asm - Feyyaz.org

advertisement
1
İçindekiler
Ebu Hüreyre, Hz. Peygamberden iki ilim öğrendim birini yaydım, diğerini saklı tuttum,
demiş midir? İlmi gizlemek caiz midir? .......................................................................................3
Nur suresi 11, 12, 13, 14, 15. ayetlerde, Hz. Ayşe’ye iftirayı kimin attığının bilinmediği
iddiasına nasıl cevap verirsiniz? ..................................................................................................5
Sondaj çalışmalarında yer kilometrelerce delinebiliyor. "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme,
çünkü sen ne yeri delebilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. (İsra 37) ayetini nasıl
anlamalıyız? ..................................................................................................................................7
İnsanlara bu hayatın bir test olduğunu nasıl ispatlarız? Dünya hayatının bir sınav olduğuna
deliller nelerdir? ...........................................................................................................................8
"Kur’an'ı okumam emredildi.” (Neml 92) gibi ayetlere göre, Kur'an'ı okumak her
müslümana farz mıdır? ..............................................................................................................10
Kırk Hadis ne demektir? Kırk hadis ezberlemenin faziletiyle ilgili hadisler var mıdır? .........11
Mevlana’nın, müzik Allah'ın lisanıdır, anlamındaki sözünü nasıl anlamalıyız? ...................13
Tevhid ne demektir? ...................................................................................................................14
"Nur-u Muhammedî" ne demektir? ..........................................................................................16
Sünnet (hıtan) olmanın hükmü nedir? Peygamberimiz (asm) döneminde sünnet olmak var
mıydı? ..........................................................................................................................................19
Şafi mezhebine göre, çorapsız namaz kılmak sünnet midir? Şafi mezhebine göre çorapla
namaz kılmanın hükmü nedir? Soğuk günlerde çorap ile namaz kılsak olur mu? ................23
"Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem
vurulacaktır." (İbn Mâce, Hâkim) Bu hadisi açıklar mısınız? Âlimler sahip oldukları ilimleri
başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? .................................................................................24
Kur'an'’da bir ayette sekiz çift hayvan yaratılmasından bahsedilmektedir. Bununla
kastedilen nedir?.........................................................................................................................26
2
Ebu Hüreyre, Hz. Peygamberden iki ilim öğrendim birini
yaydım, diğerini saklı tuttum, demiş midir? İlmi gizlemek
caiz midir?
Rivayete göre, Ebu Hüreyere (ra), şöyle demiştir:
"Resûlullah’dan (asm) iki kap (dolusu) ilim öğrendim. Birisini yaydım; anlatıp herkese
duyurdum, ikincisini söyleyecek olsam, şu boğazım kesilirdi." (Buhârî, İlim, 42)
Öncelikle ifade edelim ki, en çok hadis rivayet eden sahabi, Hz. Ebu Hüreyre’dir. Hatta Ebu
Hüreyre, neden çok hadis rivayet ettiği, kendisine sorulduğu zaman, “Kur'ân'da iki ayet
olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim” demiş ve şu ayetleri okumuştur:
“Gerçekten indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yolu, Kitap’ta insanlara açıkça
gösterdikten sonra gizleyenler var ya, onlara hem Allah lânet eder, hem de lânetçiler
lânet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar
müstesnadır; zira ben onların tövbelerini kabul ederim. Tövbeleri en çok kabul edici ve
günahları en çok bağışlayıcı benim.” (Bakara, 2/159-160; bk. Buhârî, Hars 21; Müslim,
Fedâilü's-sahabe 159)
Demek ki, Ebu Hüreyre (ra), dini açıdan bilinmesi gerekli hiçbir şeyi gizlememiştir.
O halde, soruda da belirtildiği gibi, Ebu Hüreyre’nin gizlediği ilim neydi ve gerçekten hep
gizlemiş midir?
İlim adamları, Ebu Hüreyre'nin öğretip saçmadığı ve yazdığı taktirde kendisi adına fitneye
(azaba, işkenceye) uğratılmasından ya da öldürülmekten korktuğu bilgilerin, fitneler ile
mürted ve münafıkların şahıs olarak tayini ve bu türden olup apaçık âyetler ve hidâyet ile
ilgisi olmayan şeylerle ilgili olduğunu söylemişlerdir. (bk. Kurtubi, Bakara 159. ayetin tefsiri)
Diğer taraftan, Hz. Peygamberin (asm) öğrencileri olan sahabiler, kıt akıllı, sıradan kimselere,
anlayamayacakları ve hadislerin sadece görünüşteki manasına bakarak yanlış mana çıkarma
ihtimali olan kimselere, müteşâbih (anlaşılması herkesçe mümkün ve muvafık olmayan)
hadisleri rivayetten kaçınmışlar ve bunu yasaklamışlardır. Yahut aklı zayıf bu kimselerin,
benzeri hadisleri anlayamadıklarından dolayı itiraz etmeleri ve bu sebeple de Allah ve
Resûlü'nü yalanlamaya gitmeleri endişesinden bu tavrı takınmışlardır.
Bu yüzden İbn Mesud (ra), şöyle demiştir: "Bir topluluğa akıllarının ermeyeceği bir söz
söylersen bu söz, onların bazısının fitneye düşmesine yol açar." (İbn Abdilberr, Beyâni'lİlm, 1/124)
Hz. Ali (ra) de şöyle demektedir: "İnsanlara anlayabildikleri şeyleri haber veriniz; Allah ve
Resûlü'nün yalanlanmasından hoşlanır mısınız?" (Buhârî, İlim,49)
Bazı alimler de Ebû Hüreyre'nin gizlediği bu tür haberlerin, kötü idarecilerin hâllerini ve
dönemlerini açıklayan hadisler olduğunu söylemişlerdir. Bunlar da, dini hükümleri içeren
haberler değildir.
3
Yine, söz konusu haberlerin, kıyamet alâmetleri, insanların hâllerinin değişmesi ve
fitnelerle ilgili hadislerin olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü bu tür hadiselerle yakından
tanışmayan kimseler, inkâra gidip bilmeden itiraz edebilirler. (bk. Abdülgani, Sünnetin Delil
Oluşu, Sahabe'yi Hadis Rivayetinden Kaçmaya ve Bunu Yasaklamaya Sevkeden Sebepler)
Ayrıca, onun gizlediği haberlerin bir kısmı şu örnekte olduğu gibi, verdiği müjdeli habere
güvenen insanları gevşekliğe sevkedecek nitelikteki hadisler de olabilir: Bir gün, Resûlullah
(asm), "İçtenlikle Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve
Resûlü olduğuna şehâdet getiren herkese, Allah, Cehennemi haram kaldı," buyurur. Muaz
(ra): "Ey Allah'ın Resûlü! Bunu, insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?" deyince, Hz.
Peygamber (asm): "Ama o takdirde, bu müjdeye güvenip amelden gevşerler" uyarısında
bulunur. Hz. Muaz da bu hadisi, ölüm döşeğine düşünceye kadar haber vermez. Ancak ölüm
esnasında, ilmi gizlemenin vebalinden kurtulmak için bunu nakleder. (Buhârî, İlim, 49;
Müslim, îman, 53)
Özetle söylemek gerekirse, ilgili rivayetler, kıyamet alametleri, ümmetin başına gelecek olan
bazı fitneler ve yine onların başına geçecek zâlim idarecilerle alâkalı haberler olmalıdır. Ebû
Hüreyre’nin (ra) bazen kinayeli olarak aktarmış olduğu haberler de bu kanaati
güçlendirmektedir.
Meselâ Allah Resûlü’nün (asm) “Vukuu yaklaşan şerden dolayı vay Arap’ın hâline.”
(Buhârî, Fiten 4) sözü ile Ebû Hureyre’nin “60 yılının başları ve yönetimin çocuklara geçtiği
(günlerden) Allah’a sığınırım.” (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1/261) ifadeleri buna işaret
etmektedir.
O hâlde Ebû Hureyre (ra), anlaşılmasında güçlük çekilen haberlerden dolayı Allah ve Resûlü
yalanlanmasın diye ancak insanların anlayabilecekleri, akıllarının alabileceği ve istifade
edebilecekleri şeyleri dile getirmeye özen göstermiştir. Bundan dolayı da bildiği her şeyi
anlatmaktan çekinmiştir. (M. Accâc el-Hatîb, Ebû Hureyre Râviyetü’l-İslâm, s. 266)
İlave bilgi için tıklayınız:
Ebu Hureyre hakkında kısaca bilgi verir misiniz? Çok hadis rivayet etmesinin nedenleri
nelerdir? Rivayet ettiği hadislere yapılan eleştirilere nasıl cevap vermek gerekir?
4
Nur suresi 11, 12, 13, 14, 15. ayetlerde, Hz. Ayşe’ye iftirayı
kimin attığının bilinmediği iddiasına nasıl cevap verirsiniz?
- Aslında bu tür cahilce yapılan hezeyanlara cevap vermek bile uygun değildir. Çünkü her
delinin kuyuya attığı taşı çıkarmaya çalışırsak, insanlık yararına olan gerçekleri
yazmaya vakit bulamayacağız. Bununla beraber cevap vereceğiz ki, midesi zayıf olanların
blantısını keselim.
- Önce hep beraber ilgili ayetlerin meallerine bakalım:
11) “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda
fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her
birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan
şahsa ise cezanın en büyüğü vardır. 12) Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir
işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip:
“Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!” demeniz gerekmez miydi?
13) O iftiracılar dört şahit getirselerdi ya! Şahitlerini getirmediklerine göre, onlar Allah
katında(Allah’ın hükmüne göre) yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir.
14) Hem dünyada, hem de ahrette, Allah’ın lütuf ve merhameti sizinle olmasaydı,
daldığınız bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza müthiş bir ceza gelirdi.
15) O sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz
olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey
sanıyordunuz. Halbuki o, Allah’ın nazarında pek büyük bir vebaldi!”(Nur, 24/11-15).
- İftiracı diyor ki; “Nur 11. ayetinde "Allah" iftirayı kimin attığını bilmiyor”. Allah ise
orada şöyle buyuruyor: “O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur.”
Şimdi zerre kadar aklı olan bir kimsenin bu ifadeden “Allah’ın iftiracıları bilmediğini”
söylemesi mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Çünkü “o iftiracılar sizin aranızda
yaşayan bir gruptur” diyor hem de “küçük bir guruptur” diye niteliyor.
Ardından da bu iftirayı yapanların elebaşına işaret etmek üzere, “Bu yaygaranın elebaşılığını
yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır” diyor. Onları yakından bilmeyen birinin böyle bir
hüküm vermesi mümkün müdür?
- Kur’an’da prensip olarak Ebu Leheb’in dışında hiçbir kötü insanın ismi verilmemiştir.
İnsanları isimleriyle ilan etmek Kur’an’ın nazik, kibar ve hikmetli üslubuna uygun
düşmediği gibi, onları kıyamete kadar devam eden bir kitapta teşhir etmek, hikmet dolu İslam
siyasetine de uygun değildir.
- Bununla beraber, Hz. Muhammed gerek Kur’an’ın ince üslubundan aldığı işaretler, gerek Hz.
Cebrail’in bildirmesiyle o iftiracıların tek tek isimlerini belirlemiş ve hak ettikleri cezalarını da
vermiştir. Onların elebaşlarının ismi de Abdullah b. Ubey b. Selul olup münafıkların başı
olduğunu da ilan etmiştir. Diğerlerinin isimleri de bilinmektedir. (Sîre, 3/315; Müsned, 6/35;
bk. Zemahşerî, Keşşaf, 3/55, Nesefî, Medârik, 3/136, Diyarbekrî, Târîhu'l-hamîs, 1/535;M.
Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 4/385-420)
İslam camiasında ve kaynaklarında isimleri tek tek belli olan ve bunların hepsi de suçlarını
itiraf etmelerine rağmen, haşa “Allah onları bilmiyordu” demek için dinsizlik sara nöbetine
yakalanmış olmak gerekir.
5
- Zavallı iftiracı: "Allah, atılan iftiraya hayli sinirli, nedense her şeyi bildiği halde böyle bir
şeyin olacağını öngörememiş gibi gözüküyor” ifadesiyle önyargı fanatizminin insan aklıyla
nasıl oynadığını göstermiştir. Çünkü bu kişi kendi mantık ölçüsüne göre diyor ki; “Eğer Allah
bu işi daha önce ön görseydi, yani böyle bir iftira olayının olacağını bilseydi, tedbir alır,
bunu engellerdi…” Bu adamın beyinciğine göre, eğer Allah her şeyi bilseydi, dünyada bütün
kötülüklerin kökünü kazır hiçbir kötülüğün olmasına izin vermezdi.
Halbuki bu dünya bir imtihan yeridir. İyi işler yapan iyi insanların yanında, kötü işler yapan
kötü insanların da varlığı gerekir. Çünkü, cennet adam istediği gibi cehennem de adam ister.
Eğer Allah kötülük işlemek isteyen herkesin kolundan tutup mani olsaydı, o zaman imtihandan
söz edilebilir miydi?
Hatta şu hezeyanları savuran bu dinsiz kişinin bu iftiraları yapmasına izin verir miydi?
- Şunu da not edelim ki, bu iftira hadisesi olduktan sonra, Hz. Muhammed’in hemen konuyu
açığa çıkaramaması, en az bir kadar bütün sıkıntılarına rağmen Allah’ın vahyini beklemek
zorunda kalması, başlı başına bir mucizedir. Eğer –haşa, yüz bin defa haşa- Kur’an’ı Hz.
Muhammed uydursaydı, olayın vukuundan bir ay beklemez, ikinci gün hemen buna cevap
yapıştırır ve iftiracıları isimleriyle birlikte ortaya koyan ayetler yerleştirirdi.
En kritik bir olayda bile Hz. Muhammed’in kendi lehine olacak bir açıklamayı getirmemesi,
onun hak peygamber olduğunun göstergesidir. Çünkü bu kadar bekledikten sonra, kesin bir
dille Kur’an ayetleriyle bu olayın iftira olduğunun belirtilmesi ve iftiracılarında suçlarını itiraf
etmeleri, Kur’an’ın Allah tarafından indirilen ve onun sonsuz ilim ve hikmetini gösteren
bir ilahî kitap olduğunun açık belgesidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
İFK OLAYI
Allah-u Teala'nın hakkında ayet indirerek masum olduğunu bildirdiği Hz. Ayşe
validemiz hakkında münafıkların çıkardığı ve tarihe "ifk hadisesi" diye geçen iftira
hadisesi nasıl olmuştur?
6
Sondaj çalışmalarında yer kilometrelerce delinebiliyor.
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri
delebilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. (İsra 37) ayetini
nasıl anlamalıyız?
İlgili ayetlerin meali şöyledir:
“Hem kibirli kibirli yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne
de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabbinin
nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.” (İsra, 17/37-38)
- Bu ayette fiziki bir olaydan değil, ahlaki bir husustan söz edilmektedir. Yani cenab-ı hak bu
ayette adeta şöyle buyuruyor: “Ey insan! Şımarık bir surette kibirli, gururlu bir tavırla
yürüme.. Bu senin gibi aciz bir yaratığa yakışmaz. Haddini bilmelisin.. Ve şunu iyi bilmelisin
ki, sen bu kibirli yürüyüşün ve şımarık tavrınla ne yeri delebilirsin, ne de dağlarla boy
ölçüşe birlisin..”
Bu ayetin manasının anlaşılması için aşağıda mealleri verilen ayetlere de dikkat etmekte fayda
vardır:
“Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler.
Cahiller kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler.” (Furkan, 25/63)
“Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah
kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez." (Lokman, 31/17)
"Yürürken ölçülü, mutedil yürü! Konuşurken sesini ayarla, bağırarak konuşma! Unutma
ki seslerin en çirkini, avazı çıktığınca bağıran eşeklerin sesidir.” (Lokman, 31/18-19)
Kendini olduğundan fazla göstermeye çalışmak, çevresindeki insanlara tepeden bakmak,
toplum arasında saygısızca söz ve davranışlarda bulunmak; kendini hep üstün, hep haklı görüp
başkalarını küçümsemek ruhî bir hastalıktır. Allah'a, Âhiret'e ve dinin diğer esaslarına dosdoğru
imân, bu hastalığı tedavi edip iyileştiren en tesirli ilâçtır.
Unutmamak gerekir ki, toplum içinde bu tipler sevilmez ve itibar görmezler. Onlarla olan
dostluklar ve yakınlıklar hep sun'idir ve yapmacıktır. İnsanların sevmediklerini Allah da,
melekleri de sevmezler. Böyleleri makamlarından düştükleri veya ellerindeki servet ve
imkanları tükendiği gün, çevrelerinde hiçbir dostun kalmadığını ancak görebilirler. Dünyada
kendini böylesine bir yalnızlığa itenler, ahirette de yalnızlığa itileceklerinden hiç şüphe
etmemelidirler.
Allah'ın yegane büyük olduğunu unutmamak gerekir, O'nun mülkünde, O'nun denetimi altında
O'nun nimetlerinden yararlanıp geçinirken böbürlenmenin bir anlamı var mıdır? Sahip
olduğumuz her şey, hakikatte bizim değil, Allah'ındır. Her şey eğreti verilmiştir. Günü, saati
gelince geri alınırlar.
Öyleyse tevazu, yüksek idrakin, köklü bilginin, sağlam imânın, gelişmiş irfanın ürünüdür.
Böbürlenmek ise, cehaletin, inançsızlığın ve haddini bilmezliğin mahsulüdür.
Hülasa: Söz konusu ayette maddi bir araçla maddi bir teknolojiyle yerin delinemeyeceğine dair
bir ifade söz konusu değildir. Burada sadece, insanın çalımlı, kibirli ve şımarık bir şekilde
yürümekle, ayağını sert bir şekilde yere vurmakla yeri delemeyeceğine dair gerçeği, mecaz
tasvirle bir terbiye metodu öğretilmektedir. (bk. Taberi, Razî, ilgili ayetin tefsiri)
7
İnsanlara bu hayatın bir test olduğunu nasıl ispatlarız?
Dünya hayatının bir sınav olduğuna deliller nelerdir?
Öğretmen, öğrencilerin aklını karıştırmak için:
- Çocuklar, demiş. Allah hepimizin cennete gitmesini istediği halde, neden bizi dünyaya
göndermiş? Çocuklardan biri, soruya karşılık vermiş:
- Öğretmenim, demiş. Şüphesiz ki siz bizim sınıf geçmemizi istiyorsunuz. O halde neden
hepimize birer 10 vermeyip imtihan ediyorsunuz?..
Dünya hayatının insanlar için bir imtihan olduğunu ayetlerin ifadelerinden anlıyoruz. Aşağıdaki
bazı ayetlerin mealleri misal olarak verilmiştir.
- “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek
noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!”(Bakara, 2/155)
- “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve
ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara (imtihan gereği) süslü-cazip gösterildi.
Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah’ın
katındadır”(Ali İmran, 3/14).
- “Bir topluluk, diğer bir topluluktan sayıca, nüfuzca veya malca daha çok olduğu
için, yeminlerinizi aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılıp da ipliğini sağlamca büküp
eğirdikten sonra çözen, böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadının durumuna
düşmeyin. Gerçekten Allah sizi bununla (karşı tarafa verdiğiniz sözlerinizle veya nüfuz ve
servet çokluğu ile) imtihan eder. Kıyamet günü de hakkında ihtilafa düşmüş olduğunuz şeyleri
size açıklayacaktır.”(Nahl, 16/92)
- “Ey insanlar, Rabbinizden korkun ve babanın, çocuğunun cezasını çekmeyeceği, çocuğun da
babasının cezasını çekmeyeceği (hiç kimse, kimsenin borcunu ödemeyeceği) günden çekinin.
Allâh'ın va'di gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı (şeytân) da sizi Allah
hakkında (Onun) yumuşak davranmasına, mühlet vermesine güvendirerek)
aldatmasın.”(Lokman, 31/33).
- “Peygamberin huzurunda seslerini ayarlayanlar var ya, işte Allah, içindeki takvâyı ortaya
çıkarmak için onların kalplerini sınamış ve onlar bu imtihanı başarmışlardır. Onlara mağfiret
ve büyük bir mükâfat vardır.”(Hucurat, 49/3)
- “Hakimiyet elinde bulunan o yüce Allah mukaddestir, hayrı ve bereketi sınırsızdır ve O her
şeye kadirdir. Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için, ölümü ve hayatı
yaratan O’dur. O azîzdir, gafurdur/üstün kudret sahibidir, affı ve mağfireti boldur”(Mülk, 67/12).
- “Dehrin akışı içinde öyle zaman geçti ki, o dönemde, insanın adı bile anılmazdı.
Biz insanı katışık bir meniden yarattık. Onu denemek istiyoruz; bu sebeple de kendisini işiten
ve gören bir varlık yaptık”(İnsan, 76/1-2).
- “Senden önce hiçbir insana dünyada, ebedî hayat nasib etmedik. Sanki sen ölsen, onlar ebedî
mi kalacaklar! Her can ölümü tadacaktır. Biz, sizi sınamak için gâh şerle, gâh hayırla imtihan
ederiz. Sonunda Bizim huzurumuza getirileceksiniz.”(Enbiya, 21/34-35).
İlave bilgi için tıklayınız:
8
İmtihan sırrı ne demektir?
Cennete girmek için acı çekmek mi lazım, acı çekmeden cennete girmenin hiç bir yolu yok
mudur?
İnsana, yaratılmayı ve imtihan olmayı isteyip istemediği sorulur mu?
Dünya Ticaretinin Ahiret Boyutu
Dünya hayatı sıkıntısız olabilir mi?
Cenâb-ı Hakk bu âlemi kendisini tanıtmak için yarattığına göre, bu dünya hayatında hiç
hastalık ve musibet olmasaydı, Allah?ı tanımamız yine gerçekleşmez miydi? O halde,
böyle bir takdirin hikmeti nedir?
9
"Kur’an'ı okumam emredildi.” (Neml 92) gibi ayetlere göre,
Kur'an'ı okumak her müslümana farz mıdır?
- Neml suresinde meal olarak yer alan "Kur’an’ı okumam emredildi” ifadesi, Hz.
Peygamberin insanlara Kur’an’ı okuması, yani tebliğ göreviyle alakalı olabildiği gibi(Razî,
ilgili ayetin tefsiri), bizzat Hz. Peygamberin ilahî mesajları tamamen hazmetmesi için kendi
kendine Kur’an’ı çokça okuması emredilmiş olabilir. (Beydavî, ilgili ayetin tefsiri)
- Kasas suresinde meal olarak yer alan “Kur'an’ı senin üzerine farz kılan Allah" ifadesi, Hz.
peygamberin Kur’an’ı okuması, tebliğ etmesi ve onunla amel etmesi manasına gelir. (Beydavî,
ilgili ayetin tefsiri) Bununla beraber, bu ayetin bu ifadesi Kur’an’ı insanlara okuyup tebliğ etme
anlamına da gelir. (İbn Kesir, ilgili yer)
- Kehf suresinin 27. ayetinde de Hz. Peygambere Kur’an’ı okuması ve insanlara tebliğ etmesi
emredilmektedir. (İbn Kesir, ilgili yer)
- Hülasa bu üç ayette de Hz. Peygamberin Kur’an’ı okuması ve insanlara tebliğ etmesi
emredilmiştir. Bu emirler doğrultusunda peygamberimiz, o güne kadar kendisine vahyedilen
Kur’an ayetlerini, daha sonra da bütün Kur’an’ı hıfzetmiş ve her zaman onu okumuştur.
- Ancak, Hz. Peygamberin şahsına mahsus olan görevlerden biri de onun Kur’an’ı okuyup,
üzerinde tefekkür edip amel etmesi ve başkasına metnini tebliğ edip manasını açıklamasıdır.
Bu sebeple, bütün Kur’an’ı okumak bütün Müslümanlara farz değildir. Çoğu sahabelerin de
Kur’an’ı tamamen ezberleyip okumadıkları bilinmektedir. Tarih boyunca ve zamanımızda da
Müslümanların büyük çoğunluğunun bütün Kur’an’ı okumadıkları bir realitedir.
Bundan da anlaşılıyor ki, bütün Kur’an’ı okumak veya ezberlemek, bütün müslümanlara
farz değildir. Ancak bunun bir farz-ı kifâye olduğunda şüphe yoktur. Ayrıca, namazda
okunması gereken miktarı herkesin öğrenmesi farz-ı ayındır.
10
Kırk Hadis ne demektir? Kırk hadis ezberlemenin faziletiyle
ilgili hadisler var mıdır?
Kırk Hadis, çeşitli konulara dair kırk hadisi ihtiva eden eserlerin ortak adıdır. Arapça'da erbaûn
hadîs, Farsça'da çihil hadîs, Türkçe'de kırk hadis diye anılan kitap türü, II. (VIII.) yüzyılın
ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmış olup konuyla ilgili derleme faaliyeti, "Ümmetimin dinî
işlerine dair kırk hadis derleyen kimseyi Allah Teâlâ fakihler ve âlimler topluluğu
arasında diriltir" mealindeki zayıf bir hadise dayanmaktadır.
Bu hadisin çoğu rivayeti "ümmetime kim kırk hadis ezberletirse", bazısı "ümmetimden
kim kırk hadis ezberlerse" veya "kim kırk hadis öğrenirse" diye başlamakta, "dinî işlerine
dair", "sünnete (veya benim sünnetime) dair" ifadeleriyle bu hadislerin niteliğine açıklık
kazandırılmaktadır. (1)
Kırk hadis nakliyle ilgili rivayetler Hz. Ali, Abdullah b. Mesûd, Muâz b. Cebel, Ebü'd-Derdâ,
Abdul¬lah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Enes b. Mâlik, Ebû Hüreyre, Ebû Ümâme, Câbir b.
Semüre, Abdullah b. Amr b. As ve Ebû Saîd el-Hudri'ye nispet edilmektedir. (2)
Bu rivayetin farklı tariklerinde yer alan; kırk hadis derleyerek Allah tarafından fakih olarak
yazılma (3), kıyamet gününde fakih ve âlim olarak diriltilip haşredilme (4), Resûl-i
Ekrem'in şefaatine nail olma (5), cennet kapılarının hangisinden isterse ondan girme (6)
ve âlimler zümresinde yazılıp şehitler zümresinde haşredilme (7) ümidi birçok âlimi kırk
hadis kaleme almaya yöneltmiştir.
Kırk hadis yazma geleneği yerleştikten sonraki dönemlerde de sırf bu geleneği devam ettirmek,
okuyanların duasını almak, sevap kazanmak veya bir hastalıktan kurtulmak için bu yönde eser
verenler olmuştur.
Ahmed b. Hanbel, metni halk arasında meşhur olmakla beraber bu rivayetin sahih bir isnadının
bulunmadığını söylemiş, İbn Hacer el-Askalânî hadisin tariklerini tespit etmek üzere bir
çalışma yaptığını, fakat bütün senetlerinde hadisin sıhhatini zedeleyen kusurlar bulduğunu
belirtmiştir. (8)
Kırk hadis derleyenlerin çoğu, muhtemelen bir konuda nakledilen birçok zayıf rivayetin, o
bahsi güçlendireceği düşüncesini benimsemiş veya Nevevî gibi daha farklı bir gerekçeye
dayanmıştır. Nevevî, tarikleri çok olsa da hadis hafızlarının bu konudaki hadisin zayıf
olduğunda ittifak ettiklerini belirtmiş, kendisi kırk hadisini derlerken bu hadise değil,
Peygamberimizin, “Allah, bizden herhangi bir şeyi işiten ve işittiği gibi de tebliğ edip
başkalarına aktaran kişinin yüzünü ak etsin..” (9) anlamındaki duasına ve benzeri
rivayetlere dayandığını söylemiştir. (10)
Neticede bazı alimler, inanç, cihad, zühd, âdab ve nasihat gibi konularla ilgili hadisleri
toplayarak farklı özelliklerdeki ”kırk hadisleri” meydana getirmişlerdir.
Bazı âlimler de, müslümanların bilmesinde fayda gördükleri konuları pratik buldukları bu yolla
halka ulaştırmak düşüncesiyle kırk veya kırktan fazla rivayeti farklı metotlarla bir araya
getirmişlerdir. Kimi itikad, âhiret, kimi fıkıh ve ahkâm, kimi zühd, ahlâk ve nefis terbiyesi,
zikir ve dua, kimileri de Kur'an sûrelerinin ve ibadetlerin fazileti konularındaki kırk hadisleri
derlemişlerdir.
Bunların her birisi çok güzel gayelerle yazılmış ve Müslümanlar bu eserlerden istifade ederek
ilgili hadisleri hayatlarına uygulamışlardır.
11
Dipnot:
1) bk. İbn Abdülber, Camiu beyani’l-ilm, 1/192-199, Demmâm 1414/199; Münâvî, Feyzu’lkadir, 6/119.
2) Ri¬vayetlerin değerlendirilmesi için bk. İbn Asâkir, el-Erbeûn, s. 9-33, Kuveyt, 1404; İbnü'lCevzî, el-İlel, 1/119-129, Beyrut, 1413.
3) Hasan b. Süfyân, Kitâbü'l-Erbaîn, s. 86, Beyrut 1414/1993.
4) Râmhürmüzî, Muhaddisü'l-fasıl, s. 173-174, Bey¬rut 1391/1971; İbn Abdülber, 1/192-194,
198.
5) Hasan b. Süfyân, s. 86; İbn Adî, el-Kâmil 1/324: İbn Abdülber, 1/193,196-197.
6) Ebû Nuaym, Hilye, 4/189.
7) İbnü'l-Cevzî, İlel, 1/12
8) İbn Hacer el-Askalânî, Telhîsü'l-habîr, 3/207-208, Beyrut 1419/ 1998.
9) Tirmizi İlim, 5; İbn Mâce, Mukaddime: 1, 18.
10) bk. İmam Nevevi, Kırk Hadis, Kahraman Yayınları, 9-12; TDV İslam Ansiklopedisi, Kırk
Hadis md.
12
Mevlana’nın, müzik Allah'ın lisanıdır, anlamındaki sözünü
nasıl anlamalıyız?
- Ehl-i tasavvufun bu gibi konularda sarf ettikleri sözler, İslam şeriatının naslara dayalı
hükümlerinin ilmî bir yorumundan ziyade, şahsi, ruhânî zevklere dayalı metafizik bir yorum
özelliğini gösterir.
Bu sebeple, İslam dinine göre bir şeyin helal veya haram olduğunu öğrenmek için, fıkıh
âlimlerinin fetvalarına bakmak gerekir.
- Şems-i Tebrizî’nin ilgili sözleri, kendi gönül dünyasında hissettiği ve tevhit inancı noktasında
algıladığı; yani her şeyin Allah’ı tesbih ettiği gerçeğinden hareketle musikî ritimlerinin ortaya
koyduğu nağmeler ile kâinatın tarrakaları arasındaki bağlantıya, aynı melodiyi seslendirdiğine
dikkat çekmek istemiş olabilir. İmam Gazali de ses ile ruh arasında kuvvetli bir bağlantının
olduğunu ifade eder.
Bu açıdan, musikinin ritimleri ile tesbihte bulunan kâinatın tesbih ritimlerinin birlikte yansıdığı
bir ruh ve gönül aynasında istiğrak haletine yol açacak şekilde bir harmoni meydana
getirecektir.
İşte Şems-i Tebrizi, böyle bir halet-i ruhiyede hissettiklerini seslendirmiştir.
- Mevlana’nın “Müzik Allah'ın lisanıdır” sözü mecaz bir ifadedir. Her şey Allah’ın birer
sözüdür. Ya kudret sıfatından gelen mücessem, maddî bir sözüdür. Yani onun kudreti
tarafından yaratılmış bir yaratma lisanının ürünüdür, ya da vahiy yoluyla kelam sıfatından
gelen semavi kitaplar gibi hakiki sözleridir yahut da ilham gibi manevî sözlerdir.
Müzik de -söylenenler doğruysa- Mevlana’nın hoş gördüğü bir söz olup, metafizik boyutta
metafor bir tesir icra etmektedir. Sonuç olarak “her şey Allah’ı tesbih etmektedir” mealindeki
ayetin gösterdiği doğrultuda konuya bakıldığında, her şey bir nevi ilahî musikiyle hemhaldir
demektir.
İşte bütün bu maddi-manevi müzikal melodiler, Allah’ın kudret ve kelam sıfatlarından geldiği
için, Mevlana, mecaz olarak “Müzik Allah'ın lisanıdır” demiş olabilir.
- Yalnız şunu da vurgulayalım ki, Mevlana’nın ney çalıp çalmadığı, musikiye hoş bakıp
bakmadığı konusunda araştırmacılar arasında farklı görüşler vardır.
En başta da dediğimiz gibi, haram-helal konusunun uzmanları, Kur’an ve Sünneti esas alarak
içtihat yapmış olan İslam hukuku/fıkıh alimleridir. Bu bilgileri, Şatahatleri ve istiğrak haletleri
çok olan ehl-i tasavvuftan değil, asfiya makamındaki dört mezhep imamları başta olmak üzere
müçtehit alimlerden öğrenmek gerekir.
13
Tevhid ne demektir?
Tevhid: “Birlemek” “ Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak.” “Lâ ilâhe illâllah sözünü
tekrarlamak” manalarına gelir.
Tevhid denilince akla hemen “lâ ilâhe illâllah” kelamı gelir. Bu kelama kelime-i tevhid denilir
ve Allah’tan başka hak mabut olmadığını ifade eder.
Şu varlık alemi için çeşitli teşbihler yapılmıştır. Bunlardan birisi de “kâinat sarayı.” İşte tevhid,
bu sarayın sultanını bir bilme, birleme ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmama itikadıdır.
Kâinat sarayının tabanı başkasının, tavanı başkasının olmaz. Bu sarayın halıları, lâmbaları ve
diğer eşyaları bir başka âlemden getirilip de buraya monte edilmiş değiller. Saraydaki her şey
ve en önemlisi her misafir, saraydan doğuyor. Bir çiçeğe bakalım: Topraktan güneşe kadar
sarayın her şeyinin onda bir hissesi vardır. İnsan bedenine nazar edelim: Bu sarayın temel
taşları olan elementler onda da mevcut.
Dağlar ovalara birer koltuk gibi kurulmuş. Ama başka bir yerden getirilerek değil, ovanın
içinde yükselerek. Meyveler dallara tutunmuş. Başka bir beldeden ithal edilerek değil, ağacın
içinden çıkarılarak.
Yavru, annenin kucağına oturmuş. Bir başka ülkeden gelerek değil, onun rahminde büyüyerek.
Güneş bu saraya lâmba olmuş. Bir başka yerden satın alınarak değil, sema ile birlikte
yaratılarak.
Bu âlemde bulunan sonsuz denecek çok varlık tevhid edilmiş, birleştirilmiş, aralarında ilgiler
kurulmuş ve bu varlık âlemi bir saray şekline sokulmuştur. Bunu düşünen insanlar kelime-i
tevhidi okur ve bu sarayı her şeyiyle ancak Allah’ın mülkü ve mahluku bilirler.
Kelime-i tevhid Allah’tan başka hak mabut olmadığı anlamına gelmekle birlikte, bu kelamda
geçen Allah ismi, bütün İlâhî isimleri de içine aldığından, “Allah’tan başka Muhyi (hayat
verici) yoktur, Allah’tan başka Halik (yaratıcı) yoktur, Allah’tan başka Malik yoktur.” gibi
manaları da içinde saklar. Böylece bu tevhid içinde İlâhî isimler adedince tevhidler saklıdır.
Bazı âlimlerimiz, tevhidi, “ilmî ve amelî” olmak üzere ikiye ayırırlar. Bu sınıflandırmaya göre,
Allah’ın bir olduğunu ve kainattaki bütün birliklerin Onun birliğini gösterdiğini bilmek, hep
ilmî tevhiddir. Amelî tevhid ise, bu tevhid inancının insanın amel âleminde tam bir hâkimiyetle
hükmetmesidir.
Fatiha-i şerife’nin “İyyake na’büdü ve iyyake nestain.” âyet-i kerimesi amelî tevhid dersi verir:
“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” Yalnız senin bildirdiğin yöne döner,
yalnız senin huzurunda el bağlar, ancak sana rükû ve secde ederiz. Aklımızı sadece senin razı
olduğun şeylere yorar, kalbimize ancak senin razı olacağın sevgileri koyarız.
Yalnız Allah’a ibadet eden bir insan batıl mabutlara tapma zilletinden kurtulduğu gibi, yalnız
ondan yardım dileyen bir kul da sebeplerin ardına düşmekten, olayların kölesi olmaktan
kurtulur. Ve tam bir tevekkül ile Rabbine sığınır. Bu çok ulvî bir haz olmakla beraber aynı
zamanda çok üstün bir kuvvettir.
Zaten kâmil mü’min olmanın yolu da, hem ilmî hem de amelî tevhidde kemale ermekten
geçer.
14
Tevhid sadece bunlarla sınırlı değildir. Sıfat, esma ve fiilleri için de tevhid söz konusudur.
Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
Tevhid-i Ef’al: “Eşyanın yaratılmasında ve idaresinde sebeplerin hiçbir tesiri olmadığını
bilmek”,“Tek yaratıcının ancak Allah olduğunu itikat etmektir.”
Tevhid-i Sıfat: “Mahlûkata takılan ilim, kudret, irade gibi sıfatların da Allah’ın mahluku
olduğunu bilerek onlara müstakil bir varlık isnat etmemek demektir.
Tevhid-i Zât: “Her varlığı O’nun zâtı ve varlığı yanında yok derecesinde bilmek.
Hayat vermek, öldürmek, şifa bahşetmek, hidayete erdirmek, rızk vermek her biri ayrı bir
fiildir. Sonsuz denecek kadar çok olan bu fiiller aynı sıfatlara dayanıyor. Bu sıfatlar “hayat,
ilim, kudret, sem’, basar, irade, kelâm, tekvin” sıfatlarıdır. İşte mahlûkat âleminde icra edilen
sonsuz fiillerin hepsini bu ilâhî sıfatlardan bilmek, tevhid-i ef’aldir. Bu sıfatları bir tek zâta
isnat etmek ise, tevhid-i zâtdır.
15
"Nur-u Muhammedî" ne demektir?
“Allah göklerin ve yerin nurudur (onları varlık nuruna kavuşturandır)” (Nur suresi, 35)
Nur, her çeşit karanlığın, zulmetin zıddı.
İlim nurdur; cehalet karanlığını yok eder.
Hidayet ayrı bir nur; dalâlet onunla ortadan kalkar.
İman da nurdur, küfür karanlıklarını mahveder.
Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir.
İşte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı hakk lütuf ve
ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu
varlık nur-u muhammedî idi
“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur” hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yahut yersiz itirazlar eksik olmuyor.
Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle
işlenmiş bir ilâhî program. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne
yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. Dna’da bütün bu özellikler baz
sıralaması şeklinde yazılı, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı.
Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o
şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çaba. Bu noktayı dikkate almadan, bütün
mahlûkatın nur-u muhammedî’den yaratılışını düşünen adam, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle
bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanır.
Bizim yaptığımız planlar da bir yönüyle öyle değil mi? Bir evin bütün bölmeleri plandadır, ama
plandaki mutfakta yemek pişiremezsiniz.
“nasıl esmada bir ism-i azam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı azam var ki, o da
insandır” ( sözler ) İsm-i azam, bütün isimleri içine aldığı gibi, nakş-ı azam olan insan da bütün
varlık âleminde tecelli eden isimlere mazhar. “bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur”
kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan
hz. Muhammed (a.s.m.) akla gelir.
Bütün ilâhî isimler ilk defa nur-u muhammedî de tecelli etmişler. Meselâ, onda muhyi isminin
tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa
onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası
ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle resulullah efendimizin (a.s.m.) o pak ve
münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.
Bir başka misâl: muhafaza etmek, hıfzetmek bir ilâhî fiil.
Nur-u muhammedî de hafiz ismi de tecelli etmiş ve daha sonra yaratılacak “levh-i mahfuza”,
“çekirdeklere”, “yumurtalara”, “nutfelere” ve nihayet “hafızalara” bir çekirdek gibi olmuş.
“mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek
ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numûnesini ve esasatını câmi' olsun.” (sözler)
16
Vahdetü’l-vücut meşrebinin sahibi Muhyiddin arabi hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak
bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle ayan-ı sabiteleri), tâbiri caizse nuranî bir
çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu. Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün
mertebesini muhyiddin arabî hazretleri, “hakikat-ı muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u
icmâli”, “nur-u muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor.
Buna göre, nur-u muhammedî, bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu
mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.
imam-ı rabbanî hazretleri de şöyle buyurur:
“hakikat-i muhammediyeden terakki vaki oldu mânâsında yazdığım cümleye gelince, bu
hakikatten murat, o hakikatin zıllıdır ki o hakikat için “hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir”
demişler ve “vahdet” tabirini kullanmışlardır.”(mektûbat c. 2)
Âlem-i vahdet, muhyiddin arabî hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden
birisi.
Bilindiği gibi vahdet birlik mânâsına geliyor, kesret ise çokluk. Çekirdekte vahdet vardır ve bu
vahdetten kesret doğmuştur. Onlarca dal, yüzlerce meyve, binlerle yaprak kesreti ifade ederler
ve bu kesret âlemi bir vahdetten doğar. Sonsuz yıldızların kaynaştığı sema, yine sonsuz
canlıların oynaştığı yer yüzü, sayısını bilemediğimiz melekler âlemi ve daha nice varlıklar hep
kesreti ifade ederler ve bunların tamamı âlem-i vahdetten, nur-u muhammedî’den
doğmuşlardır.
Nur külliyatından önemli bir ipucu: “muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları
ayırdık” meâlindeki âyet-i kerime’nin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu mânâya da
yer verilir:
“mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: nur-u
muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve
hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.” Mesnevî-i nuriye
Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan nur-u
muhammedî’den âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı
da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz
macun, bu şifre mahlûk; göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş.
“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış
safhaları sırayla, kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler,
yerler... Şeklinde ifade edilir. Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda,
yaratılış doğrudan doğruya nur-u muhammedî’den gerçekleştirilmiş, bu safhada ise nur-u
muhammedî’den bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas
olmuştur. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin
başlangıcının böylece takdir edilmiş olması ilâhî hikmete en uygun olanıdır.
Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalı. Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında,
kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin
temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve
nuranîdirler.
“melekler nurdan yaratıldı. Cinler ise dumanlı alevden yaratıldılar” hâdis-i şerifi cinlerin de
nur-u muhammedî’den doğrudan yaratılmayıp bir başka şekilde, yahut bir başka safhada var
edildiklerini bize ders verir.
17
“hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin” meâlindeki âyet-i kerimeye göre, her şey
Allah’ı bilmekte, hamd ve tesbih etmektedir. Kâinatın gerek ilâhî ilimdeki ilk icmâline, gerek
şehadet âlemine çıkışındaki o çekirdek varlığa “nur-u muhammedî” denilmesinden anlaşılıyor
ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebe Allah resulüne (a.s.m ) aittir.
Bütün ilâhî isimlerin en ileri mertebesine de, o (a.s.m.) mazhardır. Kâinatın yaratılmasından
asıl gaye o’dur. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, erdikleri bütün marifetler ve zevk
ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalır.
“hem ism-i âzama mazhar olan resul-i ekrem aleyhissalâtü vesselâm'ın bir âyette mazhar
olduğu feyz-i ilâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.” Sözler
Demek ki, o ilk yaratılışta ruh-u muhammedînin ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün
mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa nur-u muhammedî denilmiş.
İlave bilgiler için tıklayınız:
Allah’ın ilk olarak yarattığı şey nedir?
Hz. Adem Hz. Muhammedi ne zaman öğrenmiştir? Peygamber efendimizin ismini ilk
olarak nerede görmüştür?
""Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım"" kudsî hadisi ne anlama
gelmektedir?
"
18
Sünnet (hıtan) olmanın hükmü nedir? Peygamberimiz (asm)
döneminde sünnet olmak var mıydı?
Sünnet (Hitan): Erkek üreme organının uç kısmında bulunan deri parçasının kesilmesi, hitan.
Kur'ân'da "sünnet" (hıtan) ile ilgili bir âyet bulunmamakla birlikte, Müslümanlığın simgesi
olarak kabul edilmiştir. Geçmişi Hz. İbrahim (as)'e kadar varan sünnet, câhiliye devri Arapları
arasında da devam edegelen bir âdetti. Araplarda hem kadın hem de erkekler sünnet edilirdi.
Erkeğin sünneti için "hıtan" kadınların sünneti için "hafd" kelimesini kullanmaktaydılar. Ancak
"el-hıtanan" ifadesi sünnet edilen yer anlamına hem kadın hem erkek için müşterek kullanılır.
Bunların birbirine değmesi gusulü gerektirir (Buhârî, Gusl, 28; Müslim, Hayz, 8; Ebu Davud
Tahare, 81, 83).
Rivâyete göre sünnet, Hz. İbrahim (as)'in seksen yaşlarında kendine tatbikiyle başlamıştır. Bir
rivayete göre İbrahim (a.s)'ın Kur'ân'da sözedilen bazı kelimelerle sınanması (Bakara, 2/124)
temizliğe dair sorularla olmuştur. Bunların vücûda dair olanları sünnet olmak, koltuk altı ve
kasık kıllarının kesilmesi, su ile istinca ve tırnakların kesilmesi gibi hususlardı.
Sünnet olmak insanın fıtratından kaynaklanmaktadır: Doğuştan insan ruhuna yakışan
hususlardan bir kısmı şunlardır:
"Ağzı su ile yıkayıp çalkalamak, buruna su çekmek ve temizlemek. Bıyıkları kesmek
(veya kısaltmak), tırnakları kesmek, koltuk altının kıllarını gidermek, etekteki kılları
gidermek ve sünnet olmak." (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahare, 49; Ebu Davud,
Tereccül, 16; Tirmizi, Edeb, 14).
Hz. İbrahim (as)'in seksen yaşlarında Kaddüm köyünde sünnet olduğu rivayet edilir (Buhâri,
Enbiyâ, 8; Müslim, Fedâil, 151; Müsned-i Şamiyyin, I, 88). Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette
"Kaddüm" yerine "kadum" ifadesi kullanılmıştır ki o zaman ifade "Bir marangoz aleti olan
keserle sünnet oldu." anlamına gelmektedir. Ayrıca onun yetmiş veya yüz yirmi yaşlarında
olduğu da rivayet edilmiştir.
Hz. İbrahim (as) sünnet olmuştur. İsrailoğulları arasında câri olan Tevrat'ın hükmü de böyle idi.
İsa (a.s)'ya kadar böyle devam etmişken sonradan Hristiyanlar bu âdeti bozmuş ve "hıtan",
kalbin guffesini (kalbi bürüyen perdeyi) atmaktır, şeklinde yanlış bir yorumla sünneti
bırakmışlardır (Tecridi-Sarih Tercümesi, IX, 112).
Başka bir rivayette de şöyle denilmektedir:
"Hiç kuşkusuz ilk misafir edinen, ilk defa don giyen ve ilk kez sünnet olan Hz. İbrahim
(as)'dir." (Muvatta, Sıfatu'n-Nebî', 4).
Sünnet olmak ondan sonra bütün peygamberlerde ve onlara uyanlarda devam etmiş,
Peygamberimiz (s.a.s) peygamber olarak gönderilinceye kadar sürüp gitmiştir.
Peygamberimiz (s.a.s) bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar:
"Dört şey var ki, bunlar peygamberlerin sünnetlerindendir. Sünnet olmak, güzel koku
sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek." (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel, Müsned,).
19
Rivayete göre, peygamberlerin bazıları sünnetli olarak dünyaya gelmişlerdir; bunların sayısı
on-on yedi kadardır. İmam Suyuti bunlardan bir kısmını bir şiirle ifade etmiştir. Bunlar Adem,
Şit, Nuh, Sam, İdris, Musa, Salih, Lut, Yusuf, Şuayb, Yunus, Süleyman, Yahya ve Hz. İsa
(a.s)'dır. Şiirin sonu "Hatem"le biter ki maksat Hz. Peygamber Efendimiz(asm)'dir. Hz.
Peygamber (as)'in sünnetli doğduğuna dair (bk. İbn Haldun, Mukaddime, İstanbul 1970, II, s.
400; Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul 1972, I, 59). Bazı rivayetlere göre ise doğumunun
yedinci gününde dedesi bir ziyafet vererek onu sünnet ettirmiştir.
İslam öncesi Arabistan'da sünnet bir hijyen tedbiri olarak düşünülmüştür. (M. Hamidullah,
İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1973, s. 291). Araplarda sünnet bir temizlik ve
güzelleşme operasyonu olarak kabul edilir. Bundan dolayı sünnet karşılığında "taharet"
kelimesi de kullanılmaktadır (Karslızade Cemalettin, Me'debetül-Hıtân, İstanbul 1252 H., s. 7).
Atası Hz. İbrahim (as)'in bu güzel geleneğini Hz. Peygamber (asm) de devam ettirmiştir. "O,
sünnet hükümdarı" olarak anılmıştır. Buhârî'nin vahyin başlangıcına dair kitabında Şam
piskoposu İbnu'n-Natur'un bir ifadesine yer verir. Buna göre yıldızlara bakarak kehanette
bulunmada mâhir olan Herakelias bir gece "Hıtan melikinin zuhur ettiğini görür. Tam bu
sıralarda Hz. Peygamber'in elçisi kendisine gelmişti. Elçinin kendisi de sünnetli idi." Olay
sünnetin İslam'ın ilk müesseselerinden biri olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber (asm), ileri yaşlarda Müslüman olanlara, seksen yaşlarında da olsalar
"Üzerinizdeki (İslâm'ın hoşlanmadığı) fazla kılları temizle, traş et ve sünnet ol."
buyururdu (Kenzul-Ummâl, I, 263).
Usaym b. Kelib'in babasından, onun da dedesinden naklettiği rivâyete göre, dedesi demiş ki:
"Peygamberimiz (s.a.s)'e geldim ve İslamiyeti kabul ettim. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s)
şöyle buyurdular: Kendinden küfrün kıllarını at ve sünnet ol." (Ahmed İbn Hanbel III, 415;
Ebu Davud, Tahare, 129).
Sünnet olayı; "Bir canlıya acı çektirmek, ancak o canlıya yarar sağlar ve yarar canlıya
çektirilen acıdan fazla olursa caizdir." şer'i kaidesine dayanmaktadır.
Sünnetin hangi yaşlarda yapılacağına dair ortak bir görüş yoktur. Bölgelere göre yedi günlükten
on üç yaşına kadar değişmektedir. Çocukların buluğa ermeden sünnet ettirilmeleri babalarının
bir vazifesidir. Hz. Peygamber (s.a.s) torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i doğumlarının
yedinci gününde sünnet ettirmişti.
Çocuk buluğa erdiğinde şeriat hükümleriyle yükümlü bulunacak, ilahî buyruklara göre amel
etmekle emrolunacaktır. O halde bu çağa henüz girmeden sünnet olmalı, sünnetli bir şekilde
mükellef düzeyine gelmelidir. Böylece ibadeti, İslamın çizdiği şekilde sıhhat kazanır. Şeriatın
belirttiği ölçüde dosdoğru olarak gerçekleşir.
Fakat velinin görevi, çocuğun sünnetini, onun doğumunun ilk günlerinde yerine getirmesi,
düşünmesi ve böyle yapmanın daha uygun olduğunu bilmesidir. Böylece çocuk kendini
tanımaya başlayıp temyiz çağına geldiğinde kendisini sünnet olmuş bulur. İleride bundan ötürü
kendi kendisini hesaba çekmez. İçinde herhangi bir üzüntü ve ürküntü bulunmaz. Gerçekten
çocuk akletmeye başlayıp eşyayı asıl anlamıyla anlamayı idrak edince kendisini sünnet engelini
aşmış olarak görmesi güzel ve kolay bir hava oluşturur.
Sünnet organının uç kısmını örten derinin en azından yarısının kesilmesidir. Yarıdan az
kesilmesi halinde tekrarlanması gerekir. Ebu's-Suud Efendi buna gerek olmadığı şeklinde fetva
vermiştir (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhu Î-İslam Ebu's-Suud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972
s.35).
20
Bazı toplumlarda, kızlarda erkekler gibi sünnet edilirler. Daha çok gizli olarak icra edilen
bu sünnet Mısır, Arabistan ve Cava'da yaşayan Müslümanların bir kısmında halen mevcuttur.
Bu toplumlarda İslamiyet öncesi de sünnetin varlığı bilinmektedir. İslâmiyetin zuhuruyla İslâmi
bir anlam kazanmıştır. Bütün İslam dünyası dikkate alınırsa azınlıkta kalan yerel bir âdet olarak
görülür (A.J. Wensinck, Hiton, IA, VlI, s. 543).
Klitoris üzerindeki küçük bir parçanın kesilmesi olan, kadınların sünneti rivayete göre Hz.
İbrahim zamanından kalmıştır ve ilk sünnet olan hanım Hz. Hacer'dir (Taberi, Milletler ve
Hükümdarlar Tarihi, çev. Z. K. Uğan, Ankara 1954, I, 371).
Hz. Peygamber (asm), "Sünnet (hıtan), erkeklere sünnet, kadınlar için fazilettir." (Ahmed
b. Hanbel, V, 75; Ebu Davud Edeb, 167; el-Fethu'r-Rabbânî, XVII, 1312) buyurur. Bu sünnet,
Ebu Hanife ve İmam Malik'e göre mutlak sünnet, Ahmed b. Hanbel'e göre erkeğe vacib,
hanımlar için sünnettir. Şafiî erkek ve kadın arasında vucûb bakımdan bir fark görmemiştir (elFethu'r-Rabbanî, XVII, 1312). Çoğunluğu Hanefi olan Türklerde kadınlar sünnet edilmezler.
Ebu's-Suud Efendi kendisine yöneltilen; "Diyar-ı Arap'da avratları sünnet ederler. Bu fiil
sünnet midir?" sorusuna "el-Cevap: Müstehaptır" şeklinde cevap vermiştir (M. Ertuğrul
Düzdağ, Şerhul-İslam Ebu's-Suud Efendi Fetvaları, İstanbul 1972, s. 35).
Hattabî de; "Sünnet olmak fiili her ne kadar öteki sünnetler arasında sayılıyorsa da ilim
adamlarından bir çoğuna göre vacibtir. Çünkü sünnet olmak hem dinin ve hem dindarlığın
şiarıdır. Müslüman kimsenin kafirden ayırdedilmesi buna bağlıdır. Savaş alanında öldürülenler
arasında sünnetli bir kimseye rastlanılırsa, diğeri de sünnetsiz bulunursa, böyle bir durumda
sünnetli kimse üzerine namaz kılınır, defni sağlanır. İslam kabristanına gömülür" demektedir.
Hasan Basrî "Rasûlüllah, (s.a.s) Efendimize uyarak bir çok kimseler İslam'a girdi. Siyahı,
beyazı, Romalısı, İranlısı, Habeşlisi... Ama bunlardan hiç birinin sünnet olup olmadıkları
araştırılmadı. Şayet sünnet olmak vacib olsaydı, sözü edilenler sünnet olmadan İslam dinine
kabul edilmezlerdi." demektedir. Ancak bu delil sünnet olmanın ihtiyari olduğu ispatlayacak
nitelikte değildir.
Zira Araplar zaten kesinlikle sünnet olmakta idiler. Diğer taraftan Yahudilere gelince, bunlar da
kesin olarak sünnet olurlardı. Hrıstiyanlara gelince onlardan bir grubu sünnet olurken, diğer
bazıları da olmazdı. İslam dinini kabul eden herkes, ister puta tapan Arap olsun, ister Yahudi,
ister Hrıstiyan olsun, İslâmî prensiplerden birinin sünnet olmak olduğunu bilirdi. Bunu bildiği
için de İslam dinini kabul ettikten hemen sonra boy abdesti aldıkları gibi sünnet olurlardı.
Yukarıda Useym b. Kelîb'in dedesinin Peygamberimiz (asm)'e gelerek, "Kesin olarak İslâmı
seçtim, Müslüman oldum" deyince, Rasûlüllah (s.a.s) kendisine; "O halde küfrün kıllarını
kendinden temizleyip at ve sünnet ol." buyurması ve Zührî yoluyla rivayet olunan; Kim
İslâm'a girerse, yaşlı da olsa sünnet olsun" anlamındaki hadis, bu hükmü pekiştirmektedir.
Peygamberimiz (s.a.s) ise, ümmetini sürekli hayırlı ve mutlu sonuç getiren işlere yöneltir ve
onları başkasından seçip ayıracak hususları öğretirdi. İşlenip işlenmediğinin derinliğine inmek,
araştırıp kontrol etmekle yükümlü değildi. Onun bu konuda izlediği yol, İslâma girenleri dış
halleri ile kabul etmek ve değerlendirmekten ibaretti. Gizli hallerini ise Allah'a bırakırdı.
İslam hukuk otoritelerinin sünnet fiilinin gerekli bir ibadet olmasındaki sebep ve illetleri şöyle
göstermişlerdir: Sünnetsiz kimse abdestini ve namazını bozmaya kendisini arzetmiş olur.
Çünkü kesilmedik kalan deri, cinsel organının baş kısmını tümüyle kapatmaktadır. İdrar altına
girince onu temizlemek hayli güçtür.
21
Böyle bir durumda sağlıklı bir temizlik ancak sünnet olmaya bağlıdır. Bundan ötürü gerek
selef (öncekiler) olsun gerekse halef (sonrakiler) olsun bir çokları sünnetsiz kimsenin
imamlığını uygun görmemişler ve yasaklamışlardır. Fakat tek başına kıldığı namazlarda ise,
devamlı idrarı damlayan kimse gibi özür sahibi sayılır.
Sünnet ameliyesi konusunda cehalet sonu sebep olunan, özür ve ölüm olaylarında diyet
uygulanmıştır (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, Diyet, 130; V/420; Abdurrezzak, el-Musannef, IX,
470).
Sünnet olayının, tıb ilminin ilerlemesiyle hikmet değeri daha iyi anlaşılmıştır. Erkeklerin
sünnet olmadığı toplumlarda rahim hastalıkları oranı, sünnet olan toplumlara göre çok daha
fazladır.
Sünnetin dini açıdan büyük hikmeti olduğu gibi, bir çok sağlıkla ilgili yararları da vardır.
Bilim adamları ve özellikle tıp doktorları bunun olumlu sonuçlarını belirtmişlerdir. Bu
hususların en önemlilerinden bir kısmı şunlardır:
- Sünnet fıtratın yani yaratılışın esasıdır. İnsanın doğuştan buna ihtiyacı vardır. İslamın bir
prensibi ve şerîatın da ünvanıdır.
- Sünnet, Rabbimizin Hz. İbrahim (a.s)'in diliyle meşru kıldığı, hakka yönelik dinin tamamıdır.
Yani bunun tamamlayıcısıdır. Bu öyle bir dindir ki, kalbleri tevhid, birlik ve iman boyasıyla
boyamış, bedenleri fıtratın özellikleri olan sünnet olmak, bıyık kesmek, tırnakları kesmek,
koltuk altındaki kılları gidermek gibi özelliklerle bezemiştir.
Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:
"Sonra da Biz, Hanif olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy, diye sana
vahyettik." (Nahl, 16/23).
Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır;
"Allah'ın dini boyası ile boyandık. Boyası Allah'dan daha güzel kim vardır? Biz ancak
O'na ibadet ederiz." (Bakara, 2/138).
Sünnet Müslümanı diğerlerinden ayırır.
(Nebi BOZKURT, Şamil İslam Ans., VII. Cilt)
22
Şafi mezhebine göre, çorapsız namaz kılmak sünnet midir?
Şafi mezhebine göre çorapla namaz kılmanın hükmü nedir?
Soğuk günlerde çorap ile namaz kılsak olur mu?
Çorapsız namaz kılmak şart değildir. Erkekler dilerlerse çorapla kılabilirler. Kadınlar için ise
ayak avret olduğu için namazda çorap giymeleri gerekir.
Bu mesele esas itibariyle şu hadise dayanmaktadır:
Abdullah b. Abbas anlatıyor: Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurdu:
“Yedi kemik üzerinde secde etmekle emrolundum: Bunlar; alın -burnuna da eliyle işaret
etti (Böylece burun-alın bir sayıldı)-, iki el, iki diz ve iki ayağın kenarları (parmak uçları)
dır. Bir de elbise ve saçlarımızı toplamamakla (emrolunduk).”(Buharî, Ezan, 133-134).
Âlimler, hadiste geçen “elbise ve saçlarımızı toplamamakla emrolunduk” ifadesi üzerinde
durmuş ve sonuç itibariyle söz konusu yedi uzvun açık bulunmasının vacip olmadığı kanaatini
belirtmişlerdir. Özellikle dizler, avret mahalli olduğundan –değil açılmaları- örtünmeleri
vaciptir. Ayakların açılmasının da vacip olmadığını gösteren bir delil, mestlerin giyilmesinin
caiz olmasıdır. (bk. İbn Hcer, 2/297; Şevkanî, Neylu’l-Evtar, 2/548-549).
İanetu’t-talibînde, dizlerden başka secde uzuvlarının açık olmasının sünnet olduğu
söylenmiştir. (bk. a.g.e, I/144).
Nevevî de değişik görüşlere yer verdikten sonra, “Şafiî mezhebinde en kuvvetli görüşe göre,
çıplak ayakla namaz kılmak müstehaptır.” demiştir. (bk. Mecmu, 3/429)
23
"Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye
kıyamet gününde ateşten bir gem vurulacaktır." (İbn Mâce,
Hâkim) Bu hadisi açıklar mısınız? Âlimler sahip oldukları
ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar?
İlmi Gizlemek:
Âlimler sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi
gizlemek, kınanan ve suç sayıları bir iş midir?
Kur'an-ı Kerîm'de bu konuda Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili olmak ve hükmü Müslümanları da
kapsamak üzere bazı ayetler nazil olmuştur. İmam Suyûtî "ed-Dürrü'l-Mensûr" isimli
eserinde, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Muâz b. Cebel ve bazı sahabiler Yahudi
bilginlerinden bir gruba Tevrat'taki bazı hükümleri sordular. Yahudiler bu bilgileri gizlediler ve
haber vermekten kaçındılar. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra
gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet
eder. Ancak tövbe edip, durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. Onları
bağışlarım; çünkü ben tövbeyi çok kabul edenim, çok esirgeyenim."(Bakara, 2/159-160).
Yahudilerin gizlediği bilgiler arasında recim cezası bulunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
geleceğini bildiren haberler de bulunmaktadır. Nitekim bir ayette şöyle buyurulur;
"Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de (vasıflarını) yazılı buldukları o elçiye, o ümmi
Peygambere uyarlar." (A'râf, 7/157).
Ancak İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçip de tövbe eden, Hz. Peygamber (asv)'e iman
ederek gidişini düzelten ve Allah'ın peygamberlerine vahyettiği şeyleri insanlara açıklayanlar
müstesnadır. Bunlar İslâmî hükümleri gizlemekten vazgeçtikleri takdirde Allah onların
tövbesini kabul eder. Onları rahmet ve mağfiretine kavuşturur.
Ayet-i kerimenin hükmü yalnız Ehl-i kitaba değil; Allah'ın ayetlerini gizleyen ve şer'î
hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı usul âlimlerinin de dediği
gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder.
Ebû Hayyân şöyle demiştir: "Açıkça anlaşılıyor ki, özel nüzul sebebi olsa bile ayetin umum
manası, ehlikitap olsun, başkaları olsun ilmi gizleyen herkes hakkındadır. Ayet, Allah'ın
dininden olup da yayılmasına ve duyurulmasına ihtiyaç duyulan herhangi bir ilmi gizleyen
herkesi içine alır. Aşağıdaki hadis bu ayeti tefsir eder.
Hadiste şöyle buyurulur:
"Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet gününde ateşten bir gem
vurulacaktır." (İbn Mâce, Hâkim).
Sahabiler de bu ayeti aynı şekilde anlamıştır. Ebû Hureyre'nin, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Eğer Allah'ın kitabındaki bir ayet olmasaydı, size hiç bir hadis rivayet etmezdim."
Ebû Hureyre bundan ilmi gizleyenlerle ilgili olan ayeti okumuştur (Ebû Hayyân, el-Bahru'l
Muhit, I, 454).
24
Diğer yandan bazı âlimler ilmi gizlemeye yol açacağı endişesiyle, yukarıdaki ayete dayanarak,
Kur'an okuma karşılığında para almanın caiz olmadığını söylemişlerdir. Onlara göre ayet,
hükümleri açığa vurmayı, yaymayı ve gizlememeyi emrediyor. Bir kimse, edası kendisine
gerekli olan bir amel için ücret almaz. Namaz kıldığı için ücrete hak kazanamaması gibi. Çünkü
namaz, Allah'a yaklaşmak için yapılan bir ibadettir. Bu yüzden namazı öğretmek karşılığında
alınacak ücret caiz olmaz.
Ancak, sonraki (Müteahhirûn) âlimleri, ücret veya maaş alınmadığı takdirde dini görev ve
çalışmaların ihmal edileceğini, dini tebliğin yaygınlaşamayacağını, ilmin giderek yok olacağını
düşündüler ve dinî ilimlerin eğitim öğretim ve tebliğinde görev yapanların, bu hizmetleri
karşılığında ücret alabileceklerine dair fetva verdiler.
25
Kur'an'’da bir ayette sekiz çift hayvan yaratılmasından
bahsedilmektedir. Bununla kastedilen nedir?
Bunlar konuyla ilgili ayetlerde (Enam, 6/143-144) belirtilmiştir: Koyundan iki, keçiden iki,
deveden iki, sığırdan iki, toplam dört çift / sekiz eş.
Cahiliye devrinde Araplar, bazen erkek bazen dişi hayvanları, bazen bunların yavrularını
haram sayarlardı. Kur’an, ayette sayılan sekiz sınıfın ve yavrularının helal olduğunu bildirip,
onların bu davranışlarının yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. İlgili ayetlerin mealleri
şöyledir:
“ Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı). Kimi yük taşır, kiminin yününden döşek yapılır.
Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın (peşinden gitmeyin);
çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır."
"Sekiz çift: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: "(Allah), iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki
dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer doğru iseniz bana
ilimle haber verin."
"Ve deveden iki, sığırdan iki. De ki: (Allah), "İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi
mi, ya da iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Yoksa, Allah'ın size böyle
vasiyet ettiğine şahitler mi oldunuz? (O'nun yanında mıydınız?). Böyle hiçbir bilgiye
dayanmadan, insanları saptırmak için, Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim
olabilir? Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez."
"De ki: "Bana vahyolunanda, (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş
bir şey bulamıyorum. Ancak leş, veya akıtılmış kan, yahut domuz eti - ki bu gerçekten
pistir- yahut Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvan olursa, bunlar haramdır. Ama
kim çaresiz kalırsa, (başkasının hakkına) tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak
üzere (bunlardan yiyebilir)" Çünkü Rabbin çok bağışlayandır, merhamet
edendir."(Enam Suresi, 142-145)
"Semâniyete ezvâc", âyette açıklandığı üzere ikisi koyun, ikisi keçi, ikisi deve, ikisi sığır
cinsinden olmak üzere, erkek ve dişi dört çift, fakat sekiz eştir. Bu âyetlerde görülüyor ki
"en'âm" (hayvanlar) denilen bu sekiz eşin helal oluşunu ispat ve anlatmak için burada pek
güzel bir "tahric ve tenkîh-i menât" usulü gösterilmiştir.
Önce sekiz eş, diye bir sayma, ikinci olarak koyun, keçi, deve ve sığır olmak üzere dört cins,
bunların birbirlerine benzerliklerine göre ikişer ikişer gruplandırma; üçüncü olarak, her grup
ve çiftten haram sayılması muhtemel olan erkeklik, dişilik veya rahimde bulunmak üzere
özelliklerini ayrıntılı bir şekilde belirleme; dördüncü olarak, bunların hiçbiri ile haram
olmanın bir ilgisi ve temayülünün varlık veya yokluğunun karşılıklı lüzumu, devamlılığı ve
yansıması olmadığını açık bir şekilde göstererek, hiçbirinde yaratılış bakımından haram olma
sebebinin bulunmadığını ve bundan dolayı ne erkeğinin, ne dişisinin haram olmadıklarını ispat
etmiştir.
İşte usûl ilminde açıklandığı üzere, bir müctehidin fıkhî kıyas ile ictihad edip dini hükümler
tesbit etmesinin esası da böyle "tahric ve tenkih-ı menât"tır.
26
Bu ilmi metod, bu âyetlerde, böyle en güzel bir şekilde gösterildikten sonra, helal ve haram
meselelerinde yalnız bu aklî metodun, yani kıyasın yeterli olmayacağını ve kıyasın ilmî ve fıkhî
olmak için menâtın, yani illetin, sabit bir asıla, değişmez bir kurala dayanması gerektiğini, bu
sabit aslın da başka bir ölçü ile değil, ancak vahiy ile sabit olabileceğini anlatmak için fasl-ı
hitab olmak üzere şöyle buyruluyor: Ey Muhammed, de ki: "Bana vahyedilmiş olanda yiyecek
olan kimseye haram kılınmış bir yiyecek bulmuyorum ancak, leş olması, yani tezkiyesiz olarak,
Türkçesi Bismil olmayarak (besmelesiz) ölmüş bulunması ki, kendi kendine ölmüş, boğulmuş,
taşla veya odunla vurularak öldürülmüş, yüksekten düşmüş, boynuzlanmış, canavar
parçalayarak ölmüş hayvanların hepsini içine alır. (bk. Mâide, 5/3) Yahut, dökülmüş kan
olması ki, ciğer, dalak ve kesimden sonra damarlarda kalmış olan kan kalıntısı bunun
dışındadır. Yahut domuz eti olması çünkü domuz eti pisliktir, yani mutlaka necistir, pistir. Bu
gerekçeden anlaşılır ki, ne kadar pis şeyler varsa hepsi öncelikle haramdır ve haram oldukları
açıktır.
Nitekim "Onlara çirkin şeyleri haram kılar" (A'râf, 7/157) âyetiyle bu genel bir nassa
bağlanmıştır. Ve bu şekilde "çünkü o pisliktir" ifadesi leş ve dökülmüş kanın haramlığına da
delalet yoluyla sebep olmaktadır.
Mâide sûresinde geçtiği üzere şarap da "rics" (pislik) olduğu için, buna diğer alkollü içkiler de
dahildir. "Günahın açığını da gizlisini de bırakın" (En'âm 6/120) âyetinin mânâsı da gösterir
ki "rics" de, zahir ve batın, yani açık ve gizli olmaktan daha geneldir. Şu halde yalnız dış
görünüşüyle pis olanlar değil, bâtınen (mânen, görünmez) pis olanlar da haramdır. Yahut bir
fısk olması, yani onunla Allah'tan başkasına haykırılmış olması müstesnadır ki, bunlar
haramdırlar. Allah'tan başkasına haykırılmış olmak demek, Allah'tan başkasının ismi anılarak
kesilenler demektir. Bununla beraber kaydı,
"Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyin. Çünkü onu yemek,
yoldan çıkmaktır." (En'âm, 6/121)
buyruğu gereğince bilerek Besmele'yi terketmenin; aynı şekilde Mâide sûresinin 3. âyetindeki
"Putlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla şans aramanız size haram kılındı.
Bunlar fısktır (insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir)"
buyruğu gereğince, putlar üzerine kesilen hayvanlar ile kumar kısmetlerinin de "Allah'tan
başkası adına kesilenler" kabilinden olduğuna işarettir.
Sonra her kim çaresiz bulunur, helal bir yiyecek bulamaz da aşırı açlık hâlinde zorunlu olarak
bunlardan yemek mecburiyetinde kalırsa bağî ve mütecaviz olmadığı, yani diğer bir zor
durumda kalmış kimsenin elindekini almadığı ve yemekte zaruret miktarını aşmadığı takdirde,
"Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, merhamet edendir; bundan sorumlu tutmaz."(Bakara,
2/173 ve Mâide, 5/3 âyetlerine bk.)
Demek ki, çaresiz için yemek hususunda haram olan hiçbir şey yoktur; ancak "saldırganlık" ve
"aşırılık" sınırlaması vardır. Şu halde zor durumda bulunmayanlar için saldırganlık ve aşırılık
öncelikle haramdır. Şu halde, önceki dört şeyde özetlenen haramlar, zor durumda kalanın
dışındakilere mahsus olduğu halde, başkasının hakkına tecavüz ederek malını yemek ve bir de
zarurette zarurete göre, genişlikte genişliğe göre sınırı aşıp israf etmek, genel olarak herkese
haramdır. İnsanın yiyeceğine, malına, hukukuna tecavüz, böyle herkese genel olarak haram
olunca, kendine tecavüzün daha çok öncelikle ve kuvvetle haram olduğu da ister istemez
anlaşılır.
27
Aynı şekilde bütün bu açıklamalarda insana açık ve gizli olarak zarar veren herhangi bir şeyin
de haram olduğu ve genellikle haram olma sebebinin pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık, bu
dörtten birine, bunların da insana maddî veya manevî, açık veya gizli zarar anlayışına, bunun
da ilâhî hükme dayandığı ve bunların ayrıntılarını bundan önceki âyetlerde gösterildiği üzere
"tahrîk-i menat" veya "tenkîh-ı menat" veya "tahkîk-i menat" ile bu asıllara döndürerek
anlamak gerektiği de anlaşılır ki, bunlar, gerek diğer âyetlerde, gerek peygamberimizin
sünnetinde etraflıca açıklanmıştır. Yırtıcı canavarların, kuşların, pis böceklerin ve zehirlilerin
haramlığı da hep bu sebep ve asıllarla ilgilidir.
İşte bu şekilde burada Resulullah (asv)'a olunan vahiyde, haram kılınan yiyeceklerin bu
istisnalarla sayılıp açıklanan şeylerle sınırlı bulunduğu bildirilmiştir. Demek ki Mekke'de bu
âyetin inmesine kadar, yiyeceklere ait olarak, bunlardan başka haram bulunmadığı
muhakkaktır. Acaba sonradan oldu mu olmadı mı? Gerçi bu âyet, diğer hususlarda olduğu gibi,
yiyecek hususunda da daha sonra diğer haram kılmaların vahyolunmasına aykırı ve engel
değildir. Nitekim Mâide sûresindeki açıklamalar iniş bakımından bundan sonradır.
Bununla beraber birçok müfessir, bu âyetin muhkem âyetlerden olduğunu nakledip
açıklamaktadır. Şu halde bu konuda Kitab ve Sünnette bundan sonra gelen açıklamalar, bu
âyetin dışında bir şeyi haram kılmamış, yani bundaki sınırlamayı neshetmemiş; aksine bunu
açıklayıp teker teker saymıştır. Nitekim Bakara sûresi Medine'de nazil olduğu halde onda da
"Allah size sadece... haram kıldı." (Bakara, 2/173) diye yine "kasr" ile gelmiştir. Bunun için,
bazılarının dediği gibi, buradan istisna münkatıdir, bu ise kasr ifade etmez, demesi de geçerli
olmaz. Çünkü ittifakla "kasr" edatıdır. Şu halde mat'ûmât (yenecek şeyler) tabirinin meşrubatı
(içecekleri) da kapsadığı kabul edilirse, "rics" kavramı içinde şarap ve diğer sarhoşluk veren
şeylerin de haramlığına, daha Mekke'de iken işaret buyrulmuş demektir. Bununla beraber bu
sûrede bu âyetin Medenî olan birkaç âyet arasında bulunduğu hakkında da bir rivayet vardır.
Bu durumda âyetin, muhkem âyetlerden olduğu daha iyi anlaşılır. Yani hükmünde hiçbir nesh
olmadığı muhakkaktır. Ancak böyle olması "pislik, kötülük, saldırganlık ve aşırılık"
sebeplerinin bazı şeylerde gerçekleşmesi gizli olabileceği için, leş, akıtılmış kan, domuz eti,
"Allah'tan başkası adına kesilenler" ve herkesçe bilinen pisliklerden başka şeyleri kapsayıp
kapsamadığı bakımından yoruma gerek duyulan bazı yönlerinin bulunmasına da engel değildir.
(Elmalılı, ilgili ayetlerin tefsir)
28
Download