SULTÂNU`L-ULEMÂ (BAHÂEDDİN VELED)

advertisement
SULTÂNU’L-ULEMÂ (BAHÂEDDİN VELED)
(Mevlâna’nın Babası)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babasıdır ve hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'in soyundandır.
Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. İsmi Muhammed Bahâeddîn'dir. Babası Hüseyin
Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî'dir. 1151 (H.545)de doğdu. 1228 (H.625) veya 1231
(H.628) de Konya'da vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed
Harezmşah'ın kızı Emetullah Hâtundur.
Muhammed Bahâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında olduğu hâlde
vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Bahâeddîn'in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir
titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî'den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık
sık götürür; "Evlâdım, Bahâeddîn'im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu
kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı.
Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim,
bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya
muvaffak ol ve babanın yerini tut!" derdi. Bu sözler Bahâeddîn'e çok tesir eder, büyüyünce okuyup
âlim olacağını söylerdi. Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi.
Bahâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere
karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının
takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların
muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ'dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere
devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ
hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Bahâeddîn, hocasının
teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.
Muhammed Bahâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn'in kerîmesi
olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretleri doğdu.
Muhammed Bahâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki
cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında
"Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı" lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır:
Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi
rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da
binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed
Bahâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve
sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Bahâeddîn Veled'i
göstererek; "Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Bahâeddîn'e "Sultân-ül-ulemâ" denilecek
ve imzasına "Sultân-ül-ulemâ" yazılacaktır." buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya
gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; "Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin
bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?" diyerek, onların rüyâlarını
keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; "Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki,
sen Sultân-ül-ulemâ'sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın." dediler. Muhammed Bahâeddîn'e
karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri
talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.
Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler
gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes
huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini
dinlemek için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ'ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi
olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh'e kadar gelip,
aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Bahâeddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri ve
akrabâları kendisine; "Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine getirmek için hazırız"
dedilerse de, onlara; "Peygamber efendimiz; "Ben fakirlikle iftihâr ederim" buyurdu. Zâhirî saltanat
tâcını giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine
uymaktır." buyurdu.
Bahâeddîn Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak,
istemediklerini yapmak ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu.
Ne zaman vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve
bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Bahâeddîn Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden
sonra medresesine gelenlere mârifetullahtan, Allahü teâlâyı tanımakdan bahsederek insanları
aydınlatırdı. Nasîhatlerinde Ehl-i sünnet îtikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını îzâh ederdi.
İnsanların, dalâlet ve sapıklık yollarına düşmemeleri, Cehennem'de yanmamaları için çok gayret
sarfederdi.
Bid'at fırkasına mensup bâzı âlimler, aralarında ittifak ederek, Bahâeddîn Veled'i, sultâna şikâyet
ettiler. Sonra; "Sultânımız! Muhammed Bahâeddîn Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de câhildir
diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir
gün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin
saltanatınıza ziyân gelir. Bu bizim için yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz
sizi uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz." dediler. Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sultân-ülulemâ'ya ziyâdesiyle muhabbeti vardı. Fakat bu âlimlerin söyledikleri de yabana atılır şeyler
değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ'ya göndererek; "Bütün
beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız
altındadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir.
Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin buyurursanız memnun oluruz" gibi sitemli ve uygun
olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ'ya söylediklerinde, buyurdu ki: "Hasedcilerin
zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de sefer eder, başka
ülkelere gideriz. Buradan ayrılınca, bu memleketin başına felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz Tatarlar
(Hülâgü'nün ordusu) istilâ ederler." buyurdu. Akrabâ ve talebelerine sefer hazırlıklarına
başlamalarını söyledikten sonra, sultânın adamlarına dönerek; "Sultâna gidip bizden selâm
söyleyiniz. Ona; "Biz fânî dünyânın şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da
gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki saltanatına devâm etsin." deyiniz." buyurdu.
Haber etrâfa çabucak yayıldı. Bahâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını
mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Bahâeddîn Veled ile berâber gitmeye karar verdi.
Bütün olup bitenleri yakından takib eden sultan, çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ'ya şefâatçılar
göndererek af diledi. Kararından vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın
teklifini reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun
için de, Cuma günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp,
mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Bahâeddîn Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu ve onlarla
vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabâları ve
talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr'a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-iAttâr hazretleri karşıladı. İzzet ve ikrâmlarda bulundu. O
sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr'da bir rüyâ gördü. Rüyâsında
nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı dallı bir gül verdi. Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ülulemâ şöyle tâbir etti: "Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir." Orada
bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz."
diyerek, Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Mevlânâ'ya hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül
veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr'dan ayrılıp Bağdât'a doğru yola çıktılar. Bağdât'a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin
sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikrâm ve tâzimde bulundular. Bağdat'a
yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat; "Sizler kimlersiniz?Nereden gelip, nereye
gidiyorsunuz?" diye suâl edince, Bahâeddîn Veled; "Allah'dan geliyoruz, Allah'a gidiyoruz, Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah." cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde
kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; "Böyle bir zât,
Bahâeddîn Veled'den başkası olamaz." buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de,
talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip,
Bahâeddîn Veled'in ellerini öptü ve onları kendi hânesine dâvet etti. Bahâeddîn Veled, maiyetinin
kalabalık olduğunu söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesine yerleşti.
Bağdât'tan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya geldi. Zilhicce
ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra, Medîne-i
münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili Peygamberimize misâfir oldu. Orada günlerce
gözyaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir
müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, mânevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize
vedâ edip, gözlerinden yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce yol aldıktan
sonra, Şam'a geldi. Oradaki âlimler Şam'da kalması için çok ısrâr ettilerse de, onlara nâzik bir
cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Sonra Konya'nın bugünkü Karaman ilçesinin
yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.
Konya'da bulunan Sultan Alâüddîn, Emîr Mûsâ'yı Lârende'ye bey tâyin etmişti. Emîr Mûsâ,
Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla şereflendi.
Hocası Sultân-ül-ulemâ'ya bir medrese yaptırarak, yedi sene hizmetiyle şereflendi. Bahâeddîn
Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî hazretlerinin kerîmesi
Gevher Hanımla evlendirdi. Vefât eden hanımı Mü'mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn'i Lârende'ye
defnetti.
Emîr Mûsâ'yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd'a; "Lârende Beyi Emîr Mûsâ,
Sultân-ül-ulemâ'yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu.
İsminizi bile ağzına almaz oldu." gibi iftirâlarda bulundular. Alâeddîn Keykûbâd, Emîr Mûsâ'ya
mektup yazarak huzuruna çağırdı. Emîr Mûsâ durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ;
"Sultan Alâeddîn'e gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz." buyurdu. Emîr
Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya'da Alâeddîn Keykûbâd'ın huzuruna çıktı. Sultânın; "Ey Mûsâ!
İşittiğime göre Sultân-ül-ulemâ'nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun.
Yoksa bizi unuttun mu?" diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn
Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı.
Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve;
"Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha önce niçin
bildirmedin? Onu Konya'ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek
elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusûrumuzun affını isteyip,
muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya'yı da şereflendirmelerini istirhâm
ettiğimi zât-ı alîlerine bildiriniz" emrini verdi. Emîr Mûsâ Lârende'ye gelip, hocasına durumu
bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; "Müslümanın dâvetine icâbet lâzımdır." emri gereğince, bu dâveti kabûl
edip hazırlandı. Konya'ya doğru yola çıktı. Sultan Alâeddîn de, yanında vezîrleri, kâdıları, âlimleri
ve ileri gelen devlet erkânıyla, Bahâeddîn Veled'i karşılamaya çıktılar. Bahâeddîn Veled
hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle
onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Bahâeddîn Veled'den af
dilediler. Hep birlikte Konya'ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin
olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; "Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor."
buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ'ya o
bahçeyi hediye etti. Bahâeddîn Veled, Konya'da bir medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat
ederek, insanların kurtulması, iki cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı.
Bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ'nın huzûruna çıksa, gelenin durumunu
hemen keşfederek; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu
kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın
huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı
için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz" buyururdu. Böylece,
onların işlediği günahları söylemeden, yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.
Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleri, bir gün hasta olup, yattı. Alâeddîn-i
Keykûbâd ziyâretine gelip; "Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate kavuşur da devletimizin
başına geçip tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin hizmetiyle şereflenip, her ne murâd
ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin ihsân edeceği
nice ikrâmlara ve gizli sırların keşfine nâil oluruz inşâallah." deyince, Sultân-ül-ulemâ; "Biz artık bu
hastalık sebebiyle bu fânî dünyâdan hakîkî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan kısa zaman
sonra, siz de bize kavuşursunuz. İşte orada sizinle berâber oluruz." dedi. Bundan sonra
helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cuma günü, öğleye doğru Kelime-i şehâdet getirerek çok
sevdiği hakîkî âleme kavuştu.
Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin vefâtından sonra, Alâeddîn-i Keykûbâd günlerce ata
binmedi, sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak tâziye için gelenleri karşıladı.
Câmilerde pekçok Kur'ân-ı kerîm hatimleri yaptırıp, öksüz ve fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi.
Hepsinden meydana gelen sevâbı, hocası Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.
Sultân-ül-ulemâ'nın ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır: "Rüyâmda hocam
Sultân-ül-ulemâ'nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı. Genişledi, genişledi,
bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel çıkmadan bütün Konya'yı kuşattı. Bu
hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ'nın neslinden
çok muhterem kimselerin meydana geleceğini müjdelediler."
Bahâeddîn Veled'in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda, Sultân-ül-ulemâ'nın mübârek
başını, Arş'a kadar yükselmiş gördüm. Ona; "Efendim! Hâliniz nasıldır?" dedim; "Oğlum
Celâleddîn-i Rûmî'nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine,
bütün velîler ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok memnunum." dedi.
Baha Veled’in vefatından sonra Selçuklu Sultanı Alâeddin’in mühim bir sıkıntısı olsa şeyhinin
Türbesine koşar mutlaka ferah bularak dönerdi.
1)
2)
3)
4) Risâle-i Sipahsalar
Nefehât-ül-Üns;
Kâmûs-ul-A'lâm;
Mu'cem-ül-Müellifîn;
s.513,
c.2,
c.9,
514
s.1412
s.223
Download