Vekil haccı ifsad ederse, daha sonra hac sahibine söylemeden

advertisement
1
İçindekiler
Kehf suresinde geçen güneşin battığı ve doğduğu yer neresidir? ..............................................3
Başka tanrının olup olmadığı nerden belli? ................................................................................5
Kâfirin duasının hemen kabul olmasını, müminin ise gecikmesinin hikmeti nedir? ...............6
Bizi değiştiren etrafımızdaki algı sistemi midir? Her şey zihnimizdeki olayların bir yansıması
mıdır? ............................................................................................................................................7
Üç şeyi geciktirme hadisi sahih midir? ......................................................................................10
Birisiyle ortak iş yapacaksak sermayesinin haram olup olmadığını araştırmalı mıyız? .........10
Vekil haccı ifsad ederse, daha sonra hac sahibine söylemeden tekrar vekil olarak hacca
gidebilir mi? ................................................................................................................................10
Müminin kalbine atılan ölümü sevmemek "vehen" duygusu nasıl anlaşılmalıdır? ...............11
Cennette kaç dilber verilecek? ...................................................................................................12
Kuran'da bilimsel mucizeler varsa neden Hz. Muhammed veya İslam alimleri insanlara
bunu açıklamadılar? ..................................................................................................................13
2
Kehf suresinde geçen güneşin battığı ve doğduğu yer
neresidir?
İlgili ayetin meali şöyledir:
“Nihayet (Zülkarneyn) Batıya ulaştığında, güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette
buldu.Orada yerli bir halk bulunuyordu. Biz: “Zülkarneyn!” dedik, “ister onlara azab
edersin, ister güzel davranırsın”(Kehf, 18/86).
- Kur’an’ın muhatapları insandır ve insanların büyük çoğunluğunu teşkil eden halk kesimidir.
Muhatabın akılları ve görgülerinin seviyesine göre hitap etmek belagatin gereğidir. İnsanların
güneşin doğup batmasından anladığı şudur: “Güneş doğudan doğuyor, batıda batıyor”.
- Kur’an’ın burada öğretmek istediği hususlardan biri, Zülkarneyn adındaki cihangir
hükümdarın önce batıya doğru yolculuk yaptığı ve bunun son noktası, insan aklının göz
penceresinden idrak edip kavradığı kadarıyla güneşin battığı yer olduğudur.
İkinci yolculuğu ise doğuya olmuştur:
“Zülkarneyn bu sefer yine bir yol tuttu. Güneşin doğduğu yere varınca onun, kendilerini
sıcaktan koruyacak bir siper nasib etmediğimiz bir halk üzerine doğduğunu gördü”
(Kehf, 18/89-90) mealindeki ayetlerde bu hususa işaret edilmiştir.
Bu ayetlerde “güneşin doğduğu-battığı yerler” gerçek bir doğuş batış mekânı değil,
Zülkarneyn’in gözüne göre ve insan olarak akıl erdirdiğine göredir.
- Bediüzzaman hazretlerinin “güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette buldu”
mealindeki ayeti açıklaması şöyledir:
“Yani Güneş'in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî'nin (Batı
Okyanosu) sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurub ettiğini Zülkarneyn
görmüş. Yani: Zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbî'nin sevahilinde (Batı büyük okyanus/Pasifik
okyanusu sahillerinde), yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş,
tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde
uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhit'in bir kısmında Güneş'in zahirî gurubunu
görmüş (Pasifik Okyanusu yazın şiddetli hararetten ötürü buharlaşması öyle çoğalırı ki,
çamurlu bir su kaynağı şeklini alır. Zülkarneyn bu manzarayı görmüştür). Veya volkanlı, taş ve
toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde,
semavatın gözü olan Güneş'in gizlendiğini görmüş.” (Lem'alar, 107 )
“Evet Kur'an-ı Hakîm'in mu'cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor.
Evvelâ: Zülkarneyn'in mağrib tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına
ve Güneş'in gurub âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan
etmekle, Afrika'nın tamam istilâsı gibi çok ibretli meselelere işaret eder. Malûmdur ki:
Görünen hareket-i Şems, zahirîdir ve Küre-i Arz'ın mahfî hareketine delildir; onu haber
veriyor. Hakikat-ı gurub murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz,
küçük bir havuz gibi görünür.” (Lem'alar,107)
Bediüzzaman’a göre, Kur’an’da bir yandan bir insan olarak bakan Zülkarneyn’in bakış açısına
göre bir tasvir yapılırken, diğer yandan Kur’an’ın semavi bakışı seslendirilmiştir. Yani,
yukarıdan/Kur’an canibinden bakıldığı zaman koca Atlas okyanusu çamurlu bir çeşme gibi
görülür. Kendi ifadesiyle:
3
“Elhasıl: Bahr-i Muhit-i Garbî'ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn'e nisbeten uzaklık
noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur'anın nazarı ise her şeye yakın olduğu
cihetle, Zülkarneyn'in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur'an semavata
bakarak geldiğinden Küre-i Arz'ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazan bir beşik, bazan bir
sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî'yi bir çeşme tabir
etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.” (Lem'alar,108)
- Özetle: “Güneşin doğuda doğup, batıda batması” manasına gelen Kur’an’ın ifadeleri,
insanların hissine, görgüsüne, düşüncesine karşı bir mümaşattır/akıllarına göre bir tenezzüldür.
Bu sebeple, bunlar “nefsül-emir”deki bir hakikatin değil, insanların zihnini okşamaya yönelik
bir mecazın ifadeleridir.
4
Başka tanrının olup olmadığı nerden belli?
- Bu gibi adamları ikna etmek kolay değildir. Bunların işi gücü şüphe üretmek, şüphe üzerine
konuşmak.. Bunlar “Ne bilelim, ne malum…” deyip agnostik bir cehaletin karanlığına
gömülürler.
- Mesela: “Nereden belli başka tanrı olup olmadığı?” diyorlar. Bu bir vesvesedir. Başka bir
tanrının olduğunu gösteren en ufak bir emare yoktur. Kur’an’ın ifadesiyle “Eğer göklerde ve
yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kâinatın nizamı çoktan bozulmuş olacaktı” (Enbiya,
21/22) mealindeki ayette belirtildiği üzere, evrendeki sonsuz bir ilim, kudret ve hikmetten
örülmüş mevcut nizam ve intizamın varlığı, başka ellerin buna karışıp karıştırmasına imkân
vermez.
- Eğer dedikleri “Zeus, Thor, Apollo ve Baal” ve benzeri tanrıların ilahlık vasıfları varsa bunu
ortaya koysunlar. İslam’ın kabul ettiği ve Allah’ın Kur’an’da bize bildirdiği Allah, her şeyden
önce şu sübuti sıfatlara sahiptir: Hayat, kudret, ilim ve irade sahibidir; konuşur, işitir ve görür.
Bu sıfatlara sahip olmayan kâinatı yaratıp yönetemez. Adını verdikleri yalancı tanrıların hiç biri
bu sıfatlardan hiç birine sahip değildir. Bunlar, daha çok Roma ve antik Yunan putperestliğinde
pagan kültürünün uydurduğu şeylerdir. Bunlar, yıldızdır, güneştir, aydır, denizdir, taştır,
tahtadır.
- Akl-ı selim şunu emreder: Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu biz aklımızla bilemeyiz. Öyleyse
semavi kitaplara bakmak gerekir. Özellikle Kur’an’a bakmalıyız. Eğer Kur’an’ın insan üstü bir
konuma sahip olduğu, mucize olduğu ispat edilirse, bu takdirde onun Allah’ın sözü olduğu
kabul edilir. Bu durumda Kur’an Allah’ı nasıl tanıtıyorsa, onu öyle kabul etmek gerekir. Çünkü
Allah doğru söyler.
Kur’an’ın mucize olduğu, insan sözü olmadığını gösteren onlarca delil vardır. Bu bilgiler
Sitemizde de vardır.
- Şimdi bakıyoruz ki, Allah “bütün kâinatı ben tek başıma yarattım” diyor. Eğer gerçekten
başka ilahlar olsaydı onlar da ortaya çıkar: “Bu işi biz yaptık veya beraber yaptık” demeleri
gerekmez miydi?
- Allah kitapları, özellikle Kur’an gibi kırk yönden mucize olduğu bilinen Kur’an’ı
göndermiştir. Eğer başka ilahlar olsaydı, onların da kullarına kitaplar göndermeleri gerekmez
miydi?
- Allah peygamberler gönderdi. Bütün bu peygamberlerin hepsi Allah’ın bir tek olduğunu
ortağının bulunmadığını ilan etmişler. Eğer gerçekten başka ilahlar olsaydı, onların da
kendilerini takdim eden elçiler göndermeleri gerekmez miydi?
- Bu konuda samimi olup da gerçeği öğrenmek isteyen, yani Allah’tan başka ilahın olmadığını
yakinen öğrenmek isteyen kimseye, Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur eserlerini,
özellikle de 23. Lem’a’yı/Tabiat Risalesini tavsiye ederiz.
Sesli ve görüntülü deliller için tıklayınız: Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri
5
Kâfirin duasının hemen kabul olmasını, müminin ise
gecikmesinin hikmeti nedir?
- Ebu Umame’den yapılan rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Muhakkak ki Allah
meleklerine: “Gidin filanca kulumun üzerine belaları sel gibi dökün!”
buyurur(onlar gidip emri yerine getirirler). Adam ise buna karşılık Allah’a hamdeder.
Melekler dönerler ve: “Ey Rabbimiz! Biz gidip -emrettiğin şekilde- o adamın üstüne sel
gibi belalar döktük” derler. Allah onlara: “Geri dönün ben onun sesini duymak isterim”
buyurur”.
Heysemi, Taberani’in(el-Kebir) rivayet ettiği bu hadisin senedinde zayıf bir ravi olduğunu
belirtmiştir(bk. Mecmau’z-Zevaid,h. no:3730).
- Önce şunu söylemeliyiz ki, bu hadis rivayetlerinin kaynağı olan Ramuz ve İbn Neccar, pek
çok zayıf ve mevzu hadisleri barındırmaktadır.
- Bununla beraber burada şunu söylemekte fayda vardır. Bu ve benzeri rivayetlerde anlatılanlar
sürekli birer kural ve her zaman geçerli birer kaide değildir. Aksi takdirde müminlerin
duasının makbul olmaması ve kâfirlerin veya fasıkların dualarının makbul olmasına
hükmetmek gerekir ki bunun yanlışlığı açıktır.
- Bu gibi rivayetlerden anlaşılması gereken şu olmalıdır: Müminlerin başına bir musibet geldiği
zaman bunun kalkması için yaptığı duaların hemen kabul olmaması, o kişiye değer verilmediği
manasına gelmez. Bilakis, Allah mümin kullarının yalvarıp yakarmalarından hoşlandığı
için, onları dua etmeye zorlayan musibetleri bir süreliğine devam ettirebilir. “De ki: “Duanız
olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki!” (Furkan, 25/77) mealindeki ayette duanın
Allah katındaki değerine işaret edilmiştir.
- Demek ki bazı zamanlarda kâfirin yalvarması bir fayda verir de, müminin yalvarması bir
fayda vermezse şunu düşünmek gerekir: Allah mümin kulunun günahlarına kefaret, manevi
kemalatına derece yükselmesi olması yanında, hadiste belirtildiği üzere “ibadetin beyni
hükmünde ollan dua”yı kesmemesi ve bu şekilde samimi kulluk yapması için çok sevdiği
mümin kulunun yalvarmasının devam etmesi adına musibetini biraz uzatabilir. Kâfir için
kulluk diye bir şey söz konusu olmadığı ve Allah da onun inlemesini duymak istemediği için
onun başındaki belayı kısa zamanda kaldırabilir.
- Tekrar edelim ki, bu söylenenler genel bir kural değildir. Çünkü en azılı kâfirler uzun süreyle
sıkıntıya maruz kaldıkları gibi, en takva sahibi müminlerin de kısa zamanda dualarının kabul
edilip sıkıntılarının giderildiğine dair binlerce vakıa vardır. “Sizden biriniz: ‘Dua ettim, hâlâ
duam kabul olmadı’ diye acele etmediği sürece duası kabul olunur” (Müslim, Zikr, 90, 91)
manasındaki hadisten da anlaşıldığı üzere, Allah kullarının duasını geciktirebilir, ama netice
itibariyle ya dünyası ya ahireti için kabul eder. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle;
“..Dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi
biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazen dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz
için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder”(Lem'alar, 215).
6
Bizi değiştiren etrafımızdaki algı sistemi midir? Her şey
zihnimizdeki olayların bir yansıması mıdır?
- “Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra
annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hıristiyan, Mecusî yaparlar”(Buhârî, cenâiz 92; Ebû
Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) manasına gelen hadisin ifadesine göre, insanın düşüncesi
üzerinde çevre faktörünün etkisi vardır.
Bu gerçek, aklın yanıltılabileceği ve yanılabileceğini göstermektedir. Aklını yanıltılabilecek bir
atmosfere sokan kimsenin sorumlu olmaması düşünülemez. Gece-gündüz dinsizce yazılmış
eserleri okuyan, hep kumarhane, meyhane çevresinde dolaşan kimsenin bu yanlış düşüncelere
kapılmasından doğan sorumluluk elbette kendisine aittir.
Evet, her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul
gibi dış tesirlere açıktır. Ancak bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan ise kişinin
özgür iradesidir. Ayrıca fıtrattaki bu doğru kodlar -imtihanın adil yapılması için- zorunlu bir
istikameti göstermez. Bilakis, insanın özgür iradesine bağlı olarak değişik formatlara
sokulabilir.
Nasıl ki, dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz
olup, en faydalı ve şifalı bir hâl almaya müsait olduğu; ya da üzerine toz toprak saçmak
suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabildiği gibi, yeni doğan bir çocuk da fıtrat ve
kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabul etmeye, bulanıklığı ve dalaleti ise reddetmeye uygun
ve müsait bir haldedir.
Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip,
kalp dünyalarına iman ve İslâm adına yerleştirirler. Söz gelişi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne
ustasız olmaz; öyleyse, şu kâinat da sahipsiz olmaz; onun sahibi Allah'tır.” dediğinizde,
karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazit
yapmadan söylediklerinizi kaydediverir.
- Görüldüğü gibi, sorudaki düşüncelerin hadiste belirtilen konuyla alakası yoktur. Hadiste
insanın çevre, eğitim ve kazanılan belli alışkanlıklarının olabileceğini söylüyor. Soruda ise,
insanın iradesini devre dışı bırakan, aklını diskalifiye eden, vicdanını “Kaf” dağına sepetleyen,
insan algısına ambargo koyan bir algı operasyonu söz konusudur.
Bu düşünceye göre insan, özgür iradesi olmayan, tesadüf rüzgârlarının istediği tarafa savurduğu
bir kukladır.
- Bu yazılanların hepsi birer palavradır. İlmi, mantıki hiç bir tarafı yoktur. Gerçeklere
tamamen aykırı hezeyanlardır. Bu söylenenlerin doğru olmadığını gösteren delilleri şöyle
sıralayabiliriz:
a) Eğer dedikleri gibi insanın algı mekanizması dış dünyanın o andaki mevcut etkisiyle
meydana gelseydi; aynı şartlarda yaşayan insanların hepsinin aynı algıya sahip olmaları
gerekirdi. Bu düşünce realitelere terstir.
b) Aynı evde yaşayan aile fertlerinden birinin dinsiz, birinin dindar olması söz konusu
düşüncenin safsata olduğunun delilidir.
c) Yüz binlerce insan var ki, ömrünün bir bölümünü -söz gelişi- Türkiye’de, diğer bölümünü
Amerika’da geçiriyor ve din konusunda kendisinde hiç bir değişiklik olmuyor. Bu gün
Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yüz binlerce müslüman Türk, Arap vardır. Bunlar daha
önce dindar oldukları gibi oralarda da dindarlığını devam ettiriyorlar.
7
Keza, daha önce dindar olmayan onlarca kişi oralarda da bu hallerini devam ettiriyorlar. Demek
ki, bu dış dünyanın algıyı değiştirdiği iddiası dinsizler tarafından üretilen materyalistçe bir
hezeyandır.
d) Hiç bir algılama sistemi, kişinin ilim ve akıl ile sağlamca benimsediği bir düşünceyi
otomatikman devre dışı bırakamaz. Böyle bir düşüncenin hiç bir bilimsel tarafı yoktur.
e) Bu düşünce, tamamen “ateizm”/tanrıtanımazlık veya “deizm”/peygamber tanımazlıktan
kaynaklanan bir “agnostik”/bilinmezlik felsefesi safsatasıdır.
f) Allah Kur’an’ın pek çok ayetinde kendini “âdil” bir ilah olarak tanıtmaktadır. Bu adaletinin
bir tezahürü olarak da insanları peşin suçlu veya suçsuz ilan etmemiş, onlara kitaplar ve
peygamberler göndermiştir. Ve özellikle kıyamete kadar hükmü devam eden Kur’an’ın üzerine
mucizelik mührünü vurmuştur. Kırk yönden mucize olduğu ispat edilen bu
Kur’an’da insanların aklına hitap edilmiştir. Aklı olmayanlar muhatap kabul edilmemiştir.
Nitekim delilerin hiçbir sorumluluğu yoktur.
İşe karar veren akıldır, fakat o işi yürürlüğe koyan ise özgür iradedir. İnsanın herhangi bir iş
seçiminde bu özgür iradesini ortadan kaldıran bir olayın varlığı o kişiyi sorumluluktan
kurtaran bir faktördür. Bu sebepledir ki, İslam hukukunda “Mükreh”(iradesi dışında zorla
kendisine kötü bir iş yaptırılan kimse) sorumlu olmaz. Örneğin ölüm tehdidi altında içki içse
günahkâr olmaz.
- İmtihanın adil yapılması için, hem imtihanın kazanmasına, hem de kaybetmesine yardımcı
olacak unsurların bulunması gerekir.
Bu açıdan bakıldığı zaman, Allah imtihana tabi tuttuğu insanlara -imtihanı kazanmaları
yönünde- merhametini, yardımını esirgememiş, onlara akıl, fikir, vahiy gibi çok kuvvetli
unsurlarla destek sağlamıştır.
- Eğer bu safsata iddia doğru olsaydı, bu takdirde insan özgür iradesi elinden alınmış bir kukla
olurdu. Böyle bir kuklayı muhatap almak ve onu sorumlu tutmak âdil değildir.
O zaman Allah’ın ortaya koyduğu ve âdil olduğunu belirttiği din imtihanı haksız, yersiz ve
zalim bir imtihan olurdu. Bütün kâinatın, 104 semavi kitabın, 124 bin peygamberin milyarlarca
dindar kimsenin adaletine şahitlik ettiği Allah’ın -haşa- adil olmadığını söylemek için bütün bu
şahitleri tekzip etmek gerekir. Bu ise akli bir hezeyanın ötesinde dinsizce bir saçmalıktır.
g) Yukarıdaki maddeyi biraz daha açarsak; İslam’da -ayet ve hadislerin verdiği bilgiye göreAllah’a karşı sorumlu olmak için üç temel husus vardır: Bunlar akıl, büluğ/erginlik ve tebliğin
duyulması.
Buna göre;
- Aklı olmayan/deli bir kimse, ister mümin bir ailede, ister kâfir bir çevrede yaşasın, asla
sorumlu değildir.
- Yine, büluğ/erginlik çağına gelmemiş bir çocuk ister müslüman bir ailenin, ister kâfir bir
ailenin çocuğu olsun hiç bir eyleminden dolayı sorumlu tutulmaz.
- Keza, Allah’ın gönderdiği vahyi ve peygamberin tebliğini duymamış hiç bir kimse
yaptıklarından sorumlu değildir.
8
“Bir elçi/peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz” (İsra, 17/15)
mealindeki ayette bu husus açıkça vurgulanmıştır. Meşhur alimlerden Katade söz konusu ayeti
yorumlarken şunları söylemiştir:
Allah, daha önce –elçiler vasıtasıyla- Allah’tan bir haber almadan, O’ndan uyarıcı veya
müjdeleyici mahiyette bir açıklama gelmeden hiç kimseye azap etmez. Çünkü O, ancak suçları
sebebiyle insanları cezalandırır. Bir peygamber gelmeden bir emir ve yasak söz konusu değil
ki, ona muhalefet etmekten bir suç söz konusu olsun. (bk. Taberî, 17/15. ayetin tefsiri)
h) Allah mülkün yegâne sahibi olarak hiç kimseye verecek bir hesabı yoktur. Çünkü mülkün
sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bununla beraber,
“Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi
aleyhine sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz peygamber
göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15) mealindeki ayette ifade
edildiği üzere, Allah sonsuz merhamet ve ihsanıyla, Hak isminin gereği olarak, insanlar için
ezelî yasayla lütfetmiş olduğu hak ve hukukun özellikle altını çizmiş ve açıkça buna vurgu
yapmıştır.
“İşte bu, sizin ellerinizle işlediğiniz günahların karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına
haksızlık edecek değildir” (Ali İmran, 3/182) mealindeki ayet ve benzerlerindeki “Allah
tarafından kullarına haksızlık ve zulmün yapılmayacağı”na dair ifadelerde Allah’ın kendi
iradesiyle kullarına lütfettiği hak-hukukun varlığına ve onun da bizzat bu hak-hukuku
gözettiğine işaret edilmektedir.
9
Üç şeyi geciktirme hadisi sahih midir?
- Rivayete göre, peygamberimiz Hz. Ali’ye hitaben: “Ali! Şu üç şeyi geciktirme! Vakti gelen
namazı; hazır olan cenazeyi; dengini bulduğunda bekâr kızı evlendirmeyi..” (Tirmizi,
Salat,127, Cenaiz, 73; Hâkim,2/176 )
- Tirmizi, Cenaiz’deki hadis rivayetini değerlendirmiş ve “bu hadis gariptir; senedinin
muttasıl olduğunu düşünmüyorum” diyerek rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir.
- Hâkim, bu hadisin sahih olduğunu belirtmiş, Zehebi de ona muvafakat
etmiştir(Hâkim/Zehebi, a.y).
Birisiyle ortak iş yapacaksak sermayesinin haram olup
olmadığını araştırmalı mıyız?
Sermayenin haram olduğunu bilirseniz sahibi ile ortak olamazsınız. Haram olduğunu
bilmiyorsanız araştırmakla yükümlü olmazsınız.
Vekil haccı ifsad ederse, daha sonra hac sahibine
söylemeden tekrar vekil olarak hacca gidebilir mi?
Hanefi Mezhebine göre bedel olarak gönderilen kişi, haccı ifsad eden bir davranışta bulunursa
kendi namına haccı kaza etmesi, kendisine masraf olarak verilen parayı vekil tayin edene iade
etmesi gerekir.
Bununla beraber bu fasid hac noksan bırakılmayıp tamamlanır ve bu ifsad eden davranıştan
dolayı bir dem (koyun veya keçi) kurban edilmesi gerekir. Arafat Vakfesinden önce ihramlı
iken cinsel ilişkide bulunarak haccı ifsad eden kimsenin haccı fevat olduğundan fevat
hükümlerine tabidir.
Fevat hükümlerine göre vekil olarak hacca gönderilen kişi kendi kusuruyla haccı kaçırdığından
dolayı sonraki senelerin birinde müvekkil namına haccederse bu da onun hakkında yeterli olur.
(Aliyyü'l-Kari, İrşadu's-sari, s. 495; Bilmen, İlmihal, s. 375).
Şafii mezhebine göre vekil haccı ifsad ederse kendi namına haccı kaza etmesi gerekir. Kaza
ettiğinde de o hac kendi namına gerçekleşir. Vekaletle ilgili ise üç durum söz konusudur:
Ya almış olduğu ücreti, kendisini vekil tayin edene iade etmelidir veya gelecek senelerde, onu
vekil gönderenin adına haccetmesi gerekir yahut da başka birini naib tayin ederek, kendisini
naib olarak göndermiş olanın namına haccettirir (Mehmet Keskin, Dört Mezhebe Göre İslam
İlmihali, 923, 925).
Bununla birlikte vekilin hac sahibine durumu bildirmemesi doğru değildir. Zira vekilin hac
sahibi adına haccedemeden veya Şafii mezhebine göre haccettiremeden ölmesi söz konusu
olabilir. Böyle bir durumda vekil vebal altında kalır.
10
Müminin kalbine atılan ölümü sevmemek "vehen" duygusu
nasıl anlaşılmalıdır?
a) Buhari’deki kudsi hadisin bir parçası olan “Ben yaptığım hiç bir şeyde, kulumun canını
alırken gösterdiğim tereddüt kadar tereddüt göstermedim. Çünkü o ölümden
hoşlanmaz; ben de onun hoşlanmadığı bir iş yapmayı sevmem” (Buhari, Rikak, 38)
manasındaki ifadede, normal şartlarda genel olarak ölümün insanlar tarafından arzu edilmeyen
bir husus olduğuna işaret edilmiştir.
- Buradaki ölümden hoşlanmamak, Allah’ın emirlerine karşı gelmek gibi bir anlam ifade etmez.
Bu insanın fıtratının gereği olarak ölmeyi istemediğine yapılan bir vurgudur. Maksat, Allah’ın
mümin kullarına karşı gösterdiği sevgi ve merhametin boyutuna işaret etmektir. Aslında ölüm
bir mümin için güzel şeydir. Dünyanın sıkıntısından kurtulup cennet gibi bir yurda yerleşmek
anlamına gelir.
- Allah’ın bir işte tereddüt etmesi düşünülemez. Bazı alimler, bu kelimeye değişik anlamlar
yüklemiş ve değişik yorumlar yapmışlar. (bk. İbn Hacer, 11/345-346)
Ancak bizim kanaatimize göre, bu ifade insanların duygularına hitap eden “tenezzülat” veya
“mümaşat” denilen mecaza mütahammil bir irşat üslubudur. Buna göre bu ifadenin açıklaması
şöyledir:
“Bir insanın bir işi yapmakta gösterdiği tereddüt, onun o işi yapmaktan hoşlanmadığını
gösterdiği gibi, ben de kulumun hoşlanmadığı ölümünü tahakkuk ettirirken, aslında onu
üzmek de istemem. Ancak bu iş mukadderdir, olacaktır ve her nefis ölümü tadacaktır.
Ecel geldi mi bir saat ne ileri ne de geri alınacaktır.”
Özetlersek: Bu hadiste “efal-i mükellefin” denilen emir ve yasaklar karşısında insanların
gösterdiği bir zafiyetten söz edilmiyor. İnsanların ölüme karşı yaratılıştan kendilerinde var olan
bir duyguyu Allah’ın çok iyi bilindiğine, onların bu tedirgin edici duygularının farkında
olduğuna, ancak bunun başka bir çaresinin olmadığına vurgu yapılmıştır.
b) Ebu Davud’un hadisinin tamamı şöyledir:
Hz. Sevban’ın bildirdiğine göre Resulullah(asm) şöyle buyurdu: “Yemek yiyenlerin yemek
kabının başına üşüştükleri gibi insanların size karşı birleşip başınıza üşüşmeleri
yakındır." Biri “O gün biz sayıca az olduğumuz için mi (bu duruma düşeriz)?” diye sorunca,
“Hayır, bilakis o gün sayıca oldukça fazlasınız.. Fakat selin kenara attığı çar çöp gibi
(değersiz)siniz. (öyle ki:) Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin mehabetinizi çekip
çıkarır ve sizin kalbinize de VEHN koyar” diye buyurdu. "Vehn nedir, ey Allah'ın Resulü?"
diye sorduklarında, şöyle buyurdu: "Dünya sevgisi ve ölüm korkusu." (Ebu
Davud, Melahim, 5)
- Bu hadiste, insanların normal fıtri duygularının dışında, Allah’ın emir ve yasaklarını, müjde
ve uyarılarını göz ardı etmenin bir sonucu olarak oluşan bir “ölüm korkusu”ndan söz
edilmektedir. Nitekim, sahabe de ve daha sonra onların izini süren müminler de birer insan
olarak elbette ölümden korkuyorlardı. Fakat bu korku onların elinden tutup Allah yolunda
cihad etmekten alıkoyamıyordu. Şehitlik veya gazilik düşüncesinden gelen cesaret, ölüm
korkusunu yenmeye yetiyordu.
Demek burada vurgulanan husus, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye engel olan ölüm
korkusudur. Yerilen budur. Bu da dünyevileşmeye, dünyayı ahirete tercih etmeye dayanan
yanlış bir duygu ve düşünceden kaynaklanıyor. Dünyaya fazla düşkünlük, şehitlik gibi bir
mertebeyi bile gözden kaçırıyor.
11
Nitekim, Ahmed b. Hanbel ve Taberani (Evsat)’in -yine Hz. Sevban’dan-rivayet ettiği bir
hadiste aynı konu işlenmiş ve orada “ölümden hoşlanmamak” yerine “kıtal/savaşmaktan
hoşlanmamak” şeklinde ifade edilmiştir. (bk. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, h. no:12244)
Demek ki, burada yerilen husus, normal fıtri bir ölüm korkusu değil, Allah’ın bir emri olan
cihattan alıkoyan bir ölüm korkusudur.
Cennette kaç dilber verilecek?
Abdullah b. Mesud’dan nakledilen bir rivayete göre peygamberimiz (uzun bir hadis rivayeti
içinde) şöyle buyurdu: “Ramazan orucunu tutan her kul, (“Otaklarda eşlerine hasredilmiş
güzeller/dilberler” (Rahman, 72) ayetinde ifade edildiği üzere) içi geniş/ferah, incilerden
örülmüş bir çadırda yer alan bir huri/dilber ile evlendirilecektir.” (İbn Ebi’d-Dünya, Fedailu
Ramadan, 1/49)
- Heysemi, bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir. (Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 3/141)
- Kur’an’dan sonra en sağlam kaynak kabul edilen Buhari’de verilen bilgiye göre
peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu: “Cennete ilk giren zümre, dolunay gibi (parlak yüzlü
olarak) girer. Onların ardından girenler ise gökte en güzel parlayan yıldız gibidir.
Bunların kalbi, bir tek kişinin kalbi üzerindedir(bütün kalpler, bir tek kişinin kalbi gibi
aynı çarpar). Aralarında ne bir buğz/kin-nefret, ne de bir haset vardır. Her bir erkek için
huri/dilberlerden İKİ eş vardır…” (Buhari, Bed’u’l-halk, 8)
- Sahih-i Müslim’de de şu ifadeye yer verilmiştir: “Cennetlik bir adam evine girdiğinde
onun huriler/dilberlerden iki eşi de yanına varırlar." (Müslim, İman, 311)
Ancak burada adamın eşlerinin: “Bizi senin için, seni de bizim için
canlandıran/dirilten/hayat veren Allah’a hamdolsun” manasındaki sözleri de yer
almaktadır. Bu ise, bazı alimlerin dediği gibi, bu iki eşin dünyadan gelme kadınlar olduğuna
delalet etmektedir.
- Şunu da belirtelim ki, bazı rivayetlerde: “yetmiş-yetmiş iki huri” (Tirmizi, Fedailu’l-Cihad,
25) ifadesi kuvvetli ihtimalle kesretten kinayedir, birden fazla eşlere işarettir.
- İnsanoğlu çok acayiptir. Cenneti hak etmiş gibi, orada beğenmediklerini seslendirmeye çalışır.
Halbuki, iman ettiğimiz Allah her şeyi en güzel yapar. O halde bütün zerrelerimizle İbrahim
Hakkı hazretlerinin izinden gidelim: “Görelim Mevla neyler neylerse güzle eyler”. Yetmiş de
verse güzeldir, bir de verse güzeldir, hiç vermezse de güzeldir. Bize düşen kulluk görevimizi
yapmak, gerisine karışmamak..
12
Kuran'da bilimsel mucizeler varsa neden Hz. Muhammed
veya İslam alimleri insanlara bunu açıklamadılar?
Kuranı Kerim her asrın fehmine uygun anlaşılma özelliğindedir. İnsanların anlama kapasiteleri
ve ihtiyaçları yanında siyasî, kültürel, coğrafî ve sosyal faktörlerin etkisi söz konusudur. Zaten
evrensel olduğunu söyleyen bir din için de bu durum kaçınılmazdır. Çünkü bu tarz iddialarla
ortaya çıkan bir din avam, orta tabaka ve havas gibi bütün toplum kesimlerinin manevî gıdası
olmak durumunda olduğu gibi; farklı ırk, dil ve coğrafyalara mensup insanların da esin kaynağı
olmak durumundadır. Bu nedenle bazı vahiylerde muhatapların anlayabileceği ve her
mertebeden insanı tatmin edecek şekilde açık ve yalın ifadeler kullanılırken, bazılarında da
teşbihler ve yoruma açık anlatımlar söz konusudur. Dolayısıyla dinamik bir yapıya sahip olan
ilahi mesajdan herkesin kendi kabiliyet ve anlayışı ölçüsünce faydalanma imkanı
bulunmaktadır.
Sözgelimi Enbiya suresinin 32. ayetinde Cenab-ı Hak: “Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan
(sekfan mahfûza) gibi yaptık. Onlar ise, gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler.”
buyurmaktadır. Kur’an’ın ilk muhataplarına göre “semanın korunması”, “cin ve şeytanların
mele-i alada olup bitenden haberdar olmalarının engellenmesi” demekti. Halbuki günümüzde
astronomi ilminin katettiği gelişmeler ve ulaştığı veriler bu ayeti “Dünyayı saran atmosferin
hayata zarar verecek ışık ve gök cisimlerinden korunmuş olması ”şeklinde anlamamıza imkan
sağlamıştır. Vahyin ilk muhataplarından bugün bizim anladığımız anlamı çıkarmalarını
beklememiz haksızlık olacağı gibi, günümüz insanlarının da astronominin ortaya koyduğu
verileri bir tarafa bırakarak eskilerin anlayışını benimsemelerini kabul etmek de doğru
değildir.(Prof. Dr. İlyas Çelebi, Kelam Araştırmaları Dergisi, 2004, cilt: II, sayı: 1, s. 23-26)
Yine Ra'd suresi 41. ayette Cenab-ı Hak: “Bizim yeryüzüne gelip de onu kenarlarından
eksiltmekte olduğumuzu onlar görmedi mi?” Bu âyetin Mekke döneminde indiğini dikkate
alırsak o dönemde inkâr ehlinin başlarına gelecek âkıbet ile ilgilidir. Yani “O inkârcılar (Mekke
müşrikleri), her taraftan kuşatılıp da ülke sınırlarının daraldığını, gittikçe küçülüp zayıflamakta
ve bir köşeye kıstırılmakta olduklarını görmüyorlar mı?” O zamanın güç odakları hakkında bir
gayb haberi taşıyan bu ayet o gün için yeryüzünde, en azından ülkelerinde kendilerinden daha
güçlü kimse tanımayan, Müslümanlara göz açtırmamakta kararlı olan ve her yaptıklarının
yanlarına kalacağını sanan zamanın güçlü kişileri hakkında bu âyetlerin verdiği haber doğru
çıkmış ve o inkârcılar, sınırları daralarak, yurtları küçülerek, kalabalıkları azalarak, güçleri
tükenerek hezimete uğrayıp gitmişlerdir.
Bu hükmün genel bir kural ifade ettiğini ve aynı şartların aynı âkıbeti doğurduğunu da
unutmamak gerekir. Zaman, zemin ve kişiler değişse de, Kur’ân’ın verdiği bu haber,
değişmeyecek bir hüküm olarak devam eder ve mü’minlere, inkâr ehli karşısında asla
eğilmemeleri ve haklı dâvâlarında sebat etmeleri yönünde bir güven telkin eder.
Diğer yorumlar ise, âyetin yine istikbale ait bir başka haberini ortaya çıkarıyor. Yeryüzünün
kenarlarından eksilmesi, bütün bir yeryüzü çapında ele alındığı takdirde—ki âyetin ifadesi buna
son derece elverişlidir—dünya karalarında bir küçülme, bir daralma ihtimali ortaya
çıkmaktadır. Bu nasıl olabilir? Böyle bir soruya verilebilecek cevaplar arasında en ziyade
makul, hattâ kaçınılmaz görüneni, karaların deniz vasıtasıyla kenarlarından kırpılmasıdır. Hızla
sürüklenmekte olduğumuz küresel ısınma, böyle bir âkıbetin belirtilerini şimdiden vermeye
başlamış bulunuyor.(Ümit Şimşek, Zafer Dergisi, Aralık 2008, Sayı:380)
Bilimsel bulgulara işaret eden ayetlerin doğrudan anlatılmamasının/her dönem
anlaşılmamasının farklı nedenleri vardır.
13
- Kur'an-ı Kerim bir bilim kitabı değildir. Kur'an'ın öncelikli hedefi tevhid mesajını insanların
gönlüne nakşetmektir. Bu mesajı verirken de bilimsel gerçeklere işaretler de bulunur. Kur'an'ın
bu öncelikli hedefi her dönemde ön planda tutulmuştur.
- Yukarıda örneklerini verdiğimiz üzere Kuran ayetleri her asrın fehmine uygun olarak
yorumlanmıştır. Her asrın anlayışı ve bilgi birikimi ise farklıdır. Kur'anda bahsedilen ilmi
hakikatler ilk asırlarda günümüzde olduğu gibi açıklansaydı bunları anlayamayan bir kısım
insanlar bunu inkar edecekti. Günümüz insanı bilim alanında belli bir seviyeye gelmişken o
dönemde toplumun buna hazır olmadığı tarihi bir gerçektir.
- Bilimsel gerçek kimin elinden çıkarsa çıksın Kur'an'ın o konuya vurgu yaptığı gerçeğini
değiştirmez. Bilim insanlığın ortak malıdır. Kur'an'ın işaret ettiği gerçekleri bir gayr-i müslim
de bulsa Kur'an'ın haberini doğrulama özelliğini taşır.
14
Download