ehl-i sünnet inancı ve tarihsellik

advertisement
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
İslam'ın ilk yüzyıllarında ortaya çıkan ve İslamî ilimlerin hemen bütün dallarında kendisini
hissettiren "fırkalaşma" olgusu, tarih içinde olduğu gibi bugün de varlık ve etkisini
muhafaza etmektedir. Geçmişte bu hareketler Haricîlik, Mu'tezile, Mürciîlik... şeklinde kendisini
ifade etmişti; bugünse daha başka isimler altında fırkalaşmalar devam ediyor.
Tarih içinde "Sünnî duruş"un nasıl her sürecin/akımın gündemine ilişkin canlı ve
dinamik bir söylemi var idiyse, günümüzde de Ehl-i Sünnet olmanın, İslam'ın
"güncel" problemleri karşısında bir anlam ve özgünlüğü bulunmalıdır. Bu alanda
yapılması gereken tesbitler, hem Ehl-i Sünnet olarak bizleri, tarihte kalmış, hiçbir güncelliği
bulunmayan meseleleri "Ehl-i Sünnet akidesini öğrenmek" adına tekrar etme ve bu
suretle adeta "sanal" bir dünyayı yaşatma anlamsızlığından uzak tutacak; hem de
çağdaş dünyanın aktüel meseleleri karşısında etkin ve dinamik bir duruş sergileme yeteneğine
kavuşturacaktır.
Esas konuya geçmeden önce –muhtemel bir yanlış anlamanın önünü peşinen almış olmak
için– bir noktanın altını çizelim: Tarih içinde yaşanan fırkalaşma olgusunun Ehl-i Sünnet
dünyanın gündemine taşıdığı problemlerin tamamının bugün için güncelliğini yitirdiğini söylemek
yanlış olur. Tıpkı o dönemlerde olduğu gibi günümüzde de varlığını sürdüren problemler
bulunduğu gibi, günümüzde ortaya çıkmış olan bazı düşünce/fikir hareketleri ve akımlarının, fikrî
altyapılarını tarihteki kimi fırkalardan davşirerek oluşturduklarını, ya da en azından onlarla
kesiştikleri noktalar bulunduğunu da belirlememiz gerekiyor.
Sözgelimi geçmişte Mu'tezile tarafından hadislere hangi gerekçelerle itiraz edilmiş ise, bugün
de hadisleri reddetme tavrında olan çevrelerin aynı gerekçelere sarıldığını tesbit ediyoruz.
Öyleyse bugün için güncelliğini koruyan hususlarla tarihte kalmış meseleleri birbirinden ayırarak
21. yüzyıl müslümanına hitap edecek yeni bir Kelam ilmi oluşturmak zorundayız.
Bu yazıda bu mesele hakkında sadece "ipucu" kabilinden bazı hususlara
değinmek istiyoruz. Zira güncel bir Ehl-i Sünnet Kelamı'nın oluşturulması takdir edilir ki, ciddi ve
uzun soluklu çalışmalara ihtiyaç duyar.
Günümüzde Ehl-i Sünnet itikadının karşısındaki en tehlikeli akım, Modernizm'dir. Batı
hakimiyeti karşısında kompleksli bir duruşla İslam'ın Batı kökenli pozitivist anlayışla çelişmediği
iddiasından hareket eden Modernistler eliyle, itikadî sahadan amelî konulara kadar her seviyede
1/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
yeni bir İslam anlayışı oluşturma iddiasıyla korkunç bir tahrip ve tahrif faaliyeti yürütülmektedir.
Müslüman halkımızın belli bir kesimi, Modernistler'in diline ve yöntemlerine yabancı olduğu
için bu akımın söylemlerine kolayca çarpılabilmekte ve sonunda itikattan başlayan ve giderek
diğer alanlara sirayet eden bir çürüme süreci yaşanmaktadır.
Ehl-i Sünnet itikadını benimsemiş her müslümanın günümüzde yaygınlaşma eğilimi gösterdiği
müşahede edilen Modernist söylem karşısında şu hususlara dikkat etmesi gerektiğini
düşünüyoruz:
1.
Allah Teala'nın, Kur'an ve hadislerde haber verilen isim ve sıfatlarının hepsi hak ve gerçektir.
Kelam kitaplarımızda ayrıntılarıyla zikredilmiş olan bu meselenin günümüze taalluk eden yönü
şurasıdır: Günümüzde "Tarihsellik" dediğimiz görüşü benimseyenler, Kur'an
ayetlerinin –özellikle ahkâma ilişkin olanların– indikleri dönemin problemlerini çözmeye matuf
olduğunu söylerler. Buradan hareketle de Kur'an'ın ihtiva ettiği her hükmün günümüzde
uygulanamayacağını ileri sürerler.
Oysa bu iddia, Allah Teala'nın, sadece Kur'an'ın nazil olduğu zaman ve mekânın
problemlerine çözüm indirdiğini, nüzûl sürecinin tamamlanmasından günümüze ve günümüzden
geleceğe yüzyıllar, binyıllar içinde yaşayanların, problemlerine Kur'an'dan çözüm bulamayacağı
anlamına gelir ki, doğrudan doğruya Allah inancıyla ilgilidir. Bu iddia sahiplerinin, Allah Teala'nın
Alîm, Hakîm, Âdil... gibi isim ve sıfatlara sahip bulunduğuna inandıklarını söylemek oldukça
zordur.
Zira bu isim ve sıfatlara iman etmek, Allah Teala'nın olmuş, olan ve olacak her şeyi hakkıyla
bildiğini ve hiç kimseye zulmetmeyeceğini itiraf etmek demektir. Elbette sadece bu değil. Böyle
bir iman, Kur'an'ın "bütün insanlara hidayet kaynağı" olarak gönderildiğini haber
veren ayet üzerinde biraz düşünürsek, Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yaşayanlarla
günümüz insanının ve gelecek nesillerin bu noktada eşit olduğunu göreceğiz. Yani Kur'an Hz.
Peygamber (s.a.v) döneminde yaşayanlar için nasıl bir hidayet kaynağı idiyse, günümüz için de
aynen öyledir; gelecek nesiller için de öyle olacaktır.
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir diğer husus da, "kader inancı" ile ilgili
çarpık anlayıştır. Kaderi inkâr eden Modernistler, konuyla ilgili ayetleri tevil ederek, hadislerin de
sıhhatine şüpheyle yaklaşarak şöyle derler: "İnsan mutlak anlamda özgürdür. Dilediği
zaman dilediği şeyi yapabilir. Allah, insanların tercih ve fiillerine müdahale etmez. Kader inancı,
2/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
zalim Emevî yönetimlerinin, halk nazarında meşruiyet kazanmak için ortaya attığı bir
aldatmacadır..."
Oysa kader meselesinin Emevî iktidarları tarafından çarpıtılarak istismar edilmesi başka
şeydir, Kur'an ve Sünnet'le sabit bir hakikat olması daha başkadır. Evet, bizler Yüce Allah'ın
Levh-i Mahfuz'da bizler için yazdığı, dolayısıyla irade ettiği bir hayatı yaşıyoruz. Bu meselenin
inceliklerini kavramak için buradaki "irade"nin ne olduğunu ve ne olmadığını bilmek
gerekiyor. Varlık alemindeki her şey Yüce Allah'ın iradesiyle olmaktadır. Ancak bu, Yüce Allah'ın
bizim hayat tarzımızı klişe olarak "belirlediği, tayin ettiği ve bizi onu yaşamaya icbar
ettiği" anlamına gelmez. Bunun anlamı şudur: İnsan, kendisine yaratılışından verilen
iradeyi kullanarak herhangi bir konuda kararlar verir, tercihler yapar. Eğer Yüce Allah da o işin o
yönde olmasını irade etmişe, o işte iki irade birleşir; Yüce Allah o işi yaratır, insan da kesbeder.
İnsanın sorumluluğu, o işi yapmaya karar verip iradesini o yönde sarf etmesi sebebiyle söz
konusudur. Yüce Allah irade etmediği halde insanın herhangi bir şey yapmasının mümkün
olduğunu iki sebeple söyleyemeyiz: 1) Yüce Allah'ın, irade etmediği bir işin meydana
gelebileceği söylendiğinde, O'nun kudret ve iradesinden bağımsız bir alan söz konusu olacaktır.
Bu ise ontolojik olarak mümkün değildir. Zira dilemediği şeylerin meydana gelmesi karşısında
pasif bir pozisyona düşmek Allah Teala için düşünülemeyecek bir nakisadır. 2) Allah Teala'nın
dilemesi olmaksızın insanın bir şey yapabileceğini düşünmek, insanın O'ndan müstağni
olduğunu söylemek demektir. Oysa "fa’’âlun limâ yurîd" olma (dilediğini dilediği gibi
yapma) vasfı sadece Yüce Allah'a aittir.
Bütün bunlar insanın, kendisi için ezelde tayin edilmiş bir rotayı izleme mecburiyetinde olduğu
anlamına tabii ki gelmemektedir. Günlük hayatta yaptığımız en basit işlerden en hayatî işlere
kadar karşılaştığımız durumlarda verdiğimiz iradî tepkiler, aldığımız kararlar ve yaptığımız
tercihler bunun en önemli delillerindendir. Bütün bu hususlarda bizi kimsenin zorlamadığını
tecrübeyle biliyor olmamız gerekir.
O halde "kader" nedir?
Kader, en kısa anlatımıyla şudur: Yüce Allah, ezelî ve mutlak ilmiyle bizim bir işi nerede, ne
zaman ve nasıl yapacağımızı bildiği için onu Levh-i Mahfuz'da kaydetmiştir. Sırası geldiğinde
biz o işi o şekilde yaparız. Böylece kaderimizi yaşamış oluruz. Şu halde kullar, imanı da küfrü de
kendi iradeleriyle seçerler dememiz gerekiyor. Kur'an'da hidayet-dalalet, iman-küfür...
konusunda yer alan ayetler bir araya getirilerek ele alındığında ortaya şu sonuç çıkıyor: Bir
kimse özgür iradesiyle küfrü seçer ve bu yolda, hiçbir uyarıya kulak vermeden ısrar ve inatla
derinleşirse, bir noktadan sonra Yüce Allah onun kalbini mühürlüyor ve onun için artık –tabir
doğruysa– kapı kapanmış oluyor. Buna Kelam ilmi terminolojisinde "hızlân" deniyor.
3/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
Yani kâfirin yardımsız bırakılması, kufrüne terk edilmesi. Ama hidayete ulaşma yolunda
samimiyetle çaba gösterenlere de hidayet yolu her zaman açıktır.
Şu halde "Allah Teala yazdığı için biz böyle yaşıyoruz" cümlesi yanlıştır. Doğru
cümle şudur: "Allah Teala bizim nasıl yaşayacağımızı bildiği için yazmıştır. Biz O'nun
bildiğini yaşıyoruz."
Allah Teala'nın "dileyeni mi" yoksa "dilediğini mi" hidayete erdireceği
konusu da yukarıda söylenenler ışığında şöyle izah edilmelidir: Allah Teala'nın hidayete
erdirmesi, hidayeti elde etmek gibi bir problemi bulunanlar için söz konusudur. Bu anlamda her
iki şık da doğru olmakta ve aynı kapıya çıkmaktadır. Zira bir kimse iradesini hidayeti bulma
yolunda sarf ederse Allah Teala onu o yola sevkedecektir. Dolayısıyla bu kimse, Allah
Teala'nın, hidayete erdirmek istediği kullardan olmaktadır. İradesini bu yolda kullandığı için
"dileyen", bu irade sebebiyle Allah Teala da onu o yola sevk edeceği için
"dilediği"...
Öyleyse Kur'an ayetlerinin tarihselliği iddiasında bulunanların Allah inancında bir arıza
bulunduğunu tesbit etmek durumundayız.
2.
Ehl-i Sünnet ulema tarafından oluşturulmuş Usûlüddîn (Akaid/Kelam) ve Usûl-i Fıkıh
sistemleri, hem birbirleriyle, hem de Allah ve Peygamber inancıyla kopmaz biçimde ilişkilidir.
Bunları birbirinden ayrı ve bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu sistemleri
"klasik" (dönemini kapatmış, fonksiyonunu yitirmiş anlamında) olarak niteleyip,
çağdaş insanın problemlerine cevap vermiyor bahanesiyle "yenilemek" (reforma tabi
tutmak) gerektiğini söyleyen Modernist söylemin bu iddiası konusunda şunları söylemeliyiz:
1. İslamî disiplinlerin yeni anlama yöntemleri temelinde yeniden inşa edilmesi gerekli/zorunlu
mudur?
2. Böyle bir yeniden inşa, teknik anlamda değil ama "ontik" anlamda mümkün
müdür?
4/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
Birinci soru hakkında şu mülahazalarda bulunabiliriz:
Kur'an'ın, Yüce Allah'ın arzu ve iradesiyle yüzdeyüz örtüşecek şekilde anlaşıldığını hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde söyleme imkânına sahip olduğumuz bir tek dönem vardır:
Hz. Peygamber (s.a.v) dönemi. Zira metodolojik kaynaklarımızda Hz. Peygamber (s.a.v)'in,
dinin tebliği ve açıklanması bağlamında yaptıklarında ve –Kur'an dışında– söylediklerinde ilahî
denetim altında olduğu enine boyuna izah edilmiştir ve esasen bir müslümanın bu noktada
kuşkuya düşmesi mümkün değildir. Böyle bir garantinin en basit ve fakat en esaslı göstergesi,
aksi durumun bizi, Yüce Allah'ın "tarihe müdahalesi"nin bu dönemde yeterli ve
gerekli ölçüde gerçekleşemediğini –dolayısıyla hiçbir dönemde gerçekleşemeyeceğini– söyleme
zorunluluğuna götürmesidir.
Murad-ı ilahî'nin Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde hem pratik hayata bir sosyo-kültürel ve
tarihsel gerçeklik, hem de beşer düzeyinde ontik anlamda temel varoluşsal algı dönüşümü
şeklinde yansıdığını kendimizden emin bir şekilde söyleyebildiğimize göre, burada cevabı
bulunması gereken ikinci soru şudur: Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra murad-ı ilahî'ye
ne oldu?
Hz. Peygamber (s.a.v) sonrası İslam tarihini, ideolojik, indirgemeci ve profan bir okuyuşla
iktidar mücadeleleri, heretik oluşumlar ve geleneğin din yerine geçmesinden ibaret görme
yanlışlığının zihnimizde oluşturduğu tabakayı kaldırdığımızda görünen şudur: Sahih din
anlayışının Hz. Peygamber (s.a.v)'den, O'nun bir ömür boyu yanında/yakınında bulunan ve
İslamî kişilikleri O'nun gözetim ve denetiminde şekillenmiş olan Sahabe kuşağına intikal ettiğini
söylemek dürüstlük gereğidir. Özellikle ilk dört halife döneminde başlayarak kısa bir süre içinde
gelişen dışa açılma hareketleri çerçevesinde belli İslam merkezlerine dağılan alim sahabîler,
gittikleri yerlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'den öğrendikleri Din'i yaymış, dinî ilimlerin öğretiminde
ve yaygınlaştırılmasında kilit roller üstlenmiştir.
Böylece onların 1., 2. ve daha yaygın olarak 3. kuşak öğrencileri olan ekolleşme dönemi İslam
alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Din telakkisini kesintisiz bir silsile ile almış oluyordu.
Olabildiğince özet bir şekilde takdim etmeye çalıştığım bu yapının önümüze koyduğu gerçek
şudur: Müslümanlar'ın Kur'an ve Sünnet ile kurdukları ilişki, salt teknik anlamda bir
"anlama/yorumlama" ilişkisinin çok ötesinde bir "varoluşsal" ilişkidir.
Tarihte ortaya çıkmış özgün bir "İslam medeniyeti"nden söz edebiliyorsak, bunu,
sözünü ettiğim "varoluşsal ilişki"ye borçlu olduğumuzu itiraf etmek durumundayız.
5/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
Yukarıda sorduğumuz sorulardan ikincisinin cevabı, bu çerçevede olumsuz olmak
durumundadır. Çünkü ilahî vahyi ideal biçimde anlamanın garanti edilebilir tek yolu, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in ontik varlığı ile doğrudan ilişki içinde bulunmaktan geçmektedir.
Şu halde klasik İslamî anlama yöntemleri ve daha genelde temel İslam bilimleri, Hz.
Peygamber (s.a.v)'in "tarihsel kişiliği" ile değil, "ontik hakikati" ile irtibat
halinde bulundukları için geçerliliğin ve doğruluğun/meşruluğun biricik adresidir.
Bu temel gerçeğin gözden kaçırılması sebebiyle yeni anlama yöntemi arayışları, Kur'an'ın
"tarihsel bir metin"e, Hz. Peygamber (s.a.v)'i de "tarihsel bir kişilik"e
indirgeyerek seküler/profan bilim anlayışının "nesne"leri haline dönüştürme
eğiliminde olmakla maluldür.
Yukarıdaki ikinci soru hakkında söylenmesi gerekenleri de şöyle ifade edebiliriz:
Din'in doğru biçimde anlaşılması, onunla ve onun temel kaynaklarıyla birebir muhatap olan
her birey için temel bir zorunluluktur. Ancak burada esaslı bir problem bulunduğunu da görmek
durumundayız: Dinî metinleri "nötr" bir bilinç durumuyla mı, bilincimizi etkileyen ve
hatta şekillendiren yaşadığımız sosyo-kültürel ve tarihsel gerçekliğin pasif nesneleri olarak mı,
yoksa iman ve teslimiyet ile mi anlamaya girişmeliyiz?
Bu seçeneklerden ilki, bir Müslüman hakkında mümkün olmadığına göre, diğer iki seçenek
üzerinde durmamız gerekiyor. İkinci seçenek, çağdaş hermenötik tartışmalarla doğrudan ilgilidir.
Dinî metinleri, kendileriyle istediğimiz biçimde ilişki kurmamıza izin veren –Nasrettin Hoca'nın
kuşu misali– pasif "anlama ve yorumlama nesneleri" olarak algılayabilir miyiz? Daha
da önemlisi, onları, çağdaş hermenötik teorileri doğrultusunda sahiplerinden –Yüce Allah ve Hz.
Peygamber (s.a.v)– daha iyi anlayabilir miyiz? Bunun için –hermenötik yöntemleri gereği–
onların "zihin"lerine nüfuz etmemiz kaçınılmaz olduğuna göre bu mümkün müdür?
Ve buradan hareketle, "bu metinlerde lafzî olarak ifade edilen başka bir şey ise de, lafzî
düzlemin ötesindeki esas anlam düzlemi daha farklıdır ve biz onu keşfedebiliriz" sonucuna
ulaşmamız ne kadar "dinî"dir?
6/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
Bu soruların olumlu cevabı teorik varsayımlar ve soyut tartışmaların ötesinde henüz ortaya
konabilmiş değildir. Ancak bu sorulara olumsuz cevap vermemiz gerektiğini vurgulayan pek çok
"delil" mevcuttur.
"Kur'an ve Sünnet'in bu şekilde tanımlanmasına acaba Kur'an ve Sünnet ne
demektedir?" sorusu üzerinde yeterince durulduğu kanaatinde değiliz. Kur'an şöyle diyor:
"Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler, "Ya
bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir" derler. De ki: "Onu kendiliğimden
değiştirmem benim için olacak bir şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam.
Çünkü Rabb'ime isyan edersem, elbette büyük günün azabından korkarım." De ki:
"Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi..."
(10/Yûnus, 15-6)
Şu halde Kur'an metnini tarihsel ortamın belirlediğini söylememizin önündeki en büyük engel,
yine bizzat Kur'an'dır. Kur'an'ın belli tarihsel olaylara cevap mahiyetinde inen "bir
kısım"[1] ayetlerini genelleme yaparak bütüne teşmil etmek doğru değildir.
Kısacası Kur'an "değiştirmek/dönüştürmek" için inmiş bir Kitap'tır. Dolayısıyla onun
muhtevası ile örtüşmeyen durumlar "arızî"dir ve Yüce Allah'ın muradına aykırıdır.
Bunun bizi götüreceği kaçınılmaz nokta şudur: Herhangi bir tarihsel durumu belirleyici kılarak
dinin temel metinlerini yorumlamak mümkündür; ama bu, "dinî" bir faaliyet değildir.
Yeni yöntem arayışlarının, yaşadığımız tarihsel durumu mutlaklaştırmak ve dinî metinleri
kendi tarihselliğimize boyun eğdirmek gibi bir muhtevadan tamamen uzak olduğunu iddia
edebilir miyiz?
Yazının başlarında sorduğumuz iki sorudan ilkinin cevabı da bu sorunun cevabında
yatmaktadır. Eğer böyle bir riskten arınmışlığı garanti edilebilen bir faaliyetten söz etmek
mümkünse, ardından şu sorulan sökün edecektir:
1. Klasik anlama yöntemleri hangi noktalarda tıkanmıştır? Ya da klasik yöntemlerin tıkandığı
iddiası etrafında genel bir konsensüs sağlanabilmiş midir?
7/8
EHL-İ SÜNNET İNANCI VE TARİHSELLİK
Perşembe, 01 Nisan 2010 15:12
2. Klasik yöntemler hakkında temellendirildiği varsayılan "eksik/zayıf tarafları
bulunduğu" iddiasının, teklif edilen yeni yöntemler için de "bir şekilde" söz
konusu edilemeyeceğinin garantisi var mıdır?
3. Klasik yöntemlerin, –yukarıda da söylendiği gibi– Müslümanlar'ın Kur'an ile varoluşsal
ilişkileri neticesinde şekillenen pratiğin içinde doğup geliştiği halde, yeni yöntemler için böyle bir
durum söz konusu değildir. Şu halde pratiği olmayan "masa başı" soyut zihnî
faaliyetlerle "İslamî" bir anlama yöntemi inşa etmek ontolojik olarak mümkün müdür?
Bu ve benzeri sorular, karşı karşıya bulunduğumuz tekliflerin sahipleri tarafından net ve
tatminkâr ölçüde cevaplanamadıkça mesele tartışılmaya devam edecektir.
Kısmet olursa ileriki sayılarda bu meseleler üzerinde durmaya ve çağımızın en büyük tehlikesi
olan Modernizm'in handikaplarına dikkat çekmeye devam edeceğiz.
-------------------------------------------------------------------------------DİPNOTLAR
[1] Tırnak içindeki bu ifade, Kur'an'ın bütün ayetlerinin bu tür bir süreç içinde indiği şeklindeki
yaygın çağdaş kanaatin yanlışlığına işaret etmektedir. Kur'an'la yeterli düzeyde tanışıklığı
olanlar, Kur'an'ın pek çok ayetinin belli bir nüzul sebebi olmaksızın indiğinin farkındadır.
8/8
Download