1 İçindekiler Dinimiz çok kısıtlayıcı değil mi? Kadının her yerini avret kabul ediyor. Bunlar çok abartı değil mi?..................................................................................................................................... 3 Hadis ilminde yazılmış olan rical kitapları ve yazarları hakkında bilgi verir misiniz? .......... 5 Neden İslamiyeti Seçmeliyiz? .................................................................................................... 9 Bazı hastalıklarda idrar tam olarak çıkmadığından sonradan çıkmaktadır. Bu abdesti etkiler mi? ................................................................................................................................ 11 Abdestten önce taharet almak ve oturarak bevletmek farz mı? Ayakta idrar yapmak hakkında bilgi verir misiniz? .................................................................................................. 12 Ay güneşten aldığı ışığı yansıttığına ve ay güneşten daha küçük olduğuna göre, neden “güneş” “ay”a tabi olmuştur ve Güneş ile Ay için "Kamereyn/iki ay" denilmiştir? ........... 14 Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri... Eski medeniyetler doğa güçlerini tanrılaştırmışlar; her şeye tanrı demişler. Biz tanrının bir olduğu söylediğimize göre, buna karşı ne diyeceğiz? Şüphe ve evhamlardan kurtulmak için... ............................................... 15 İslam'da sanatkarlığı nasıl anlamak lazımdır? Bir sanatkarın İslam'a yapabileceği hizmet nasıl olabilir? ........................................................................................................................... 21 Bir kadın çocuğuna ve kocasına bakmak zorunda mıdır? .................................................... 23 Meryem suresinin 71. ayeti kerimesinde cehennem için "içinizden oraya girmeyecek kimse kalmayacak" buyruluyor. Müminler dahi girecek mi? ......................................................... 26 “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” hadisinden ne anlamalıyız? ........... 28 Kâinatın zerreleri ve varlıkların adedince Muhammed´e rahmet eyle, gibi çokluk ifade eden rahmet dileği, tek salavattan daha mı hayırlıdır? .................................................................. 29 2 Dinimiz çok kısıtlayıcı değil mi? Kadının her yerini avret kabul ediyor. Bunlar çok abartı değil mi? Bu konuyu bir kaç madde halinde özetlemeye çalışacağız: - İslam’da helal olanlar büyük çoğunluktadır, haram olanlar ise istisnaidir ve azınlıktadır. Ġslam dairesi keyfe kâfidir, dışarıda keyif aramaya hiç gerek yoktur. “Size helal olup arzu ettiğiniz kadınlarla iki, üç veya dört hanım olmak üzere evlenin. Eğer bu takdirde de aralarında adaleti gerçekleştirmekten endişe ederseniz, bir kadınla veya elinizin altında olan cariyelerle yetinin. Bu durum, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır” (Nisa,4/3) mealindeki ayet ile; “De ki: “Allah’ın, kulları için yaratıp ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılmak kimin haddine?” De ki: “Onlar, dünya hayatında (iman etmeyenlerle birlikte,) iman edenlerindir. Kıyamet günü ise yalnız müminlere mahsustur. İşte Biz, bilip anlayan kimseler için, ayetleri bu şekilde açıklıyoruz.” (Araf, 7/32) mealindeki ayette, -İslam dairesinin keyfe kâfi olduğu- gerçeğinin altı çizilmiştir. - Peygamberimiz(a.s.m) bu hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Allah kime saliha bir eş nasip etmişse, dininin yarısına (yarısını korumasına) yardım etmiş demektir. O halde o da dininin değer yarısını korumada Allah’tan korksun.” (Mecmauz-Zevaid, h. no: 7434) Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, kadın-erkek ilişkisinin düzensiz olması, dinin yarısına zarar verir. Çünkü insanlarda en güçlü dürtü karşı cinse duyulan duygu olduğu bilinmektedir. Böyle bir duygunun nefsin canının çektiği bir ortam bulmasına fırsat vermek, onun anarşist bir çizgiyi takip etmesine zemin hazırlamak anlamına gelir. İslam’ın en hoşlanmadığı şey disiplinsizliktir. Disiplinsizlik, akl-ı selim ve vicdanın sesini kısar ve hayvani duyguların ön plana çıkmasına yol açar. Kâinatı bu kadar harika nizam ve intizam içerisinde yaratan Allah’ın kâinatın göz bebeği olan insanları başıboş bırakması düşünülemez. - İnsanlık camiasında da olması gereken edep, ahlak ve disiplin ortamını bozan, insanları ahlaki anarşiye sevk eden her türlü kapıları ve pencereleri kapatmak, İslam’da bir tedbir olarak ön görülmüştür. Buna Fıkıh kaynaklarında “Sedd-i zarayi” denilir. Buna göre, kışta, özellikle fırtınalı günlerde en ufak delikleri kapatmak gerekir. Öyle de insanların cinsler arasında her zaman var olması muhtemel olan duygusal kış fırtınalarına maruz kalmamaları için kadın-erkek ilişkilerinde bazı mesafeler konulmuştur. - İslam’da kadınların her yeri avret kabul edilmesi söz konusu olmakla beraber, ihtiyaç anında, alış-verişte, ihtiyaç duyulan bazı şeyleri konuşmada -şehvetle olmamak kaydıylayüzeysel bir bakışla muhataba bakılabilir. Kadınların el ve yüzlerinin açıkta kalmasına izin veren hikmet de bu olsa gerektir. - İslam bir erkek ile bir yabancı kadının halvette/kapalı bir alanda baş başa kalmalarını yasaklamakla beraber, herhangi bir tarafta birden çok kişinin olması durumunda bunu halvet saymamaktadır. 3 - En önemli konu -öyle zannediyoruz ki, - gayr-i İslami bir ortamda İslami prensipleri tartışmaktır. Çünkü İslam’ın ön gördüğü bir ortamda zaten bu tür sıkıntılar yaşanmaz ve kırk yönden günahlar insana sadırmış olmaz. - Şunu da unutmamak gerekir ki, kendisine nikah düşen bir kadının eli ve yüzü dışındaki yerlere bakmamak farzdır. Bir defa bakmadığımız zaman bir farz işlemiş oluruz. Bir farz, birçok sünnet kadar sevap kazandırır. Bu imtihan dünyasında böyle kötü bir ortam olan şu ahir zaman fitnesinde günde belki onlarca vacip işlemek ele geçmez kârlı bir ticarettir. Unutmayalım ki, cennet ucuz değildir. 4 Hadis ilminde yazılmış olan rical kitapları ve yazarları hakkında bilgi verir misiniz? Kelime olarak “er kişi” manasına gelen “racul”ün çoğulu olan rical, Hadis Usulü ilminde hadisleri rivayet eden raviler hakkında kullanılan umumî bir tabirdir. Ricâlu'l-hadis de denilen rical, hadis rivayetiyle meşgul olanlardır. Şu hadisin ricali sikadır denildiğinde daha hususî manada kullanılmış ve o hadisin senedini teşkil eden raviler kasdedilmiştir. Ġlel Ve Rîcâl Konusunda Te'lîf EdilmiĢ En MeĢhur Eserler: Rivayet açısından rical iki kısımdır: Birinci kısım, ta'dile muhtaç olmayan, sadece rivayetini beyan için zikredilen ricâl’dir. Onlar sahabedir. İkinci kısım, rivayetini beyan için zikredilen ve ta'dil'e muhtaç olanlardır ki, onlar sahabî olmayan ricâl’dir. Her iki kısım için de kitaplar te'lif edilmiştir: Birinci Kısım Sahabe Hakkında Te'lif Edilen Kitaplar: 1- İmam Ebû Muhammed Abdullah b. İsâ el-Mervezî'nin “Kitab-ul-Ma'rife” si (öl: 293), 2- el-İmam Muhammed b. Hibbân Ebu Hatim el-Büstî'nin “Kitab-us-Sahâbe” si (öl: 354), 3- Ebû Abdullah Muhammed b. İshâk b. Mende'nin “Ma'rifet-üs-Sahabe” si (öl: 395), 4- Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah el-İsfehanî'nin “Ma'rîfet-us-Sahabe” si (öl: 430), 5- el-İmam Abdulberr el-Kurtubî, Ebû Ömer Yûsuf'un “el-İstiab”ı (öl: 463), 6- Ebû Mûsâ el-Medînî, Muhammed b. Ömer b. Ahmed el-İsfehânî'nin “Tetimmetü ma'rifetis-Sahâbe” si. Bu eser, İstîâb'ın zeylidir. (öl: 581), 7- el-İmam Ebû'l-Hasen b. Muhammed b. el-Esîr el-Cezerînin-”Üsdü'l-Gâbe fî ma'rifet-îsSahâbe” adlı eseri, İbni Esîr bu eserinde, sahabe hakkında yazılan ilk dört eserde mevcut olanları toplamış, ayrıca; birçok ilâveler de yapmıştır, (öl: 630), 8- el-Hâfız ez-Zehebî Muhammed b. Ahmed Üsd-ül-ğabe'yi tecrid ederek “Tecridi Esmâ-isSahâbe” adını verdiği kitabı yazdı. es-Zehebî ihtisarda ileri gitti, fakat birçok yeni isimler ilâve etti, (öl: 748), 9- el-Hâfız Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (öl: 852), “el-İsabe fi temyizi esmâ-is-Sahâbe” adlı eserini yazdı. O, sahabe hakkında yazılan kitaplardaki farklı konularıın hepsini topladı, gayet güzel bir şekilde yazdı. Bu kitap bu sahanın direği durumuna geldi, İstiâb ve onun zeyli ve Usdü'l-Gâbe’dekileri topladı, daha pek çok ilâveler yaptı. 5 10- Yahya b. Ebî Bekr el-Âmirî’nin “er-Riyâd el-Mustatâbe” si (ö1: 893), 11- Celâl-üd-Din es-Suyûti (öl: 911), el-İsâbe'yi ihtisar etti ve “Ayn-ül-İsâbe” adını verdiği eserini yazdı. 12- es-Suyûtî'nin “Dürr-us-Sahâbe fî men dahale Mısre min es-Sahabe” si, 13- Muhammed Kasım b. Salih es-Sindî'nin “el-Bedr-ul-Münîr fî Sahabet el-beşîr-in-nezîr” i. Ġkinci Kısım, Sahabe Ve Diğerlerini Birlikte Alan Ve Râviler Tarihi Mahiyetinde Olan En MeĢhur Kitaplar: 1- el-İmam Muhammed b. Sa'd b. Meni' el-Hâşimî (öl: 230) nin “et-Tabakat el-Kebîr” i. Son olarak 9 cild halinde Leydende basıldı. 2- Muhammed b. İsmail el-Buhârî (öl: 256) nin “et-Tarih el-kebir” i. Bu kitap alfebetiktir. 3- Buhârî'nin “et-Târih el-Evsat”ı. 4- Buhârî'nin “et-Tarih es-Sağîr”i. Bu kitap ölüm tarihlerine göre tertip edilmiştir. Her on seneyi bir tabaka sayar. Buhâri bu kitaplarında gayet vecîz ve ince olarak cerh ve ta'dil hakkında konuşur. 5- el-Hâfız el-Kebîr Ebû'l-Haccâc Yûsuf b. ez-Zekî Abdurrahman el-Mizzî (öl: 743) nin “Tehzîb el-Kemâl fî esmâ-ir-ricâl” i. Bu, büyük bir kitaptır. Kütüb-ü Sitte'nin bütün râvîleri hakkında bol hal tercemeleri vardır. Bu kitap alfabetiktir. Ulemâ bu kitapla çok ilgilenmiş birçok ihtisarlar yapmışlardır. 6- el-Hâfız ez-Zehebî Muhammed b. Ahmed (öl: 748) “tehzîb-ul-kemâl”i ihtisar ederek “Tehzîb-üt-tehzîb”i yazdı. 7- Yine ez-Zehebî ikinci defa aynı kitabı ihtisar ederek “el-Kaşif” adını verdi. Kısa bir özettir. 8- Sonra Hâtimet-ül-huffaz, Mısır diyarında kadılar kadısı el-Hâfız Abmed b. Ali b. Hacer elAskalânî (öl: 852), Tehzîb-ul-Kemâl’i “Tehzib-ül-tehzîb” adı ile ihtisar etti. O, rical kitaplarının en güzeli ve en faydalısıdır. Tehzib- ül-kemâl'i ihtisar ettikten sonra, cerh ve ta'dil imamlarının istifade ettiği sözlerden pek çok şey ilâve etti. Bu kitap Hindistan’ın Haydarabat şehrinde 12 cild olarak basılmıştır. Tehzib-ül-Kemal’i bulmak güç olduğundan Tehzîb-ülTehzîb, hadis ilimleri ile meşgul olanların ana kaynağıdır. İlim adamları, tehzîb-ül-kemâl’i, İbni Hacer'in ilâveleri ile birlikte bastırmayı çok düşündüler. Bundan maksat, Kütübü Sitte'nin râvileri hakkında elde cami' bir kitabın bulunması idi. Fakat henüz bu tahakkuk etmedi. 9- Sonra İbni Hacer onun da kısa bir telhisini yaparak “Takrib-ut-tehzîb” adını verdi. O, bu kitapta, evvelinde beyan ettiği özel ıstılahlarla râvîler tabakatına, cerh ve ta’dil bakımından onların derecelerine işaret eder. Bu kitap da Hindistan’da defalarca basılmıştır. 10- Safiyyüddin Ahmed b. Abdullah el-Hazrecî, tehzîb'i telhis ederek “Hulasat-ü tehzîb tehzîb el-Kemâl” adını verdi. İlim ehli arasında “el-Hulâsa” diye meşhur oldu. el-Hazrecî bunu 923 de te'lif etti. O, tehzîb tipinde bir eserdir, orta derecede faydalı bir kitaptır. O, bazan, tarih, cerh veya ta'dile âid nakillerin bir kısmında hata eder... 6 11- İbni Hacer el-Askalânî'nin “ta'cil-ül-menfea bi zevâid rical el-erbea” sı. İbni Hacer bu kitapta dört imam Ebû Hanife, Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in hadislerini rivayet ettikleri kimselerin hal tercemelerini yazmıştır. Fakat o tehzîbde zikrettiklerini burada zikretmediği için bu kitap tehzîbe zeyl olmuştur. Bu kitap bir cild olarak Hindistan'da basılmıştır. 12- İbni Hacer'in “el-İsâr bi ma'rifet ruvât-il-Asâr” adlı eseridir, Bu orta büyüklükte bir kitaptır. Ebû Hanife'nin arkadaşı ve talebesi Muhammed b. el-Hasen'in “el-Âsâr” adlı kitabındaki râvîlerin hal tercemeleri vardır. Fakat burada sadece tehzîbde zikretmediği kimselerin üzerinde durur. Bu kitabın, Darulkütüb'de iki yazması vardır. Birisi müellifin kendi el yazmasıdır. Özellikle Cerh Ve Ta'dile Âid Kitaplardan Bazıları: 1- İbni Ebî Hatim'in “et-Cerh ve't-ta'dil”i. Bu zat, Ebû Hatim, Muhammed b. İdris el-Hanzalî er-Râzî'dir (öl: 372). Kitabını, Buhârî’nin “et-Târîh-ul-Kebîr” i üzerine ve onun usûlü ile yazmıştır. Büyük bir kitaptır. O bu kitapta daha çok babası Ebû Hatim ve babasının arkadaşı Ebû Zûr'a'dan rivayet eder. 2- el-Hâfız Ebû'l-Fadl b. Muhammed el-Mukaddesî'nin (öl: 507) “el-Cem beyne ricâl-issahîheyn” adlı eseri. O, bu kitabın da, Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed el-Kelâbâzî'nin Buhârî ricali, Ebû Bekr Ahmed b. Ali el-İsfefanî’nin Müslim ricali hakkındaki eserlerinde bulunanları bir araya getirmiştir. Hindistan’da Haydarâbâd’da büyük bir cild halinde basılmıştır. 3- el-Hâfız es-Zehebî'nin “Mizân-ül-itidâl” i. O, bu kitapta Ulemanın cerh ve ta'dil bakımından haklarında konuştuğu râvîleri anlatır. Bu faydalı bir kitaptır, Hindistan ve Mısırda üç büyük cild halinde basılmıştır. 4- İbni Hacer'in “lisan-ül-Mizan” adlı kitabı. 5- el-Hâfız ez-Zehebî’nin “Tezkiret-ül-Huffâz”ı. 6- İbni Hibbân el-Bustî'nin “es-Sikat” ı. 7- Buhârî'nin “Kitab-uz-Zuafâ” sı. 8- en-Neseî'nin “Kitab-uz-Zuafâ ve'l-Metrûkîn” i. 9- İbni Hibbân el-Bustî'nin “Kitab-uz-Zuafâ” sı. Ġsimler, Künyeler Ve Lâkablar Hakkında Te'lif EdilmiĢ Kitaplar: 1- Ali b. Abdullah b. Ca'fer el-Medînî'nin sekiz cüz halindeki “el-Esâmî ve'l-Kûnâ” adlı eseri. 2- Ahmed b. Hanbel (241) in “el-Esmâ ve'l-Künâ” adlı eseri. 3- el-Buhârî, en-Neseî ve Abdurrahman b. Ebî Hâtîm'in “el-Künâ” adlı eserleri. 4- Müslim b. el-Haccâc en-Nisabûrî (261) nin “Kitab el-kunâ ve'l-esmâ” adlı eseri. 7 5- Ebû Bişr Muhammed b. Ahmed b. Haramâd b. Sa'd b. el-Ensârî (320) nin “el-Kunâ ve'lesmâ” adlı eseri. Bu meşhur ve cami' bir kitaptır, iki cüz halinde 1322-23 senelerinde Hindistan’da basılmıştır. 6- el-Hâkim el-Kebîr Ebû Ahmed Muhammed b. Muhammed b. Ahmed en-Nisâbûrî (378) in 14 cild halindeki “el-Esmâ ve'l-kunâ” adlı eseri. 7- Ebû Abdullah Muhammed b. İshâk, İbni Mende el-İsfehânî (395) nin 1927 de Almanya’da basılan “Feth-ul-bâb fi'l-kûnâ Ve’l-elkâb” adlı eseri. 8- Ebû Muhammed Abdulgani b. Saîd el-Esedî el-Mısrî (400) nin 1326 da Hindistan’da bir cild olarak basılmış olan “el-Mu'telef ve’l-muhtelef fî esmâi nakalet-il-hadis” ve “elMüştebeh fi’n-nisbe” adlı eserleri. 9- Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatîb el-Bağdâdî' (463) nin “Tekmilet-ül-Mu’telef” ve “el-Esmâ ve’l-elkâb” ve “el-Esmâ el-mühimme fi'l-enbâ el-Muhkeme” ve “Telhîs'ulmüteşâbeh fî'r-resmi fî esmâ-i’r-ruvât” adlarındaki eserleri. 10- Ebû Nasr Ali b. Hibetullah b. Ca'fer, İbni Me'kûlâ el-Bağdâdî (486) nin “el-İkmâl fi ref’ilirtiyâb an el-Mu'telef ve’l-Muhtelef min’el-esmâi ve'l-künâ ve’l-ensab” adlı eseri. Bu mühim bir kitaptır. Mısır’daki “Dâr-ul-Kütüb” de “Mustalah 8” rakamlı bir nüsha vardır. Müellif kitabını, daha önce yazılanları gözden geçirdikten sonra yazmıştır. İki cüz halindeki bu kitap alfabetiktir. Bu kitap hakkında İbni Hallikân “Benzeri yazılmadı” demiştir. 11- Ebû'l-Ferec Abdurrahman b. Ali, İbn-ül-Cevzî (597) “Keşf-ün-Nikâb an-el-esmâ ve'lelkâb” adlı eseri. 12- el-Hâfız Muhammed b. Abdulgani el-Bağdâdî'nin el-Müstedrek alâ'l-İkmâli Libni Me'kûlâ” adlı eseri. 13- Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî (748) nin “el-Müştebeh fî esma er-ricâl” adlı eseri. Bu kitap kendinden önce bu konuda yazılanlar tetkik edildikten sonra te'lif edilmiştir. Bu bakımdan çok mühimdir. Bu kitap 1881 de 616 sahife olarak Leyden'de basılmıştır. 14- İbn Hatîb ed-Dehşe Mahmud b. Ahmed el-Hemezânî (804) nin “Tuhfet zevî'l-ereb fî müşkil el-esma ve'n-neseb” adlı eseri. Bu kitap 1905 de Leyden'de basılmıştır. 15- Ebû'l-Fadl Şihabûddin İbni Hacer el-Askalânî'nin (852) “Nüzhet-ül-Elbab fi’l-Elkab” adlı eseri. (bk. Dr. Ali Özek, Hadis Ricali Hadis İlimleri Ve Kaynakları, Fatih Yayınevi: 160-164) 8 Neden İslamiyeti Seçmeliyiz? Bütün dinler hep aynı temel esaslar üzerinde durmuş ve aynı hakikatlere vurguda bulunmuşlardır. Allah tarafından gönderilen her nebi, temel disiplinler açısından -o günün şartlarına ve zamanın ihtiyaçlarına uygunluk çerçevesinde- bir öncekinin devamı, mükemmili, mütemmimi gibi davranmış, selefinin/seleflerinin mesajını tekrar etmiş, ahvâl ve şerâite göre ikmalde bulunmuş, tafsil isteyen hususları açmış, yenilenmesi gereken mesâilde tecdidde bulunmuş ve hep aynı konular etrafında yoğunlaşmıştır: Tevhid, nübüvvet, haĢr ve ibadet her peygamberin en birinci meselesi olmuştur. Evet, üslûp, ifade tarzı, beyan ve eda farklılığı mahfuz, yukarıdaki esaslar hemen bütün enbiya ve mürselînin mesajının özünü teşkil etmiştir/etmektedir. Kur’ân’ın mesajı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (as)’den itibaren başlayan vahyin bir devamıdır. Zira Allah katında bütün dinlerin esası bir olup, o da İSLÂM’dır: “Allah katında din, Ġslâm’dır.…” (Âl-i İmran, 3/19) Değişik dönem ve yerlerde gelen peygamberler, birbirlerini reddetmedikleri gibi, Hz. Muhammed (s.a.s) de bunlardan hiçbirini reddetmemektedir: “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. 'O’nun resûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.' dediler ve eklediler: 'İşittik ve itaat ettik ya Rabbena, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır...' ” (Bakara, 2/285) “De ki:“Allah’a, bize indirilen (Kur'ân)e, Ġbrâhim’e, Ġsmâil’e, Ġshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuĢlarız.” (Âl-i İmran, 3/84) Hz. Muhammed (s.a.s.), bilakis bütün önceki peygamberlerin bir devamı, risaletlerinin tamamlayıcısı gibidir. Ancak şu farkla ki, kendisinden sonra bir peygamberin gelmesi mümkün olmayıp, o, peygamberlerin sonuncusu ve dolayısıyla İlâhî Mesaj’ı evrensel boyutlara taşıyandır. İnsanı yaratan, onu en ince noktalarına kadar bilen, ihtiyaçlarını karşılayan Allah, her dönemdeki insanlara gerekli mesajı ulaştırmış, son noktayı Hz. Muhammed (s.a.s.) ile koymuştur. Demek ki bundan sonra peygamber gelmeyecek, vahiyde değişiklik olmayacak ve insanlar bu son vahiyle hayatlarını sürdüreceklerdir: “..Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size ni’metimi tamamladım. Ve din olarak size Ġslam’ı seçtim...” (Mâide, 5/3) “Kim Ġslam’dan baĢka bir din ararsa, (bu din) ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran, 3/85) “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allâh'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her Ģeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab, 33/40) 9 Ġslâm dini, insanlığı maddî ve manevî kemalâta kavuşturan ve beşerin saadet ve selametini temin eden bütün esasları ihtiva eder. Ona intisap eden fert ve cemiyetleri feyizden saadete, saadetten tekamüle sevk eder. Hayatın korunmasına büyük önem verir. Fert ve toplumun huzurunu bozmaya çalışanları en şiddetli cezalara çarptırır. Birlik ve beraberliği, ihsanı ve yardımlaşmayı emreder. Toplum hayatını anarşi ve terörden vikaye eder. Ġslam güzel ahlâkı, bütün şubeleriyle, beşerin istifadesine sunar. Hiçbir meselesi yoktur ki, binlerce faydası bulunmasın, maddî ve manevî hastalıklara birer deva, birer şifa olmasın. İslâm dini ilim ve hikmete istinat eder; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle hayır ve saadete sevk eder. Cehaleti en büyük düşman kabul eder; insanları daima tefekküre teşvik eder. İslâm dininin bütün insanlığa ne büyük bir rahmet olduğunu anlamak için, dünyanın Asr-ı saadetten önceki ve ondan sonraki halini nazara almak lazımdır. Ġslâmiyet’ten önce, bütün dünya cehalet ve dalaletin, terör ve anarşinin insafsız pençeleri altında kıvranıyordu. Dünyayı kavuran bu vahşet ve dehşetten Arap yarımadası da hissesini almıştı. İnsanlar kız evlatlarını diri diri toprağa gömmekle iftihar ederlerdi. Hurafelere inanırlar ve kendi elleri ile yaptıkları putlara tapar, onlardan yardım dilerlerdi. O karanlık dönemde, Kur’an'ın nuru Arap Yarımadasının bir köşesinden güneş gibi tulu etti. Küfür ve zulmün en kesif tabakalarını parçaladı. Ulvî tecellisiyle gözleri kamaştırdı, feyiz ve hidayetiyle ruhları temizledi, akılları parlattı, vicdanları ziyalandırdı. Şirki kaldırıp kalplere tevhidi yerleştirdi. Zulmü kaldırıp yerine adaleti tesis etti. Sinelerden kini ve düşmanlığı çıkardı, yerlerine muhabbet, şefkat ve merhameti yerleştirdi. Kur’an’ın bu tesiri yalnız Asr-ı saadete münhasır kalmamıştır. Ondan sonra da hangi millet İslâmiyet’i kabul etmiş ve hayatına tatbik etmişse hem ilim ve irfanda, hem de sanayi ve ticarette ilerlemiş ve diğer milletlere örnek olmuştur. Bunun en parlak misalleri, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleridir. 10 Bazı hastalıklarda idrar tam olarak çıkmadığından sonradan çıkmaktadır. Bu abdesti etkiler mi? Ġstibra, idrarın tamamen kesilmesi için yapılır. Bu bakımdan tuvaletten çıkan kişi hemen abdest alıp namaz kılabilir. Ancak abdest aldıktan sonra akıntı gelmesi durumunda abdestini tazelemesi gerekir. Küçük abdestten sonra akıntı ve sızıntının kesilmesine istibra denir ki; bunu yapmak vaciptir. İstibrayı, istincadan önce yapmak abdest ve namazın sıhhatli olabilmesi için gereklidir. Her insanda, küçük abdestten sonra akıntı olur. Bu akıntı bazı insanlarda çok kısa zamanda kesilirken, bazı insanlarda da uzun zaman devam etmektedir. Herkes kendi durumunu bildiği için, akıntısının sonunu iyice almalı, istincayı sonra yapmalıdır. İstibrayı tam bitirmeden abdest alınırsa, abdestten sonra gelecek olan akıntı abdesti bozar. Akıntının sonunu almak için yürümek, hareket etmek, öksürmek, ayakları hareket ettirmek, yatmak ve beklemek gibi tedbirlere başvurulmalıdır. Kadınlara istibra icap etmez. Bir müddet beklemeleri onlar için kâfidir. Yoksa abdest aldıktan sonra bir akıntı olursa abdest bozulur ve abdestsiz namaz kılınmış olur. Onun içinde uhrevi azabı gerektirir. Zira Rasûlullah "Kabir azabının çoğu küçük abdesttendir." (İbn Mace, Taharet, 26) buyurmaktadır. Ġstibra yapmak, kanallarda kalan idrarın boşalmasını sağlamaktır. Bu idrarda birkaç damla kadardır. Dolayısıyle elbiseye veya bedene değmesinden dolayı namaza engel teşkil etmez. Elbette idrar damlayan yeri yıkamak veya kağıt kullanarak damlayı elbiseye bulaştırmamak daha güzeldir. Ama idrar damladı diye namazı terk etmek, hiç doğru değildir. Tuvaletten sonra kanallarda kalan sıvı zaten yavaş yavaş çıkacaktır. Bunun için aşırı bir hoplama zıplama yapmaya gerek yoktur. Hafifi bir gezinti ve dolaşma yeterlidir. Şöyle otuz kırk adımlık bir gezinti yeterlidir. Eğer istibra yapmadan abdest alıyorsak o zaman kalan idrar dışarı çıkıp, abdestimizi bozabilir. İstibra yaparken aşırılık da hoş değildir. Bir hastalıktan dolayı devamlı olarak abdesti bozucu akıntı gelirse kişi özürlü durumuna geçer. İlave bilgi için tıklayınız: Özürlünün abdest durumu hakkında bilgi verir misiniz? 11 Abdestten önce taharet almak ve oturarak bevletmek farz mı? Ayakta idrar yapmak hakkında bilgi verir misiniz? Oturarak bevl etmek farz değildir. Ancak hem sıhhat bakımından hem de necasetin sıçramaması açısından oturarak bevl etmek daha uygundur. İdrardan gereği gibi korunmak için şu tedbirler alınmalıdır: 1. İdrar sıçramasını önlemek için bir çukurun tam ortasına ya da tuvalet deliğinin tam ortasına yapılmalıdır. (En iyisi oturarak idrar yapmaktır) "Sizden biriniz idrar yapmak istediği zaman, idrarı için müsait bir yer bulsun." (1). Bu sebeble banyoda yıkanırken idrar yapmak mekruh görülmüştür Redd-ül Muhtar’ da şu kayıt vardır: ''Kendi abdest aldığı yere bevl etmesi mekruhtur.''(2) Ebu Davud' tan nakledilen bir hadis şöyledir. ''Sakın biriniz hamamda yıkandığı yere bevletmesin (idrar yapmasın), çünkü umumiyetle vesvese bundan doğar.'' Bu hüküm idrara akacak yol olmadığı ve zemin sert olduğu zamanki durumdur. Banyo yapan kimse, idrardan üzerine bir şey sıçradığını zanneder ve bundan vesvese alır. Rüzgara karşı idrar yapmak da böyledir. Bu arada Ģunu da hatırlatalım: Klozet denilen alafranga tuvaletlere ayakta olmamak şartı ile idrar yapmanın bir mahsuru olmaması gerekir, fakat bu tuvaletlere oturarak, bağırsakların tam boşalaması sağlanamadığından, hele umumi yerlerdeki klozetler veneryen hastalıkları (cinsel yoldan bulaşan, zührevi hastalıklar) bulaştırma bakımından mahzurludur. 2. Ayakta idrar yapmamalıdır. Özürsüz olarak ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu hususta Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurur: Hz.Aişe (r.anha): ''Kendisine Kur’ân nâzil olmaya baĢlandığından beri, Resulullah (a.s.m) ayakta bevl etmemistir.'' (3). Yine İmam Ahmed’ in,Tirmizi’ nin (Cilt:1, Sayfa: 226), Nesâi’ nin (307 nolu hadis-i şerif) ve ibn-i Mace’ nin tahric ettiği hadiste Aişe (r.anha) demiştir ki: "Size Nebiyy-i Azam’ (a.s.m)'ın ayakta bevl ettiğini kim haber verirse inanmayın, mutlaka oturarak abdest bozardı." (4). Abdullah İbn-i Mesud (r.a) şöyle rivayet etmiştir: "Şüphesiz ki ayakta abdest bozmanda cefadandır.'' (5) 12 Hz.Cabir’ den (r.a): “Rasûlullah (a.s.m) ayakta idrar yapmayı yasakladı.'' (6) Bazı âlimler de ayakta yapmayı caiz görmüştür ve ayakta idrar yapmaya ruhsat vermişlerdir. Dayandıkları isnat şu hadistir: Hz. Huzeyfe’den (r.a) ''Bir gün Peygamber (a.s.m) bir kavmin çöplüğüne vardı ve oraya bevletti." (7). Ayakta idrar yapmayı mekruh gören ulemâ, bu hadis-i Ģerif karĢısında Ģu tevili yapmıĢlardır: 1. Kadı İyaz’ın beyanına göre uzun zaman oturan Efendimiz’ i (a.s.m) bevli sıkıştırmış ve uzağa gidememiş, hemen ayakta bevlini yapmıştır. 2. Resulullah (a.s.m) dizindeki veya belindeki bir hastalıktan dolayı idrarını ayakta yapmıstır. 3. Çöplükte (oturmak için) müsait bir yer bulamamıştır. 4. Bir ihtimal de, ayakta idrar yapmanın caiz olduğunu göstermek için yapmıştır. Bu hadis-i şeriflerden çıkarılan sonuçlara göre, ayakta idrar yapmak mekruhtur. Bu mekruhiyet kerahet-i tahrimiyye olmayıp kerahat-i tenzihiyyedir. Çömelerek idrar yapmanın tıbbi yararı Ģöyledir: Çömelince karın kasları kasılır, dizler karına tazyik yaparlar; dolayısıyla mesane baskı altında kalır. İşeme sonucunda mesane tam boşaldığından mesanede artık idrar kalmaz. Mesane tam boşalır. Bu ise idrar yolları ve mesane taşlarının oluşmasını önlediği gibi, prostat hastalığı olanlarda şikayetlerin azalmasında da etkili olur. Çömelerek idrar yaparken hafif sol tarafa meyil edilmelidir. Kaynaklar: 1-Müsned; İmam Ahmed Ebu Davud Sünen 3 nolu hadis-i şerif 2- Redd-ül Muhtar Sh.593 3-Sünen-i Ebu Davud 1/93 4-Sünen-i Tirmizi Cild 1 Sh. 112 5-İbn-i Mace, Hadis No:300 6-Sünen-i Tirmizi C:1 Sh. 19/20 7-Tirmizi C:1, Sh. 19. İlave bilgi için tıklayınız: Sabah kalktığımızda taharat almadan abdest alıp namaz kılarsak olur mu?.. 13 Ay güneşten aldığı ışığı yansıttığına ve ay güneşten daha küçük olduğuna göre, neden “güneş” “ay”a tabi olmuştur ve Güneş ile Ay için "Kamereyn/iki ay" denilmiştir? - Evvela, Kur’an’da “Kamereyn/kameran” şeklinde bir sözcük yoktur. Onun için bu tabirin İslam’la bir ilgisi yoktur. - Ġkincisi, “Kamereyn” sözcüğü çoğul değil, tesniye/ikildir. Zaten bir tane Ay, bir tane güneş’in toplamı ikidir. Bu da iddia sahiplerinin bilgisizliğini, ezberci, intihalcı olduğunu göstermektedir. - Üçüncüsü, “Kamereyn” şeklindeki tağlib sanatı, Ay ve Güneşin hangisinin ışık kaynağı veya daha parlak olduğunu değil, Arapça dil bilgisindeki bir kuralı ifade eder. O da şudur: Arapça’da kelimeler ya müzekker/erildir, ya da müennes/dişildir. Bu kurala göre, Kamer(Ay) eril, şems(güneş) ise dişil bir kelimedir. Tarih boyunca hemen hemen bütün toplumlarda olduğu gibi, Arap toplumunda da -İslam dini gelinceye kadar- erkek kadından üstün kabul ediliyordu. Bu sosyal hayat algısı dil bilgisine de yansımıştır. Bu sebeple, Araplar, Ay ile güneşi birlikte/bir tek sözcükle ifade ettikleri zaman, -ŞEMSEYN, demiyorlar, KAMEREYN diyorlar. Bu açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki, Kamereyn sözcüğünün ışıkla/parlaklıkla hiç bir ilgisi yoktur; sadece erlik-dişilikle ilgisi vardır. - Bununla beraber, Kur’an’da ay için her zaman nur/münir gibi vasıflar; güneĢ içinse ziya vasfı kullanılmıştır. Çünkü Nur dışarıdan alınan aydınlık için; ziya ise ışığın kaynağı olan nesneler için kullanılır. İlave bilgi için tıklayınız: "GüneĢ’i bir ziya/aydınlık, Ay’ı bir nur kılan,.." (Yunus Suresi, 10/5) diyerek baĢlayan ayette ziya ve nur kelimelerinin ayrı kullanılması niçin olabilir? 14 Allah'ın birliğinin delilleri nelerdir? Tevhid delilleri... Eski medeniyetler doğa güçlerini tanrılaştırmışlar; her şeye tanrı demişler. Biz tanrının bir olduğu söylediğimize göre, buna karşı ne diyeceğiz? Şüphe ve evhamlardan kurtulmak için... ALLAH'IN BĠRLĠĞĠNĠN DELĠLLERĠ: Bürhan-ı Temanü İslâm İlâhiyat âlimleri (Kelâmcılar) Allah'ın birliğini isbat için çeşitli deliller zikretmişlerdir. Bunların en önemlisi Bürhan-ı temanü' delilidir. Her aklı selim sâhibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip olan ve vücudu hariçten bir varlığın değil, zâtının gereği bulunan varlık, tam bir kudret mâliki, mutlak bir hüküm ve galebe sâhibidir. Bu hâl, ulûhiyetin îcabıdır. O halde ilâh olan varlığın kudret ve kuvveti karşısında durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti noksan, kendisi nâkıs bir varlık olur. Böyle bir varlık da ilâh olamaz. Şimdi her bakımdan birbirine denk iki ilâh bulunduğunu farz edelim. Yaratmakta ve hükmetmekte bağımsız hareket etmeleri ilâhlığın tabiatı icabı bulunduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip anlaşmaları imkânsızdır. Tam bir kudret ve galebe sahibi olan her bir ilâhın, kendi arzusuna muhalefet edilmesine rıza göstermesi de muhaldir. Şu halde, her bakımdan birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzettiğimizde, aralarında ihtilâf ve arzularında çatışma olacağı kesindir. Böyle bir ihtilâf sonunda, meselâ ilâhların biri bir şeyin olmasını, diğeri de olmamasını istese, aklen şu üç ihtimalden biri olacağı muhakkaktır. 1. Ya iki ilâhın da dediği olacaktır. 2. Veya her ikisinin de dediği olmayacaktır. 3. Yahut ilâhlardan birinin istediği olurken, diğerininki olmayacaktır. Bu ihtimallerden herbiri de aklen muhal ve imkânsızdır. Her ikisinin de istediği olsa, bir anda bir şey'in hem olması, hem de olmaması, yani, vücud ve adem gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya çıkar ki, bu mantıken imkânsızdır. Her iki ilâhın da istediklerinin olmaması, bir anda bir şeyin hem vücuddan, hem de ademden mahrum kalması, yani, zıdların ortadan kalkması demektir ki, bu da aklen ve mantıken muhaldir. Bundan başka, istekleri yerine gelmeyen ilâhların acziyete düşmeleri de söz konusudur. Âciz olan varlıklar ise, ilâh olamazlar, bir şey yaratamazlar. Üçüncü ihtimal gereğince, ilâhlardan birisinin arzusu tahakkuk eder, diğerininki tahakkuk etmezse; arzusu yerine gelmeyen ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz. Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını zikrettiğimiz iki ilâhtan birinin âciz olduğu sabit olunca, âciz olana eşit olan diğerinin de âciz olacağı sabit olur. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz olan varlıklar da ilâh olamazlar. Bu şekilde bütün ihtimallerin bâtıl olduğu ortaya çıkınca, iki ilâh faraziyesinin bâtıl olduğu da kendiliğinden sabit olur. 15 Hâkimiyetin ortak tanımaması delili Hâkimiyetin en esaslı ve vazgeçilmez kanunu, istiklâliyettir. Yani, gayrın müdahalesini ve saltanata ortaklığını reddir. Hâkimiyetin zayıf bir gölgesine ve küçük bir cilvesine mazhar olan âciz insanların bile, istiklâliyetlerini muhafaza için dış müdahaleleri nasıl şiddetle reddettiği ve kendi işine başkalarının karışmasına nasıl müsamahasız davrandığı meydandadır. Hattâ hâkimiyetine karışabilir tevehhümüyle, en dindar padişahlar bile, mâsum çocuklarını ve sevdikleri kardeşlerini öldürtmüşlerdir. Bu da hâkimiyette gayrın müdahalesine yer olmadığı gerçeğinin ne derece kat'î ve esaslı olarak hükmettiğini apaçık göstermektedir. Acaba âciz ve yardıma muhtaç insanlardaki hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddeder, hâkimiyetinde iştirâki kabûl etmez, istiklâliyetini ne pahasına olursa olsun muhafazaya çalışırsa; elbette "rububiyet derecesinde mutlak hâkimiyeti, ulûhiyet derecesinde mutlak âmiriyeti, ehadiyet derecesinde mutlak istiklâliyeti olan" Cenâb-ı Hakk'ın ne derece şerikten, ortaktan, nazîrden, rakipten uzak olacağı anlaşılır. Bu bakımdan istiklâliyet ve infirad (teklik), Allah'ın mutlak hâkimiyetinin zaruri bir neticesidir. Nizam delîli Kâinat yüzünde zerrelerden yıldızlara kadar varlıkların tek tek herbirinde ve umumunda görülen nihayet derecede mükemmel bir nizam ve intizam, tevhide en büyük delil, en parlak bürhandır. Çünkü kâinattaki ilâhî icraat ve îcada, bir tek Sâni'den başkasının müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve muvazene bozulacak ve her tarafta intizamsızlık eseri görünecekti. Vahdette kolaylık, kesrette zorluk olduğu delîli EĢyanın îcadı, bir tek Sâni' ve Hâlika verilirse, bir tek varlık gibi kolay olur. Eğer tabiata, tesadüfe isnad edilirse, bir tek sinek, semâvât kadar; bir çiçek bir bahar kadar; bir meyve bir bahçe kadar, zor ve müşkilâtlı olur. Kâinatta eşyanın îcadında nihayetsiz bir sühûlet ve kolaylık görüldüğüne göre, Sâni'in tek ve vâhid olduğu anlaşılır... ġirk nedir? ġirk kelimesi, ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır. ġerik ise, ortak demektir. Kur'ân-ı Kerîm insanları tevhide, yani, Allah'ın birliğini kabûle dâvet etmiş, O'na zâtında, sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle men'etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek büyük bir günah ve zulüm olduğunu, Hak Teâlâ'nın kendisine şirk koşulmasını asla afvetmiyeceğini, bundan başka olan günahları -dileyeceği kimseler için- afv edeceğini de bildirmiştir. Yeryüzündeki her şey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan insanın, kendi hizmetinde olan bâzı varlıkları ilâh kabûl ederek, Allah'ı bırakıp onlara ibâdet etmesi ve onları Allah'a şerik koşması gerçekten son derece ağır bir günah, büyük bir zulümdür. Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür. 16 ġirkin nevileri Şirkin başlıca nevileri şunlardır: 1. Allah'ı bırakarak, O'ndan başka canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibâdet etmektir. Hayır ilâhı, şer ilâhı diye iki ayrı ilâha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir. 2. Allah'a inanmakla beraber, O'na başka varlıkları şerik (ortak) koşmak, yani, Allah'tan başka bâzı varlıkların da ulûhiyet sıfatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır. Hıristiyanlıktaki teslis akîdesi bu kısma girer... 3. Bu âlemin yaratıcısının bir olduğunu kabûl etmekle birlikte, O'na yakınlığı te'min için, put, heykel gibi cansız eşyaya ibâdet etmektir. Putperestlik bu kısma girer. 4. Şirkin en yaygın görülen bir şekli de, insanın kendi heves ve süflî arzularına perestiş edip körü körüne uyması, hevâsını kendine bir nevi ilâh edinmesidir. Kur'an'da: "Kendi heves ve arzûlarını ilâh ve mâbud edinen kimseyi gördün mü?"(Furkan, 25/43) buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmiştir. 5. Bir de gizli Ģirk vardır ki, bu da riyâdır. Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızâsı için yapmak yerine, başkaları görsünler, beğensinler diye yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah'a şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i hafî olarak vasıflandırmıştır. Mü'min gizli - âşikâr, açık - kapalı her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakikî tevhide ancak bu şekilde ulaşılır. Kur'ân-ı Kerîm'de şirkin bütün nevileri şiddetle reddedilmiş; hakikî tevhid inancı bütün insanlığa telkin edilmiştir. TEVHĠD DELĠLLERĠ: Bu âlem hakkında yapılmış birbirinden güzel teşbihlerden biri: Kâinat Sarayı. Bu teşbihde tevhid vardır. Bir sarayda iki sultan olmaz. Sarayın tabanı başkasının, tavanı başkasının olmaz. Dış duvarlar sultanın, iç bölmeler vezirin olmaz. Saray ve sultan bir olunca artık ondaki eşyaları başkasına veremez, başkasından bilemezsiniz. Bu kâinat sarayının halıları, lâmbaları ve diğer eşyaları bir başka âlemden getirilip de buraya monte edilmiş değiller. Saraydaki her şey ve en önemlisi her misafir, saraydan doğuyor. Bir çiçeğe bakalım: Topraktan güneşe kadar sarayın her şeyinin onda bir hissesi vardır. İnsan bedenine nazar edelim: Bu sarayın temel taşları olan elementler onda da mevcut. Dağlar ovalara birer koltuk gibi kurulmuş. Ama başka bir yerden getirilerek değil ovanın içinde yükselerek. Meyveler dallara tutunmuş. Başka bir beldeden ithal edilerek değil, ağacın içinden çıkarılarak. Yavru, annenin kucağına oturmuş. Bir başka ülkeden gelerek değil, onun rahminde büyüyerek. 17 Güneş lâmba olmuş bu saraya. Bir başka yerden satın alınarak değil, sema ile birlikte yaratılarak. İşte tevhid, bu sarayın sultanını bir bilme, birleme ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmama itikadı. Kâinattaki bu birlik her şeyde kendini gösteriyor. “HerĢey de bir birlik var. Birlik ise biri gösterir.” Kâinat birtek saray olduğu gibi, güneş de birtek lâmba. Her ağaç kendi başına bir müstakil varlık... İnsan da ayrı bir âlem. İnsan için, âlemin küçük bir misâlidir, buyurulur. Onun elini başka, ayağını başka yaratıcılardan bilemez, içini başkasına, dışını başkasına veremezsiniz. Allah bütün varlık âleminin tek sahibi, yegâne mâliki, şeriksiz Hâlıkı. “…Saltanatında Ģeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, Ģeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir Ģey hiçbir Ģeye müdahale edemez.” (Mektubat) Bu ifadelerden tevhidin iki mertebesini ders alıyoruz: Tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet. Tevhid-i ulûhiyet, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını bir bilmek, O’nu her türlü şerikten tenzih etmek. Zaten, tevhid denilince akla hemen gelen de budur. “Lâ ilâhe illâllah” kelâmı, bu tevhidi ifade eder. Allah ismi zikredildiğinde, bütün kemal sıfatlar ve bütün güzel isimler de birlikte yâd edilmiş olur: Allah ezelîdir, Allah ebedîdir, Allah Rahman’dır, Allah Rahim’dir, gibi… İşte Allah isminin ifade ettiği bütün mânâları düşünmek, bizi tevhid-i rububiyete götürür. Yâni, her şeyi kademeli olarak terbiye edip bir kemal noktasına erdiren, onu faydalı bir varlık hâline getiren ancak Allah’tır. Bu terbiye fiili, bu rububiyet, bütün İlâhî sıfatlarla ve bütün mukaddes fiillerle icra edilmekte ve üzerinde İlâhî isimlerin okunduğu bir eser çıkmakta ortaya. İşte Allah, bu eserin hem Hâlıkı (yaratıcısı)dır, hem Rabbi (terbiye edicisi)dir. Dünün yumurtası bugün uçuyor. Dünün çekirdeği bugün meyve veriyor. Ve dünün nutfesi bugün ilim tahsil ediyor. Bu ikinciler bu hâle bir terbiyeden geçerek gelmişler. Hepsi Allah’ın rububiyetiyle. Bir binayı düĢünelim. Temelini birisi atmış, duvarlarını bir başkası örmüş, su ve elektrik tesisatını, sıvasını, boyasını ayrı ustalar yapmışlar ve camlarını bir diğeri takmış. İnsanın yaratılışı böyle değil… Nutfe denilen bir İlâhî şifreye insan binası, bütün tesisatlarıyla, bölümleriyle, her organın yeri ve sayısıyla kaydedilmiş; bir Rabbanî takdir ile. İşte bu noktaya bu kadar bilgiyi kaydeden Zât, bu bedeni her şeyiyle yaratıyor. Nutfeyi yaratan da Allah, o şifreyi açan ve ondan çıkardığı bedeni tanzim eden de. Bütün bu fiiller hep O’nun ve hep O’na mahsus . 18 İşte bu fiillerin tamamını Allah’tan bilmeye “tevhid-i ef’al” diyoruz. Bu fiiller İlâhî sıfatlarla, yâni aynı ilimle, aynı kudretle, aynı iradeyle icra ediliyorlar. Bilen başka, dileyen başka değil. Gören başka, kudretiyle ören başka değil. Çekirdekten ağaçları çıkarmak, yumurtalarda balıkları yaratmak, rahimlerden yavruları halketmek, semayı direksiz durdurmak, dünyayı nizamla gezdirmek, rüzgârı estirmek, yağmuru yağdırmak hep aynı kudrete dayanıyor. Bütün bu işlerin irade edilmeleri ve bilinmeleri de aynı irade ve ilim ile. İşte bütün bu fiil âlemlerinin aynı sıfatlara isnad edilmesine de “tevhid-i sıfat” diyoruz. Bir de “tevhid-i zât” var. Bütün varlık âlemlerinde aralıksız faaliyet gösteren bu sonsuz ilmi, bu nihayetsiz kudreti, bu mutlak iradeyi ve diğer sıfatları bir tek zâtın sıfatları bilmek ve hepsini O’na isnad etmek. Kalb gibi akıl da tevhid ile tatmin oluyor. Sizin binanızı bir başkası boyarsa o adam o binaya sahiplik iddiasında bulunabilir mi? Sadece yaptığı işin ücretini ister, o kadar. O adam binanın ne sahibidir, ne mâliki. Sadece yardımcıdır, işçidir, ücretlidir. Allah’ın yaptığı vücut binasını da bir başka ilâh bezetemez. Böyle bir ilâhın varlığı bir an için farzedilse bile; bu ilâh, o binaya sahip ve mâlik değildir. Sadece bir yardımcıdır. Yardımcı ise ilâh olamaz ve Allah yardımcılara muhtaç değildir. Öyleyse yaratan da O’dur, hayat veren de. Sûret giydiren de O’dur, rızık veren de. Terbiye eden de O’dur, tanzim eden de. Döndüren de O’dur, durduran da... Her şeyin dışı da O’na ait, içi de. O halde Allah hem Zâhir’dir hem Bâtın. Her varlığın başlangıcını da O yaratmış, neticesini de. Öyleyse Allah hem Evvel’dir hem Âhir. Bütün mahlûkatın sahibi de O, ihtiyaçlarını gören de. Demek ki, Allah hem Mâlik’tir hem Rezzak. Bütün insanlar insan olmakta birleşirler. Birini yaratan hepsini yaratandır. İnsanlar ve hayvanlar canlı olmakta tevhid ederler. Sineği yaratan, balinanın da yaratıcısıdır. Bütün yıldızlar, yıldız olmakta el eledirler. Birinin Hâlıkı, hepsinin de Hâlıkıdır. Ve nihayet bütün varlıklar mahlûk olmakta birleşir. Hepsi Allah’ın eseri, hepsi O’nun san’atıdırlar. Cenâb-ı Hak, yaprakları, dalları, gövdeyi ve kökleri tevhid etmiş, bir ağaç çıkmış ortaya. Yetmiş trilyon hücreyi tevhid etmiş, ortaya bir insan bedeni çıkmış. Aklı, hayali, hâfızayı, sevgiyi, korkuyu ve daha nice duyguları ruhda tevhid etmiş. Ve nihayet ruhla bedeni tevhid etmiş; insan olarak. İnsan bedeni ile kâinat arasında kuvvetli bağlar kurmuş. Ciğeri havaya bağlamış, mideyi gıdaya. Göz nurunu semalarda gezdirmiş, ayakları zeminde. Böylece insan bir bakıma kâinatla bir olmuş. İşte kalb, bu bir olan âlemin Rabbini bir bilmekle, tevhid etmekle tatmin oluyor. 19 Bazı âlimlerimiz, tevhidi, “ilmî ve amelî” olmak üzere ikiye ayırırlar. Bu sınıflandırmaya göre bu noktaya kadar yazılanlar hep ilmî tevhiddir. Amelî tevhid ise, bu tevhid inancının insanın amel âleminde tam bir hâkimiyetle hükmetmesi. Fatiha-i Şerife’nin “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” âyet-i kerimesi amelî tevhid dersi verir. “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Yalnız senin bildirdiğin yöne döner, yalnız senin huzurunda el bağlar, ancak sana rükû ve secde ederiz. Aklımızı sadece senin razı olduğun şeylere yorar, kalbimize ancak senin razı olacağın sevgileri koyarız. “Ġnnâ lillâh” (biz Allah’ınız) demişiz. Konuşmamız da senin içindir, susmamız da. Oturmamız da senin içindir kalkmamız da. Yalnız Allah’a ibadet eden bir insan putlara tapma zilletinden kurtulduğu gibi, yalnız ondan yardım dileyen bir kul da sebeplerin ardına düşmekten, hâdiselerin kölesi olmaktan kurtulur. Ve tam bir tevekkül ile Rabbine sığınır. Bu çok ulvî bir haz olmanın yanısıra, çok üstün bir kuvvettir de. Zaten kâmil mü’min olmanın yolu, hem ilmî hem de amelî tevhidde kemale ermekten geçmiyor mu? TEVHĠD-Ġ EF’AL Bülbülün şekli, deveninkinden ne kadar farklı. Hurma ağacı da kavağa benzemiyor. Sûretlerin en güzeli insanda. Onun da her ferdine ayrı bir şekil verilmiş. Parmak izleri bile değişik. Semâ ülkesinde birbirinin aynı iki yıldz, denizde birbiriyle yüzde yüz mutabık iki balık bulmak mümkün değil. İşte bu kadar farklı şekillerin hepsi aynı fiilden geliyor: Tasvir. Tutmak, muhafaza etmek de bir tek fiil. Ama değişik mahlûklarda, farklı şekillerde kendini gösteriyor. Kedi, yavrusunu ağzında götürür; kartal, avını pençesiyle havaya kaldırır; anne, yavrusunu kucağında taşır. Ağacın meyveleri tutuşu hiçbirine benzemez; onları âdetâ kendine yapıştırır. Güneş’in gezegenleri tutuşu bir başkadır, onlara dokunmağa kıyamaz, uzaktan tutar. Bu ve benzeri farklı tecelliler. Aslında bir kanunun değişik icraatları, aynı ziyanın muhtelif aynalarda farklı tecellileridir. Hayat vermek, öldürmek, şifa bahşetmek, hidayete erdirmek, rızıklandırmak her biri ayrı bir fiil. Sonsuz denecek kadar çok olan bu fiiller aynı sıfatlara dayanıyor. Hayat, ilim, kudret, sem’, basar, irade, kelâm, tekvin. İşte mahlûkat âleminde icra edilen sonsuz fiillerin hepsini bu İlâhî sıfatlardan bilmek, tevhid-i ef’aldir. Bu sıfatları bir tek zâta isnad etmek ise, tevhid-i zât. 20 İslam'da sanatkarlığı nasıl anlamak lazımdır? Bir sanatkarın İslam'a yapabileceği hizmet nasıl olabilir? Tarihte her büyük din bir büyük sanat etkinliğini de birlikte getirmiştir. Başka bir deyişle geçmiş dönemlerin sanatı, genellikle dinin etkisiyle doğmuş ve öncelikle onun hizmetinde oluşup gelişmiştir. Bu doğal bir olgudur. Çünkü Budizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi büyük dinler toplumlara yeni dünya görüşleri, yaşama biçimleri getirmiş önemli olaylardır. Yeni oluşan toplumsal yapı bireylerin görüş, düşünüş ve zevklerini de değiştirir, yönlendirir. Sanatçıyı da yeni amaçlar doğrultusunda, değişik formlar ve güzellikler arayıp bulmaya, oluşturmaya sürükler. Mimari formların ve yapı planlarının değişmesinde insanların yaşayış biçimi kadar, ibadet tarzları da rol oynamıştır. Ev planları toplum ve aile yaşantısının gereklerine nasıl uydurulmuşsa, ibadete ayrılan yapılar da dinin gereklerine öylesine uydurulmak zorunda kalınmıştır. Eski Yunan tapınaklarında ibadet, tapınağın içinde değil, önünde yapıldığı için dış mimariye daha çok önem verilmişti. Hristiyanlıkta kilisenin doğu-batı doğrultusunda yapılması, ibadet sırasında doğuya yönelmek gereğine dayanıyordu. Ayrıca, kilisede halkın ruhban sınıfından daha geri safta durması gereği yapıların genişliğine değil, derinliğine bir plan formu almasına neden olmuştur. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ġslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslam'da her sınıf halkın ayrım gözetilmeden ön saflarda namaz kılabilmesi, safların geniş tutulması istediği uyandırmış, bu nedenle kiliselerin aksine camilerde enine mekan tercih edilmiştir. ġu husus bilinen bir gerçektir ki, kişi ve toplumların inancı, ahlakı değer verdiği, kendisini bağlayıcı kabul ettiği ve bu doğrultudaki yaşantısı onların, düşüncesine, söz ve işine, sanat ve mesleğine, yapacağı her türlü seçime etki eder.Ondan dolayıdır ki inancı, yaşantısı, değerleri farklı toplumların meydana getirdiği sanat, edebiyat, mimarî eserler, kültür ve medeniyetler de çok tabii olarak farklılıklar arzetmektedir. Ayrıca, aynı inancı, aynı değerleri paylaşan, aynı ortamda yaşayan, aynı kültür ve medeniyete sahip kişilerin zevk, anlayış, kavrayışları ruh yapıları ve kabiliyetleri farklı farklı olduğundan meydana getirdikleri sanat, edebiyat ve benzeri eserler genelde aynı özelliklere sahip olmakla beraber, özelde bir kısım farklılıklar oluşturmaktadır ki, bu husus da o toplumun, o medeniyetin zenginliklerindendir. Mesela, Müslümanların insan resim ve heykelinin yapılması hususuna bakış açısını bilmeden, İslam sanatı hakkında en azından bu sanat kolu hakkında yapılacak bir inceleme, bir değerlendirme asla sağlıklı olamaz. Müslümanlar insan resim ve heykelinin yapılmasına pek olumlu bakmamış, uygun görmemiştir. Dolayısıyla Müslümanlar arasında bu konuda yetişmiş fazla bir sanatkar ve sanat eserleri yoktur. Bu duruma bakarak, bu kolda istediği sanatkâr ve sanat eserleri bulamamak Müslümanların sanata, sanatkâra önem vermediği kanaatına götürmemelidir. İslam’da insan resmine ve heykele olumsuz bakış insanımızı ağaç oymacılığı, taş oymacılığı, çini sanatı, yazı sanatına yönlendirmiş ve bu hususta benzerine başka medeniyetlerde pek rastlanamayan şaheserler meydana getirilmiştir. Meselâ; “Kur’an Mekke’de nâzil oldu. Kahire’de okundu. Ġstanbul’da yazıldı.” sözü meşhur olmuştur. 21 Bilhassa Osmanlılar zamanında hat sanatı zirveye ulaşmış, misilsiz eserler yazılmış, tablolar yapılmıştır. Meşhur hattatların yazdığı el yazması Kur’an-ı Kerim’ler, kitaplar, levhalar, bütün görkemiyle zamanımıza kadar ulaşmış paha biçilmez hat sanatlarıdır. Müslümanlar çini üzerinde de kayda değer çalıĢmalar yapmıĢ özellikle camiler, kısmen türbe, medrese, saray ve konaklar, üzerinde çeşit çeşit, rengarenk çiçek, gül, lale ve benzeri motiflerin işlendiği çinilerle süslenmiş, sanki bahar cümbüşü dört mevsimde bu mekanlara taşınmıştır. Keza taĢ ve ağaç oymacılığı da bize has, bizim ruhumuzudan yansımalar taşıyan, bizimle bütünleşmiş, bizim medeniyetimizin simgelerinden olmuştur. Taş ve ağaç oymacılığı bilhassa Selçuklular zamanında çok ileri bir seviyeye yükselmiş, benzersiz eserler meydana getirilmiştir. Selçuklu mimarisinde cami, medrese, kervansaray ve benzeri sosyal hizmetler için yapılan eserlerin giriş kapıları çok yüksek ve görkemli olur ve bu kapılar taş oymacılığının bütün maharetleri kullanılarak, muhteşem bir eser meydana getirilirdi. Sonra camilerin giriş kapıları gibi mihrapları da aynı maharetle işlenir, çiçek motifleri, ayet-i kerimelerle tezyin edilirdi. Keza kervansarayların, saray ve köşklerin avlu kapıları, saraya, kervansaraya giriş kapıları da aynı şekilde oymacılık sanatının birer şaheserleriydi. Türbelerin giriĢ kapıları çok mütevazı yapılmakla beraber, dış duvarları çeşitli motiflerle işlenir, ruha huzur veren bir manzara arzeder. Ağaç oymacılığı daha ziyade, cami minberlerinde, cami, medrese, türbe ve benzeri binaların ahşap kapılarında kendini göstermektedir. Halk Ģairlerinin hece vezniyle meydana getirdikleri, türküler, ağıtlar, deyişler bir toplumun acı, tatlı, neşeli, üzüntülü günlerini, asırlar boyunca yaşadıkları serüvenleri dillendirir. Daha üstte, divan edebiyatı şairleri, başka bir tarzda, başka açılardan bir medeniyetin edebî coğrafyasını gergef gibi işlerler. Ayrı ayrı dallarda, ayrı ayrı tarzlarda ve fakat İslam’ın genel çerçevesi içinde bir inancın, bir medeniyetin, bir kültürün yansımaları sanat eserlerinde tezahür etmektedir. Göklere yükselen o zarif minareler, kubbeler, bir ömür boyu ayetleri, hadisleri levhalaştıran, kitaplaştıran kubbeleri, mihrapları, duvarları çeşit çeşit motiflerle tezyin eden hattatlar. Tekbirleri, salat u selamları ruhun derinliklerinde seslendiren, na’tlar, kasideler, ilahilerle yüksek seciyeleri, üstün kişileri gönlümüzün sultanlarını vasfeden, inancımızı, dini hassasiyetlerimizi seslendiren Itrîler ve benzerleri İslam sanatının kıyamete kadar zirvedeki temsilcileridir. Yüksek sanat eserleri, yüksek medeniyetler meydana getirmek, güçlü, sağlam bir iman, yüksek bir seciye, azim, sabır, aşkı ve muhabbet, kabiliyet, ince bir ruh yapısı, estetik zevk ister. İşte bizim ecdadımız, İslam’ın, hakkın insanları bu vasıflara sahip yüksek seciyeli insanlardı. Meydana getirdikleri sanat eserleri de onların yüksek şahsiyetlerinin bir belgesi, bir delilidir. Günümüzdeki sanatçılar da eserlerinde insanın dini ve kültürel değerlerini dikkate alan eserler sunması gerekir. 22 Bir kadın çocuğuna ve kocasına bakmak zorunda mıdır? Evli kadının evinde oturması, mutat ev işlerini yapması ve çocuklarının eğitim ve bakımıyla uğraşması, itaat kapsamına girer. Diğer yandan erkeğin meşru isteklerini yerine getirmesi, aile huzur ve düzenini bozacak davranışlardan sakınması gerekir. Kadının kocasına itaat yükümlülüğünün delili ise ayet-i kerimede şöyle beyan buyurulur: "Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi kadınların da onlar üzerinde hakları vardır." (Bakara, 2/228) Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle buyuruyor: "Bir kadın kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse cennete girer.” Bugün insanların planlarını hep dünya ile sınırlandırmaları sıkıntıya yol açıyor. Hâlbuki asıl yaşanılacak gerçek hayat ahirette ve cennettedir. Ahiret hayatı takva sahipleri için daha hayırlıdır. Koca, eşinin görüşüp görüşmeyeceği kişi veya aileleri belirleme hakkına sahiptir. Meşrû mazeretlerin dışında kadın izinsiz olarak dışarı çıkmamalıdır. Ancak eşlerin birbirine güveni tam olur ve aile çevresi güvenilir durumda bulunursa, koca eşine serbestlik verebilir. Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümadan rivayet edildiğine göre: “Bir kadın Allah'ın Elçisine gelerek; 'Ey Allah'ın Rasulü! Kocanın karısı üzerindeki hakkı nedir?' diye sordu. O da 'Kadının kocasının evinden izinsiz çıkmamasıdır.' dedi. 'Çıkarsa ne olur?' sorusuna Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem 'Allah'ın rahmet ve gazap melekleri bu kadına tövbe edinceye kadar lanet eder.' dedi.” (Ebu Davud) Kadının eve bağlı olması, onun oraya hapsedildiği ya da kafes arkasına, dar bir alana sıkıştığı anlamına gelmez. Kadın için evi en hayırlı yerdir. Evi onun mescidi, huzur ve mutluluk yuvasıdır. Kadın örtülmesi gerekli bir varlıktır. Evden dışarı çıkınca şeytan gözünü ona diker. Kadın için Rabbinin rahmetine en yakın olduğu yer evinin içidir. Bu dünyada kadın eve hapis oluyor, diyen anlayış sahiplerine sormak gerek: Cehenneme hapsolması ile eve hapsolması arasında hangisi hayırlıdır? Bu durum kadının evden dışarı çıkınca tesettüre riayet etmesini gerektirir. Çünkü kadının örtünmesi kadın için bir koruyucu perde vazifesi görür. Kötü niyetli bakışları kırar. Kadın, kendi iffetini koruduğu gibi, kocasının bulunmadığı zamanda onun şeref ve namusunu, evini, malını ve çocuklarını koruması gerekir. Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor: "Sizin kadınlar üzerindeki haklarınız hoĢlanmadığınız kimselere yataklarınızı çiğnetmemeleri ve onları evinize sokmamalarıdır.” (İbn-i Mace) Kadın kocası ile iyi geçinmeli, koca da eşine karşı daima iyi muamele etmelidir. Eşlerin birbirlerine eziyet etme ve zulüm yapma hakkı yoktur. 23 Muaz bin Cebel radıyallahu anhın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Dünyada bir kadın kocasına eziyet ederse, o erkeğin kıyamet gününde eĢi olacak olan Huri eziyet eden kadına Ģöyle seslenir: "Allah seni helak etsin, bu adama eziyet etme, o dünyada senin misafirindir. Yakında senin yanından ayrılıp bize kavuşacak."(Tirmizi, İbn-i Mace, Aile İlmihali, Prof. Dr. Hamdi Döndüren) Kadın Kocasına Yemek Yapmak Zorunda mıdır? Kadının yiyecekleri, elbisesi, oturacağı yerden ibaret olan nafakası, meşrû şartlar dâhilinde kadının nikâhlı kocasına aittir. İsraftan sakınmak gerekir. Zira Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Kocanın malından, iyilikle sana ve çocuğuna yetecek kadar al.” buyurmuşlardır. Hanımların yemek ve ekmek pişirmesi, elbise yıkaması, oda süpürmesi, ev işlerini tertip ve düzenlemesi, kocasının yükünü hafifletmeye çalışması ahlaki birer görevdir ve şerefli bir hizmettir. (Hukuku İslamiyye Ö. N. Bilmen 2/483) Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem kızı Fatıma'ya: "Kızım sen ev iĢlerini, Ali de dıĢ iĢleri görsün." buyurdu. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem her şeyde olduğu gibi aile hayatında bize en güzel örnektir. Bu günkü aile sıkıntılarımızın başında Kur'an ve sünnetten ayrılmamız gelir. Anne Çocuğu Emzirmeye Zorlanır mı? “Çocukların, annelerinin nafakaları ve elbiseleri kendileri için çocuk doğurdukları (kocaları) üzerinedir." (Bakara, 2/233) Bir anneye doğurduğun çocuğu emzir diye cebrolunmaz. Ancak çocuk anasından başka kadınları emmez ise cebrolunur. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de: "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler.”( Bakara, 2/233) ayet-i kerimesi, kadınların çocuklarını emzirmelerine delildir. Annesi çocuğunu emzirmediği müddetçe babası ücretle bir sütanne tutup, annesinin yanında çocuğu emzirir. Zira çocuğu koruma ve terbiye etme hakkı annenindir. Çocuğunu emzirmek, anne üzerine diyaneten lazımdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de geçen, "Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler." ifadesi haber sigası ile tekitli emirdir.(Mevkufat 1/597) 24 Kadın EĢinin Ailesine Ġyi Davranmalı Müslüman bir hanımın eşine iyi davranmasının bir diğer yönü de, eşinin anne ve babasına karşı iyi davranması, onlara hürmeti ve takdiri elden bırakmamasıdır. Kadın, kayınvalidesine yardımcı olarak kocasına ikram ve iyilikte bulunur. Dolayısı ile koca da bu durumu göz önünde bulundurarak hanımına ve onun annesine karşı iyi davranır. Kadın bunu yapmakla aslında kendine iyilik yapmış olur. Zira Allah Teâlâ, "Ġyiliğin karĢılığı iyilikten baĢka bir Ģey midir?” (Rahman, 55/60) buyuruyor. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor: "Ġnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olandır." Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ümmetine öğrettiği merhamet, sadece yakınlarını değil bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmiştir: "Ġnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.” (Müslim) "Merhamet edenlere Allah da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin." (Tirmizî) Merhamet bazı kimselerin sandığı gibi, sadece bir acıma duygusu değildir. Sevgiyle gelişen yardım ve fedakârlıkla büyüyen şümullü bir histir. Eğer bir kalpte merhamet duygusu yoksa o kalp hastadır. Zamanımızda bazı kişiler "Kadın, erkeğinin çamaşırını yıkamak zorunda değildir, çocuğunu emzirmek mecburiyeti yoktur." diyerek, aile hayatının yaşanmaz hale gelmesine vesile oluyorlar. Her ne kadar kazaen mecbur değilse de işin bir de dinî yönü, insanî yönü, merhamet boyutu vardır. Memure kadın, alacağı para karşılığında tanıdığı, tanımadığı insanlara günlük en az sekiz saat hizmet ederken kocasına, çocuğuna, kocasının anne, babasına neden itaat etmesin. Bu garip düşünceler ve benzeri yanlışlar nice ailelerin çözülmesine ve huzursuzluğa vesile oluyor. Aileler her şeyden fazla muhabbete muhtaçtırlar. Ailelerin dünya ve ahiret saadeti için önce Allah ve Rasulü’ne itaat etmesi birbirlerine meşrû zeminlerde itaatleri gerekir. Masiyette hiç kimseye itaat gerekmez. Diğer taraftan, herkesin birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri ailenin mutluluğunu sağlar. Aksi halde aile hayatı yaşanmaz hale gelir. Bir diğer yönü ise, hayat sadece bu dünya ile sınırlı değil, bir de asıl hayat olan ahiret hayatı vardır. Biz öyle bir aile ortamı oluşturalım ki haramlardan uzak, Kur’an ve sünnet ikliminde, cennetî bir hayat yaşanan aklıselim sahibi insanların hayatı olsun. Zira Allah Teala güzel davranışta bulunanları sever. 25 Meryem suresinin 71. ayeti kerimesinde cehennem için "içinizden oraya girmeyecek kimse kalmayacak" buyruluyor. Müminler dahi girecek mi? İlgili ayetler ve açıklaması şöyledir: 68. Rabbine andolsun ki biz onları (öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirleri) Ģeytanları ile beraber elbette ve elbette mahĢerde toplayacağız. Sonra onları muhakkak cehennemin etrafında dizleri üstü hazır bulunduracağız (ki cennetlikleri görüp hasret çeksinler.) 69. Sonra her zümreden Rahmân'a karĢı en ziyade isyankâr hangileri ise, muhakkak ayırıp atacağız. 70. Sonra o cehenneme atılmaya layık olanların kimler bulunduğunu elbette biz daha iyi biliriz. 71. İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere, mutlaka herkes cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. 72. Sonra Allah'dan korkup, sakınanları kurtaracağız ve zalimleri de toptan cehennemde bırakacağız." "Ġçinizden, oraya (cehenneme) varmayacak hiçbir kimse yoktur" mealindeki 71. âyette geçen cümle ile devamı üç türlü yorumlanabilir: a) Bunlardan maksat sırattan geçenlerdir. Mümin olsun kâfir olsun bütün insanlar aynı zamanda cehennemin üstünde kurulmuş olan sırattan geçmek zorunda oldukları için oraya uğramış olurlar. Ancak 72. âyete göre "kötülükten sakınanlar" cehennemden esirgenirken "zalimler diz üstü çökmüĢ olarak" orada bırakılacaktır. b) Maksat kâfirlerdir ve bunlar cehenneme gireceklerdir. c) Potansiyel olarak her insan ameline göre cennete olduğu kadar cehenneme de girebilecek durumdadır. (Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur'an Tefsiri, III / 522-523) Besâiru'l Kur'an Tefsirinde ise Ģu açıklama vardır: Evet herkes cehenneme uğrayacak, herkes cehenneme sunulacak, bu Rabbimizin kesinleşmiş bir hükmüdür. Sizin Ona uğramanız kaçınılmazdır, diyor Rabbimiz. Vazgeçilmez bir yasadır, bir hükümdür. Herkes oraya uğrayacak, ama Rabbimiz muttakileri oradan çekip kurtaracağız buyuruyor. Zâlimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız. Burada anlatılan sırat köprüsünün cehennem üzerine kurulmuş olması ve herkesin oradan geçmesi anlamınadır. İmam Ahmet İbni Mes’ud, Efendimizden rivâyet ettiği bir hadislerinde şöyle buyurur: 26 “Bütün insanlar oraya gelir. Ondan sonra da herkes ameline göre oradan ayrılır." Yine İbni Mesud'un rivâyet ettiği başka bir hadislerinde de şöyle buyurur: “Orada insanlar ateĢin etrafında ayakta dururlar. Daha sonra amellerine göre kimisi ĢimĢek gibi, kimisi rüzgar gibi, kimisi kuĢ gibi, kimisi de en hızlı giden deve gibi hızlı geçip gider. Kimisi koĢar, nihâyet onlardan en son gelecek kiĢinin ıĢığı baĢ parmaklarının ucunun bulunduğu yere varacaktır. Ġnsanlar oradan geçerken sırat sağa sola meyledecektir. Sırat oldukça kaygan ve kaydırıcı bir zemindir. Onun üstünde deve dikeni gibi dikenler vardır. Etrafında da melekler durmaktadır. Bu meleklerin yanında ateĢten kancalar vardır. Melekler onlarla, onları yakalarlar.” Evet, herkes oraya uğrayacak ama müminler, muttakiler Allah’ın izniyle cennete uçarlarken kâfirler de diz üstü cehenneme yuvarlanacaklardır. Hadislerin ortaya koyduklarına bakılırsa yine insanlardan, Müslümanlardan kimileri günahlarının cezasını çektikten sonra tekrar cehennemden çıkarılacaktır. Hadisler konuyu böylece ortaya koymaktadır. Değilse mesele ne Mürcie’nin dediği gibidir, ne de Mutezilenin anladığı gibi. Mürcie kebire sahipleri, yâni büyük günah işleyen kimseler asla cezalandırılmayacaklar, İslâm’la beraber mâsiyet kişiye hiçbir zarar vermez. Binaenaleyh kişi müminse ne kadar günahkâr da olsa direkt cennete gidecektir derken, Mutezile de onların tamamen aksine kebire işleyenler cehennemde ebedîyen kalacaktır der. Biz böyle inanmıyoruz. Biz hadislerin delâletiyle günahkâr müminlerin cehennemde ebedî kalmayacaklarına, belli bir azabı çektikten sonra oradan çıkarılacaklarına inanıyoruz. (bk. Besâiru'l Kur'an, ilgili ayetlerin tefsiri) İlave bilgi için tıklayınız: Halk arasında bir düşünce var: Yalnızca Peygamberler direk Cennete gidecek, diğer herkes Cehenneme girdikten sonra Cennete girecek mutlaka her kul önce Cehenneme girecek." Bu ne derece doğru? 27 “Ey tüccar topluluğu! Hiç kuşkusuz, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karışır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” hadisinden ne anlamalıyız? "Ey tüccar topluluğu! Hiç kuĢkusuz, alıĢ-veriĢe boĢ söz ve yalan yere yemin çokça karıĢır. Bu yüzden, bu eksikliği sadakalarınızla telafi ediniz!” manasında bir hadis vardır. (bk. Ebu Davud, Buyû’, 1; Tirmizi, buyû’, 4; Nesaî, Eyman, 22-23) Tirmizi, hadisin hasensahih olduğunu belirtmiştir. Nesaî’nin “AlıĢ-veriĢ esnasında kalbinde yer vermediği yeminden dolayı sadaka vermesi emredilen kimse” anlamında koyduğu başlığa baktığımızda, buradaki yeminden maksat, yemin-i lağv denilen ve gerçekte yemin olmayan, sözde yemin olanlar söz konudur. Hadiste geçen “boĢ söz” sözcüğü de bunu gösterir. Buradan anlaşılıyor ki, alış-verişlerde, genellikle yemin kastı olmaksızın alışkanlıktan kaynaklanan yeminler ve lüzumsuz boş sözler söylenir. Bunların da kefareti olarak fırsat buldukça sadaka vermekle o kirlerden arınmaları tavsiye edilmiştir. Yoksa gerçek yeminlerin yalan yere yapılması caiz değildir ve bu durumda hem tövbe etmek hem de yemin kefareti vermek gerekir. Ve bu kefaret, tetavvu/müstehap manasındaki sadaka değil, farz/vacip manasındaki kefarettir. Allah elçisinin, ticaret yapanlara ilişkin öğütlerinden bazıları da şöyledir: “Sözü ve muamelesi doğru tüccar, kıyamet gününde arĢın gölgesi altındadır.” (İbn Mâce, Ticârât 1) “Bir kimse, gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa sanki onu yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz dağıtmıĢ gibi ecir alır.” (İbn Mâce, Ruhûn 16) “Dürüst, sözüne ve iĢine güvenilen tüccar, nebîler, sıddîklar ve Ģehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû 4; İbn Mâce, Ticârât 1) İlave bilgi için tıklayınız: Bir kimse kızgın bir anında bir olayla ilgili bir yemin edip sonra piĢman olursa bu yemininden nasıl vazgeçebilir? 28 Kâinatın zerreleri ve varlıkların adedince Muhammed´e rahmet eyle, gibi çokluk ifade eden rahmet dileği, tek salavattan daha mı hayırlıdır? Soru: Allâhümme salli ala seyyidinâ Muhammedin biadedi zerrâtil kâinâti ve mürekkebâtiha (Kâinatın zerreleri ve zerrelerden yapılmış varlıkların adedince Muhammed´e rahmet eyle) Örneğin bu tarz salavatlar gerçekten zerreler adedince salavat hükmüne mi geçiyor? "Allahümme salli ala seyyidina Muhammed" salavatı ile arasındaki fark nedir? Eğer arasında fark var ise bu şekilde dilde hafif fakat özü itibariyle ağır olan salavatları okumamız hakkında görüşünüzü öğrenebilir miyim? Cevap: - Bu gibi salavatlar onu söyleyenin niyetini, salavat arzusunu bildirdiği için daha fazla sevaba medar olabilir. Bu salavatı getiren kişi, adeta rabbine şöyle diyor: “Allah’ım! Elimden gelseydi, Hz. Peygambere bütün kainatın zerreleri sayısı kadar salat-u selam getirecektim. Ancak bu benim elimden gelmiyor; ne olur niyetimin sözlerini kabul et ve beni o kadar salavat getirmiĢ gibi kabul buyur!” İşte bu halis niyetiyle Allah resulüne olan sevgisini, saygısını dillendirdiği gibi, âcizliğinden ötürü fiili olarak yapamadıklarının da idraki içerisinde olduğunu göstermiş olur. Bu idrak ve bu niyet kişiye elbette çok şey kazandırır. Bu şekildeki samimi bir niyet, “Müminin niyeti amelinden daha yırlıdır.” (Mecmau’zzevaid, h. no:212) manasına gelen hadisin bir tezahürü olarak görünmektedir. - Peygamberimizin (asm) de Allah’a yaptığı hamd-u senaları, tesbihleri bazen “gök ve yer dolusu” gibi ifadeleri kullanması, salavatın da sorudaki şekliyle kullanılabileceğini ve oldukça sevaplı olduğunu göstermektedir. Nitekim gelen rivayetlerde Ebu Ümame şunları anlatmıştır: Resulullah benim dudaklarımın kıpırdandığını görünce “ne söylüyorsun?” diye sordu. Ben de “Allah’ı zikrediyorum” diye cevap verdim. Bunun üzerine; “Sana gece ve gündüz yapacağın bütün zikirlerden daha büyük olan bir zikri öğreteyim mi?” ve: “el-hamdu lillâhi adede mâ halak= yarattığı mahlukların sayısı kadar Allah’a hamdolsun.. el-hamdu lillâhi mil’e mâ halak= Yarattığı varlıklar dolusu kadar Allah’a hamdolsun... elhamdu lillâhi adede mâ fissemâvâti ve mâ fil ard= göklerde ve yerde bulunan varlıkların sayısı kadar Allah’a hamdolsun...” şeklinde devam eden bir duayı öğretti. (bk. Mecmau’zzevaid, h. no: 16871) - Son olarak şunu söylemeliyiz ki, Hz. Peygambere değişik şekilde salavat getirmenin, insanın salavat şevkini artırdığı bilinmektedir. Onun için farklı zamanlarda, o andaki hissiyata uygun olarak farklı salavat getirmek uygun olur. 29 Burada Bediüzzaman hazretlerinin konuyla ilgili şu ifadeleri aydınlatıcıdır: “İ'lem Eyyühel-Aziz! Nebiyy-i Zîşan'ın (asm) Makam-ı Mahmud'u İlahî bir maide ve Rabbanî bir sofra hükmündedir. Evet tevzi' edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşan'a (asm) okunan salavat-ı şerife, o sofraya edilen davete icabettir. Ve keza salavat-ı şerifeyi getiren adam Zât-ı Peygamberîyi (asm) bir sıfatla tavsif ettiği zaman, o sıfatın nereye taalluk ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salavat getirmeye müşevviki olsun. (Mesnevi-i Nuriye, 88) 30