Melisa Gündüz, 21401703 HANGİ ŞEHİR? Gezi yazıları “Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?” sorusunun iki yakasını bir araya getirir. Aslında neyi bilmek istediğimize göre cevabı değişebilen bir sorudur. Aynı zamanda eskiden beri tartışılan ve tartışılmaya devam edecek iyi bir münazara konusu örneğidir. Ortaokulda bizim de münazara konumuz olmuştu. Ben çok okuyan bilir tezini savunmak istememe rağmen çok gezen bilir tezini savunacaktım. Münazaraya günler öncesinden hazırlanmaya başlamıştık. Yaparak, yaşayarak öğrenmenin en etkili öğrenme yolu olduğunu üzerinde duracaktık. Münazara günü konu hakkında tartışmıştık ve münazarayı kazanmak istemenin hırsıyla kimi arkadaşlarım birbirlerine küsmüştü. En sonunda kazanan bir grup yoktu çünkü öğretmenimiz hem çok okuyan bilir hem de çok gezen, diyerek münazarayı noktalamıştı. Öğretmenimin ne demek istediğini anlayabilmem için önce bilgi nedir onu bilmem gerekiyordu. Bilmek, bilginin potansiyel enerji kazandığı durum gibidir. Peki, bu nasıl olur? Bir yerlerde bilgi vardır ve biz onu bir şekilde buluruz ve saklarız. Böylece sakladığımız bu bilgiye bir gün bir yerde işe yarama potansiyeli kazandırmış oluruz. Beyin ise bilgiyi işleyen bir fabrika gibidir. Bilgiyi alıp saklama yöntemine gelecek olursak temel olarak ikiye ayrılır; teorik ve pratik. Teorik bilgi hiç kuşkusuz kitaplarda, dergilerde ya da internettedir. Yani ham, işlenmemiş bilgidir. Sadece fabrikaya girer ve depoda bekletilir. Tahmin edildiği gibi bunun insan yaşantısında pek bir değeri yoktur çünkü hepimiz dinamik varlıklarız, üretmeden duramayız. Potansiyel enerji kazanmış o bilgiyi bir şekilde kinetik enerjiye dönüştürmemiz gerekir. Bu da o bilgiyi işleyerek olur. İşte bu da pratik bilgidir. Kısacası ne çok okuyan bilir ne de çok gezen. Her ikisini de birlikte yapan bilir. Bir de çok gezip çok yazanlar var. Onları okumak ufkumuzu daha da genişletir. Evet, gezi yazılarından bahsediyorum. Gezilen yerler hakkında bilgi sahibi olmak için daha iyi bir kaynak düşünemiyorum. Listeyi incelediğimde gözüme Buket Uzuner’in New York Seyir Defteri çarpmıştı. Çünkü bir anda her şeyden bıktığım, sıkıldığım, uzaklara gidip bir süre her şeye ara verip nefes almak isteğim anlarda New York’a gitmek isterdim. New York benim için rüyanın, özgürlüğün ve yeni bir dünyanın sembolüydü. Bütün o filmlerin geçtiği, geleceğe yön veren patronların yaşadığı yerdi. Başkalarına göre de hemen her sokağında sıra sıra dizili gökdelenlerin olduğu sadece bir beton ormanını andıran bir şehirdi. Ama bana New York’u soracak olursanız filmlerden gördüğüm, kitaplardan okuduğum kadarıyla oldukça görkemli, büyüleyici, aşırı kozmopolit, her şeyi bulabileceğiniz ve en önemlisi bütün kültürleri görüp tanıyabileceğiniz bir şehir, derdim. Bu sıralar internette gezinirken karşıma sık sık “Dünyanın En Güzel 10 Şehri” başlığı atılmış onlarca yazı çıkıyor. Bu, yaz aylarında olmamız sebebiyle tur firmalarının yürüttüğü bir reklam kampanyası da olabilir fakat bu yazılarda bahsedilen şehirler ya da şehirlerin sıralaması her zaman birbirlerinden farklı oluyor. Gerçekten dünyanın en güzel şehirlerini seçebilir miyiz ki? Bence dünyanın en güzel şehirlerinin bir listesini yapmak imkânsız olmalı. Ama şunu söyleyebilirim ki dünyanın en güzel şehri, içinde en huzurlu ve en mutlu hayatı yaşadığımız, sevdiklerimizle beraber olduğumuz, kendimizi iyi hissettiğimiz şehir olmalı. Ne havası ne suyu, ne sıcağı ne soğuğu önemlidir şehirlerin. Şehir bize ya hayat verir; aşkı, heyecanı, huzuru, mutluluğu, tutkuyu yaşatır ya da bizden hayatımızı çalar; depresyonu, kargaşayı, mutsuzluğu, tükenmişliği yaşatır. Dünyanın en güzel şehri, kendimizi ait hissettiğimiz, yaşamaktan keyif aldığımız şehir olabileceği gibi hayatımızın büyük bir bölümünü geçirdiğimiz, aklımıza geldikçe özlediğimiz şehirler de olabilir. Her ne kadar en bunaldığım, sıkıldığım anlarda New York’a gitmek istesem de benim için her zaman en güzel şehir sevdiklerimin olduğu yer olacak.