Burhan 64 Ocak 2011:Burhan.qxd

advertisement
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
EDİTÖR
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Abdullah b. Amr b.As'dan (r.a) rivayet
edilmiştir. Bir adam Rasulullah'a (s.a.v); "İslam'ın en hayırlı ameli hangisidir" diye
sordu.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu;
"Yemek yedirmen , tanıdığın ve tanımadığın
kimseye selm vermendir." (Buhari ve Müslim)
Ebu Hüreyre (r.a)'den rivayete göre Rasulullah (s.a.v ) şöyle buyurdu;
"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinize sevgi duymadıkça iman
etmiş olmazsınız. Size, şayet uyguladığınız
zaman sevginizin artacağı aranızda muhabbetin oluşacağı bir şeyi göstereyim mi?
Selamı aranızda yaygınlaştırınız" (Müslim)
Allah (c.c) buyuruyor ki;
"Ey iman edenler kendi ev ve odalarınızdan başka evlere ve odalara, sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve
selamda vermeden girmeyin" (Nur suresi/27)
Yıl 6
Sayı 64
Ocak 2011
"Evlere girdiğiniz vakit Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir sağlık
dilemiş olmak üzere selam verin" (Nur suresi/ 61)
"Bir selam ile selamlandığınız vakit
siz ondan daha güzeliyle selamı alın veya
onu aynıyla karşılayın" (Nisa suresi/86)
"İbrahim'in Allah indinde şerefli misafirlerinin haberi sana geldimi? Hani
bunlar onun yanına gitmişlerdi de; "selam"
demişlerdi. İbrahim de "selam" demiş
selam ile mukabele etmişti" (Zariyat suresi/24-25)
Ebu Hüreyre 'den rivayete göre Nebi
(s.a) şöyle buyurdu:
"Allah (c.c) Adem'i yaratınca , oturmakta bulunan melekle topluluğunu kastederek, 'Şunlara git selam ver , selamına selamına
nasıl karşılık vereceklerini iyi dinle. Çünkü bu
selam şekli senin ve zürriyetinin selamıdır'' buyurdu. Adem (a.s) giderek 'Esselamu aleyküm'
dedi. Melekler 'Esselamu aleyke ve rahmetullah' diye mukabelede bulunarak, 'rahmetullah
'kısmını ilave ettiler. (Buhari ve Müslim)
Ebu Umare Bera b. Azib 'den (r.a) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a.v) bize yedi şeyi emretmiştir.
Hasta ziyareti, cenazeyi teşi etmek, aksırana 'yerhamükallah ' demek, zayıfa yardım
etmek, zulme uğrayana el uzatmak, selamı
yaymak ve yemin eden kimseye ifasını sağlamaktır". (Buhari ve Müslim)
İmran b. Husayn (r.a) rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir:
"Nebi'ye (s.a.v) birisi gelerek "Esselamu aleyküm" dedi .Nebi (s.a) onun
selamı aldı, sonra adam oturdu. Nebi
(s.a): "On sevap aldı" dedi.
Bir başkası geldi ."Es selamu aleyküm
ve rahmetullah" diye selam verdi. Nebi
(s.a) bu defa: "Yirmi sevap aldı" buyurdu.
Sonra diğer bir adam gelerek "Esselamu
aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü "
diye selam verdi. Nebi (s.a) "Otuz sevap
aldı." buyurdu.(Ebu Davud ve Tirmizi Hasendir.)
İnşallah hepimiz O'nun (s.a.v) emirlerine uyan bir ümmet olurda, kurtuluşa erenlerden oluruz. Müjdelerine nail oluruz. Belki
çoğumuzun önemsemediği bir selamın ne
kadar önemli olduğunu dilimiz döndüğünce
Hadis ve Ayetler ışığında siz değerli okurlarımıza anlatmaya gayret gösterdik. İnşallah muvaffak olmuşuzdur. Yeni yılın hayırlara vesile
olması temennisiyle Allah’a emenet olun.
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 6 Sayı: 64
Ocak 2011
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
içindekiler
Hepimize Yükseklerden Selam Var 4
Selam Ve Barış Dini İslam 6
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Dr. Ramazan ŞAHAN
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
Selam, Hidayet’e Tabi Olanlardır 8
Ersan BİLGİN
Bir İbadet Biçimi Olarak Selam 12
Nihat MORGÜL
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Selam Olsun O Kutlu Elçiye Ve Arkadaşlarına 16
Kamil ABDULLAHOĞLU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Selam; Esenlik ve Güzel Yaşam Temennisi 20
Fuat TÜRKER
Musa KARACA
Redaksiyon
Mürsel LÜLECİ
Fazlur Rahman Kimdir? 24
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Dr.Ebubekir SİFİL
Gelen Haberi Mutlaka Araştırmak Lazımdır!
32
Mehmet TALU
Adalet Ve İslam
38
Aydın Başar
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Fahrettin Bozdağ: “Çocuğun ilerde masum mu yoksa
cani mi olacağının yoldaki işaretlerini aile koyar” 42
Röportaj Aydın BAŞAR
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Zikir 48
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Muhabbetin Alametleri 52
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Dünya Yalana Teslim 54
Hasan BAŞAR
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
Her İşte Haddi Vasat (Orta Yol) 58
Sebahaddin TÜZÜN
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
Sabır Abidesi Kutlu Şehide (MAŞİTE SULTAN) 62
Hatice FURAN
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Soyut Zekâsı Gelişmemiş Çocuklarda
“Allah Korkusu” 66
Burhan Çocuk 70
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
M. Emin KARABACAK
Musa KARACA
Hepimize Yükseklerden Selam Var
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
4
Selam Olsun O Kutlu Elçiye Ve Arkadaşlarına
16
Kamil ABDULLAHOĞLU
38
Adalet Ve İslam
Aydın Başar
Zikir
48
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
54
Dünya Yalana Teslim
Hasan BAŞAR
Başyazı
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Hepimize
Yükseklerden
Selam Var
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
es-Selâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berakâtühû
“O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O,
el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, elMü’min, el-Müheymin, el-Azîz, elCebbâr ve el-Mütekebbir’dir. Allah,
müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.”
Hz. Peygamber Efendimiz, âhir zaman nebîsidir, son peygamberdir. Her peygamberin olduğu gibi O’nun da mûcizeleri vardır.
Mûcizelerinin içinde de hiçbir peygambere nasib
olmayanları vardır. Kur’ân-ı Kerîm mûcizesi ile
mîrâc mûcizesi işte bunlardandır. Her ikisinin de
değeri çok yüksektir. Kur’ân, kıyâmete kadar değişmeden ve değiştirilmeden devam edecek bir
kitaptır. Mîrâc da kıyâmete kadar hem inananlar
tarafından hem de inanmayanlar tarafından
hakkında konuşulacak büyük bir mûcizedir. Bu
mûcizenin bir kısmını Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatır:
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden
bir kısmını gösterelim diye (Muhammed)
kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren
Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O,
gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 17/1)
4
Mîrâc, bir yolculuktur; Hz. Peygamber efendimizin doğduğu şehir olan Mekke’den başlayan ve son
noktasını bizim bilemeyeceğimiz ve idrâk edemeyeceğimiz bir noktaya kadar devam eden bir yükseliştir. Bu
yolculuğun birkaç merhalesi ve her merhalenin ayrı
bir vâsıtası vardır. Hz. Peygamber, Mekke’den Kudüs’e
Hz. Cebrâil birlikte ‘Burak’ denilen bir binek hayvanı
ile gitti. Kudüs’ten semânın katlarına mirâc ile yani
merdiven ile çıktı. Oradan ‘sidretü’l-müntehâya’
Cebrâil’in kanadında gitti. Cebrâil’in bile geçemediği
oradan öteye de ‘refref’ denilen bir vâsıta ile gitti.
Yüce Allah, yukarıda meâlini sunduğumuz âyette de
belirttiği gibi bu yolculukta Hz. Peygamber’e âyetlerinden çok şeyler gösterdi. Cennetinden, cehenneminden, ve sevgilisine göstermek istediklerinden bir
çok şey gösterdi. Hz. Peygamber, bu gecede Rabbi’ne
saygı ve tahiyyâtını sundu; Yüce Allah da elçisine
selâm, rahmet ve bereketlerle karşılık verdi. Aslında
bu gece de ‘Kadir’ gecesi gibi selâm ve selâmet gecesidir.
Hz. Peygamber efendimiz, bu yolculuk esnasında ‘sidretü’l-müntehâ’da refref denilen vâsıtaya
binip Cebrâil’den ayrılırken, Cebrâil arkadan şöyle
seslendi: “Ey Muhammed! Allah, seni övüyor;
dinle ve itaat et, O’nun kelâmı seni korkutmasın!” Bunun üzerine Hz. Peygamber senâ ve övgü ile
söze başlayarak şöyle dedi: “et-Tahiyyâtü lillâhi
ve’s-salevâtü ve’t-tayyibât = Söz, beden ve mal
ile yapılan bütün ibâdetler Allah’a âittir.”
Bunun üzerine Yüce Allah da şöyle buyurdu:
“es-Selâmü aleyke eyyühe’n-Nebiyyü ve rahmetüllâhi
ve berakâtühü = Selâm sana, ey Peygamber! Üstelik,
Allâh’ın rahmeti ve bereketi de senin üzerine olsun!”
Hz. Peygamber, Yüce Allâh’ın bu selâmını daha
da genişleterek şöyle dedi: “es-Selâmü aleynâ ve
alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn = Selâm, bize ve Allah’ın
sâlih kullarına olsun!” Yüce Allah ile Hz. Peygamber arasındaki bu konuşmayı dinleyen Hz. Cebrâil de
konuşmaya şöyle katıldı: “Eşhedü ellâ ilâhe illallah
ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû = Şâhidlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh
yoktur. Ve yine şâhidlik ederim ki, Muhammed
O’nun kulu ve elçisidir.” Bütün melekler de Hz.
Cebrâil’e uyarak şehâdet getirdiler. (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûhu’lbeyân, Erkam yayınları, XI, 47-48.)
Saygıdeğer okuyucularım! es-Selâm, Yüce Allah’ın ‘el-esmâü’l-hüsnâ’sından yani doksan dokuz
güzel isminden biridir. Yüce Allah, bu ismin kendisine
âit olduğunu Kur’ân-ı Kerîm’de bildirmekte ve şöyle
buyurmaktadır: “O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, el-Melik,
el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin,
el-Azîz, el-Cebbâr ve el-Mütekebbir’dir. Allah,
müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (el-Haşr,59/23)
Saygıdeğer okuyucularım! Dînimiz İslâm dîni,
selâm dînidir. İslâm medeniyeti de selâm medeniyetidir. Bize düşen, Hz. Peygamber efendimiz gibi selâmı
bütün dünyaya yaymaktır. Selâm, yağmurdur, rahmettir, berekettir. Gökyüzünden yeryüzüne inen ilâhî
bir lütuftur. Yüce Allah’ın peygamberimize verdiği selâmı, peygamberimiz de Allah’ın sâlih kullarına yani
bizlere vermiştir. Bu da gösteriyor ki, bizim peygamberimiz, Yüce Allah’tan kendisine gelen her türlü
nîmet, selâm, rahmet, bereket ve buna benzer bütün
güzellikleri ümmetine dağıtan bir peygamberdir. Bizim
de her konuda olduğu gibi bu konuda da kendisi gibi
olmamızı istemekte ve yeryüzünde selâmı yaygınlaştırmamızı emir buyurmaktadır. Öyle ise biz de O’nun
emrini yerine getirelim ve selâmı yaygınlaştıralım. Karşılaştığımızda ve ayrıldığımızda birbirimize selâm verelim. Gökyüzünden yeryüzüne inen selâmı, Yüce
Allâh’ın kullarından esirgemeyelim.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berakâtühû
Ocak 2011
5
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Selam Ve
Barış Dini
İslam
Dr. Ramazan ŞAHAN
llah (c.c.) Hz. Âdemi yarattığında ona: “Git şu
meleklere selam ver ve senin selamına
nasıl karşılık vereceklerini de güzelce
dinle, çünkü senin ve neslinin selamı bu şekilde
olacaktır.” buyurmuştur.
A
Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere:
“es-Selâmü aleyküm” diyerek onları selamlamış.
“Size selâm verildiği zaman siz
de ondan daha güzeliyle selâm
verin yahut verilen selâma aynıyla
karşılık verin…”
Melekler de:
“es-Selamü aleyke ve rahmetüllah” şeklinde Hz. Âdem’e karşılık vermişlerdir.
Selam, Allah’ın sıfatlarından biridir. Çünkü Yüce
Allah kullarını âfet ve belâlardan kurtarır. Zulmetmeyenleri zulme karşı korur, güven arayanları güvene kavuşturur.
Selam, barış ve esenlik yurdu (Dâru’s-Selâm)
anlamına gelen cennetin isimlerinden biridir.
Selam esenlik, barış, güven ve korktuğundan
emin olmaktır. Bir kimseye “Selâmün aleyküm” di-
6
yerek selam verdiğimizde yukarıda belirtilen manalarda dua etmiş oluyoruz. Bu nedenle Müslümanlar
birbirleriyle karşılaştıklarında “selâmün aleyküm”
diyerek birbirlerine dua eder ve güzel dilek ve temennilerde bulunurlar.
“Selâmün aleyküm”, en etkili iletişim ve en
güzel dualaşmadır. Selam yerine kullanılan “merhaba, iyi günler, günaydın, iyi geceler” gibi ifadeler selamın içerdiği manaları ifade etmez.
Dolayısıyla “selâmün aleyküm”, dini manalar içeren özel bir kavramdır. Ayrıca bu özel ifade Müslümanlar arasında değişmez bir paroladır.
İnsanlar arasında sevgi ve dostluk bağlarını güçlendiren en güzel davranışlardan biri de insanların birbirleriyle selamlaşmasıdır. Bu hem dinimiz açısından
hem de medeni bir insan olma açısından önemlidir.
Çünkü ilk selam veren kimse karşısındakine sağlık,
esenlik, güven, barış içinde ve korktuğundan emin ol
diye dua eder. Selâmı alan kişi de aynı veya daha
güzel bir şekilde karşılık verir. Böylece kişiler arasındaki karşılıklı dualaşma, sıcak bir iletişim, güven veren
bir yakınlaşmaya dönüşür. Dolayısıyla selâmlaşan insanlar daha rahat iletişim kurar ve kaynaşırlar.
Uzun süre Peygamberimizin yanında kalan
Enes’in anlattığına göre, Peygamberimiz ona şu tavsiyede bulunmuştur: “Yavrucuğum, ailenin huzuruna girdiğin zaman selâm ver ki, selâmın hem
senin üzerine hem de aile halkına bereket
olsun.” Yine Enes “Ben çocuklarla beraber (oynarken) Resulullah (s.a.v.) bize rastladı ve
selâm verdi…” diyor.
Hz. Enesin verdiği bilgilere bakıldığında Peygamberimizin çocuklara selâm vermesini teşvik ettiği
ve kendisinin de çocuklara selâm vererek örnek olduğu görülür. Dolayısıyla bu güzel davranışın çocuklara küçük yaştan itibaren kazandırılmasına işaret
eder. O halde bizler de Peygamberimizin yaptığı gibi
küçük çocuklara selam vermeliyiz ki onlar da selamlaşmaya alışsınlar.
Yüce Allah müminlerin selâmlaşmasını ister.
Kur’an’ı Kerimde bu durum şöyle açıklanır: “Size
selâm verildiği zaman siz de ondan daha güzeliyle selâm verin yahut verilen selâma aynıyla
karşılık verin…” Bu nedenle bir Müslüman diğer
bir Müslüman’a “selâmün aleyküm” diye selâm verdiğinde karşısındaki ise “Ve aleyküm selâm” diyerek
aynıyla selamı alır. Eğer daha güzel bir şekilde karşılık
vermek isterse “Ve aleyküm selâm ve rahmetüllâhi ve berakâtühü” diye cevap verir. Peygamberi-
Ocak 2011
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Ey
iman
edenler!
Kendi
evlerinizden başka evlere geldiğinizi
fark ettirip (izin alıp) ev halkına selâm
vermeden girmeyin. Bu sizin için daha
iyidir, herhalde (bunu) düşünüp
anlarsınız.”
Nûr sûresi, 27. âyet.
“…Evlere girdiğiniz vakit, Allah
tarafından mübarek ve pek güzel bir
yaşama
dileği
olarak
kendinize
(birbirinize) selam verin. İşte Allah,
düşünüp anlayasınız diye size ayetlerini
böyle açıklar.”
Nur süresi, 61.âyet.
mizin belirttiğine göre, küçük olan büyüğe, bir binek
üzerinde olan yaya olana, yürüyen oturana, az olan
çok olana selam verir.
Peygamberimiz, Müslümanlar arasında bir sevgi
köprüsü olarak selamlaşmayı yaygınlaştırmamızı tavsiye eder ve önemini şu hadisiyle açıklar: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi
sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi size
söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!”
Sevgili Peygamberimiz, iman ile sevgi arasındaki
bağı çarpıcı bir biçimde dile getirir. Şöyle ki, önce
imansız cennete girilemeyeceğini belirterek kesin bir
gerçeği ortaya koyar. Sonra da cennete girebilmenin
vazgeçilmez şartının müminlerin birbirlerini sevmeleri
olduğunu belirtir. Yani iman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez bir şartı ise birbirimizi sevmek de
olgun bir imana sahip olabilmenin şartıdır. Bütün bunların gerçekleşebilmesi ise selamlaşmaya bağlıdır.
Selamlaşarak sevgi bağıyla kuracağımız köprüler insanlarla aramızda sağlam bir iletişim, sarsılmaz
bir kardeşlik, parçalanamaz bir birliktelik oluşturabiliriz. Aramızda aşılmaz gibi görünen önyargıları, sınırları, duvarları ve engelleri aşabiliriz. Böylece selamı,
birlik, beraberlik, sevgi, kardeşlik ve barışın biricik parolası haline getiririz.
.............................................................
1)Buhâri, Enbiyâ, 1. 2)Diyanet İşleri Başkanlığı, Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 586. 3)Tirmizi, İsti’zan, 10. 4)İbrahim Canan, Kütüb-i Site Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, C 10, s.
174. 5)Nisa suresi, 86. ayet. 6)Buhari, İsti’zan, 5-6. 7)Müslim, Îman 93; Tirmizî, Et'ime
45; İbni Mâce, Mukaddime 9.
7
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Selam,
Hidayet’e
Tabi
Olanlardır
Ersan BİLGİN
(Bizans Kral’ı Hirakl’ın, Ebu Süfyan’a Peygamberimiz (sas) hakkında sorduğu hidayete
götüren sorular ve cevapları)
“Gözünü aç da Allâh'ın Kelâmına
baştan başa bir bak! Âyet âyet bütün
Kur'ân edep tâliminden ibârettir!
İbn-i Abbas (r.a.) anlatıyor: Mekkeli Müşriklerin
ileri gelenlerinden Ebu Süfyan Şam diyarında ticaret
yaparken Bizans Kralı Hirakl, haber gönderip Ebu
Süfyan ve yanındaki topluluğu çağırmıştı. Hirakl ve
rumların ileri gelenlerinin huzuruna kabul edilen Ebu
Süfyan ve yanındaki topluluğa, Bizans Kral’ı Hirakl
sordu:
"Kendisinin Peygamber olduğunu söyleyen
bu adama akrabalık yönünden hanginiz daha
yakındır?"
Ebu Süfyan: ‘Akrabalık yönünden en yakını benim.’
dedim." dedi. Bunun üzerine tercümanına:
"Onun arkadaşlarına söyle ben, şu kimse
(Hz. Muhammed) hakkında buna soru soracağım. Eğer yalan söylerse onun yalan söylediğini
bildirsinler." dedi.
8
Ebu Süfyan şöyle devam eder: Vallahi, arkadaşlarımın benim yalanımı anlatmalarından çekinmem olmasaydı, onun hakkında yalan söylerdim.
Sonra bana Peygamber hakkında sorduğu ilk soru:
"Sizin aranızda onun soyu nasıldır?" olmuştur.
Ben: "O, içimizde soylu birisidir." dedim.
Hirakl: "Ondan önce sizden birisi onun söylediği bu şeyleri söylemiş miydi?" dedi. "Hayır"
dedim.
"Atalarından kral olan var mıdır?" dedi.
"Hayır" dedim.
"Halkın ileri gelenleri mi kendisine tabi
oluyor? Yoksa zayıf kimseler mi tabi oluyor?"
dedi. "Zayıf kimseler" dedim.
"Çoğalıyorlar mi yoksa azalıyorlar mı?"
dedi. "Hayır, çoğalıyorlar." dedim.
"Onlardan, dinine girdikten sonra memnun olmadığından dinden dönen biri var
mıdır?" dedi. "Hayır" dedim.
"Söylediği şeyleri söylemezden önce yalan
töhmetinde bulunuyor muydunuz?" dedi. "Hayır"
dedim.
"Sözünden döner mi?" dedi. "Hayır. Ancak
biz bir süredir ondan ayrıyız. Şu anda ne yaptığını bilmiyoruz." dedim. -Ebu Sufyan: "Bu sözden
başka içerisine bir şeyler katabileceğim başka
bir söz imkanım olmadı." dedi ve şöyle devam etti:
"Onunla savaştınız mı?", "Evet" dedim.
"Onunla savaşınız nasıl olmuştu?" dedi.
"Onunla aramızdaki savaş değişiyor, bir bize
meylediyor bir ona meylediyor." dedim.
"(O Peygamber sav.) Size ne emrediyor?"
dedi. ''Tek olan Allah'a kul olun, Ona hiçbir şeyi
ortak koşmayın, atalarınızın söylediklerini bırakın" diyor ve bize namaz kılmayı, dürüst ve namuslu olmayı, akraba ile ilişkiyi sürdürmeyi emrediyor
dedim.
Hirakl tercümanına: Ona söyle de: Sana onun
soyundan sordum, kendisinin içinizde soylu birisi olduğunu söyledin. Zaten Peygamberler böyle olur, kavmin soylu olanlarından peygamber gönderilir.
Ocak 2011
Sana, sizden birisi onun söylediği şeyleri söylemiş midir, diye sordum, hayır dedin. O halde diyorum
ki: Eğer kendisinden önce bu sözü söyleyen bir kimse
olsaydı, kendisinden önce söylenmiş bir sözün peşine
takılmıştır derdim.
Sana, atalarından kral olan var mıdır? diye sordum, hayır dedin. O halde ben de diyorum ki, “eğer
atalarından kral olan birisi olsaydı, atalarının
kraliyetini arzu eden bir kimsedir" derdim.
Sana, "Söylediği bu şeyleri söylemezden
önce yalan töhmetinde bulunuyor muydunuz?"diye sordum:
"Hayır" dedin. Bundan anlıyorum ki, “insanlara yalan söylemeyen, Allah'a karşı hiç yalan
söylemez.”
Sana: "Halkın ileri gelenleri mi kendisine
tabi oluyor? Yoksa zayıf kimseler mi tabi oluyor?" diye sordum. Zayıf kimselerin kendisine tabi olduğunu söyledin. Aslında peygamberlere (ilk
önce)uyanlar da onlardır.
Sana: "Çoğalıyorlar mi azalıyorlar mi?" diye
sordum, kendilerinin çoğaldıklarını söyledin. Zaten
iman işi böyledir. Tamamlanana değin artar.
Sana: "Onlardan, dinine girdikten sonra
memnun olmadığı için dinden dönen biri var
midir?" diye sordum, hayır dedin. Zaten iman da
budur, iman nuru kalbe girdiğinde böyle olur.
9
Sana: "Sözünden döner mi?"diye sordum.
Hayır dedin. Peygamberlerde sözlerinden dönmezler.
ğın işin karşılığını sana iki kat verir. Eğer kabul
etmez, yüz çevirirsen çiftçi ve ziraatçi olan halkının
günahı da sana olur.
Sana: "Size neyi emrediyor?" diye sordum,
Size putlara kulluğu yasakladığını, tek olan Allah'a
kul olmayı ve Ona ortak koşmamayı emrettiğini ve
yine, namaz kılmayı, dürüst ve namuslu olmayı emrettiğini söyledin.
«Ey Kitap ehli! Aramızda ortak olan söze
gelin. Allah'a kul olalım, Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Birbirimizi, Allah'ın dışında bir takım rabler edinmeyelim. Eğer yüz çevirirlerse: "şahit olun
ki bizler Allah'a teslim olanlarız "deyiniz.» (Ali İmran: 64) Sonra Ebu Süfyan şöyle devam eder:
Hirakl, söyleyeceğini söyleyip mektubu bitirdiğinde
yanında sesler yükseldi, gürültüler çoğaldı, bizde
oradan çıkarıldık. Oradan çıkarılırken arkadaşlarıma: "Ebu Kebşe'nin (Ebu Kebşe, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in dedelerinden birisinin
ismidir) oğlunun etkisi önem kazandı, ondan
Rumların kralı bile korkuyor olmalı." dedim.
Onun galip geleceği kanaatini hep taşıdım, sonunda Allah Teala, İslam'ı gönlüme koydu. (Buhari)
“Eğer senin söylediklerin doğru ise yakında bu kimse (Hz. Muhammed sas) şu iki
ayağımın bastığı yerlere sahip olacaktır. Aslında ben onun zuhur ettiğini biliyordum ama
sizden olacağını tahmin edemiyordum. Eğer
ona ulaşacağımı bilsem, tehlikeye rağmen,
kendisiyle karşılaşma zahmetine katlanırım,
şayet yanında olsaydım ayaklarını bile yıkardım." dedi. Sonra da, Rasulüllah (s.a.v.)'in Dihye
(r.a.) ile Bizans 'in Busra emirine gönderdiği mektubunu istedi. Mektubu getiren, onu Hirakl'a verdi,
o da mektubu okudu.
Mektup şöyleydi:
“Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Allah'ın Rasulü Muhammed'den Rumların büyüğü
Hirakl'e. Selam, hidayete uyan kimseleredir.
Bundan sonra, ben seni İslam çağrısına davet
ediyorum. Müslüman ol ki kurtulasın. Allah, yaptı-
SELAMLAŞMA ADABI
“Es’selamü aleyküm”
-Selam; sevgi, saygı ve sıcaklığın ifadesidir.
Selam verdiğimizde ve aldığımızda “selam, barış,
huzur, saadet ve esenlik seninle olsun” demiş oluyoruz. Selam, güzel ve özlü bir duadır. - Selam, karşılıklı olarak “biz kardeşiz, bana güvenebilirsin”
demektir, aynı zamanda.
SELAM’I YAYINIZ
Ebû Hüreyre, Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini nakletmiştir: "Müslümanın müslüman üzerin-
lam’ın hangi özelliği daha hayırlıdır?” diye
sordu. Rasulullah aleyhisselam:
deki hakkı altı’dır:
“Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın
*Ona rastladığın zaman kendisine selâm ver,
herkese selam vermendir” buyurdu.
(Buhari)
*Seni yemeğe davet ederse icâbet et.
“İMAN ETMEDİKÇE CENNET’E GİRE-
*Senden öğüt isterse öğüt ver.
*Aksırır da Allah'a hamd ederse "yerhamü-
MEZSİNİZ, BİRBİRİNİZİ SEVMEDİKÇE DE
kellah" (Allah sana merhamet etsin) de.
İMAN ETMİŞ OLMAZSINIZ. YAPTIĞINIZ
*Hastalanırsa kendisini ziyaret et.
ZAMAN BİRBİRİNİZİ SEVECEĞİNİZ BİR
*Ölürse cenazesinde hazır bulun."
2; Müslim, Selâm, 4-6)
(Buhârî, Cenâiz,
.
İŞİ SİZE HABER VEREYİM Mİ; ARANIZDA
SELAM’I (ESSELAMÜ ALEYKÜM…) YAYINIZ.” (Müslim)
Abdullah b. Amr b. As (ra) anlatıyor:
Bir adam, Sevgili Peygamberimiz’e (sav) “İs-
10
Güzel İsimleri’nden biri de “Selam” olan
Allah Teala şöyle buyuruyor:
Ocak 2011
- Kültürümüzde “günaydın, tünaydın, iyi
sabahlar, iyi akşamlar” gibi güneşin hareketlerine bağlı selamlaşma kelimeleri yerine ırkı, dili ve
kültürü ne olursa olsun adeta tüm Müslümanlar için
ortak bir parola olan “esselamü aleyküm” ifadesi
daha çok rağbet görmektedir. Çünkü bu selam, bize
Dinimizin sunduğu bir mutluluk reçetesi ve hayat
iksiridir. Selam, silm (İslam, barış) düzeninin sembolleşmiş halidir.
-Selamı yaygınlaştırmaya gayret edelim.. Tanımadıklarımıza da selam verelim.
-Selam verene daha fazlası ile karşılık verelim
(ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve beraketühü
gibi.) (Önemli bir not: Arapça dil kuralları açısından
erbabınca malumdur ki kelimenin başına elif ve lam
gelirse tenvin düşer dolayısıyla “es’selamün aleyküm” ifadesi yanlış bir kullanımdır, doğrusu selamlaşmaya ; “es’selamü aleyküm” veya “selamün
aleyküm” diye başlamaktır. Kısaca bunu da hatırlatalım istedik, sevgili okurlarımız.)
- Selamdan önce söze başlamayalım.
-Selam verirken sesimizi iyi ayarlayalım.. Ses
tonumuzla sevgi ve saygımızı ifade edelim.
- Kapıyı çalarken direk kapıya bakmayıp yüzümüzü sağa veya sola çevirelim.
-Küçükler büyüklere, yürüyen oturana, az
olan kişiler çok olanlara, dışardan gelen içerdekilere önce selam verir. Buna dikkat edelim.
-Önemli bir mazeret sebebiyle şayet bir toplantı, ders, sohbet vs. başladıktan sonra biz oraya
ulaşmışsak selam vermeden uygun yere sessizce
oturalım.
-Namaz kılana, yemek yiyene, Kur’an okuyana selam vermeyelim.
-Selamdan sonra büyüklerin ellerini öpelim,
hürmet edelim.
-Hala, teyze, abla gibi öz akraba haricindeki
nikah düşen hanımlarla tokalaşmayalım.
- Tokalaşma esnasında nazik ve ciddi olalım.
- Muhatabımızın gözünün içine samimiyetle
bakalım.
-Selamdan sonra “merhaba”, “hoş geldin” diyelim.
- Tokalaşma esnasında mümkünse salavat okuyalım. Mevlana hazretlerinin şu sözüyle yazımızı sonlandıralım; “Gözünü aç da Allâh'ın Kelâmına baştan
başa bir bak! Âyet âyet bütün Kur'ân edep tâliminden ibârettir!” Edep ya Hu. Vesselam.
“Bir selam ile selamlandığınız zaman
- Hemen kısa da olsa bir dua edelim, çünkü
siz de ondan daha güzeli ile selamlayın;
sevinince dualar kabul oluyor, biiznillah.
yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah,
her şeyin hesabını hakkıyla yapandır.” (Nisa,86)
- Kardeşimizle samimi bir şekilde ilgilenelim..
- “Bir kimsenin diğer Müslüman kardeşine
Bir Kardeşimizi Karşılarken veya Bir Kardeşimizle Karşılaşınca;
- Selamını güzelce alalım veya selam (esselamü aleyküm) verelim.
sevgiyle, hayırla ve şefkatle bakması şu mescitte
bir sene itikaf etmesinden hayırlıdır.” buyuruyor.
Sevgili Peygamberimiz (sav). O halde birbirimize
ziyarete gidelim, güleryüz gösterelim, selamlaşa-
- Musafaha edelim.
lım, kardeş olalım, dualaşalım, dertleşelim, birlikte
- Mütebessim (Güleryüzlü) ve Samimi olalım.
İslam davası için koşalım, yardımlaşalım.
- “Hoş geldiniz, Sefalar getirdiniz, Bizi ne
“Cemaatle namaz kılmak, gece ibadet
kadar mutlu ettiniz, Sizi çok özlemiştik, Bizi ka-
etmek ve sadık dostlarla bir araya gelmek ol-
vuşturan Rabbimiz’e hamd olsun, Sizi görmek ne
masa, bu dünyada yaşamaktan zevk almaz-
güzel …” gibi samimi iltifatlarda bulunalım.
dık." buyurur, hakikat ehli.
Ocak 2011
11
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Bir İbadet
Biçimi
Olarak
Selam
Nihat MORGÜL
[email protected]
“Bir selam ile selamlandığınız zaman
siz de ondan daha güzeli ile selamlayın
yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz
Allah, her şeyin hesabını arayandır.”
Es selâmu aleykum
Selamlaşma, insan insana ilişkinin en erken, en
sade ve en kestirme yoludur. İnsanların gönlüne girmenin ilk basamağıdır. Hiç kimse kendisine selam vermeyeni hoş karşılamaz. Diğer yandan fikirleri
uyuşmasa da karşılaştığında kendisiyle selamlaşan insanlara karşı da bir minnet duyar. Gerçekten selam,
medeni ilişkilerin göstergelerinden biridir. Selam
almak veya vermek biraz da, ben seni fark ettim ve
seninle diyaloga açığım, mesajını içinde barındırır.
Belki de bu yüzden insanların hoşuna gider selamlaşmak.
Giderek yalnızlaşan, kendi kabuğuna çekilen
modern zamanın insanı, en çok insansızlıktan, yalnızlıktan, ilgisizlikten şikâyet eder oldu. İşte selam, insanın bu yalnızlık, ilgisizlik derdinin en iyi ilaçlarından
biridir. Yaşlıların, terk edilmişlerin, kimsesizlerin kendilerine verilen selamdan çok memnun olmalarının altında yatan psikolojik gerçek biraz da bu olsa gerekir.
Tüm toplumların kendine ait, kendine has, inançla-
12
rını, gelenek ve göreneklerini, kültür seviyelerini gösteren selamlaşma şekilleri vardır.
İslam selamlaşmayı sadece bir örf ve gelenek
olarak görmemiş onu daha ileri taşıyarak ibadete dönüştürmüştür. İslam’da selam, evrensel bir boyut kazanmıştır. İşte başlıktaki söz dizisi İslam’ın bu evrensel
selamıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin bir
Müslüman ile buluşmak, görüşmek, tanışmak isterseniz yapmanız gereken sadece İslam’ın evrensel mesajı
ile diyalog kurmaktır. Yabancı bir toplumda selam
verdiğinizde dili, rengi, ırkı, örfleri size yabancı insanlarla aranızda hemen bir sevgi ve ilgi bağı oluşur. Yabancı memleketteki dindaşlarınızın sevgiyle size
baktıklarını, sizi muhabbetle kucakladıklarını görürsünüz.
Evet, İslam’da selam, namaz gibi, oruç gibi bir
ibadet biçimidir aynı zamanda. En başta Es Selam,
Allah’ın 99 isminden biridir. O Allah, selamet verendir,
selamet’in kaynağıdır. Zikreden derviş onunla rabbini
selamlar. Allah da Cennet ehlini bu lafızlarla selamlayacaktır.1 Sadece Allah Teâlâ’ya değil Allah resulüne
de binlerce yıl sonrasından selam göndermek yani salavât, Allah’ın emri, peygamberimizin tavsiyesi olan
bir ibadettir.2 Müslümanlar bu gün ve binlerce yıldır
her daim salavâtlarla peygamberlerini bu inançla selamlarlar. Bu aynı zamanda Hz. Peygamberimizin
Müslümanlar nezdinde kendi âleminde yaşadığına
inanmak ve salavâtlar yoluyla onunla irtibat kurma-
larıdır. Bu, batılı bir insanın anlayamayacağı bir şeydir.
Selam, Peygamberimizden bize gelen bir sünnettir ve
Müslümanların bir birlerine karşı olan hak ve sorumluluklarındandır. Peygamberimiz bir hadisinde şöyle
buyurur: "Müslüman’ın, müslüman üstündeki
hakkı beştir: "Selamını almak, hasta ziyaretine
gitmek, cenazesine katılmak, davetine icabet
etmek, hapşırınca yerhamükallah demek."3
Daha ötesi, Es Selam olan Allah’ın evrensel dininin adı İslam’dır ki o da selam, yani barış, selamet
kökünden gelen bir kelimedir. İslam, hem fert hem
toplum hayatında selam’ı ve selamet’i önceleyen içtimai ve hukuki bir yapıya sahiptir. Bu yüzden İslam’ın
hâkim olduğu asırlar, toplumda farklı kesimden insanların huzur ve selamet içinde yaşadıkları zamanlar
olmuştur ki hala dünya böyle bir toplumsal uzlaşma
zeminini bulmaya çalışmaktadır.
İslam, her ibadette olduğu gibi bu önemli ibadet için de bazı düzenlemeler, tavsiyeler ve emirler getirmiştir.
Selamlaşmanın bizzat kendisi ihmal edilmemesi
gereken, unutulmaması ve unutturulmaması gereken
bir ibadettir. Nitekim peygamberimiz bizzat bunu emretmekte bir sorumluluk olarak onu Müslüman’ın
omuzlarına yüklemektedir.
"Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe
cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe
iman etmiş olmazsınız! Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz şeyi haber vereyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırın!"4
Görülüyor ki müslüman selam’a bir gelenek olarak bakamaz ve selam’ın yerini başka bir şey tutamaz.
Bu açıdan selam Müslümanların asla bigâne kalamayacakları bir konudur.
Özellikle günümüzde popüler kültür sebebiyle
selam unutulmaya/unutturulmaya yüz tutmuştur. Muhafazakâr çevre insanı ve onların aile çevresi bile Allah
selamı yerine merhaba, günaydın, selam, ayrılırken
kendine iyi bak, görüşürüz, bay bay gibi ifadeleri giderek artan bir dozda tercih ettikini görmekteyiz. Allah’ın selamından sonra bu ifadelerin kullanılmasında
elbet bir mahzur yoktur ve belki olmalıdır. Fakat bunlar, es selamu aleyküm, gibi hem dinimizin emri hem
de milletimize mal olmuş bir ifadenin yerine ve ona
bedel olarak geçmemelidir. Bu yozlaşmanın etkisini
Ocak 2011
13
azaltmak için selamı yaşadığımız işyerinde, arkadaş
ortamında, telefonlarımızda, maillerimizde, her ortamda daha bir kuvvetle gündeme getirmek, hatırlatmak birinci görevimiz olmalıdır. Selamlaşmaya kendi
hanelerimizde çoluk çocuğumuzla başlamak ve bunu
sürdürmek en öncelikli vazifemizdir.
Nitekim bir hadis-i şerifte bu husus özellikle Hz.
Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmektedir. Hz.
Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aley-
hissalâtu vesselâm bana buyurdular ki: "Ey
oğulcuğum, ailene girdiğin zaman selam ver ki,
selamın, hem senin üzerine hem de aile halkına
bereket olsun!"5
Selamlaştığımızda o selama en güzel şekilde karşılık vermek bizzat Allah Teâlâ’nın emridir. “Bir selam
ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha
güzeli ile selamlayın yahut aynı ile karşılık
verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” 6
Ayette emredilen güzel karşılık hem kelimeleri
hem de o kelimeleri söylerken ki halimizi kapsar. Yani
hem selama mukabele ettiğimiz sözlerimiz verilen selamdan daha fazla ve daha güzel olmalı hem de o
sözü söylerken ki halimiz, çehremiz, sevimliliğimiz karşımızdakinden daha fazla veya en az onun kadar olmalıdır. Kısaca selam adabında güzel kelimeleri güzel
bir şekilde kullanmamız öğütlenmektedir.
Bir topluluğun yanına girildiğinde selam vermek
adaptan olduğu gibi ayrılırken de selam verip ayrılmak hem meclistekilere saygının gereği hem de peygamberimizin tavsiyesidir.
Karşılaşan iki kimseden küçük olanın büyük
olana, az olanın çok olana, yürüyenin oturana, vasıtada olanın yaya olana selam vermesi Rasûlullah aleyhisselam’ın tespit ettiği selam adabındandır. Kadınlara
ve çocuklara da selam verilebileceği gibi mektupla da
selam vermek yahut selama mukabelede bulunmak
yine Rasûlullah’ın sünneti olarak uymak icap eden
adaptandır.7
Bir kimseye selam verdikten sonra hal hatır
etmek, örf ve adete göre diğer selamlama cümleleri
kullanmak ve güler yüz göstermek önemli sünnetlerdendir.8
Temennimiz namaz gönüllülerinin namazı gündeme taşıdıkları gibi bir selam gönüllüleri oluşup dinimizin emri olan selamı yaygınlaştırma etkinlikleri
yapmalarıdır. Burhan dergisinin bu sayısı bunun ilk
adımı olabilir.
Ves’selam
Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi hepimizin
üzerine olsun.
...................................................
1)Furkan Suresi,75. 2)Ahzab Suresi,56. 3)Buhari, Cenaiz, 2. 4)Müslim, İman, 93. 5)Tirmizi, İsti'zan, 10. 6)Nisa Suresi,86. 7)Asr-ı Saadet’te İslam, Ensar Neşriyat, c.4,s.240
8)Age, c.4, s.241
14
Ocak 2011
Berâ b. Âzib (r.a) şöyle dedi: Resûlullah (s.a.v) bize
yedi şeyi işlememizi emretti;
“Hastayı ziyaret etmeyi, cenaze arkasından gitmeyi,
aksırana dua etmeyi, davet edene icabet etmeyi, selâmı çok
söyleyip yaymayı, zulme uğrayana yardım etmeyi, yemin
edenin yeminini yerine getirmesine yardımcı olmayı.” emretti.
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Selam Olsun O
Kutlu Elçiye Ve
Arkadaşlarına
Kamil ABDULLAHOĞLU
nsan sürekli sınırları zorlamaya kalkışan cahil cesur
bir yapıya sahiptir. Cesareti cehaletinden kaynaklandığını düşünmek yanlış olmasa gerek. Okadar
cesaretli ki, kendi cirminin farkında olmadan yaratanına karşı kafa tutabilecek cesareti kendisinde bulabilecek kadar cahilleşebiliyor. İnsanın cehaleti hiç
bitmez. Okudukça da cehaletinin ne kadar derin olduğunun farkına varır. Anacak her okuyan değil. Zira
vahiden nasıpsız okuyanların, mükemmel olarak dizayn edilmiş evrenin ve o evren içerisinde küçültülmüş bir kâinat olan insanın kendiliğinden
oluşabileceğine inandıklarını ve bunu gerçekmiş gibi
savunduklarını görebilmekteyiz. Gözü kapalı okumak
insana herhangi bir yarar sağlamamaktadır.
İ
“Ashabımdan hiç birine sövmeyin.
Çünkü sizden biriniz uhud dağı ağırlığında altın Allah yolunda infak etse onlardan birinin hatta yarısının derecesine
ulaşamaz.”
Vahyi okuyan herkeste hakikatleri anlayabilir iddiasında bulunmakta yanlıştır. Allah azze ve Celle: “
Allah da onu bir ilm üzerine şaşırtmış…”1 ayetiyle, “Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel
etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan
merkebin durumu gibidir.”2 Ayeti vahyi okuyan
herkesin hidayet üzerinde olmadığını ortaya koymak-
16
tadır. “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve
doğrularla beraber olun.”3 Ayetinde Rabbimiz sadıklarla beraber olmamızı emrediyor. Bu sadıklar kimler! Bunlar Allah Resulü, onun arkadaşları.4) Ve
onların yolunda yürüyenlerdir.
Allah ve Resulü yolunda can ve mallarını feda
eden o kutlu insanlara dil uzatan bedbahtların tarihten
günümüze uzanan kirli dilleri maalesef halen birileri
tarafından sürdürülmektedir. Kuran, müslümanım
diyen herkese şu şekilde Rabbisine yakarmasını öğütlüyor: Bunların arkasından gelenler şöyle derler:
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş
imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde,
iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”5) Bırakın sahabeye düşmanlığı, herhangi
bir mümine bile böyle tavır dinen caiz değildir.
Sahabenin üstünlüğü Kur’an ve sünnetle tescillenmiştir. Allah Azze ve Celle Hz. Musa ve Hz. İsa’ya
indirdiği kitaplarında son Peygamber (s.a.v.) ve O’nun
ashabının bir kısım özelliklerinden bahsederek gelmeden asırlar önce onları tanıtmıştır. O özellikler Kur’an
da şöyle yerini bulmuştur: “Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere
karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.
Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların
Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da
Ocak 2011
şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe
onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları
çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara
mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”6
Kur’an bizlere sahabenin yolunda yürümemizi
emreder. Zira sahabe Allah Resulü (s.a.v.)in yolunu
adım adım takip eden, O’nu örnek alan ve kendileri
de örnek alınmayı hak eden bir topluluk olmuştur. Bir
ayet bunu şöyle dile getirir: “(İslâm dinine girme
hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar
ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte
Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan
razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler
hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”7 Hz.
Ebu Bekir ilk Müslüman ve ilk muhacirlerden değilmi?
Sahabeyi kategorize edenlerin Hz. Ebu Bekir hakkında ki hasta bakış açısını burada nakledelim “Peygamber (s.a.v.) hicretin ilk gecesini Ebu Bekir
ile Mekke’nin güneyine düşen sevr mağarasında
geçirdi. Burası kesindir. Fakat nasıl oldu da
Peygamber, Ebu Bekir ile o mağaraya gitti. Bu
husus tarihte tamamen gizli kalmıştır. Kimilerine göre bu birliktelik tesadüfen olmuştur;
Peygamber onu yolda görmüş ve kendisiyle beraber götürmüştür… Kimileri de: Ebu Bekir
Peygamberi arıyordu, Ali (a.s.) ona Peygambe-
17
rin saklandığı yeri bildirdi. Nasıl olursa olsun,
siyer yazarlarının birçoğu, bu birlikteliği halifenin iftiharlarından bilmiş, onu halifenin faziletlerinden biri olarak ballandıra ballandıra
anlatmışlardır.”8 Şimdi bu zata ne demeli! Hangi
siyer kitabı ya da hadis kaynağı bu olayın belirsiz olduğunu yazmış. Böyle bir olay olsa olsa sahabe düşmanlığı yapan bu yazar ve aynı zihniyetin peşinde
koşanların uydurdukları düzmecelerin toplandığı müsveddelerdedir. Bu zavallılar hicretten bahseden:
“Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz
(bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir:
Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu
Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı;
hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme,
çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun
üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile
destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.”9 Bu ayeti görmezlermi?
Bu cümlelerin yazarı nasıl olursa olsun Hz. Ebu Bekir
(r.a)ın hicret esnasında Hz. Peygamber (s.a.v.)le birlikte olduğunu istemese de kabul ediyor. Peki, ayette
bahsedilen ikinci şahıs kim? Bu Ebu Bekir ise, ona
şeref olarak bu yetmez mi?
Hz. Osman Habeşistana, oradan da Medine’ye
hicret eden ve ayrıca Efendimiz (s.a.v.)in iki kızıyla evlenerek “zinnureyn” (iki nur sahibi) unvanını Efendimiz tarafından alan bir yüce sahabe değilmiydi?
Peki, bu yüce sahabelere ve daha nicelerine fütursuzca
laf sokuşturanlara ne demeli? Bunlara en güzel cevabı
Allah Resulü (s.a.v.)den dinleyelim: “Ashabımdan
hiç birine sövmeyin. Çünkü sizden biriniz uhud
dağı ağırlığında altın Allah yolunda infak etse
onlardan birinin hatta yarısının derecesine ulaşamaz.”10 Bir başka hadiste de: “Allah (cc) beni
kendine, Ashabımı da benim için seçerek yakınlarım ve yardımcılarım kıldı. Onlara söven
ve onları basite alan bir topluluk gelecektir.
Onlarla oturmayın, yiyip-içmeyin ve onların kadınları ile evlenmeyin.”11 Buyurarak sahabenin kıymetini ve onlara karşı ne kadar saygılı olmamız
gerektiğini vurgulamaktadır. Hatta sahabeye hakaret
edenler birçok hadiste lanetlenmiştir.
“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce
gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi
bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli,
çok merhametlisin!”
Müslümanlar siyasi alanda ayrılığa düştükleri
gibi dini anlama ve yorumlama hususunda da ayrılığa düşmüşlerdir. Dini yorumlamadaki farklılıklara
mezhep denmektedir. Bu mezhepler içerisinde sayısı
onlarla ifade edilen ve adını “Ehlisünnet” alanlar
bulunmaktadır. Bu mezheplerin tamamı “sahabenin
hepsi adildir” görüşünde birleşmişler ve bunu akaid
kaynaklarına da işleyerek ehlisünnet olmayanlardan
farklı olarak ortaya koymuşlardır.
İşin garip yönü, bugün ehlisünnet camiası içerisinde bulunup ta, sahabeden bir kısmına hakareti kendine meziyet olarak gören şia ve benzerlerinin
borazanlığını yapanların durumu oluşturmaktadır. Hz.
Hüseyin efendimiz (r.a)in şehadetini basite alacak ve
katillerini temize çıkaracak halimiz yoktur. Ancak bu-
18
Ocak 2011
nunla uzaktan ve yakından alakası olmayan sahabileri dile dolamanın anlamı da yoktur. Mesela Hz. Muaviye, sanki Hz. Hüseyin efendimizi o şehit ettirmiş gibi
saldırmak ve hatta din dışı durumla itham etmek ne
büyük hezeyandır. Şayet onun imanı makbul olmasaydı, Efendimiz (s.a.v.) onu vahiy kâtibi olarak istihdam edermiydi? Ona bu ithamı reva görenlerin,
Resulüllah (s.a.v.)i hâşâ gafletle itham ettiklerinin farkında değiller mi? Onun hakkında Resulüllah (s.a.v.):
“Ya Rabbi onu doğru yolda kıl ve onunla başkalarını da hidayete erdir!”12 Sözü her halükarda
hidayet üzere olduğunun kanıtı değilmidir?
Hatıb bin Ebi Baltaa’nın durumunu bilenlerimiz
vardır. Bu sahabi Bedir’e katılmış bir zattır. Mekke’nin
fethini efendimiz (s.a.v.) çok gizli tutuyordu. Hatib
(r.a.)ın ailesi mekke’den hicret etmemiş ve orada bulunuyorlardı. Hatıb, ailesine müşriklerin zarar vermemeleri için Mekke’ye giden bir kadına Mekke’nin
fethine gidileceğini haber veren bir mektup verdi. Olay
vahiyle Efendimiz (s.a.v.)e haber verildi ve kadın
yolda yakalanarak mektup elinden alındı. Efendimiz
(s.a.v.) Hatıb’ı çağırarak olayın esasını sordu. Hatıb
da, dinden dönmediğini sadece ailesini koruma saikıyla böyle bir olaya giriştiğini söyledi. Bazı sahabiler,
Ya Resulallah (s.a.v.) onun boynunu vuralım sözüne
karşılık “Nerden bilirsiniz belki de Allah bedir
ashabını bağışlamıştır.” Karşılığını verdi. Bir başka
zamanda Hatıbın kölesi Resulullah (s.a.v.)e gelerek
Hatıbı şikayet etti ve; “Ya Resulallah (s.a.v.) Hatıb
kesinlikle cehenneme girer” dedi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.v.): “Yalan söyledin. O cehenneme
girmeyecek. Çünkü o Bedir ve Hudeybiye’de
bulundu”13 dedi.
Resululllah (s.a.v.)e iman ederek Onun sohbetinde bulunmak ayrı bir değer arzetmektedir. Sonra
gelenler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar bu değere
ulaşmaları mümkün değildir. İslam aleminde yakılmış
olan fitne ateşine bir körükle de biz gitmeyelim. Müslüman olarak birbirimizi sevmek zorundayız. Mezhep
ve meşrep farklılıklarımız bu sevgiye asla gölge düşürmemelidir. Müslümanları sevmek ve onların yanında
yer almak imanı bir meseledir. Bizler birbirimizi severek destek vermedikçe yaşanan zilletten kurtulamayacağız. Param parça haline gelmiş İslam aleminin bu
halini iyi anlamak ve o yolda kafa yormak gerekir. Bir
kısım hasta ruhlu insanların gazına gelerek dillerimizi
kirletmeyelim. Basiretli olmak müminin en önemli
vasfı olmalıdır. Şehid Hasan el-Benna yaşadığı coğ-
Ocak 2011
rafyadaki insanlara söylediği şu söz kulağımıza küpe
olmalıdır: “İhtilaf ettiğimiz hususları bir kenara
bırakalım. İttifak ettiğimiz hususlarda birlik yaparak beraberce çalışalım.” Bizlere yaraşan budur.
Allah’a emanet olun.
........................................................
1)- Casiye, 45/23
2)- Cuma, 62/5
3)- Tevbe, 9/119
4)- Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, 16/220
5)- Haşr, 59/10
6)- Fetih, 48/29
7)- Tevbe, 9/100
8)- Ayetullah Cafer Subhani, Ebediyet Nuru, 1/316
9)- Tevbe, 9/40
10)- Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi,Tactan naklen, 3/306
11)- İbn Hacer Heytemi el-Mekki, es-Sevaik el-Muhrika, 4
12)- Tirmizi, Taç, Hads. No:1124
13)- Müslim, Tirmizi, Taç, 3/305
19
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Selam;
Esenlik ve
Güzel
Yaşam
Temennisi
Fuat TÜRKER
[email protected]
er türlü tehlikelerden kullarını selamete çıkaran, cennetteki kullarına selam eden Allah'ın
Adıyla
H
Dünyadaki ve ahiretteki güzel yaşam,
sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın
'Selam' sıfatının bir tecellisidir. Yalnızca
Yüce Allah’a kulluk eden, sadece
Rabb'inin hoşnutluğunu gözeterek salih
amellerde bulunan mümin, ahirette de
'hoşnut edici ve hoşnut edilmiş’tir ve konaklama yurdu artık cennettir.
20
Selam, evrendeki varlıkların birbirleriyle olan iletişimlerinin genel adı olarak değerlendirilebilir.
Kur’an'da Selam, Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri
olarak geçer. Allah’ın 'Selam' ismi, başlangıcı ve sonu
olmayan; sonsuzluk, sonsuz büyüklük, her türlü noksanlıktan münezzeh olan, kullarını dünyevi ve ahiretteki tehlikelerden selamete çıkaran, cennetteki
kullarına esenlik veren ve selam eden anlamındadır.
Kur'an, yaşamın her anında, küçük ya da büyük
her olayda Allah ile kesintisiz bir bağlantının devam
ettiği ve her ortamda O’nu anmaya yönelik bir iman
anlayışı tarif eder. Müminin içinde bulunduğu her
durum, yaptığı her iş, yaşadığı her olay, onun Allah'a
yakınlaşması, ahlakını güzelleştirmesi, ecrini artırması
için verilmiş bir fırsattır. Kur'an müminlere, yaşamın her
anında bunu nasıl gerçekleştirebileceklerine dair birçok
hatırlatmada bulunur. Bunlardan biri de evlere girerken
selam vererek güzel ahlak örneği göstermektir:
"... Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından
kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize
selam verin. İşte Allah, size ayetleri böyle açıklar, umulur ki aklınızı kullanırsınız. " (Nur Suresi, 61)
Ayetin ifadesiyle aklını kullanır ve anlamını derin
düşünürse, insan, verdiği selamla hem Allah'ın emrini
yerine getirecek hem de Allah'ın barış ve esenlik veren
anlamındaki ‘Selam’ ismini anacaktır.
Selam, Kur'an ahlakının insanlar arasındaki sosyal ilişkilere getirdiği bir güzelliktir. İnsanların birbirlerine güzel dileklerde bulunup sevgilerini pekiştirme ve
bağlılıklarını artırma vesilesidir. Bu şekilde insanlar
arasında sıcaklık ve yakınlık kurulur. Daha güzel bir
selamla karşılık vermek ise Allah Katında karşılığı ‘hesabı tam olarak yapılmış’ güzel bir davranıştır:
"Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan
daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah herşeyin hesabını tam
olarak yapandır." (Nisa Suresi, 86)
Evlere girerken, ‘şeytandan Allah'a sığınarak
selam vermek’ de, insanın sinsi düşmanı olan şeytanın varlığını diğer insanlara hatırlatmak ve ona karşı
dikkatli olmak açısından önemli bir uyarıdır. Ayrıca insanlara zayıf yönlerinden sokulmaya çalışan sapkın
şeytanı yaşanan ortamlardan Allah'ın dilemesiyleuzaklaştırma yönünde hayırlı bir davranıştır. Mümin
şeytanı kovma ve selam verme ibadetini alışkanlıkla
değil, bilinçli ve şuur açıcı şekilde yapar.
Cahiliye toplumunda, verilen selamı almamak
ya da duymazdan gelmek adeta bir üstünlük gösterisi
olarak kabul görür. Cahiliye insanı, sosyal statü olarak kendisinden daha aşağıda gördüğü kişiyi ezmek
gibi çirkin bir düşünceyle, bu davranışı sıklıkla sergiler.
birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi?
Aranızda selamı yayınız!" (Müslim, îman 93-94. Ayrıca bk.Tirmizî,
Et'ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace, Mukaddime 9, Edeb 11)
Kur'an, "Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza
karşılık olmak üzere cennete girin." (Nahl Suresi, 32)
ayetiyle ölüm meleklerinin, inanan insanların canlarını selam vererek aldıklarını bildirir.
Dinden uzak kişiler, genellikle selamı karşı taraftan bekler, ilk selam veren olmanın küçük düşürücü
olduğunu zannederler. Oysa müminler selamı ibadet
olarak yerine getirir ve karşılarındaki kişiye iyilik temennisinde bulunurlar. Müminler selam vermek için
sıra beklemez ve gerektiği an selam verirler. Karşıdan
beklemeden güzel bir davranışta bulunmak, üstün bir
ahlakın göstergesidir.
Sabır ehli müminler cennette, "Sabrettiğinize
karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu
ne güzel." (Ra'd Suresi, 24) sözleriyle karşılanırlar. Onların
"...oradaki dirlik temennileri: "Selam"dır; dualarının
sonu da: "Gerçekten, hamd alemlerin Rabbi olan
Allah'ındır." (Yunus Suresi,10) şeklindedir.
Ebu Hüreyre(ra)'den rivayet edildiğine göre Resûlullah(sav) şöyle buyurur: "Yaptığınız takdirde
Yüce Allah, her türlü tehlikeden kullarını selamete çıkaran, cennetteki kullarına selam edendir.
Ocak 2011
21
O Allah ki, O'ndan başka İlah yoktur. Meliktir;
Kuddûstur; Selam'ır; Mü'mindir; Müheymindir; Azizdir; Cebbardır; Mütekebbirdir. Allah, (müşriklerin)
şirk koştuklarından çok Yücedir. (Haşr Suresi, 23)
Sabreden kullarını seven Rabb'imiz, iman
eden kullarını yalnızca ahirette değil dünyada da
güzel bir hayatla ödüllendireceğinin müjdesini
Kur'an'da şöyle haber verir:
Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın Katında
olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz muhakkak vereceğiz. Erkek
olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir
amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir
hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının
en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97)
Dünyadaki ve ahiretteki güzel yaşam, sonsuz
merhamet sahibi olan Allah'ın 'Selam' sıfatının bir
tecellisidir. Yalnızca Yüce Allah’a kulluk eden, sadece Rabb'inin hoşnutluğunu gözeterek salih amellerde bulunan mümin, ahirette de 'hoşnut edici ve
hoşnut edilmiş’tir ve konaklama yurdu artık cennettir.
Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o
gün) yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen (İslam'ın hükümlerini) koruyan, Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi
titreyerek korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş'
bir kalp ile gelen içindir. "Ona 'esenlik ve barış
(selam)la' girin. Bu, ebedilik günüdür." Orda
diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha
fazlası da var. (Kaf Suresi, 31-35)
Allah'ın Selam ismi, cennetine aldığı takva sahibi kullarına verdiği selam anlamına da gelir.
Rabb'imiz, "Çok esirgeyen Rabb'dan onlara bir
de sözlü "Selam" (vardır)" (Yasin Suresi, 58) ayetiyle
halis kullarına sözlü selamını müjdeler. Ve hiç kuşkusuz O'nun vereceği selam, en büyük müjdedir.
Cennetin kapısında, "Selam üzerinizde
olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar
olarak ona girin." (Zümer Suresi, 73) sözleriyle karşılanan müminlerin, sonsuz ödül yurdunda "birbirlerine olan dirlik temennileri: "Selam"dır. (İbrahim
Suresi, 23)
ve orada saçma ve boş söz değil, yalnızca
“Selam”ı işitirler:
Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere (onlara
sunulur); Orada, ne 'saçma ve boş bir söz' işitirler,
ne günaha sokma. Yalnızca bir söz (işitirler:)
"Selam, selam." (Vakıa Suresi, 24-25-26)
Yüce
Allah’ın
dilemesiyle,
umarız
“Selam”la karşılanan, sonsuza kadar da kutlu
ve güzel yaşama temennisi olan “Selam” işiten
kullardan oluruz.
22
Ocak 2011
Numân b. Beşir (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v)
şöyle buyurdu:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve
birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir
organı hasta olduğu zaman, diğer organları da bu sebeple
uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”
Ocak 2011
23
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Fazlur
Rahman
Kimdir?
Dr.Ebubekir SİFİL
atı'nın gösterdiği bilimsel ve teknolojik sıçrama
karşısında İslam dünyasının geri kalmasının en
önemli sebeplerinden birisi olarak, bütün
kurum ve tezahürleriyle "geleneksel din telakkisi"nin tesbit edilmesi, modernleşme maceramızın
"meşruiyet" temelini oluşturan unsurların başında gelmektedir.
B
Bazı yazarlar tarafından genel olarak
"ılımlı" bir tavrı olduğu söylense de bize
göre Fazlur Rahman'ın "köktenci" bir
şahsiyet olduğunu söylemek hiç de
abartı değildir. Şu ana kadar Türkçe'ye
tercüme edilen eserlerinde yeterli kanıta
sahip olsa da, bu kanaatimiz, onun diğer
çalışmalarının da dilimize çevrilmesiyle
daha bir net olarak doğrulanacaktır.
24
İslam dünyasında mutlaka bir zihniyet dönüşümü yaşanması gerektiği noktasını müşterek bir
zemin olarak paylaşan İslam modernistleri, bu noktadan itibaren birbirinden gittikçe farklılaşan görüşlere
sahip olmuşlardır. Kur'an'ın günümüzde bütün emir,
yasak ve prensipleriyle uygulanamayacağını, sadece
içerdiği iman ve ahlak ilkelerinin bugüne hitap edebileceğini, diğer hükümlerin ise günün ihtiyaçları ve eğilimleri esas alınarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini
söyleyenlerden, Kur'an'ın bize genel ilkeler bile veremeyeceğini, bizlerin bugün ancak genel ilkelerin tesbiti
için Kur'an'ın ihtiva ettiği hükümlerin arka planına inmemiz gerektiği tezini savunanlara; Sünnet'in bağlayıcı bir kaynak olarak ancak belirli Hadis kitaplarının
muhtevasıyla sınırlı tutulması gerektiğini söyleyenlerden, Sünnet'i
toplumun genel kabulleri olarak
görüp, bugünkü toplumun da
kendi sünnetini oluşturabileceğini –
hatta oluşturması gerektiğini– ileri
sürenlere kadar bir dizi görüş İslam
modernizmine kişilik veren yaklaşımlar olarak belirmektedir.
Bu geniş yelpaze içinde Fazlur Rahman'ın oldukça kritik ve etkili bir pozisyonu bulunduğu dikkat
çekmektedir. Özellikle metodolojik
(Usul'e yönelik) çalışmalarıyla dikkat çeken ve ağırlıklı olarak akademik camia arasında etkili olduğu
gözlenen Fazlur Rahman, Tasavvuf'tan Hadis'e, Fıkıh'tan Kelam'a
kadar İslamî disiplinlerin tümü hakkında yenilikçi/modernist bir yaklaşımla kelam etmiş birisi olarak,
kendisinden sonraki modernist fikirlere ilham kaynağı olmaya
devam etmektedir.
Hayatı
21 Eylül 1919'da Hindistan'ın (bugünkü Pakistan'ın kuzeybatısında
bulunan)
Hazara
şehrinde, dindar bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya geldi. Babası Mevlana Şihabuddin, Deobandî (Diyobendî) ekole mensup bir alimdi.
Fazlur Rahman, ilk eğitimini babasından aldıktan ve kendi ifadesiyle
10 yaşında Kur'an'ı ezberledikten
sonra medrese eğitimine başladı.
Ailesi 1933 yılında Lahor kentine
taşınınca üniversiteye gitti. Bir yandan da babasından aldığı özel eğitimini devam ettirdi ve 1940'ta
Pencap Üniversitesi'nden mezun
oldu. Aynı üniversitede yaptığı yüksek lisansını 1942 yılında tamamladı ve aynı yıl bu üniversiteye
asistan olarak atandı.
1946-1949 yılları arasında
Oxford Üniversitesi'nde doktora
Ocak 2011
çalışması yaparken bir taraftan da
İslam felsefesi ile ilgilendi. Bu
dönem, Fazlur Rahman'ın geçirdiği
zihniyet dönüşümü bakımından bir
dönüm noktası olmuştur. Bunu
kendisi şöyle ifade eder: "İngiltere'de Oxford Üniversitesi'nde
doktora öğrenimi yaptıktan ve
Durham Üniversitesi'nde ders
vermeye başladıktan sonra,
daha önce almış olduğum modern eğitim ile geleneksel eğitimim arasında bir çelişki
hissettim. 1940'lı yılların sonu
ile 1950'li yılların başlarında
felsefe çalışmaktan doğan
ciddi bir şüphe dönemi geçirdim. Bu, geleneksel inançlarımı darmadağın etti."[1]
Doktorasını tamamladıktan
sonra Oxford'da Fars Medeniyeti
ve İslam Felsefesi hocası olarak
ders vermeye başladı; arkasından
Durham Üniversitesi'ne, 1958 yılında da Kanada McGill Üniversitesi'ne geçti. Burada üç yıl çalıştıktan
sonra Pakistan'da askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren Eyüp
Han'ın daveti üzerine Pakistan'a
gitti. Eyüp Han'a danışmanlık, İslamî Araştırmalar Enstitüsü'nde
idarecilik ve müdürlük yaptı (19611968); İngilizce Islamic Studies ve
Urduca Fikr-o-Nazar dergilerini çıkardı. Bu enstitü bünyesinde çok
sayıda talebeye dersler verdi ve
yurtdışına gitme imkânı sağladı.
Burada kaleme aldığı kitap
ve makalelerde ortaya attığı görüşler dolayısıyla Pakistan ulemasının
büyük tepkisini çekti. Gittikçe artan
tepkiler onu 1968 yılında Pakistan'ı
terk etmeye zorladı. Amerika'ya
gitti; 1969 yılında Chicago Üniversitesi'ne hoca olarak intisap etti ve
26 Temmuz 1988 yılında vefat
edene kadar burada İslam Düşüncesi Profesörü olarak çalıştı.
Görüşleri
Adına "İslamî Çağdaşlaşma" diyebileceğimiz projesi çerçevesinde Fazlur Rahman, bugün
İslam adına elimizde bulunan ne
varsa tartışılıp sorgulanması ve yenilenmesi gerektiği fikrindedir. Bundan sadece kısmen Kur'an istisna
tutulabilir. Onun bu alabildiğine
ihatalı "yenilenme ve değişim" teklifini başlıklar halinde şu şekilde
özetleyebiliriz:
1. Kur'an
Fazlur Rahman'ın Kur'an tasavvurunu iyi anlayabilmek için
önce onun "vahiy" olgusuna bakışının kavranması gerekir. Ancak
Fazlur Rahman'ın düşünce dünyasında vahyin ontolojik mahiyeti
pek açık değildir. İslam kaynaklarında bildirildiği ve açıklandığı gibi
vahyin hem anlam, hem de lafız
olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'e bir
melek vasıtasıyla intikal ettiği konusunda Fazlur rahman'ın ciddi
şüpheleri vardır. Kısaca ifade edecek olursak ona göre vahiy, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in "kalbine" geldiğine göre[2] vahyin bir "dış varlığı" olduğunu ve Hz. Peygamber
(s.a.v) tarafından işitilen kelimeler
halinde geldiğini söylemek doğru
değildir. Evet vahyin kaynağı Allah
Teala'dır; ama aynı zamanda vahyin kelimelere dökülüşü esnasında
Hz. Peygamber (s.a.v)'in belli bir
fonksiyonu da vardır. Bu fikri şöyle
ifade eder: "Sünnîlik, "Kur'an
hem tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed'in
kelamıdır" diyecek fikrî yeterlikte değildi. (...) Kur'an salt
ilahî kelamdır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed'in iç kişiliğiyle
de
aynı
ölçüde
münasebettedir. (...) İlahî
kelam, Hz. Peygamber'in kalbinden süzülerek dışarı çıkmıştır." [3]
25
Acaba burada Fazlur Rahman, vahyin anlam olarak Allah
Teala'ya, lafız olarak da Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait bir kelam olduğunu mu söylemek istemektedir?
Fazlur Rahman üzerine yapılmış bir
doktora çalışmasındaki şu ifadeler
dikkat çekicidir: "Madem Allah'ın
ezelî kelamı Peygamber'e tamamen bir "dış varlık" tarafından gelmedi veya getirilmediyse, yani bir bakıma Allah'ın
ruhu ile Peygamber'in ruhu bir
"ufuk birleşimine" girdiyse, o
aynı zamanda Peygamber'in
sözü olmaz mı? Fazlur Rahman'ın
buna
cevabı
"evet"tir..."[4]
Bu tartışmanın temelinde
vahyi Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren meleğin ontolojik mahiyeti yatmaktadır. Fazlur Rahman'a göre,
Kur'an'da "Rûh min emrinâ"
(Emrimizden bir ruh) olarak ifade
edilen bu varlık harici ve somut bir
varlık olamaz. Çünkü yukarıda işaret edilen eş-Şu'arâ ayeti, vahyin
Hz. Peygamber (s.a.v)'in kalbine indirildiğini belirtmektedir. Harici bir
varlığı olan meleğin Hz. Peygamber
26
(s.a.v)'in kalbine inmesi/girmesi söz
konusu olamayacağına göre buradaki "Ruh"a başka bir anlam vermek gerekecektir. Öyleyse o, –Adil
Çiftçi'nin tabiriyle "melek, götürgetirici "dışsal bir varlık" değil,
Peygamber'in zihninde oluşturulan bir dinamik temsilciliktir
ve tamamen "soyut"tur..."[5]
Fazlur Rahman'ın vahiy anlayışı bağlamında mutlaka zikredilmesi gereken bir diğer önemli
nokta da, birkaç yıl önce Salman
Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri isimli çalışması dolayısıyla gündeme gelmiş
olan "Garanik hadisesi" ile ilgili
görüşüdür. Fazlur Rahman'a göre
bu hadise tarihen sabittir, onun sübutunu kabul etmek Kur'an'a uygundur. İşte bu konuda söyledikleri:
"Mekkeliler uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı akidelerde Peygamber ile müzakere
yapmak istediler. Eğer Muhammed
onların tanrılarını insan ve tanrı
arasında aracı olarak kabul ederse
ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi.
Tekrar
diriliş
konusunda uzlaşma olamazdı.
Aracı tanrılar konusunda ise İslamî
gelenek şunları söylüyor: Habeşistan'a göç sırasında, oluşum halindeki İslamî toplum büyük sıkıntılar
içinde iken Peygamber bir kez bu
tanrılar lehine konuşmuş, 53. sureden uzlaşmaya işaret eden bazı
ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar
çok kısa bir süre sonra feshedilmiş;
şeytanî ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu an Kur'an'da bulunan ayetler onların yerini almıştır.
"Birçok günümüz müslümanı, Muhammed'in bu tür
sözler sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat Kur'an'ın ışığında
olaya bakacak olursak bu, pekala mümkün de olabilir."[6]
Fazlur Rahman'ın burada iki
hayatî hatası göze çarpmaktadır:
1. "İslamî gelenek" dediği Hadis,
Tefsir ve Tarih kitaplarının hiçbirisinde, müşriklerin putlarının (Lat,
Menat ve Uzza) övüldüğü cümlelerin Kur'an ayeti olduğu ve sonradan başka ayetlerle neshedilip
Ocak 2011
değiştirildiği söylenmemiştir. Hatta
bu cümlelerin Kur'an ayeti olması
bir yana, Hz. Peygamber (s.a.v)'in
ağzından çıktıklarını ifade eden güvenilir bir tek rivayet dahi mevcut
değildir. Bu, İslamî geleneğe yapılmış büyük bir iftiradır!
2. Kur'an açısından bakıldığında
böyle bir olayın mümkün ve vaki
olduğu konusunda en küçük bir
işaret dahi bulmak mümkün değildir. Kur'an, bir ayete önce "ilahî
kelam" olarak yer verip, sonra onu
"şeytanî ayet" olarak tavsif etmek
gibi bir tutarsızlık ve saçmalıktan
mutlak olarak beridir. Dolayısıyla
bu da Kur'an'a yapılmış daha
büyük bir iftiradır!
Fazlur Rahman'ın, yine Adil
Çiftçi'nin deyişiyle "sıkıntılarla
dolu"[7] olan vahiy anlayışını bu şekilde özetledikten sonra, onun,
Kur'an'ın bizden ne istediği konusundaki görüşlerine geçebiliriz:
Fazlur rahman'a göre Kur'an,
temelde ahlakî ilkeler içeren bir kitaptır ve onun çağrısının esası ahlakîdir. Bu da Kur'an'ın ihtiva ettiği
hukukî hükümlerin bile ahlakî çerçevede anlaşılması gerektiğini ifade
eder. Bir diğer deyişle Kur'an'ın
ahkâm ayetleri bizler için bugün
somut hükümler değil, bu hükümlerin gerisinde bulunan ahlakî ilkelerin esas olduğunu anlatır.
Kur'an'ın tarihselliği (içerdiği
hükümlerin Hz. Peygamber (s.a.v)
dönemine mahsus olup bugün
aynen uygulanamayacağı) tezinin
alt yapısını teşkil eden bu anlayışı
Fazlur Rahman şöyle ifade etmektedir: "İslamî çağdaşçılığın bir
anlamı varsa, o da kesinlikle
şeriatın muhtevasının değişime, büyük ölçüde ve çok
yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir. Bu maka-
Ocak 2011
lede belirtildiği şekilde değişim ilkesi kabul edilirse bu
faaliyet hiçbir şeyle sınırlandırılamaz; hatta Kur'an'ın
kanun koyan ayetleri dahi bu
yeni yorumun kapsamı dışına
itilemez. Bu ilkenin tek sınırı
ve gerekli çerçevesi, Kur'an'ın
sosyal gayeleri, temel ve ahlakî ilkeleridir."[8]
Çünkü özel olarak Fazlur
Rahman'a, genel olarak İslam modernistlerine göre Kur'an VII. Yüzyıl
Arabistanı'nda nazil olduğu için,
içerdiği somut hükümler de o topluma yönelik olmalıdır. Günümüz
modern insanı ve toplumuyla o dönemin insan ve toplumu arasında,
insanî özellikler bakımından büyük
farklılıklar vardır. O dönemin insanı
hayli "ilkel" ve "geri" olduğu için
Kur'an'ın hukuki hükümleri onları
"yola getirecek" tarzda gelmiştir.
Fazlur Rahman bu durumu şöyle
ifade eder: "Kur'an, Allah'ın ezelî
kelamı olmakla beraber yine
de öncelikle belli bir sosyal yapıya sahip olan muayyen bir
topluma hitap etmektedir. Hukukî açıdan ifade edecek olursak, bu toplum ancak o kadar
ileri götürülebilirdi, daha fazla
değil."[9]
Ona göre "Kur'an'da az sayıdaki "yasama ile ilgili" ayetler
de Arap toplumunun örfü ve
tatbikata ilişkin kuralları ile
bağlantısı içinde doğmuştu."[10]
Dolayısıyla Kur'an'ın somut yasama ihtiva eden ayetleri tarihseldir ve bugün aynen tekrarlanamaz.
Herhangi bir meselenin Kur'anî
çözümünü elde etmek için yapmamız gereken iki yönlü bir hareket bulunduğunu söyleyen Fazlur
Rahman, bu iki yönlü hareketi
şöyle ifade eder: "Birincisi,
nazil olduğu zamanın konu ile
ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak,
Kur'an'ın somut olayları işleyişinden, bir bütün olarak
Kur'an'ın hedeflediği genel ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi, bu genelleme
düzeyinden günümüzde geçerli olan konu ile ilgili mevcut toplum şartlarını göz
önünde tutarak şu anda uygulanmak istenen özel yasamaya
doğru hareket etmektir."[11]
Bunun anlamı ve açılımı şudur:
Kur'an'ın herhangi bir olaya hüküm
getirirken hangi esasları göz
önünde bulundurduğunu tesbit
etmek için, ilgili Kur'an ayetinin
nazil olduğu özel olayı ve toplumsal
şartları inceleyerek buradan bir
genel ilke çıkarmak şeklindeki birinci hareketin ardından günümüze
gelerek, somut hüküm vermek istediğimiz olayı, toplumsal şartlar ve
diğer hususları dikkate alarak incelemeli ve daha önce elde ettiğimiz
genel ilkeyi bu somut olaya nasıl
uygulayabileceğimizi araştırmalıyız.
Tabii olarak bu durumda varacağımız sonuç, ilgili ayetin öngördüğü
somut hüküm ile bağdaşmayabilecektir. Ama Fazlur Rahman'a göre
bunun bir önemi yoktur. Önemli
olan o hükmün arkasındaki genel
ilkeyi hayata geçirmektir.
Ancak burada cevaplandırılması gereken önemli sorular bulunmaktadır:
1. Kur'an'ın herhangi bir özel olaya
getirdiği somut hükmün değişken
olduğu önkabulü Kur'an'a dayanmakta mıdır? Bir diğer deyişle
Kur'an, içerdiği herhangi bir
hüküm hakkında, "Bu hüküm geçicidir. Aslolan bu hükmün arkasındaki ilke ve gayedir.
Şimdilik bu hüküm vaz edilmiş
olsa da bir zaman sonra değiştirilebilir ve o genel ilke doğrultusunda başka bir hüküm
konabilir" anlamına gelebilecek
bir şey söylemiş midir?
27
2. Yüce Allah, bizim kısmen tesbit
edebildiğimiz birtakım gayeler gözeterek belli bir hükmü emretmişse bu,
ilke ile hüküm arasında kopmaz bir
bağ olduğunu gösterir. Bir diğer deyişle bizim, aynı gayeden hareketle
başka bir hüküm öngörmemiz, "Allah'a rağmen" hüküm koymak anlamına gelmeyecek midir?
3. Bizim öngördüğümüz hükmün
murad-ı ilahiye uygun olacağının
garantisi nedir?
4. İlgili somut olayın arkasındaki ilkeyi tesbit etmenin yolu nedir? Burada karşımıza ilk olarak ayetin
kendi
ifadesi
çıkmaktadır.
Kur'an'daki her hüküm ayeti için
bir genel ilke zemini düşünemeyeceğimize göre[12] ikinci iş olarak
Kur'an'ın bütününü göz önünde
bulundurmak gerekecektir.
Bu aşamada ise karşımıza çıkacak olan, sadece "adalet", "doğruluk", "hakkaniyet"... gibi soyut
ilkeler değil, aynı zamanda "Allah'ın rızası", "kulluk/itaat",
"imtihan"... gibi olgulardır. Bunların sadece "sosyal gayeler"le sınırlı bir "ilke arayışı" faaliyeti için
pek de elverişli zeminler olmadığı
açıktır.
İlke tesbiti için başvuracağımız bir diğer kaynak da "nüzul sebebi"ni anlatan rivayetlerdir.
Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi
Fazlur Rahman rivayetlerin çok
büyük ölçüde Hz. Peygamber
(s.a.v) döneminden sonra "formüle edildiğini" ("uydurulduğunu" demiyor. Oysa arada hiçbir
fark yoktur.) savunmaktadır. Eğer
böyleyse nüzul sebebini anlatan rivayetlere niçin güvenelim? Fazlur
Rahman bu tür rivayetlere güvenilebileceğini söylemek suretiyle kendisiyle çelişmektedir.[13]
28
2. Sünnet
Fazlur Rahman "Sünnet" kavramını "Nebevî Sünnet" ve "Yaşayan Sünnet" şeklinde ikiye
ayırarak kullanır. Nebevî Sünnet,
Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olduğu
bilinen ve somut ve detaylı hükümlerden çok genel ilkeler ihtiva
eden kısımdır. Nicelik olarak hadislerde anlatıldığı kadar olmayıp, sınırlıdır. Yaşayan Sünnet ise Hz.
Peygamber (s.a.v)'den sonra İslam
toplumunun benimsediği genel gidişat, içtihadlar, örf vesairenin şekillendirdiği
uygulamalardır.
Nebevî Sünnet sabit iken Yaşayan
Sünnet değişkendir ve Yaşayan
Sünnet, Nebevî Sünnet'in ruhu
esas alınarak oluşturulmuştur.
Bu konuda şöyle der: "İlk dönemin kadıları, fakihleri, teorisyenleri ve siyasileri Nebevî modeli
(Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her nesilde ortaya
çıkan malzeme, Yaşayan Sünnet'i
oluşturmuştur. Şu halde Hadis, Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde
yansımasından başka bir şey değildir. (...) Yaşayan Sünnet, sadece
genel Nebevî Modeli değil, aynı zamanda bu modelin sürekli İctihad
ve İcma faaliyeti sayesinde bölgelere göre değişiklik arz eden yorumlarını da içermiştir. İşte bu
sebepledir ki, yaşayan Sünnet'te
birçok farklılık ortaya çıkmıştır."[14]
Goldziher ve Schacht gibi
müsteşriklerde gördüğümüz "Living Tradition" (Yaşayan Gelenek) kavramının uyarlanmış bir
şekli olan "Yaşayan Sünnet" tabiri
Fazlur Rahman'ın Sünnet anlayışında temel bir yer tutar. Ona göre
her toplum kendi Yaşayan Sünnet'ini oluşturmak zorundadır:
"Her ne kadar geçmişteki atalarımızın Yaşayan Sünneti
Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in
ilk dönemlerde cemaat içinde
gerçekleştirdiği faaliyetlerin
sağlıklı ve başarılı bir yorumu,
bizler için dersler içerse de,
kesinlikle aynen tekrarlanamaz."[15]
3. Hadisler
Fazlur Rahman'a göre –yukarıda da geçtiği gibi– hadis rivayetlerinin büyük çoğunluğu Hz.
Peygamber (s.a.v) döneminden
sonra formüle edilmiştir; dolayısıyla
onların lafız olarak Hz. Peygamber
(s.a.v)'e aidiyeti iddia edilemez. Bu
konuda şöyle der: "Yine şu hususa kesin gözüyle bakabiliriz:
İlk dönemlerde Hadis'lerin
büyük bir kısmı, Nebevî Hadis
(Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olduğunda şüphe bulunmayan
hadisler)'in tabii olarak az olması sebebiyle Hz. Peygamber
(s.a.v)'e değil de sonraki nesillere dayanmaktadır."[16]
Yine bu konuda, yukarıda da
zikrettiğimiz "İlk dönemin kadıları, fakihleri, teorisyenleri ve
siyasileri Nebevî modeli (Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak
yorumlamışlardır. Her nesilde
ortaya çıkan malzeme, Yaşayan
Sünnet'i oluşturmuştur. Şu
halde Hadis, Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey
değildir" dedikten sonra şunları
ilave eder: "Şu halde Hadis, bu
Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde yansımasından başka
bir şey değildir. (...) Gerçekten
de Hadis, bizzat Müslümanlar
tarafından ifade ve görünüşte
Hz. Peygamber'e isnad edilmiş
özdeyişlerin toplamıdır."[17]
Hadislerin büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber (s.a.v)'den
sonra ortaya çıktığını iddia eden
Ocak 2011
Fazlur Rahman, bizzat Müslüman
alim, kadı ve yöneticiler tarafından
yürütüldüğünü söylediği "hadis
formüle
etme" faaliyetinin,
"hadis uydurmak" olmadığı görüşündedir. Gerekçesi de şudur:
"Dikkat edileceği üzere,
biz Hadis'i genelde tam olarak
tarihî (yani Hz. Peygamber
(s.a.v)'e ait) kabul etmemekle
birlikte onunla ilgili olarak
"Mevzu" ya da "Uydurma" terimlerini kullanmadık; ama
onun yerine "ifade etme-formüle etme" terimini kullandık.
Çünkü Hadis, söz olarak Hz.
Peygamber'e ulaşmasa da,
ruhu kesinlikle ulaşmaktadır."[18]
Burada İslamî kaynaklara kesinlikle onaylatılamayacak bir iddialar demeti göze çarpmaktadır:
1. Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan
hadisler "tabii olarak" azdır.
2. Hadis külliyatının büyük çoğunluğu sonraki nesiller tarafından formüle edilmiştir.
Ocak 2011
3. Hadisi "formüle etmek"le "uydurmak" arasında fark vardır.
Birinci maddedeki "tabii
olarak" ifadesini tırnak içine almamız sebepsiz değildir. Zira Fazlur
Rahman'a göre Hz. Peygamber
(s.a.v) esasen çok gerekmedikçe insanların işine karışmayan, hatta
"içine kapanık, çekingen ve yakışıksız bir durum sergilediği
hakkında herhangi bir kanıt
yok ise de kadınlardan hoşlanan birisidir."[19]
Buradaki peygamber telakkisi, bir "Müslüman"ın değil, daha
çok İslam'a karşı önyargı ve kin
duygularıyla kalem oynatan bir
müsteşrikin kaleminden çıkmış gibidir ve herhangi bir kaynağa dayanması şöyle dursun tamamen
vehim ve hayal ürünüdür.
İkinci maddede yer alan
iddia, yine müsteşriklere ait bir
iddia ile karşı karşıya olduğumuzu
gösteriyor. Hatta bu, Herald
Motzky gibi çağdaş bir müsteşrikin,
Goldziher ve Schact'a güçlü delillerle itiraz ettiği en önemli hususlardan birisidir. Bugün artık bu
konunun ciddiye alınabilir bir yanının olmadığını bir müsteşrik bile
söyleyebiliyorken, İslam kaynaklarından asla refere edilemeyecek
böylesi iddialara tutunmak Müslüman araştırmacılar için "zul" olmaktan başka bir anlam ifade
etmez.
Üçüncü maddeye gelince,
tam anlamıyla traji-komik bir iddiadan ibarettir. Zira uydurma hadisler hakkında kaleme alınmış
onlarca eserden herhangi birisinde
bir kısım hadisler için Hadis imamlarından nakledilen "Anlam olarak
doğrudur,
ama
Hz.
Peygamber (s.a.v)'e aidiyeti
sabit değildir" gibi ifadelere rastlamak son derece kolaydır. Tek başına bu durum bile Fazlur
Rahman'ın, "hadis
formüle
etmek"le "hadis uydurmak" arasında fark bulunduğu yolundaki
sözlerini ve bu sözlerin gerekçelerini tamamıyla geçersiz kılmaktadır.
4. Kelam
Tarih içinde varlığı müşahede
edilen Ehl-i Sünnet'iyle, Ehl-i
bid'at'ıyla bütün mezhepleri, arala-
29
rında herhangi bir ayrım yapmadan belli ölçülerde "Kur'an'dan
sapmış" hareketler olarak niteleyen Fazlur Rahman, bu konuda
şunları söylemektedir:
"İslamî bir Kelam'ı yeniden
oluşturma yolunda atılacak ilk
adım İslam'da Kelam alanındaki
gelişmelerin tarihi bir tenkidini
yapmaktır. Bu tenkid daha önce
de ifade ettiğim gibi İslam'daki
çeşitli kelamî düşünce ekollerinin Kur'an'ın dünya görüşünden
ne ölçüde sapmış olduklarını
açığa çıkaracak ve yeni bir Kelam'a doğru bize yol gösterecektir."[20]
Fazlur Rahman, Akaid/Kelam
ile ilgili yazılarında Ehl-i Sünnet'i,
itidal ve dengeyi muhafaza eden ve
temel hamlesi itibariyle doğru olan
bir hareket olarak tavsif etmekle
birlikte, yer yer oldukça ağır ifadeler kullanarak suçlamaktan da geri
durmaz.
Hatta başından beri İslam
Ümmeti'nin ana gövdesini teşkil
etmiş olması dolayısıyla belki de en
çok yüklendiği fırka, Fırka-i Nâciye
(Ehl-i Sünnet) olmuştur. Şöyle der:
"Eğer bir akidenin görevi kendi
genel ve geniş çerçevesi içinde
dinî gelişmelerin yer alabilmesini sağlayacak şekilde dindar
bir topluma bir tür anayasa
temin etmek ise, o zaman
30
Sünnî İslam ahlakî gerginliğin
yalnız bir tarafına ağırlık vermek suretiyle ahlakî ilkeleri ilgilendirdiği kadarıyla bu görevi
yapma imkân ve kabiliyetine
sahip olmadığı gibi, gerçekte
bizzat Kur'an'ın kendisine de
belli bir yere kadar ters düşmektedir."[21]
Sünnî akide mezheplerinden
bilhassa Eş'arî mezhebine ağır hücumlar yönelten Fazlur Rahman,
bir yerde şöyle der:
"İslam dünyasının çok
büyük bir kısmının mutlak hakimi olan ve aralarında Gazalî
ve Razî gibi İslam düşünce tarihinin dev isimlerinin de yer
aldığı perestişkârlarının, gerçekten bir şeyi "yapan" sadece
Allah olduğu için, insanın gerçekten değil sadece mecazi
olarak bir fiilin faili olabileceğini isbat etmek için, her
zaman yeni delilleri bulma konusunda birbirleriyle rekabet
ettiği bir Kelam sistemi hakkında bir kimse ne söyleyebilir?!"Çağdaşçılık
öncesi
"Yeniden Dirilişçilik"in ve çağdaşçılığın itibar ve şerefi şuradadır ki, bu bin yıllık kutsal
ahmaklığı kökünden yıkıp..."[22]
Ehl-i Sünnet'e hücum ettiği
hususların başında "kader/takdir"
inancı ve fiilleri Allah Teala'nın ya-
ratması ile kulun "kesbetmesi"
meselesi gelmektedir. Kimi zaman
yanlış anlamadan, kimi zaman da
gereği gibi araştırma yapmamaktan
kaynaklanan hatalara düştüğü görülen bu ve benzeri hususlar teknik
ayrıntılara sahip olduğu için bu konulardaki görüşlerini bu yazı çerçevesinde ele almanın uygun
olmadığını düşünüyoruz.
5. Tasavvuf
Fazlur Rahman'ın üzerinde
önemle durduğu bir diğer saha da
Tasavvuf'tur. Tasavvuf'un, "Bizzat
Hristiyanlığın etkisinde kalmış
olan Şii kaynaklardan" etkilendiğini ileri sürer[23] ve Sufiler'in, "kendi
tutumlarını meşru göstermek
için birtakım sözler ortaya atıp,
tarihi açıdan tam anlamıyla uydurma ve hayal ürünü olan bu
sözleri Hz. Peygamber'e atfettiklerini" söyler.[24]
Ona göre Tasavvuf, özellikle
hicrî 3. yüzyıldan itibaren ayrı ve
başlı başına bir sistem olarak dinin
karşısına çıkmıştır. "Sufîliğin, velilik
kavramında peygamberliğe paralel
bir özellik görmesi ve peygamber
tarafından vaz edilmiş olan dinin
karşısına bir rakip olarak çıkması
üçüncü/dokuzuncu yüzyılda "Hâtemü'l-Enbiyâ" sözüne karşı "Hâtemü'l-Evliyâ" fikrinin ortaya
atılmasıyla açıklık kazanmıştır."[25]
Ocak 2011
Onun Tasavvuf ve Sufiler
hakkındaki diğer bazı tesbitleri de
şöyledir:
"Sufizm başlangıçta cemaat
içindeki siyasî ve mezhebî mahiyetteki bazı gelişmelere karşı
ahlakî ve ruhanî bir karşı çıkış
idi. Ancak işler (...) sertleşince
Sufizm ortaya bir halk dini hareketi olarak çıkmış ve altıncı
ve yedinci asırlardan itibaren
kendine özgü adetleriyle kendini sadece din içinde bir din
olarak değil, aynı zamanda din
üzerinde bir din olarak onaylamıştır."[26]
Tıp adlarıyla çevrilmiş bulunmaktadır. Makalelerinden bir kısmı da Allah'ın Elçisi ve Mesajı ve İslâmî
Yenilenme adlarıyla kitaplaştırılarak
yayımlanmıştır. Ayrıca İslamî Araştırmalar dergisi, Ekim 1990 sayısını
Fazlur Rahman özel sayısı olarak çıkarmış, İstanbul Büyükşehir Belediyesi de Şubat 1997 tarihinde
Fazlur Rahman'ın görüşlerinin tartışıldığı bir sempozyum düzenlemiş,
sempozyumda sunulan tebliğler ve
yapılan müzakereler, İslam ve Modernizm-Fazlur Rahman Tecrübesi
adıyla kitaplaştırılmıştır.
kadar Türkçe'ye tercüme edilen
eserlerinde yeterli kanıta sahip olsa
da, bu kanaatimiz, onun diğer çalışmalarının da dilimize çevrilmesiyle daha bir net olarak
doğrulanacaktır.
-----------------------------------------Dipnotlar
[1] İslami Araştırmalar dergisi (Fazlur Rahman özel sayısı),
IV/4, Ekim-1990, 234.
[2] 26/eş-Şu'arâ, 193-4.
[3] Bu konudaki görüşleri için bkz. İslam, 142-5.
[4] Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslam'ı Yeniden Düşünmek,
72.
[5] Çiftçi, a.g.e., 71.
[6] Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 34-5.
Sonsöz
[7] Çiftçi, a.g.e., 83.
[8] İslamî Çağdaşlaşma, İslamî Araştırmalar dergisi, IV/4
"Gerçek şudur ki, onikinci asırdan, halk tarikatlarının
kurulmasından beri, ilk heyecanı ile dolup taşan, kendini
telkin, kendi kendine telkin
gibi sistematik teknikler vasıtasıyla ifade eden, hem asılsız
bir yığın hurafeyi destekleyen
hem de onlar tarafından desteklenen kitle dini, İslam'ı dünyanın bir ucundan diğer ucuna
kadar harap etmiştir."[27]
"Aslında sufizmin insanın
bazı temel dinî gereksinimlerine cevap verdiği kuşkusuzdur. Gerekli olan, bu zorunlu
unsurları ayırmak, onları coşkusal ve sosyolojik enkazdan
kurtarmak ve böylece onları
tek bir bütün, tek bir örnek
olan İslam'a yeniden dahil etmektir."[28]
Eserleri
Öldüğünde geriye, tümü İngilizce olan 11 kitap, 68 makale, 4
ansiklopedi maddesi ve 16 kitap tanıtım yazısı bırakmıştı. Kitaplarından 5'i Tarih Boyunca İslami
Metodoloji Sorunu, İslam, Ana Konularıyla Kur'an, İslam ve Çağdaşlık, İslam Geleneğinde Sağlık ve
Ocak 2011
İslam Modernizmi'nin temsilcilerinden biri, belki de en önemlisi
olan Fazlur Rahman'ı kısaca tanıtmak maksadıyla kaleme aldığımız
bu yazı, elbette onun fikir dünyasını
tam olarak ve ayrıntılarıyla aksettirmek iddiasında değildir. Temel bazı
konulardaki görüş ve düşüncelerini
ana hatlarıyla aktarmaya çalıştığımız Fazlur Rahman'ın düşüncelerini
detaylı olarak elbette öncelikle
kendi eserlerinde aramalıdır. Onun
birçok kitap ve makalesi hala Türkçe'ye çevrilmeyi beklemektedir. Bu
yapıldığında Fazlur Rahman'ın düşünce dünyası daha ihatalı ve detaylı olarak ortaya çıkacaktır.
(Ekim-1990), 319.
[9] İslam, 323.
[10] İslam, 99.
[11] İslam ve Çağdaşlık, 95-6.
[12] Hatta tam tersine Kur'an'daki birçok hükmün arkasından, "doğru yoldan sapmamanız için..." tarzındaki ifadeler ,
doğru yolda sabit-kadem olmanın yolunun o hükmü aynen
uygulamaktan geçtiğini ve onun sadece bir "hüküm" değil,
aynı zamanda bir "ilke hüküm" olduğunu gösterir.
[13] Bkz. Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 53, 111.
[14] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 84-6.
[15] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 184.
[16] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 47.
[17] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 84-6.
[18] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 89-90.
[19] Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 43; Ana Konularıyla Kur'an,
186-9; İslam ve Çağdaşlık, 90.
Onun belli başlı konulardaki
düşünceleri hakkında yukarıda
yaptığımız kısa tahliller de elbette
yeterli değildir. Onun, İslamî ilimlerin hemen tamamı ve tarihsel tecrübe hakkında kalem oynatmış bir
düşünür ve yazar olduğu dikkate
alındığında üzerinde daha derinlemesine durulması gereken bir şahsiyet olduğu kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır.[29] Her ne kadar bazı
yazarlar tarafından genel olarak
"ılımlı" bir tavrı olduğu söylense de
bize göre Fazlur Rahman'ın "köktenci" bir şahsiyet olduğunu söylemek hiç de abartı değildir. Şu ana
[20] İslam ve Çağdaşlık, 281-2.
[21] İslam, 336 vd.
[22] İslam ve Çağdaşlık, 282.
[23] İslam, 185.
Ancak Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu'nda (119)
bu görüşüyle çelişerek şöyle der: "Şia'nın Sufizm'i ya da Sufizm'in Şia'yı etkileyip etkilemediğini tam olarak bilmiyoruz..."
[24] İslam, 186.
[25] İslam, 189.
[26] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 114.
[27] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 124.
[28] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 125.
[29] Fazlur Rahman'ın düşüncelerinin eleştirisi için bkz. Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, II ve III. ciltler. (Bu serinin Fazlur Rahman'la ilgili son cildi üzerindeki
çalışmamız devam etmektedir.)
31
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Gelen
Haberi
Mutlaka
Araştırmak
Lazımdır!
Mehmet TALU
icretin dokuzuncu yılında idi. Hâris b. Dırar,
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin yanına
gelmiş, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz,
O'nu İslâmiyete davet edince Müslüman olmuş ve:
H
"Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine, ardına düşme! Çünkü
kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan
sorumludur."
- Ya Resûlellah! Beni kavmimin yanına gönder
de, onları, İslâmiyete davet edeyim ve Müslüman
olanların zekâtlarını toplayıp filan zaman Sana göndereyim demişti. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz de
O'nu, zekâtlarını toplamak üzere Beni Mustalık kabilesine göndermişti.
Benî Mustalık kabilesi, Müslüman oldular, meydanlarında mescidler yaptılar. Haris b.Dırar, Müslümanların zekâtlarını topladı ve gönderme zamanı
geldiği halde, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin elçisi gelmediğini görünce, bu hususta ALLAH Teâlâ ve
Resûlünü kızdıracak bir hâdise çıktığını sandı. Kavminin ileri gelenlerini yanına toplayıp onlara:
- Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, bana bir vakit
tayin etmiş ve o zaman, elçisini gönderip yanımdaki
32
zekâtı aldıracağını söylemişti. O vakit geldiği halde,
Resûlullah (S.A.V.) efendimizin elçisi gelmemiştir. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, sözünden döner değildir.
Kendisinin, elçisini yanında tutup salmayacağını da,
sanmıyorum. Herhalde, bu iş yüzünden bir kızma vardır. Geliniz, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin yanına gidelim, dedi.
O sırada, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz,
Velid b.Ukbe'yi, Hâris b.Dırar'ın yanındaki zekât mallarını teslim almak üzere Beni Mustalık kabilesine gönderdi. Benî Mustalık kabilesi, Velid b. Ukbe'nin
geldiğini işitince sevindiler. İçlerinden yirmi kişi, onu,
develer ve davarlarla karşılamağa çıktılar.
Velid b. Ukbe, onların kendisini silahlı olarak
karşılamağa çıktıklarını görünce korkmuş, Benî Mustalık kabilesinin irtidad ettiklerini ve zekât vermekten
kaçındıklarını sanmış, aralarında cahiliyye döneminde
bulunan bir kinden dolayı kendisini öldüreceklerini
zannetmiş, korkmuş ve daha yanlarına varmadan, izi
sıra Medine-i Münevvereye geri dönmüş. Bu sebeple
Benî Mustalık kabilesi, ne deve ne de davar zekâtı teslim edebilecekleri bir kimse göremediler. Velid b.Ukbe,
Medine-i Münevvereye geri dönünce Benî Mustalık
kabilesinin silâhlandıklarını ve kendisinin zekâtı toplamasına engel olduklarını Hz.Peygamber (S.A.V.)
efendimize haber vererek:
Ey müslüman! Bilmediğin bir
hususta bir kimseyi kınaman,
sana yaraşmaz. Öyleyse yalan
yere şahitlik yapmak, yalan
konuşmak, iftira etmek,
zanna dayanarak insanlar
hakkında konuşmak, başkalarının gizliliklerini araştırmak, şer'an haram kılınmıştır.
Zira göz, kulak ve gönül, bunların hepsi, o yaptığı kötü
işten sorumludur.
- Yâ Resûlellah! Hâris b. Dırar, beni zekât toplamaktan men etti ve öldürmek istedi! Benî Mustalık kabilesi, Seninle çarpışmak için toplanmışlar, demiş.
Bunun üzerine, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz de
gazab etmiş ve durumu incelemek üzere Halid b. Velid
(R.A.)yu bir miktar askerle onların üzerine göndermiş
ve O'na:
- Onların durumunu gizlice tetkik et. Eğer onları
Müslümanca bulursan yumuşak davran ve zekâtlarını
al. Yok, irtidad etmişlerse onlarla savaş! Buyurmuş.
Bu emir üzerine Halid b.Velid (R.A.), geceleyin onların yakınlarına varınca, içlerine casuslar saldı. Casuslar, onların ezan okuduklarını ve hatta teheccüd
namazını kıldıklarını gördüklerini haber verdiler. Halid
b.Velid (R.A.) de yanlarına vardı. Kendilerinde itaat
ve hayırdan başka bir şey görmedi. Medine-i Münevvereye dönüp durumu, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimize haber verdi.
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, daha önce,
Benî Mustalık kabilesine göndermek üzere askerî bir
birlik hazırlamış bulunuyordu.
Ocak 2011
Benî Mustalık kabilesi, bunu, haber alınca, Velid
b.Ukbe'yi karşılamış olan binitli heyet, acele Medinei Münevvereye geldi. Kendilerine gönderilmek üzere
bulunan İslâm birliğiyle Medine-i Münevverede karşılaştılar. İslâm birliği, Hâris b.Dırar'ı görünce:
- İşte Hâris! dediler. Hâris b.Dırar, onlara:
- Sizler, kimlerin üzerine gönderiliyorsunuz? diye
sordu.
- Senin üzerine! dediler. Hâris b.Dırar:
- Ne için benim üzerime gönderiliyorsunuz? diye
sordu.
- Resûlullah (S.A.V.) efendimiz, sana, Velid
b.Ukbe'yi göndermişti. O'nun söylediğine göre, sen
33
onun zekâtı toplamasına engel olmuş ve kendisini de,
öldürmek istemişsin, dediler.
Hâris b.Dırar:
- Hayır! Muhammed'i, hak din ve kitapla Peygamber gönderen ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki,
ben kat'iyyen ne onu görmüşümdür, ne de o benim
yanıma uğramıştır! dedi.
Hâris b.Dırar, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin yanına girdiği zaman, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, ona:
- Sen, zekâtın toplanmasına engel olmuşsun, elçimi de öldürmek istemişsin öyle mi? diye sordu. Hâris
b. Dırar
- Hayır! Seni, hak, din ve kitapla Peygamber
gönderen ALLAH Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben ne
elçini gördüm, ne de o, benim yanıma uğradı!
Benim şimdi gelişim, ancak, Resûlullah (S.A.V.)
efendimizin elçisinin bize gönderilmeyişinden ve
bunun da, ALLAH Teâlâ ve Resûlünün gazabından
ileri gelmiş olmasından korktuğum içindir! Dedi.
34
Benî Mustalık heyeti:
- Yâ Resûlellah! Sor, o elçine bakalım bizimle hiç
konuşmuş mudur? dediler. Benî Mustalık heyeti ile konuştuğu sırada, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi,
Vahiy hali bürüdü. Hucurât sûresinin inen altıncı ayeti kerîmesinde Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir
haber getirirse, hemen onu iyice araştırınız,
yoksa bilmeyerek bir kavme saldırırsınız da
sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”1
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz, Beni Mustalık
heyetine:
- Sizin yanınıza kimi göndermemi istiyorsunuz?
diye sordu.
Benî Mustalık heyeti:
- Bizim yanımıza Abbad b.Bişr'i gönder! dediler.
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz:
- Ey Abbad! Onlarla birlikte git! Mallarının zekâtlarını al! Mallarının en iyilerini seçip almaktan
sakın! buyurdu.
Ocak 2011
Abbad b. Bişr, Benî Mustalık kabilesinin yanında
on gün kaldı. Onlara, Kur'ân-ı Kerim okuttu, İslâm
şartlarını öğretti. Ne hakkı zayi ettirdi, ne de, onların
hakkına tecavüz etti. Hoşnud olarak Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizin yanına döndü.
Bu hadise ve neticesinde nazil olan ayet-i kerime Müslümanlara büyük bir ders veriyor. Herhangi
bir fasıkın sözlerine gerekli olan tahkikatı yapmadan,
hemen kıymet verilmesinin korkunç bir hadiseye
sebep olacağını bildiriyor.
İman esaslarını kabul ettiğini söyleyen, fakat gereğini yerine getirmeyen, ona göre hareket etmeyen
kimselere dinen “fasık” dendiğine göre, bu gün yaşadığımız şu cemiyette bu konuda ne kadar titiz davranmamız gerektiği apaçıktır.
Çünkü birçok fasık kimseler, kendilerini doğru,
dürüst ve güvenilir bir kimse olarak gösterirler, iyi niyetli olduklarını söylerler ve bir takım yalan sözler,
düzme haberler ile karşısındakini aldatmaya, fitnefesad çıkarmaya çalışırlar.
Köroğlu:
“Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu.”
demiştir. Mertlikten nasibi olmayan kimselerin, gelişen
teknik imkânlarından da istifade ederek hoşlanmadıkları kimseler hakkında şöyle veya böyle yollara başvurdukları görülen bir gerçektir.
Binaenaleyh, biz Müslümanlar için: Haber getiren şahsı tanımak, gelen haberi iyice araştırmak mutlaka lâzımdır. Yoksa birçok zarardan sonra işin gerçek
yüzü anlaşılıp o haberin yalan olduğu bilindikten
sonra, fasıkın haberine aldanan kimse ömrü boyunca
pişmanlık duyar. Duyar amma:
“Bir faide bahşeder mi heyhat!
Vaktinde yapılmayan nedamet.”
Gerçekten pişmanlık, vaki olan zararı ödeyemez. Şu halde bu ayet-i kerime bütün Müslümanlara
büyük bir ders vermektedir. Ebû Hureyre (R.A.) den
rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Kişiye, her duyduğunu bahsetmesi günah
olarak yeter.” buyurmuşlardır. Yine Ebû Hureyre
(R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz:
Ocak 2011
“Kişiye, her duyduğunu bahsetmesi yalan
olarak yeter,” buyurdular.3
Muaz b. Enes el-Cühenî (R.A.)nun babasından
rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Kim bir Müslümanı bir münafığa karşı savunursa, ALLAH Teâlâ onun için bir melek yaratır da o melek kıyamet gününde o kimsenin
vücudunu cehennem ateşinden korur. Kim de
karalamak gayesiyle bir Müslümana bir iftira
ederse ALLAH Teâlâ o kimseyi bu söylediği
35
ğının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, ALLAH Teâlâ da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım
eder."5 Buyurdu.
Bu hadis-i şerifler kulağımıza küpe olmalıdır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın
şeyin peşine, ardına düşme! Çünkü kulak, göz
ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur."6
Ayet-i kerimede: Kişinin bilmediği bir şeyin peşine düşmesi, bilmediği bir konuda söz söylemesi,
hüküm vermesi, bilgisizce davranması, bilmediği tanımadığı kişiler hakkında ileri-geri konuşması, daha özel
olarak yalancı şahitlik yapması, iftira atması, kısaca
bilgi sahibi olmadan tahmine göre herhangi biri için
maddî veya manevî zarara yol açacak şekilde konuşması ve hareket etmesi yasaklanmaktadır.
İnsan ya duyduğu ya gördüğü ile veya akıl ve
vicdanıyla hareket eder; yani bilgilerimiz ya habere ya
gözleme ya da akla dayanır. Âyet-i kerimede bu bilgi
kaynaklarının doğru kullanılması gerektiği, bunlardan
sorumlu olunduğu ifade edilmektedir.
Bu sebeble insan: Görmediği halde gördüm,
duymadığı halde duydum, bilmediği halde bildim, dememelidir. Hakkında bilgisi olmadığı bir hususu söz
konusu ederek hiç bir kimseyi yermeye kalkışmamalıdır. Zan ve tahminlerin peşinden gitmemelidir. Hele
hele yalan yere sahitlik yapmamalıdır.
sözlerin vebâlinden tamamen temize çıkıncaya
kadar cehennem köprüsü yani sırat üzerinde
bekletir."4Buyurdu.
Câbir b. Abdullah ile Ebu Talha b. Sehl el-Ensarî
(R.Anhüma) dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz:
"Her kim bir Müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu
olan bir yerde yardımsız bırakırsa, ALLAH
Teâlâ da onu kendisine yardım edilmesini çok
arzu ettiği bir yerde yalnız bırakır. Kim de bir
Müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlı-
36
Bu ayet-i kerimenin anlamı çok geniştir. Hem
ferdî hem de sosyal hayatta kişinin "bilgi" yerine tahmin ve zanna uymamasını gerektirir. Bu emir, İslâm
hayatının ahlâkî, hukukî, siyasî ve idarî tüm yönlerini
kapsar ve bilim, sanat ve eğitim için de geçerlidir. Bu
emir, toplumun insan hayatında "bilgi" yerine "tahmine" uymanın ortaya çıkardığı birçok meseleden
korur. İslâm ahlâkı şunları gerektirir:
Şüpheden kaçın ve araştırmaksızın hiç bir şahıs
veya grubu suçlama! Soruşturma sırasında sadece
şüphe nedeniyle bir kimseyi tutuklamak, dövmek
veya hapsetmek yasaktır. Dış ilişkilerde de, soruşturma
ve araştırma yapmaksızın hiç bir harekete girişilmeyeceği ve söylentilerin ortalıkta dolaşmasına izin verilmeyeceği şeklinde belirlenmiş dengeli bir politika
izlenmelidir. Aynı şekilde eğitimde de sadece tahmin,
Ocak 2011
varsayım ve akıldışı teorilere dayanan bilimler kabul
edilmez. Her şeyin ötesinde bu ayet-i kerime, hurafe
ve batıl inançları kökten kesip atmaktadır. Çünkü bu
emir, müminlere sadece ALLAH Teâlâ ve Peygamberi
tarafından öğretilen "bilgi"ye dayanan şeyleri kabul etmeleri gerektiğini bildirmektedir.
Bir insanın bilmediği bir şeyi söylemesinin veya
bilmediği bir şeyi yapmasının doğru olmadığı, bilinen
bir gerçektir. Ey müslüman! Bilmediğin bir hususta bir
kimseyi kınaman, sana yaraşmaz. Öyleyse yalan yere
şahitlik yapmak, yalan konuşmak, iftira etmek, zanna
dayanarak insanlar hakkında konuşmak, başkalarının
gizliliklerini araştırmak, şer'an haram kılınmıştır. Zira
göz, kulak ve gönül, bunların hepsi, o yaptığı kötü
işten sorumludur. Bunların sahiplerine kıyamet gününde şöyle bir soru sorulacaktır: Dinlemenin helal olmadığı şeyi niçin dinledin? Bakmanın helâl olmadığı
şeye niçin baktın? Üzerine kastetip yönelmenin helal
olmadığı şeye niçin kastedip yöneldin?
Herkes kulağından, gözünden ve kalbinden
mes'ul olacaklar ve: Kulağını ALLAH Teâlâ'ya itaatta
mı, yoksa isyanda mı kullandın? denilecek. Diğer
uzuvlar hakkında da aynı sorgu yapılacak. Bu sebeble
insan eğer onları hayırda kullanırsa mükâfaatı, yok
eğer şerrde ve günahlarda kullanırsa cezayı hakeder.
Hem şunu bil ki, gizlilikleri ve ayıpları araştırmak, zan ve tahminlerde bulunmak, buna göre
hüküm vermek, bir hastalıktır. Bu, insanın kişiliğinin
zayıflığına, maddeye battığına ve saf olmadığına işaret eder.
İftirada bulunmak, insanları yalan iftiralara
maruz bırakmak, yalan söylemek, iftira ve bühtanda
bulunmak, zanna bağlı olarak başkalarını tenkit
etmek, başkalarının gizliliklerini araştırmak, insanın
bilmediği bir şeyi söylemesi yahut da bilmediği bir
şeye göre amelde bulunması, ya da bilmediği bir şeye
dayanarak başkasını kötülemesi haramdır. Ne yazık ki
bu kötü ahlâk, Müslümanlar arasında da yaygınlık kazanmış bulunuyor ve artık bilgisizce, güvenilir kaynaklar olmaksızın söz söylemek, din ve imanın zaafa
uğraması ve ahlakî değerlerin çözülüşü sebebiyle oldukça yaygın bir hal almıştır. İnsan kendisi için helâl
olmayan şeyleri işitecek, bakması ya da görmesi helâl
olmayan şeylere bakacak ya da görecek olursa, yapması helâl olmayan şeyleri yapmaya karar verirse
bunlardan dolayı sorumlu tutulur, ceza görür.
Kulak, göz ve gönül, insanın en değerli organladır. Ana rahminden dünyaya geldiğinde bu organlarımız tertemiz olarak gelir. Ergenlik çağından sonra her
duyuş, her bakış ve düşünüş bizden bir şeyler götürür
veya getirir. Şair:
"Gözümün baktığına
Gönlümün aktığına
Kulağımın çaktığına
Estağfirullah tövbe"
demiş. Ne güzel söylemiş. Bu sebeble gözümüz haramın peşine düşmesin. Kulağımız yalana, gıybete, iftiraya iltifat etmesin. Gönlümüz kayalar gibi
katılaşmasın. Ayet-i kerîmeler ile yumuşatılsın. Gönlümüz batıl şeylere yaklaşarak küf tutmasın, zikrullah
ile Kur'an-ı Kerîm ile cilalansın. Gönlümüzde hazan
yaprakları dökülmesin. Kur'an-ı Kerîm gönlümüzün
baharı olsun. Kur'an-ı Kerimde "Ülaike" kelimesi ikiyüzdört defa geçmektedir. Hepsinde insanları işaret etmektedir. Yalnız bu ayet-i kerimede kulak, göz ve
gönüle işaret etmek için "Ülaike" kullanılmak suretiyle
bunların da akıllıca kullanılmasına işaret edilmiştir. Her
organın ayrı ayrı hesaba çekileceği bildirilmektedir.
....................................................
1)Hucurât sûresi: 6 2)Ebû Davud, Edeb:80, No:4992, 2/716 3)Müslim, Mukaddime:3,
No:5, 1/10 4)Ebû Davud, Edeb:41, No:4883, 2/687 5)Ebû Davud, Edeb:41, No:4884,
2/687 6)İsra sûresi:36
Ocak 2011
37
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Adalet
Ve
İslam
Aydın Başar
slam’ın toplumsal gayelerinin en başında adaleti
tesis etmek gelir. Tabiidir ki bu görevi İslam, Müslüman’a yüklemiştir. Adaletin sağlanması dediğimizde bunun ancak bir sistem ve organizasyon ile
mümkün olacağı da kuşkusuzdur. Dolayısıyla bu sistemin kurulmasına öncülük etmek de Müslüman’a
düşer. Bu bakımdan adaletin nerede olduğunu tespit
etmek Müslüman açısından son derece önemlidir.
İ
“Demokratik çoğunlukların bile
temel özgürlükleri ve hukuk devleti güvencelerini ortadan kaldırmaya hakkı
yoktur.”
“Adalet” kavramı, “hak” kavramı ve “hakların dağıtılmasındaki tutum” konusu ile yakından
alakalıdır. Hakların dağıtımında adalet esasının işleyebilmesi için adil bir sistemin işletiliyor olması gerekir. Bu sistemin işleyebilmesi hukuk devleti de
diyebileceğimiz “adil devlet”in varlığına bağlıdır.
“Adalet devleti derken kullandığımız
anlam ile adalet Kur’an-ı Kerim’de ‘kıst’ ile
ifade edilmiştir. Doğru öğreti ile ‘kıst’ arasındaki ilişki açıkça belirtilmiştir. Bütün Tanrı el-
38
çilerinin, resullerinin tebliğ ettiği tek doğru öğreti (İlahi Tebli)in insanlar bireyler arasındaki
ilişkilerde adaletin (kıst) hakim olmasını istediği ve buyurduğu açıkça ifade edilmiştir.” (Hukuk
Devleti Öğretisi, s.76)
Adalet ve adalet organizasyonu konuları o kadar
iç içedir ki bu sistem veya organizasyonla adalet ilişkisi
bağlamında “adalet” kelimesini tanımlayanlar dahi
olmuştur. Buna şu açıklamayı örnek verebiliriz:
“İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini, ve insanın devlete olan alakasını, Allah’ın bildirdiği hükümlere göre düzenlemeye ‘adalet’
denir. Bu bir anlamda Allahü Teala’nın emrini, emrettiği şekilde, yerine getirmektir. (Yeğin, Abdullah, Yeni Lugat, s.5)
Hanefi fukahasının; Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilen, müminlerin “beyat”la, gayrimüslimlerin ise “zimmet akdi” ile güvenliğe
kavuştukları beldelere “Darul İslam” dedikleri gibi
“Darul Adl” demelerinin nedeni de “adalet” kelimesinin bu bahsedilen bağlamı ile ilgili olsa gerektir.
(Bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, c. 3, s. 512)
Dikkat edilirse Müslüman algısında “adalet” ve
“İslam” olgusu tabii olarak iç içe geçmiştir. Bu durum
Müslümanlarca yapılan adalet tanımlarında belirgin
bir şekilde kendini göstermektedir. İmam-ı Şafi’ye
göre “adalet” Allahü Teala’nın istediği şekilde amelde
bulunmaktır. (Bkz. Er- Risale, s.25) M. Fethullah Gülen’in adalet tanımı da bu tanımla paralellik arz eder. Gülen
“Adalet; farzları yerine getirip, haramlardan sakınmak ve insani değerlere ters işler yapmamak
demektir.” (Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 49) der.
Bu tanıma göre farzları yerine getirip haramlardan sakınmayı “İslami değerler” olarak anlarsak
adaletin “İslami ve insani değerlere uygun işler
yapmak” demek olduğunu tespit etmiş oluruz. Şu durumda İslam’ın istediği gibi bir yaşam tarzının “adalet” kavramını tamamen karşıladığını söyleyebiliriz.
Abdulkerim Osman’a göre; “Adalet İslam’ın
insanlar arasında gerçekleştirmek istediği ve
bütün hükümleri temel yaptığı ilkelerden biridir.” (İslam’da Fikir ve İnanç Hürriyeti, s. 67)
Ömer Nasuhi Bilmen adaletin hakka yönelmek,
haksızlıktan kaçınmak, her hakkı sahibine vermeye ça-
Ocak 2011
lışmak olduğunu; bunun karşıtının ise zulüm-gadr ve
insafsızlık olduğunu söyler. (Bkz. İslam İlmihali, s.465)
Bu iki tanımın da yaptığımız tespiti doğruladığını görüyoruz. Bu mantık dâhilinde İslamî ve insanî
değerlere uymanın adalet olduğunu kavradığımızda
buna uymamanın da zulüm olduğunu anlıyoruz. Yani
kavramın zıddından yola çıktığımızda da bizi aynı yere
götürdüğünü fark ediyoruz ki bu usule bilindiği gibi
matematik ilminde “sağlama” deniliyor.
Şunu üstüne basa basa ifade etmeliyiz ki İslamî
ve insanî değerlere uygun işler yapmanın adalet
demek olduğu tespiti son derece doğru ve orijinal bir
tespittir. Bu anlamıyla “adalet” kavramını beynimize
39
Bir toplum düşünelim; bu toplumda
İslamî ve insanî değerler el üstünde tutuluyorsa
kuşkusuz o toplumda adil bir düzen var demektir.
Bugün hukuk alanında İslamî değerlerin dışlanması
ve seküler hukuk anlayışının benimsenmesi sonucu,
toplumsal hayatta “adalet” bir hayal haline gelmiştir.
Adalet kişilere haklarının verilmesi ile alakalı olduğuna
göre şayet bir yerde adalet varsa orada can ve mal güvenliği hakkının da insanlara sağlanmış olması gerekir.
Nitekim bir başka temel anlamıyla;
yerleştirdiğimizde kafamızdaki birçok sorunun çözümleneceğini görüyoruz. Şöyle ki biz bu anlama şekliyle yola çıktığımızda İslamî ve insanî olmayan hiçbir
eylemin bizi saadete iletemeyeceği hakikatine ulaşıyoruz. Saadete ulaşmanın ancak adaletle mümkün olduğunu bilerek İslam’ın olmadığı bir yerde çözümün
de olamayacağını idrak ediyoruz.
Meseleyi, daha iyi anlaşılması için somut ve
güncel bir örnekle desteklememiz gerekirse, bu mantık örgüsü içerisinde faraza “Kürt sorunu”nun İslami
olmayan bir çözüm haricinde hiçbir şekilde çözüle
meyeceğini tespit etmiş oluyoruz.
Bu sorun veya bir başkası, önemli değil; tüm sorunlar için bir genelleme yapacak olursak rahatlıkla şu
cümleyi kullanabiliriz: İslamî olmayan hiçbir çözüm gerçek anlamda bir çözüm değildir. İslamî ve insanî olmayan her şey kelimenin tam anlamıyla “zulüm”dür.
40
“Adalet; insanlara hak ettiklerini, başta
her insanın eşit olarak hak ettiği insan haklarını
verebilmek, sağlamak, daha sonra da herkesin
emeği karşılığında hak ettiğini verebilmektir. Her
şeyi yerli yerine koymak demektir.” (Bkz. Hatemi, Hukuk
Devleti Öğretisi, s. 12)
Yine somut örneklerle devam edecek olursak;
bugün hapishanelerin tıklım tıklım dolu olması, can
ve mala yapılan gaspın önüne geçilemediğinin bir
ispatıdır.
Faraza otuz sene çalışıp emekli ikramiyesine hak
kazanan bir kimse, parasını hırsıza kaptırabilmektedir.
İşte zurnanın zırt dediği yer de burasıdır. Bu tür güncel ve somut vakalara değinmeden teorik bir adaletten
bahsetmek suya yazı yazmaktan farksızdır. Mevcut
adalet anlayışlarının dertlerimize deva olmadığını tespit edemez isek, çözümün İslam’ın adalet anlayışında
olduğunu da hakkıyla ortaya koyamayız.
Bir ülkede insanların can ve mal güvenliği sağlanamamışsa, o ülkede adaletin tesis edildiği söylene-
Ocak 2011
mez. Cinayetler, kapkaç, hırsızlık, narkotik suçlar ve
diğer suçların zirve yaptığı bir yerde hangi adaletten
bahsedilebilir ki?
Hırsızlık konusunda modern anlayışlarla caydırıcı bir cezanın bulunamadığı ortadadır. Burada şu soruyu sormak gerekir: Dişinizden tırnağınızdan artırarak
biriktirip aldığınız arabanız çalındığında hırsıza nasıl
bir ceza verilmesini istersiniz? Veya evladınızın ameliyat ya da tedavi parasını hırsıza kaptırdığınızda... Bu
mesele İslami boyutta tartışılmadığında can ve mal güvenliğinin sağlanması ve de dolayısıyla adaletin gerçekleşmesi mümkün değildir.
Bediüzzaman Said-i Nursi, bu konuyu misafir ve
ev sahibi misaliyle müthiş bir şekilde izah eder: Şöyle
bir hikâye anlatır: Hırsızın elinin kesildiği bir memlekete gelen bir misafir taaccüp eder ve ev sahibine
sorar: “Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri
olmuyor.” Hane sahibi der ki: “Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz,
terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. (Bkz. Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 2000, s.82-83)
Şeriatın prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olduğu anlaşılan Üstad’ın burada gaflet etmişsiniz dediği hakikat İslam’ın ahkamından başka bir şey değildir.
Adaletin hakikatinin kaybedilme sebebini ise Üstad bu
ahkâmın dışlanmasına bağlamıştır ki bunun bir diğer
adı da seküler mantığın hukuk alanına hâkim kılınmasıdır.
Şu durumda lafı toparlayacak olursak kimin
neyi hak ettiğinin kıstası olarak İslamî prensipleri ölçüt
kabul ettiğimizde adalete, bu yoldan gitmediğimizde
ise zulme gider dayanırız. Yüce Allah adaleti emrettiğine göre adaletin nasıl tesis edileceğini de bize ancak
O öğretecektir. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi bu hakikati
şöyle ifade eder:
“Yaratıcı’dan “adalet” emrini alan kimse,
herkese hakkını ve istihkakını verirken, herkesin ne gibi hakka sahip olduğunu yine Yaratıcı’dan sormalıdır.” (Hukuk Devleti Öğretisi, s. 9) Yani
adaletin kıstasını bize ancak tek orijinal din olan
İslam sunabilir.
Adaleti tesis amacıyla kurulan organizasyonlar
da belirli güvenceleri insanlara vermek durumundadır. Bu güvenceleri insanlara verdiği için zaten bu sistemin işletildiği devlete hukuk veya adalet devleti ismi
verilmiştir. Güvencelerin en başında insan haklarının
hiçbir bahane ile engellenememesi gelir. Prof. Mustafa
Erdoğan’ın da dediği gibi; “Demokratik çoğunlukların bile temel özgürlükleri ve hukuk devleti
güvencelerini ortadan kaldırmaya hakkı yoktur.” (Abant Platformu, Demokratik Hukuk Devleti, s. 211)
Sonuç itibariyle bizim gerçek adalete kavuşmamızın ön koşulu önce adaletin nerde olduğunu idrak
edebilmemizdir. Aradığımızı yanlış yerlerde arıyor isek
bir ömür boyu bile arasak onu bulmamız mümkün olmayacaktır.
Adalet diyorsak bunun İslam’da olduğunu bilmeden bir arpa boyu bile yol kat edemeyiz. Kişisel ve toplumsal yaraların iyileşmesi için asıl çare İslam ahlakı ve
İslam hukukuna sarılmaktan başka bir şey değildir.
Ocak 2011
41
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Fahrettin Bozdağ:
“ÇOCUĞUN
İLERDE
MASUM MU YOKSA
CANİ Mİ OLACAĞININ
YOLDAKİ
İŞARETLERİNİ
AİLE KOYAR”
Röportaj Aydın BAŞAR
ocuk edebiyatı alanında verdiği eserlerinden
tanıdığımız araştırmacı yazar muhterem Fahrettin Bozdağ Bey’le Burhan Dergisi okurları
için özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Zevkle okuyacağınızı umuyoruz.
Ç
Muhterem Bozdağ,
“çocuk” ne anlama gelir?
“Karanlığa sövmek yerine, karanlıktan kurtulmak için bir mum yakmak yeterlidir”
sizin
dünyanızda
Çocuk, masumiyettir. Emanettir. Hediyedir. Yaratanın
sevgi ve muhabbetle bağladığı anne babaya en güzel
hediyesi ve en kutsal emanetidir. Doğduğunda beri
tertemizdir çocuk. Masum, mahzun, muhtaç ve mübarektir… O dünyaya geldiğinde ağlar, biz güleriz.
Onun ağlaması gülmedir. Bizim gülmemiz “hoş geldin”dir. Tertemiz ve bembeyaz bir kâğıttır çocuk. Önce
ona bir isim veririz. Sonra bizimle birlikte o da büyür.
Öğrenir, uygular. İster, verilir. Hayatımıza renktir, saadettir. Aynı zamanda sorumluluktur, paylaşmadır.
Bir edebiyatçı olarak çocuğun masumiyetini nasıl tasvir edersiniz?
42
Çocuğun masumiyeti ilahidir; Hak’tandır…
“Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar” kaidesinin yeryüzündeki misalidir. Her çocuk masumdur.
Mesul değildir hiçbir şeyden… Ta o güne kadar. Buluğ
çağına kadar öğrencidir. Öğrenir, yapabildiklerini
yapar söyleyebildiklerini söyler. Çocuk masumiyeti ile
etrafındakileri kendisine adeta hizmetkâr eder. Bu,
anne baba ve diğerleri için kabul edilmiş bir hizmetkârlıktır. Kutsaldır. Onun gülmesi ile güler; ağlaması ile
ağlarız. O uyur biz uyuruz. O uyanıksa biz de onunla
uyanık oluruz. Çocuğun hak yolunda yetişmesi anne
babanın sorumluluk alanındadır. Aile neyse çocukta
o olur. Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında, kutupların buzdan evlerinde, Orta Asya’nın sıcak çöllerinde, soğuk dağlarında, Sibirya steplerinde doğan
çocuklar da böyledir. Yanı başımızda yaşayan çocuklar da… Çocukların hayattaki tercihlerinde anne baba
başroldedir. Onların iyiliği de, kötülüğü de çocuğa bir
mirastır. Bundandır ki çocuğun büyüdüğünde masum
mu yoksa cani mi olacağının yoldaki işaretlerini aile
koyar. Mazlum ya da zalim yetiştirmek hususu ailenin
ne ve nasıl olduğu ile yakından alakalıdır.
Masum çocukların büyüdükleri zaman topluma zararlı insanlar olmaları; tabiri caizse
zalim olmaları size ne düşündürür?
Elbette ki, “Eyvah!” dedirtir. Geleceğimizin inşasında temel taşlarımız hükmünde olan çocuklarımızın yarınlarının karanlık olması, her vicdanı sızlatır.
Her yüreği dağlatır. Her gözü olanı ağlatır. Bence bunu
düşünmemeliyiz. Düşünmemeliyiz ki onları doğru yetiştirebilmek için teslimi silah etmiş olmayalım. Nasıl
ki bir fidan, topraktan, havadan, sudan ve ışıktan kendisi için lazım olan miktarları yeterince alabilirse, iyi
ve meyveli bir ağaç olabilir. Aynen öyle de çocuklarımız da kültür toprağından, ilim havasından, ahlak suyundan ve iman nurundan yeterince ve gereği gibi
istifade ederlerse inşallah istikbalimiz aydınlık olacaktır. Yarınlarımızdan ve yarınların gençleri çocuklarımızdan asla endişe etmemeliyiz. Onlardan ümidimizi
kesmemeliyiz. Onlara duyduğumuz güveni her fırsatta
onlarla paylaşmalıyız.
Anne ve babalar çocuklarının iyi insanlar
olması için neler yapmalılar?
Önce kendilerini yetiştirmeliler. Daha çocuk sahibi olmadan, çocuk yetiştirmenin en ince ve önemli
noktalarını öğrenmeliler. Öğrendiklerini aynı zamanda
kendi yaşantılarında uygulamalılar. Çocuklar öğrenmeye açık oldukları gibi, örnek almakta da çok dikkatlidirler. İşte bu örneklerin “doğru” olması için, aile
içi hayatımıza çok dikkat etmemiz gerekir. Çevre ilişkilerinde titiz davranılmalıdır. Eğitim ve öğretim birlikte ve iç içe yürütülmelidir. Zira eğitimde hatanın
hemen telafisi pek mümkün değildir. Çünkü bu sadece
maddi bir olgu değildir. Nasıl bir tesir bıraktığını,
hemen ve bütünüyle ölçümlememiz adeta imkânsızdır. Öyleyse örnek davranışlarla öğretici olunmalıdır.
Tembih ve kontrol, alınan sonuçları görmekte sabırlı
davranmak, kıyaslayıcı değil, alternatif gösterici
olmak, çoğunlukla olumlu neticeler alınmasına sebep
olur. Onların sırtımıza yüklenmiş birer yük değil, kutsal birer emanet olduğunu hiç hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Çocuğun fıtratını muhafaza edebilmek için
ona ne tür kitaplar okutmalıdır?
Çocuklarımızın eğitiminde “kitap” çok önemli bir yer
tutmaktadır. Eğitimin temel araçlarından biri de kitaptır. Edineceğimiz kitapların, çocuğumuzun, yaş grubuna, eğitim düzeyine, zekâ seviyesine ve
beğenilerine uygun olmasına özen göstermeli ve dikkat etmeliyiz. Kitaplardan istifade etmesinde mutlaka
onun yanında olmalıyız. Birlikte öğrenme yolculuğuna
çıkmalıyız. Eğitim kademelerinde çocukların ihtiyacı
olan kitaplar, eğitici ve öğretici olmak üzere iki türdür.
Çocukların hayatın özellikleri ve unsurları konusunda
öğrenmeleri gereken pek çok bilgi vardır. Edebiyat
Ocak 2011
43
türü, hikâye, şiir, masal, roman, tiyatro vb. kitaplar,
çocukların akıl, zekâ, ruh gelişimlerinde önemli rol oynarlar. Tabi bu eserleri seçerken, muhtevaları bakımından seçici olmak gerekmektedir. Çocuklarımızın
kendi inanç ve kültür değerleri ile dini vazifelerini, olabilecek en erken zamanda ve sırasıyla öğrenmesi de
onların gelecekte “iyi” insanlar olmalarında en önemli
sorumluklarımızdandır.
Çocuk edebiyatı günümüzde piyasası olduğu için üstün körü yapılan bir iş olarak mı;
yoksa çocuğun inceliği ve hassasiyetleri hissedilerek yapılan derin bir iş olarak mı icra edilmektedir?
Dar anlamda “çocuk edebiyatı” daha geniş
anlamda ise “çocuk eğitimi materyalleri” diyebileceğimiz, çocuğun eğitimi ve yetişmesine yönelik, yazılı, görsel, elektronik, her türlü malzemenin hazırlık ve
üretimi çok hassas unsurlar içermektedir. Bu konuda
yapılacak çalışmaların, bilimsel ve tecrübî değerler barındırması gereklidir. Muhatap kitlenin tüm özellikleri
göz önünde bulundurulmalıdır. “Çocuğa görelik”
önemlidir. Bu yayınların sürdürülebilir ve sistematik
olması gerekir. Çocukların yaş ve eğitim düzeylerine
uygun olmaları esastır. Bugünkü çalışmaların pek çoğunda gereken hassasiyetin gösterilmediğini üzülerek
müşahede etmekteyiz. Sadece ticari amaçlarla yapılan bir takım çalışmalar ne yazık ki fayda yerine zarar
vermektedir. Tabi bunları söylerken, hani “Çok biliyorsan kendin yap” derler ya. Biz de kendi çapımızda, bu konularda çalışmalar yapmaktayız.
Mevcutların yanlış, eksik ve hatalı yönlerini gördükten
sonra, bu alanda kalıcı çalışmalar yapmak için kollarımızı sıvadık. İnşallah tamamlarız ve bu alanda çok
önemli bir boşluğu dolduracak eserler ortaya koyarız.
Buradan da aracılığınızla bu çabalarımıza kaynak olarak destek olmak isteyenlere bir duyuru ve çağrı yapmış olalım.
Çocuk edebiyatı adı altında zararlı bir
takım eserlerin varlığından söz edilebilir mi?
Bunu söylemek elbette ki mümkün… Ama ben
olumsuzluklardan bahsetmek yerine, ortaya konacak
olumlu çabalardan bahsetmeyi tercih ederim. Bilirsiniz; “Karanlığa sövmek yerine, karanlıktan kurtulmak için bir mum yakmak yeterlidir” derler.
Bizler olumlu ve müspet çabalar içinde oldukça, kötüler ve kötülükler birer birer yok olacaklarıdır.
Eğitim sistemi ve çocuk edebiyatı arasında bir bağ var mı? Mesela ders kitapları çocukların dünyasına girebiliyor mu?
Burada bir bağdan söz etmek yetersiz kalır.
Çocuk edebiyatı, çocuk eğitiminde en olmazsa olmaz
unsurlardan biridir. Ama bu alandan ne derecede yararlanılıyor. O ayrı bir konu. Eğitim tümüyle toplumun
malı olduğu için, eğitime katkı sağlayan unsurlarında,
her alanda toplumda yerleştirilmesi şarttır. Mevcut
ders kitaplarının çocuk edebiyatı unsurlarından gereği
gibi yararlanmadıklarını söylemek mümkün. Ama bu
hususun gelecekte daha iyi bir konuma geleceği ümidini taşıyarak, gerekli çabaları göstermemiz lazımdır.
44
Ocak 2011
Eğitim sistemi çocuk ruhunu yeterince doyurabiliyor mu?
Mevcut eğitim sistemi içerisinde çocuk gelişiminin olmazsa olmazlarını barındığını söylemek elbette
ki mümkün değil. Resmi ve okul eğitimi, çocukların
gelişmesi için ne kadar yeterlidir? Bu ayrı bir tartışma
konusudur. Ancak, çocuk eğitiminin kapsama alanında olan üç temel unsur vardır. Bunlar: 1. Aile 2.
Okul 3. Çevredir. Bu üç unsur birbiri ile de iç içedir.
Çocuğun ilk eğitim aldığı yer ailesidir. Topluma adapte
olması ve sosyalleşmesinin sağlandığı ikinci yer okuldur. Çocuğun ömür boyu etkilendiği ve şekillendiği
unsur ise çevredir. Sosyal çevre, aile çevresi, arkadaş
çevresi gibi bir ömür birlikte olunan bu unsur, her devresi ile devamlı etkileme halindedir. Bu alanlarda rol
alan aktörlerin, rollerini doğru ve gereği gibi yapmaları
halinde gelecek nesiller arzu ettiğimiz yönde şekillenecektir.
Çizgi filmler, bilgisayar oyunları ve sanal
âlemin çocuk üzerindeki tesirleri nelerdir?
Gelişen teknolojilerin eğitim alanında da kullanılması elbette ki kaçınılmazdır. Gelişimin olumlu etkileri yanında olumsuz etkilerinin de olması
mümkündür. Burada anahtar bizlerin elindedir. Başta
aileler olmak üzere eğitime katkı koyan tüm unsurlar
gerekli hassasiyetleri göstererek, olması muhtemel hataların önüne geçebilirler. Bugünkü şartlarda, bu görevi yerine getirmekte hepimiz zorlanmaktayız. Ayrıca
bir geçiş sürecini de yaşamaktayız. Ama olumlu örneklerin çoğaltılması ile uygun sonuçlar alınması
mümkündür. İnternet gibi bir sanal âlemden çocuklarımızı tümüyle uzaklaştırmak neredeyse imkânsızdır.
O halde bu unsurun en olumlu biçimde değerlendirilmesine çalışılmalı. Eğitim materyalleri oluşturmada
gereken çabalar daha da artmalı. Elbette ki yapmak
zordur, ama tahrip kolaydır.
O halde zora talip olanlar çok çalışmalıdırlar.
Bugün için aslında şartlar bizden yana. Ama yeterince
çaba sarf etmediğimizi düşünüyorum. Gelecekte çok
güzel ve olumlu neticeler alacağımız zengin ve tükenmez kaynaklarımızı fazlasıyla ve gereği gibi ortaya
koymalıyız. Aslında doğru açıdan baktığımızda, teknoloji bizden yana. Ama unutmayalım ki, herkesin
doğru dediği amaçlarına aynı yeterlilikle hizmet etmektedir. Öyle ise bizler üzerimize düşeni daha fazlasıyla yerine getirmeliyiz.
Ocak 2011
Çocuğa interneti yasaklamak çözüm
müdür? Veya eve hiç internet almamak..
Şöyle de düşünebiliriz. Evde bilgisayar ve internet bulundurmak son zamanlarda birer tehlike yuvası
haline gelen “İnternet Kafeler”i ortadan kaldırabilir. Kalkması gerekir. Çünkü oralarda hâkim olan
“kontrolsuzluk”tur. Ama biz doğru kontrol mekanizmalarını evimizde oluşturmalıyız. Son zamanlarda,
sosyal sorumluluk projeleri çerçevesinde geliştirilen
“Bilgi Evleri” ve benzeri uygulamalar ile de kontrollü ve toplu internet erişim ortamları oluşturulabilinir. Bu konularda çocuklarımıza zaman ayırmamız
gerekir. Onlarla birlikte film izlemek. Bir takım yararlı
bile sayılabilecek oyunları birlikte oynamak. Sanal
âlemde birlikte gezinmek. Eğitime olumlu katkılar sağlar. Yasaklamak çözüm olmadığı gibi, farklı yanlış yollara sapmalarına da sebep olabilir. Bir şey bütün
bütün elde edilemezse, bütün bütün de terk edilmez.
45
Fahrettin BOZDAĞ/ ÖZGEÇMİŞ
1958 Bursa İnegöl doğumlu. İnegöl Altıeylül Gazetesi’nde gazeteciliğe başladı. Yeni
Asya Gazetesi İnegöl Temsilciliği yaptı. Erzurum’da Hürsöz Gazetesi’nde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı. Yurt Ajans Doğu Anadolu Bölge Temsilciliği yaptı. Ahidost Dergisi Yayın Koordinatörlüğü yaptı. YİMPAŞ Holding bünyesindeki, Nehir Yayınları A.Ş’ de Çocuk Kitapları Yayın Koordinatörlüğü yaptı. Türkiye
Yazarlar Birliği’nin yayımladığı Türkiye Kültür Ve Sanat Yıllığı’nın “Çocuk Edebiyatı” bölümlerini hazırladı.
1999/2000 ve 2001 yıllıkları Yayın Kurulu’nda görev yaptı. İHLÂS Holding bünyesindeki, Türkiye Çocuk Dergisi’nde yazarlık yaptı. Zafer Yayınları’nda editörlük yaptı. Eyüp Haber Gazetesi ve Kadın Kimliği Dergisi Yayın
Kurulunda bulundu. SARAY Holding’de, Reklâm ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü yaptı. Beklenen Mahalli İdareler Dergisi Yayın Koordinatörlüğü yaptı. KOMBASSAN Holding bünyesindeki, PETLAS Lastik Sanayi A.Ş. için
PETLAS DERGİSİ’ni yayınladı. Tercüman, Zaman, Yeni Asya, Yeni Nesil, Altıeylül, Hürsöz, 4 Nisan, Eyüp
Haber Gazeteleri; Can Kardeş, Diyanet Çocuk, Şeker Çocuk, Türkiye Çocuk, Tercüman Çocuk Dergileri; Köprü,
Bizim Aile, Zafer, Kadın Kimliği, Kadın ve Aile, Eflâtun, Sur dergilerinde, “Çocuk Edebiyatı” ile ilgili araştırma,
makaleleri ve şiir, hikâye, masalları; Nehir Yayınları, Nesil Yayınları ve Sim Yayınları’nda çocuk kitapları yayınlandı. 2002 yılında RENGARENK YAYINLARI’nı kurdu. Çok sayıda sempozyuma katılan ve çocuk edebiyatı üzerine bildiriler sunan yazar ÇOCUK ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ kurucusu ve genel başkanı;
DÖRDÜNCÜ EĞİTİM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ Genel Koordinatörü, ÇOCUK EDEBİYATÇILARI BİRLİĞİ Kurucu Üyesi ve Yönetim Kurulu Üyesi. TÜRKİYE YAZARLAR BİRLİĞİ Üyesidir.
Yazar şuan, 03 - 14 yaş grubu çocuklar ve ailelerine yönelik, Çocuk Eğitimi ve yanı sıra Çocuk Edebiyatı
örneklerinden oluşan, çoğunluğu telif, 1001 kitaplık bir proje üzerinde yazım, resimleme ve hazırlama çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıca, 0 - 6 yaş grubu çocuklar ve aileleri için “Okul Öncesi Eğitim Materyalleri”
projesinin yazım, resimleme ve hazırlama çalışmalarını sürdürmektedir.
ESERLERİ
Nehir Yayınlarından;
A, B’DEN ÖNCE GELİR, ŞİMDİ KİME TEŞŞEKKÜR EDEYİM? KIRMIZI HAVUCU KİM YİYECEK? DEDİĞİMİ ANLADIN MI? ALİ DAYI’NIN ÇİFTLİĞİ
Nesil Yayınlarından
MEVSİMLERİ KİM YARATTI?
BENİ KİM ANLAYACAK? KİM İYİLİK YAPACAK? BENİMLE KİM KAHVALTI EDECEK? KİM AKILLI KİM KURNAZ? ÇİFTLİĞE KİM GELECEK? KÜ-
MESTE KİMLER VAR? HAVUCU KİM YİYECEK? YUSUFÇUK’ KİM KORKAR? KİME TEŞEKKÜR ETMELİYİZ?
Sim Yayınlarından:
AYDEDE’Yİ ÖZLÜYORUM! MELEK OLACAĞIM!, KÖYÜMÜZE GELİR MİSİNİZ?,YARDIM ETMEK NE GÜZEL, BEN İĞNEDEN KORKMAM Kİ!
46
Ocak 2011
Eller Aşk-ı Muhabbetinden Ağlar, Ben İse
Günahlarıma Ağlarım. Benim Gibi Olanlar Hep
Ağlarlar. Ne Var Ki, Ribalı Lokma Nedeniyle
Gözümüzden Yaşta Gelmiyor...
Hacı Şaban Efendi Hazretleri
Ocak 2011
47
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Zikir
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
nce zikir ne demektir, meselesini ele alalım?
Ya da bu problem niye gündeme geldi, oradan başlayarak îzâhı yapalım: Tasavvufa
karşı çıkanlar, zikir eylemine karşı çıkıyorlar ki, zikir iki
türlü yapılır. Bir, insanın kendi kendine tenha bir köşeye çekilerek Allah’ı zikretmesi, bir de cemaat halinde
sesli zikir yapması. Bu iki şekil tatbik ediliyor. İkisine
de karşı çıkmaktadırlar. Derler ki, toplu sesli zikir yoktur. Ondan sonra da derler ki, zikir dediğiniz şey
“Allah, Allah, Allah” demek değildir. ‘Allah, demek
diye bir zikir yoktur. Zikir olsa olsa cümleyi tamamlayan şey, yani zikir tam bir cümle olur. Mesela La ilahe
illallah bir zikirdir, Elhamdülillah bir zikirdir, Sübhanallah bir zikirdir. Ama Allah, Allah, Allah kendi başına bir şey ifade etmiyor. Tek kelime zikir olmaz…’
derler. Bu problemi îzâh edecek şekilde meseleyi yine
baştan alayım : Zikir, Kur'ân-ı Kerîmdeki manalarına
baktığımız zaman, birkaç manaya geldiğini görürüz.
Zikir, vahiy manasına gelir. Mesela Hicr sûresi 9.
ayette ve Kamer sûresi 25. ayette… zikir, vahiy anla-
Ö
Bir insanın niyeti bozuksa, dosdoğru
bir çizgiyi bile eğri büğrü görür. Belli sayıdaki zikri, ibadet olarak görüp taarruzda
bulunanlara bu dosdoğru uygulama, eğri
büğrü görünüyor.
48
mındadır. Yani zikir, Allah’ın, Peygamberine verdiği
vahiydir. İkinci bir manası, sesli olarak ALLAH adını
söylemektir. Mesela “(Kesilirken) üzerine Allah’ın
isminin anılmadığı (hayvanlardan) yemeyiniz”
(En’am sûresi 121.ayet. Ayrıca bkz. Maide : 4 ve
En’am : 119). Yani hayvanı keserken açıktan açığa
“Bismillahi Allahü Ekber” denilenleri yiyeceğiz, Allah’ın zikredilmediği hayvanları yemeyeceğiz, demek
olur. Buradaki zikir, açıktan açığa dil ile, seslice Allah
demektir. Bu anlamda çokça ayet vardır. A’la suresi de
bu manadaki bir ayetle başlar. Zikir genel olarak ilim
anlamına da gelir. İlim mesela ehl-i zikir denildiği
zaman ilim ehli akla gelir. Bir de zikir dilini de oynatmadan, ses de çıkarmadan sadece kalben hatırlamak
anlamına gelir. Kur'ân-ı Kerîmde bu anlamda da kullanılıyor. Ayrıca zikir kelimesinin, Yusuf sûresi, 45.
ayete baktığımız zaman, hatırlamak anlamına geldiğini görürüz. Sonuçta ister kalben hatırlamak olsun,
ister dil ile açıklama olsun, ister vahiy olsun, ister ilim
anlamında olsun bunların hepsi zikrin manalarıdır.
Peki bu insanlar zikrin nesine karşı çıkıyor ? Diyorlar ki
Allah lafzı zikir olmaz. Bir de toplu olarak zikir olmaz
diyorlar. Önce “Allah” lafzı tek başına zikir olur mu,
olmaz mı, o meseleyi ele alalım :
TEK BAŞINA ‘ALLAH’ LAFZI
ZİKİR OLUR MU ?
Her şeyden önce şunu söyleriz ve hatırlatırız:
Kendi kendilerine yalın olarak ALLAH lafzını, hem de
binlerce defa Allah Allah lafzını zikir ede ede, tasavvufta letâif denilen vücüdun zikre hassas noktaları zikreder hale gelebiliyor. Mesela insanın kalbi Allah diye
diye bir an gelir ki, aynen dil gibi o da zikretmeye başlar. Bu, ne ile olur? Allah, Allah diye zikretmekle olur.
Öyleyse Allah lafzının zikir oluşu tecrübî olarak sabittir. Tabii ki buna da ‘biz tecrübî filan tanımayız, bize
nasslardan, ayetten, hadîs’ten delil getir’, şeklinde
talep edebilirler. Şimdi bir örnek veriyorum: Müslim’in Sahih’inde İman bahsinin ikiyüz otuz dört numaralı hadîsi. Tirmizi’nin Süneninin, Fitneler bahsinin
otuz beşinci babı ve bu arada Ahmed b. Hanbel’in
Müsned’inin bir çok yerinde şöyle bir rivayet var:
“Allah, Allah diyen bir insan üzerine
kıyamet kopmayacaktır.”
Bir daha söyleyeyim : Dünya üzerinde bir tek
insan Allah, Allah diye zikrediyorsa kıyamet kopmay-
Ocak 2011
acaktır. O zaman ALLAH ALLAH lafzı ile zikir,
Kıyamet’in kopuşunu da engelleyecek şeydir. Allah
Allah diye zikrediyor olmak, gelecek belaları defeder,
derler ki bu söz doğrudur.
Bir de şuna bakınız: Hadîs-i Şerîf’te “Allah,
Allah” kelimeleri yalın halde geçiyor. Tek başına
Allah, Allah kelimelerini yalın halde zikredilmiş mi ?
Edilmiş. Hem de şerhlerde bu ayrıntıya dikkat çekilmiş. Burada Allah lafzı Allahu, Allahu diye geçiyor.
Yani Allahe, Allahe değil. Allahu lafzı mef’ul / tümlec
olarak değil. Bu da, Allah lafzının yanında “ALLAH’I
49
zikrediyorum” gibi başka bir kelime zikredilmemiş,
demektir. Yalın olarak Allah Allah diyen olduğu sürece
kıyamet kopmaz. Ama Allahe Allahe şeklinde olsaydı
ALLAH lafzı tümleç olurdu ki cümlede söylenmeyen
başka kelimeler var anlamına gelirdi. Dolayısıyla ‘o
cümle tam söylenmediği takdirde zikir olmaz, zikir
sayılmaz’ denebilirdi. Ama durum, cümle yapısı öyle
değil. Hadîs-i Şerîf’te Allahe Allahe değil, Allahu Allahu diye geçiyor. Bu şekildeki kelime Arapça’da herhangi tahmini ve söylenmemiş (mahzuf) bir
cümleciğin parçası değildir. Öyleyse yalın olarak
“Allah, Allah” diyenler Allah’ı zikretmiş olur. Yani
yalın olarak “Allah, Allah” lafızları zikir olur. İşte
yalın olarak “ALLAH ALLAH” lafzının zikir olduğunun delili sahih olan bu hadîs-i şerîftir. Bunun zikir
olduğu hem hadisle hem de dediğim gibi tecrübe ile
sabittir. Dolayısıyla yalın şekliyle “Allah, Allah”
zikrine karşı çıkanlar, kendileri beceremedikleri, tenbellik yaptıkları ve bunu yapanları çekemedikleri için
inkar etmeye kalkıyorlar.
TOPLU ZİKİR VAR MIDIR ?
Bu arada toplu zikre de temas etmemiz gerekir :
Sahabe uygulamalarına bakacak olursak ; sahabenin
bazen toplanıp topluca zikrettikleri olmuştur. Hatta
hangi zikri söylediklerine dair rivayetler bile var.
Mesela “La İlahe İllallah”, zikrini söylemişlerdir.
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm da bu
konuda şöyle buyuruyor : “ Cennet bahçelerine
tesadüf ederseniz oralarda yayılınız.” Ya Resûlellah Cennet bahçeleri nedir? diye sorulunca da bizzat
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm, “Zikir
meclisleridir”, diye cevap vermiştir. Zikir meclisleri
denildiği zaman, “Allah” lafzının ya da “La İlahe İllallah” kelimesinin toplu halde zikredildiğini anlarız.
“Zikir meclisi” denildiğine göre tek kişi ile meclis
olmaz. Meclis, çok insanlardan meydana gelir. Tek insana meclis denmez. Buradan anlıyoruz ki Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's Selâm veciz bir şekilde toplu
zikri ifade etmiştir.
50
BELLİ SAYIDA ZİKİR YAPMAK / VİRD
VAR MIDIR ?
Güzel bir konuya geldik. Bu da çok soruluyor.
Sayısal zikir, yani belli sayıda zikir var mıdır, yoksa sayı
koymaksızın mutlak zikir mi gerekir? Buna çok itiraz
edip “siz kendi kafanızdan ibadet uyduruyorsunuz” diyorlar. Mesela müride belli sayıda vird verilmiştir, günde yüz defa istiğfar edeceksin, yüz defa
yada bin defa Allah, Allah diyeceksin, yüz defa salavât
getireceksin,… denilmiştir, mürid de o virdi çekip duruyordur. İtiraz edenler, belli sayıda zikir olmaz, diyorlar. Çünkü Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm
böyle bir şey yaptırmamıştır. Ya da Resûlullah Aleyhi'sSalâtu ve's-Selâm ne yaptırdıysa sadece o vardır.
Bunun ötesinde bir rakam koyamazsınız, diyorlar.
Hatta bunu söylerken biraz da ikna edici ve yaldızlı
sözlerle söylüyorlar. Mesela diyorlar ki, ‘bir ibadet
ancak vahiy ile ortaya konulur’. Doğru tabii ki. Önce
bunu bir tasdik ettirirler. Bundan sonra ‘zikir ibadet
mi’, diye sorarlar. O da doğru ama AMAsı var.
Arkasından ‘zikir ibadet ise belli sayıda zikir yapman
ya da vird verebilmen için ayetten ya da hadîs’ten
delil getirmen gerekir’, derler. Doğru mu, ilk bakışta
doğru görürsün. Ama gelelim işin AMAsına. Belli
sayıda zikir vermek, ibadet koymak değil, zikre ve
ibadete alıştırmak yani eğitim amaçlıdır. Eğitim ile
ibadeti karıştırırsanız, az önceki iddiada bulunursunuz.
Eğitim ayrıdır, ibadet ayrıdır. Belli sayıda zikir ibadete
alıştırmak içindir. Malumdur ki belli sayı ile alıştırma
yaptırmak eğitim yollarından bir tanesidir. Peki, zikir
konusunda ibadet olan ne ? Zikir konusunda ibadet
olan şey, zikr-i dâim yani sürekli zikirdir ki bu ifade ALLAHı hiç unutmamak demektir. Allah’ı sürekli, daha
Ocak 2011
doğrusu Allah’ı anmadığın bir anın olmamasıdır. İnsanı buna alıştırmak için, eğitmek için belli sayıda
Allah, Allah dedirte dedirte alıştırırsın.
Belli sayıda zikirle insanı zikr-i daime alıştırmak
şuna benzer : Okuma- yazma bilmeyen bir insana
okuma yazmayı öğretiyorsan ona dersin ki “bak, bu
alfabe harfleridir, yarına on defa yazıp geleceksin.” Okumaya - yazmaya alıştırmak için belli
sayıda ödev vermek ne ise zikre alıştırma konusunda
belli sayıda zikir vazifesi vermek aynı şeydir. Bu talebe
itiraz etse ve “On defa alfabeyi yazmam. Bu ödev
Kur’an ve Sünnet’in neresinde var ? Bana delil
getir, yoksa ben yazmıyorum” dese bu çocuk
okuma yazmayı öğrenir mi ? Öğrenemez tabii. Bu
öğrencinin belli sayıdaki yazı ödevi için delil istemesi
doğru mu ? Tabii ki yanlıştır. Okuma – yazma ödevleri
için “OKU” emri yeterlidir. Geri tarafı tecrübe ile
yürütülür. Tecrübe de belli sayı ile ödevler vermek şeklinde gerçekleşmiştir. Aynısı, sporda da aynıdır. Sayı
eğitim amaçlıdır. Eğitimde sayı şart ve vazgeçilmezdir.
On defa yazma ödevi, ertesi gün beş defa, üç defa
‘yaz’ ödevine… döner. Öğrenci tamamen okuma –
yazmayı söktüğü an, sayı ile ödev devri de biter. Onun
içindir belli sayıdaki zikir, zamanla değiştirilir, nihayet
tümden ödev / vird kaldırılır. Çünkü insan zikr-i daime
alışmış gitmiştir artık. Zikir, zikr-i daim hale gelmiştir.
Öyleyse insanın, sürekli Allah zikrine alışan bir insan
olması için, diyelim ki önce yüz defa Allah demekle
başlar. Bin defa, iki bin defa, üç bin defa, beş bin
defa… belli sayıda zikir yapar yapar yapar derken bu
insan, sürekli zikreder hale gelir ki artık sayısal zikir /
vird vermenin gereği kalmaz. Zaten o insan sürekli
zikrediyor. O kişi için sayı ile zikir manasız kalmıştır.
İddia ettikleri gibi belli sayıda zikir, ortaya ibadet koymak yani ibadet icad edip uydurmak olsaydı ; o belli
sayı, sürekli aynı kalır, hiç değiştirilmez ve zamanı
gelince de tümden kaldırılmazdı. Çünkü ibadet sabittir, değişmez. Halbuki tarikat uygulmasında zikir / vird,
halden hale, insandan insana değiştirilir, durur.
Bir insanın niyeti bozuksa, dosdoğru bir çizgiyi
bile eğri büğrü görür. Belli sayıdaki zikri, ibadet olarak
görüp taarruzda bulunanlara bu dosdoğru uygulama,
eğri büğrü görünüyor.
Okuma- yazma bilmeyen bir insana okuma yazmayı öğretiyorsan ona
dersin ki “bak, bu alfabe harfleridir, yarına on defa yazıp geleceksin.”
Okumaya - yazmaya alıştırmak için belli sayıda ödev vermek ne ise zikre
alıştırma konusunda belli sayıda zikir vazifesi vermek aynı şeydir. Bu talebe itiraz etse ve “On defa alfabeyi yazmam. Bu ödev Kur’an ve Sünnet’in
neresinde var ? Bana delil getir, yoksa ben yazmıyorum” dese bu
çocuk okuma yazmayı öğrenir mi ? Öğrenemez tabii. Bu öğrencinin belli sayıdaki yazı ödevi için delil istemesi doğru mu ? Tabii ki yanlıştır. Okuma yazma
ödevleri için “OKU” emri yeterlidir. Geri tarafı tecrübe ile yürütülür. Tecrübe
de belli sayı ile ödevler vermek şeklinde gerçekleşmiştir.
Ocak 2011
51
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin
Alametleri
Allah Teala’nın Davut (as)’a şöyle vahyettiği rivayet
edilmiştir:
“(Ey Davut!) Velilerime, saf kullarıma (asfiya) ve muhabbetimi isteyenlere söyle: düşmanlarımın girdikleri yola
girmesinler! Onların mesken tuttukları yerlerde yaşamasınlar! Onların yediklerinden yemesinler! Aksi halde düşmanlarıma benzeyenler, düşmanlarım arasına katılır.”
Veyb b. Münebbih (ra) anlatır:
Geçmiş ümmetlere inan kitapları incelerken şöyle bir ifadeye
rastladık: benim halis kullarım, bela ve musibet yoluna girdiklerinde ferahlayıp sevinirler ve “işte şimdi Rabb’imiz bizi muhafazası altına aldı!” derler.
Bir kudsi hadiste “Beni seven kula bela, sel akıntısının
en uç noktaya ulaşmasından daha süratli ulaşır” buyrulmuştur.
Zünnun-i Mısri (ra) bir hastanın “Ah! Ah!” diyerek inlediğini
duyunca, ona (bu haliyle) sevgisinde sadık olmadığını söyledi.
Bunun üzerine hasta şöyle cevap verdi: “Ben hastalıktan duyduğum ıstıraptan değil, hastalığın verdiği manevi zevkten
ötürü inliyorum.”
Anlatıldığına göre, Feth Mevsıli (ra) hummaya yakalanınca,
Allah’a şükretmek için bin rekat namaz kılar ve şöyle der: “Arşın
üzerindeki Allah, günahlarımı gördü ve beni onlardan temizlemek istedi.”
Rabia Hatun (ra) der ki: “Allah’ı tanıyalı beri, bela diye
bir şeyi bilmiyorum.”
52
Ocak 2011
Ey Oğul!
Halk, (Hakk’a) dost ve düşman olmak üzere iki
sınıftır. Hâl de, nimet ve bela hali olmak üzere iki türlüdür. Bazen bela ona bir ikram olarak Hak dostunu
bulur. Tıpkı Resul ve nebileri (as) bulduğu gibi! Bazen
de rahatlık, hüsrana uğrayacağının bir işareti olarak
Hakk’ın düşmanını bulur. (Kafirlerin bu durumu hakkında) Allah şöyle buyurmuştur:
“En büyük azaptan önce, onlara mutlaka
en yakın azaptan tattıracağız…”
Nimet, hak dostunu bazen aldatmak ya da
uyandırmak için arar bulur. Cenab-ı Hakk’ın; “… De
ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz
ateşedir.” Ayetiyle işaret ettiği gibi nimet, bazen de
ahretten alacağı bir nasibi olmasın diye, Hakk’ın düşmanını arar bulur.
Bela ise itibar ve hakaret babında olmak üzere,
iki türlü gelir. Seni Mevla’ya yaklaştıran her felaketin
ismi beladır. Seni Mevla’dan uzaklaştıran her felaket
gerçek beladır.
Görmez misin ki Allah Teala İbrahim (as)’ı imtihan etmiştir.bu imtihanın asıl maksadı, dostluk ve yakınlıktır. Allah, ibliside imtihan etmiştir. Onu sınamasının
maksadı ise, ona lanet etmek ve rezil etmektir.
Bela anında İbrahim (as) Rabbim bana yeter
derken, iblis, ben kendime yeterim demiştir. Bunun
üzerine İbrahim (as)’a dostluk daveti, iblise lanet fermanı gelmiştir.
Mü’minlerin emiri Hz. Ali (k.v)’nin rivayet ettiğine göre bir defasında Resulullah (sa) Efendimiz şunları anlattı:
Ben miraç gecesi göklere çıkarıldığım zaman, arşa
asılmış bir karabet (yakınlık, akrabalık) gördüm. Kendisiyle bağları koparıp alakayı kesmiş bir diğer karabeti
Rabb’ine şikayet ediyordu. Ona hitaben dedim ki:
-Seninle bağları koparıp alakayı kesen o karabetle aranızda kaç göbek (nesil) var? Bana cevaben
dedi ki:
-Kırk nesil var!
Bu Hadis-i Şerif, kulun insaflı olması lazım geldiğinden bahseder. Aksi halde nefsinin azgınlığını diz-
Ocak 2011
ginleyemez. Kul, bunu idrak ettiği zaman Hak yolda
muvaffak olanlardan sayılır. Ariflerinden birinin, münacatında şöyle yalvardığını söylediler: “Allah’ım! Akrabalık bağlarını sağlamlaştır ve gönülleri Sen’inle
meşgul et!”
Ey Oğul!
Hakk’a kulluk yollarında ki muhabbet erleri, değişik haller içinde O’na yalvarırlar: kimi, özür lisanıyla
gizlice niyaz eder, kimi gayet hayret ve çaresizlik lisanıyla, kimi de neşe ve övgü lisanıyla gizlice niyaz eder.
Keşke gaflet içinde uyuyanlar, her nefeste neler kaybettiklerini bir bilseler!
Peygamber Efendimiz (sa) bir münacatında
şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Dünya ehli dünyalıklarıyla ferahlayıp sevindikleri vakit, benim
gönlüm Sen’inle ferahlar. Gönlüm, Sen’in dostluğunun verdiği manevi zevkle ve Sana kavuşmaya duyduğum şevkle şenledir.”
Bir Hakk aşığı da şöyle niyaz eder:
Ey en hayırlı dost ve can yoldaşı! Ey en hayırlı
arkadaş ve yoldaş! Ne mutlu, sadece Sen’inle yetinen
(başka bir şey istemeyen) kimseye!
Allah’ım! Sana geldim. Ey kalplerin sevgilisi,
Sana geldim! Ey gönüllerin neşesi, Sana geldim! Ey
gönüllerin tek emeli, Sana geldim, Sana!
Allah’ım! Sen’inle, Sana geldim! Sen’inle arama
hicap koyma, beni Sen’den başka yana çevirme!
Allah’ım! Beni cehenneme bile çağırsan, Sana
koşar gelirim. Ben, Sen’inle iftihar ederim. Beni kendine çağırmışsın, nasıl olurda koşup Sana gelmem!
Allah’ım! Sen, beni kendine yaklaştırdıktan
sonra, kim beni Sen’den uzaklaştırabilir! Sen bana
şeref bahşettikten sonra, kim beni zelil edebilir?! Sen
beni katına çıkardıktan sonra, kim beni (oradan) aşağıya indirebilir!
Allah’ım! Sen benim sahibim iken, kimden korkayım?! Sen benim tek emelim iken, kimden ne isteyeyim! Sen benim can yoldaşım iken, kimin
dostluğunu isteyeyim! Ey en güzel dost ve en güzel
yardımcı! Lütfette ihsanını Zât’ınla tamamla!
............................................................
1)-Secde (32)/21 2)-İbrahim (14)/30
53
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Dünya
Yalana
Teslim
Hasan BAŞAR
ünya yalana teslim. Hem de koskoca bir yalana. Bu yalanın baş aktörü kim? Avrupa. Avrupa, dünyaya üstün bir Avrupa medeniyeti
imajı çizmektedir. Avrupai hayat allanıp pullanıp dünyaya servis ediliyor. Hakikatler karartılıyor. Aslında olmayan şeylerin varmış gibi algılanmasını istiyorlar.
Kendilerince insanlığı kandırmaya çalışıyorlar. Süslü,
güzel laflar, sahte gülücükler arkasına saklanmış vahşi
bir zihniyet. Avrupa zihniyeti. Girdikleri her yerin kanını emerek çıkan, kan emici zihniyet. Gerçek yüzleriyle görünmezler bizlere, çünkü o zaman bakacak
yüzleri olmaz. Maskeli yüzlerle dünyanın gözlerini boyarlar. Bütün dünyaya öyle bir imaj çizerler ki kendi
medeniyetleri dışında ki medeniyetler sadece kendilerine benzerlerse kurtuluşa, felaha erebilirler.
D
Avrupa kendilerini dünyanın cazibe
merkezi olarak gösterir. Demokrasinin,
insan haklarının, özgürlüğün, eşitliğin,
modernitenin merkezi. Avrupa bu konuda tabiri caizse milliyetçidir. Avrupa
medeniyetini ayakta tutmak, bu imajı
güçlendirmek için çeşitli argümanlar kullanırlar. Bu argümanlardan en önemlilerinden bir tanesi de Nobel ödülleridir.
Ben bizim medeniyet ile Avrupa medeniyetini
kıyaslamak gibi bir gaflete düşmem. Çünkü bizim yaptıklarımıza onların hayali bile yetmez. Şu anda içinde
bulunduğumuz medeniyet ufak tefek aksamalar olsa
dahi inanın onların medeniyetinden kat be kat daha
üstündür. Bizler öyle bir dinin mensubu ve Peygamberin(sav) ümmetiyiz ki fazla söze gerek var mı? Alla-
54
hın(cc) kelamı Kur’an ve iki cihan güneşi Efendimizin(sav) kaynağından fışkıran bir medeniyet bütün
dünyaya selamet ve huzur getirmiştir ve bundan sonra
da getirmeye devam edecektir. İslam medeniyetini
uzun uzun anlatmayacağım. Benim asıl üzerinde durmak istediğim nokta, İslam medeniyetini karalayarak
batı medeniyetini üstün gösterme gayretidir.
En başta söylediğim gibi Avrupa kendilerini
dünyanın cazibe merkezi olarak gösterir. Demokrasinin, insan haklarının, özgürlüğün, eşitliğin, modernitenin merkezi. Avrupa bu konuda tabiri caizse
milliyetçidir. Avrupa medeniyetini ayakta tutmak, bu
imajı güçlendirmek için çeşitli argümanlar kullanırlar.
Bu argümanlardan en önemlilerinden bir tanesi de
Nobel ödülleridir. Ne kadar tirajı komik değil mi? Dinamiti bularak insanlığa en büyük kötülüğü yapmış ve
bu sayede zengin olmuş birisi adına ödüller vermek.
İsveç Akademisi edebiyat ödüllerini verirken her
ne kadar şu ya da bu gerekçelerle verdik dese de yine
yalan. “İnsanlar için en faydalı eseri yazan, edebiyat dalında en ideal yönde en başarılı eseri
veren edebiyatçıya verilmesi.” Bu gerekçe dünyayı kandırmak için kullandıkları yüzlerce süslü yalanlardan sadece birisidir. Amaç tamamıyla siyasi ve
politik. Eser Avrupa’dan birisine verilmişse kendi kültürlerine ve medeniyetlerine katkı sağladığı içindir.
Mesela 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülü Winston
Churchill’e verilmiştir. Bilin bakalım gerekçesi ne:
“Yüksek insani değerleri savunan konuşma-
ları.” Yalaaan! Zannediyorum Churchill’in kim olduğunu söylememe gerek yok. Churchill’in sadece bir
cümlesi bile onun ne kadar vahşi bir ruha sahip olduğunu gösterir: “Uygar olmayan kabilelere karşı
zehirli gaz kullanılmasını şiddetle destekliyorum.” Alın işte size hakikat.
Eğer ödül batı dışında birilerine verilmişse ödülü
alan kişi kesinlikle içinden çıktığı toplumu ve kültürü
karalamıştır. Ne hikmetse Avrupa dışında ödül alanların tamamı kendi toplumuyla kavgalı ya da topluma
muhalif kişilerdir. Zaten ödülü almaya hak kazanmalarındaki asıl hakikatte budur. Bu gerçeği gören iki kişi
bu ödülü almayı reddetmiştir. Birisi Rus yazar Boris
Pasternak diğeri de Fransız yazar J Paul Sartre’dir.
Boris Pasternak Rusya’da komünizm rejimi muhalifi
olduğu için ödüle layık görülmüştür. Ama kabul etmez
ve gerekçesini de şöyle bildirir: “Romanımın çerçevesinde gelişen siyasi kampanyanın kazandığı
boyutları görünce ve Nobel ödülünün bana verilmesinin çok çirkin sonuçlara varan siyasi
amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil kendi irademle ödülü
reddettiğimi belirtirim.”
Ünlü Fransız düşünür ve edebiyatçı J Paul
Sartre: “Alçaklar beni satın almak istiyorlar ben
hiçbir kuruluşa bağlı değilim.” diyerek ödülü reddetmiştir. J Paul Sartre’nin bu şekilde söylemesinin nedeni Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesine karşı
çıkmasıdır. Güya onu bu şekilde susturabileceklerini
sanıyorlar.
Gelelim İslam dünyasına. İslam dünyasından bu
ödülü alan toplam beş kişidir. Bizden Orhan Pamuk
almıştır. O da “Türkler 1 milyon Ermeniyi kesti”
dediği içindir. Sadece bu cümle bile İslam ve Türk medeniyetini karalamaya ve barbar göstermeye yetmez
mi? Fazla bile. Ha bu arada ödül verildiğinde gerçekler her zaman ki gibi süslü gerekçelerle gizlenmiştir:
“2006 Nobel Edebiyat Ödülü 'Kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbiriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler
bulan' Orhan Pamuk'a verilmiştir.” “Batı nezdinde şöhret sahibi olmak istiyorsanız, ‘Müslümanlığı aşağılayın, Türklüğe hakaret edin,
Müslüman dünyanın değerlerini hafife alın, bu
dünyanın neden geç batılılaştığını anlatın literatüre girersiniz.”
İslam dünyasında edebiyat ödülünü ilk alan
yazar Mısırlı Necip Mahfuz’dur. Onun özelliği ne? Yine
sihirli formül. İslam düşmanlığı. “Cebelawi Çocuk-
Ocak 2011
55
ları” ile İslam’ın değerlerini Hz. Muhammed(sav) e
hakaret içeren üslupla anlatmasıdır.
“Müslümanlar, 'geri zekâlı', 'yaratıcı olamayan', 'hiçbir şeyi başaramayan' bir güruh,”
Nobel edebiyat ödülünden bahsetmişken Naipul’a ayrı bir başlık açmak istiyorum. Kimdir bu Naipul. 2001 yılında Nobel edebiyat ödülünü almış Hind
asıllı bir İngiliz yazar. Kendi adıma söyleyebilirim ki
daha düne kadar kim olduğunu bilmiyordum. Ta ki
25-27 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da yapılan Avrupa Yazarlar Parlamentosunun onur konuğu olarak
davet edilene kadar. Başta Hilmi Yavuz olmak üzere
onur ve insaf sahibi olanlar İslam düşmanı Naipul’un
Müslüman bir memlekette, İslam medeniyetinin en
önemli şehirlerinden birinde yani İstanbul’da düzenlenen Avrupa Yazarlar Parlamentosunun onur konuğu
olarak davet edilmesini içine sindirememiş ve haklı
olarak tepki göstermiştir. Müslümanlara hakaret eden
birisini Müslüman bir ülkede düzenlenen bir organizasyona onur konuğu olarak çağırmak aymazlığını
ancak Avrupalılar ya da Avrupa uşağı art niyetli zihniyetler yapar.
Edward Said’in Naipaul’un ‘Nehrin Dönemeci’
adlı romanına dair tespitleri; “Bu roman oryantalizmin Müslüman algısına örnektir. Ona göre
Müslüman imajı “sinsi”, “terörist” ve “kana susamış ayak takımı”ndan ibaretti’’Avrupa’nın gözündeki Müslüman imajı Edward Said’in
tespitlerindeki gibi “sinsi”, “terörist” ve “kana susamış ayak takımı”dır. Bütün herkesi de böyle olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Bu amaca hizmet
eden herkesi de ödüllendirirler.
Bu şahıs yani Naipul ününü, şöhretini ve Nobel
edebiyat ödülünü İslam düşmanlığına ve İslam medeniyetine karşı aldığı tutuma borçludur. Ama yine
hakikatler süslü laflarla gizlenmiştir. Ödülü almasına
sebep olarak şu gerekçe gösterilmiştir:"Bize bastırılmış tarihin varlığını göstermeye çalıştığı eserlerinin, dürüst araştırma ve her iki tarafa eşit
mesafeli anlatıya sahip olduğu için." Ödülünü
aldığı tarihte manidardır. 11 Eylül saldırılarının yapıldığı yıl yani 2001 yılı. İslam dünyasının dışında özellikle de Batı dünyasında İslam düşmanlığının zirve
yaptığı bir tarih. Gelelim Naipul’a ve onun İslam ve
İslam medeniyeti hakkında söylediklerine. İslam ve
İslam medeniyeti hakkında ne söylemiş ki uşaklığını
yaptığı efendileri onu ödüle layık görmüşler:
`İslamiyet, yalnızca zorluktan kaçıp sığınılan bir
barınaktı (Müslümanlar için); yaratıcı değildi; hiçbir
şeyi başaramıyordu; tıpkı bir parazit gibiydi`
“Bu din, bütünüyle yararsız bir coşku
uyandıran bağnazlık dini`dir”
56
Naipul ve onun gibileri görünce aklıma Londra’daki imam geliyor. Londra’da camiye yeni atanan
bir imam hep aynı yolu kullanarak camiye gider gelirmiş. Hep aynı güzergâhı kullandığı içinde gidip gelirken aynı dolmuşa binermiş. Bu dolmuşun şoförü bir
gün para üstünü fazla vermiş. İmam verip vermeme
noktasında tereddüde düşmüş: “Canım ne olacak
ki, zaten çok kazanıyor, bu para onun için bir
şey ifade etmez ki.” diye düşünüyormuş. Ama sonuçta doğru olanı yapmış ve paranın üstünü vermiş.
Dolmuş şoförü:
“Siz şu camiye yeni atanan imam olmalısınız. Ben de İslamiyet’i öğrenmek ve İslamiyet
hakkında bilgi almak için sizin yanınıza gelecektim. Bu parayı size kasıtlı olarak fazladan
verdim. Bir Müslüman olarak ne yapacağınızı
merak ettim.” demiş. İmam dolmuştan indikten sonra: “Allah’ım sana şükürler olsun, hata
yapmama engel oldun, yoksa 20 kuruşa dinimi
satacaktım.”
Evet, sevgili okuyucularım ben, bu ve buna benzer insanları gördükçe şan ve şöhret uğruna dinini,
kültürünü satan insanları görüyorum. Unutmayın ki
sizler onlara hizmet ettiğiniz müddetçe değerli olursunuz. Ama bu değer efendisinin kölesine duyduğu değerden farksızdır. Çünkü sizlerin yaptığı sadece
efendisine hizmet etmektir.
Ocak 2011
Kim Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tutunursa vasıl
olur, kim ondan ayrılırsa, uzaklaşır.
Ahmer er-Rufai Hazretleri
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Her İşte
Haddi Vasat
(Orta Yol)
Sebahaddin TÜZÜN
fendimiz, önderimiz, ahlak ve faziletin yegâne
temsilcisi Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)
ümmet şuurunu “Ümmet bir bedenin azaları gibidir. Azalardan herhangi biri rahatsızlandığında bütün beden bu rahatsızlığı
hisseder.”şeklinde tarif eder. Hattı zatında Kur’anı
Kerimde bu hadisi şerifin ruhuna ilişkin yüzlerce ayet
vardır. Muhakkak ki mü’min bu sorumluluk içerisinde
olmalı ve bu inancın ruhuna uygun yaşamalıdır.
E
“O, Hanginizin daha güzel davranış
içerisinde olduğunu sınamak için ölümü
ve hayatı yarattı”
58
Rabbimiz yalnızca iyi olmamızı değil, aktif iyi olmamızı emretmektedir. Yani başkalarının mutluluğunu
ön plana almanın ve bu uğurda fedakâr davranmanın daha faziletli bir davranış olduğunu buyurmaktadır. Hele mü’minlerin birbirleri ile olan münasebetleri
bu manada daha bir önem arz etmektedir. Tarihin her
döneminde başkalarının huzur ve saadeti için yurdundan onbinlerce km ötelere mutluluk taşıyan kahramanlarımızın sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Bu
İslam ümmetinin bir iftihar tablosudur ve bu sayı kıyamete kadar inşallah çoğalarak devam edecektir.
Dünyanın en ücra köşesine kadar yardım taşıyan vakıf
ve derneklerimizin sayısı oldukça fazladır. Allah hayırda yarışan ve bunu yalnızca Allah rızası için yapanların sayısını artırsın.
Buraya kadar güzel. Şimdi konuya bir başka zaviyeden bakalım. Bir fazileti eda ederken daha büyük
bir faziletin elden çıkması anlamsızdır. Hele bir nafilenin ifası için bir farzın elden çıkması daha anlamsız bir
davranıştır. İbadetler sembollere bürünmüştür ve bu
semboller o dine mensup olanların kimliğini ele vermektedir. Bunlar birer işarettir. Müslüman’ın işareti namazı, orucu, zekâtı, kurbanı, hayrı ve hasenatıdır. Biz
mübarek ramazan ayımızı ve kutsal saydığımız geceleri işaret olsun diye kandillerle süsleriz. Hele kurban
bayramımızı tarifi imkânsız enerji yayan kurbanlıklardan tanırız. Başka ülkelerde kesilmek üzere bağış
yapan kurban sahipleri son yıllarda giderek arttı. Bu
çok memnun edici bir davranış. Ancak aynı nispette
kendi memleketimizde gözle görünür bir azalma var.
Artık kurban bayramlarının coşku ve heyecanını neredeyse yaşayamaz olduk. Bu iş belki taşrada henüz
kendini hissettirmedi ama büyük şehirlerde maalesef
durum bundan ibaret. Malumdur ki bir neslin gücü
köklerindedir. Bu manada gelecek nesillere miras bırakacağımız güçlü bir kültürümüz olmalıdır. Dinimiz,
dilimiz, adetlerimiz bizi geleceğe taşıyan en önemli
araçlardır. Mutlaka yardımsever olmalıyız. Mutlaka hayırhah olmalıyız. Ama bu iş tabiatına uygun ve merkezden çevreye doğru yapılmalıdır. Ben olmadan
başkası olmaz.
Ocak 2011
Eli öpülesi insanlara koşarken, elini hatta ayağını öpecek analarımızı, babalarımızı ihmal etmemeliyiz. Hatırlayalım yaşlı annesini bırakıpta cihad için izin
istemeye gelen sahabeyi Allah’ın Resulü geri çevirmişti. Kurban bayramlarında bu vakfetme işi öylesine
kanıksandı ki sormayın. Nedenini anlamaya çalıştığınızda “böylesi daha kolay oluyor” şeklindeki cevabı rahatlıkla hissedebilirsiniz. Yani zımnen bu iş
daha zahmetiz manasını taşıyor. Hâlbuki bu işin fazileti ve lezzeti zahmetinde gizlidir. Allah’ın Resul’ü
“yarım bardak su için bile olsa sahura kalkınız”
derken hayır ve bereketinin zahmetinde olduğuna işaret ediyordu.
Ben âlim değilim, fakih hiç değilim. Yalnızca
Müslüman hassasiyetini yoğun bir şekilde yaşayan
avamdan biriyim. Dışarıdan olayı seyreden biri olarak
temennim ve tavsiyem odur ki: hali vakti çok iyi olan
Müslüman kardeşlerimiz hem başka ülkelerde ki Müslüman kardeşlerine kurban hediye etmelidir, hem de
bu vecibenin ifasına yönelik olarak kendi mahallesinde kesmelidir. Hali vakti yerinde olan Müslümanlar
ise zahmetine katlanıp kendi yaşadığı yerde kesmelidir. Bir zahmet.
La ilahe illallah Muhammed’ün Resulullah. İmanın en temel iki şartı. Birincisi göklerde ve yerde Allah’tan başka İlah olmadığına, otoritenin ve
hükümranlığın yalnızca Allah’a ait olduğuna inanmaktır. Yani yaratmanın, yaşatmanın ve yönetmenin
yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a ait olduğunu
59
kabul edip, kayıtsız ve şartsız boyun eğmektir. Aynen
iradesiz varlıklarda olduğu gibi. “O duman halindeki gökü şekillendirdi; sonra ona ve arza “ her
ikinizde isteyerek ya da istemeyerek gelin”
dedi. İkisi de “ bizler boyun eğerek geldik” dediler. (Fussilet 11)
Şimdi akidenin ikinci yarısını ele alalım. Muhammed’ün Resulullah. Bu akide yalnızca Peygamberin Allah’tan haber getirdiğine inanmak anlamına
gelmez. O’nun tüm davranış ve öğretilerinin Allah
adına olduğunu ve bu münasebet ile iradeli tüm varlıkları bağladığı anlamına gelir. Çünkü O mümtaz ve
muazzez insan güzel ahlakın yeryüzündeki biricik timsali idi. O Âlemlere rahmet olarak seçilmiş ve gönderilmiş numune-i imtisaldi. Yani örnek şahsiyet. O,
güzel ahlakın yani fıtrata en uygun olan davranışın
mükemmel mümessili idi. O “Ben güzel ahlakı tamamlamak için seçildim ve gönderildim” derken, bunu kendi nefsine pay çıkarmak maksadı ile
değil, bu misyonun kendisine tevdi edildiğine işaret
ediyordu. Bu görev tüm iradeli varlıkların yaratılış gayesine mebni idi. Öyle ki Mülk Suresinin ikinci ayeti
buna işaret ediyordu. “O, Hanginizin daha güzel
davranış içerisinde olduğunu sınamak için
ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk 2) Kuran’ı Kerimin birçok yerinde Rabbimiz muttakilerin vasıflarını “İman
edip salih amel işleyenler” şeklinde tarif eder. Salih
lügatte iyi, hayırlı, dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden ve takva ehli anlamına gelir. Bu haslet Hazreti Muhammed Mustafa’nın (S.A.V) şahsında
temayüz etmişti. Ahzap suresinin 21. ayetinde Rabbi-
miz “Doğrusu Allah’ın Resulü, Allah’ı ve ahiret
gününü arzulayan, umut eden ve Allah’ı devamlı hatırda tutanlar için güzel bir örnek teşkil eder” buyurarak bizde bir şuur inşa etmeyi
amaçlar. Bu şuur sağlam bir tevhid akidesinin imar ve
inşasına matuftur. Sağlam bir imana sahip olmanın
yolu, Allah Resulü’nün yolunda olmaktan geçer. Yalnızca O’nun hayatını anmak ve kutsamak tek başına
yeterli değildir. Hem O’nun övülmeye çokta ihtiyacı
da yoktur, zira O’nun ahlakı bizzat fıtratı yaratan Allah
tarafından övülmüştür. “Şüphesiz Sen yüce bir
ahlak üzeresin” (Kalem/4) O’nun hayat kronolojisini bilmekte bizde güzel bir ahlak oluşturmaz. Güzel bir
ahlak ancak O’nu anlamak ve yaşamaktan geçer. O
hayatı nasıl tasavvur ediyor ve nasıl şekillendiriyordu.
İnsana, hayvana, nebata, kısaca varlığa nasıl bakıyor
ve davranıyordu. Erkek, kadın, yaşlı, genç O’nun gözünde ne anlam ifade ediyordu. O’nun gözünde zenginin ve fakirin, güçlünün ve zayıfın yeri ne idi. Kayıp
ve kazanç tasavvuru nasıldı. Hayat ve ölüm O’nun
zihninde nasıl algılanmıştı. Akıllı ve ahmak kimdi.
İman, ihsan, irfan ne idi? Zahid kimdi, abid kim? Pehlivan kim, zayıf kim? Galip ve mağlup kimdi... Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Müminin kurtuluşu O muhteşem
ahlak sahibini anlamak yaşamak ve ona gönülden
ram olmaktan geçer.
İşte güzel amelin karşılığı şüphesiz ki Allah’ın Resulüdür. Bu da Allah’ın Kuran’da zikrettiği salih amelin karşılığıdır. Yani Kur’an ahlakı. Zira Hazreti
Aişe’den Resulullah’ın ahlakı sorulduğunda “siz hiç
kur’an okumadınız mı?” şeklide cevap alınmıştı.
Namazının sünnetlerinden taviz vermediği halde
komşusuna ve çevresine eziyet eden, rahatsızlık veren
kimse Allah’ın muradını anlamamış demektir. Peygamberin adını yere düşürmediği halde yalan söyleyen, ihanet eden, hile yapan ve sözünden dönen
aldanmıştır. Bu manada saygıdan, sevgiden, şefkat ve
merhametten uzaksa sünnet tasavvuru alt üst olmuş
demektir. Mümin verasız, vefasız, hayâsız ve davasız
olamaz. Hele cimri ve korkak hiç olamaz. Mümin
ancak salih amel ile yani peygamber ahlakı ile tezyin
olunduğu oranda kemale erer. Peygamberimizden
sadır olduğu üzere başkalarına faydalı olduğu, ürettiği
ve verdiği oranda şahsiyet kazanır. İşte o zaman eşyayı emrine musahhar kılarak zamanı ve bilgiyi en
güzel bir şekilde yönetir. İşte o zaman dünyaya ve içindekilere efendi olur. O zaman kök salar kuvvet bulur
ve dolayısıyla fırtınalar karşısında savrulmaz. İşte o
zaman Allahın gör dediği yerden bakarak feraset sahibi olur. Ve işte o zaman salih-saliha ve kâmil olur.
60
Ocak 2011
Etme
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme
Mevlana Celaleddin Rumi
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Sabır
Abidesi
Kutlu
Şehide
(MAŞİTE SULTAN)
Hatice FURAN
Zaman: Hz.Musa zamanı.
Yer: Fravun un sarayı.
Saray da bir sultan Bir iman abidesi var.
Vazifesi: Hizmetçi.
Adı: Maşite.
“Ben kulumdan razı olmam, kulum
benden razı olmadıkça.”
Önce Bir LA diyerek Fravunun ilahlığını reddetmiş.Ve Allah c.c. ın tek ilah olduğunu kabul ederek
İLLALLAH sarayını varmıştı.Zira gönül sultanlarından biri şöyle buyurmuştur.LA süpürgesi ile yolları temizlemeyen İLLALLAH sarayına varamaz.
İmanını gizliyordu Maşite sultan.Gizlice Rabbine
dua ve niyazda bulunuyor ibadet ediyordu.Bir gün sarayda vazifeli olduğu işlerinden birini yapmaya başlayacaktı ki:Ağzından bismillah lafzı aşikare
döküldü.Hemen yanında bulunan diğer bir temizlikçi
arkadaşı ,daha önce hiç duymadığı bu sözü duyunca
merakla sordu:
-Sen ne dedin Maşite?
Şaşırmıştı,Çünkü o zaman bir işe başlayacakları
62
zaman ‘Biizzetifarvun’ yani Fravun un izzeti ile diyerek
başlarlardı.
madı.Arkadaşına ihanet etmeyi daha kolay buldu.
Koştu hemen, Anlattı:
Maşite sultan gerçekleri olduğu gibi anlattı.Belki
arkadaşı da iman eder diye düşündü.Biri daha küfrün
karanlığından imanın aydnlığına ulaşır diye ümitlendi.
Ve dedi:
-Efendimiz! Hani Maşite var ya! Saray hizmetçilerin den. İşte o kafir oldu.Sizin ilahlığınızı reddediyor. Musa ya ve O’nun Rabbine iman ediyor.
-Allah ın c.c. adı ile başlarım dedim.
Aralarında ki konuşma şöyle devam etti.
-Allah ne demek?Allah kim?
-Seni,beni ve her şeyi,herkesi yaratan,yöneten,rızık veren,yaşatan,öldüren tek ilah.
-Bizi yaşatan,öldüren,yöneten,rızkımızı veren
Fravun değil mi?
-Geceleri göz kapaklarına sahip olamayan,söz
geçiremeyen, bu dediklerini nasıl yapar? Düşündün
mü hiç?
Kafası karıştı hizmetçinin.Ancak hemen kendini
toparladı. Bunlar büyük laflardı. Asla inanmamalı Maşite ye ve dediklerine. Hatta derhal Fravun a bildirmeliydi. Zira eğer Firavun un haberi olurda Maşite nin
iman ettiğinden ve eğer bunu bildiği halde kendisine
haber vermediğini öğrenirse Fravun,başına gelecekleri düşünmek bile istemiyordu. Bunu göze ala-
Firavun kızdı,öfkelendi. Bu asla duyulmamalı
idi. Zira bir hizmetçi nin Musa ya ve Rabbine iman ettiği duyulursa itibarı zedelenirdi.İlahlığı tehlikeye girebilirdi.Kafası karışanlar olabilirdi. Bu asla olmamalıydı.
Belki başkalarına da anlatmış olabilirdi Maşite. Belki
başkalarının gizlice Musa nın Rabbine iman etmesine
sebep olabilirdi. Belki de olmuştu.İlahtı!(haşa)Ama bilmiyordu.
Hemen Maşite yi çağırttı.Sordu:
-Kafir olmuşsun Maşite.Musa ya ve O nun ilahına iman ediyormuşsun,doğru mu?
-Evet! dedi.
Yalan söylemek aklından bile geçmedi.Pervasızca,cesurca ‘EVET’dedi.
Firavun önce sükunetle davrandı. Bazı teklifleri
vardı Maşite ye. İçi rahattı Maşite bu teklifler karşında
dayanamaz,imanından dönerdi. Zira oldukça cazipti
teklifleri bir hanım için.
-Maşite! Gel küfründen geri dön.Tekrar bana
iman et.Bunu açıkla tüm saray halkının önünde.Buna
karşılık sana istediğin herhangi sarayımdan birini vereyim.Git kocanla çocuklarınla yaşa.Ya da istediğin
kadar mal mülk vereyim.Nereye istersen gidersin.
Emindi ki firavun kendinden o kadar olur.Hangi
kadın bu teklifi geri çevirebilirdi ki.Ancak hiçte umduğu gibi olmadı. Maşite Hatun daha teklifin bitmesini
beklemeden ‘HAYIR’cevabını verdi.
Firavun çok kızmıştı.Tehdit etmeye başladı.Zira
küfrün metodu bu idi hep.
-Eğer halkın karşısında imanından döndüğünü
açıklamazsan sana yapacaklarımı tahmin bile edemezsin.Seni cellatlarıma teslim ederim.Başına öyle
şeyler açarım.öyle işkence ettiririm ki,bunlara dayanamazsın.Gel inadından dön ne istersen al ve çek git.
-Hayır! dedi Maşite. Asla imanımdan dönmem.
Ne istersen yap.
Ocak 2011
63
-Maşite nin kızlarını getirin,dedi
Getirdiler.Önce büyük kızını annenin yanına getirip annesine sarılmasına müsaade ettiler.Tam sarıldıkları anda ayırıp,iğrenç tekliflerini yinelediler.
-Bak Maşite!dedi Fravun.Al kızlarını git.Bak seni
ne kadar özlemişler.Ama bir kere de ki:Ben Musa nın
ilahını inkar ettim.Firavun a iman ettim.Eğer kabul etmezsen,kızını hemen buracıkta boğazlar,kanı ile de
seni yıkarım.Teklif korkunç,tehdit korkunç ama Cevap
aynı;
-LA İLAHE İLLALLAH
Kızını gözlerine önünde kestiler Maşite nin. Boğazından fışkıran kanlar Maşite nin yüzüne bulaştı. İçi
yanmadı mı? yandı elbet. Anneydi o. Ama kaypak,
korkak, dünya perest değildi. Ahiretini dünyasına değişecek kadar basit hiç değildi.
İstediğini elde edemeyen Firavun delirmişti.
Kendi gözünde basit olan bir hizmetçiye lafı geçmemişti. Demezler miydi sen nasıl ilahsın? Mutlaka bir
yolu olmalıydı bunun.
Firavun cellatlarını çağırdı.’Alın götürün
‘dedi.Hiç sormadı cellatlar.Nereye götürelim,ne yapalım diye.Zira onlar ustaydı.Ne yapacaklarını,nereye
götüreceklerini iyi bilirlerdi.
Maşite Sultan ı işkence mahzenlerine götürdüler.Önce çarmuha gerdiler.Tırnaklarını bir bir sökerek
başladılar işkenceye.Her tırnak söktüklerin de soruyorlardı
-Maşite! Vazgeçtin mi?
Cevap net: Cevap tek kelimeden ibaret.
-LA İLAHE İLLALLAH
Şimdi düşünelim,o Sultan her tırnağı sökülürken o kadar işkence altında iken bile,Kelime-iTevhid i
zikretmekten hiç gafil olmadı.Ya biz ,bunca rahatın
içinde günde kaç kere Rabbimizi zikrediyoruz?
Tırnaklarını söktüler, kırbaçladılar, aç susuz bıraktılar. Ama nafile. Vazgeçmiyordu.Dilinden Kelimei Tevhid düşmüyordu hiç.Firavuna anlattılar durumu
artık ölecekti. Ama inkar etmeden ölmemeliydi.Kötü
örnek olurdu. Bu ne büyük ,ne kıymetli bir iman ki,canını verdi,ama dönmedi,dememeliydi hiç kimse. Firavun yaptı firavunluğunu. Maşite nin iki kızı
olduğunu biliyordu. Bir annenin en zayıf noktasının
çocukları olduğunu da.
64
Şimdi sıra küçük kızına gelmişti.Koca bir ateş
yaktılar.Bebekti daha küçük kız.Dokuz On aylık bir
bebek ti. Annesi işkence mahzenine alındığından beri
süt emememiş ti.Açtı. Bebeği annesine verdiler.Al
emzir dediler. Aç olan ebbek yapıştı annesinin memesine.Tam emmeye başladığında hızla çekip aldılar.Başladı feryada .Bunu defalarca tekrar ettiler.En adi,en
vahşi yaratığın bile içini acıtacak bu olay.Firavun un
içini titretmedi bile.O nun tek isteği Maşite nin tekrar
kendisine iman ettiğini açıklaması idi. Bebek feryad
ediyor.Anne kucağını istiyordu.Maşite sultan a yeni bir
teklif sundu Firavun,o pislikle dolu,hep zulme çalışan
ve kendisini ebedi cehennemlik yapacak aklına çok
güveniyordu.
-Bak Maşite!İstersen bir kere bana iman ettiğini
söyle.Al bebeğini dilediğin yere git.Yok kabul etmezsen bu bebeği şu gördüğün ateşe atarım.Sonrada seni
de, koca nı da yakarım. Dedi.
Maşite sultan. Yerde kanlar için de yatan kızına
baktı bir.Bir de feryadı iç yakan,annesini isteyen,karnı
aç bebeğine baktı.Bir de yaktıkları o kocaman
ateşe.Bir an düşündü.’Acaba bir kere sadece dilimle
Firavun a iman ettim desem.Ama kalbim de imanımı
saklasam.Şu minicik yavrumu alıp gitsem.Bari bunu
kurtarsam.Hangi anne göz göre razı olurdu ki evkadı-
Ocak 2011
nın diri diri yakılmasına. Karar verdi.İçinde ki imanının kuvvetini artırmasını istedi Allah tan. Allah ım affet
sadece ama sadece dilimle söyleyeceğim. Kalbimde
ki imanımın nasıl olduğunu sen biliyorsun dedi. Kararını vermişti.
Firavun delirdi iyice.
-Derhal bir kazan getirin. İçine yağ doldurun. Bunların hepsini içine atın. Eriyene kadar kaynatın.Asla
kabirleri olmasın. Kimse bunları anmasın. Hatırlamasın dedi.
Tam da ‘Benim rabbim sensin’diyecekti ki Firavun’a, minicik bebek konuşmaya başladı.
Denileni yaptılar. O mubarek bedenleri eriyene
kadar kaynattılar. Onların adlarını anmayı,bu olayı anlatmayı yasakladılar. Kimseye ibret olmasın,örnek olmasın diye.
-Sakın anne. Sakın dönme imanından.Dilinle
bile olsa dönme. Vallahi şu anda Rabbimizin bizim için
hazırladığı cennet köşkünü görüyorum. Ve seni o kapıda bekleyeceğim dedi.
Herkes şaşkındı. Ama Firavun dehşete düştü.
Konuşturmayın söyletmeyin şunu.Yoksa fitne çıkacak.
Atın ateşe dedi. Hemen attılar.
Arkasından Maşite’nin kocasını getirdiler.
-Söyle karına, benim ilah olduğumu söyle. Dedi Firavun.
Yerde yatan kızına, perişan halde olan hanımına
baktı. O da gizlice iman etmişti. Artık imanını saklaması için bir gerekçe yoktu.
-Sen ilah değilsin. Sen hiçbir şey değilsin.Sen
hiçbir şeye sahipte, malikte değilsin dedi.
Ama Allah c.c bu olay ibret olsun diye bize
kadar ulaştırdı. Sadece kendi dönemi değil,yıllar sonrası dönemde bile ibretle ve rahmetle anıldı bu kutlu
şehitlerin kıssası. Firavunda amacına ulaştı! O da unutulmadı. Ama adı lanetle ebedi cehennemlikler listesinde.
O mubarek şehide, zilletle yaşamaktansa, izzetle
ölmeyi tercih etti. Ruhsat var iken, can korkusu olduğu
durumlarda, kalbinde imanı muhafaza ederek, sadece
dili ile inkar etmeye, o azimeti tercih etti.
Dili ile bile olsa inkar etmek istemedi. Sabretti
Tam en hassas anda da, rabbimiz Onu korudu. Evladının dili ile cennetle müjdeledi o kutlu şehide yi. Ve
şimdi o mubarek aile cennet köşklerin de refah içerisindeler.
Onca sıkıntı ve işkence altında gene de ruhsat
olanı tercih etmemek. En doğruya en güzele sarılmak,canı veren uğruna hiç tereddüt etmeden can vermek şerefine erdiler. Peki ya bizler? Günde kaç
dakikamızı ayırıyoruz rabbimizi zikir için. Ya da hangi
zevkimizden, nefsi arzumuzdan vazgeçiyoruz Allah
cc.rızası için. Ya da Rabbimiz den gelen sıkıntılara ne
kadar sabrediyoruz. Yoksa en ufak imtihanda oflayıp,inleyenlerden miyiz.
Rabbimiz buyurur, KUDSİ HADİS’te: “Ben kulumdan razı olmam, kulum benden razı olmadıkça.”
Ve Efendimiz a.v.s buyurur:
Demirin pas tutuğu gibi kalplerde pas tutar. Kalbin pasını da ancak Allah ı c.c zikremek giderir.
İşte Maşite sultan ın hayatından çıkaracağımız
en büyük iki ders, kulağa küpe iki öğüt.
1) Ne halde ve ne şartta olursak olalım her daim SABIR.
2) Ne halde ve ne şartta olursak olalım her daim ZİKİR.
Ocak 2011
65
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Soyut Zekâsı
Gelişmemiş
Çocuklarda
“Allah Korkusu”
M. Emin KARABACAK
oyut zekâlarının tam gelişmeyen bu çocuklara,
yanlış verilen Allah korkusu çocuklarda; Allah’ı
cezalandırıcı, affetmesi olmayan kötü birine
benzeteceklerdir.
S
Bu dünyada ciğer paremiz olarak
gördüğümüz çocuklara dinini kitabını
anlatmadan önce kendimizi sevdirmemiz gerekir. Çünkü insan sevdiğinin sözünü tuttuğu gibi onun yolundan gider.
Çocuklara bu konuda da sevgiyle yaklaşıp sevdirerek ve uygun model olarak
anlatmalı.
Aygır’a (Bozkır-Konya) pikniğe giden hemen
herkes oradaki taş adamı görmüştür. Ben ve çocuklarım, eş dostla Aygır’a ilk defa pikniğe gittiğimizde bize
dağdaki taş adamın resmini gösterdiler.
Biz oradaki şeklin adam mı değil mi diye bakmaya çalışırken bir taraftan da hikâyesin dinliyorduk.
Taş adamın hikâyesinin özünde çoban, ekmeğe küçük
abdestini yaptığı için Allah tarafından ekmeğe yaptığı
saygısızlıktan dolayı taş yapmasıdır. Kızım böyle şeyleri masal kitaplarında okuduğundan böyle bir şeyi
somut olarak gördüğünde de:
-“Gerçekten de baba Allah o adamı taş mı
yapmış” tepkisi olmuştur. Hikâyenin ne kadar doğru
ne kadar yanlış orasını bilemem; ama soyut zekâsı gelişmemiş çocuklarda nasıl etki yaptığını gördüm.
66
Bir gün bir baba evine gelerek; haydin çocuklar
hazırlanın, yarın sizi tatile götüreceğim diyerek içeri
girer. Evde herkes sevinç çığlıkları atıp sevinirken evin
küçük çocuğu:
gittiğimiz zaman bir hata yapıp Allah’ın beni taş
yapmasından korkuyorum, onun için tatile gitmek istemiyorum.” diye karşılık verir.
Çocuklara Allah’ı Nasıl Anlatmalı?
-“Hayır, ben tatile gitmek istemiyorum”
der.
Nedenini merak eden anne ve baba:
-“Çocuğum herkes tatile gitmek için can
atarken, senin gitmeme sebebin nedir?” diye sorarlar. Çocuk soruya soruyla karşılık verir.
-“Babacığım gideceğimiz tatil yerinde
Allah var mı?” diye sorar. Çocuğun sorusuna şaşıran
baba:
-“Tabi ki var çocuğum; çünkü Allah her
yerdedir.” der. Çocuk:
-“O zaman ben de gitmiyorum.” der. Duruma iyice şaşıran baba merakla:
-“ Peki, niye?” der baba. Çocuk ise kararlı;
fakat korkak bir şekilde:
- “Anneciğim-babacığım, sizi kızdırdığım
zaman yâda sözünüzü dinlemediğim zaman
bana; Allah seni taş yapacak demiyor muydunuz? Ne zaman ben bir hata yapsam yâda sizin
isteklerinizi yerine getirmesem sizler bana;
Allah taş tapar, Allah çarpar diyordunuz. Tatile
Çocuklar büyüdüklerinin bir ifadesi olarak 3–4
yaşlarından itibaren çok soru sorarlar. Her konuda olduğu gibi Allah’la da ilgili sorularda sorarlar. Bu konuda çocukların sordukları sorulara kısa, anlaşılır ve
seviyelerine uygun bir şekilde cevaplandırılmalıdır.
Çocukların sorularına cevap verirken soyut zekâlarının da dikkate alınarak, nedenlerden çok sorduğu şeylerin faydaları ve amaçları hakkında
seviyesine uygun kısa ve öz bir şekilde verilmeli.
Değerli hocamızın biri namaza başlamasını ise
şöyle anlatır:
Çocukluğumuzda mahalle hocasında okurken,
namaz vakti gelince haydi çocuklar ellerinizi yüzünüzü
yıkayın, camiye namaz kılmaya gidiyoruz derdi. Bu
bize çok kolay geldi. Sonraki haftada çocuklar ellerinizi yüzünüzü yıkamışken kollarınızı da yıkayıverin
dedi. Her hafta bir uzvumuzu yıkayarak abdest alarak
namaza başladık.
O zaman bize hocamız katı kurallar içinde bir
abdest almamızı, abdesti yanlış alanın namazı olmayacağı, namazı olmayanın cehennemde cayır cayır
yanacağını söylemiş olsa idi bazı arkadaşlar gibi belki
bende şuanda namaz kılmayabilirdim.
Bazı çocuklar mizacı gereği korkmaya fazla meyillidir. Bu çocuklar için anlatılan şeylere daha fazla
dikkat edilmelidir.
Çocukları dini değerleri korkutarak öğretilmemelidir. Allahlı peygamberi kitabı sevdirerek anlatmalı.
Çünkü insan sevdiğinin yolundan gider. Gerekirse
onun yolun da canının verir.
Nelerden Kaçınılmalı:
1.Bazı çocuklar mizaçları gereği korkmaya fazla
meyillidir. Bu çocuklar için anlatılanlar özelliklede Allah’ı anlatırken daha fazla dikkat edilmeli.
2.Evde aile bireyleri kendi aralarında ve çocuklara karşı beddua etmekten kaçınılmalı.
Ocak 2011
67
3.Çocukların asi olmasına sebep olacak haram
lokma yedirmekten kaçınılmalı.
4.Çocuklara “Allah taş yapar, Allah çarpar,
cehennemde yakar...” beddua ve bedduaya benzer sözlerden kaçınılmalı.
5.Çocukların her konuda olduğu gibi dini konularda da yaptığı hatalar abartılmamalı ve aşırı tepki
verilmemeli.
6.Çocuklara karşı acizliğimizi Allah’tan korkutarak yapmamalı.
7.Çocuklara söz dinletme adına onlara beddua
etmemeli.
8.Çocukların hata ve olumsuz davranışlarına
karşı onları cehennem ve Allah’la korkutmamalı.
9.Anne babalar kendilerinin yaptığı olumsuz
davranışları normal, çocukların yaptığı davranışlara
dini olumsuz araç olarak kullanmamalı.
10.Olumsuz davranış gösteren çocukları Allah’la korkutmak yerine çocuklara kötü örnek olduğumuzdan mı yoksa iletişime dayalı sevgi
eksikliğinden mi diye bir özeleştiri yapılmalı.
Neleri Yapmalı:
1.Aileler her konuda olduğu gibi dini konularda
çocuklara iyi bir model olmalı. Bu konuda anlatılanlara davranışlar arsında tutarlılık bulunmalı.
2.Nasıl ki okulda çocuklar sevdikleri öğretmenlerin derslerine korktukları öğretmenlerin derslerinden
daha fazla çalışırlarsa işe kendinizi sevdirerek başlamalı.
3.Çocuklara da Allah’u Teâlâ’yı cehennem ve
azap yönüyle değil de cennet ve mağfiret eden yönleriyle anlatılmalı.
6.Çocuklara Allah’u Teâlâ’yı cezalandırıcı olarak değil esirgeyen, koruyan ve seven olarak anlatılmalı.
7.Yine bu çocuklara yaş ve seviyelerine uygun
dualar öğretilmeli. Çocuklara öğretilecek dua ve bilgiler sevdirerek ve oyun şekilde verilmeli.
8.Çocuğun kendisini güvende hissetmesi için
zor durumlarda sabretmesi öğretilmeli.
9.Çocuklar ailenin manevi değerlerini benimsemeleri için gerekli öğretimler yapılmalı.
10.Dini gün ve bayramlarda aile büyüklerinin
olduğu gibi çocuklarının da kutlanmalı, hediye alınmalı ve kutsal yerler imkânlar ölçüsünde gezdirilmeli.
4.Çocuklar anlatılan her şeyi kolayca inanacaklarından Allah’la ilgili anlatılan bilgileri doğru ve sağlam kaynaktan verilmeli.
Sonuç olarak, bu dünyada ciğer paremiz olarak
gördüğümüz çocuklara dinini kitabını anlatmadan
önce kendimizi sevdirmemiz gerekir. Çünkü insan sevdiğinin sözünü tuttuğu gibi onun yolundan gider. Çocuklara bu konuda da sevgiyle yaklaşıp sevdirerek ve
uygun model olarak anlatmalı.
5.Çocuklarda diğer insanlar gibi kendinden güçlüye inanma ve sığınma ihtiyacı hissederler. Bunun Allah’u Teâlâ olduğu bilinci verilmeli.
Çocukların anlatılanlardan çok anlatana baktıklarını unutmamanız ve “hayırlı evlatlar” yetiştirmek dileğiyle…
68
Ocak 2011
Göz Gezdirdim Dört Köşeyi Aradım
Göz gezdirdim dört köşeyi aradım
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
İstersen dünyayı gez adım adım
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Coşar deli gönül misâl-i derya
Mecnun'a sahrada göründü Leyla
Gördüğün güzellik hepisi Mevlâ
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Her nesnede mevcud her cesedde can
Anın için dedik biz ona Cânân
Evvel ahır odur onundur ferman
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Bahar gelir çiçek olur açılır
Zaman zaman yağmur olur saçılır
EhI-i aşka mey görünür içilir
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Neyim ne olacak elde neyim var
Karaca'oğlan Dertli Yunus soyum var
Mansur'a benzeyen bazı huyum var
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
O cihana sığmaz ondadır cihan
O mekana sığmaz ondadır mekân
O devrana sığmaz ondadır devrân
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Hayyam'a görünmüş kadehte meyde
Neyzen'e görünmüş kamışta neyde
Veysel'e görünür mevcud her şeyde
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar
Aşık Veysel
Ocak 2011
69
Musa KARACA
[email protected]
Aranızda sevgiyi yayınız
Arkadaşlar, dinimiz İslam müslümanları kardeş ilan etmiştir. Kardeşlerin de birbirlerine karşı görevleri
vardır. Kardeşlerini sevmek, ihtiyacı varsa gidermek, sıkıntısından kurtarmak, kusurunu örtmek, iyilikte bulunmak ve her konuda ona yardım etmek.
Kardeşler bir vücudun
azaları gibidir. Nasıl ki eller,
ayaklar, gözler, kulaklar birbirini
tamamlayan bir bütünün parçalarıysa kardeşler de aynıdır.
Böyle kardeşliğin olduğu
toplumda ne hüzün ne tasa olur.
Tam aksine mutluluk toplumu
oluşur. Her yere mutluluk yayılır.
Peki bu mutluluğu aramızda yaymak için ne yapmalıyız?
Elimizdeki ağrıyı nasıl ki
vücudumuzun bütünü hissediyorsa kardeşlerden birinin çekmiş olduğu bir acıyı diğer
kardeşler de hissetmeli.
Peygamber
dinleyelim:
efendimizi
“ Birbirinizi sevmedikçe îman etmiş olmazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu
yaptığınız zaman birbirinizi sevmiş olasınız? Selâmı aranızda yayın.” Şimdi karşılaştığımız tanıdık
tanımadık, akraba, komşu herkese selam verelim aramızdaki sevgi yayılsın. Selamüm aleyküm.
“Es – Selâm”
Allah’u Teâlâ’nın doksan dokuz güzel isimlerinden
biridir. Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran, cennetteki
bahtiyar kullarına selâm eden anlamına gelir.
Es - Selam
ALTIN TAVSİYE
Hz. Peygamber efendimiz (s.a.s),
Enes b. Malik'e şu tavsiyede bulunmuştur:
"Yavrucuğum, ailenin yanına girdiğin zaman
selâm ver. Bu, kendin ve ev halkı için berekettir."
Bu tavsiye bizim de kulağımıza küpe olsun
Pek bir şey yapmadık
Hasan okula yeni başlamıştı. İlk gün akşam olup da eve
dönünce annesi merakla sordu:
- Ne yaptınız oğlum bugün okulda?
- Bugün pek bir şey yapmadık galiba, çünkü yarın da
çağırdılar.
70
Ocak 2011
Diş sağlığı ve misvak
Misvak “Erak” ağacından yapılan ve eski asırlardan beri insanlar tarafından kullanılan
harika bir diş fırçasıdır. Hazret-i Allah’ın kullarına ikram ettiği, ölümden başka her derde deva
olan, macunu içinde mükemmel bir fırçadır.
Araştırmacılar ve bilim adamları hastalıkların çoğunun ağzımızla doğrudan ilgili olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu nedenle tedaviye ağızdan başlanması gerektiğini söylemişlerdir.
Diş aralarında kalan yemek kırıntıları ağzımızın sıcak ortamında hızla asite olup kokuşmakta, diş minelerini delerek
çürümelere, iltihaplanmalara, diş eti kanama, çekilme ve hastalıklarına sebep olmaktadır. Ağız yoluyla midemize inen bu
kokuşmuş salgı sağlığımızı ciddi boyutlarda tehdit etmektedir.
Sağlığın önemini bildiren Peygamber Efendimiz de hadislerinde: “Ümmetime zorluk vermek korkusu
olmasaydı, kendilerine her namaz
kılarken misvak kullanmayı emrederdim.” “Misvak kullanmak
suretiyle kılınan iki rekât namaz, misvak kullanmaksızın kılınan yetmiş rekât namazdan daha efdâldır.” “Misvakla ağzı temizlemek ölümden başka her derde devadır.” buyurmaktadır.
Misvağın elliden fazla faydası vardır. Bunlardan bazıları: 1- Ağzı
temizler. 2- Allah’ın ( c.c) rızâsını kazanmamızı sağlar. 3- Melekleri memnun eder. 4- Şeytanı daraltır. 5- Ağzı tatlandırır. 6- Dişleri cilalandırır,
güzelleştirir. 7- Göze kuvvet verir. 8- Sünnet sevabı kazandırır. 9- Sesi ve
yüzü güzelleştirir. 10- Zekâyı artırır.
Kullanımı kolay sevabı ve sağlığımıza faydası çok olan bu sünneti işlemeye ne dersiniz?
Bence ihmal etmeyelim misvak kullanımını alışkanlık haline getirelim. Sağlıklı kalalım.
GÜZEL KONUŞMADA ON KURAL
1. Konuşurken kızmamak, sinirlenmemek.
2. Konuşurken övünmemek,
3. Boş ve faydasız sözlerden sakınmak.
4.Konuşurken kimseyle alay etmemek, ona hakaret etmemek.
5. Büyüklerin yanında yüksek sesle konuşmamak.
6. Karşılıklı konuşmalarda münakaşa etmekten sakınmak.
7. Konuşmayı hep kendi yapmamak, başkalarına da
konuşma fırsatı vermek.
8. Karşınızdaki sözünü bitirmeden, konuşmaya başlamamak.
9. Konuşan bir kimsenin sözünü kesmemek.
10. Az konuşunuz, çok az şaka yapmak.
Ocak 2011
71
Download