Haftalık Bülten 13 Ocak 2011 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Hz. Muhammed'in 50'den fazla erkek kölesi 15 tane cariyesi olduğu doğru mudur? ........... 3 Peygamber efendimiz biat alırken toplu olarak mı alıyordu yoksa herkesten tek tek mi biat alıyordu? ...................................................................................................................................... 4 Ruhun asıl, bedenin ise ancak bir suret, bir kabuk olduğu belirtilmektedir. Mana cisimden üstün ve ruhun algılama ve hissiyatı bedenin kat kat üzerinde iken ahirette insanın bedeni ile haşredilmesinin hikmeti nedir? Haşr-i cismani neden gereklidir? ..................................... 6 Milletlerin başlarına gelen belalar, işlenen suçun çeşidine göre mi olur? Herşeyi hikmetle yaratan Rabbimizin adetine göre, hangi suçlara hangi musibeti gönderdiğini izah edebilir misiniz? ........................................................................................................................................ 8 Ebced hesabı yapan ve yıldızlara bakan kimselerin Allah katında hiçbir nasibi yoktur, anlamında bir hadis var mıdır? Varsa ebced hesabıyla uğraşmak haram mıdır?................. 11 Savaş esiri kadınlarla birden fazla erkeğin ilişkide bulunduğu ve Hz. Ali’nin, doğan çocuğun babasını belirlemek için kura çektirdiği doğru mudur? ......................................... 14 Sahabe Ebu Zerr El Gıffari (R.a.) evli miydi çocuğu var mıydı? .............................................. 16 “Haram, helâli haram etmez.” anlamında bir hadis var mıdır, manası nedir? ..................... 17 Kur'an'da bahsedilen kalb hastalığı nedir? ............................................................................. 18 Kelam alimi ile İslam filozofu arasındaki fark nedir? ............................................................. 21 Nahl Suresi, 75-76. ayetlerde köleliğe açık izin mi veriliyor, hem de kör ve sağırlar yük olarak mı nitelendiriliyor? ........................................................................................................ 22 Araf suresi 145. ayette Hz. Musa'ya "levhalar" verildiği bildirilmiştir. Kuran'da levhalar diye çoğul ifade kullanılmasına karşın, Tevrat'da "iki levha" verildiği yazıyor. Bu konuyu açıklar mısınız? ...................................................................................................................................... 24 Bu adamın kulağına şeytan işemiştir, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Varsa ne demektir? .................................................................................................................................. 25 Hz Davud'un demircilerin piri olduğu doğru mudur? Bunu nasıl öğrenmiştir? Diğer özellikleri nelerdir? ................................................................................................................... 27 İslamiyet öncesi cahiliyye döneminde Arabistan'daki pazar ve panayırlar nasıldı? ........... 31 "Onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar." (Yusuf, 20) ayetinde dirhemden bahsedilir. İlk para M.Ö. 650 civarında basıldığına ve Yusuf (as) daha önce yaşadığına göre bu bir hata değil midir? ............................................................................................................ 35 2 Hz. Muhammed'in 50'den fazla erkek kölesi 15 tane cariyesi olduğu doğru mudur? Evet verilen bilgiler doğrudur, encak eksikitr. Çünkü bunlar azad edilip hürriyetlerine kavuşturulmuşlardır. Kölelik ve cariyelikleri devam etmemiştir. Peygamber efendimizin (asm) hediyeler, ganimetler gibi değişik nedenlerle birçok kölesi olmuştur. Fakat bunların hepsini azat etmiştir. Vefat ettiğinde eli altında bir tek köle dahi kalmamıştı. Peygamber efendimiz (asm), köle azad etmeyi teşvik etmiş ve bizzat kendisi de bir çok köleyi hürriyetine kavuşturmuştur. (Buhârî, Itk, 1; Ebû Dâvud, Edeb, 120; Askalani Buluğu'lMeram, Trc. 4/294) Azad edilen, yani hürriyetine kavuştururlan köle erkekse "mevla", kadın ise "mevlat" denilir. Kanaatimizce Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (asm) mevla ve mevlatları (kadın ve erkek azatlıları), tarih kitaplarına bakılırsa toplam yetmiş seksen civarındadır. Örneğin Diyarbekri Tarihu’l-Hamis adlı kitabında (2/178- 179); 69 erkek mevlasından, 15 de kadın mevlasından yani azatladığı erkek ve kadınlardan söz etmekte ve isimlerini vermektedir. Yine onun aynı kitapta söz yettiğine göre (2/181) İbnü'l- Cevziye göre onun mevlalarının sayısı 43, mevlâtlarının sayısı da 11'dir. Şu kadar var ki bbu bilgilerin olduğu kaynaklarda bazılarının azat edildikleri anlatılırken bazılarının yalnız adları verilmekte ve azatlandıklarından söz edilmemektedir. Buna göre, konu tartışmalı olmakla birlikte, Allah resülünün (asm) kadın ve erkek olarak azatlılarının sayısı 50- 80 arasında bir rakam olmalıdır. Bu rakamlar yaklaşık ve takribi sayıyı verir, kesin değlidir. İslâmiyet, müminlerin köle azat etmelerini daima teşvik etmiş, bunu Allah'a bir yakınlaşma vesilesi saymıştır: "İyilik yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmekten ibaret değildir. Asıl iyilik Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan, Allah sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere veren ve köle ile esirleri kurtarma uğrunda malını harcayanın yaptığı iyiliktir(Bakara, 2/177), "Fakat insan zor yola yönetmedi. Bu zor yolun ne olduğunu bilir misin? O köle azat etmektir.” (Beled, 90/12-l 3) Bu âyetlerin yanı sıra Hz. Peygamber'in de köle âzadıyla ilgili çeşitli hadisleri vardır: "Kim müslüman bir köleyi azat ederse o kölenin her organına karşılık Allah da onun bir organını cehennemden azat eder." (Buhârî, Keffârât, 6; Müslim, Itk, 23; Tirmizî, Nüzûr, 14) Ayrıca Hz. Peygamber (asm), çok sayıda köleye sahip kimselere, onların azat edilmesi için müdahalelerde bulunmuştur. Örneğin, Cerir b. Abdullah aracılığıyla Yemen Hükümdarı Zülkelâ el-Himyeri'ye bir mektup göndermiş, o da bunun üzerine eli altındaki 4000 köleyi azat etmiştir. (İbn Düreyd, s. 308; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-ğâbe, 2/176-177; İbn Hacer, el-İsabe, 1/492-493) 3 Peygamber efendimiz biat alırken toplu olarak mı alıyordu yoksa herkesten tek tek mi biat alıyordu? Biat, İslâm devletinde idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan sosyopolitik akid. Kur'ân-ı Kerîm'de bey'at kelimesi geçmemekle birlikte bey' kökünden türeyen mubayaa masdarının türevleri biatlaşma, getirdiği emir ve yasaklarda peygambere itaat arzetme ve bu konuda onunla ahidleşme anlamında kullanılmıştır. (1) Hadislerde ise bey' kökünden türemiş birçok kelime hem sözlük anlamında hem de terim olarak kullanılmıştır. (2) Hz. Peygamberin önemli dinî-siyasî olaylar arefesinde veya İslâmiyet'i kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde biat aldığı bilinmektedir. Bu türün örnekleri olarak Akabe biatları ve Bey'atür-rıdvân zikredilebilir. Hz. Peygamber döneminde daha çok dinî hükümlere bağlı kalmak ve Resûlullah'a itaat etmek anlamında kullanılan biat Hz. Ebû Bekir'in halife seçilmesinden itibaren sonraki kullanışlarına esas olacak siyasî bir mahiyet kazanmış, bir devlet başkanını seçme yahut seçilmiş veya bu makama herhangi bir yolla gelmiş devlet başkanına bağlılık sunma anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Gerek dört halife döneminde görülen, gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkan uygulamalar bu kurumun teorik esaslarının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır. Biat sırasında irade beyanının sözlü olması şart değildir, uygulamada bu beyan daha çok el sıkma şeklinde ortaya konmuştur. Burada önemli olan, rızâyı bozan hallerin özellikle ikrah'ın bulunması durumunda bu biatin geçerli ve ona dayanan hilâfetin sahih olup olmadığıdır. İslâm hukukçuları umumiyetle ikrah altındaki biatin geçerli olmadığını söylemektedirler. Gerek Hz. Peygamber gerekse dört halife zor kullanarak biat almamışlardır. Biat genellikle herhangi bir şart koşulmaksızın yapılmakla birlikte belirli durumlarda şartlı olması da mümkündür. Nitekim Amr b. Âs'ın Hz. Peygamber'e affolunması şartıyla biat ettiği rivayet edilmektedir. (3) Biat halifeye bizzat yapılabileceği gibi asil adına vekil, bir topluluk adına mümessil tarafından da icra edilebilir. Hz. Peygamber, Bey'atür-rıdvân'a katılamayan Hz. Osman'a vekâleten kendi kendine musafaha yapmak suretiyle biat etmiştir. (4) Aynı şekilde Dımâd b. Sa'lebe. kabilesi Ezd-i Şenûe adına Hz. Peygamber'e biatta bulunmuştur. (5) Biatın mektupla yapılması da mümkündür. Necâşî Hz. Peygamber'e, Abdullah b. Ömer de Halife Abdülmelik'e (6) biatlarını mektupla bildirmişlerdir. Öte yandan halifenin şahsen olduğu gibi bir temsilcisi vasıtasıyla biat alması da mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber ensar kadınlarından biat almak üzere Hz. Ömer'i temsilci olarak tayin etmiştir. (7) Biatta önemli olan seçim veya bağlılık iradesinin belirtilmesidir. Bu sebeple biatin icrası için belli bir şekle uymak gerekli görülmemiştir. Hz. Peygamber ve dört halife zamanındaki uygulama genellikle el sıkışma şeklinde olmakla birlikte Resûlullah'ın başka şekillerde biat aldığı da vâkidir. Nitekim cüzzamlı bir müslümandan sözlü olarak biat aldığı, (8) kadınlardan biat alırken de bir bez üzerinden musafaha yaptığı veya bir kap suya birlikte ellerini soktukları bilinmektedir. (9) Biat Hz. Peygamber ve dört halife döneminde mescidde herkesin katılımına açık olarak düzenlenirdi. Resülullah döneminde biata iştirak 4 eden kadınların ilk halife döneminden itibaren fiilen bu uygulamanın dışında kaldıkları görülmektedir. Biat akdinin yazı ve yeminle tevsiki tamamen sonraki dönemlerin ürünüdür. İlk defa Haccâc'ın Halife Abdülmelik b. Mervân adına zorla aldığı biatları yeminle tasdik ettirmeye ve yazılı olarak düzenlemeye başladığı bilinmektedir. Abbasîler döneminde de veliahtlar için alınan biatlar ahidnâme veya fermanla tevsik edilir, halife ve akrabalarınca mühürlenerek veliahta verilir, gerektiğinde kasa, mescid veya Kabe gibi güvenli yerlerde saklanırdı. Meselâ Hârûnürreşid'in oğulları için almış olduğu ahidnâme Kabe'de saklanmıştı. Biat ferdî olarak yapılabileceği gibi toplu olarak da akdedilebilir. Hz. Peygamber hem tek tek fertlerden, (10) hem de topluca cemaatlerden (11) biat almıştır. 1- Meselâ bk. el-Feth 48/ 10; el-Mümtehine 60/12 2- Bk. Wensinck, Mu'cem, "bâye'a' md. 3- Müslim, "İmân", 192; Ümmü Atıyye'nin yapmış olduğu şartlı biat İçin bk. Buhârî, "Ahkâm", 49; Nesâî, "Bey'at", 18; Müslim, "Cenâ'iz", 33 4- Tirmizî, "Menâkıb", 18 5- Müslim, "Cuma, 46 6- Buhârî, "Ahkâm", 43 7- Müsned, V, 85 ; VI, 409 8- Müslim, "Selâm", 126; İbn Mâce, 44 9- Kurtubî, Tefsir, XVIII, 71 10- Müslim, "İmân", 98; Nesâî, "Tatbik", 35 11- Buhârî, "Cihâd", 110; "Ahkâm", 43; Müslim, "İmâre", 80; Nesâî, "Tahrîmü'd-dem", 14, "Bey=at", 8, 17; Tirmizî, "Siyer", 34 (bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1992, BİAT mad. c. 6, s. 120-124) 5 Ruhun asıl, bedenin ise ancak bir suret, bir kabuk olduğu belirtilmektedir. Mana cisimden üstün ve ruhun algılama ve hissiyatı bedenin kat kat üzerinde iken ahirette insanın bedeni ile haşredilmesinin hikmeti nedir? Haşr-i cismani neden gereklidir? İslam bilginleri Kur’an-ı Kerimin yüzlerce ayeti ve peygamberimizin (asm) yüzlerce hadisine dayanarak kıyametten sonra haşrin cismani, yani maddi ve bedensel olacağını, ruhun bedenlere yeniden iadesi ile, amellerinden dolayı hesaba çekilmesinin ruh-beden beraberliği ile aynen şu andaki hayatımız gibi olacağını söylemektedirler. Çünkü madem dünyada beden ruha arkadaş olmuş, iyilikleri de kötülükleri de beraber yapmışlardır. Elbette ceza ve mükâfatı da beraber olacaktır. Bedensen zevklerden dolayı işlenen günahlardan dolayı sadece ruhun ceza görmesi veya bedenin çektiği zahmetli ibadetlerden dolayı sadece ruhun mükâfat görmesi adil değildir. Allah ise adildir. Adaleti gereği ruh ve bedeni beraber cezalandırır ve beraber mükâfatlandırır. Bunun için cennet ve cehennem hayatı bedensel, cismani ve maddidir. Bu sebeple haşre “Haşr-i Cismânî” adı verilir. İnsan mahiyetinin iki yüzü vardır; bir yüzü ruhani ve manevi, diğer yüzü ise cismani ve maddidir. İnsanın ruhani ve manevi yüzü, gaybi ve ulvi alemlere açılan bir pencere gibidir; insan bu pencereler ile o alemleri seyreder. Ya da o alemler ile insan arasında bir köprü vazifesini görürler. İnsanın cismi ve bedeni ise; maddi alemin bir özeti, bir küçük modeli gibidir. Bu cisim ve cisimdeki cihazlar sayesinde, bütün maddi alemleri kuşatır. Mesela; göz sayesinde bütün renkler ve görüntüler alemini seyreder. Kulak sayesinde bütün sesler alemini işitir, dokunma hissi ile cisimlerin sertlik ve yumuşaklık durumunu hisseder ve hakeza... Allah’ın, insan cismini bu denli geniş ve kuşatıcı yaratmasının hikmeti; bütün isim ve sıfatlarını tanıtmak ve tarttırmak istemesidir. Bu yüzden, insanın cismine ve maddesine bütün isim ve sıfatları idrak edebilecek cihaz ve duyguları yerleştirmiştir. İnsanın kalbi, aklı, vicdanı, ruhu, zahir ve batın hissiyatları hep bu kabildendir. Bu hissiyatlar aynı zamanda ulvi ve gaybi alemlerle de irtibatlıdır. Mesela; insanın hafızası, Levh-i Mahfuz'un bir çekirdeği, bir küçük numunesidir. İnsandaki hayal kuvveti, misal aleminin bir anahtarı, bir nüvesi şeklindedir. Yine insandaki vicdan, ulvi alemlere işaret eden bir levha hükmündedir vs... Bazı kesimler, ayetlerin açık haberlerine ve Allah Resulünün (a.s.m) açık beyanlarına rağmen, ahiretin ruhanî olduğunu iddia ediyorlar. Allah’ın bir çok isminin cisimler âleminde tecelli ettiğini açıkça görüyoruz. Kâinat yaratılmamış olsaydı Allah’ın Hâlık ismi, sadece meleklerin ve ruhanilerin yaratılmasıyla 6 kendini göstermiş olacaktı. Semaları, yer küresini yaratmak, karaları denizleri yaratmak, insanları hayvanları yaratmak, ovaları dağları yaratmak, yaprakları çiçekleri yaratmak gibi cisim âleminde kendini gösteren nice yaratma fiilleri icra edilmeyecekti. Öte yandan, rızka muhtaç bedenler olmayınca Rezzak ismi de tecelli etmeyecekti. Bedene arız olan hastalıklar olmayınca Şâfi ismi de tecellisiz kalacaktı. Bu ve benzeri gerçekler düşünüldüğünde, cismanî âlemlerin yaratılması ve onlardan bedenlerin süzülmesindeki sonsuz rahmet ve hikmet açıkça anlaşılır. Varlık mertebesi olarak, dünyanın âhirete göre ancak ‘gölge’ makamında kaldığı düşünüldüğünde, cismanî varlıkların da en mükemmel şekliyle âhiret âleminde bulunacağı anlaşılıyor. Nitekim, Kur’anda müminlere müjde verilen köşkler, ırmaklar, meyveler elbette ki cisimdirler. Bunların ruhanî olduğunu düşünen insan, ‘asıl’ , ahireti ‘gölge’ kabul etmiş olur. Nehirlerin aslı burada ise, köşklerin, bahçelerin, meyvelerin aslı burada ise orada sadece ruhanî bir hayat sürülecekse, ruh-beden beraberliğinin söz konusu olduğu bu dünya hayatına göre, âhiret bir gölge gibi kalmış olmaz mı? İlave bilgi için tıklayınız: Haşrin (yeniden dirilişin) cismaniyeti ve nasıl olacağı hakkında bilgi verir misiniz? 7 Milletlerin başlarına gelen belalar, işlenen suçun çeşidine göre mi olur? Herşeyi hikmetle yaratan Rabbimizin adetine göre, hangi suçlara hangi musibeti gönderdiğini izah edebilir misiniz? “Ceza amelin cinsindendir” manasındaki meşhur kuralın doğruluğunu teyit eden pek çok ayet ve hadis vardır. Konuyla ilgili bazı ayetlerin mealleri şöyledir: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hep Allah’ındır. Böyle olduğu için, sapıtanı ve doğru yolda olanı pek iyi bildiği, yaptıklarını kaydettiği içindir ki, kötülük işleyenleri, yaptıklarının karşılığı ile cezalandırarak, iyi hareket edenlere de en güzel mükâfatı verecektir”(Necm, 53/31). “İyi ve güzel davranışlarda bulunanlara en güzel mükâfat ( cennet) ile daha da fazlası da (Allah’ın cemalini görmek) var”(Yunus, 10/26) “Sonra, o fenalık yapanların akıbetleri, en fena bir akıbet oldu”(Rum, 30/10). “İyiliğin karşılığı iyilikten başka mı olacak!”(Rahman, 55/60). “(O inkârcılar) orada ne bir serinlik, ne bir içecek tadarlar. İçecek olarak sadece kaynar su ile irin bulurlar. Bu, yaptıklarının tam karşılığıdır.”(Nebe, 78/24-26). Konuyla ilgili bir kaç hadisin meali şöyledir: “Kim dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter”(Aclunî, 2/252) “Kim kardeşinin bir dünyevî sıkıntısını giderirse, Allah da kıyamet günü onun bir sıkıntısını giderir”(Aclunî, 2/283) “Allah kullarından ancak merhametli olanlara merhamet eder”(Aclûnî, 1/216) “Dilediğini yap; mutlaka karşılığını görürsün”(Mecmau’z-Zevaid, 10/219). “Allah’ı (n emirlerini) koru ki, Allah da seni korusun”(Mezmau'z-Zevaid, 7/189). - Cezanın, işlenen suçun çeşidine göre olması; öncelikle, genel olarak iyiliğin karşılığı iyilik, kötülüğün karşılığı kötülük olması anlamındadır. Bununla beraber, verilen mükâfat veya cezanın yapılan işlere uygun bir şekilde olması da ikinci derecede düşünülebilen bir anlamdır. - Bu ikinci anlamın bazı yansımalarını bazı olaylarda görmek mümkündür: Mesela; a. Hz. Lut kavminin işlediği suç, bir nevi zina suçu olduğundan, gökten taşlanarak adeta recmedilmişlerdir. 8 b. Hz. Hud’un kavmi olan Ad milletinin en belirgin özellikleri kuvvetlerine güvenmeleri idi. Gerçekten güçlü, kuvvetli bir yapıya sahip oldukları için azgınlıklarında fırtına gibi esip geçiyorlardı. Bu şımarıklıklarına karşılık, ceza olarak kopan bir fırtınanın önünde duramayıp ezilip durdular. Ayetlerde bu gerçeğe işaret edilmiştir: “Âd halkına gelince: Onlar dünyada haksız ve sebepsiz yere büyüklük taslayıp, “Kuvvet yönünden var mı bize galip gelecek?” dediler. Halbuki kendilerini yaratan Allah’ın, o mahlûklardan daha kuvvetli olduğunu görüp anlamadılar mı? Onlar Bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı. Biz de onların üzerine, o uğursuz günlerde bir kasırga gönderdik. Bunu onlara dünya hayatında bir rezillik ve rüsvaylık tattırmak için yaptık. Âhiret azabı ise daha çok rüsvay eder. Hem orada hiç kimse kendilerine yardım edemez”(Fussilet, 41/15-16). c. Hz. Salih’in kavmi olan Semud halkı, kendilerine bir mucize olarak gösterilen deveyi kesip yok ettiler. Allah da onların kökünü kazıdı. “Zulmedenleri ise o korkunç ses tutuverdi de diyarlarında çökekaldılar. Sanki hiç orada yaşamamış gibi oldular, ortadan silindiler”(Hud, 11/66-67) mealindeki ayette amel ile cezasının bu münasebetini görmekteyiz. Adeta, keserken zavallı devenin çıkardığı sese karşılık, onları da korkunç bir ses yakaladı. Deveyi çöktürüp kesmelerine karşılık, onlar da evlerinde çökekaldılar. Deveyi dünyadan yok edip sildikleri gibi, onlar da dünyadan silinip gittiler. Bir hadisinde Hz. Peygamber (asm) şu beş şeye dikkat çeker: 1. Bir toplulukta açıktan fuhuş işlenir hale geldiğinde onlar için taun (salgın hastalık) ve daha öncekilerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar. 2. Ölçü ve tartıda noksanlık yaptıklarında kıtlığa maruz kalırlar, geçim sıkıntısı çekerler ve zalim idareciler başlarına geçer. 3. Mallarının zekâtını vermediklerinde semadan gelen yağmurdan mahrum kalırlar. Eğer hayvanlar olmasa, kendilerine hiç yağmur gönderilmez. 4. Allah ve Rasulünün ahdini yerine getirmediklerinde, Allah onlara dışardan düşman musallat eder. O düşmanlar onların ellerindeki bir takım mallara sahip olurlar. 5. Onların idarecileri Allah'ın indirdiğiyle hükmetmediği ve Allah'ın indirdiğini seçmediklerinde, Allah onlara kendi içlerinde dahili fitne verir.” (İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4259) Hz. Peygamber (asm), bir hadislerinde de 15 kötü özelliğe dikkat çekip şöyle der: "Ümmetim 15 özelliği kendinde gösterdiğinde belalar onları bulur: 1. Devlet malı ganimet sayılıp, belli bir zümrede olduğunda. 2. Emanete hıyanet edildiğinde. 3. Zekat vermek zor geldiğinde. 9 4. 5. Kişi hanımının (helal olmayan, heves ve kapris dolu) isteklerini yerine getirip, annesine karşı geldiğinde. 6. 7. Arkadaşlarına ikram edip, babasına kaba davrandığında. 8. Mescitlerde sesler yükseltildiğinde. 9 .Bir kavmin en rezili onlara önder olduğunda. 10. Kişiye şerrinden dolayı ikram edildiğinde. 11. İçki içildiğinde. 12. İpek elbise giyildiğinde (Erkekler için). 13. Şarkıcı ve şarkı aletleri yaygınlaştığında. 14. Bu ümmetin sonra gelenleri önce gelenlere lanet ettiğinde. 15. Dinsiz eğitim yapıldığında. İşte o zaman, bir kızıl rüzgar veya bir hasf, veya bir mesh'i bekleyiniz.” (Tirmizi, Fiten,38) Hadis'te, bu onbeş olumsuz özellik görüldüğünde üç sonucundan söz ediliyor: - Kızıl bir rüzgâr. Evet, böyle bir rüzgâr 70 yıl boyunca kuzeyden dünyanın her tarafına esti. Avrupa'nın yarısını, ülkemiz halkının epey bir kısmını, koca Çini ve daha pek çok ülkeyi etkisi altına aldı. - Hasf, çöküntü demektir. Bu özellikleri gösteren bir toplulukta elbette bir çökme olacaktır. Ülkemizde de yaşanan toplumda, ailelerde, ahlakta, namusta, fedakarlıkta görülen maddimanevi çöküntülere bir açıdan bakılabilir. - Mesh, insanın hayvana çevrilmesidir. Kur'an-ı Kerim'de bazı toplulukların maymun ve domuz haline çevrildiği anlatılır. Bu çevrilmenin, maddeten olması mümkün olduğu gibi, ma'nen olması da mümkündür. Örneğin maymun taklitçi bir hayvandır. Domuz ise, hayvanlar içinde eşini kıskanmayan tek hayvan... Bu açıdan bakıldığında sayılan özelliklerin tesiriyle, maymun tabiatında nice günah taklitçileri, domuz tabiatında nice namus yoksunları görülecektir. 10 Ebced hesabı yapan ve yıldızlara bakan kimselerin Allah katında hiçbir nasibi yoktur, anlamında bir hadis var mıdır? Varsa ebced hesabıyla uğraşmak haram mıdır? Bu konuyu bir kaç madde halinde açıklamakta fayda görmekteyiz: a) İbn Hacer’in Fathu’l-Bari’deki ifadesi şöyledir: “Rivayetle sabittir ki, İbn Abbas, ebced hesabı ile uğraşanları azarlamış ve bunun bir nevi sihir olduğunu belirtmiştir. Bu tespit uzak bir görüş değildir. Çünkü, şeriatte bunun aslı yoktur”(Fethu’l-Barî, 11/351). İbn Hacer, bir paragraf sonra, Ebced hesabından bahseden hadisi kabul ettiğini gösteren şu ifadelere yer vermiştir: “Harflerin sayısal değerleri (ebced hesabı) ile ilgili duruma gelince, bu bir kısım Yahudilerin ortaya attığı bir şeydir. Nitekim, İbn İshak’ın “es-Sîretu’n-nebeviye” adlı eserinde bildirdiğine göre, Ebu Yasir b. Ahtab ve daha başkaları, Surelerin başlarında bulunan mukattaa harflerini ebced hesabına göre değerlendirmişler ve ilk inen surelerin başında yer alan “Elif-Lam-Mim; Elif-Lam-Ra” harflerinin ebced değerine bakarak İslam ümmetinin ömrünün kısa olduğunu söylemişlerdir. Daha sonra, “Elif-Lam-Min-Sad; Ta-Sin” ve benzeri harfler inince, “şimdi iş karıştı, demişlerdir.” (Fethu’l-Barî, a.y.) İbn Hacer’in aşağıda tercümesini verdiğimiz ifadeleri de Ebcedle ilgili hadisi kabul ettiğini göstermektedir. "Müteşabihlerin peşine takılanların ilki, Yahudiler olmuştur. Nitekim İbn İshak'ın rivayetine göre, onlar mukattaat harflerini tevil etmiş ve ebced hesabına göre, bu ümmetin ömrünün müddetini çıkarmışlardır. Müslümanlar arasında ise, ilk defa müteşâbihleri incelemeye alan Hâricîlerdir. Bir rivâyete göre, İbn Abbas (kalblerinde kötülük bulunanlar, müteşâbihlerin ardına düşerler) âyetini Hâricîlere hamletmiştir. Darimî ve benzerlerinin rivayet ettikleri Hz. Ömer'in hikayesi meşhurdur. Müteşâbihlerle uğraşan Dabî' adındaki şahsı azarlamakla kalmamış, başını kanatıncaya kadar dövmüştür." (İbn Hacer, 8/211). - Bazıları Hz. Ömer’in ebcedle ilgilendiği için Dabî’ adındaki şahsı dövdüğünü söylerler. Halbuki -görüldüğü üzere- konu Ebced değil, müteşabihlerdir. - Bu rivayetleri bilmelerine rağmen İslâm âlimlerinin tarih boyunca müteşâbihlerle ilgilendikleri bir gerçektir. Zannediyoruz, burada gözardı edilmemesi gereken önemli bir diğer husus da, İbn Hacer'in ebcedle ilgili rivâyet edilen hadisin sıhhatini kabul etmiş olmasıdır. Tabiinlerin büyüklerinden değerli müfessir, Ebu’l-Aliye, onun talebesi, Rabî’ b. Enes, İmamu’l- müfessirin olarak kabul edilen Taberî, açıkça, 29 surenin başında yer alan harflerinin bir hikmeti, ebced hesabına göre bazı olaylara işaret etmek olduğunu ifade etmişlerdir(bk. Taberî, I/88-94). - Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul eden Ebu’l-Aliye gibi alimlerin görüşlerine yer veren Kadı Beydâvî, onların dayandıkları Ebcedle ilgili meşhur hadisi kabul etmiştir. Ancak Hz.peygamber (a.s.)’in onlara karşı gösterdiği davranışın, onların söylediklerini kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini aksine onlara karşı gösterdiği tebessümü, onların cehaletine karşı bir tepki olabileceğini vurgulamıştır. Bununla beraber, Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul 11 edenlerin, kabul gerekçelerini şöyle özetlemiştir: “Her ne kadar ebced hesabı, yabancı kaynaklı ise de, fakat Araplar dahil insanlar arasında, o kadar meşhur bir yere sahip olmuştur ki, âdetâ, yabancı kökenli olan mişkât, siccîl, Kıstas kelimeleri gibi artık arapçalaşmıştır. Onun için onun göstereceği delâletler, diğer arapça ifadeler gibi geçerlidir.”(Beydavî Tefsiri; 1/37). Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “Cafer-i Sadık (ra) ve Muhiddin-i Arabî (ra) gibi esrâr-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcediyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler."(.bk. Sikke-i Tasdik, 96). - İslam’ın en büyük meselelerinde bile sahabe dönemi dahil İslam tarihi boyunca farklı görüşler söz konusudur. Örneğin, teşehhüdün şekli konusunda Hanefîler İbn Mesud’un rivayetini, Şafiiler ise, İbn Abbas’ın rivayetini tercih etmişlerdir. Namaz gibi böyle en temel İslamî konularda farklı görüşler olduğuna göre, Ebced hesabı gibi daha tali derecede olan bir konuda farklı görüşlerin olması son derece doğaldır. - Teşehhüd konusunda Hanefî alimleri, İbn Abbas’tan gelen rivayeti kabul etmemeleri dine bir zarar vermediği gibi, İbn Abbas’ın ebced hesabı konusunda söylediklerini kabul etmemek, buna mukabil -tarih boyunca- hem mahtut hem de matbu nüshalarında gösterildiği gibi, Celcelutiye kasidesini bizzat ebced hesabına göre yazan Hz. Ali’nin sözlerini kabul etmekte de dinî ve ilmî hiç bir sakınca yoktur. b) Her şeyden önce bu konuda rivâyet edilen bir hadis-i şerif söz konusudur. Abdullah b. Abbas'ın, Cabir b. Abdullah'dan rivâyet ettiğine göre: "Hz. Peygamber (asm), bir gün Bakara sûresinin baş kısmını (Elif-Lam-Mim) okurken, Yahudi asıllı Ebû Yâsir b. Ahtab, onu dinler ve bir grup yahudilerle birlikte bulunan kardeşi Huy b. Ahtab'a gelir, onlara işittiklerini anlatır. Bunun üzerine Huy b. Ahtab, yanındaki yahudilerle birlikte Hz. Peygamber (asm)'in huzuruna çıkar ve "sana gerçekten “Elif-Lam-Mim” şeklinde bir şey vahyedildi mi?" diye sorar. Hz. Peygamber (asm) : "evet" deyince, Huy: "Bunu Cebrâil Allah katından mı sana getirdi?" diye sorar. Hz. Peygamber (asm) "Evet " diye cevap verir. Bunun üzerine Huy: "Allah'ın senden önce gönderdiği her hangi bir peygamber ümmetinin ömrünün ne kadar olduğunu belirttiğini bilmiyoruz. Sadece senin ümmetinin ömrünü belirtmiştir" der ve yanındakilere dönüp :" Elif 1; lam 30; mim 40'dır. Bunların toplamı 71 eder. Buna göre siz, ümmetinin ömrü 71 yıl olan bir peygamberin dinine mi gireceksiniz?" diye ilave eder. Sonra tekrar Hz. Peygamber (asm)'e " Bundan başka var mı?" diye sorar. Hz. Peygamber (asm): "Evet, Elif-Lam-Mim-Sad da vardır" deyince, Huy, bunun 161 yaptığını ve diğerinden daha fazla olduğunu söyler ve tekrar Hz. Peygamber (asm)'e başka harflerin olup olmadığını sorar. Hz. Peygaber (asm): "Elif-Lâm-Ra; Elif-Lâm-Mim-Ra" nın da var olduğunu söyleyince; Huy b. Ahtap, işin karıştığını, bunların daha fazla bir rakam ifade ettiğini, bu durumda İslâm ümmetinin ömrünün az mı çok mu olduğunun bilinemiyeceğini söyler ve arkadaşları ile birlikte kalkıp gider. Yolda kardeşi Ebû Yasir: "kim bilir belki Muhammed (asm) ümmetinin ömrü -bütün bu harflerin gösterdiği toplam sayı olan- 734 senedir." şeklinde bir görüş beyan eder(bk.Taberî, I/93; Beydâvî, I/37; İbn Cüzeyy, et-Teshil li Ulumi’t-Tenzîl, 35; Suyûtî, İtkan, 2/13; edDurru'l-Mensûr, 1/23). c) Soruda, İbn Hacer’in referans verildiği ilgili yerinde “Muhakkak ki ebced hesabı yapan ve yıldızlara bakan kimselerin Allah katında hiçbir nasibi yoktur” şeklindeki bir ifadeye 12 rastlayamadık. - İlgili ifade el-İtkan’da de yer almamaktadır(bk. İtkan, 2/14/ ilgili konu bizdeki nüshada buradadır) - Bu kaynaklarda sözkonusu ifade, Hz. Peygamber’e değil, İbn Abbas’a ait olarak zikredilmiştir. - Taberanî de ise, İbn Abbas tarikiyle Hz. Peygamberden şöyle rivayet edilmiştir. “Nice Ebced hesabını öğreten, yıldızlara bakan(onlardan hükümler çıkarmaya çalışan) kimseler var ki kıyamet günü Allah katında bir nasibi yoktur”(bk. Taberanî, el-Kebir, h. no: 10980). - Beyhakî’nin “es-Sünenu’l-Kübra” adlı eserindeki iki rivayet şöyledir: Birinci rivayet: İbn Abbas’tan yapılan rivayete göre, peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Kim yıldızlardan bir ilim iktibas ederse(Yıldızlara bakarak bazı hükümler çıkarırsa), o sihirden bir şube/bölüm almış olur. Yıldızlar ilminden ne kadar fazla alırsa, sihirden o kadar payı fazla olur”(Beyhakî, Sünen, 7/238). Burada görüldüğü gibi, ebced hesabı söz konusu değildir. İkinci Rivayet: İbn Abbas (kendisi) şöyle demiştir: “Ebcedi yazan ve yıldızlara bakan kimselere Allah katında bir nasiplerinin olduğunu bilemiyorum”(Beyhakî, s.239). - İbn Receb’deki rivayet şekli de şöyledir: “Tavus dediki; ‘Nice yıldızlara bakan ve ebced harflerini öğrenen kimseler var ki, Allah katında onun bir nasibi yoktur’. Aynı ifadeler İbn Abbas’tan da nakledilmiştir”(İbn Receb, Fethu’l-Bari, 3/69). - Sonuç olarak denilebilir ki; soruda söz konusu edilen -Taberanî’nin dışında- hiç bir kaynakta merfu olarak zikredilen bir hadis yoktur. Bu hadis de zayıftır. Hafız Heysemi, “bu rivayetin senedinde yer alan Halid b. Yezid elUmarî yalancının tekidir” diyerek hadisin zayıf belki uydurma olduğuna işaret etmiştir(bk. Mecmau’z-Zevaid, 5/116). İlave bilgi için tıklayınız: "Ebcedi ve tefsirini öğreniniz..." anlamındaki rivayet hakkında ne hüküm verilmiştir? EBCED, CİFİR. Ebced, Hevez, Hutti ve Rastgelelik 13 Savaş esiri kadınlarla birden fazla erkeğin ilişkide bulunduğu ve Hz. Ali’nin, doğan çocuğun babasını belirlemek için kura çektirdiği doğru mudur? - İslam’da savaş esiri kadınlarla birden çok kimsenin ilişki kurması yasaktır, haramdır. Esir kadınlara sadece iki şekilde sahip olunabilir: Ya -İslam’dan önce var olan ve bütün dünyada uygulandığı için İslam tarafından bir anda kaldırılması mümkün olmayan- o günkü evrensel savaş hukukunun ön gördüğü kurallar çerçevesinde cariye olarak alınır, yahut ilgili esir kadın azat edilerek hürriyetine kavuşturulur ve normal bir evlilik akdiyle eş olunur. Bu her iki uygulamada da bir kadına iki kişinin sahip olması asla mümkün değildir. Bu kural, konuyu işleyen bütün İslam hukuk kaynaklarında mevcuttur. - Şu bir gerçektir ki, bu olay İslam’da değil İslam dışı çevrede cereyan etmiştir. Söz konusu olayla ilgilisi olan erkekler, kadın daha müslüman olmadan önceki cahiliye adetleri çerçevesinde böyle bir halt işlemişler ve Hz. Ali Yemen’e vali olarak tayin edilince konuyu ona götürmüşlerdir. - İşin doğrusunun bu olduğunu gösteren en kuvvetli bir delil de Ebu Davud Süneninde (Talak, 2269-70) sorudaki ilgili rivayete yer verildikten sonra, ardından islamdan önceki devirde bulunan nikah çeşitleri açıklanarak, söz konusu problemin o döneme ait olduğuna işaret edilmiştir. İlgili rivayetin tercümesi şöyledir: Urve b. Zübeyr'in haber verdiğine göre, Hz. Aişe şunları söylemiştir: "Cahiliyye döneminde dört çeşit nikâh vardı: a. Bunlardan biri; halkın bugünkü nikâh şekline benzerdi. (Şöyle ki evlenmek isteyen) bir adam diğer bir adama velîsi bulunduğu kızı istemek üzere dünürlük yapardı. (Anlaştıkları takdirde kızın velîsi) mehri tayin eder, sonra (dünürlük yapan damat adayı) o kızla nikâh kıyarak evlenirdi. b. Diğer bir nikâh şekli de şu idi: Adam karısına hayızdan temizlendiği zaman ‘falan kimseye bir haber gönder de ondan (seninle) cinsî münâsebette bulunmasını iste’ derdi. Bu süre içerisinde kocası, kadının kendisiyle cinsî münâsebette bulunduğu o erkekten aldığı gebelik iyice belirinceye kadar ondan uzak durur, asla onunla cinsi münâsebette bulunmazdı. Kadının (o adamdan olan) gebelik durumu belli olunca (artık) kocası isterse onunla cinsî münasebette bulunurdu (ve evliliğini sürdürürdü) Bunu, kişi sadece çocuğun soylu olmasını istediği için yapardı ve bu tür nikâha “nikâhu'l-istibda'” adı verilirdi. c. Bir başka nikâh şeklî de şöyleydi; Geleneğe göre, on sayısından daha az (anlaşmalı) bir erkek grubu bir araya toplanır ve hepsi de bir kadının yanına girip onunla cinsî münasebette bulunurlardı. Kadın gebe kalıp çocuğunu doğurduktan bir süre sonra onlara haber gönderir ve hepsini yanına çağırırdı. Onlardan hiçbirisi onun davetine uymaktan kaçınamazdı. Hepsi de onun önünde toplanırdı. Kadın onlara hitaben; ‘aramızda olan işimizi biliyorsunuz. Ben bir çocuk dünyaya getirdim’ der ve ‘bu çocuk senindir ey falanca!’ diyerek onlardan hoşuna giden birini ismiyle çağırır ve çocuğu ona ilhak ederdi/çocuğun ona ait olduğunu söylerdi. 14 d. Dördüncü bir nikâh şekli de şu idi; (sayısı belli olmayan) pek çok kimse toplanarak bir kadının yanına girerdi. Kadın kendisine gelen kimselerin hiç birinden kaçınmazdı. Bu kadınlar fahişe kadınlardı. Kendilerine gelmek isteyen kişilere bir alâmet olsun diye, kapılarının üzerlerine bayraklar dikerlerdi. Kadın hamile olup da çocuğunu doğurunca, daha önce kendisiyle cinsî münâsebette bulunan erkeklerin hepsi onun yanında toplanırlardı. Kadın da onlar için çocuğun şekil ve şemaline bakarak babasını tespit edebilen mütehassıslar çağırırdı. Onlar da kadının çocuğunu (çocuğun babası olduğuna) kanaat getirdikleri kimseye verirlerdi, (o kimse de çocuğu) kendisine ilhak ederdi. (Artık o çocuk o kimsenin) oğlu diye çağırılırdı. (Çocuk da) bundan çekin¬mezdi. Allah, Muhammed (asm)'i gönderince bugünkü Müslümanların nikâhı, Câhiliyye dönemi halkının bütün nikâhlarını kaldırdı”(Ebu Davud, Talak, hadis no: 2272) . - Bazı alimlerin bu konuyla ilgili kanaatleri de şu merkezdedir: Hz. Ali'ye gelen bu kimselerin cinsel ilişkide bulundukları kadın bir câri¬yedir. Söz konusu erkeklerin hepsi de onu kendi cariyesi olduğu zannıyla -bir yanlışlık eseri olarak- onunla bir temizlik süresi içinde münâsebette bulunmuşlar ve doğan çocuğa sahip olmak için dâvâcı olmuşlardır. Hz. Ali'nin verdiği hüküm de bu¬nu gösteriyor. Çünkü, eğer bu şahıslar o cariyeyle cinsî münasebette bulunurlar¬ken, gerçekten ona sahip olmaları ihtimali bulunmasaydı ve o cariyenin kendilerine ait olmadığını kesinlikle bilmiş olsalardı o cariyeyle zina etmiş sayılacakla¬rından çocuk hiçbirine verilmezdi. Ve kendileri de zina suçundan yargılanırlardı(bk. Avnu’l-Mabud, ilgili hadisin şerhi). Alimlerin bu açıklamalarından da anlaşılıyor ki, ittifak edilen nokta şudur: İslam dininde bir kimse ister hür olsun, ister cariye olsun, yabancı bir kadınla cinsel ilişkide bulunması yasaktır ve bir zina suçudur. Cezası da çok ağırdır. - İşte Yemenli bazı erkeklerin Hz. Ali’ye danıştıkları hikâyenin İslam’la ilişkilendirmenin ne aslı ne de astarı vardır. Bu olay, ister cahiliye devrinde uygulanan “çok eşlilik/çok kocalı” sistemin bir problemi olsun, ister yanlış bir algılama sonucu ortaya çıkan bir hata olsun, bunun İslam’ın benimsediği bir teamül olmadığı kesindir. İşin aslını bilmeden ön yargı fanatikliğinin kölesi gibi çalışıp, her gördüğü kötülüğü, çirkinliği İslam’a mal etmek için “mal bulmuş mağribi” gibi üzerine çullanmak, ne insaf, ne izan ve ne de vicdanla bağdaşır... İlave bilgi için tıklayınız: Cariyelerle evlenmek ve cariyelik konularında detaylı bilgi verir misiniz? İslam'da Cariyelerin konumu nedir? Birden fazla cariye edinmek caiz midir? 15 Sahabe Ebu Zerr El Gıffari (R.a.) evli miydi çocuğu var mıydı? Hz. Ebû Zerr Leyla hatunla evlenmiştir. Ebu Zerr'in oğlu, sağlığında vefât etmişti. Oğlu Zerr bir baskında şehit edilmiştir. Ebu Zerr'in vefatından sonra ise geriye yalnız eşi ve bir kızı kalmıştır. (Asım Köksal, İslam Tarihi; Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c. 2, s. 1 49.; M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu's-sahabe) 16 “Haram, helâli haram etmez.” anlamında bir hadis var mıdır, manası nedir? “Haram, helâli haram etmez.” anlamında bir hadis rivayeti vardır. (İbn Mace, Nikah, 63) Zevâid isimli eserde, bu rivayein zayıf olduğu bildirilmiştir. Zevâid türünden olan bu hadis ile kastedilen mânânın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Bu hadisi şerh eden Sindi şöyle açıklamıştır: “Bundan maksat şu olabilir: Bir erkek bir kadınla zina ederse ve bu haramı işlerse, bundan dolayı bu kadın o erkeğe haram olmaz. Yâni bu suçtan sonra erkek bu kadınla evlenebilir. Kadın onun helâli olabilir." Hadisten kastedilen bir mana da şu olabilir: Bir erkek bir kadınla zina, ederse, bu gayri meşru birleşme, nikâh ile olan birleşmeye benzemez. Yâni bir adam bir kadınla evlendiği zaman kadının usul ve furuu, adama haram olur. Adam kadını boşasa bile, onun usul ve furuu ile evlenemez. Örneğin adam; kayın anası, kayın nenesi, üvey kızı ve üvey torunu ile evlenemez. Fakat zina ile birleşme nikâhla birleşme gibi değildir. Meselâ bir adam bir kadınla zina ederse, bundan sonra aynı kadının usul ve furuu ile evlenebilir. Yâni aynı kadının anası ile veya nenesi evlenebilir, şeklinde yorum yapılabilir, demiştir. Sindi'nin ikinci yorumu Malik'in meşhur olan görüşüne ve Şafii ile Ebû Sevr'in görüşlerine uygundur. Çünkü bunlara göre zina ile olan birleşme, nikâh ile birleşme gibi değildir. Kişi zina ettiği kadının anası veya kızı ile evlenebilir. Sahâbiler ile tabiilerin cumhuru, Hanefiler, Süfyan-ı Sevri, Evzâi ve Ahmed'e göre gayri meşru birleşme de nikâh hükmündedir. Yâni bir adam bir kadınla zina ederse, artık onun anası, nenesi gibi usulü ve kadının kızı gibi furûu ile evlenemez. (bk. Kütüb-i Sitte, no: 6624; Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 5/519-520) 17 Kur'an'da bahsedilen kalb hastalığı nedir? Bediüzzaman Lem’alar isimli kitabının İkinci Lem’a bölümünde Hz. Eyyüb’ün (a.s.) yıllarca bütün vücudunu saran ağır maddî hastalığı anlattıktan sonra şöyle yazar: “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselam'ın zahirî yara hastalıklarının mukabili bizim batınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb'den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz.” Çok ilginç. Öyleyse soralım: İçimizdeki, kalbimizdeki o hastalıklar neler olabilir? Kalbin hastalanması ne anlama geliyor? Maddî hastalıkları doktorlar tespit edebiliyor; pekala manevî hastalıkları nasıl fark edeceğiz? Bütün hastalıkların üç kaynağı olabilir. Birisi genetik etkendir. Kimi maddî veya zihinsel kusurları genetikten getiririz. Diğeri maddî yaşama biçimimizden kaynaklanır. Bilhassa dengesiz beslenen, uykucu, tembel veya zehirli çevreye maruz kalan insanın biyolojisi bozulur, organları hastalanır. Üçüncü hastalık şekliyse beyni/düşünceyi/idraki/duyguları kullanma şeklinden kaynaklanır. İşte en önemli ve en yaygın psikolojik/manevî hastalık sebebi bu üçüncü kanaldır. Genetik hastalık sebeplerine karşı elden pek bir şey gelmez. Biyolojik sebeplerden de Hz. Peygamberin (a.s.m.) sünnetine uygun yaşayarak korunabiliriz. Üçüncü hastalık türünün çaresi de yine kalbin İlahî ahlak çerçevesinde yönetiminde gizlidir. Şaşırtıcı incelik şuradadır: Bedeninizi yanlış yönetmekle organlarınızı tahrip edebileceğinizi biliyorsunuz. Lakin aynı tahribatı beyninizi, düşüncelerinizi yanlış yöneterek de yapabilirsiniz. Olumsuz düşünceler bedenin çalışma düzenini bozar ve bozuk çalışan beden zamanla başta beyin olmak üzere organların sağlığını da tahrip eder. Bunu açmak için kalbi inceleyelim: Kalbimize biraz daha dikkatli bakalım. Kalpten kasıt göğüs kafesimizdeki yuvarlak değil, idrakimizin vicdanî, duygusal, ilhama, imana, sezgiye dair yönüdür. Kalple biz, beynimizin iç duyularını yöneten merkezleri anlamak istiyoruz. İnsan aklı ve kalbi bir yeni bilgiyi bir eski bilgiye istinaden, kıyasen algılayabilir. Bu açıdan her bebek tüm yeni bilgileri algılamasını sağlayacak en temel kıyas çekirdekleriyle doğar. Böyle olmasaydı insanın algıladığı onca mesajı anlamlandırması mümkün olamazdı. Mesele şurada: Biz bir kısım verileri maddî duyularımızla dış dünyadan algılıyoruz. Bu sayede aklımız, zekâmız keskinleşiyor. Bu yüzden filozoflaşıyoruz. Beş duyusu kapalı bir insanın dış dünya üzerinden felsefe geliştirmesi imkânsızdır. Öte yandan biz yukarıda açıkladığımız iç duyulardan da mesajlara açık yaratıldık. Nitekim küçücük çocukların anne-baba tarafından bozulmamış fıtratlarına dikkat ederseniz, maneviyata, dine, Allah arayışına, cennet olgusuna ne denli yatkın olduklarını görebilirsiniz. Ne yazık ki zaman içerisinde insan kendi hatalarıyla kalbinin gözünün kapanmasına yol açar. Aklın derin gözü olan kalp körelir. Kalp evrene güneşle bakan gözken, akıl fenerle bakabilecek sınırdadır. Kalp nasıl bozuluyor? Kur’an’ın açıkladığı sır Yüce Allah, Bakara Suresi’nde maneviyatı sağlıklı olan müminleri anlattıktan sonra, önce inkârcıların durumuna değinir: “İnkarcılara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır.” Ardından da münafıkların durumunu açıklar: “İnsanlardan, 18 inanmadıkları halde, ’Allah'a ve ahiret gününe inandık‘ diyenler de vardır. Bunlar Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır.” (En’am Suresi, 10. Ayet) Dikkat buyurunuz: İnkârcıların kalpleri mühürlü, münafıkların da hastalıklıdır. Kur’an’ın sair ayetleriyle ilişkilendirerek düşünürsek şöyle söyleyebiliriz: Yüce Allah sıklıkla küfrü kibirle yan yana zikreder. İnkârcıların büyüklenmelerini şiddetle suçlar. Anlıyoruz ki insanın en büyük manevî hastalığı kalbinin mühürlenmesidir. Kalpteki türlü hastalıklarla insan münafık olabiliyor. Öyleyse kalpteki bu hastalıklar nelerdir? Kalbi/iç/manevî hastalıklar birbiriyle bağlantılı, birbirine yol açan çeşitli özelliklere sahip olabilir. Burada, aralarında sistemli ilişki kurma kaygısı taşımadan kimi kalp hastalıklarına değinebiliriz. Bu hastalıklar temelde, insanın yetişme sürecinde egosunu/enesini yanlış yapılandırmasıyla ilişkilidir. En kökteki hastalık egonun abartılmasıdır, kibirdir. Nasıl insanın bütün ihtiyaçları tokluk arttıkça artıyorsa, insanın manevî hastalıkları da kibir büyüdükçe kutusundan çıkıp yayılıyor. Benliğin esas amacı, Bediüzzaman’ın “Ene Risalesi”nde yazdığı gibi kendi özelliklerini ölçü birimi yaparak Rabb’ini tanımasıdır. Ancak kendisindeki Allah’a ait vasıflardan örnekler görüp de onları kendine mal ettiği ve kendini az çok ilahlık makamına oturttuğu ölçüde insanın kalbi hastalanır. Kibir büyüdükçe ardından kin, kıskançlık, zevkçilik, alaycılık, bencillik türer ve giderek insan şeytani huyların eline geçer. Ya da insan benliği Allah’tan başkasından korkmayı öğrendikçe de korkak, ikiyüzlü davranışlar geliştirir. Tüm bunlar duygusal birer bozukluk olsa da her olumsuz duygunun karşılığında tahrip edici hormonlar vardır. Olumsuz duyguların tetiklediği yıkıcı hormonlar zaman içerisinde beyinden bedene insan bütünlüğünü bozar, bitirir. İç dünyası dengesiz yapılanan insanın dış dünyadaki davranışları da dengesizleşir: Çıkar kavgaları, büyüklenme, gıybet, dedikodu, alaycılık, aşağılama, abartılı övgü ve adeta tapınma, ahlaktan ve mukaddesattan tiksinti, acımasızlık, sorumsuzluk, duyarsızlık gelişir. Bu içsel bozulmaları madde bağımlılığı, cinayet, hırsızlık, zina gibi kötülükler izler. İnsan bu yoldan çabucak ölümle bağ kurarak, tevazuya, ihlasa, tövbeye, ibadete, iyiliğe tutunup kurtulamazsa bir cehennem kütüğü olarak hayatının sonuna ulaşır. Bütünsel sağlık Sonuç olarak insan sağlık arıyorsa hayatını maddî ve manevî açıdan dengeli yönetmelidir. Biyolojik açıdan, yeterli, doğal, dengeli, usulüne uygun yemeli, biyolojik zamanında ve yeterli uyumalı, sportif ve çalışkan olmalı, zararlı maddelerden ve etkilerden uzak durmalıdır. Psikolojik ve manevî açıdan ise İlahî ahlaka tutunmaya çalışmalı ve iyilikte yarışmalıdır. Zira İlahî ilkeye göre, iyilik yaparsanız sisteminizden benliğinize sevinç ve sağlık, kötülük yaparsanız da üzüntü ve hastalık akar. Yanlış davranışın da, yanlış düşüncenin sonucu da hastalıktır. Burada bir tek istisna, bazen yüce Allah’ın, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) başına geldiği gibi insanı bir kazayla, bir salgınla yüzleştirmesi ve yaptıklarından kaynaklanmayan bir hastalıkla imtihan etmesidir. 19 Hayatta her olayda imtihan halindeyiz. Hiç hastalıksız bir hayat imkânsızdır. Maddî hastalıklar yaşantımız kadar yaşadığımız çağın iklim ve çevre şartlarından da etkilenir. Şu var ki manevî hastalıklarımız bizim hatalarımızdan kaynaklanır. Kim Allah’a tam boyun eğerse, ölümü sık hatırlar, dünya sevgisinden, hırsından vazgeçerse, acizliğini bilir tevazu gösterirse, İlahî ahlaka tutunup dürüst, adil, saygılı, dikkatli, özenli, temiz, edepli olursa o kalbî hastalıklardan korunur. Tövbe de kalbi temizler. Dünya işlerinin iniş çıkışı imanı derin insanın kalbini pek etkilemez. Tam mümin kıyametin koptuğunu görse telaşı dehşetli olmaz. Allah’a tam güveni sayesinde ölüm dâhil tüm musibetleri daha dirayetli karşılar. Dünyası maddî yokluklar içinde de kalsa kalbi manevî huzurlara gark olur. Dr. Muhammed Bozdağ İlave bilgi için tıklayınız: Kalbin hastalığı olur mu? Olursa bu hastalığın ilacı nedir? "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır." (Bakara, 2;10) Ayetin ifadesine göre kalp hastalığı hakkında açıklama yapar mısınız? 20 Kelam alimi ile İslam filozofu arasındaki fark nedir? Bu konuyu detaylı bir şekilde incelemek -takdir edersiniz ki- burada mümkün değildir. Bu sebeple iki grup arasındaki temel farklılıkları gösteren bazı ilkelere maddeler halinde temas etmekle yetineceğiz: - Kelam alimlerinin temel referans kaynağı Kur’an’dır. İslam filozoflarının temel referans kaynağı Yunan felsefesidir. - Kelamcılar aklı, temel kaynak kabul ettikleri vahyin/Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı bir unsur olarak kullanırlar. Ortaya koydukları fikir ve değerlendirmelerinin bu vahiy ile örtüşüp örtüşmediği endişesini hep taşımışlardır. İslam filozofları ise, aklın ön görülerini esas kabul ettikleri için vahyin mesajlarını bu doğrultuda değerlendirmeye çalışmışlar. - Kelamcılar, Kur’an’ı temel referans kabul ettikleri için, Allah’ın sıfatlarını da o çerçevede değerlendirmiş ve Allah’ın cüzî olsun, külli olsun her şeyi bütün detaylarıyla bilmekte olduğunu belirtmişlerdir. Buna mükabil, İslam Filozofları bu konuda yanlış yargılara gitmişlerdir. Nitakim, İmam Gazalî, İslam filozoflarından Farabî ve İbn Sina’yi “Allah’ın cüzî şeyleri/ küçük detayları bilmediğini, haşrin cismanî olmadığını, alemin ezelî olup sonradan var olmadığını” iddia etmelerinden dolayı tekfir etmiştir(el-Munkızu mine’d-dalal, 143-148). Bediüzzaman hazretleri de bu konuya değinirken şu ifadelere yer vermiştir: “ …”İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i surîsine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.”(Sözler/30. söz/1. maksad) 21 Nahl Suresi, 75-76. ayetlerde köleliğe açık izin mi veriliyor, hem de kör ve sağırlar yük olarak mı nitelendiriliyor? Ayette misal getirilerek, kafirlerin nefis ve şeytanın kölesi durumuna düştükleri anlatılmıştır. Misaller anlamakta zorlandığımız hakikatleri daha kolay anlamamızı sağlayan vesilelerdir. Misalin zahirine değil işaret ettiği manaya odaklanmak gerekir. "Allah size bir temsil getiriyor: Bir tarafta bir şahsın kölesi olup hiçbir güç ve yetkisi olmayan âciz bir adam, öbür tarafta kendisine tarafımızdan bol bol rızık ve imkân nasib ettiğimiz bir zat ki o maldan gizli-açık dilediği gibi harcayıp kullanıyor. Hiç bu ikisi eşit tutulabilir mi? Bütün hamdler, övgüye vesile olan her şey, Allah’a aittir. Ne var ki onların çoğu bunu bilmezler."(Nahl, 16/75) "Allah (şöyle) iki adamı da misal verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece bir yüktür. Nereye gönderse olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adaletle emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?" (Nahl, 16/76) Allah Teala, bu âyet-i kerimede, kendisine itaat etmeyen, hiçbir hayır yapmayan ve kendi yolunda hiçbir şey harcamayan kâfiri, emir altında bulunan ve hiçbir şeye sahip olmayan bir köleye benzetmektedir. Köle nasıl efendisinin emrindeyse kâfir de nefsinin ve şeytanın elindedir. Dolayısıyla hayra yönelemez. Allah Teala, kendisine itaat eden, hak yolda malını harcayan mümini ise, serbestçe tasarrufta bulunan hür bir kimseye benzetiyor. İradesinde hür olan bir müminle, eli kolu âdeta bağlı olan bir kâfir hiç bir olur mu? Mümini, kendisine itaat etmeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun. Hamd, tapınılan putlara değil ancak Allah'a mahsustur. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmezler. Burada buyurulmayıp da çoğul kipi zikredilmesi yalnız iki kişi değil, iki grup arasında karşılaştırma kasdedildiğine işarettir. Yani hürriyetine sahip olmayıp başkasının mülkü olan âciz köleler grubu ile hürler grubu ve özellikle güzel rızık ile rızıklandırılmış olup da onu muhtaç olanlara harcayan hür kimselerin grubu eşit olur mu? Elbette eşit olmazlar, değil mi? İşte Allah'tan başkasına tapanlar, başkasının malı olan köle gibi hürriyetini verip bir yaratığa kul olmuş köleler gibidirler. Allah'tan başka ilâh tanımayan, Allah'ın birliğine inanan Müslümanlar da hürler demektir.Gerçekten, "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5) diyebilmekten daha büyük hürriyet düşünülemez. Bundan dolayı Allah'ı inkâr, ortak koşma, batıl dinler hep birer esirlik bağıdır. Hak din ve Allah'ın birliğine inanmak insan için bir hürriyet, bir servettir. Düşünmeli ki, o hürriyet nimeti ne büyük nimettir ve onu veren kimdir? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Hürriyet, O'nun nimeti olduğu gibi, her nimet de O'nundur. Hürriyetin değerini bilmeli, din ve imanın kadrini anlamalı da yalnız Allah'a kulluk ederek hamd etmelidir. Fakat onların çoğu bilmezler. Bilmezler ve Allah'ı inkâr ve nankörlükte bulunurlar. Hürriyet davası ile şeytana esir olurlar. Gelelim İkinci Misale: Allah şunu da misal olarak vermiştir. İki adam, bu ikisinden birisi dilsiz, söz söyleyemez hiçbir şey beceremez. Ve o efendisine de bir yükdür. Yani o miskin, aynı zamanda efendiye 22 muhtaç bir köledir. Fakat o efendisine de bir yüktür. Boşuna yer içer nereye gönderirse hiç bir hayır getirmez. İşte kâfirlerin örneği budur. Doğru söylemez, hakka karşı dilsizdir, efendisi olan yüce Allah'a muhtaçtır, fakat O'nun emirlerini yerine getirmez, yer içer faydalı bir işe yaramaz. Şimdi bir düşünülsün. O dilsiz ve efendisine yük olan kişi bir de doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse hiç eşit olur mu? Elbette olmaz. İşte kamil (olgun) müminin misali budur. Kendisi doğru yolda gider, hak din ile dindar, ilmi ile amel ederek doğruyu söyler, adalet ve doğruluğu emreder, iyiliği emreder ve bu şekilde söz ve yetki sahibi olur. Ve böyle yaparken kendisi adalet ve doğruluktan ayrılmaz. (Mâide, 5/8. âyetin tefsirine bkz.) Şüphe yok ki, böyle adalet emreden insanlar içinde, adaleti gerçekleştirmekle görevlendirilmiş olanlar da doğruluktan sapacak olsalar bile kolaylıkla bunu yapamazlar. Onun içindir ki, Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde, "Siz nasıl iseniz, ona göre üzerinize amir tayin edilir" Zamanımızda yaşayan müslümanların perişan olmalarının sebepleri de bu noktadan ve bu misaldan çıkarılabilir. (bk. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili Tefsiri) 23 Araf suresi 145. ayette Hz. Musa'ya "levhalar" verildiği bildirilmiştir. Kuran'da levhalar diye çoğul ifade kullanılmasına karşın, Tevrat'da "iki levha" verildiği yazıyor. Bu konuyu açıklar mısınız? Araf Suresi, 145. Ayet: "Ve onun için o levhalarda her şeyden yazdık, nasihat ve hükümlerin ayrıntılarına ait herşeyi (belirttik). Haydi bunlara sıkı sarıl, kavmine de emret, onlar da en güzeline sarılsınlar. Size yakında o fasıkların yurdunu göstereceğim." "Onun için o levhalarda yazdık..." O yazılı levhaların sayısı, maddesi, boyutları hakkında çeşitli rivayetler vardır. Sayısı, on veya yedi idi veya iki idi denilmiş. Maddesi, yani madeni, Cibril'in getirdiği zümrüt veya yeşil zeberced veya kırmızı yakut idi, yahut ilâhî emirle Musa'nın yonttuğu bir taştan idi veya bir ağaç levha idi denilmiş ilh... Fakat doğrusu bu konuda ciddi bir delil yoktur. Kur'ân bu konuda bilgi vermiyor. (bk. Elmalılı Tefsiri) Müfessirlerden çoğuna göre, "Musa Peygamber'e indirilen ilk hükümler iki levha üzerinde konular özetlenmiş şekilde bulunuyordu. On emir de bu hükümler arasında yer alıyordu. Sonra diğer hükümler ihtiyaç duyuldukça indirilmiştir." Bu yorumun sahîh olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü müfessirîer Tevrat'ın Çıkış bölümünde kapalı bir şekilde anlatılanı bir bakıma dikkate alarak böyle bir sonuca varmışlardır. Oysa biz Tevrat'ın o kısmının değiştirilip değiştirilmediğini kesin olarak bilmiyoruz. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 5/2217.) Özetle ifade etmek gerekirse tahrife uğramış Tevrat bu konuda delil olarak gösterilemez. Kuran'ın beyanı esastır. 24 Bu adamın kulağına şeytan işemiştir, anlamına gelen bir hadis var mıdır? Varsa ne demektir? Hz. Peygamber’in (asm) yanında, bütün gece sabaha kadar uyuyan bir adamdan söz edilince Peygamberimiz şöyle buyurur: “Öyleyse o adamın kulaklarına -veya kulağına- şeytan işemiştir.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 11; Müslim, Müsâfirîn 205) Başka bir rivayette Hz. Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Biriniz uyuduğu zaman şeytan onun ense köküne üç düğüm atar. Her bir düğümü attığı yere, “Gecen uzun olsun, yat, uyu!” diye eliyle vurur. Şayet o kimse uyanarak Allah’ı anarsa, düğümlerden biri çözülür. Abdest alırsa, bir düğüm daha çözülür. Bir de namaz kılarsa, şeytanın attığı bütün düğümler çözülür ve böylece neşeli ve huzurlu bir şekilde sabahlar. Allah’ı anmaz, abdest alıp namaz kılmazsa uyuşuk ve tembel bir halde sabahlar.” (Buhârî, Teheccüd 12, Bed’ü’l-halk 11; Müslim, Müsâfirîn 207) Hadiste, anlatılan kişinin ismi açıklanmamıştır. Ancak İbnu Hacer, hadisin başka rivayetlerinden hareketle bu şahsın Abdullah İbnu Mesud'un kendisi olduğunu, bir gece namaza kalkamaması üzerine durumu Resûlullah'a "bir adam" diye anlattığında Peygamber Efendimizin bu şekilde bir açıklamada bulunduğunu belirtir. Ayrıca burada kılınamayan namazın gece namazı olan Teheccüd mü yoksa farz namaz olan Sabah Namazı mı olduğu açık değildir. Bu açıdan ikisinin de olabileceği belirtilmiştir. Bu iki hadiste, geceleyin Allah’ı zikretmek ve O’na ibadet etmek üzere kalkmayan, sabaha kadar uyuyan kimseye şeytanın neler yapabileceği anlatılmaktadır. Gece namazına veya sabah namazına kalkmadan devamlı surette uyuyan kimse hakkında Resûl-i Ekrem (asm) kinâyeli bir ifadeyle “Öyleyse o adamın kulaklarına -veya kulağınaşeytan işemiştir” buyurmak suretiyle, şeytanın o kimseyi hükmü altına aldığını, tuzağına düşürdüğünü, onun da bu halinden âdeta memnun olduğunu ve şeytanın tuzağından kurtulmaya niyeti bulunmadığını, şeytanın da kendisine bu kadar boyun eğen ve bir dediğini iki etmeyen bu şahsı iyice hafife alıp kendisiyle alay ettiğini anlatmak istemiştir. Şüphesiz boş ve mânasız işlerle uğraşan, faydasız sözlerle oyalanan kimselerin kulağı, ilâhî sözleri ve ezan sesini duyamayacak kadar kirlenir. Ona meleğin sesinden çok şeytanın sesi ve telkini hoş gelir. Bunun sonucu olarak vaktinde uyanıp kalkamaz ve ibadetini en değerli zamanda yapamaz. Şeytanın kulağa işemesi meselesinin mecâzî bir anlatım değil gerçek olduğunu düşünen âlimler de bulunmaktadır. Uyuyan kimsenin ense köküne şeytanın üç düğüm atarak ona uyumayı tavsiye etmesi de, bir önceki hadiste olduğu gibi, büyük ihtimalle mecâzî ve temsîlî bir anlatımdır. Bu ifadeyle şeytanın insanoğlunu gece ibadet etmekten ve Allah’ı anmaktan alıkoymak istediği, “Hele yat, uyu; daha uykunu alamadın; vakti gelince kalkarsın” gibi telkinlerle oyaladığı, 25 uykuyu câzip hale getirdiği, azim ve iradesini felce uğrattığı ve böylece o kimsenin kalkıp ibadet etmesine fırsat vermediği anlatılmaktadır. Peygamber Efendimiz’in şeytanın telkinine kanmayan kimsenin halini anlatırken belirttiği üzere, geceleyin uyanıp Allah’ı anmak, dua ve zikretmek, abdest alıp Kur’an okumak, namaz kılmak insanın üzerine çöken gafletten, tembellikten ve uyuşukluktan kurtulmasına imkân hazırlar. Geceleyin Allah’ı anan, sabah namazını vaktinde kılan bir müslüman, Cenâb-ı Hakk’ın gönlüne vereceği huzur ve sükûn sebebiyle rahatlar; keder ve sıkıntıların yüreğine oturmasına fırsat vermez; gözü ve gönlü pırıl pırıl aydınlanmış olarak yeni bir günü kucaklar. Böylece şeytanın tesirinde kalmamanın tadını çıkarır. Şeytanın bu oyununa düşmemenin yegâne yolu, geceleyin kalkıp ibadet etmek arzusuyla yatmaktır. Teheccüt namazı kılmak niyetiyle yatan, fakat uykuya yenik düşerek kalkamayan kimse, iyi niyeti sebebiyle şeytanın oyuncağı durumuna düşmez. Hatta tam aksine, onun uykusu Cenâb-ı Hakk’ın bir ikramı sayıldığı gibi amel defterine de teheccüt sevabı yazılır. O gün kalkamasa bile, ertesi gün Allah’ın lutfuyla uyanıp kalkar. Vaktinde kalkıp namazını kılan, seher vaktinin feyzinden istifade eden kimsenin korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşacağını ve nice ilâhî lutuflara sahip olacağını şâir ne güzel anlatmıştır: Âlemin neş’eli sabâhında Göz açandan gider bütün korku Her seher feyz-i Hak olur taksîm Rızka mânidir ol zaman uyku Kaynak: - Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 343. - Riyâzü’s-Sâlihîn, Peygamberimizden Hayat Ölçüleri, hadis no: 1167-1168. - İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Hadis no: 3009-3010. 26 Hz Davud'un demircilerin piri olduğu doğru mudur? Bunu nasıl öğrenmiştir? Diğer özellikleri nelerdir? Hz. Dâvûd (as) Hz. Nûh (as)’un soyundandır (En’âm, 6/84) ve İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Hz. Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir (Bakara, 2/251). İsrâiloğullarının tarihinde peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir (İbn Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 248). Kur’an, Dâvûd (as)’a peygamberliğin ve Zebur’un dışında bir lutuf ve mûcize olarak, diğer insanlara verilmeyen başka şeyler de verildiğini söylüyor. Hz. Dâvûd, bir Allah elçisiydi. Ona verilenler, hem onun peygamberliğinin delili, hem de gerçekten şükrün, hakkıyla kulluk yapmasının karşılığıydı. Şüphesiz Allah hakkıyla şükreden kullarını değişik şekillerde mükâfatlandırır. Hz. Dâvûd’a geniş bir hükümdarlığın yanında hikmet, ilim, anlayış, adâletle hükmetme, neyin nasıl yapılacağını bilme, yerli yerinde iş yapma, faydalı olana sarılma, güzellikler üretme gibi şeyler verildi. O, bu hikmetle hükümdarlığını süslüyor, sürekli Kur’an’ın sâlih amel dediği, güzel ve faydalı işleri yapıyordu (Bakara, 2/251). Hz. Dâvûd’un Kur’an’da belirtilen özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Demiri İşleyip Zırh Yapması: Allah, İsrâiloğullarını savaşın şiddetinden korumak için Hz. Dâvûd’a zırh yapmayı öğretmiş, demiri yumuşatmak sûretiyle ustaca işlenmiş geniş zırhlar yapmasını bildirmiştir: - “Ona sizin için zırh yapmayı öğrettik ki savaş darbelerinden sizi korusun. Artık şükredecek misiniz?" (Enbiyâ, 21/80) - “Andolsun biz Davud'a tarafımızdan müstesna bir lütufta bulunduk. "Ey dağlar! Onunla birlikte teşbih edin. Ve ey kuşlar, siz de!" dedik. Ve onun için demiri yumuşattık. (Ona şöyle buyurduk:) "Geniş zırhlar imal et, örgüsünü ölçülü yap. Siz de (ey müminler) iyi ve yararlı işler yapın; şüphesiz ben yaptıklarınızı görmekteyim." (Sebe’, 34/10-11) "Onun için demiri yumuşattık" ifadesi açıklanırken birçok tefsirde, Allah'ın lütfuyla demirin Hz. Davud'un elinde -ateşte eritmeksizin- mum veya çamur gibi oluverdiği ve çekiç gibi âletler kullanma ihtiyacı duymadan demire istediği biçimi verebildiği belirtilir.( Taberî, İbn Atıyye, Râzî, ilgili ayetlerin tefsiri) Kuşkusuz tabiat kanunlarını da koyan Yüce Allah, dilediğinde istediği kulları için olağanüstülükler sağlayabilir. Bu açıdan Hz. Davud aleyhisselama verilen bu özelliklerin bir mucize olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca, bu ifadenin Hz. Davud'u demiri işlemeye yöneltme, bu konuda ona yeterli bir güç ve özel bir maharet verme anlamıyla açıklanması uygun görünmektedir. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, Sebe’, 10. ayetin tefsiri) İslâmî kaynaklarda, Hz. Dâvûd’un hükümdar olduktan sonra tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasına karıştığı, hükümdarın ve devletin icraatı hakkında onların düşüncelerini öğrendiği nakledilir. Bir defasında insan sûretine girmiş bir melek, Dâvûd (as)’un hem kendisi hem de ümmeti için hayırlı bir insan olduğunu, ancak kendisinin ve ev halkının geçimini devlet hazinesinden karşıladığını söyleyince Dâvûd (as) Allah’a yalvararak geçimini temin edecek 27 bir kazanç yolu ihsan etmesini dilemiş, bunun üzerine kendisine zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Rivâyete göre zırh yapıp giyen ilk kişi odur. Hz. Peygamber bir hadisinde, “İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi” (Buhârî, Büyû’ 15) demiştir. Kur’an açıkça ifade ediyor ki, Hz. Dâvûd, demircilerin pîridir ve bu sanatını daha çok, son derece saygın olan insan kanının akıtılmasını önlemek için zırh yapımında kullanmıştır. Dâvûd (as) mahâretini kılıç imalinde de kullanabilirdi. Fakat o, hücum silâhı değil; müdâfaa silâhı yapmıştır (Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetlerin tesfiri) Zaten Enbiya suresindeki ayette geçen “zırh yapmayı öğrettik ki savaş darbelerinden sizi korusun” anlamındaki ifadede, zırh yapmayı öğretmenin hikmetinin, insanın yine insana karşı korunması olduğu açıklanmıştır. Buradaki incelik ise gayet açıktır: Bir peygamber ancak güzel ve faydalı işlerle meşgul olur. Hz. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle çalışmaya teşvik etmiş ve onlara peygamberler tarihinden örnekler vermiştir. Çalışmak, elinin emeğini ve alın terinin karşılığını yemek İslâm’da önemli bir yer işgal eder. Çalışmamak, gücü ve kuvveti yerinde olduğu halde tembel tembel oturmak, şuna buna el açıp dilenmek ayıp ve günahtır. Hz. Peygamberimiz, sosyal ve ekonomik önemi büyük olan bir hadisinde bunu dile getirmiştir (bk. Buhârî, Büyû’ 15). Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Dâvûd (as) kimseye yük olmadan kendi kazancı ile geçimini temin eden mâhir bir sanatkâr idi. Dağlar ve Kuşların Onunla Beraber Allah’ı Tesbih Etmesi: Allah dağları ve kuşları Hz. Dâvûd’un buyruğuna vermiş, onlar da akşam sabah onun tesbihine katılmışlardır (Enbiyâ, 21/79; Sebe’, 34/10; Sâd, 38/18-19). İslâmî kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Dâvûd’un sesi hem çok gür hem de çok güzeldi. Dâvûd o gür ve güzel sesiyle Zebur’u okumaya başladığında kurt kuş durup onu dinler, sesinden dağlar yankılanırdı. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.” (Ahmed bin Hanbel, II/354); Ebû Mûsa’nın naklettiği bir başka rivâyette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i Dâvûd’un Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir.” (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 31) demiştir. Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.” (Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6) Allah Teâlâ, Dâvûd (as)’a eliyle demiri eritip işleme özelliği ihsân ettiği gibi, sesiyle de demir gibi kalpleri eritip yumuşatma mûcizesini mazhar kılar. Dağların Hz. Dâvûd ile birlikte tesbih etmesi Allah’ın ona fazlı ve geniş bir bağışı idi. Diğer kullardan hiçbirine böyle bir bağış yapılmamıştı. İbâdete Çok Düşkün Oluşu: Hz. Dâvûd’un günah işlemekten titizlikle kaçındığı, Allah’ı çok zikrettiği, ibâdete ve sâlih amele düşkün olduğu Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmektedir (Sâd, 38/17). Hz. Peygamber de onun namazını ve orucunu şu şekilde övmüştür: “Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.” (Buhârî, Teheccüd 7). Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i 28 Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur” (Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38) demiştir. Öte yandan Hz. Peygamber, Dâvûd (as)’un her gecenin yarısında uyuduğunu, üçte birinde namaz kıldığını, gecenin kalan kısmının altıda birinde yine uyuduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38) Dâvud Orucu: Gün aşırı oruç tutmak, yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın fazîletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında “En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” demiştir. Sahâbeden Abdullah bin Amr, “Ben daha fazlasını tutabilirim” deyince, Peygamberimiz bunun fazîletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir (Müslim, Sıyâm 187-192). Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en fazîletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir. Kendisine Zebûr Verilmiştir: Kur’ân-ı Kerim Hz. Dâvûd’a Zebur’un verildiğini bildirip (Nisâ, 4/163; İsrâ, 17/55), muhtevâsına kısaca temas etmekle birlikte (Enbiyâ, 21/105), ayrıntılı bilgi vermemektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda ise Hz. Dâvûd’a verilen Zebur’un Ramazan ayında indirildiği, içinde mev’ıza ve hikmetli sözlerin bulunduğu, Davûd (as)’un onu genellikle makamla ve bir mûsikî âleti eşliğinde okuduğu nakledilmektedir. Hz. Dâvud, Yeryüzünde Halîfe Kılınmıştır: Dâvûd (as) yeryüzünde halîfe kılınmış, onun saltanatı güçlendirilmiş, adâletle hükmetmesi emredilmiştir. “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. (Sâd, 38/26) Onun döneminde İsrâiloğullarının tam anlamıyla yerleşik medeniyete geçip devleti güçlendirdikleri, Hz. Dâvûd’un gerek kendi evini, gerekse krallığın idaresini belli bir düzene koyduğu, ibâdetleri sistemleştirdiği, sürekli bir ordu kurduğu Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Buna göre, Dâvûd (as) Allah'tan aldığı görevi sadâkatle yerine getirmiş, krallığına Allah'ın İbrâhim nesline vaad ettiği genişliği kazandırmış, onun hükümranlığı Fırat sâhillerinden Kızıldeniz kıyılarına kadar yayılmıştır (I. Samuel 8/3; I. Tarihler 18/3). Hz. Dâvûd gerçek bir devlet başkanı ve ehliyetli bir yöneticiydi. Kudüs’ü başşehir yapmak sûretiyle iktidarı merkezîleştirmiş, askerî teşkilâtını geliştirmiştir. Devleti yönetirken adâleti öncelikle kendisi icrâ ediyor, dâvâlara bizzat bakıyordu (II. Samuel, 8/15; 14/4-22; 15/2-6; I. Tarihler, 18/14; bk TDV İslâm Ansiklopedisi, Davud aleyhisselam md.) Fasl-ı Hitap Verilmiştir: "Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve fasl-ı hitap/açık, güzel konuşma vermiştik." (Sâd, 38/20). Hz. Dâvûd’a hikmetle beraber “fasl-ı hitap” yani, anlaşmazlıkları kesin ve âdil ölçülerle çözme, her maksadı sözle açıklama yeteneği (Kurtubî, el-Câmiu li- 29 Ahkâmi’l-Kur’an, 15/107) de bağışlandı. O, bu yetenekle kendisine gelen dâvâları çözüme kavuşturuyor, mülkünde adâleti sağlıyordu. Hikmet, hakka/gerçeğe uygun bilgi demektir. Fasl-ı hitap da: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama, dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvûd (as)'un özelliklerinden birinin de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır. Özetlemek gerekirse, Hz. Davud aleyhisselam; Kur'an-ı Kerim'de Hz. Peygamber'e hitaben “Kulumuzu, o kuvvet sahibi Davud'u hatırla” denilerek uyulması istenilen; "evvab" (Allah'a çokça dönen, yalvaran) sıfatıyla anılan (Sâd, 38/17); dağların musahhar kılınarak onunla birlikte tesbih ettiği (Sâd, 38/18), Zebur okuduğu esnada kuşların her taraftan kendisine doğru toplanıp gelip ona uyduğu (Sâd, 38/19); "hikmet"in verildiği(Sâd, 38/20); "salih", Allah katında "yakınlığı" olan ve "akıbetinin güzel" olacağı bildirilen (Sâd, 38/25); yeryüzüne halifelik görevi verilen (Sâd, 38/26) bir peygamberdir. 30 İslamiyet öncesi cahiliyye döneminde Arabistan'daki pazar ve panayırlar nasıldı? İslam öncesi Cahiliye döneminde Arabistan yarımadasında kurulan panayırlarda, kültür, sanat ve edebiyatın ticârî etkinliklerle birlikte topluma sunulması, kanaatimce bir ileri düşüncenin göstergesidir [1]. Panayırların kurulma amacını ve önemini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz: · Arabistan önemli ticaret yolları güzergahında bulunmaktaydı. İpek Yolu, Arabistan üzerinden geçmekteydi. Hicaz Bölgesi ile Yemen, Hindistan, İran, Irak, Şam, Habeşistan ve Mısır arasında gerek kara yoluyla gerekse deniz yoluyla uluslar arası ticaret yapılmaktaydı. · Ticaret, dinî ibadetlerin icrasına katkıda bulunuyordu. Örneğin Bizans’ta sarayda ve kiliselerde dinî maksatla kullanılacak tütsüler Arabistan veya Hindistan’dan getirilmekteydi[2]. · Panayırlar aracılığıyla, Arabistan’ın değişik yerlerinden farklı kabilelere mensup insanlar, hem ticâret maksadıyla ve hem de inançları itibariyle dinî bir merkez olarak Mekke’yi ziyaret etmişlerdir. · Kimi kaynaklarda ifade edildiği üzere[3] panayırlar aracılığıyla yoğun ticarî faaliyetlerin sürdürüldüğü Mekke toplumunda, geleneksel kabilecilik anlayışı zayıflamış, sosyal ve ahlakî çözülmeler ortaya çıkmıştır. · Panayırlar kültürel ve ticarî birliktelikleri sağlamakta ve bu bölgede geniş bir sosyal hareketliliğe sebep olmaktaydı. · Panayırlar, ticaretin yanı sıra kral/melik/kabile başkanlarının ikili görüşmelerine, savaş kararını duyurmaya, öncesine ait borç alacak meselelerini çözmeye vesile oluyordu. · Panayırlar satış için arz edilen giysiler ve ev aletlerinin topluma arz edilmesiyle adeta “din, kültür ve gelenekler fuarı” misyonunu üstlenmiştir. · Panayırlar aracılığıyla diğer dillerden Arapça’ya pek çok kelime geçtiği gibi Arapça’dan da diğer dillere bir çok kelime geçmiştir. Bunun yanı sıra panayırlar, dilin kendi içindeki gelişmesine vesile olmuştur[4]. · Kureyş Lehçesi’nin örnek bir dil olarak yaygınlaşması ve dil birliğine vesile olması. Kureyş kabilesi, panayırlar arasında en çok göze çarpan ve en çok şöhret bulan Ukaz’a en yakın kabileydi. Dolayısıyla bu kabilenin kullandığı lehçe, panayırda hakimdi. Panayır aracılığıyla uluslar arası kültürün bu bölgeye taşınmasıyla Kureyş Lehçesi zengin bir lehçe haline gelmişti. Bilindiği üzere Kuran-ı Kerim de bu lehçe ile indirilmiştir[5]. Hamidullah, Araplar arası büyük panayırların (Bedr, Hubâşe vs. gibi) dışında İran, Hire, Hindistan ve hatta Çin tüccarların ilgisini çeken uluslar arası panayırların da yapıldığını söylemektedir[6]. 31 Bölgede başta Ukaz olmak üzere pek çok panayırlar kurulmaktaydı. Bu panayırlardan önde gelenleri ve kurulduğu yerler şunlardır: 1. Ukaz : Mekke 2. Micenne : Mekke yakınlarında 3. Zü’l-Mecâz : Ukaz yakınında 4. Devmetü’l-Cendel : Hicaz ve Suriye arasında. 5. Mirbed : Basra’da 6. el-Muşakkar : Bahreyn 7. Suhar : Uman 8. eş-Şıhr : Umman ve Aden arasında 9. Aden : Aden 10. San’a : Sana 11. Hecer : Bahreyn 12. Uman : Bahreyn[7] Ukaz, Mekke’nin güneydoğusunda Taif yolu üzerinde, yerleşim mekanı dışında hurmalıkların ve su kaynaklarının bulunduğu bir yeşil alandı. Hac ibadetinin yapıldığı mekanlara yakın bir yerde idi. Panayır mevsiminde insanlar burada bir araya gelmekteydi. Şam ve Güney kabilelerinin, Necid kabileleriyle ticaret yapabilmeleri için kurulmuştu. Aynı zamanda Habeşistan, Hindistan, Bizans ve İran gibi komşu ülkelerden tüccarlar ülkelerinde üretilen malları satmakta, başka ülkelerin ürettiklerini satın almaktaydılar. Irak, Gazze ve Basra’dan Şarap, Şam’dan yağ, üzüm ve silah, Taif’ten deri, Yemen’den hırka ve daha pek çok değişik yerden birbirinden farklı ürün gelmekteydi[8]. Önceleri ticaret merkezi olan Hire şehri sonrasında bu işlevini Mekke’ye bırakmıştır. Diğer önemli ticaret merkezi Tâif'ti. Tâif, deri sanayi, kuru üzüm, zeytin yağı ve bal ticareti ile meşhurdu. Bu ürünler Kureyş tüccarı aracılığıyla Suriye, Mezopotamya ve hatta Horasan’a kadar götürülüyordu. Ebû Sufyân özellikle Tâif zeytin yağlarının başlıca satıcısıydı[9]. Ticaret yapılan mallar: Gümüş, altın, güzel koku, deri, giyim eşyası ve gıda maddeleri. Cahiliye döneminden başlayarak İslâm’ın ilk döneminde özellikle Mekke, Bağdat ve Basra’da zengin bir ticârî hayat yaşanmaktaydı. Bu ticarî hayatın en yoğun olduğu mekanlar ise Mekke’de Ukaz, Basra’da Mirbed idi. Mirbed panayırı kurulmaya başlayınca, Ukâz eski önemini kaybetmeye ve yerini Mirbed’e bırakmaya başlamıştır. Ukâz h.129’da sona ermiştir[10]. 32 Araplar panayırları daha çok haram aylar olarak kabul edilen üç ayda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem) yapmaktaydılar. Hubaşe ve Suhar Panayırları Recep ayında, Ukâz Panayırı, 15-30 Zilkade, Micenne, 20-30 Zilkade, Zulmecaz, 1-8 Zilhicce ayında yapılmaktaydı[11]. Bir başka kaynakta belirtildiğine göre, Ukâz, Zi’l-Ka’de’nin birinci gününde başlayıp 20. gününe kadar sürüyordu. Bu panayır Fil Yılı’ndan (Hz. Peygamberin doğum yılı olan miladi 571) on beş yıl sonrasında düzenlenmeye başlanmış olup aynı yoğunlukta olmasa da İslamî döneme kadar devam etmiştir[12]. Haram aylarda kurulan panayırlarda alışveriş yapılır ve şiirler okunurdu. Takdire mahzar olan şiirler Mısır ketenlerine yazılarak Kabe’ye asılması menkıbesinin İbnu’l-Enbâri (ölm.577/1181)’nin Tabakâtu’l-Udebâ’sında (s.43) zikredilmektedir. Ona göre bu şiirleri ilk toplayan Hammâdu’r-Râviye’dir. Abdulkadir el-Bağdâdi’nin Hızânetu’l-Edeb’inde (1/61) bunları Emevîlerden bir emirin toplamış olduğu hakkında bir rivayet dahi görülür[13]. Ancak her halükarda kısmen ilaveler olmuşsa da buralarda şiir şölenlerin ve yarışmalarının yapıldığı bir gerçektir. Bu yarışmaların en ünlü hakemi Nabiga ez-Zubyânî’dir. Ayrıca Arap hitabet türünün önemli isimlerinden Kuss b. Saîde el-Iyâdî de ilk hitabeti burada icra etmiştir. Kuruluşunun ve düzenlenişin temel amacı ticaret olan bu panayırlarda ayrıca çeşitli oyunlar oynanıyor, deve yarışları yapılıyordu.[14] On altı asır öncesinde yapılan bu etkinliklerin benzerlerini günümüzde pek göremiyoruz. Yirmi birinci yüzyılın kendine özgü problemleri, teknolojinin insan hayatında önemli bir yer edinmesi, televizyon ve internetin günlük hayatın vazgeçilmezleri olması, kültür, sanat ve edebiyata olan ilginin azalmasına ve dolayısıyla bu tür etkinliklerin dar çerçevede kalmasına sebep olmuştur. Kimi yapılan kültür ve sanat faaliyetler ise bağımsız olarak yapılmıştır veya yapılmaktadır. Kanaatimce, yirmi birinci yüzyıl insanın üzerine düşen misyon, tarihte vuku bulmuş güzel örnekleri geliştirerek günümüze taşımak olmalıdır. Bu bağlamda Konya’da kısmen dar bir alanda yapılan Şiir şölenlerinin de bulunduğu Fuar etkinliklerinin daha geniş bir alanda ve özellikle komşu ülkelerin de katılımı sağlanarak uluslar arası düzeyde yapılmasında büyük fayda vardır. Böylece bulunduğumuz coğrafyada, birbirimizi yakından tanıma imkanını elde etmiş ve ekonomik olarak birbirlerimizin eksiklerini tamamlama imkanını elde etmiş oluruz. Bu alanda ülkemizdeki en uygun örnek İzmir Enternasyonal Fuarıdır. Fakat burada da sanatsal faaliyetlere yer veriliyorsa da edebî faaliyetlere yeterince yer verilmediği kanaatindeyim. Dipnotlar: [1] İslam öncesi dönem hakkında detaylı bilgi için bkz. Abdu’l-Azîz Mezrû’ el-Ezherî, Kısas ‘Ukâz, Matba’at Dâri’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Kahire 1951; Ebû Muhammed Hasan el-Hamdânî, Sıfatu Cezîreti’l-Arab, Tahkik, D.H. Muller, E.J., Brill, Leiden 1884; Ali Cevad, el-Mufassal fî Târîh’l-Arab Kable’l-İslâm, I-IX, Dâru’l-Ilm li’l-Melâyin, Beyrut 1980; Corcî Zeydân, elArab Kable’l-İslâm (Tahkik: Huseyn Munis), Dâru’l-Hilâl (tarihsiz) Kahire; Şevkî Dayf, elAsru’l-Câhilî, Dâru’l-Maarif (altıncı baskı), Kahire 1974; Ahmet Subhi Furat, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 3911, Edebiyat Fakültesi Yayın No:3404, İstanbul 1996; Said el-Afgânî, Esvâku’l-Arab fi’l-Câhiliyye ve’l-İslâm; Neşet Çağatay, İslamdan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 153 (dördüncü baskı), Ankara 1982; Şemsettin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1997. 33 [2] Ahmet Turan Yüksel, İslâm’ın İlk Döneminde Ticârî Hayat, Beyan Yayınları, İstanbul 1999, s.14. [3] Ahmet Turan Yüksel, a.g.e., s.48; Montgomery Watt, “Economic and Social Aspects of the Origine of İslam”, IQ, c.1, n.2, (1945), s.91. [4] Örneğin “ el sıkışmak” anlamında olan es-Safka kelimesinin “ticari anlaşma” anlamında kullanılmasına ilk olarak burada başlanılmıştır. Ayrıca Farsça’dan “misk, dibac, ibrik” Hintçe’den “fil, kâfûr, câmûs, zencebîl” Yunanca’dan “iklîm, baytâr, dirhem, dinâr, tâvûs, kumkum, mancınîk, yâkût, nâfûra,” gibi pek çok kelime alınmıştır. “Cup, noble ve cotton” kelimeleri esasen Arapça “kûb, nubul ve kutn” kelimelerinden alınmıştır. Muhammed Altuncî, Eser Ukâz fi’l-Luga ve’l-Edeb, el-Mecelletu’l-Arabiyye, Sayı:62, Riyat 1983, s. 52. [5] Kur’ân’ın Kureyş lehçesiyle indirilmediğini söyleyenler de vardır. Bu konuda bkz. Abdu’l-Azîz Mezrû’ el-Ezherî, a.g.e., s.22 ve sonrası. [6] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Çev. M. Said Mutlu-Salih Tuğ, Ahmed Sait Matbaası, İstanbul 1969, c.II, s.208; Ahmet Turan Yüksel, a.g.e., s.18. [7] Mustafâ Sâdık er-Râfi’î, Târîh Âdâbi’l-Arab, I-III, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut 1974, c.I, s.95. [8] Mahmûd Şukrî el-Âlusî, Bulûğu’l-Erib Fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, (ikinci baskı) I-III, Dâru’l-Kutub li’l-Melâyîn, Beyrut (tarihsiz), c.I,s.266 ve sonrası; Abdu’l-Azîz Mezrû’ elEzherî, a.g.e., s.17; Muhammed Altuncî, Eseru Ukâz fi’l-Luga ve’l-Edeb, el-Mecelletu’lArabiyye, Sayı:61, Riyat 1982, s.84. [9] Ahmet Turan Yüksel, a.g.e., s.17. [10] Muhammed Altuncî, a.g.e., s.84. [11] Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Abdu’l-Azîz Mezrû’ el-Ezherî, a.g.e., s.36 ve sonrası; Aynı eser, s.86. [12] Mustafâ Sâdık er-Râfi’î, a.g.e., c.I, s.96; Ahmed el-İskenderî, Mustafa Inânî, el-Vasît fi’lEdebi’l-Arabî ve Tarîhihi, Dâru’l-Ma’arif, Kahire 1916, s.12. [13] Şerafettin Yaltkaya, Yedi Askı, Şark İslam Klasikleri, İstanbul 1985 s.5-6. Batıda Nöldeke (1864)’nin öncülüğünde W. Ahlwardt (1872). W. Muir (1875), R. Basset (1880), Ch. Lyall (1885) gibi müsteşrikler de bu şiirlerin doğruluğunda şüphelerini dile getirmişlerdir. Nihat Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul (tarihsiz), s. 49. [14] Hanna el-Fâhûrî, Târihu’l-Edebi’l-Arabî, I-II, Dâru’l-Cîl, (Birinci Baskı) Beyrut 1986, c.I, s.51. (Ahmet Kâzım Ürün*, Edebiyat ve Ticaretin Buluştuğu Noktalar Panayırlardan Günümüz Fuarlarına) * Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı 34 "Onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar." (Yusuf, 20) ayetinde dirhemden bahsedilir. İlk para M.Ö. 650 civarında basıldığına ve Yusuf (as) daha önce yaşadığına göre bu bir hata değil midir? Kur’ân’da verilen bilgiler ile insanların ulaştıkları bir takım varsayımlar arasında çelişki var şeklinde bu soru vesilesiyle şunu hatırlatmakta fayda var: Kur’ân’ın bilgileri mutlak ilim sahibinin kelamı olduğu için hakkında şüphe edilemeyecek kesinlik arz eder. İnsanoğlunun elde ettiği veriler ise her zaman subjektif olma özelliği taşır. Tarihe dair bilgilerde de bu geçerlidir. Sorunuzda paranın ilk defa M.Ö. 650 yılında kullanıldığını belirterek Yusuf Suresindeki ifade ile çeliştiğini belirtiyorsunuz. Halbuki para hakkında sizin verdiğiniz bilgi kesin ve herkes tarafından kabul edilmiş bir bilgi değildir. Meselâ İslam tarihçilerinden Makrizi, bir para birimi olan dirhemin,Fâliğ b. Âmir Salih Erfehşâd b. Sam b. Nuh tarafından kullanıldığını belirtmektedir. Şunu da vurgulmak gerekir ki; Kur’ân’ın bilgileri tarihe de ışık tutacak kesin bilgiler olup, kazılarla veya değişik yollarla elde edilen ve her geçen gün değişebilir olan bilgilerle mukayese edilemez. 35