Ayşenur Yazıcı FELSEFE TAŞINI ARAYANLARIN HİKAYESİ Bu kitabı ilk kez liseye başladığım hafta kimya hocamın zorlamasıyla okumuştum ve buna rağmen çok beğenip bir gün bunu bir daha okuyacağım diyerek kenara ayırmıştım. O zaman beni en çok kitabın aynı paragrafla başlayıp aynı paragrafla bitmesi etkilemişti. Böyle bir döngü nasıl zekice kurgulanabilir demiştim. Kitabı genel hatlarıyla bilerek ikinci kez okuduğunuzda ise o kadar farklı şeyleri görebiliyorsunuz ki. Mesela ben kitabın sonunun ilk paragrafla aynı şekilde bittiğini bildiğimden ufacık bir yerde geçen, babasının yazara söylediği şu sözleri bununla bağdaştırabiliyorum : ‘Git! Gez, dolaş ve en güzel yerlerin ve kadınların burada olduğunu anla.’ Aynen öyle olmuştu. Hikaye dönüp dolaşıp en başa sarmıştı. Gerçekten de en güzel hazineler orada, yanı başında idi. Ayrıca bir de çok takıldığım bir konu vardı ki o da neden kitabın adının ‘simyacı’ olduğuydu. Çünkü kitabın ilk yarısında simyacı denilen kişiden ve simyaya dair hiçbir bilgiden bahsedilmemişti. Okurken neden ana karakteri simyacı kategorisine koyuyor acaba diye düşünmüştüm sürekli. Belki simyacılar da onun gibi sürekli imkansız görünen bir şeyin peşinden koştukları için böyle söylemiş olabilir demiştim.Eğer simya bilimini bilmeyenler varsa kitabı okurken daha rahat anlayabilmeleri için bir altyazı geçeyim. Simya geçmiş yüzyıllarda insanların ölümsüzlük iksirini bulmaya çalıştığı ve felsefe taşı adını verdiği, bütün madenleri altına çevirecek taşı bulmaya çalışmasından oluşur. Bu çalışmalar sırasında da bilime gerçekten çok büyük katkılarda bulunmuşlar ve kimyanın temellerini atmışlardır. Evet sizleri daha fazla sıkmadan bu ufak hatırlatmayı da burada bitiyorum. Bir çobanın hayat hikayesini anlatarak başlayan bu öykünün zamanla fantastik kurgu tadında bir şeye dönüşeceğini bilmiyordum. Ama bir insanın doğanın güçlerine aşkı ve kitapta sıkça sözü edilen alemin ruhunu anlatarak rüzgara dönüşmesi gibi imkansız bir olayı bile neredeyse gerçek yaşamın bir parçası gibi anlatmayı başarabilmiş yazar. Ve bu da beni gerçekten kitaba hayran bıraktıran noktalardan biri oldu. Sonra bir yerde kitabın arkasını çevirip okuduğumda kitabın mesnevi içindeki ufak bir öyküden yola çıkılarak yazıldığını gördüm. Ondan sonra anladım neden yazılanları çok çabuk benimseyip böyle hayran kalabildiğimi. Mevlana gerçekten çok sevdiğim bir yazardır ve onun evrenselliği inkar edilemez. Gerçekten dünyanın çok farklı yerlerinde çok fazla kişiye öykülerindeki o insan sevgisiyle güzel şeyler yaptırmıştır diye düşünüyorum. Mevlana gibi kitap da fazlasıyla evrensellik barındırıyordu. Kitap farklı kutsal kitaplardan alıntılar yapmış ve bu alıntılar hikayeyi sağlamlaştırmıştı. Ayrıca bazı yerlerde herhangi bir alanda yoğun bir bilgiye sahip olunsa daha derin anlamlar yüklenebilir, gerçek anlamının dışında kastettikleri anlaşılabilirdi. Ama ben ne bu dinler ne o bilimler hakkında tam bilgilere sahip olmadığım için kitabı anlamakta biraz eksik kaldığımı düşünüyorum. Kitap, sürekli tabiat tarafından kendilerine verilen işaretleri kullanmaya çalışan, onların peşinden koşarak hayatlarını yaşayan insanların öyküsüyle dolu. Ama peki neydi bu işaretler ve nasıl anlayabiliyorlardı? Acaba gerçekten benim hayatım da bu sinyallerle çevrili miydi? Kitapta her bir karakter yerini bir başkasına bıraktıkça usulca köşesine çekilip gidiyordu ve onlardan bir daha bahsedilmiyordu. Benim zihnim ise onlara ne olduğu, yaşamlarının ne hale geldiği sorusuyla meşguldü. Sahi ne olmuştu o kıza, yazarın bir senedir onu görmeyi iple çekiyorum dediği, gülüşü başkalarında olmayan. Giderken onu son bir kez görmemişti bile. Ya da ne olmuştu o fal bakan çingeneye, gerçekten delikanlı paylaşmış mıydı hazinenin onda birini onunla? Hele simyacıyı asıl arayan İngiliz. Nerelerdeydi o, gözükmüyordu. Delikanlı onun rolünü mü çalmıştı? Simyacıdan hayata ve simyaya dair çok şey öğrenen o olmuştu bunu asıl isteyen İngiliz olduğu halde. Onlara ne olduğunu eğer sizde benim kadar merak ettiyseniz kitabı okuyup gerisini hayal gücünüzün eline bırakabilirsiniz.