Question Hocam, eğer mümkünse Şia`nın Ehl-i Beyt

advertisement
Question
Hocam, eğer mümkünse Şia'nın Ehl-i Beyt imamlarının masumiyeti hakkındaki görüşünün
insanı mütmain edecek delil ve dayanaklarını bize yazın; zira fitneci insanlar sık sık bu konuyu
gündeme getirerek kafaları karıştırmaya çalışıyorlar... .
Answer:
Muhterem kardeşim, Ehl-i Beyt İmamlarının masumiyetinin delillerine geçmeden önce önemli
bir hususun üzerinde durmakta fayda var; o da şudur ki masumiyet olayını iyice
kavrayabilmek için önce Şia'daki "imamet anlayışını" ve onu İslâm'ın neresine koyduklarını
kavramak gerekir. Aslında Sünnî kardeşlerimizin bu olayı biraz fazla yadırgamaları, bizce
imamet meselesine kendi mekteplerinin mantığıyla yaklaşıp masumiyeti de o açıdan
değerlendirmelerinden kaynaklanıyor. Bu yüzden önce kısa da olsa Şia'nın "İmamet"
anlayışına kısaca temas edip daha sonra asıl mevzuya geçersek, bizce konu daha iyi anlaşılmış
olur.
Bildiğiniz gibi Şia ile Ehl-i Sünnet arasındaki temel ihtilaf, "İmamet" meselesi etrafındadır. Şia,
imamın Allah-u Teâlâ tarafından belirlenmesi ve Resul-i Ekrem (s.a.a) tarafından da
açıklanması gerektiğine inanıyorken Ehl-i Sünnet bu konuda başka bir yol tutmuştur. Bazıları,
bu ihtilafın, siyasi partilerin başkanlık için iki kişiyi aday göstermesine benzer sırf siyasi bir
ihtilaf olduğunu zannediyorlar. Ancak gerçek şu ki, bu ihtilafın temelinde bir inanç meselesi
söz konusudur. İnançlar üzerine konuşan "kelam ilmi"nin bahislerinden birisini, "imamet"
meselesinin oluşturması da bunun bir emaresidir. Şia'nın bu konudaki görüşünü açıklamak
amacıyla Şia'nın "inanç sistemi"ne kısa bir bakış atarak imamet meselesinin bu sistemdeki
yerini ve bu sistemi oluşturan öğelerin tıpkı bir zincir halkaları gibi birbirine bağlı olup bir
öğenin yitirilmesiyle bütün sistemin birbirine değeceğini göstermeğe çalışacağız.
Kelam ilminde Allah-u Teâlâ'nın varlığı hakkında konuşulduktan sonra O'nun zati ve fiili
sıfatları hakkında konuşulmakta, hâlikiyeti (yaratıcılığı) ispatlandıktan sonra rububiyeti
(yöneticiliği-eğiticiliği) de ispatlanmaktadır. İslam açısından Allah-u Teâlâ hiç bir şeyi abes
yaratmamıştır; her şeyi üstün hikmetinin iktiza ettiği bir hedef için yaratmıştır. Böylece, "genel
illiyet (nedensellik)" ilkesi bütün mahlukat hakkında geçerlidir ve ezelden ebede değin
birbirinin eni veya uzununda yer alan bütün yaratıklar, tek bir nizam (sistem)
oluşturmaktadırlar. Bu yaratıklardan biri de, idrak, irade ve ebedi saadet veya bedbahtlığa
doğru seçimli hareket kabiliyeti gibi özelliklerle donatılan insandır. Bu özelliklerden dolayı da,
Allah-u Teâlâ'nın "tekvini rububiyet"inin altında olduğu gibi "teşrii rububiyet"inin de
kapsamına girmektedir. Yani, eğer insan, saadet veya bedbahtlığını kendi seçecekse, saadeti,
bedbahtlığı ve bunlara götüren yolları da bilmelidir, bunu bilme kabiliyeti ona verilmelidir.
Doğrudan doğruya kendi bilemeyeceği, yani hissi ve akli şuurlarının (idraklarının)
kavrayamayacağı konular ise vahiy yoluyla ona iletilmelidir. Resuller gönderme, kitaplar ve
şeriatlar indirmenin zarureti de buradan ileri gelmektedir. Çünkü eğer Allah-u Teâlâ, insanı
kendi başına bırakıp vahiy yoluyla elde edilecek hidâyeti ona bildirmeseydi, bu durum, evine
misafir sesleyip de adres vermeyen veya evini tanıyan birini ona bildirmeyen kimsenin
durumuna benzerdi.
Şurası da açıktır ki, peygamberlerin öğretileri, zamanla çeşitli saptırıcı etkenlerin tesiri altında
eskiyor, yıpranıyor veya unutulup gidiyordu. Bundan dolayı da Allah-u Teâlâ, başka bir
peygamber göndererek dini yeniliyor, insanların ihtilafa düştükleri konuları onlar için açıklıyor
ve bazen de zaman gereksinimlerine göre eski öğretilere bir şeyler ilave ediyordu. Ancak
böyle bir durumun İslam dini için söz konusu olamayacağı da açıktır. Çünkü bütün
müslümanların ittifakıyla İslam Peygamberi (s.a.a), peygamberlerin, şeriatı da şeriatların
sonuncusudur. Böyle bir şeriat, tahriften uzak kalabilmesi için çok sağlam kaynaklara
muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'in bu özelliğe sahip bulunduğu ve tahrif ellerinin kesinlikle kendisine
ulaşmadığı ve önünden de, ardından da batılın gelemeyiceği yegane semavi kitap olduğunu
biliyoruz ama, İslam'ın bütün öğretileri, hatta temel hükümlerin birçoğu bile, bütün
ayrıntılarıyla Kur'ân'da mevcut değildir. Ayrıntıların beyanı, Nebiyy-i Ekrem'in (s.a.a) uhdesine
bırakılmıştır. "Zikr'i (Kur'ân'ı) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın."
(Nahl/44)
İşte burada şu soruyla karşılaşıyoruz: "Kur'ân-ı Kerim için geçerli olan masuniyet
(korunmuşluk - dokunulmazlık) Sünnet-i Nebeviyye için de geçerli midir?" Bilindiği gibi
müslümanlardan hiç bir kimse, Sünnet-i Nebeviyye için böyle bir masuniyet iddia etmemiştir.
Tarihi gerçekler de böyle bir iddiada bulunmaya müsaade etmemektedir. Öyleyse İslam dini,
kıyamet gününe kadar bütün insanları yönetebilme, hidâyet edebilme ehliyetini nereden,
hangi sağlam kaynaktan elde etmektedir?
Şia'nın bu soruya cevabı şöyledir: Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra vahy-i İlahî kesildiyse
de insanlığın gayb alemiyle olan irtibatı tamamıyla kesilmedi. Vahy kesildiyse, nebi
olmayanların, hatta Hz. Musa'nın (a.s) annesi ve Hz. Meryem (a.s) gibilerinin de sahip
olabileceği "ilm-i vehbi" de kesilmedi ya! Vahy kesildiyse, nebilerin dışında bazı Allah
dostlarının da faydalandığı nefsanî melekelerin yüksek bir derecesi olan "ismet" makamına
ulaşma kabiliyeti de insanlardan alınmadı ya! Allah-u Teâlâ, bu ümmete olan lütf u
kereminden, onların arasından bu ilme ve bu melekeye sahip olan kimselerin bulunmasını
takdir etti. İşte biz bu kimselerin, Resulullah'ın Ehl-i Beyt'inden olan "on iki imam" olduğuna
inanıyoruz.
Bir başka tabirle Peygamberin yerine geçen kimse, vahiy almanın dışında onun bütün
görevlerini devam ettirmektedir. Bu görevler kısaca, İslam'ı koruma, onu eksiksiz bir şekilde
insanlara açıklama ve müslümanların fikri merciliği ve siyasi önderliğidir. Aynı görevleri devam
ettirdiği için de Peygamber'de masumiyeti gerektiren bütün aklî deliller, onun yerine geçen
imamın masumiyeti için de geçerlidir.
Bu melekenin (masumiyetin) kimlerde bulunduğunu bilmek, insanlar için mümkün
olamıyacağına göre de Allah-u Teâlâ'nın, Peygamberi'nin masum ve ilm-i vehbiye sahip olan
vasilerini tayin etmesi gerekir; ki tayin de etmiştir. Bizim Bu konuya bizzat kur'ân'dan ve
Resulullah'ın hadislerinden delillerimiz var, (Mâide suresi, âyet 3 ve 67 gibi, Sekaleyn ve
Sefine hadisleri gibi); fakat mevzumuzun dışında olduğu için onları geçiyoruz. Bunun delillerini
geniş bir şekilde öğrenmek istiyorsanız www.caferilik.com sitesinin "İnançlar bölümünün
"İmamet" kısmına müracaat edin.
İmamların da peygamberler gibi masum oldukları, ilgili kitaplarda geniş olarak ele alınmış ve
bir çok nakli deliller zikredilmiştir. Burada bütün bu delillere değinmemiz mümkün değildir.
Ancak özet olarak şu delillere işaret edebiliriz:
a) Bakara Suresi'nin 124. Âyetinde açıklandığı üzere, Allah-u Teâlâ Hz. İbrahim'e imamet
makamını verdiğinde, Hz. İbrahim'in bu makamı kendi zürriyeti için de isteyince, Allah-u Teâlâ
bu makamın kendi ahdi olduğunu buyurmuş ve zalim olanlara ulaşamayacağını bildirmiştir. Bu
âyet-i kerimeden imamet makamına gelen kişinin zalim olmaması, yani masum olması
gerektiği anlaşılmaktadır. Zira zulüm Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde kullanılmıştır.
1- Allah'a şirk koşmak zulüm sayılmıştır: "...Şüphesiz şirk çok büyük bir zulümdür..."[1]
2- Kullara zulmetmek: "Asıl kınama yolu, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere
azgınlık yapanlara karşı vardır..."[2]
3- İnsanın kendi hakkında zulmetmesi, "...Onlardan (insanlardan) kimi kendi nefsine
zulmeder..."[3]
Zulmün sözlük anlamı, haddi aşmak ve bir şeyi layık olmadığı yer ve konuma getirmektir. [4]
Dolayısıyla ister kasıtlı, ister sehven olsun her türlü hata, günah ve haddi aşmayı kapsamı
altına alır. Sehvi olan hata ve günahlara cezai müeyyidelerin verilmemesi, makam itibariyle
zalim olmamanın şart olduğu hususlarda, sehvi hatalar açısından bile zalim olmamalarının şart
koşulmasına bir halel getirmez. O halde imam olacak kimsenin sehvi hata ve günahlardan bile
masum olması gerektiği bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.
b) Bu konuda delil olarak zikredebileceğimiz bir diğer âyet de şudur: "Ey iman edenler, Allah'a
itâat edin; Peygamber'e itâat edin ve sizden olan emir sahiplerine de..."[5] Görüldüğü gibi bu
âyet-i kerimede Allah'a ve Resulü'ne mutlak bir itâat mu'minlere emredildiği gibi, "Ulu-l Emre"
(emir sahiplerine) de aynı itaat kayıtsız şartsız mu'minlerden istenmiştir. Bizce Emir
sahiplerine böylesine bir itaatin farz olması, onların masum olmasını gerektirir. Zira, Allah-u
Teâlâ'nın masum olmayan kimselere mutlak itaati farz kıldığını düşünmek mümkün değildir.
Çünkü böyle bir şey Allah'ın hikmet ve şefkatiyle bağdaşmamakla birlikte, kendi ve Resulü'ne
farz kıldığı mutlak itaat emriyle de çelişmektedir. Allah-u Teâlâ çelişkiye emretmekten ve
sonsuz hikmet ve şefkatine aykırı davranmaktan münezzehtir. Kendisi Kur'ân-ı Kerim'de bir
yerde: "Ey iman edenler şeytanın adımlarına uymayın; kim şeytanın adımlarına uyarsa (bilsin
ki) gerçekten o çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder..."[6] diğer bir âyette ise:
"..Şüphesiz Allah, çirkin hayasızlıklara (günahlara) emretmez.."[7] buyurmaktadır. Evet
şeytana uyan kötülüğe emreder; Allah ise hiçbir zaman kötülüğe emretmez. O halde Ulu-l
Emre mutlak bir şekilde itâat etmeği emrediyorsa, bu Ulu-l Emr'in hiçbir zaman şeytana
uymayacağını, dolayısıyla da kötülük ve günaha emr ve sevk etmeyeceğini gösteriyor; zaten
bizim masumiyetten maksadımız da bundan ibarettir.
Kaldı ki eğer Ulu-l Emr'e itaat sınırlı olsaydı bunu mutlaka bildirmesi gerekirdi. Nitekim anababaya itaat gibi insanın sadece kendisini ilgilendiren ve Ulu-l Emr'e itaatle kıyaslanması bile
abes olan bir konuda onlara itaati emretmesinin ardından hemen sınırını da belirlemiştir: "Biz
insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar seni, hakkında bilgin
olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." (Ankebut, 8) Durum
böyleyken yüce Allah nasıl olur da dinin temel taşını içeren ve insan mutluluğunun bağlı
olduğu böylesine önemli bir meselede söz konusu kayıtları açıkça belirtmez?
İşte bu yüzden Ulu-l Emr'in her kes olamayacağını, bunlardan söz konusu özelliği taşıyan belli
kimseler kastedildiği görüşündeyiz. Bunu da Resul- Ekrem (s.a.a) kendi hadislerinde açıklığa
kavuşturmuş ve onlardan maksadın Ehl-i Beyt İmamları olduğunu buyurmuştur.
Buna bir örnek olarak, Hz. Resulullah'ın sahabesinden Cabir bin Abdullah'ın hadisini
zikredebiliriz. Cabir bin Abdullah şöyle diyor: "Allah'a, Resulü'ne ve emir sahiplerine itaat
etmenin vacip olduğunu bildiren âyet indiği gün Peygamber'e sordum: "Allah ve Resulü'nü
tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?"
Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebi
Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin, sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan
Muhammed bin Ali'dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona
iletirsin. Ondan sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa bin Cafer, sonra Ali bin
Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve en
sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki saklantısı olan ve benim isim ve
künyemi taşıyan Hasan bin Ali'nin oğludur." [8]
c) Diğer bir delilimiz ise "Tathir âyeti" diye meşhur olan âyet-i kerimedir. Allah-u Teâlâ bu
âyette şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah her çeşit pislik ve fenalığı siz Ehl-i Beyt'ten
uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade eder."[9]
Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet tarafından nakledilen çok sayıda hadisler, zikredilen âyetin
Peygamber-i Ekrem, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (Allah'ın selamı onların üzerine olsun)
hakkında nazil olduğunu beyan etmektedir.
Ömer bin Ebu Selme şöyle rivâyet ediyor: "Zikredilen âyet Ümm-ü Seleme'nin evinde nazil
oldu. Sonra Hz. Resul (s.a.a) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'i yanına çağırdı ve mübarek
abasını onların üzerine atarak şöyle buyurdu: 'Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Her
çeşit pislik ve noksanlığı onlardan uzaklaştır ve onları tertemiz kıl.' Ümmü Seleme: 'Ya
Resulallah, ben de onlardan mıyım?' deyince de, Hazret: 'Hayır, ama sen hayır üzeresin'
buyurdu." [10]
Tathir âyeti nazil olduktan sonra, Hz. Resul, altı aya kadar, bazı rivâyetlere göre de sekiz aya
kadar, sabah vakitleri, sabah namazına gittiğinde Hz. Fâtıma'nin evinin önünden geçer,
mezkur âyeti okur, Ehl-i Beyt'ini tanıtır, onlar için dua ederdi.[11] Tathir âyeti olarak bilinen
bu âyet-i kerime açık bir şekilde Ehl-i Beyt'in masumiyetini (günah ve hatadan uzak
olmalarını) ifade etmektedir.
Şöyle ki; âyette geçen rics (pislik-kir-fenalık) kelimesinden maksat zahiri, pislik değildir. Çünkü
herkesin pislik ve necasetten kaçınması gerekmektedir. Üstelik eğer maksat zahiri necaset
olsaydı, artık o kadar teşrifat, tanıtmak ve Peygamber'in duasına da gerek duyulmazdı. Ümmü Seleme o âyetin kapsamında olmayı arzu edince de, hayır cevabıyla karşılaşmazdı. Demek ki
âyetin maksadı zahiri necaset ve pislik değildir, maksat batini pislik, yani alemlerin Rabbine
karşı günah ve isyanda bulunmaktır.
Dolayısıyla âyetin manası şöyle olur: "Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günah ve isyanı
uzaklaştırmayı ve sizi tertemiz kılmayı irade buyurmuştur." Bu iradeden maksat, tekvini
iradedir. Zira, teşrii iradeyle Allah herkesin pak olmasını irade etmektedir. Bu âyette Ehl-i Beyt
özel olarak ele alındığına ve Ümmü Seleme'nin onun kapsamı dışında bırakıldığına göre, bu
teşrii irade değil, tekvini iradedir. Allah-u Teâlâ'nın tekvini iradesinin gerçekleşmemesinin
mümkün olmadığı da nazara alınınca, Ehl-i Beyt'in masumiyetinin Allah'ın tekvini iradesi
gereğince muhakkak olduğu ortaya çıkıyor.
İşte bunun içindir ki, Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ben ve Ehl-i Beyt'im günah
ve isyandan masumuz."[12]
İbn-i Abbas şöyle rivâyet ediyor: Resulullah'tan duydum şöyle buyuruyordu: "Ben, Ali, Hasan,
Hüseyin ve Hüseyin'in soyundan gelecek olan dokuz imam tertemiz ve masumuz."[13]
Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah-u Teâlâ Peygamberi'ne itaati vacip kılmıştır. Çünkü o
masumdur ve hiçbir zaman halkı Allah'a isyana götüren yöne yöneltmez. Emir sahipleri olan
imamlar da öyledir. Onlara itaat, Allah ve Resul'ü tarafından vacip kılınmıştır. Onlardan başka
kimseye itaat kayıtsız ve şartsız vacip değildir."[14]
d) Ehl-i Beyt İmamları'nın masumiyetini ispatlayan diğer bir delil de, önceden de değindiğimiz,
Sakaleyn hadisi olarak meşhur olan ve Ehl-i Sünnet kaynaklarında da en otuz senetle
nakledilen hadis-i şeriftir. Hz. Resulullah (s.a.a) bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "Ben sizin
aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; bunlardan birisi Allah'ın kitabı (Kur'ân)dır; diğeri ise
benim Ehl-i Beytim. Onlara sarıldığınız müddetçe asla dalalet ve sapıklığa düşmezsiniz. O ikisi
(Kevser) havuzu başında bana varıncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar..."
Açıktır ki, Cenab-ı Hakk'ın ilminin tecellisi olan Kur'ân masumdur. Ona ne önünden ne de
arkasından batıl gelemez. Bunu bizzat Allah-u Teâlâ Kur'ân'da beyan buyurmuştur.[15] O
halde kıyamet gününe kadar asla Kur'ân'dan ayrılmayacak olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt
İmamları'nın da masum olduğu ortaya çıkıyor. Zira aksi taktirde bilerek veya bilmeyerek
onların Kur'ân'dan ayrılmaları söz konusu olabilir. Oysa Hz. Resulullah'ın bu sahih hadisi böyle
bir şeyin olmayacağını garantilemiştir. Bir de Ehl-i Beytin bazen yanıldıklarını veya günaha
müptela olduklarını farz edersek, o zaman Allah Resulü'nün "Onlara sarıldığınız müddetçe asla
dalalete düşmezsiniz" buyurması abes olurdu. Zira günah işleyen, başkalarını da günaha
götürür; hata yapan başkalarını da hataya sürükler. Öyle olmayacağına göre o zaman Ehl-i
Beyt unvanı altına girenler masumdurlar demektir.
Hz. Ali ve Ehl-i Beyt hakkında Resulullah'tan nakledilen daha bir çok hadisten de aynı şeyleri
anlamak mümkündür ki biz bu kadarıyla yetiniyoruz.
Büyük Ehl-i Beyt alimi Seyyid Murtaza şöyle diyor: "İster hata ve isyan kasten olsun, ister
sehven olsun, hata ve isyan etme ihtimali olan bir kişinin sözlerinin bir imamdan beklenen
etkide olmayacağı açıktır. Zira eğitim ve örnek olma hususunda her iki çeşit hata ve isyanın
etkisinin olumsuz yönde olduğu açıktır."
Durum böyle olunca, Allah-u Teâlâ'nın hikmet ve şefkati, insanların talim, terbiye ve
hidâyetiyle görevli kıldığı kimsenin önünden her türlü engeli götürmesini icap etmektedir. O
halde insanların hidâyet, talim ve terbiyesiyle görevli kılınan imamların masum olması gerekir.
Kısacası İmamın üstlendiği ağır görev ve mesuliyet, onun masum olmasını zorunlu
kılmaktadır. Nitekim Resul'ün üstlendiği ağır vazife, onun masum olmasını gerektirmektedir.
Geçen bahislerimizden anlaşıldı ki, imam peygamberden sonra İslam toplumunun hidâyet,
terbiye ve idaresi yanı sıra, Allah'ın dininin koruyucuları ve müfessirleridir. Böyle ağır bir
mükellefiyet altında olan kişinin masum olması aklen gereklidir. Zira aksi taktirde bu önemli
görevini yerine getiremeyeceği açıktır. O halde imamlar masum olmalıdır. Bu yüzden masum
olmadıkları her kes tarafından bilinen ve kabul edilen kimseler haksız yere hilafet makamını
üstlendiklerinde akıl almaz hatalar yapmış ve bir çok zaman hatta açık naslar karşısında dahi
güya içtihatta bulunmuşladır ki bunlardan bir kısmını yine de Hz. Ali (a.s) müdahale ederek
düzeltmiştir. Bu yüzden de tarihlerin de belirttiği gibi İkinci Halife sık sık şu cümleyi kullanırdı
"Eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu." Halbuki kimse Hz. Ali'nin her hangi bir konuda
yanlış yaptığını nakletmemiştir. Bu da onun masum olduğunun bir başka göstergesidir. Biz
diğer Ehl-i Beyt İmamları için de durumun aynı olduğu iddiasındayız. Evet onların nurlu
hayatında en ufak bir lekeye rastlamak mümkün değildir. Aksini iddia eden varsa, alsın eline
muteber tarih kitaplarını ve delil göstersin. O İlahî şahsiyetlerin ilim ve irfanları hakkında da
aynı şeyi söylüyoruz. Müslümanlar arasında meşhur olan şahsiyetlerin her hangi birisini
dikkate aldığımızda, onların ne kadar tahsil gördüklerini, kimlerden yararlandıklarını, yani
hocalarının kimler olduğunun açık bir şekilde beyan edildiğini görmekteyiz. Ama Ehl-i Beyt
İmamlarının hakkında böyle bir şey söz konusu değildir. Yani kimse onların zamanlarında
bulunan her hangi bir alimden istifade ettiklerini yazmamıştır. Halbuki onların her birisinin
zamanlarının en büyük alimi olduklarında ve bir çoklarına hocalık yaptıklarında her kes
müttefiktir. Bu da onların ilim ve irfanın tahsille elde edilmediğini göstermektedir. Evet onların
ilimlerinin bir kısmı bizzat Resulullah'tan kendilerine miras kalmış, bir kısmı ise vehbidir.
Son olarak bir hususun altını çizmekte de fayda var; zannedersem bazı kardeşlerin Ehl-i Beyt
İmamlarının masum olmalarını yadırgamaları, Peygamberlerden başkasının masum
olamayacağı zannıdır. Halbuki bu yanlış bir zandır. Mesela Kur'ân-ı Kerim'den Hz. Meryem'in
de masum olduğunu anlıyoruz. Halbuki onun peygamber olmadığını hepimiz biliyoruz. Kur'ân-ı
Kerim Hz. Meryem hakkında şöyle buyuruyor: "Hani melekler de 'Ey Meryem, şüphesiz Allah
seni seçti, seni tertemiz kıldı ve âlemlerin kadınlarına üstün kıldı' demişti."[16]
Bu mevzuda söylenecek daha bir çok söz var ki biz şimdilik bu kadarıyla yetiniyoruz. Allah-u
Teâlâ cümlemize hakikatleri arama, bulma ve ona ittiba etme gayret ve samimiyetini inâyet
buyursun. Refrence:
[1]- Lokman, 13,
[2]- Şûrâ, 42.
[3]- Fâtır, 42.
[4]- Lisân-ül Arap, C.12, S.373.
[5]- Nisa, 59.
[6]- Nur, 21.
[7]- A'râf, 28.
[8]- Bu hadis Şia kaynaklarını yanısıra Ehl-i Sünnet'in şu kaynaklarında da nakledilmiştir:
Yenâbi-ül Meveddet (Kunduzî elHanefî), S.114-117-494, Şevâhid-üt Tenzil (Hâkim el-Heskânî
el-Hanefî), C.1, S.148, Tefsir-i Fahr-i Râzî, C.3, S.357, Ferâdüs Simtayn (Hamavî), C.1, S.314.
[9]- Ahzab: 33.
[10]- Yenabi-ül Meveddet S.125.
[11]- Ed-Dürr-ül Mensur, C.5, S.199.
[12]- Ed-Dürr-ül Mensur, C.5, S.199.
[13]- Yenabi-ül Meveddet, S.445.
[14]- Bahr-ül Menakıb, S.100
[15]- Fussilet, 42.
[16]- Al-i İmrân, 42.
-----------------------------Kaynak:www.kevsernet.com
Sunulan cevaplar zorunlu olarak Ehl-i Beyt (a.s) Kurultayı’nın görüşünü yansıtmamaktadır
Download