bilgisizliğinden dolayı fâhiş ölçüde gabne uğramışsa akdi feshedip aldığını iade etme 481 Acar, “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, s. 99-100. Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 165. 483 Bkz. Mecelle md. 356. 484 Bkz. Buhârî, “Büyû” 47. 482 96 hakkına sahiptir. Âlimlerin bir kısmına göre bu hakka sahip olmak için gabnin fâhiş ölçüde olması da gerekmez.485 Gabn-i fâhişin tek başına akde tesir etmeyeceği görüşü hâkim olsa da Hanefiler yetim, vakıf ve hazine mallarında farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Onlara göre bu üç malın korunması başta hakkaniyet ilkesi olmak üzere hukuk düzeni ve kamu yararı açısından özel bir önem taşımaktadır. Bu yüzden bu malların (tağrir bulunmasa bile) gabn-i fâhişli bir muameleye tabi tutulması söz konusu muameleyi fâsid kılar.486 Hanefiler bu duruma aşağıdaki üç maddeyi örnek göstermişlerdir. __ Malından fazla borcu bulunması sebebiyle hacir (engelleme) konulan borçlunun tasarrufu. Bu kişi malından bir şey satsa veya bir şey satın alsa isterse gabn-i yesirle alıp satsın alacaklıların akdi feshetme hakları vardır. Ancak diğer taraf gabni telafi etmeye razı olursa feshedemez. Çünkü borçlunun tasarrufunun geçerliliği alacaklıların iznine bağlıdır. İzin verilirse geçerli, verilmezse geçersiz olur. __ Borçlu kimsenin ölümle sonuçlanan hastalığında malını gabnle satması. Ölümden sonra alacaklılar veya varisler tasarrufun feshedilmesini isteyebilir ki bu da caizdir. Ancak diğer taraf gabni kaldırmaya razı olursa feshedemez. __ Vâsinin oğlu ve hanımı gibi lehinde şahitlikleri caiz olmayan birisine yetimin malını satması halinde de akid feshedilir.487 Burada Hanefiler rızadan da öte malın korunmasını ön planda tutmuşlardır. Yani tasarrufta bulunduğu noktada kişinin kendi rızası yeterli olmayıp karşı tarafın malının korunması esas alınmaktadır. Âlimlerin de ifade ettiği gibi bir kimse hukukî muamelenin gabn içerdiğini bildiği halde akde razı olmuşsa, akdi feshetme hakkına sahip değildir. Aynı şekilde bilgisizliğinden ve dikkatsizliğinden dolayı gabne maruz kalmışsa, yine fesih hakkı ortadan kalkar. Çünkü hukukî muamelelerde esas olan güven ve istikrarın sağlanmasıdır. Sonuç itibariyle gabn-i fâhişin tek başına akde tesir etmesi düşünülemez. Ancak gabn-i fâhişe tağrir de eklenirse, yani taraflardan biri veya bir başka kişi malın gerçek vasfını gizleyip onu olduğundan faklı şekilde zikrederse, işte o zaman gabne maruz kalan taraf için fesih hakkı sabit olur. Hanefilerin üç gurup mal (yetim,vakıf ve hazine) için getirdikleri istisna ise tercihe şâyandır. Nitekim bu görüş mecellede de kâideleşmiştir.488 485 Apaydın, “Gabin”, II, s. 66; Bardakoğlu, “Gabn”, DİA, XIII, s. 271. Bardakoğlu, “Gabn”, DİA, XIII, s. 272. 487 Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, V, s. 165. 488 Bkz. Mecelle md. 356. 486 97 SONUÇ Akidlerde rıza adı altında incelediğimiz bu çalışma bize, genel hatlarıyla (gerek bey’ akdi olsun ve gerekse nikâh akdi olsun) insanlar arasında vuku bulan anlaşmalarda karşılıklı rıza mefhumunun önemine işaret etmiştir. Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına bakıldığında akidlerde karşılıklı rızanın ne derece önemli olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de ifade edildiği üzere faiz haram, alışveriş ise helal kılınmıştır. Her ne kadar alışveriş helal olsa da haksız yollarla yapılan alışveriş yasaklanmıştır. Kısacası alışverişlerde haksızlığın meydana gelmemesi için tarafların karşılıklı rızası şarttır. Bir akdin kurulabilmesi için tarafların icab ve kabulü gerekmektedir. İcab ve kabul ise tarafların rızasının bir göstergesidir. Dolayısıyla icaba muhatap olan taraf dilerse söz konusu akdi kabul eder ve dilerse de reddeder. Tabii ki bu husus hem bey’ akdi için hem de nikâh akdi için geçerlidir. Diğer taraftan akdin kuruluş aşamasında bir takım faktörler vardır ki bunlar rızayı bozmaktadır. Bunlardan birisi de garardır. Ancak buna mukâbil muhayyerlik olarak da bilinen ve rızanın korunmasına yönelik tedbirler de vardır. Bu muhayyerlikler gerek akdin kuruluş aşamasında ve gerekse akid gerçekleştikten sonra rızayı koruyan temel unsurlardır. Ayrıca hata, hile ve gabn içeren akidler neticesinde tarafların fesih hakkı da bulunmaktadır. Bu unsurlar rıza mefhumunu zedelemekte olup aldanan tarafa akdi feshetme hakkı kazandırmaktadır. Zorlama olarak da bilinen ve akidlerde rızayı bozan unsurlar arasında yer alan ikrah ise tarafların iradelerine etki etmektedir. Bu sebeple akidlerde karşılıklı rızanın bulunması için ikrahın ortadan kalkması gerekir. Evlilik bağının hem kuruluşunda hem de sona erdirilmesinde yine tarafların karşılıklı rızaları esastır. İslam hukukunda boşama yetkisi her ne kadar erkeğe verilse de kadın, bir mal veya mehir mukâbilinde kocasını razı edip boşayabilir. Bu şekildeki boşama karşılıklı rıza ile boşama anlamına gelen muhâleadır. Diğer taraftan erkek kadını boşamak istediğinde kadının rızasını almasına gerek yoktur. Çünkü erkek, kadını tek taraflı boşama hakkına sahiptir. Akdin kuruluş aşamasında şart olan rıza, akdin sona erdirilmesinde de gereklidir. Yani alışveriş yapan iki taraf karşılıklı rıza ile yaptıkları alışverişi yine karşılıklı rıza ile feshedebilir. 98 Netice itibariyle rıza, akdin hem kuruluş aşamasında hem de akdin sona erdirilmesinde gerekli bir unsurdur. 99 KAYNAKÇA Acar, H. İbrahim (1999); “Borçlar Hukukunda İradeyi Sakatlayan Sebepler”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum: S: 14. __________(2000); İslam Hukukunda Evliliğin Sona Ermesi, Erzurum: Kültür Eğitim Vakfı Yayınevi. Ahmed b. Hanbel (1981); el-Müsned, İstanbul. Akman, Sermet; Burcuoğlu, Haluk; Altop, Atilla (1993); Tekinay Borçlar Hukuku, İstanbul: Filiz Kitabevi. Aktan, Hamza (1997); “Talak”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. IV, İstanbul: İFAV Yayınları. Altaş, Yusuf (2007); “Eşlerin Karşılıklı Görev ve Sorumlulukları”, Kürsüden Öğütler, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Apaydın, H. Yunus (1995); “Fesad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XII, İstanbul. __________(1997); “Gabin”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. II, İstanbul: İFAV Yayınları. __________(1996); “Galat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XIII, İstanbul. __________(1997); “Hata” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XVI, İstanbul. __________(2000); “İrade Beyanı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXII, İstanbul. __________(2006); “Muhayyerlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXXI, İstanbul. Aslan, Nasi (1995); “Kayseri Şer’iyye Sicillerindeki Hicrî 1084, 1087 Tarihli 81 ve 84 Numaralı Defterler ve İslam Hukuku Açısından Tahlili”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri. __________(2008); “Risâlet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXXV, İstanbul. Atar, Fahrettin (1997); “Hata”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İFAV Yayınları, c.II, İstanbul. __________(2005); “Muhâlea”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXX, İstanbul. 100 Ateş, Süleyman (1989); Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul. Aybakan, Bilal (1996); “İkâle”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXII, İstanbul. Aydın, Hakkı (1993.); “İslam ve Türk Borçlar Hukukunda İkrah”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Erzurum, S:11. Aydın, M. Akif (1994); “Avârız”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. IV, İstanbul. __________(1994); “Deyn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. IX, İstanbul. __________(2006); “Huzur ve Saadetin Kaynağı”, İslam’a Giriş, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. __________(2004); İlmihal II, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. __________(1985); İslam-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Bardakoğlu, Ali (1992); “Bey’”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.VI, İstanbul. __________(1995); “Fesih”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XII, İstanbul. __________(1996); “Gabn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XIII, İstanbul. __________(1997); “Garar”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. II, İstanbul: İFAV Yayınları. __________(1997); “İkâle”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. II, İstanbul: İFAV Yayınları, __________(1996); “İkrah”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXII, İstanbul. Bilmen, Ömer Nasûhî (1964); “Ahkâm-ı Şer’iyye ve Ahkâm-ı Fıkhıyye”, Yüksek İslam Enstitüsü Dergisi, İstanbul. __________(1970); Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul: Bilmen Yayınevi. Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil (1992); Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul: Çağrı Yayınları, I-VIII, Canan, İbrahim (Tarihsiz); Kütüb-i Sitte Tercemesi ve Şerhi, İstanbul: Akçağ Yayınları. Cevherî, Ebu Nasr İsmail b. Hammad (1998); Ta’cu’l-luga ve Sıhhahu’l-Arabiyye, Dâru’l-Fikr, Beyrut. 101 Cezîri, Abdurrahman (1973); Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, trc. Hasan Ege, Ankara: Mars Matbaası. Cin, Halil (1988); Eski Hukukumuzda Boşanma, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları. Çağrıcı, Mustafa; Karaman, Hayreddin; Dönmez, İbrahim Kâfi; Gümüş, Sadrettin (2007); Kur’an Yolu, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Çeker, Orhan (Neşreden) (1985); Hukuk-ı Aile Kararnamesi, İstanbul. __________ (2006); İslam Hukukunda Akidler, İstanbul: A.H.İ. Yayıncılık. Dalgın, Nihat (2004); Günümüzdeki Tartışmalı Dini Konular, İstanbul: Etüt Yayınları, Darîr, Muhammed Emîn (1967); el-Ğarar ve eseruhû fi’l-‘ukûd fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire. Döndüren, Hamdi (1977); Delilleriyle İslam Hukuku, Konya: İslam Hukuku Külliyatı Yayınları. __________(1984); İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir: İslam Hukuku Külliyatı Yayınları. Dönmez, İbrahim Kâfi (1996); “Garar”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XIII, İstanbul. __________(1996); “İslam Hukukunda Modern İletişim Araçları İle Yapılan Akidler”, İLAM Araştırma Dergisi, İstanbul: c.I, S:I. Ebû Davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (1992); es-Sünen, İstanbul: Çağrı Yayınları, I-V. Ebû Zehra, Muhammed (1994); İslam Hukuku Metodolojisi, çev. Abdulkadir Şener, Ankara: Fecr Yayınları. Erdoğan, Mehmet (1998); Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul. Erten, Mevlüt (2004); “Kur’ân’ın İnsan-Biçimci Dili”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas: S: 1. Eskicioğlu, Osman (1994); “İslamda Kadının Yeri”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir. Ferruh, Ömer (1969); İslam Aile Hukuku, trc. Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul: Sebil Yayınevi. Fetâvâyi Hindiye (Tarihsiz); trc. Mustafa Efe, Ankara: Akçağ Yayınları. Fîrûzâbâdî, Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kub (1986); el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut. Güleç, Hasan (1997); “İkrah”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. II, İstanbul: İFAV Yayınları. 102 __________(1996); İslam Hukukunun Kur’an’daki Genel Prensipleri, İzmir: Anadolu Matbaacılık. __________(1997); “Muhâlea”, İslam’da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, c. III, İstanbul: İFAV Yayınları,. Günenç, Halil (1990); Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul: İlim Yayınları. Halebî, Ahmed b. Yûsuf Semûn (1999); Umdetu’l-Huffâz, Beyrut. Halebî, İbrahîmi (1971); Mültekâ el-Ebhur Tercümesi, trc. Mustafa Uysal, Konya: Kanaat Matbaası. Hukuk-ı Aile Kararnamesi (1918); İstanbul. İbn Âbidîn, Muhammed Emin b. Ömer (1984); Reddül-Muhtar Ale’d-Dürri’l-Muhtar trc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul: Şamil Yayınevi, İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Sa’id (1970); el-Muhallâ, Mısır. İbn Kudâme, Muvaffakuddin Ahmed b. Muhammed (1995); el-Muğnî, (eş-Şerhü’lKebîr ile beraber), thk. Muhammed Seyyid; Muhammed Şerefüddin, Kahire: Dâru’l-Hadîs. İbn Mace, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid (1992); Sünenü İbn Mâce, İstanbul: Çağrı Yayınları, I-II. İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed b. Mukerrem (1990); Lisânu’l-‘arab, Beyrut. İbn Rüşd, Ebi’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. El-Hafîd (1985); Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, trc. Ahmed Meylânî, İstanbul: Beyan Yayınları. İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr (1988): Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut. İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddin (Tarihsiz); Fethü’l-Kadîr, Beyrut. İsfehânî, er-Râgıb (1986); el-Müfredât , İstanbul: Kahraman Yayınları. Karaman, Hayrettin (1989); “Akid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. II, İstanbul. __________(2003); İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul: İz Yayıncılık. __________(1991); Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul: Nesil Yayınları. Kâsânî, Alâuddîn Ebu Bekr (Tarihsiz); Bedâi’ü’s-Sanâ’î, Beyrut: Dâru Kütübi’l‘İlmiyye. Koçak, Muhsin (1991); “Ehliyete Tesiri Açısından Sarhoşluk”, 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun. Köprülü, Bülent; Kaneti, Selim (1989); Aile Hukuku, İstanbul: Filiz Kitabevi. Köse, Saffet (1998); “Hile”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XVIII, İstanbul. 103 Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (1987); el-Câmi’ li Ahkâmi’lKur’an, Mısır. Kutub, Seyyid (1974); Fî Zilâl-il-Kur’ân, trc. Bekir Karlığa, M. Emin Saraç, İ. Hakkı Şengüler, İstanbul: Hikmet Yayınları. Malik b. Enes (1992); el-Muvatta, İstanbul: Çağrı Yayınları. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Açıklamalı Mecelle Adıyla Yayımlayan A. Himmet Berki (1990); İstanbul: Hikmet Yayınları. Mevdûdî (1994); İslamda Aile Hukuku (Karı-Koca Hakları), trc. Memiş Tekin, İstanbul: Esra Yayınları. Mevsılî, Abdullah b. Mahmud (1980); el-İhtiyar li-Ta’li’l-Muhtar, İstanbul: Çağrı Yayınları. Müslim, Ebû’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyrî en-Neysâbûrî (1981); Sahihu Müslim, İstanbul: Çağrı Yayınları, I-IV. Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Ali b. Şuayb (1981); Sünenu’n-Nesâi, İstanbul: Çağrı Yayınları, I-VIII. Öztürk, Mustafa (2008); Kur’an-ı Kerim Meali, Ankara: Otto Yayınları. Paçacı, İbrahim (2006); Dînî Kavramlar Sözlüğü, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Râzî, Fahruddîn (1990); Tefsîr-i Kebîr, trc. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru, Ankara: Akçağ Yayınları. Schacht, Joseph (1977); İslam Hukukuna Giriş, çev. Mehmet Dağ; Abdulkadir Şener, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Senhûrî, Abdurrezzak Ahmed (1954); Mesâdiru’l-Hak fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Kahire. Serahsî, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed (Tarihsiz); el-Mebsût, Beyrut. Şa’ban, Zekiyyüddin (2000); İslam Hukuk İlminin Esasları, trc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Şâfiî, Kadı Ebû Şuca’ Ahmed b. Hüseyin b. Ahmed el-Asfehani (1998); Gâyet’ül İhtisar, trc. Nizameddin Ersöz, İstanbul: Ravza Yayınları, Şekerci, Osman (1981); İslâm Şirketler Hukuku, İstanbul. Şentürk, Lütfi; Yazıcı, Seyfettin (2005); İslam İlmihali, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Şevkânî, Muhammed b. Ali (Tarihsiz); Neylü’l-Evtâr, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, yy. Şirbînî, Muhammed el-Hatîb (1958); Muğni’l-Muhtâc ilâ Mağrifeti Me’âni Elfâzi’lMinhâc, Mısır. 104 Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ (1992); Sünenü’t-Tirmizî, İstanbul: Çağrı Yayınları, I-V. Udeh, Abdülkadir (1990); Mukayeseli İslam Hukuku ve Beşeri Hukuk, trc. Ali Şafak, Ankara: Rehber Yayıncılık. Uysal, Enver (2006); “İnsanlara Karşı Görevler”, İslam’a Giriş, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Yaman, Ahmet (2002); İslam Aile Hukuku, Konya: Yediveren Yayınları. Zaim, Sabahaddin (1989); “Peygamberimizin İktisadî Hayatla İlgili Tebliğlerinden Örnekler”, Diyanet Dergisi, Ankara. Zeydan, Abdülkerim (1981); Fıkıh Usûlü, çev. Rûhi Özcan, Erzurum: Emek Matbaa. __________(1995); İslam Hukukuna Giriş, trc. Ali Şafak, İstanbul: Kayıhan Yayınları. Zeyla’î, Cemâluddîn Ebû Muhammed (Tarihsiz); Nasbu’r-Ra’ye li Ehâdîsi’l-Hidâye, Kahire. Zuhayli, Vehbe (1994); İslam Fıkhı Ansiklopedisi, trc. Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. Fehmi Ulus, Abdurrahim Ural, Yunus Vehbi Yavuz, Nurettin Yıldız, İstanbul: Risale Yayınevi. __________(2005); et-Tefsîrü’l-Münir, trc. Hamdi Arslan, Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. İbrahim Kutlay, Nurettin Yıldız, İstanbul: Risale Yayınları. 105 ÖZGEÇMİŞ KİŞİSEL BİLGİLER Adı, Soyadı : Şahin METİN Doğum Yeri : Feke Doğum Tarihi : 01-06-1982 Medeni Durumu : Evli Telefon (Cep) : 0535 686 77 07---0506 282 08 74---0542 392 97 35 E-Mail : [email protected]. EĞİTİM BİLGİLERİ 2004 – 2009: Yüksek Lisans, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, Adana. 2000 – 2004: Lisans, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Adana. 1994 – 1999: Lise, Adana İmam Hatip Lisesi, Adana. 1989 – 1994: İlköğretim, Karacaoğlan İlköğretim Okulu, Adana. YABANCI DİL: Arapça, İngilizce. BİLGİSAYAR BİLGİSİ: Word, Exel. İŞ DENEYİMİ 2004 - ……..Din Görevlisi, Söğütlü Köyü Fakılar Mh., Adana.