ÖN SÖZ Toplumsal Cinsiyet ve Efsaneden Gerçeğe Türkiye’de Kadın, birbirini tamamlayan, ancak iç bütünlükleri bakımından birbirinden ayrı durabilen iki bölümden oluşmaktadır: İlk bölüm, kitabın isminde yer alan “Toplumsal Cinsiyet” ifadesine ait bilgi ve analizleri içermektedir. Toplumsal cinsiyet, sosyal yaşantımızda biyolojik cinselliğin ötesinde anlam ve etkiler içeren bir gerçeklik olarak çıkmaktadır karşımıza. Elbette ki toplumsallıkla tamamlanan cinsel temelli bir kavramdır. Kadınlığı ya da erkekliği konu edinen tüm tartışmalar ve akıl yürütmeler, toplumsal cinsiyet kavramı üzerinde temellenmek durumundadır. Öte yandan toplumsal cinsiyet, kadının ve erkeğin sosyal düzlemdeki konumlarını anlamaya yönelik çabalara temel teşkil etmesinden ayrı bir öneme de sahiptir. “Freud”çu yaklaşımın cinselliği her yerde arayan ve bulan bakışından esinlenerek, kışkırtıcı biçimde söylemek gerekirse, “toplumsal cinsiyet” cinsellikten bile daha fazla yerdedir. Sadece kadının, erkeğin ya da LGBTİ bireylerin konumlarını anlamak için değil, uygarlığı eksiksiz biçimde incelemek için de ihtiyaç vardır ona… Ekonomide, siyasette, tarihte, psikolojide ve daha birçok alanda doğru analizleri yapabilmek, toplumsal cinsiyeti anlamaksızın mümkün değildir. Toplumsal cinsiyete ön yargısız bakabilen göze, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin batmaması olanaksızdır. Bilince taşınan tüm eşitsizlikler gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliği de bir mücadelenin başlatanı ve haklı gerekçesi olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden kitapta, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve eşitlik mücadelesi genel bakış, toplumsal cinsiyet kavramıyla aynı alt bölümde kendine yer bulmuştur. Kadın hakları mücadelesi, ilk bölümün ikinci alt başlığı altında belli başlı feminist akımların tanımlanmasıyla ele alınmıştır. Kuşkusuz bu ele alış, ülkemizde eğitimli kesimlerde bile hevesle benimsenen, feminizmin hem teorik zeminde hem de uygulamada kadın cadalozluiii ğunun (!) dışa vurumu olduğu inancından uzak ve ona karşıdır. Öte yandan feminizme yönelik eleştirilere yer vermemek gibi bir niyet de benimsenmemiştir. Nitekim kendi içinde de birbirini dışlayan onca akım barındıran bir hareketin eleştirilmeden incelenmesi mümkün değildir. Feminizmin ardından ilk bölümde ele alınan konu “ataerkilliktir”. Kökleri milattan beş bin yıl öncesine kadar giden bu yapı, tanımlanmış ve etkileri ile sorgulanmıştır. Tarihsel süreç içerisinde sayısız toplumsal dönüşüm yaşanmışken, ataerkilliğin her dönemde varlığını sürdürmesi, hayretle karşılanmanın ötesinde incelenmeye muhtaç bir gerçekliktir. Ataerkilliğin zamandan bağımsız süregidişi, toplumbilimsel bir gizin çözülmesinden öte, kadın hakları mücadelesinin doğru eksene oturtulabilmesi için de önemli bir ihtiyaçtır. Pek çok durumda, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yerini ve biçimini tanımlamak ataerkil ilişkilerin saptanıp analiz edilmesiyle mümkün olmaktadır. Ataerkilliğin eklemlendiği siyasi ve ekonomik sistemle birlikte hareketinin teşhiri önemlidir. Geçmişteki sistem değişikliklerinin kadın haklarında niteliksel bir dönüşüme neden olmamasının gerisinde yatan gerçeklerden biri, ataerkilliğin yeni sisteme kolayca entegre olabilme becerisidir. Birinci Bölüm’de, ataerkilliğin ardından anaerkillik incelenmiştir. “Anaerkilliği” geçmişte kalmış bir insanlık tecrübesi olarak kabul edenleri hayal kırıklığına uğratacak bir incelemedir bu. Her şeyden önce, onun yaşanmışlığına yönelik hiçbir kanıt yoktur. “İşte ispat!” diyenlerin ellerinde sadece mitler bulunmaktadır. Bilimselliğin uzağındaki söylencelere birçok bilim insanının bel bağlamış olması ayrıca yorumlanmaya değerdir ki ilgili bölümde tam da bu gerçekleştirilmiştir. Anaerkilliğe naif bir inançla yaklaşmanın gerisinde yatan sebepler incelenmiş ve eşitlik mücadelesine etkileri değerlendirilmiştir. Birinci Bölüm’ün sonu, toplumsal cinsiyet temelli kavramlara ayrılmıştır: kadınlık, erkeklik, annelik, babalık ve LGBTİ’lere ait tanımlar… Toplumsal cinsiyet, bireye yetiştirilmesi sürecinde sonradan ve ısrarla öğretiliyor iken, toplumsal cinsiyetle ilişkili kavramların, bireyin özgür algısında kendiliğinden şekillenmesini beklemek gerçekçilikten uzaktır. Kadınlığın ya da erkekliğin, bireysel algıda toplumsal yönlendirme ile belirleniyor olması hiç de iv sürpriz değildir. İlginç olan ise filozoflardan din adamlarına kadar pek çok kesimin buradaki algı yönetimine katkıda bulunmak için yarışa girmeleridir. Toplumsal cinsiyet temelli kavramlar, kolayca tahmin edilebileceği üzere birbirleriyle yakından ilişkilidir. Birbirlerinden bağımsız var olamazlar. Annenin tanımı ve görevleri, babanın tanım ve görevlerinden ayrı şekillenmez. Kadınlık, annelikle çelişmemek ve hatta onu desteklemek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet, doğal yaşamın ortaya çıkarttığı iki kavramın doğal biçimde örtüşmesinin ifadesi değildir; örtüşmemesini gizleme gayretinin bir sonucudur. Kuşkusuz aynısı babalık ve erkeklik kavramları için de geçerlidir. Hiyerarşik olarak açık biçimde kadınlığın üstünde tanımlanan erkekliğin, yarattığı kişisel baskı nedeni ile bazen erkeklerde isyana neden olduğuna dair örnekler özellikle ilgi çekicidir. Simone de Beauvoir’nın, erkeği, üzerine yüklenen sorumluluklar ve ona atfedilen yalancı güç arasında sıkışmış, ilginçlikten uzak, sıkıcı bir hayat süren, acınası bir varlık olarak tanımlaması da öyle… Kuşkusuz LGBTİ bireyler de toplumsal cinsiyet açısından görmezden gelinemez bir yere sahiptir. Aslında çağdaş hak arama mücadelesinin yükselen değerlerinden biri olarak LGBTİ bireylerin sorunları, ayrı bir çalışmanın konusu olabilecek önem ve niteliktedir. Elinizdeki kitap, bu anlamda bir iddiaya sahip değildir. LGBTİ bireylere yönelik tanımlar sunulurken, onların insani haklarına sadece selam gönderilmektedir. Kitabın İkinci Bölüm’ü, isimde geçen “Efsaneden Gerçeğe Türkiye’de Kadın” ifadesiyle örtüşmektedir. Bu bölümde ilk olarak Türkiye’deki kadın algısı incelenmiştir. Algının tarihsel ve bilinçaltına uzanan kökenlerini ortaya çıkartmak amacıyla; mitler, efsaneler, yazılı ilk eserler yorumlanmıştır. Kadının, eski Türklerde el üstünde tutulduğuna dair yaygın bir inanış varken, efsaneler ile mitlerin kadını açık biçimde erkeğe tabi ve onun tamamlayanı olarak tanımladığını görmek hayal kırıklığı yaratabilir. Bu hayal kırıklığını, insanlığın binlerce yıldan beri ataerkil bir toplum düzeni içinde yaşıyor olduğu gerçeği ile hafifletmek mümkündür. İlk bölümden akılda kalmalıdır ki, Eski Yunan Uygarlığı’nın anlı şanlı filozofları da kadın hakları söz konusu olduğunda alkışlanmaya v layık bir yerde durmamaktadırlar. Düşüncelerinin sadece gölgesi değil ışığı da bugüne kadar uzanan Aristoteles ve bütün Batı felsefesinin ona düşülmüş dipnotlardan ibaret olduğu iddia edilen Platon bile, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından Türk efsanelerinin ilerisinde değildir. İslamiyet sonrası yazılı bir eser olan Kutadgu Bilig’de ise kadının konumu alabildiğine aşağıdadır. Bu noktada, Yusuf Has Hacib’in eser boyunca dini sıklıkla referans göstermesine de dayanarak, İslamiyet’in kabulüyle ilave bir olumsuzluğun ortaya çıktığı da akla gelebilir. Nitekim Türkiye’deki kadın algısında önemli etkiye sahip olduğu tahmin edilen İslamiyet’in de kadına bakışı incelenmiş ve “İslam dini kadını el üstünde tutar.” diyenleri haklı çıkaracak bir sonuca ulaşılamamıştır. İkinci Bölüm’ün ikinci alt bölümünde, Türkiye’de kadın olmak ve kadınlık hâlleri araştırılmıştır. Bu kapsamda, bekâretten namus anlayışına ve siyasi iktidarların kadına bakışına değin farklı konular ele alınmış, bir ülkede kadının durumunu değerlendirmek için kullanılan üç gösterge de etraflıca incelenmiştir: iş hayatında kadın, kadının eğitimi ve kadına yönelik şiddet. Bunlardan özellikle ilk ikisi tarihsel geçmişleri ile birlikte değerlendirilmiştir. Kırsal yaşamda, ekonomik üretim sürecine aktif katılımı nedeniyle, bazı anlamlarda kadının konumunun daha iyi olması, konuyu takip edenlere kuşkusuz şaşırtıcı gelmeyecektir. Kadının eğitimindeki sürekli iyiye bir gidiş, eğitimdeki iyiye gidişin kadının iş yaşamındaki konumu ile paralellik göstermiyor olması ile gölgelenmektedir. Şiddet konusunda ise eğitimli kadınların da önemli ölçüde mağduriyet yaşıyor olmaları yine dikkat çekici bir nokta olarak ortaya çıkmaktadır. Namus cinayetleri, can yakıcı etkisi ve yıllardır arpa boyu yol ilerlenememesi de göz önünde bulundurularak ilave bir başlık altında ele alınmıştır. Medyanın ve kamuoyunun, öldürülen kadınların namuslu (!) olduklarını gerçeklerden uzaklaşmak pahasına kanıtlama çabası içine girmeleri, yorumlanmaya değer bulunmuştur. Bu tutumun, şu mesajı verdiği iddia edilmiştir: “Biz bu olayda, namus çerçevesi dışına çıkmamış bir kadının öldürülmesini kınıyoruz.” Kitapta ele alınan son konu, Türkiye’deki kadın hareketidir. Her ne kadar Türkiye’de dense de hareketin kökleri Osmanlı’nın son dönemlerine kadar takip edilmiştir. Cumhuriyet Dönemi öncesinde kavi dınların, toplumun bulunduğu seviye dikkate alındığında, oldukça cüretkâr görülebilecek taleplerine rastlanması, kadın hakları mücadelesinin cesur bir geçmişe sahip olduğu inanışını destekler niteliktedir. Cumhuriyet’ten sonra, seçme ve seçilme haklarını elde etmek için sesini kararlılıkla yükselten kadınların varlığı da aynı şekilde… Diğer yandan kadınların hak arama mücadelesinin, geçmişten bugüne seçkinler tarafından verilmiş olması ve kitlesel tabana yayılan bir kadın hakları mücadelesinin oluşamaması, önemsenmesi gerekli bir eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, yetmişli yıllarda beliren işçi kadın örgütlenmelerinin, 1980 Darbesi ile yok edilmesi de söz konusu eksikliğin devamlılığında mutlaka pay sahibidir. Seksenlerin siyasi baskı ortamında hareketlenen kadın hakları mücadelesi günümüze kadar takip edilmiştir. Elinizdeki kitap, isminden de anlaşılacağı üzere oldukça geniş bir çalışma alanını kapsamaktadır. Bu alan içine giren konular, birbirlerine hiç değmeyen uzantılara sahip olsalar da toplumsal cinsiyet ve kadın odağında birleşmektedirler. Her birini detaylandırarak incelemek mümkündür ve esasen çoğu için gerçekleştirilmiş böylesi çalışmalar mevcuttur. Nitekim “Toplumsal Cinsiyet ve Efsaneden Gerçeğe Türkiye’de Kadın” yazılırken, bu çalışmaların ürünlerinden etkin biçimde yararlanılmıştır. Kitabın yazarları, bu ürünleri var eden yüzlerce araştırmacıya binlerce teşekkür borçludur. Kendi eserlerinin de, konuya dair yeni çalışmalar gerçekleştireceklere benzer bir katkı sağlaması ve ilham vermesi başta gelen arzularıdır. Seher Cesur Kılıçaslan - Toprak Işık vii