Haftalık Bülten 28 Ekim 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler “El-veledü sırru ebîhi” (Çocuk babasının sırrıdır) hadis midir, kaynağı nedir, ne anlama gelmektedir? ............................................................................................................................... 3 Her kim vesile makamına çıkmayı benim için dilerse onun için şefaatim helal olur hadisini açıklar mısınız? Şefaati inkar eden kafir olur mu? .................................................................... 4 Bazı kimseler, kendi irademizle verdiğimiz kararları daha önceden hiçbir güç bilemez, diyorlar, bunlara nasıl cevap vermeliyiz? ................................................................................. 6 Hatalarımın farkındayım ama bir türlü düzeltemiyorum. İnandığım gibi yaşamak, ibadetimi sürekli yapmak, namazımı düzeltmek istiyorum, nerden başlamalıyım? ........... 10 Peygamberler hakkında bilgiye neden sadece kutsal kitaplardan erişiyoruz? Tarih kitaplarında bu peygamberlerden neden bahsedilmiyor? Belgeseller hakkında fikriniz nedir? ......................................................................................................................................... 11 Esma-i Erbeîn-i İdrisiyye hakkında bilgi verir misiziniz? ........................................................ 12 Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan delil var mıdır? Eğer değiştiyse, Kur'an'da neden Yahudilere ve Hıristiyanlara, Tevrat ve İncil ile hükmetmeleri emri vardır? ............................................................................................................................... 13 Haram vesilelerin yaptığımız işlere olan etkisi nasıldır? Çalıntı kalem, haram para, çalıntı araba, kaçak elektrik, kopya çekilerek yapılan işler geçerli olur mu? .................................. 20 Kasidetü'l Bürde hakkında bilgi verir misiniz? ....................................................................... 21 Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Besmele-i Şerife Duası hakkında bilgi verebilir misiniz? .................................................................................................................................................... 23 "Ve eğer O´nu (peygamberi) bir melek kılsaydık, elbette O´nu yine bir erkek (suretinde) kılardık..” ayetine göre, meleklerin hep erkek olarak görünmesi nedendir? Hz. Meryem’e de erkek şeklinde gelmesinin hikmeti nedir? ......................................................................... 25 “Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık” (Zariyat, 49) ayetine göre, melekler de mi çift yaratılmıştır? Halbuki meleklerin ve bazı tek hücreli canlıların cinsiyeti bulunmuyor? ..... 27 Hz. Muhammed fen dalında (fizik, kimya, biyoloji, matematik ) icat ettiği, teori ürettiği veya Allah tarafından öğretilen ve çevresindekilere anlattığı bir olgu var mı? Miraç mucizesinden sonra yıldızlar hakkında bilgi vermiş midir? .................................................. 29 Duaların veya tövbenin kabul olduğu nasıl anlaşılır? ............................................................ 31 İnsanlardan tamamen uzaklaşmak ve aile ile tamamen ilişkileri kesmenin hükmü nedir? 32 Bir erkek ve bayan nikahlandıktan sonra hiç cinsel ilişkide bulunmadan üç talakla boşansalar, tekrar evlenmeleri için bayanın başka bir erkekle evlenip cinsel ilişkide bulunması lazım mıdır? ............................................................................................................ 34 2 “El-veledü sırru ebîhi” (Çocuk babasının sırrıdır) hadis midir, kaynağı nedir, ne anlama gelmektedir? "El veledü sırrı ebihi = Çocuk, babasının sırrıdır.”(Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 1/397; Ukberî, Divânü’l-Mütenebbî, 1/156; Suyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesira, 1/20; Sehâvî, el-Mekâsıdü’l-Hasene, 1/706, 723 (1268, 1300); Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 2/452 (2911).) Çocuğa kendi fizikî mayası ile biyolojik hammaddesini veren anne-baba, gönlündeki sevgisi ile de mânevî hammaddesini ona maya olarak çalar. “Hanımlarınız sizin nesil yetiştiren tarlanızdır.” (Bakara, 2/223) fehvâsınca bir rivayette tohum sahibi babalara nispetle “çocuk, babasının sırrıdır.” denilmiştir. O bakımdan çocuk, anne-babasının genetik şifrelerinin bir karışımı, bedenî bir uzantısı olduğu kadar, aynı zamanda kalbî-ruhî birer ışığıdırlar ve insan, çocuğunu kendisinin maddî-mânevî meyvesi olarak algılar. (bk. Musa Hop (Hub), Yeni Ümit Dergisi, Sayı : 87 Ocak-Şubat-Mart 2010) Çocuk, babasının sırrı ve hususiyetlerinin sahibidir. Hayatı boyunca onun gözbebeği, ölümünden sonra da mevcudiyetini devam ettiren ve ebediliğe doğru götüren bir parçasıdır. Bütün hususiyetleri (iyi ve çirkinini) ondan âdeta miras yolu ile aktarır. Zira o, kalbinin bir parçasıdır. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, neseplerin korunmasını, neslin tevhid üzre yetişmesini emretmiştir. Bunun için aile halkına, özellikle yeni yetişen çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa "tevhid" inancıdır. Yani Allah'ın varlığı ve sıfatlarıyla tanıtılması, hiç bir şekilde O'nun ortağı yardımcısı, O'na giden yolda aracının olmadığı, insanların O'nun hükümleri, emir ve yasaklarıyla yönetilmesi gerektiği inancıdır. Yaş ve idrak yönüyle bir şeyler öğrenme durumuna gelen bir çocuğa, öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır. Nitekim bir kısım rivayetler, Rasûlullah (s.a.s.)'ın kendi yakınlarından bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz çocuğa tevhîd'i öğrettiğini ve bu maksatla: "Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı da bulunmayan Allah'a hamd olsun..." (el-İsra, 17/111) âyetini okuduğu kaydedilmektedir. Ebeveynin evlâda bırakacağı en güzel mirâs, hiç şüphesiz ki, onu güzel terbiye etmesidir (Tirmizî, Birr, 33). Güzel terbiye edilen Gocuk, ebeveyni için âhiret mutluluğunun sebebidir. Ölen insanın amel defteri kapandığı halde salih evlât bırakanın defteri kapanmaz; onun yaptığı hayırlı işlerden ebeveyn de mutlak fayda görür (Müslim, V, 73; Ahmed b. Hanbel, IV, 105). Evlâdın ruh terbiyesine önem verildiği gibi, zamanın meşhur olan bilgilerinin de ona kazandırılması geçimini temin edebileceği helâl kazanç yollarının öğretilmesi gerekir. (bk. Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi, Çocuk mad.) 3 Her kim vesile makamına çıkmayı benim için dilerse onun için şefaatim helal olur hadisini açıklar mısınız? Şefaati inkar eden kafir olur mu? Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivayetle Resûlüllah (s.a.v) şöyle buyururmuştur: «Müezzini işittiğiniz vakit siz de onun dediğini deyin. Sonra bana salavât getirin. Çünkü her kim bana bir defa salavat getirirse, Allah ona o salâvat sebebiyle on defa salât eyler. Sonra Allah'dan benim için vesileyi isteyin. Zira vesile cennette bir makamdır ki Allah'ın kullarından yalnız bir tanesine lâyıktır. Umarım ki; o bir kişi de ben olayım. İmdi her kim benim için vesileyi isterse ona şefaatim vâcib olur.» (Müslim, Salat, 7) Allahtan benim için vesileyi isteyin» buyurulmuş, fakat onu ne şekilde ve hangi kelimelerle isteyeceğimiz bildirilmemiştir. Ancak İmam Buhari (r.a) hadisi ele almış ve hadîsin bu cihetini de îzah etmiştir. Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: "Ezanı işittiği zaman kim: "Allâhümme Rabbe hâzihi'dda'veti'ttâmme ve'ssalâti'lkâime âti Muhammedeni'lVesîlete ve'lfadîlete veb'ashu makâmen mahmûdeni'llezî va'adtehu. (Ey bu eksiksiz davetin ve kılınan namazın sahibi! Muhammed'e Vesîle'yi ve fazîleti ver. O'nu, va'adettiğin -bir rivayette va'adettiğin üzere- makam-ı Mahmûd üzere ba's et (dirilt)" derse, ona Kıyâmet günü mutlaka şefaatim helal olur."(Buhârî, Ezân: 8; ayrıca bkz. Ebû Dâvud, Salât: 28; Tirmizî, Salât: 157; Nesâî, Ezân: 38; İbnu Mâce, Ezân: 4) el-VESÎLE lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan vasıta, aracı mânasına gelir. Hadiste bununla cennetteki yüce bir makam kastedilmiş olmaktadır. Nitekim Vesîle'yi dile getiren rivayetlerde Resûlullah (s.a.v)'ın yaptığı tarif "Zîra o (elvesîle), cennette bir makamdır..." buyurmakta, bu makamı Allah'ın bir kişiye vereceğini belirtmekte ve tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki temennisini ifade buyurmaktadır. Öyle ise, daha net ifade ile el-Vesîle, cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir insana verilecektir, o da Allah indinde insanların en yüce olduğunu Mi'rac ve Kur'an gibi mucizelere mazhariyetle isbat eden Eşref-i Mahlukât ve Fahr-i Kâinat Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'dir. Bu yüce makama vâsıl olan, Allah'a yakındır; böylece Efendimiz, günahların affı dahil her çeşit ebedî lütuflara mazhariyet için şart olan ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/324). "Fazilet" de üstün bir makamın adı olup, diğer mahlûkattan yüce bir mertebedir. "Makâm-ı mahmûd", her lisanın övgü ve yüceltmesine lâyık makam demektir. O makamda olanı ilk yaratılan insandan son yaratılacak olana kadar herkes över ve yüceltir. Makâm-ı mahmûd, şefaat makamıdır ki, Resûlullah Efendimiz'e ihsân olunmuştur. Ehl-i sünnete göre şefaat haktır ve mahşerde Peygamberimize şefaat yetkisi verilecektir. Hz. Peygamber (s.a.v), "Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise, inşaallah duamı 4 kıyamet gününde ümmetime şefâat etmek için saklamak istiyorum" buyurmuştur (Buhârî, Daavât, 1) Peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir çok hadis kitaplarında zikredilen bu büyük şefâatının (eşŞefâ'atü'l'uzmâ) ana hatları şöyledir: Allah, insanların hepsini düz ve geniş bir sahâda hüküm ve hesab için toplayacaktır. Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak bir dereceye varacaktır. Bu sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına, "Size erişen şu fâciayı görmüyor musunuz? Rabbinize size şefâat edecek birisine gidiniz" derler. Sırasıyla Âdem (a.s.), Nûh (a.s.), İbrahim (a.s.), Mûsâ (a.s.) ve İsâ (a.s.) peygamberlere gelirler. Bu peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir. Nihayet Hz. İsâ, onları Hz. Muhammed (s.a.s.)'e gönderir. O vakit Hz. Peygamber (s.a.s.) Arş'ın altında secdeye kapanır. Allah ona secdesinde yapılacak hamdlerin en güzelini ilham eder. O Allah'a hamdettiği sırada "Başını kaldır, işte, verilir. Şefâat eyle şefâatın kabul olunur" cevabını alır. Muhakemeye başlanır. Bundan sonra Hz. Peygamber'in şefâatıyla imanlılardan bir miktar cehennemden çıkarılır. Rasûlüllah, bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah'a hamd ve dua eder. En nihayet onun şefâatıyla, Allah'ın izin ve takdiri dahilinde mü'minlerden büyük bir çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır. İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)'in haiz olduğu bu şefâat makamı "Makâm-ı Mahmûd"dur (el-İsrâ', 17/79; Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84). Hz. Peygamber'in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet'e girecekler de olacaktır (Buhârî, Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84). Şefaat haktır. Ancak şefaati inkar edenler için takip edilmesi gereken en ihtiyatlı yol, tekfir / kâfirliğine hükmetme mekanizmasını işletmemektir. Bize düşen, yanlış yapanların durumunu tespit etmek değil, inandığımız davayı ilmî delillerle ispat etmektir. Şefaat inancını her an gönlümüzde hissedebileceğimiz bir ümit olarak taşıyabiliriz. Bunun ötesi tefrit veya ifrata çıkar. Netice olarak ifade etmeliyiz ki, şefaati kabul edenlerin kaybedecekleri, inkâr edenlerin de âhirette kazanacakları bir şey olmayacaktır. İlave bilgi için tıklayınız. O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk, yalnız Allah'ındır (İnfitar 82/19) ayetini delil göstererek şefaatin olmayacağını iddia edenler vardır. Şefaat olmayacak mıdır? 5 Bazı kimseler, kendi irademizle verdiğimiz kararları daha önceden hiçbir güç bilemez, diyorlar, bunlara nasıl cevap vermeliyiz? Allah içimizdekinin gizlisini de açığını da bilir. O sinelerin özünü bilendir. İnsana şah damarından daha yakın olan da O'dur. Zaten insandan farklı olan ve onu yaratan İlah'ın kusursuz olması ve her şeyin hakimi olması gerekir. Aksi takdirde bizden farkı kalmaz ve ilah olamaz. Zaman mutlak değildir, görelidir. Evrenin değişik yerlerinde hız ve çekimin etkisiyle mekan dediğimiz 3 boyutla birlikte dördüncü boyut olan zaman da eğilip bükülmekte, hatta durma noktasına gelebilmektedir. Bu da zamanın mekan gibi mutlak olmadığını; sonradan var edildiğini gösteren bilimsel bir gerçektir. Zamanı yaratan Zat, tabi ki o zamanın başını ve sonunu bilerek yaratır. Çünkü zaman bize göre zamandır. Allah'a göre ise mekan gibi kayıtlı bir mahluktur. Bu sebeple Allah’ın zamanın her yerini bilmesi mekanın her yerini bilmesi gibidir. Biz mekanın kısıtlı bir yerini görebildiğimiz gibi, zamanın da çok kısıtlı bir yerini görebiliyoruz. Fakat Allah, yarattığı zamanın ve mekanın her yerini görmekte ve bilmektedir. Bizim gelecek dediğimiz alan zamanın bir tarafı, geçmiş de diğer bir tarafıdır. Allah insanlara zamanın geçmiş dediğimiz bir tarafını nispeten göstermiş fakat diğer tarafı olan geleceği göstermemiştir. Ancak gelecek tarafının da geçmiş tarafı gibi kayıtlı olduğunu hissettirmek için bazı işaretler vermektedir. Örneğin; - Birçok insanın rüyalarında geleceğe ait bir şey görmesi ve sonunda rüyanın aynen çıkması, - Peygamberlerin ve bazı velilerin gelecekle ilgili bildirdikleri haberlerin aynen meydana gelmesi.. gibi işaretler geleceğin her anının bilindiğinin göstergesidir. Allah, ezeli ilmiyle her şeyi bilir: “De ki: Sînelerinizde olanı gizleseniz de onu açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde olanı da yerde bulunanı da bilir. Ve Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir." (Ali İmran, 3/29) “Allah her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerin neyi eksik neyi ziyade edeceğini bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d, 13/8) “(O,) görünmeyeni de görüneni de hakkıyla bilendir; Kebîr (pek büyük)tür, Müteâl (her şeyden yüce)dir. Sizden sözü gizleyenle, onu açığa vuran kimse ve geceleyin gizlenenle, gündüz vakti yürüyen kimse (O’nun ilminde) birdir.” (Rad, 13/9-10) 6 “Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak Allah bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki bir tane, yaş ve kuru her şey levh-i mahfuzdadır.” (En’am, 6/59) “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, onu daha yaratmadan önce bir kitapta yazmış olmasın. Şüphesiz ki bu Allah’a çok kolaydır.” (Hadid, 57/22) “Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır.” (Yasin, 36/12) “Bilmez misin ki Allah, yerde ve gökte ne varsa bilir. Bu, bir kitapta mevcuttur. Ve bu biliş Allah için çok kolaydır.” (Hac, 22/76) Bu ayetler ve bunlar gibi birçok ayetler, eşyanın daha yaratılmadan önce, Allah’ın ilminde var olduğunu bildirmektedir. Allah, olmuş ve olacak, gizli ve açık her şeyi hatta kalplerimizin en derinindeki manaları dahi bilir. Çünkü Allah'ın ilmi, yüksekten bakan bir ayna gibidir. Geçmiş gelecek, olmuş ya da olacak O’nun için an hükmündedir ki, bu ezeli olmasının bir gereğidir. Bir ayna ne kadar yüksekten tutulursa o kadar çok şeyi içine aldığı gibi, Allah'ın, ilmi de, bir mahlûk olan zamanın dışından kâinata bakıp her şeyi bir anda kuşatır ve bilir. Yani yaratılan varlıklar için var olan zaman kavramı, yaratıcı için geçerli değildir. Küçük büyük her şeyi yaratıp programlayan zatın, elbette her şeyi kuşatan geniş bir ilmi olmalıdır. Nasıl güneşin varlığı gibi ışığının da olmaması düşünülemezse, Allah'ın da, her şeyi kuşatan bir ilminin olmaması mümkün değildir. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yani bütün mevcudat; geçmiş, hâl ve gelecek, evvel, ahir, zahir, batın, gizli ve açık her şey, her an O’nun şuhûd dairesindedir. O’ndan gizlenemez ve ilminden saklanamaz. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hadiseyi ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve Allah’ın ezeli olmasını, zamanın başlangıcı zannetmekle hataya düşmektedir. Zaman, kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut bir kavramdır. Geçmiş, hâl ve gelecek olarak üçe taksim edilir. Bu taksim mahlukata göredir. Yani asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın gibi bütün kavramlar ancak yaratılmışlar için söz konusudur. Ezel ise, zamanın başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek yoktur. Ezel bütün bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Bunu bazı örneklerle anlamaya çalışalım: 1. Örnek: Düz bir çizgi düşünün, bu çizgi zaman çizgisi olsun. Bu çizginin ortası ise şimdiki zaman, yani şu anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin solundaki nokta ise geçmiş zaman olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (a.s.). Ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey, hâl ile geçmiş zamanın ifade edildiği bu iki nokta arasında var oldu. 7 Zaman çizgimizin sağındaki nokta ise gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametinde ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda içinde bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey hatta bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması ve sırattan geçme gibi hadiseler var. Ezel ise bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sol tarafı değildir. İşte Allah’ın olmuş, şu anda olan ve bundan sonra olacak her şeyi bildiğini anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli, burası zannettiğimizde Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir İşte ezel bu çizginin üst kısmındaki noktadır. Geçmiş zamanın sol tarafı değil, bir zamansızlıktır. Hâl, geçmiş ve geleceği aynı anda tutan ve gören bir makamdır. Dolayısıyla Allah bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir. Allah için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile kayıtlı olan bizler içindir. 2. Örnek: Bir tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sol tarafı geçmiş zaman, sağ tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti. Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve şu pozisyonda aynamızda hâl ile birlikte geçmiş ve geleceğin de bir bölümü aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti. Demek aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en tepeye kaldıralım. İşte bu noktada ayna hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine aldı. İşte bu noktaya ezeliyet noktası denilir ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir. İşte “Allah ezelidir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır. 3. Örnek: Erzurum’dan İstanbul’a doğru 3 vasıtanın yola çıktığını farz ediyoruz. Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve 3. vasıtamızda ikisinin gerisinde Ankara’da olsun. Şimdi bu üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız, Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde yani gelecektedir. Zira onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir. Eskişehir’de olan vasıtamız ise, İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Çünkü bu 8 araç daha onun mevkiine ulaşmamıştır. Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da geçmiştedir. Zira bu iki araç da Ankara’yı çoktan geçmiştir. Araçlar arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken yukarıda olan ve üç vasıtayı aynı anda aydınlatan Güneş için zaman ifade eden bu tabirler kullanılmaz. Yani Güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir, denilemez. Çünkü Güneş bu üç vasıtayı aynı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü aynı anda kuşatmaktadır. İşte Güneş’in bu hâli, yani yerdeki vasıtalar için geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması ve üç zamanı aynı anda kuşatması ezeliyete misaldir. Aynen bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte kalmıştır. Bugünden hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak olanlar ise bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman diliminde bu dünyaya uğrayıp teneffüs ederek maziye döküldükleri gibi, dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize göre istikbalde olan torunlarımız, hâle yani şimdiki zamana çıkacaklar. Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah için mazi, hâl ve istikbal gibi kavramlar yoktur. O, misalimizdeki Güneş gibi bütün bu zamanları ayna anda ilminin ışığı ile kuşatmıştır. 4. Örnek: Bir şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde Güneş’in üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu olmaktadır. Mesela, altıncı mısra; dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hâlde yani şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O hâlde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu değildir. Aynen bunun gibi, 19. asır ve o asırda yaşayanlar; 18. asra ve bu asırda yaşayanlara göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah için bütün bu asırlar; geçmiş, hal ve istikbal aynı anda ilim ve şuhud dairesindedir. Demek “Allah’ın ezelî ilmi”, geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman üstü bir ilimdir. İlave bilgi için tıklayınız: Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? Allah cennet veya cehenneme gideceğimizi biliyorsa, ne diye bizi bu dünyaya gönderdi? 9 Hatalarımın farkındayım ama bir türlü düzeltemiyorum. İnandığım gibi yaşamak, ibadetimi sürekli yapmak, namazımı düzeltmek istiyorum, nerden başlamalıyım? Önce kılmakta olduğunuz namazınıza devamda ısrar etmeniz çok önemlidir. Çünkü namaz Allah’ı hatırlatan, büyüklüğünü gönüllere kazıyan, müminin miracı olan bir ibadettir. Namazı -huşu ile- kılmak her zaman mümkün olmayabilir. Fakat her an testten geçen insanın ilahî lütufları görmesi için samimiyetini ortaya koyması gerekir. Kul bir adım atarsa, Allah’ın tevfik ve inayeti ona dört adım yaklaşır.. Bu dünya imtihanında en önemli husus, sağlam bir iman elde etmek ve bu sağlam imanı sindirecek ve uygulamaya koyacak sağlam bir kulluk yapmaktır. Bu iman ve kulluk faktörlerinin aktif bir enerjiye ve de sinerjiye dönüşmesi için şu dört unsurla hep arkadaşlık kurmak ve onlarla hayatı devam ettirmek gerekir. Bu değerli, fikri arkadaşlar şunlardır: a. Fakr-ı mutlak: Allah’a karşı bütün zerreleriyle fakirliğini, yoksulluğunu idrak etmek, maddî-manevî her alanda Rahman ve rahim olan Allah’ın dergâhına iltica etmek zorunda olduğunu iliklerine kadar sindirmek.. b. Acz-i mutlak; Allah’a karşı yapması gereken kulluk görevlerini yerine getirmekte çok âciz olduğuna, bu görevi hakkıyla yerine getirecek kapasitede olmadığına, dünya ve ahiret hayatıyla ilgili gerçekleştirmesini istediği binlerce arzu ve isteklerinin hiç birini elde edecek bir güce sahip olmadığına, bu sebeple gece-gündüz demeden Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmet kapısını çalmasının gereğine inanmalı ve bu gereği yerine getirmeye gayret göstermelidir. c. Şükr-ü mutlak; -dinî musibet olan dalalet, küfür, günah, masiyet dışında- her halükârda Allah’a hamd etmek.. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyebilmek.. Yoktan var etmesinden, bin bir çeşit dünya nimetlerinden tutun ta ebedî saadet yurdu olan cennete kadar dizilmiş hesapsız nimetlerin, lütuf ve ikramların sahibi olan Allah’a karşı hep medyun-u şükran olduğunu düşünüp minnettar olmak ve memnun olmak.. Bu şükrü hakkıyla eda etmemenin de muhasebesini yapmak.. Hayatı boyunca, hem dille, hem gönülle, hem akılla, hem vicdanla, hem fiili kullukla bu şükür vecibesini yerine getirmeye çalışmak. d. Şevk-i mutlak; yani Allah’ın yaptığı hadd-u hesaba gelmeyen iyiliklerini düşünüp onu sevmek, ona saygı göstermek, ona karşı iştiyak duymak, her halükârda sonsuz rahmetini ümit ederek ona karşı iştiyak içinde olmak ve kulluk görevini de -angarya gibi değil- şevk ile yerine getirmeye gayret etmek.. Hastalıktan sevap bekleyerek şevke gelmek.. Gördüğü bazı musibet ve sıkıntıları şefkat tokadı olarak değerlendirip himaye altında olduğunu düşünerek şevkini arttırmak.. “Bu gün bana namaz kılmayı lütfeden rabbim yarın kim bilir belki onu mükemmel kılmayı da nasip eder” deyip ümitvar olmakla şevki yakalamak. Tabii ki bütün bunları yapmak için günün belli bir zamanını bunları ciddi tefekkür etmeye ayırmak.. Merhum Akif’in ifadesiyle: Allah’a dayan saye sarıl hikmete ram ol Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol. 10 Peygamberler hakkında bilgiye neden sadece kutsal kitaplardan erişiyoruz? Tarih kitaplarında bu peygamberlerden neden bahsedilmiyor? Belgeseller hakkında fikriniz nedir? Konunun detaylarına girmenin bize bir faydası olacağını düşünmüyoruz. Bu sebeple, meseleyi kendi açımızdan değerlendirmek gerekir. Öncelikle, şunu belirtelim ki, Tarih kaynakları, tarihçilerin kültür, inanç, görgü ve ilgi alanlarıyla yakından ilgilidir. Her tarih kaynağında aynı olayların yer almaması, yer alsa bile aynı düzeyde ilgi gösterilmemesi bunun göstergesidir. Tarih kaynakları milatta önce 3. bin yıldan daha öncesine sağlam ve düzgün gidemiyor. Bu husus yazının tespiti meselesiyle de yakından ilişkilidir. Tarihçilerin birer insan olarak cehaletleri de işin diğer önemli bir boyutudur. Tarihte yaptığı işlerle önemli bir yer alan peygamberler ile onların kavimlerinin hayat hikâyelerinin en güzel tarih kaynakları Tevrat, İncil ve Kur’an-ı kerim'dir. Özellikle A’dan Z’ye Allah’ın kelamı olduğunu -15 asırdan beri bir benzerinin ortaya konulamayacağına dairyaptığı meydan okumasıyla ispat eden Kur’an-ı hekim, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar en önemli tarihi vakaların, en büyük peygamberlerin ve kavimlerinin hayat hikâyelerini ortaya koymuş en sağlam bir ilahî kaynaktır. Bu gün milyarlarca mensubu bulunan ve öğretileriyle hayatlarını tanzim eden üç semavî dinin varlığı bile tek başına söz konusu peygamberlerin doğruluklarını ispat etmeye yeterli birer delildir. Belgeselleri tamamen doğru kabul etmek de yanlıştır. Çünkü belgeseli hazırlayanların düşünceleri, meşreplerine olan taassupları doğruların olduğu gibi yansıtılmasına çok kuvvetli bir engeldir. Hz. Musa’yı Firavun’un prensi olarak lanse eden, Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu olarak gösteren belgesellerin bu ve benzeri yanlışları bu dediklerimizin açık kanıtıdır. 11 Esma-i Erbeîn-i İdrisiyye hakkında bilgi verir misiziniz? Esma-i Erbeîn-i İdrisiyye adlı dua, Şeyh Suhreverdî hazretlerinin bir münacatıdır. Allah’ın değişik isim ve sıfatları zikredilerek yapılan bir duadır. Örneğin bu dua “Ey herşeyin rabbi, varisi, razıkı ve rahimi olan Allah seni tesbih ediyorum, senden başka ilah yoktur” manasına gelen bir cümleyle başlamıştır(bk. Mecmuatu’l-ahzab, ŞAZELÎ cildi, s. 362-364). Bir not: Yıllardan beri Mecmuatu’l-ahzab kitabını bilen ve elinde tutan kimseler olarak diyebiliriz ki, bu dua mecmuasındaki en faziletli duaları Bedüzzaman hazretleri “Cevşenu’lkebir” adlı eserde toplamıştır. Orada, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin, Şah-ı Nakşibendi’in, Abdulkadir Geylani’nin ve diğer bazı evliyaların dua ve münacatları yer almaktadır. Daha önceleri pek çok duayı vird haline getiren Bediüzzaman’ın en son seçtiği duaların büyük bir kıymete haiz olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple, çok sevaplı duaları okumak isteyenin onu okumasını tavsiye edebiliriz. 12 Tevrat'ın tahrif olmadığını iddia edenlere, bizzat Tevrat'tan delil var mıdır? Eğer değiştiyse, Kur'an'da neden Yahudilere ve Hıristiyanlara, Tevrat ve İncil ile hükmetmeleri emri vardır? Bu gün elimizde bulunan Tevrat’ın tahrif edildiğine dair deliller pek çoktur. Hz. Mûsâ’nın levhalar şeklinde aldığı ve yahûdilere dikte ettirdiği Tevrat, bugün elimizde bulunan Tevrat’ın aynısı değildir. Tevrat, Hz. Mûsâ’ya indiği halde, bugün elimizde bulunan Tevrat, Hz. Mûsâ’nın mezarından bahsetmekte, hatta Hz. Mûsa’nın mezarının kaybolduğundan söz etmektedir. Tevrat’ın bu konudaki ifadeleri aynen şöyledir: “Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Mûsâ orada, Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü. Fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilmez. Ve Mûsâ öldüğü zaman yüz yirmi yaşında idi; gözü zayıflamadı ve kuvveti eksilmedi. Ve İsrâiloğulları Moab ovasında otuz gün Mûsâ’ya ağladılar. Ve Mûsâ için yas ağlama günleri tamam oldu.” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye 34/5-8) Bu ifadelerin sonradan Tevrat’a ilâve edildiği açıktır. Halbuki Tevrat’tanmış gibi nakledilmektedir. İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı, Kur'an tasdik eder. Tevrat'ı bir nur ve öğüt (Enbiyâ, 21/48), hidâyet kaynağı (İsrâ 17/2), bir hidâyet ve rahmet (Kasas, 28/43) olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur'an, Tevrat'ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp “bu Allah katındandır” diye yalan söylemektedirler. (Bakara, 2/79) Allah'ın kelâmını değiştirmektedirler. (Bakara, 2/59, 75) Kelimeleri konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar. (Nisâ, 4/46; Mâide, 5/13, 41; A'râf, 7/162) Vahyi gizlemektedirler. (Bakara, 2/159, 174; Mâide, 5/15; En'am, 6/91) Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler. (Mâide, 5/13-14) İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat'ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: "Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz." (Yeremya, 23/36) Tevrat'ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat'ta Allah'a oğul isnâd edilir. (Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7) Allah'ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir. (Tesniye, 4/24) Allah'a yorgunluk isnâd edilir. (Tekvin, 2/2) Allah'ın, Hz. Yakub'la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. (Tekvin, 32/28) İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat'ta, Hz. Âdem, Allah'ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah'a hem Âdem'e iftira edilir: "İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu." (Tekvin, 3/22-23) Hz. Nuh'a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile kaldığı söylenir. (Tekvin, 19/30-36) Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken'an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır. (Tekvin, 9/20-25) Hz. İbrahim de Tevrat'taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra'yı kendi elleriyle 13 Firavun'a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. (Tekvin, 12/14-19) Hz. Yakub, Allah'a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir. (Sayılar, 11/10-15) Hz. Harun, Tevrat'a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir. (Çıkış, 32/1-5; 24, 35) Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya'ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir. (II. Samuel, 11/2-27) Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir. (Krallar, 11/4) Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir. (Neşideler Neşidesi, 1/1-4) İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmelerini Kur'an şiddetle yerer. Tevrat'ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur'an'da da yer alır. Ancak Kur'an, kendisinde adı geçen hiç bir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak hiçbir rivayete yer vermez. Üstelik, tevrat'ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla ithamedilen Hz. Hârun'dur. Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini aktarır. (A'râf, 7/150; Tâhâ, 20/90-94) Tevrat'ta iftira edilip de Kur'an'ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş Tevrat'ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri olarak lanse edilir. (I. Krallar, 11/5, 9) Kur'an ise, yahudilerin bu iftirasını "Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular" diye reddederek. Hz. Süleyman'ı "Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu" ifadesiyle aklar. (Bakara, 2/102) Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur'an'da, Tevrat'ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Kur’an’ın kendinden önceki kitapları doğrulaması, bugün elimizde mevcut olan Tevrat ve İncil’i doğrulaması anlamına gelemez. Kaldı ki, bu halleriyle onları doğrulaması bile, onların bugün de geçerli oldukları ve onlarla amel edenlerin kurtuluşa erecekleri demek değildir. Çünkü geçmiş kitaplar, dönemlerini doldurmuş ve Kur’an’la yürürlükten kaldırılmışlardır. Bugünkü Tevrat ve İncil’e Uymanın Hükmü Tevrat ve İncil tahrif edildiklerine göre Kur’ân-ı Kerim’in, yahûdilerin kendi aralarında Tevrat’la hükmetmelerini istemesini nasıl izah edebiliriz? Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra (senin verdiğin hüküm,işlerine gelmeyince) dönüyorlar?” (Mâide, 5/43) Hıristiyanlar hakkında da şöyle buyruluyor: “İncil sahipleriAllah’ın onda indirdiğiyle hükmetsinler. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler fâsıkların ta kendisidir (onlar yoldan çıkmışlardır).” (Mâide, 5/47) Bu ifâdeler, ne Tevrat ve İncil’in tahrif edilmediklerini ve ne de onlarla amel edenlerin ebedî kurtuluşa ereceklerini gösterir. Âyetleri siyâkı içerisinde değerlendirmemiz gerekir. Bu âyetlerden önceki âyetlerde yahûdilerden samimiyetsiz bazı kimselerin muhâkeme olmak üzere Peygamberimiz’e mürâcaat etme isteğinde olduklarından bahsedilir. Bunlara yine yahûdilerden, “Muhammed 14 size şöyle derse hükmünü kabuledin, değilse hükmünü kabul etmeyin” diye birtakım telkinlerde bulunanlar vardır. Yüce Allah onların samimi olmadıklarını vurguladıktan sonra Peygamberimizi, onları muhâkeme etme konusunda serbest bırakmaktadır: “İstersen aralarında hükmeder, istersen hükmetmezsin. Ama hükmedecek olursan adâletle hükmet” demektedir. Yukarıya alıntıladığımız âyetlerden yahûdilerle ilgili olanında hüküm konusunda tereddütleri var; istedikleri şekilde hükmedersen kabul edecekler, değilse kabul etmeyecekler. Yahûdi olduklarına göre kendi kitaplarına uysunlar, onunla hükmetsinler. Ama, aslında onlar ona da samimi inanmıyorlar ya! Görüldüğü gibi âyet özel bir durumu anlatmaktadır. Muhâkeme olmak üzere geldikleri meseleyle ilgili Tevrat’taki hüküm, tahrif edilmemiş hükümlerdendir. Âyet bu özel durumu anlatmakla birlikte, her zaman geçerli olan hukukî bir kaideyi de söz konusu etmektedir. Şöyle ki: İslâm’ın hâkim olduğu bölgelerde yaşayan yahûdi ve hıristiyanlar, kendi aralarında cereyan eden meselelerde, dilerlerse müslüman mahkemelere mürâcaateder ve İslâmî hükümlerle muhâkeme olurlar; dilerlerse kendi kitaplarıyla, yani Tevrat ve İncil’le muhâkeme olurlar. Bu, onların tabiî bir hakkıdır. Yalnız bu konuda değil; diğer hususlarda da Kur’an, “insan haklarını” gözetir. Değişik inanç sahiplerine baskı yapmaz. Kendi aralarında inançları uyarınca muhâkeme olmalarına müsâade eder. Hıristiyanların İncil ile hükmetmelerini bildiren âyet de, aynı şekilde hıristiyanların kendi aralarında İncil ile muhâkeme olmalarına müsâadenin bulunduğunu, bunun, onların tabiî bir hakkı olduğunu bildirmektedir. İslâm, inanç konusunda kimseyi zorlamaz. Zor kullanarak “şu dini terkedip şuna uyacaksın!” demez. Tanıdığı bu inanç hürriyetinin bir gereği olarak da, her din mensubunu, kendi dininin emir ve yasaklarına uymakta serbest bırakır, hatta kendi dinine göre muhâkeme olmak isterse bu konuda ona yardımcı olur. Değilse, inanç hürriyetinin bir anlamı kalmaz. Eğer bu âyetler, mevcut Tevrat ya da İncil’e uymanın Allah’ın bir emri olduğunu ve onlara uymanın ebedî kurtuluşu sağlayacağını anlatmış olsaydı, Peygamberimiz (s.a.s.) onları İslâm’a dâvet etmezdi. Ayrıca Tevrat ve İncil tahrife uğramamış olsalardı bile, yine onlara uymak ebedî kurtuluşu sağlamazdı. Nitekim Yüce Allah şöylebuyurmaktadır: “Andolsun, senden önce de rasuller/elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet (mûcize) getiremezdi. Her ecelin kitabı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ummu’l-Kitab O’nun katındadır.” (Ra’d, 13/38-39) “Her ecelin kitabı vardır.” Yani her dönem için bir şeriat vardır. O dönemde o şeriatın hükümleri geçerlidir ve o dönemde o şeriate uyma zorunluluğu vardır. O dönem geçtikten sonra Allah o şeriatı yürürlükten kaldırır ve başkasını onun yerine yürürlüğe koyar. Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)’in gelişinden sonraki dönem, artık Kur’an’ın dönemidir. Diğer kitaplar ecellerini doldurmuş ve yürürlükten kaldırılmışlardır. Ayrıca, Hz.Muhammed (s.a.s.)’i peygamber olarak kabul edip onun getirdiklerine uymak, Tevrat’ın da İncil’in de emirlerinin bir gereğidir. Çünkü her iki kitap da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini haber vermişlerdir. 15 Tevrat’ın Tesniye bölümünde şöyle denilmektedir: “Onlar için kardeşleri arasında senin gibi peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım, ve onlara emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek. Ve vâki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek adamdan ben intikam alacağım. O peygamber benim ona emretmediğim hiçbir sözü kendiliğinden söylemeyecektir. Çünkü böyle bir davranışın ne kadar ağır olduğunu o peygamber kesin olarak bilir.” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 18/18-20) Yine aynı bölümde şöyledenilmektedir: “Beni ilâh olmayan şeylerle kıskandırmak ve aslı astarı olmayan şeylere tapmakla öfkelendirmek istediler. Ben de kavimlerinden olmayan câhil bir kavimden çıkarıp göndereceğimle onları öfkelendireceğim.” (Kitab-ı Mukaddes, Teksniye, 32/21) Bu câhil kavim Araplardır. Çünkü o zaman Araplar en bilgisiz, en iptidâî bir kavimdi. Şeriat ve medeniyet hakkında bilgileri yoktu. Yahûdiler onlara ümmî, yani okuma yazma bilmez câhil kavim ismini vermişlerdi. Hz. İsa (a.s.) da, Tevrat’ta kendisinin zikredildiğinden bahsederek Tevrat’a inananların kendisine uymaları gerektiğini söylemiştir. Yuhanna İncil’inde şöyle denilmektedir: “Sanmayın ki Pederin önünde sizi suçlayacak benim; sizi suçlayacak olan, kendisine umudunuzu bağlamış olduğunuz Mûsâ’dır. Eğer siz Mûsâ’ya iman etmiş olsaydınız, bana da iman ederdiniz; çünkü o benim hakkımda yazmıştır. Fakat onun yazdıklarına iman etmezseniz, benim sözlerime nasıl iman edeceksiniz?” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 5/45-47) Aynı şekilde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de Hz. İsa (a.s.) tarafından müjdelenmiştir. Yuhanna İncilinde Hz. İsa’nın şöyle dediği nakledilmektedir: “Fakat şimdi beni gönderene gidiyorum ve aranızda hiçbiriniz bana: Nereye gidiyorsun? diye sormuyor. Bunları size söylediğim için kalbinizi keder kapladı. Bununla beraber size gerçeği söylüyorum: Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem size yardımcı gelmeyecektir, ama gidersem onu size göndereceğim. O gelince günah, doğruluk ve yargı konusunda dünyayı ikna edecektir.” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 14/415-16). Başka bir yerde de şöyle demektedir: “Beni seviyorsanız emirlerimi yerine getirirsiniz. Ben de Pedere yalvaracağım; o size, ebediyete kadar sizinle kalacak bir yardımcı verecektir.” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 16/5-8) Görüldüğü gibi gerek Tevrat, gerekse İncil Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini haber vermiştir. O halde Hz. Muhammed’i peygamber olarak bilmek ve tebliğ ettiklerine uymak, Tevrat ve İncil’in de âmir hükümleridir. Burada şöyle bir itiraz akla gelebilir: “Siz hem Tevrat ve İncil’in tahrif edildiklerini söylüyorsunuz, hem de mevcut Tevrat ve İncillerden nakiller yaparak bir takım sonuçlara varmak istiyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir?” Biz, bu kitapların tahrif edildiklerini söylerken baştan sona tahrif edildiklerini, tamamen uydurma mahsûlü olduklarını söylemiyoruz. Hele bu kitaplarda anlatılanları Kur’an da doğruluyorsa mesele tamamen değişir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de Hz. Muhammed’in geçmiş kitaplarda müjdelendiğini, Ehl-i Kitab’ın, gerçekte Hz. Muhammed’in bir peygamber olduğunu bildiklerini haber vermektedir: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara, 2/146) 16 O halde Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğine inanmak, Tevrat ve İncil’in de bir emridir. Ancak Ehl-iKitab’ın, “Muhammed’in bir peygamber olduğunu kabul ediyoruz” deyip Tevrat ve İncillere uymaya devam etmeleri onlar için ebedî kurtuluşu sağlamaz. Bazı kimseler, Bakara Sûresindeki: “İman edenlerle yahûdiler, hıristiyanlar ve sabiîler (bunlardan) her kim, Allah’a ve âhiret gününe inanır, sâlih amel işlerse elbette onlara, Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/62) âyetini delil göstererek yahûdiler Tevrat’la, hıristiyanlar da İncil’le amel ederlerse ebedî kurtuluşu yani cenneti hakedeceklerini söylerler. Derler ki: Âyette üç unsur zikredilmiştir: Allah’a iman, âhirete iman ve bir de sâlih amel. Kim zikredilen bu üç hususu kendinde bir araya getirirse ebedî kurtuluşu hak etmiştir. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Kur’an’dan bir âyet alıp Kur’an’ın o konuyla ilgili diğer âyetlerini hesaba katmadan sonuca varmak doğru değildir. Sağlıklı bir sonuca varabilmek için konuyla ilgili diğer âyetler de hesaba katılmalıdır. Olur ki bir âyette meselenin bazı unsurları zikredilmiş, diğer bir âyet veya âyetlerde ise meselenin diğer unsurları zikredilmiştir. Meselâ, “Ey iman edenler; Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır.” (Nisâ, 4/136) âyeti, yukarıdaki âyette söz konusu edilen iman unsurlarına yenilerini ilâve etmektedir. O halde yukarıdaki âyet, konuyla ilgili unsurlardan sadece bazılarını ihtivâ etmektedirl. Eğer bu konuda bir sonuca varmak istiyorsak, konuyla ilgili bütün âyetleri, Kur’an’ın bütünlüğü ve sistematiği içerisinde elealmalıyız. Yüce Allah, Ehl-i Kitab’tan bahisle şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse, mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/137) Bu âyetten de anlaşıldığı gibi Ehl-i Kitab olsun, başkaları olsun, ebedî kurtuluşa ermeleri için, Kur’an’da anlatılanların tamamına iman etmeleri gerekir. Muhammed (s.a.s.), insanlığın tamamına gönderilmiş bir peygamberdir. İnanılacak şeyler konusunda getirdiklerine iman etmek zorunlu olduğu gibi, diğer hususlarda getirdiği tâlimâtlara da uymak gerekir. Yüce Allah, Ehl-i Kitab’a hitâben şöyle buyurmaktadır: “De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın rasûlüyüm/elçisiyim.Ondan başka ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî Rasûlüne, Allah’a ve O’nun kelimelerine gönülden iman eden Rasûlüne iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 7/158) O halde yahûdi ve hıristiyanların nazarî olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmaları onları kurtarmaz; doğru yolda olabilmeleri için ona tâbi olmaları gerekir. Başka bir âyette de şöyle buyrulmaktadır: “Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler. Onlara (Kur’an) okunduğu zaman, ‘ona iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik’ derler. İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilecektir.” (Kasas, 28/52-54) Mevcut Ehl-i Kitab’tan kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır; Kur’an’a iman eden ve onun 17 tebliğâtıyla amel edenlerdir. Görüşlerine delil olarak ileri sürdükleri âyet, yahûdi ve hıristiyanların kendi kitaplarıyla amel ettikleri takdirde kurtuluşa ereceklerini söylemiyor. Tövbe kapısının onlara için de açık olduğunu; Allah’a ve âhiret gününe samimi olarak iman etmeye, sâlih amel işlemeye dâvet ediyor. Böyle davrandıkları takdirde cennete gireceklerini söylüyor. Ancak Allah’a iman, O’nun indirdiği Kur’an’a, gönderdiği peygambere iman etmeyi ve getirdiği tâlimâta göre amel etmeyi de gerektirir. Muhammed (s.a.s.)’in gelişiyle önceki dinlerin hükmü artık kalkmıştır ve kurtuluş yolu, onun tebliğ ettiği İslâm dinidir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/85) Âyet, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gelişinden sonra kabul edilecek dinin, sadece onun getirdiği tebliğattan oluşan din olduğunu anlatmaktadır. Çünkü âyet, Ehl-i Kitab’ın sapmalarını ve onları Muhammed (s.a.s.)’e inanmaya ve onun peşinden gitmeye dâveti konu alan Âl-i İmrân sûresinde geçmektedir. Sûrenin başından itibaren bu âyete gelinceye dek sûre tamamen Ehl-i Kitab’ı ilgilendirmektedir. Onların hak yoldan sapmaları anlatılmakta ve Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği dinin hak olduğu; ona tâbi olmaları gerektiği anlatılmaktadır. Sûrede, bu âyette önce zikredilen ve konumuz açısından dikkat çeken iki âyet vardır. Bu âyetlerden birincisi: “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl- I İmrân, 3/31) Âyet, Ehl-i Kitab’a hitap etmekte ve Allah’ın sevgisini kazanabilmelerinin, ancak Muhammed (s.a.s.)’e tâbi olmalarıyla mümkün olacağını anlatmaktadır. Hz. Muhammed’e tâbi olmak, ona inanmanın yanı sıra tebliğatının tamamına uymayı da gerektirir. İkinci âyet ise: “Allah, peygamberlerden söz almıştı: ‘Bakın, size kitap ve hikmeti verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdini üzerinize aldınız mı?’ demişti. ‘Kabul ettik’dediler. ‘O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım’ dedi.” (Âl-i İmrân, 3/81) Âyet, peygamberlerin dili üzere Ehl-i Kitab’tan söz alındığını; Muhammed (s.a.s.) geldiğinde ona tâbiolacaklarına ve ona destek olacaklarına dair söz vermiş sayıldıklarını anlatmaktadır. İşte kendilerinden alınan busöz gereğince onlar, Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderildiğinde ona tâbi olmak ve onu desteklemekmecbûriyetindeler. Allah’a teslim olmanın gereği budur. Bu nedenle yukarıdaki âyette sözkonusu edilen ve kabuledilmesi gereken dinin İslâm olduğu söylenirken bununla Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatından oluşan “İslâm dini”dir. Günümüzde mevcut dinler arasında İslâm dini olmakla isimlendirilebilecek tek din vardır ve o da Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatının toplamıdır. “Bugün size dininizi ikmâl ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’ı seçip râzı oldum.” (5/Mâide, 3) âyeti bu hususu açıkça ifâde etmektedir. Demek ki Kur’an’ın tebliğatı, daha önceki kitapların tebliğatını tamamlamakta ve daha önceki tebliğatlar İslâm olarakisimlendiriliyorsa da, bundan böyle tamamlanmış şekline İslâm denilecektir. Başka bir ifâdeyle önceki kitaplarakendi dönemlerinde onlara teslim olmak 18 İslâm ise, Kur’an’ın inişinden sonra Kur’an’a teslim olmak İslâm’dır.A’râf sûresinde de, kurtuluşa erecek Ehl-i Kitab’ın, Muhammed (s.a.s.)’e inanan, emrettiklerini emir, yasakettiklerini de yasak bilen ve tüm hususlarda ona tâbi olanların olduğu açıkça anlatılmaktadır: “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o rasûle/elçiye, o ümmî peygambere (Muhammed’e)tâbi olurlar. O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A’râf, 7/157) Hz. Muhamed (s.a.s.) sadece müşrikleri değil; Ehl-i Kitab’ı da kendisine iman etmeye ve tebliğ ettikleriyle ameletmeye çağırmıştır. Hatta İslâm’a girmez, Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatına uymazlarsa kendileriyle yapılacaksavaş sonucunda cizye vermek mecbûriyetinde kalırlar: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” (Tevbe, 9/29) İşte, Kur’an’ın kendinden önceki kitapları doğrulaması, bu kitapların asıllarının İlâhîliğini ve dönemlerinde geçerli olduklarını doğrulamak anlamına gelir. Günümüzde ebedî saâdete ermenin yolu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e peygamber olarak inanmak ve tebliğatıyla amel etmekten geçer. Ayrıca bu tebliğata uymak, Tevrat ve İncil’e inanmanın da bir gereğidir. Çünkü her peygamber, kendinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiş ve etbâına kendinden sonra gelecek peygambere tâbi olmalarını emretmiştir. İlave bilgi için tıklayınız: Tevrat ve İncil değişmiş midir? Enam Suresi 34. ayette "... Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur..." ifadesi ne anlama gelmektedir? İncil ve Tevrat da Allah'ın sözü değil mi? Kur'an-ı Kerim´in Kelamullah olduğunu, değiştirilmediğini biliyor ve kabul ediyoruz. Orijinal Tevrat ve İncil hükümlerini değiştirenler, bu uygulamalarına nasıl ve ne amaçla cesaret etmişlerdir? Kaynak: Ahmet Kalkan, Kuran Kavram Tefsiri, Tevrat md. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Tevrat md. Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele Şaban Kuzgun, Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri Not: Sayfa numaraları, Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil) adıyla Kitabı Mukaddes Şirketi tarafından 1976 yılında yayınlanan baskı esas alınmıştır. 19 Haram vesilelerin yaptığımız işlere olan etkisi nasıldır? Çalıntı kalem, haram para, çalıntı araba, kaçak elektrik, kopya çekilerek yapılan işler geçerli olur mu? Peygamber Efendimiz haram işlerin kalbi kararttığını belirtmiştir. (İbn Mâce, Zühd 29) Bu açıdan haram kazanç ve gayri meşru işler günah kazanılmasına neden olduğu gibi, insanı manevi olarak etkilediği de muhakkaktır. Hırsızlık, faiz vb. haram eylemler, kişinin günah kazanmasına neden olduğu gibi manevi olarak da olumsuz etkilenmesine neden olur. Sorularınıza gelince: Soru: Çalıntı kalemle yazılan metni kullanmak caiz olur mu? Bu metin kullanılabilir. Kalem çalmak haram ve günah olmakla birlikte, bu kalemle yazılan metin okunabilir. Soru: Haram para ile dolmuşa binip bir yere gittiğimizde orada yaptığımız işlere de haram karışır mı? Orada yaptığınız meşru işler haram olmaz. Haram parayı almak harcamak günah olmakla birlikte bu parayla yapılan yolculuk ve diğer işler yapılan işin helal olup olmadığına göre değerlendirilir. Soru: Çalıntı araba ile iş yapıp para kazanmak ve bu kazanç helal olur mu? Bu araba ile elde ettiğiniz gelir haramdır, başkasının hakkıdır. Haram yolla elde edilen kazanç da haramdır. Soru: Kaçak elektrik kullanarak alınan gusül geçerli midir? Gusül geçerlidir. Kaçak elektrik ve su kullanımı toplum hukukunu ihlal ve kul hakkına tecavüz olduğundan dinen caiz olmayan bir davranıştır. Ayrıca esas olan ibadetlerin helal/meşru ölçüler dairesinde yapılmasıdır. Bununla birlikte helal olmayan bir yolla elde edilen su ile alınmış gusül veya abdestle kılınan namaz sahih olup, kişinin üzerinden (o namazı tekrar kılma) yükümlülüğü kalkmış olur. Örneğin çalınan bir elbise ile kılınan namaz geçerlidir. Ancak böyle bir elbise ile namaz kılmak mekruh olduğu için namazın sevabını eksiltir. Sorudaki konuyu da buna göre değerlendirmek mümkündür. Soru: Haram para ile kitap alıp sınav kazanmak, sınav ücretini haram para ile ödemek neticesinde kazanılan meslek helal olur mu? Çalmak haramdır, bunun günahı vardır, ama elde ettiğiniz bilgi ile sınav kazanmış iseniz bu meşrudur. Çünkü haram para elde etmek bunun için çaba göstermek günah olmakla birlikte, bu para ile alınan kitapla yapılan çalışma neticesinde kazanılan meslek bu kapsamda değildir. Hedeflerin helal olması gerektiği gibi, bu hedeflere götüren yolların da helal olması gerekir. Bir müslümana yakışan da budur. 20 Kasidetü'l Bürde hakkında bilgi verir misiniz? Kasidetü'l-Bürde olarak anılan şiir iki şaire nisbet edilmektedir. Birincisi ashaptan Kâ"b b. Züheyr'în (ö. 24/645 ) Hz. Peygaber'e sunduğu ünlü kasidesidir. Câhiliye döneminin tanınmış şairlerinden Züheyr b. Ebû Sülmâ'nın ölmeden önce oğulları Kâ'b ile Büceyr'e, gördüğü bir rüya üzerine gelmesinin yakın olduğunu anladığı Hz. Peygamber'e tâbi olmalarını tavsiye ettiği, iki kardeşin Medine'ye doğru yola çıktığı, Kâ'b'ın Medine yakınında kaldığı, Büceyr'in Medine'ye giderek Resûl-i Ekrem ile görüşüp müslüman olduğu, bunu öğrenen Kâ'b'ın, kardeşini ve Resûlullah'ı hicveden bir şiir nazmetmesi üzerine Hz. Peygamber'in Kâ'b'ın kanının helâl olduğunu söylediği rivayet edilir. Büceyr kardeşine mektup göndererek bazı şairler hakkında ölüm kararı verildiğini, ancak Resûl-i Ekrem'in pişman olup huzura gelenleri affettiğini bildirir ve Hz. Peygamber'e gelip af dilemesini tavsiye eder. Medine'ye gidip sabah namazında Mescid-i Nebevî'ye giren Kâ'b, Resûlullah'ın huzuruna yüzü örtülü olarak çıkar ve kendisine Kâ'b'ın tövbe edip İslâm'ı kabul etmek amacıyla geldiğini, af talebinin kabul edilip edilmeyeceğini sorar. Resûl-i Ekrem talebinin kabul edileceğini belirtince yüzündeki örtüyü açar ve kendisinin Kâ'b olduğunu söyler. Kâ'b ünlü kasidesini bu sırada okumuş, kasideyi çok beğenen Hz. Peygamber, "Bürde" adı verilen ve günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhafaza edilen hırkasını onun omuzlarına koymuş, bundan dolayı kasideye "Kasîdetü'l-bürde" veya başlangıç ifadesine göre "Bânet Sü'âd" adı verilmiştir. Hz. Peygamberle muhacirleri medih olmak üzere iki kısımdan oluşur. Kasidenin beyit sayısı hakkında farklı rivayetler vardır. Sükkerî bu sayıyı elli beş, İbnü'l-Enbârî elli yedi, Ebû Zeyd el-Kureşî elli sekiz, diğer bazı kaynaklar elli dokuz ve altmış olarak kaydetmiştir. Kasidenin ihtiva ettiği lafızlar ve beyitlerin tertibinde de farklılıklar vardır. Kasîdetü'l-bürde, telif tarihinden zamanımıza kadar İslâm edebiyatında önemli bir yer işgal etmiştir. Makkari'nin bazı âlimlerin meclislerini Kâ'b'ın kasidesiyle açtıklarını söylemesi de kasidenin İslâm edebiyatındaki önemine işaret etmektedir. Kasidetü'l-Bürde namıyla bilinen ikinci kaside ise Bûsîrî'nin (ö. 695/1296) Hz. Peygamber için yazdığı ünlü kasîdesidir. Mısırlı sûfî ve şair Muhammed b. Saîd el-Bûsiri'nin Hz. Peygamber için yazdığı ve elKevâkibü'd-dürriye fi-medhi hayri'l-beriyye adını verdiği kaside şairin tutulduğu hastalıktan kurtulmasına vesile olduğu için Kasîdetü'I-bürde diye meşhur olmuştur. Rivayete göre felç geçirdiğinde bir akşam kendisine şifa vermesi için Allah'a dua eden şair rüyasında Hz. Peygamber'i görür. Resûl-i Ekrem ondan kendisi için yazdığı kasideyi okumasını ister. Bûsîrî, "Yâ Resûlallah! Ben senin için birçok kaside yazdım, hangisini istersin?" deyince Hz. Peygamber kasidenin ilk beytini söyler. Bunun üzerine şair kasidesini 21 okumaya başlar, Resûlullah da onu sonuna kadar dinler. Bitince de hırkasını (bürde) çıkarıp şairin üstüne örter ve eliyle vücudunun felçli kısmını sıvazlar. Bûsîrî uykudan uyanınca vücudunda felçten eser kalmadığını farkeder. Bu rüya hadisesinin halk arasında yayılmasından sonra kaside Kasîdetü'I-bürde olarak üne kavuşmuştur. Her ne kadar bu rivayet menkıbe şeklini almış görünüyorsa da ilgili kaynaklarda kaside vesilesiyle şifaya kavuşma motifi sürekli vurgulanmaktadır. On bölümden oluşan Kasîdetü'l-bürde, en eski nüshalarında 160 beyit iken sonrakilerde 165 beyte kadar ulaşmaktadır. Klasik Arap kaside tarzında olduğu gibi şiir sevgiliye özlem temasının işlendiği nesîb bölümüyle başlar, daha sonra nefisten şikâyet, Hz. Peygamber'e övgü, onun doğumu, mucizeleri, Kur'an'ın fazileti, mi'rac mucizesi, cihadın önemi, nedamet ve ümit, dua ve niyaz bölümüyle sona erer. Aruzun basit bahriyle yazılan, yapı ve üslûp bakımından son derece sağlam ve lirik olan kaside, bu sebeple asırlardır İslâm coğrafyasının her bölgesinde büyük bir ilgi görmüş, dinî toplantılarda, mübarek gün ve gecelerde, sünnet, düğün, bayram ve cenaze merasimlerinde okunagelmiştir. (Geniş bilgi için bkz. DİA, Kasidetü'l-Bürde Maddesi, 24/566-569) 22 Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin Besmele-i Şerife Duası hakkında bilgi verebilir misiniz? Abdulkadir Geylani Hazretleri´nin Besmele-i Şerife Duası, “Bismillahirrahmanirrahim”i şefaatçi yapılarak okunan bir duadır. "Besmelenin hakkı için, hürmeti için, fazileti için, azameti için, celali için, cemali için.....” manasına gelen cümleler kullanılarak yapılan bir münacattır. Gümüşhanevî hazretlerinin Mecmuatu’l-ahzab adlı eserinin NAKŞEBENDİ cildinin 337. sayfasında yer almaktadır. Orada, her gece bu duayı okuyan kimsenin manevî kazancından bahsedilir. Önce Besmelenin ebced değeri olan 786 defa Besmele okunur, ardından Muhammed isminin ebced değeri olan 132 defa peygamberimiz Hz. Muhammed’e salavat getirilir. Ardından şu dua okunur: Bismillahirrahmanirrahim.., Allahümme inni es’elüke bi hakkı bismillahirrahmanirrahim. Ve bi hurmeti bismillahirrâhmânirrahim Ve bi fadli bismillahirrâhmanirrahim Ve bi azameti bismillâhirrahmânirrahim Ve bi celâli bismillâhirrahmânirrahim Ve bi cemâli bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi kemâli bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi heybeti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi menzileti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi melekûti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi ceberûti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi kibriyâi bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi senâi bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi behâi bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi kerâmeti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi sultâni bismillâhirrahmânirrahîm 23 Ve bi berekâti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi ızzeti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi kuvveti bismillâhirrahmânirrahîm Ve bi kudreti bismillâhirrahmânirrahîm İrfa’ kadrî veşrah sadrî ve yessir emrî.. Verzuknî min haysü la yahtesib.. Bi fadlike ve keramike ya men hüve kef hâ yâ ayn sâd hâ mîm ayn sîn kâf ve es’elüke bi celâlil ızzeti ve celâlil heybeti ve ceberûtil azameti en tec’alenî min ıbadikes salihîn ellezine la havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn Bi rahmetike ya erhamerrahımin Ve en tusalliye alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. 24 "Ve eğer O´nu (peygamberi) bir melek kılsaydık, elbette O´nu yine bir erkek (suretinde) kılardık..” ayetine göre, meleklerin hep erkek olarak görünmesi nedendir? Hz. Meryem’e de erkek şeklinde gelmesinin hikmeti nedir? İlgili ayetin meali şöyledir: “Eğer Peygamber'i bir melek kılsaydık muhakkak ki onu (yine) bir adam suretine sokar, onları yine halen içinde bulundukları kuşkuya düşürürdük.” (Enam, 6/9) Ayette, eğer Allah onlara gönderdiği elçiyi bir melek yapsaydı, ya da beşer yerine bir meleği elçi gönderseydi, yine onu melek suretinde değil İnsan görünümünde "adam suretinde" göndereceği, bunun sonucu olarak yine onları, bu gelenin gerçekten melek mi yoksa insan mı olduğu hususunda şaşkınlığa düşüreceği bildi¬rilmektedir. Nitekim başka bir âyette ifade edildiği üzere, onlar Kur'ân-ı Kerîm için "Bu, bildiğiniz insan sözünden başka bir şey değildir" (Müddessir 74/25) demişlerdi. Halbuki tamamen ruhanî varlıklar olan meleklerin insanlara görünmesi ve onlara hitap edebilmesi, ancak cismanî bir görünüme bürünmeleriyle mümkün¬dür. Bu durumda vahyin doğruluğunu, ihtiva ettiği yüksek hakikatlere göre değerlendirmek yerine, onu kendilerine tebliğ edenin melek olmasında arayanlar, bu cismanî görünümlü varlığın insan olduğunu ileri sürerek yine inkâra sapacaklar, şimdi olduğu gibi yine şüphe edeceklerdi. Sorunuza gelince, Melekler ne dişi, ne de erkektir. Vahiy meleği Hz. Cebrail’dir. Peygamberler de hep erkektir. Bu sebeple insan suretinde geldiğinde erkek kılığında temessül edip gelmiştir. Nitekim Resulullah'a da Cebrail çok defa Dihyetü'l-Kelbî adındaki bir sahabi şekline girerek inerdi. Bazen da Hz. Peygamber'le beraber sahabeye de gayet beyaz elbiseli ve çok siyah saçlı bir adam şeklinde görünürdü. Üzerinde hiçbir yolculuk alâmetleri görünmez ve Sahabe'den hiçbiri de tanımazdı. Cebrâil'in bir Arab şeklinde geldiği; imanı, İslâmı, ihsanı, sorarak İslâm'ı öğrettiği de meşhurdur. Hz. Meryem'e "doğru bir erkek" (Meryem, 19/17) şeklinde görünmüştü. Aynı şekilde Hz. İbrahim'e ve Hz. Lût'a melekler erkek misafir şeklinde gelmişlerdi. Hz. Meryem’e de yine erkek kılığında görünmesi, ona bir evladının olacağını haber verme arasında bir münasebet vardır. Çünkü Meryem hanımdır ve erkeği olmadığı halde bir çocuk sahibi olacağı haber veriliyor. Böyle bir ihtimalin Hz. Meryem’in zihninde kuvvetlice nakş olması için karşısındaki varlığın erkek olması ilahî hikmetçe uygun görülmüştür. Böylece Hz. Cebrail Hz. İsa’nın bir nevi manevi babası gibi olmuştur. Ayrıca, bir peygamber olarak hayatını sürdürecek olan Hz. İsa’ya vahiy getiren Hz. Cebrail’in onu müjdelerken de erkek kılığında temessül etmesi erkeklik olgusuna da uygundur. Ayrıca, Kur’an’da ifade edildiği üzere, insanlardan resuller olduğu gibi meleklerden de resuller -vahiy getiren, birbirlerine haberleri götüren, evrenin kanunlarını ilgili kevnî yerleregöklere, yere ilham eden elçiler- vardır. İnsanlardan olan bütün peygamberler erkek olduğu gibi, meleklerden olan elçiler de temessül ettiklerinde erkek kılığında olmaları bu ilahî 25 düstura uygundur. Tarih boyunca, insanlık ailesinde erkekler hep ön planda olmuştur. Bu günkü bilinen ifadesiyle egemen güç hep erkekler olmuştur. Bu kural binler sene sonra bu gün bile gücünden çok az kaybederek devam etmektedir. Böyle egemen, sözü geçerli olan erkeklerin ilk muhatap kabul edilmeleri hikmete en uygun olanıdır. Çünkü ilahî mesajı başkalarına ulaştıran kimselerin nazar-ı itibara alınmaları gerekir. Madem ilk muhatapların -genellikleerkekler olması hikmete uygundur, erkekleri ilk muhatap alan peygamberlerin de erkek olmaları şarttır. Buna paralel olarak erkek olan peygamberlere ve ilk muhatap olan erkek cemaatlere görünen meleklerin de erkek olarak temessül etmeleri aynı hikmetin bir gereğidir. Diğer taraftan, Arap müşriklerinde olduğu gibi eskiden beri bazı insanlar melekleri dişi olarak tasavvur etmiş ve onları Allah’ın kızları şeklinde algılamışlardır. Meleklerin erkek olarak temessül etmeleri bu sakat düşünceyi fiilen tekzip anlamına geldiği gibi, Allah’ın İhlas suresinde ilan edilen vasıflarının doğruluğunu tasdik eden kuvvetli bir imzadır. Eğer meleğin kadın şeklinde gönderilmesi söz konusu olsaydı, müşriklerin yanşıl inanışlarını desteklemek demek olacağından, hikmetin zıddı fiilî bir çelişki olurdu. Melekler gerçekte onların hayalleri gibi dilber kızlar değildir. Hatta onlara karşı kadın şeklinde görünmeleri bile muhtemel değildir. Buna işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: Peygamber'i melek gönderecek olsaydık, herhalde bir erkek şekline kor da gönderirdik. Ve şimdi onları yaptıkları hileyi o zamanda biz kendilerine yapmış olurduk; onları aynı güçlüğe ve hileye fazlasıyla düşürmüş olurduk. Şimdi Peygamber, beşer olduğundan dolayı kendilerine benzer göstererek "Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir" (Mûminûn, 23/24) diye hile ve inkâra kalkışan kâfirler, o zaman da meleği insan şeklinde görecekler ve ona: "Biz senin melek olduğunu ne bilelim, sen de bizim gibi bir beşersin" diyeceklerdi. Melek olduğuna inanmayacaklar, getirdiği delilleri dinlemeyecekler, peygamberliğini kabul ve tasdik etmeyeceklerdi. Fazla olarak bu şüphe ve güçlük yalnız onların hileleri olmakla kalmayacak, Allah kendilerini böyle bir karışıklık karşısında bulundurmuş olacaktı. 26 “Her şeyi çift (erkek ve dişi) yarattık” (Zariyat, 49) ayetine göre, melekler de mi çift yaratılmıştır? Halbuki meleklerin ve bazı tek hücreli canlıların cinsiyeti bulunmuyor? Çift olmak, yalnız cinsiyet bakımından dişi-erkek anlamında kullanılmaz. Bunun yanında bir şeyin iki farklı parçadan meydana geldiğini de ifade eder. Örneğin insanlar bir yandan erkek-kadın çiftinden meydana gelir, diğer taraftan her erkek ve her kadın ruh ve beden ikilisine/çiftine sahiptir. Çift kavramı, aynı zamanda evrenin ikili sistemini ifade etmektedir. Kozmik Çorba: Kâinat da bu kusursuz ikili /çift sistem çer¬çevesinde yaratılmıştır. Yaratılışın ilk anlarını tasvir eden "madde-i aciniye," "ilk cevhere", "kozmik çorba" gibi isimlerle andığımız kâinatın o ilk döneminde varlıklar, "madde-anti madde" şeklinde ikili bir sisteme göre ayarla¬narak yaratılmıştır. Einstein'ın meşhur “E=mc2” formülü de kâinatın, madde-enerji ikilisinden meydana gelen bir hamurdan yaratıldığını ortaya koymaktadır(bk. Niyazi Beki, Rahman Suresi tefsiri, s.77). Atom Sistemi: Kozmoloji uzmanlarının bildirdiğine göre, "kozmik çorba" döneminden sonra kâinatın temel maddeleri olan atomlar yaratılmıştır. Canlılar gibi çifttir. Meselâ: Bir protonun yaratılması için, bu kadar enerjiyi taşıyan iki fotonun bir araya gelmesi gerekir. Kütle enerjisine sahip iki gama ışınının çarpışması sonunda bir proton, bir de antiproton olmak üzere bir parçacık çifti yaratılır. Proton pozitif, antiproton ise negatif elektrik yüküne sahiptir. Kütlesi ise protonla aynıdır. Yine atomun çekirdeği dışında iki önemli parçasından biri olan elektonlar da anti maddesi olan pozitronla birlikte yaratılmıştır. Müspet ilim, kâinatın temel yapısının “atom” olduğunu, atomun ise eksi ve artı yüklü unsurlardan meydana geldiğini belirtmektedir(a.g.y). Melekler nurdan/ışıktan yaratılmıştır. Işıktaki ikili sistem meleklerde de var demektir. Işığı oluşturan parçacıkların yani fotoların kütlesi olmasa da enerji yapısı vardır. Fizik biliminde foton, elektromanyetik alanın kuantumu, Işığın temel "birimi" ve tümel elektromanyetik ışınların kalıbı olan temel parçacıktır. Diğer bütün temel parçacıklar gibi foton da kuantum mekaniği ile yönetilir ve dalga parçacık ikiliği gösterir. Bu durum fotonun hem dalga hem de parçacık özelliğine sahip olduğunu gösterir( VİKİPEDİ). Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki, Nurdan/ışıktan yaratılmış olan melekler için de çift kavramı, ikili sistem kavramı geçerlidir. Diğer taraftan, nurdan yaratılmış olan meleklerin temessül kabiliyetleri olduğu için misalî bedenlere de girebiliyorlar. Hz. Cebarail’in Dihye suretinde girmesi gibi. Bu misalî bedenleri onları bir çift sisteme dahil edebilir. Tek hücreli canlılar bir hücreden oluşmuş canlılardır Genellikle tek hücrelilerde görülen AMİTOZ bölünmeyle o türe ait birey sayısı artar. Amitoz bölünme yapan hücrelerin önce çekirdeği uzar, çekirdeğin uzamasıyla çekirdekçik de uzayıp boğumlanarak ikiye ayrılır. Bunu sitoplazma bölünmesi takip ederek, bir hücreden iki yeni 27 yavru oluşacak şekilde bölünme gerçekleşir. Diğer hücreler için eşeyli bölünme denildiği gibi, tek hücreli bölünmeye de eşeysiz bölünme denir. Hz. İsa’yı babasız yaratan Allah, tek hücreyi de eşeysiz yaratıyor. Ancak bu bölünme de bir nevi döllenmedir ve çift olma kavramına dahildir. Özetle, canlı-cansız her şey, elektron, nötron ve protonlardan meydana gelir. Bu üç unsurun da eşleri vardır ki bunlar anti elektron, anti nötron, anti protondur. Buna göre her şey çifttir, ikili sisteme sahiptir. İlave bilgi için tıklayınız: Bütün canlıların çift yaratıldığı belirtilmişken tek hücreli hermafrodit canlıların varlığını nasıl düşünmeliyiz? "Düşünüp ibret alırsınız diye herşeyden çiftler yarattık." ayetine göre atom, bakteri, virüs, salyangozun da çifti var mıdır? 28 Hz. Muhammed fen dalında (fizik, kimya, biyoloji, matematik ) icat ettiği, teori ürettiği veya Allah tarafından öğretilen ve çevresindekilere anlattığı bir olgu var mı? Miraç mucizesinden sonra yıldızlar hakkında bilgi vermiş midir? Hz. Muhammed bir peygamberdir, bir fen bilimcisi değildir. Hz. Peygamber insanların dünya ve ahiretine faydalı olan prensipleri öğreten bir muallimdir. “Allahım! Faydasız ilimden sana sığınırım” (Müslim, Zikir 73) diyebilen gaye adamı bir insandır. "İnsanlar için öğrenilmesi gayesiz, faydasız işlerle uğraşmaktan uzak duran ve “kişinin kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmayı bırakması imanının mükemmelliğinin göstergesidir” (Tirmizi, Zühd 11) diye buyuran eşsiz bir şahsiyettir. Buna göre, gök cisimlerinin durumunu, yıldızların, uyduların konumunu ders vermenin özellikle de o günkü- insanlara ne faydası olabilirdi? Bu gün de aya çıkmak, gezegenleri saymak, bazı gök cisimlerinin konumunu tespit etmek genel olarak insanlığa/insanların büyük çoğunluğuna ne fayda sağlamıştır? İlgili ülkeler baş döndürücü rakamlarla ifade edilen harcamalar yapıp bu işlerle uğraşmak yerine, yeryüzünün barış ve huzuru, fakirlerin dertlerine derman olmak için kullanılsaydı çok daha iyi olmaz mıydı? Miraca çıkan Hz. Muhammed(a.s.m)’in orada -evrenle ilgili- gördüğü pek çok gerçeklerin olduğu muhakkaktır. Nitekim yedi kat gökleri geçtiğini, Sidretu’l-müntehaya vardığını, kudretin kalemlerinin cızıltılarını duyduğunu belirtmiştir. Ancak, kâinatın sultanı ile insanlar arasında ebedî bir miraç köprüsü olan namazdan, cennet-cehennem gibi insanı en çok ilgilendiren ebedi mekanlardan ve oraya götürecek yollardan bahsetmek yerine, yıldızlardan, uydulardan bahsetseydi, insanların zihinlerini boş yere bunlarla meşgul etseydi, bir astronottan ne farkı kalırdı? Bununla beraber, Hz. Peygamberin en büyük mucizesi olan Kur’an’da “varlık adına yaşkuru ne varsa hepsi vardır” (Enam,6/59), “Kur’an’ı göklerde ve yerdeki bütün sırları/oralarda gizlenen bütün ilimleri, bilgileri bilen Allah indirmiştir”(Furkan, 25/6) gibi ayetlerde de açıklandığı gibi, Kur’an’da bütün ilimler vardır. Ancak, Kur’an-ı hakim, hakim olan Allah’ın kelamı olduğundan, hikmete aykırı ifadelere yer vermez. On beş asır önceki insanlara, bu günkü fen bilimlerinin keşfettiği gerçekleri ders vermesi, bütün insanları ilgilendirmediği için irşad metoduna uygun olmadığı gibi, muhatabın aklını, görgüsünü, bilgisini göz önünde bulundurmayı esas alması gereken eğitim ve talim prensiplerine de aykırıdır. Bu sebeple, Kur’an’da ve nebevî öğretilerde muhatapların anlama, kavrama ve faydalanma durumları göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin; bazı kimseler farklı zamanlardaki Ay’ın farklı boyutta olmasının sebebini sormuş, Kur’an’da onların asıl sormak istedikleri fennî açıklama yerine hikmete uygun bir üslupla cevap verilmiş (Bakara, 2/189) ve onun yılların sayılmasında, değişik ibadet vakitlerinin belirlenmesinde, sosyal, ticarî ve ekonomik konularla ilgili hesapların yapılmasında bir takvim görevi yaptığının altı çizilmiştir. Yine, Kur’an’ın kâinattan detaylı bir şekilde bahsetmemesinin sebebi şudur: Kainatta bir tekâmül kanunu vardır. Eskiden çok kapalı konular, zamanla bedihî, açık, herkesin bildiği ilimler sırasına geçebilir. Hâlbuki irşadın özelliği, mevcut ilim ve fikir seviyesini dikkate alarak konuşmaktır. 29 Örneğin: Şayet Kur'an, 15 asır önceki insanlara "Kendi ekseninde dolaşan güneşin duruşuna ve onun etrafında pervane gibi dönen dünyanın hareketine bakın! Bir milyondan fazla mikroskobik canlıları barındıran bir damlacık suyu temaşa edin ki, Allah'ın sonsuz kudretinin belgelerini görebilesiniz" deseydi, insanların çoğunu şaşırtmış olacaktı. Çünkü onlar, gözleriyle dünyanın değil, güneşin dönmekte olduğunu görüyorlardı. Ve bir damla suda ise, hiç bir şey görmüyorlardı. Fennî keşifler ancak hicri onuncu asırdan sonra ortaya çıkmıştır. O asra kadar gelen insanları şaşırtmak, yalnız yeni müspet fenlerin keşiflerinden sonra ancak anlaşılabilen konuları ders vermek, irşad prensibine de belağat kuralına da aykırıdır. Demek ki, insanların aklına göre konuşan Kur'an, tam belağat göstermiştir. (bk. İşârâtu’l-İ’caz /Nübüvvetin tahkiki; Muhâkemat, 160-161) Kur’an’ın ifadeleri belağatın zirvesinde olduğu için, dengeleri en güzel şekilde gözeten bir ölçüye sahiptir. Bu sebepledir ki, Kur'an'da medeniyet harikaları denilen müspet fenlerin keşfettiği teknolojik harikalara ayrıntılı bir şekilde yer verilmemiştir. Demek ki, birer teknolojik harikalar olarak bilinen uçak, denizaltı, tren, elektrik gibi sanatlar Kur'an'da daha fazla yer almak isteseler, bu taktirde yıldızlar, şimşekler, atmosfer, gök cisimleri onlara karşı mücadele edecek ve siz kendi cisminiz kadar Kur'an'da yer alabilirsiniz ve o kadar da almışsınız, diye onları susturacaklardır. Buna göre her şey kendi sanat değeri kadar Kur'an'da yer almıştır, denilebilir( Sözler/20. söz/2. makam).. Not: Soruyla ilgili başka bilgileri ve misalleri görmek için www.resulullah.org sitemize bakılabilir. İlave bilgi için tıklayınız: Kur'an-ı Kerim' de bilimsel keşiflerden bahsediliyor mu? Peygamberimiz döneminde bilim ve teknoloji olmadığı halde Kuranı Kerimde bilimsel ayetlerin olmasının sebebi nedir? Kur'an'daki bilgiler ve bilimsel ayetler daha önceden biliniyor muydu? Özellikle Mısırlıların ölüleri mumyalayıp insanların bedenleri ile ilgili bilgilere sahip olduklarını, hatta bebeğin anne karnında gelişimini resimlerle söylediklerini anlatıyor;.. 30 Duaların veya tövbenin kabul olduğu nasıl anlaşılır? Duamızın bu dünyada kabul olduğunu ancak neticesini gördükten sonra anlayabiliriz. Tövbemizin kabul olduğunu ise ancak ahirette anlarız. Çünkü dua ve tevbe birer ibadettir. Bu ibadetlerin devamlı olması için de neticeleri gizli kalmıştır. Taki kul ömrünün sonuna kadar duaya ve tövbeye devam etsin. İmam Ahmed b. Hanbel'in Ebû Saîd el-Hudrî'den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîste: "Duanın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen dua oranında günahın affedileceği" beyan buyurulmuştur. 31 İnsanlardan tamamen uzaklaşmak ve aile ile tamamen ilişkileri kesmenin hükmü nedir? İnsanlardan uzaklaşmak doğru bir gerekçeye dayanıyorsa caiz olabilir. Örneğin dini veya dünyevî zararları muhakkak olan bazı kimselerle fazla haşir-neşir/içli-dışlı olmamak, anlaşılabilen bir şeydir. Nitekim, İslam tarihi boyunca bazı kimseler dinleri için inzivaya çekilmiştir. Eğer çok ciddi bir gerekçesi yoksa, insanlardan uzak durmak doğru değildir. İslam’da “ruhbaniyet” yerine İslam’a, insanlara hizmet esastır. “İnsanların hayırlısı başka insanlara faydalı olanıdır” (Feyzu'l-Kadir, 3/480) manasındaki hadis-i şerif, insanlarla içlidışlı olmayı ön görmektedir. Ayrıca “İnsanların arasına karışan ve onların eziyetine sabreden mümin, insanların arasına karışmayan ve onların eziyetine sabretmeyen müminden daha hayırlıdır.” (Buhâri, Edebu’l Müfred, 388) anlamındaki hadisten alacağımız çok dersler olmalı.. Bu hadisi, hayatın ve toplumun bütün yönleri için değerlendirmek mümkündür. Özellikle, kişinin sırf kendi istirahatı için, bazı duygusal yanlarını tatmin etmek için insanlardan uzaklaşması tercih edilen bir husus değildir. Aile ile ilişkileri koparmak ise, daha farklıdır. İslam’da sıla-yı rahim çok önemli bir görev, bir sevap kaynağı olduğu gibi, onlarla bağları koparmak büyük bir sorumluluk getirir. Tabii ki, aile fertlerinin de dereceleri vardır. Mesela, anne-babaya karşı uzaklaşma lüksümüz asla yoktur. Dayı ile teyze anne yerinde, amca ile hala da baba yerinde kabul edilir. Kardeşlerin yeri de bunun gibidir. Bu konuda şu hadis-i şeriften alınacak önemli dersler vardır: “Seninle bağları koparanlarla güzel ilişki kur, seni (istek ve arzularından) mahrum edenlere, vermek suretiyle (arzu ve isteklerini yerine getirerek) karşılık ver. Sana haksızlık edenlere karşılık verme/affet !” (Mecmau’z-zevaid, 8/188). Şunu da unutmamak gerekir ki, müminin mümine karşı üç günden fazla dargın durması caiz değildir. (bk. Ebû Dâvûd, Edeb 47) Bu mümin akraba olsa küs durmak daha da kötü olur. Ancak -özellikle- dinî, ahlakî konularda zararları muhakkak olan kimselerle -küsmedenmesafeli durmakta bir sakınca olmadığı gibi tercih edilebilen bir şeydir. Çünkü din ve ahlak konusunda iyi veya kötü faktörlerin başında yakın münasebetlerimizin olduğu çevredir. Konuyla ilgili bazı hadis mealleri: “İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” (Buhâri, Edeb 18, Tevhîd 2; Müslim, Fezâil 66) “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın, diğer Müslüman’a ırzı, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” (Tirmizî, Birr, 18) "Mümin kardeşinle münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona 32 yerine getirmeyeceğin bir söz verme." (Tirmizî, Birr, 58) “Yumuşak davranamayan kimse, bütün hayırlardan mahrum kalmış sayılır.” (Müslim, Birr, 74–76) “Güzel söz sadakadır.” (Buhâri, Edeb 34, Cihad 128, Müslim, Zekât 56) “Herkes iyilik yaparsa biz de yaparız herkes haksızlık yaparsa biz de haksızlık ederiz, diyen kimseler gibi olmayın, fakat kendinizi iyilik yapanlara karşı iyilik yapmaya, kötülük yapanlara karşı da haksızlık yapmamaya hazırlayınız.” (Tirmizî, Birr, 63) "Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kişidir. Muhacir de Allah’ın yasakladığı şeyleri terk edendir." (Buhari, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 6465) "Akrabasıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez." (Buhâri, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18) "Güçlü, güreşte gücünü gösteren değil, öfke anında nefsine (kendine) hâkim olandır." (Buhâri, Edeb, 76.) "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, komşusuna eziyet etmesin. Allah'a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikramda bulunsun. Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun." (Buhâri, Edeb, 31, 85; Müslim, İman, 74, 75) “Dul ve fakirlere yardım eden kimse, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri (nafile) oruç tutup gecelerini (nafile) ibadetle geçiren kimse gibidir.” (Buhârî, Nafakat, 1; Müslim, Zühd, 41) İlave bilgi için tıklayınız: Müslüman'ın Müslüman'a kin duyması, küsmesi hakkında bilgi verir misiniz? Dargınlığın, küs durmanın caiz olduğu yerler var mıdır? 33 Bir erkek ve bayan nikahlandıktan sonra hiç cinsel ilişkide bulunmadan üç talakla boşansalar, tekrar evlenmeleri için bayanın başka bir erkekle evlenip cinsel ilişkide bulunması lazım mıdır? Bir kimse eğer üç talâkla boşamışsa, artık ne iddet içinde, ne de iddet bittikten sonra evlenmeleri caiz değildir. Nikâh bağı tamamen kopmuş ve bir ceza olarak bir daha birleşmelerine kapı açık tutulmamıştır. Ancak kadın iddeti bittikten sonra tekrar ilk kocasıyla evlenmek kasdı olmaksızın- başka bir erkekle evlenir, o erkek bir süre sonra ya ölür ya da onu boşarsa, o takdirde kadın ilk kocasıyla evlenebilir. İkinci kocayla evlenmesinin de sahih bir nikâhla gerçekleşmesi ve adamın onunla cinsel temasta bulunması şarttır. Boşanan kadın ister daha önce yani ilk kocasıyla cinsel temasta bulunmuş olsun olmasın fark etmez. Ama ikinci kocasıyla sahih nikâhla evlendikten sonra birinci kocasıyla -şartlar el verdiği takdirde- tekrar evlenmek isterse, herhalde o ikinci kocayla cinsel temasta bulunmuş olması gerektir. (Fethü'l-Kadir - Kemal İbn Hümam) (bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 3/86.) İlave bilgi için tıklayınız: Üç Talak... 34