SD AGUSTOS 2014 SAYI 57.indd - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
sunuş
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
Filistin Herkesin Sorunudur
Orta Doğu’da sular durulmuyor. Bölgedeki siyasi istikrasızlık noktalarına her gün yeni çatışma alanları ekleniyor. Uluslararası gündemin arka planına düşmüş
gözükse de Suriye’deki iç savaş tüm hızıyla devam
ediyor. Her gün onlarca kişi ölüyor. Öte yandan Irak
ise bir yandan hükümet kurma sorunuyla uğraşırken,
diğer yandan bölgeye yönelik transnasyonel yeni bir
askeri/siyasi aktör olarak ortaya çıkan Irak Şam İslam
Devleti (IŞİD) örgütünün yarattığı yeni tehditle karşı
karşıya gelmiş durumda. Kuzeydeki Kürt Bölgesel Yönetimi ise bağımsızlığını ilan etme imkan ve fırsatı arıyor. 1916’da Batılı güçlerin çizdiği haritalar her geçen
gün giderek daha çok anlamsız hale gelmeye başladı.
Şüphesiz kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış
Orta Doğu’daki karmaşa ve kaostan en fazla faydalanan ülke, bölgeye batılı güçlerin bir hediyesi olan
İsrail devletidir. Kurulduğu günden beri bölgenin
sosyolojik ve siyasi dokusuyla kimyası hiç uyuşmayan
İsrail, kendi güvenlik çıkarlarını bahane ederek sürekli
olarak bölgedeki halklara ve devletlere saldırıyor. Nitekim İsrail’in sözde kendi güvenliğine yönelik yakın
bir tehdit olarak gördüğü Hamas’ın askeri altyapısını
yok etmek, siyasi iradesini kırmak ve öldürülen üç İsrailli yerleşimcinin faillerini cezalandırmak iddiasıyla
Gazze’ye yönelik başlattığı askeri operasyon bütün
ağırlığı ile sürüyor. Ağır bir hava bombardımanı ile
başlayan saldırı, kapsamlı bir kara operasyonuna
dönüşmüş durumda. Küçücük bir sahil şeridi olan
Gazze, havadan ve karadan dünyanın en ileri silah
sistemlerine sahip olan bir ordu tarafından yoğun bir
şekilde bombalanıyor. Bu yazının kaleme alındığı sırada ölenlerin sayısı 800’ü, yaralıların sayısı ise 4000’i
geçmişti. Özellikle Şücaiye mahallesine yapılan operasyon sırasında ölen masum çocukların görüntüleri
tüm dünyada İsrail’e karşı derin bir öfke seli doğurdu.
Gözlemciler bu saldırıların, boyutları itibariyle Şaron
tarafından 1982 yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla katliamları ile karşılaştırılabilecek kadar ağır ve gayrı
insani olduğunu belirtiyorlar.
BM, AB, ABD ve Rusya gibi güçler maalesef İsrail söz
konusu olduğunda insan hakları, barış, hukuk ve
adaleti tamamen unutuyorlar. Arap dünyası İsrail’e
karşı birkaç kez yenilmenin verdiği siyasi psikoloji ile
hiçbir tepki vermiyor. Mısır ve bazı körfez ülkeleri ise
Hamas’ın siyasi düşüncesini kendi rejimlerine tehdit
olarak gördükleri için adeta İsrail’in saldırılarından gizli
memnuniyet duyuyorlar. Tel Aviv’in aşırılıklarına karşı
bölgede ve dünyada tek dik duruşu sergileyen ülke
Türkiye. İsrail güçlerinin kullandığı acımasız savaş yöntemlerini devlet terörü olarak niteleyen lider ise Tayyip Erdoğan’dır. Müslümanların kutsal Ramazan ayını
zehir etmeye yönelik son Gazze saldırıları sırasında
bizleri ümitlendiren tek şey, küresel maşeri vicdanın
mazlum Filistin lehine harekete geçmesidir. Sosyal
medyanın da etkisiyle, dünya devletleri değilse bile,
dünya halkları saldırganlığın karşısında durma erdemini göstermektedir.
Bu arada Cumhurbaşkanlığı seçim süreci hızla işliyor. Adayların açıkladıkları vizyon belgeleri ülkemiz
açısından bir ilki temsil ediyor. Çünkü artık Çankaya
seçimleri elitler arası bir uzlaşmayla değil, halkın kararıyla sandıkta belirleniyor. Bu, Türkiye adına yeni bir
demokratik kazanım demektir. Kamuoyu yoklamaları
Çankaya’nın yeni sahibinin seçimin ilk turunda belirleneceğine işaret ediyor. Ülkemiz için hayırlısını temenni ediyoruz.
Bilvesile Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ülkemize,
İslam dünyasına ve tüm insanlığa barış ve huzur getirmesini dileriz.
Saygıyla.
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 57 • Ağustos 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
6
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
12
Gazze Vurulurken
“Dostların” Sessizliği
18
Gazze: Dünyanın Aynası
22
#DirenHanzala
26
46
31
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
36
72
Uluslararası Hukuk ve
Irak-Türkiye Petrol Boru Hattı Tahkimi
51
Risk Altındaki Lübnan
54
Balkanların Gazze’si
Srebrenitsa’yı Yeniden Düşünmek
Öner Buçukcu
Dr. Dilek Yiğit
74
Almanya ile ABD Arasında Casusluk
60
Türkiye-Özbekistan İlişkilerinin
Yeni Sayfası: Anlayış ve Geliştirme
Zeynep Songülen İnanç
Prof. Dr. Talip Özdeş
İki Yol Var Demiştin, Hangisini Seçeyim?
83
1982 Anayasası ve
Seçimli Cumhurbaşkanlığı
İsrail’in Gazze Saldırısı ve
Arap Liderlerinin Sessizliği
Doç. Dr. Cevher Şulul
Yeni Dünya Savaşında
Başkomutan Kim Olacak?
Alper Tan
Türkiye İçin Yeni Dönem
ve Yeni Ekonomi Politikası Çerçevesi
Dr. Cemil Ertem
105
Küresel Ekonomik Dengeler ve Türkiye’nin Yolu
110
“Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de
2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli
Dr. M. Levent Yılmaz
M. Kürşad Birinci
Prof. Dr. Haluk Alkan
86
Geriye Dönüşü Olmayan Yol
90
Kırmızı Kitap, Milli İrade Vizyonu ve
Paralel Cunta’ya Operasyon
Doç. Dr. Erkin Ekrem
66
2014 Cumhurbaşkanlığı Seçiminin
Anlamı; Erken Bir Analiz
80
Sinan Tavukcu
Kan ve Gözyaşlarıyla ile
Bir Bayramı Daha İdrak Ederken!
102
Doç. Dr. Kudret Bülbül
Hayati Ünlü
57
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
İlkler ve Seçim Vaatleri
Dr. Murat Yılmaz
Prof. Dr. İbrahim Kaya
Aydın Bolat
İsrail, Filistinlilerin Uzlaşmasını
Hazmedemedi
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ve
Irak’ın Geleceği
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Prof. Dr. Yasin Aktay
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
42
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
İsrail’in Saldırganlığına Karşı
Küresel Vicdan İntifadası
Orhan Miroğlu
Bülent Orakoğlu
96
‘Güvenlikçi’ Polis Demokrasinin
Ne Kadar Güvencesi Olabilir?
SDE Haber
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
112
İsmail Karakaya Hoca Efendi
Vefat Etti…
SDE Haber
İsrail’in Saldırganlığına Karşı
Küresel Vicdan İntifadası
İsrail, Filistinlilerin Uzlaşmasını
Hazmedemedi
Prof. Dr. Birol Akgün
Sinan Tavukcu
Gazze Vurulurken
“Dostların” Sessizliği
Kan ve Gözyaşlarıyla ile
Bir Bayramı Daha İdrak Ederken!
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Talip Özdeş
Gazze: Dünyanın Aynası
İsrail’in Gazze Saldırısı ve
Arap Liderlerinin Sessizliği
Aydın Bolat
#DirenHanzala
Öner Buçukcu
Doç. Dr. Cevher Şulul
GAZZE DOSYASI
İsral’n son saldırılarının neden kaçırılıp
ölü bulunan üç İsrall yerleşmcnn
fallernn cezalandırılması değldr.
Tam tersne İsral’n saldırıları önceden
planlanmış olup, belrl syas ve stratejk
amaçlara ulaşmayı hedefleyen saldırılardır.
Dolayısıyla İsral operasyonunu dışarıdan
müdahale le kısa sürede durdurmak kolay
olmayacaktır.
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İSRAİL’İN
SALDIRGANLIĞINA KARŞI
KÜRESEL VİCDAN
İNTİFADASI
6
AĞUSTOS 2014
İ
srail’in kendi güvenliğine yönelik yakın bir tehdit
olarak gördüğü Hamas’ın askeri altyapısını yok
etmek, siyasi iradesini kırmak ve öldürülen üç
İsrailli yerleşimcinin faillerini cezalandırmak iddiasıyla
Gazze’ye yönelik başlattığı askeri operasyon bütün
ağırlığı ile sürüyor. Ağır bir hava bombardımanı ile
başlayan saldırı, kapsamlı bir kara operasyonuna
dönüşmüş durumda. Küçücük bir sahil şeridi olan
Gazze, havadan ve karadan dünyanın en ileri silah
sistemlerine sahip olan İsrail ordusu tarafından
yoğun bir şekilde bombalanıyor. Bu yazının kaleme
alındığı sırada ölenlerin sayısı 800’ü, yaralıların
sayısı ise 3000’i geçmişti. Özellikle Şücaiye
mahallesine yapılan operasyon sırasında ölen
masum çocukların görüntüleri tüm dünyada İsrail’e
karşı derin bir öfke seli doğurdu. Gözlemciler bu
saldırıların, boyutları itibariyle Şaron tarafından 1982
yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla katliamları
ile karşılaştırılabilecek kadar ağır ve gayrı insani
olduğunu belirtiyorlar. Dünya medyasının gündemi
Ukrayna ve Irak’taki iç çatışmalara yoğunlaşmışken,
İsrail’in başlattığı bu ani saldırının nedeni gerçekten
üç Yahudi yerleşimcinin öldürülmesi midir? İsrail
Gazze’ye neden şimdi saldırdı? Siyasi amacı nedir?
Küresel sistem ve bölgesel güçler neden sessiz
kalıyorlar? Halkı ayağa kalkan Türkiye’nin ateşkesi
sağlama ve barışın sürdürülmesindeki rolü ne
olabilir?
Gazze’nin Tarihi ve Siyasi Durumu
Son yıllarda hep acı, gözyaşı ve derin mağduriyet
ile gündeme gelen Gazze’ye yönelik İsrail’in katliamı
andıran askeri operasyonunun nedenlerine geçmeden önce, bölgenin tarihi ve siyasi arka planıyla ilgili
kısa bilgi vermek oldukça faydalı olacaktır.
Egemenlik: Gazze şeridi diye bilinen bölge aslında
Filistin’in Akdeniz’e açılan kapısı. 1516’da Yavuz’un
Mısır seferi sırasında Osmanlı’ya geçen Gazze, en
parlak dönemini 17. Yüzyılda Osmanlı yönetici ailesi olan Rıdvanlar yönetimi altında yaşamıştır.
Osmanlı’nın bölgeden çekilmesi ile birlikte Gazze
toprakları diğer Filistin toprakları gibi İngiliz manda yönetimine girmiştir. Gazze’nin yönetimi 1948
Arap-İsrail savaşından sonra fiili olarak 1967’de İsrail tarafından işgal edilene kadar Mısır’ın kontrolünde kalmıştır. Gazzeliler, 1967 yılından 1993 yılında
yapılan Oslo antlaşmasıyla boşaltılana kadar doğrudan İsrail’in işgali altında yaşadılar. Hamas ve İslami
AĞUSTOS 2014
7
Cihat gibi siyasi oluşumların kökenleri işte bu işgal
dönemindeki direniş hareketlerine dayanmaktadır.
Oslo antlaşmasına göre, Gazze’nin hava sahası ve
karasularının denetimi İsrail’e bırakılmıştır. Kuzeydeki
Batı Şeria Filistin bölgesiyle Gazze’nin ulaşımı ve tüm
geçiş noktaları ise İsrail’in denetimi altındadır. Güneyde Mısır ile 11 km uzunluğunda bir sınırı (Refah kapısı)
vardır. Ancak Mısır ile İsrail arasında varılan anlaşma
gereği, Filedelfiya koridoru denen ve Gazze toprakları
ile Mısır sınırını ayıran 100 metre genişliğinde uzun bir
tampon bölge oluşturulmuştur. Amaç Mısır halkı ile
Filistin halkı arasında doğrudan temasları kesmektir.
Bugün bu bölge fiilen Mısır tarafından kontrol ediliyor. Ancak resmi olarak ara bölgenin denetimi ve
geçiş kontrolleri Avrupa Birliği gözlemcileri vasıtasıyla
yapılmaktadır. Gazze’ye denizden ulaşım ise mümkün değildir. Her şey İsrail donanmasının kontrolü
altındadır. Plajda oyun oynayan çocuklar dahi tehdit olarak görülmektedir. Oysa Gazze, eskiden beri
Mısır ve Suriye arasındaki ticari geçiş yolu üzerinde
olduğu için önemli bir ticaret merkezi olagelmiştir.
Bugünkü Gazze ise tam anlamıyla havadan, karadan
ve denizden kuşatılmış açık bir hava hapishanesine
dönüşmüş durumdadır.
Siyasi Yönetim: 1993 Oslo barış antlaşması gereğince İsrail’in 2005 yılında resmi ve fiili olarak Gazze şeridinden çekilmesi sonrasında, siyasi yönetim
Filistinlilere geçmiştir. Filistin’de 2006’da yapılan ilk
8
AĞUSTOS 2014
demokratik seçimleri Hamas %42’lik bir oy çoğunluğu ile kazanınca İsmail Haniye başkanlığında ortak bir Filistin hükümeti kuruldu. Ancak bir yandan
İsrail’in baskıları diğer yandan El Fetih ile Hamas
arasındaki çatışmalar, Batı Şeria ve Gazze yönetimini fiilen böldü. 2014 yılında yeniden ulusal birlik
hükümeti kuruluncaya kadar Gazze fiilen Hamas
tarafından yönetildi. Bugün ise yerel yöneticiler
Hamas’a yakın olsa da, ortak hükümetteki bakanların hiçbirisi Hamas üyesi değildir. Birlik hükümeti
kurulmasına ilişkin antlaşmaya göre, Temmuz ayında tüm Filistin seçime gidecekti. Ancak yeni işgal
karşısında seçimlerin yapılıp yapılamayacağı ve
ulusal birliğin korunup korunamayacağı ciddi bir
belirsizliğe girmiş durumdadır. Zaten son saldırının
temel amaçlarından biri de bu birliği parçalamaktır.
Güvenlik: Bugün Filistin halkı fiilen üçe ayrılmış durumdadır. Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Doğu
Kudüs tamamen İsrail’in kontrolü altındadır. Bu
bölgedeki güvenlik ve asayiş İsrail tarafından sağlanmaktadır. Artık örülen duvarlarla tamamen gettolaştırılan Batı Şeria’da ise Filistin otoritesine bağlı polis güçleri görev yapmaktadır. Ancak İsrail’in hemen
her yerde uyguladığı geçiş kontrol noktaları da var.
Aslında fiili işgal tüm ağırlığıyla devam etmektedir.
Gazze’de ise polis ve güvenlik düne kadar Hamas
yönetimindeyken, bugün artık resmen ulusal birlik
hükümetine geçmiştir. Filistinliler direnişçi milis güç-
leri dışında dışarıdan gelen saldırılara karşı kendilerini
koruyacak düzenli orduya sahip değillerdir. Hamas’ın
silahlı kanadı olarak bilinen İzzettin Kassam Tugayları,
özellikle İsrail’in işgallerine karşı direnişi örgütlemek
üzere kurulmuş silahlı bir gruptur ve gerilla taktikleri
ile işgale karşı koymaya çalışmaktadır.
İsrail Saldırılarının Nedeni
İsrail saldırılarının nedenlerine belli başlıklarla aşağıda değinilecektir. Ancak en başta söylenmesi gereken şey İsrail’in saldırılar için herhangi bir bahaneye
ihtiyaç duymadığıdır. Filistin topraklarında düşük
yoğunluklu saldırılar her zaman devam etmektedir.
Kaldı ki, 1967’den bu yana Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de süren haksız İsrail işgalinin bizatihi
kendisi, Filistinli Müslüman Araplar için oldukça ağır
ve onur kırıcı bir saldırıdır. Bu son saldırıların nedenlerine gelecek olursak: Öncelikle, İsrail’in genel
amacı kendi güvenlik stratejisinin bir parçası olarak
bölge halkları ve ülkeleri üzerindeki mutlak askeri
caydırıcılık gücünü korumaktır. Gerektiğinde kendi
bahanesini kendisi yaratarak, bu konuda kuruluşundan beri izlediği politikanın esası olarak güçlü ve
sık askeri operasyonlar düzenleyerek, kendisine yönelik direnme olasılığı bulunan tüm grupları ve devletleri sindirerek caydırıcılığını sürdürmek istemektedir. İsrail bu anlamda cinnet derecesinde güvenlik
takıntısı içindedir ve aşırı güç kullanımından kaynaklanan insani maliyetten dolayı kendisinde herhangi
bir şekilde sorumluluk hissetmemektedir. En son
Lübnan’da Hizbullah ile uzun bir çatışma yaşayan
İsrail’in o saldırıda mutlak galibiyet sağlayamadan
ateşkesi kabul etmesinden sonra caydırıcılığını sürdürmek için en korumasız kesim olan Gazze’ye
2009 ve 2012’de de ağır saldırılar düzenlemiş; ancak 2009’da ve 2012’deki siyasi konjonktür dolayısıyla istediği sonuçlara ulaşamamıştır.
İsrail çoktandır aşırı sağın iş başında bulunduğu hükümetlerce yönetilmektedir ve İşçi Partisi gibi daha
makul grupların iç ve dış politikadaki eski ağırlığı
kalmamıştır. Radikaller ise dış politikadaki hedeflerini rasyonel çıkar hesaplarına dayalı reel-politik gerekçelere göre değil, tarihsel, ütopik ve teo-politik
gerekçelere göre belirlemektedirler. Tüm Filistinlerin
atom bombasıyla yok edilmesini savunan bir parti
başkanının içinde yer aldığı koalisyon hükümetinin
İsral’n her saldırısına kayıtsız kalan, ölen
masum nsanların çığlıklarına kulağını kapatan
ve uluslararası platformlarda İsral aleyhne gelen
her karar tasarısını açıktan veto eden Batı’nın,
Tel Avv’e yönelk mutlak desteğn anlamak
nsan açıdan kolay değlse de, syas, deolojk ve
tarhsel açıdan anlamak zor değldr.
AĞUSTOS 2014
9
dönüşü Tel Aviv yönetimini cesaretlendirmiştir. Öte
yandan Suriye’de devam eden iç savaş sürecinde
Hamas’ın, Şam ve Tahran’ın desteğini yitirmesi de
bölgesel olarak Gazze’nin direncini zayıflatan ve
stratejik olarak İsrail’in manevra alanını genişleten
bir siyasi sonuç yaratmıştır.
Batı Neden Sessiz
İsrail’in her saldırısına kayıtsız kalan, ölen masum
insanların çığlıklarına kulağını kapatan ve uluslararası platformlarda İsrail aleyhine gelen her karar tasarısını açıktan veto eden Batı’nın, Tel Aviv’e yönelik
mutlak desteğini anlamak insani açıdan kolay değilse de, siyasi, ideolojik ve tarihsel açıdan anlamak
zor değildir.
masum çocukların vahşice öldürülmelerinin insani
anlamını anlamalarını beklemek maalesef mümkün
değildir. Bu nedenle de güçlerine dayanarak her fırsatta savaşa odaklanmaları kaçınılmazdır.
Bugünlerde yeniden saldırıların artmasının en yakın
nedenlerinden birisi İsrail’in karşı çıkmasına rağmen Hamas ve El Fetih’in birleşme kararı alması
ve ortak bir uzlaşma hükümeti kurmalarıdır. Son
saldırı olmasaydı Filistinliler bugünlerde seçimlere
hazırlanıyor olacaklardı. 2012’deki saldırıda Mısır
ve Türkiye’nin güçlü direnci ile karşılaşan İsrail kara
operasyonu yapamamıştı. Kısa süre sonra Filistin’in
tanınmasına yönelik artan şaşırtıcı destek ve BM’ye
gözlemci sıfatıyla üye olması İsrail’i endişeye sevk
etti. 2013 Temmuzun ayında ABD arabuluculuğunda başlatılan barış müzakerelerinin Nisan ayında
kesildiği açıklandı. 2014 yılı başından itibaren Filistinli tüm grupların ortak hareket etmeye başlamasının, İsrail’in bu süreci baltalama harekatını hızlandırmasına yol açtığı söylenebilir. Amaç, eskiden
olduğu gibi Hamas ve El Fetih’i ayrıştırmak; siyasi
görüşmeleri Abbas üzerinden yürütmek ve eğer bir
gün uzlaşma sağlanırsa bunu Gazze’ye de empoze
etmektir. Bugünlerde Abbas’ın dahi uzlaşı hükümetinden çok memnun olduğu söylenemez.
Diğer yandan son bir yıldır bölgede yaşanan bazı
gelişmeler de İsrail’i böyle acımasız bir saldırı için
cesaretlendirmiştir. Üç yıldır süren Arap Baharı’nın
Suriye’de tıkanması ve Mısır’daki askeri darbe ile
Filistin yanlısı Mursi’nin yıkılarak, yerine ABD ve
İsrail’e dost El Sisi rejiminin kurulması ve böylece
Kahire’nin Mübarek dönemindeki politikalara geri
10
AĞUSTOS 2014
Temel neden elbette ki, Yahudilerin ikinci dünya
savaşında Almanların eliyle yaşadığı holokost’tur.
Netice itibariyle bu kıyımı Almanlar yapsa da, Siyonistler Yahudi mağduriyetini kendi siyasi amaçları
doğrultusunda çok iyi kullanmışlardır. Yapılan filmler, yazılan kitaplar ve üretilen diğer kültürel ürünler
üzerinden tüm Hıristiyan dünyası adeta soykırım
işleme zannı altında bırakılmış; antisemitizm suç
haline getirilmiş ve böylece batı kamuoyu büyük
bir siyasi ve vicdani baskı altına alınmıştır. Ayrıca
ABD’de örgütlenen Yahudi lobisinin sahip olduğu
siyasi, finansal ve medya gücü de büyük bir caydırıcı güç olarak kullanılmaktadır. Diğer yandan özellikle 11 Eylül olaylarından sonra tüm Müslümanlar
şiddete meyilli, medeniyetle alakası olmayan kaba
insanlar olarak gösterilmeye çalışıldı. Batı dünyasında İslamofobik korkular o kadar attırıldı ki Müslümanlar sürekli aşağılanır hale geldi. Nitekim bugün
Avrupa’daki Müslüman azınlıklar neredeyse bir iç
tehdit unsuru olarak görülmeye başlandı. Dolayısıyla çatışmaların diğer tarafında Müslüman Filistin
halkı olduğu sürece Batı dünyasının olaylar karşısında İsrail’e tepki göstermesini beklemek maalesef
gerçekçi değildir.
İsrail’i Ne Durdurur?
İsrail’in son saldırılarının nedeni kaçırılıp ölü bulunan
üç İsrailli yerleşimcinin faillerinin cezalandırılması değildir. Tam tersine İsrail’in saldırıları önceden
planlanmış olup, belirli siyasi ve stratejik amaçlara
ulaşmayı hedefleyen saldırılardır. Dolayısıyla İsrail
operasyonunu dışarıdan müdahale ile kısa sürede
durdurmak kolay olmayacaktır. Acımasız İsrail saldırılarını durduracak birkaç faktör öngörülebilir.
Öncelikle İsrail üzerindeki en etkili güç hala ABD’dir.
Şimdiye kadar Obama yönetimindeki Beyaz Saray
Hamas’ı suçlayarak İsrail lehine açıklamalar yapmaktadır. Maalesef Washington hala Bush döneminin önleyici savaş dilini kullanmakta ve o politikanın ilkelerine sadık kalmaktadır. Oysa ABD halkı,
medyanın tüm Pro-İsrail konumuna rağmen Filistin
konusunda çok daha insani bir konumda durmaktadır. Ne yazık ki, neo-con’lar Obama’yı bu konuda
siyaseten rehin almış durumdadır.
Öte yandan bölgesel güçler olarak Türkiye ve
Katar’ın çabaları ise çatışmayı durdurmaya yetmemektedir. Arap dünyasında Suriye ve Irak kaos
içindedir. Mısır ve S. Arabistan ise ideolojik olarak
İhvan’ı ve Hamas’ı kendi rejimlerine tehdit olarak
görmelerinden dolayı çatışmadan Hamas’ın büyük
yara alarak ezilmesini, siyasi olarak kendi çıkarlarına
daha uygun bulmaktadırlar. Bu nedenle Arap dünyası olarak bir araya gelip, Batı’yı 1973’te yaptıkları
gibi petrol ambargosu ile tehdit etmedikleri sürece,
İsrail’i durdurmaları mümkün görünmemektedir.
Burada acı olan şey, Arap dünyasından hiçbir ciddi siyasetçinin bugün böyle bir petrol ambargosu
seçeneğini bir blöf olarak dahi gündeme getirme
cesaretini gösterememesidir. Halbuki Müslüman
dünyası çaresiz değildir. Elindeki stratejik kozları
uygun biçimde kullanabildiği takdirde savaşmadan
da İsrail’i ve Batı’yı hizaya getirebilir. Yeter ki birlik,
beraberlik, siyasi irade ve kararlılık olsun.
Geriye İsrail’i durduracak iki enstrüman kalıyor. Birincisi, Filistinlilerin 3. İntifadayı başlatmalarıdır. Savaş uzarsa bu zaten kendiliğinden gelecek olan bir
süreçtir ve bölgede yeni bir yoğun çatışma dönemi
başlayabilir. Yalnız burada Kahire’den Riyad’a kadar Arap başkentlerindeki yönetimlerin hesap etmeleri gereken şey şudur. Üçüncü intifadanın baş-
Tüm Flstnlern atom bombasıyla yok edlmesn
savunan br part başkanının çnde yer aldığı
koalsyon hükümetnn masum çocukların vahşce
öldürülmelernn nsan anlamını anlamalarını
beklemek maalesef mümkün değldr.
laması durumunda bu ayaklanma yalnızca Filistin’le
sınırlı kalmayacaktır. Bölgede 2011’de başlayan
ve bugün durgunluğa giren Arap Baharı sürecine
de inanılmaz bir ivme kazandırabilir. Mısır’da ikinci
bir Tahrir devrimini başlatıp, S. Arabistan ve diğer
Körfez ülkelerindeki otoriter monarşileri de devirebilecek büyük bir dönüşüm dalgasını tetikleyebilir.
Dahası, eğer Hamas ve benzeri gruplar ağır İsrail operasyonuyla ciddi bir meşruluk krizi yaşarsa,
meydan El Kaide ve IŞİD türü çok daha güçlü ve
acımasız yeni aktörlere kalabilir.
İsrail’i durduracak bir diğer unsur ise küresel ve
bölgesel kamuoyunun harekete geçmesidir. Bugün
Batı’nın önemli TV kanalları (BBC ve CNN gibi) büyük ölçüde İsrail’i destekleyen yayınlar yapmakta ve
savaşın acımasız görüntülerini sansürlemektedirler.
Ancak şunu unutuyorlar ki, artık sosyal medya diye
bir olay var ve Arap Baharı gibi kitlesel olayları tetikleyen güç de odur. Bugün de Batı Kamuoyu dahil
olmak üzere, konvansiyonel medyanın gizlediği görüntüler sosyal medya tarafından sansürsüzce yayınlanmaktadır. Eğer insan vicdanı diye bir şey varsa, en sonunda küresel vicdan İsrail’in aşırılıklarına
karşı harekete geçecektir. Türkiye’deki medyanın
tüm renkleriyle Gazze’ye saldırı karşısında gösterdiği hassasiyet ve yakın alaka bu anlamda çok önemlidir. Konuyu yalnızca hükümetin ve Erdoğan’ın sorunu olarak görenler yanılıyorlar. Filistin sorunu tüm
Türkiye’nin ve hatta vicdan sahibi olan tüm insanların ortak sorundur. Küresel vicdanlarda başlayacak
intifada eninde sonunda Musevilerin de, Washington ve Londra’nın da vicdanında makes bulacaktır.
AĞUSTOS 2014
11
GAZZE DOSYASI
“Dostların” Sessizliği
SDE Onursal Başkanı
“Ve her şey bttğnde,
hatırlayacağımız şey;
düşmanlarımızın sözler değl,
dostlarımızın sesszlğ olacaktır.”
Alja Izetbegovc
AĞUSTOS 2014
U
luslararası hukuk, insan hakları, modernleşme müktesebatı, laiklik vs. ne derseniz deyin.
Bütün bu çerçevede şimdiye kadar söylenmiş ne varsa, söz konusu İsrail olduğunda her şeyi
bir kenara bırakabilirsiniz. Söz konusu olan İsrail olduğunda bütün bu kavramlar bütün bu müktesebat
‘medeni dünya’ için teferruattan ibarettir. Birleşmiş
Milletlerin kabul ettiği uluslararası hukuk açısından
başka bir milletin toprağını işgal etmek kabul edilemez. Bir ülke buna yeltendiğinde işgalci olarak nitelenir ve uluslararası hukuk açısından gayrı meşru bir
duruma düşer. Normalde bütün ülkeler ilişkilerini bu
esasa göre askıya alır, ambargolar, yaptırımlar arka
arkaya gelir. Ama söz konusu İsrail olduğunda; kurulduğu saatten itibaren bir kısmını, 1967’den sonra
ise geniş bir Filistin ve Suriye toprağını işgal eder.
BM durumu işgal olarak niteler, acilen çekilmesini
de ister ama o kadar. İsrail, BM’in bu yönde aldığı
hiçbir kararı tanımaz. Söz konusu İsrail olduğunda
BM kararları nedir ki?
Prof. Dr. Yasin AKTAY
12
Savaş ve katlam maknası İsral’n Gazze’ye saldırısı devam edyor. Karşısında mukabl cevap verecek br
güç yok ama bu durum savaş maknasında en ufak br tereddüde, asalet duygusuna, acımaya yol açmıyor.
Karşısında ölenlern nsan olduklarına dar zerre kadar br blnç yok. Bu kadar alçakça, bu kadar gaddarca br
katlamı, soykırım tecrübes yaşamış kend halkına nasıl zah eder dye düşünes gelyor bn an çn nsanın.
1967’den bu yana İsrail, Filistin toprakları üzerinde
işgalci konumundadır ve aslında Filistin’le yaşanmakta olan sorunun temel kaynağı budur. Filistinlilerin sergilediği söylenen şiddet kendi topraklarında
tutunma mücadelesinden, kendini en çaresiz biçimde savunma çabasından başka bir şey değildir.
Oysa şiddetin de saldırganlığın da tek kaynağı işgali
sürdüren ve bunu her geçen gün daha fazla yaymaya çalışan İsrail’dir. İsrail söz konusu olduğunda,
ulusların bağımsızlığıymış, özgürlük mücadelesiymiş, hepsi birer beyhude çırpınış ve hatta rahatsız
edici terör faaliyetleridir.
İsrail’in bütün medeni dünya tarafından desteklenen
ve cesaretlendirilen bu saldırganlığı karşısında
Filistinlilerin basit silahlardan başka bir savunma
varlığı yok. Oysa İsrail tam bir savaş, katliam
makinası gibi. Buna rağmen medeni dünyanın
medyası ağzını açıyor ‘İsrail’in savunma hakkı’
diyor ağzını kapatıyor ‘Hamas’ın terörü’nden dem
vuruyor. Filistin tarafında her gün onlarca çocuğun
vahşi bir biçimde katledilmesinin Batılı medyasına
yansıması bu…
Almanya Başbakanı Angela Merkel, plajlarda bedenleri paramparça edilerek öldürülen Filistinli çocukların görüntüleri ortadayken, Gazze ve İsrail arasındaki savaşta İsrail’in yanında olduğunu açıkladı
bile. Sanki ortada iki eşit gücün savaşı varmış gibi...
Tarafını belirtirken bile olayı çarpıtıyor. Esasen, İsrail
söz konusu olduğunda medeni dünyanın bebek kanını teferruat olarak gördüğünün resmidir bu.
Varlığının referansını ve gerekçesini tamamen bir
Siyonist-Yahudi yorumundan alan İsrail, kutsal kitaptaki bir ifadeyi kendisine bu toprakların tapusu
saymak için yeterli görür. Başka bir dinin mensuplarının aynı şeyi başka türlü iddia ettiğini tasavvur edin
ve görün başına neler gelir? Oysa İsrail söz konusu
olduğunda laiklik de sadece bir teferruattır. İsrail’in
varlığının kendisi aslında laiklik iddiasının modern
dünyada koca bir yalandan ibaret olduğunu anlatır. Laiklik sadece Müslüman milletleri kimliklerinden
uzaklaştırmak, boyunlarına prangayı geçirmek üzere başvurulan bir argümandır ve İsrail’e asla dokundurulmaz.
İsrail karşısında her şeyi teferruata düşüren o
medeni dünya İsrail’in işlediği bütün katliamların
ortağı ve sorumlusudur ve bu saatten sonra ne
terörizm ne demokrasi, ne insan hakları demeye
hakkı yoktur.
İslâm Dünyası Sorumluluktan Azade mi?
Diğer taraftan Ramazan ayını geride bırakırken İslam dünyasının hali içler acısı. Her tarafta sıcak çatışmalar yüzünden yüzlerce kişi ölüyor, yaralanıyor
ve evinden yurdundan oluyor. Mutlaka dış güçlerin
eli, parmağı vardır ama neticede bütün bu ölümler
Müslümanlar eliyle oluyor. Ne yazık ki, bütün savaş bölgelerinde savaşan unsur bazı batılı güçler
tarafından destekleniyor olsalar da sözüm ona bazı
AĞUSTOS 2014
13
İsral söz konusu olduğunda laklk de sadece
br teferruattır. İsral’n varlığının kends
aslında laklk ddasının modern dünyada koca
br yalandan baret olduğunu anlatır. Laklk
sadece Müslüman mlletler kmlklernden
uzaklaştırmak, boyunlarına prangayı geçrmek
üzere başvurulan br argümandır ve İsral’e
asla dokundurulmaz. İsral karşısında her
şey teferruata düşüren o meden dünya
İsral’n şledğ bütün katlamların ortağı ve
sorumlusudur ve bu saatten sonra ne terörzm ne
demokras ne nsan hakları demeye hakkı yoktur.
Müslüman ülkeler tarafından daha fazla kışkırtılıyorlar. Irak, Suriye ve Yemen aslında Körfez ülkeleri ile
İran arasındaki savaşa sahne oluyor. Bu ülkeler birbirleriyle hesaplarını bu ülkeleri kan gölüne çevirerek
görüyorlar.
Tabii bu ülkelerin sponsorluğunu yaptıkları bu savaşları kendi adlarına mı yaptıkları yoksa onların
da kendi savaşlarının bir başka sahibi olup olmadığı sorusu da her zaman haklı ve geçerli bir soru.
Körfez ülkeleri Mısır’da kendi adlarına mı darbeye
sponsorluk yaptı, yoksa ait oldukları bir kulübün
zorlamasıyla mı?
14
AĞUSTOS 2014
İran, Husilere destek olarak iyi kötü istikrarını aramaya ve bu yolda son zamanlarda bir hayli mesafe kat ederek bulmaya çalışan Yemen’de Suudi
Arabistan’la nasıl aynı safa düşebiliyor? İki ülkenin
ittifak kurabildikleri nadir anlardan biri, hayırlı bir
yolda barış içinde yürüyen bir İslam ülkesinin tekrar
savaşa sürüklenmesi oluyor.
Bütün bu ülkelerde son zamanlarda yaşananlar,
İslam dünyasının gerçekten de bir ‘dünya’ olmasının önündeki büyük engellerin göründüğünden
çok daha karmaşık olduğunu ve buna karşı içsel
ve dışsal direncin sanıldığından çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Üstelik bu direncin harekete
geçirebildiği çok farklı enstrümanların varlığıyla da
her gün karşı karşıya kalıyoruz. İslam dünyası kendi içinde bu parçalanmışlık ve fitne fırtınasının etkisi
altındayken, sahneye kendi klasiğini koymak üzere
İsrail giriyor. Gazze’ye yönelik saldırılarına bu sefer
bahanesi kaçırılan üç çocuğun ölü olarak bulunmuş
olması.
Hamas, bu kaçırmayla hiçbir ilgisi olmadığını defalarca ilan ettiği halde, üstelik bu hadisenin intikamının günahsız bir Filistinli çocuğun Yahudi yerleşimcilerce kaçırılıp vahşice yakılarak katledilmesi
suretiyle alınmasına rağmen, İsrail bu olayı bahane
ederek yoğun bir bombardımanla Gazze’ye rutin
saldırılarından birini daha Ramazan demeden baş-
lattı. Şu ana kadar bu saldırılarda yüzlerce kişi öldü.
Yaralananların sayısı da binleri bulmuş durumda.
İsrail bu saldırılara cevap olarak Gazze tarafından
gelen roket saldırılarını dünyaya büyük bir mağduriyet hikâyesi olarak okutup seyrettirmeyi başarıyor.
Tarlalara düşen ve doğru dürüst hiçbir etkisi olmayan roketlerin karşılığı Gazze’de zaten yıllardır tam
bir toplama kampında yaşatılmakta olan Filistinli
sivillere ölüm yağdırmak oluyor. Bu asimetrik saldırganlığın zamanlama olarak Filistin’de Hamas ve
El-Fetih arasında gerçekleşen mutabakatın akabinde gerçekleşiyor olması dikkat çekici. İsrail bu mutabakatı tanımadığını en baştan itibaren duyurmuş
bulunuyor ama buna karşı bir hamle yapmak için bir
bahane uydurması gerekiyordu.
Kaçırılan İsrailli çocuklar tabii ki bu saldırılar için bir
haklılık vermez ama bu bahaneyi yeterince verir.
Nasıl olsa başı kaşınan bir İsrailli çocuğun BBC ve
CNN tarafından parlatılan hikâyesi her zaman en
feci biçimde ölen yüzlerce Filistinli çocuğun acısından ve hikâyesinden çok daha ilgi çekicidir. İsrail bu
saldırılarla Hamas’ı karşılık vermek zorunda bıraktığında kimse İsrail’in saldırganlığını ve öldürdüğü
insanları görmüyor fakat Hamas’ın attığı roketleri
görüyor. Böylece İsrail Hamas’ı müzakere edilemeyecek bir terörist olarak dünyaya tekrar lanse etmiş
oluyor.
Daha önceki İsrail saldırılarına karşı da bütün dünyanın sessizliğine karşılık İslam dünyasının etkili bir
ses vermesi vaki değildi. Ancak bu sefer bilhassa
İslam dünyasından yana sergilenen tepkisizlik çok
daha dikkat çekici. İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü
gündemle Cidde’de toplandı, ancak kendi içindeki
ölümcül çatışmalara dair hiçbir çözümü ve müdahalesi olmayan bu birliğin Filistin’i savunmak için etkili
bir ses vermesini beklemek beyhude. İslam dünyasının bu dağınıklığının İsrail saldırganlığını daha fazla
cesaretlendirdiği, iştahını kabartıyor olduğu çok açık.
Bir de Müslümanların birbiriyle bu denli meşguliyetinin İsrail’in de kendi uluslararası siyasetinin stratejik
bir hedefi olduğu gerçeğini hatırlayın isterseniz. Bakın
bu olup bitenler nasıl görünecek?
Sorgulamak İçin Şahit Olmak Gerek
Savaş ve katliam makinası İsrail’in Gazze’ye saldırısı devam ediyor. Karşısında mukabil cevap vere-
AĞUSTOS 2014
15
cek bir güç yok ama bu durum savaş makinasında
en ufak bir tereddüde, asalet duygusuna, acımaya
yol açmıyor. Karşısında ölenlerin insan olduklarına
dair zerre kadar bir bilinç yok. Bu kadar alçakça,
bu kadar gaddarca bir katliamı, soykırım tecrübesi
yaşamış kendi halkına nasıl izah eder diye düşünesi
geliyor bin an için insanın. Doğrusu, İsrail’de bütün
İsrail vatandaşlarının bu kadar bariz sivil katliamını,
bebek cinayetlerini onayladığını düşünmemek istiyor insan. Nitekim zaman zaman bu katliamlara
karşı ciddi Yahudi muhalefetinin sesini duyuyoruz.
Bazı Yahudi yorumlarının bu yapılanları asla onaylamadığını biliyoruz. Dünyanın birçok yerinde, bilhassa Amerika’da bazı Ortodoks Yahudilerin siyonizme
de onun bu katliamlarına da şiddetle muhalefet ettiklerini biliyoruz.
Bilhassa Türkiye’deki Musevilerin İsrail’in yaptıkları
dolayısıyla sorumlu tutulması asla doğru değil. AK
Parti İstanbul iftarına katılan bir Musevi vatandaşımızın, bu hususu bilhassa vurguladığını ifade etmek
isterim. Şabat gününe denk geldiği için 20 yıldır hiçbir Cuma gecesi bir yere çıkmamış olduğu halde,
sırf bu konudaki tavrını koymak üzere protestolara
katıldığını anlatıyordu. Ancak dünyanın sessiz kalarak, hatta kalmayarak ama ses verdiğinde maalesef
onaylayıp destekleyerek, tepki verdiği bu dört dörtlük katliamlara, İsrail halkının muhalefet etmesini
beklemek biraz safdillik olur.
İsrail’in sivillerin üzerine bombalar yağdırdığı esnada panoramik bir tepeden olup bitenleri canlı canlı
biralarını içerek ve eğlenerek seyreden İsrail vatandaşlarına dair görüntüleri hep beraber izledik. CNN
muhabiri sağ olsun ama bu görüntüleri hafif bir
eleştirel tonla yansıtması bile onun işinden olmasına yol açtı. Onu da Türkiye’deki basın özgürlüğüne
dair destanlar yazan Freedom House düşünsün
diyecek halimiz yok. İnsanlığın, haysiyetin, onurun
esfeli safilin noktasına alçalışını kaydediyoruz. Ona
da şahitlik ediyoruz.
Daha ötesini sosyal medyadan izliyoruz. Nasılsa insanların en alçak bilinçaltlarının gün yüzüne çıktığı
alandır aynı zamanda sosyal medya. Peki, neleri
ifşa ediyor sosyal medya? Plajda oynarken İsrail deniz kuvvetlerinin açtığı ateş sonucu cesetleri parçalanarak ölen küçücük dört çocuk var. Bu dört çocuğun ölüm haberleri üzerine İsrail vatandaşı sosyal
medya takipçilerinden gelen tepkilerden bir demet:
Daria Konaev: ‘Çok güzel, bırakın gebersinler’
İbraince yazılı isim: ‘Sadece 4 mü? Daha fazlasını
öldürebilmeliydik, umarım bir dahaki sefere’
Julia Kamha: ‘Art arda geberin, Arap çöpleri’
16
AĞUSTOS 2014
Shikma Zerah: ‘400 olmaması çok kötü’
Moer Bar: ‘40.000 olmaması çok kötü’
Banit Architecter: ‘Neden sadece 5? Gazze’de
daha çok çocuk var’
Avi Elmakayes: ‘Rahatlıkla daha çok çocuk ekleyebiliriz’
Kısacası Gazze’de sadece Filistin, İsrail, İslâm dünyası, medenî dünya ya da uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasından kendisini sorumlu tutan BM
değil insanlık teste tabi tutuluyor. AK Parti hükümeti
ve Türkiye toplumundan Gazze’deki katliama yükselen ses dışında etki doğuracak, Gazze’ye ve Filistin’e
moral verecek bir tepki kaydedilmiyor.
İbranice bir isim: ‘Fazla bir şey değil, daha çok
terörist çocuk var’
Yoav Maimon: ‘Bütün Araplara ölüm’
David Elmaliyah: ‘Sadece 3 olması çok kötü, büyümeden ve terörist olmadan 30.000 çocuğun ölmesi lazım’
Ansal Tavosifar: ‘En iyi Arap mezardaki Araptır’
Julia Kamha: ‘Her Arap çocuğu geleceğin bir teröristidir, hepsini bombalayın’
İbranice bir isim: ‘Çocuklarınız terörist, siz nasıl
Arap iseniz’
Adir Adaki: ‘Neeeeeee? Sadece 4 mü? Lanet olsun!’
Yohay Hadad: ‘Hepsi de büyüyecek ve her halükarda terörist olacak. Onları küçükken öldürmeliyiz’
Itzik Davidyan: ‘4 çocuk kimin umurunda? Onlar insan bile değil, büyüyorlar ve terörist oluyorlar,
hepsinin canı cehenneme’
İbranice bir isim: ‘Araplar mikroptur, bertaraf edilmeli, katılmıyorsan s..tir ol git’
Slavik Mironov: ‘Her günün haberleri böyle olsun’
Almog Sela: ‘Lalalalalala bu gece bir koyun kestik
ve parti yaptık, nihayet parti için iyi bir sebep’
Yorumlar böyle devam ediyor. İsrail’in bu vahşetini
halkına anlatmak gibi bir sorunu olmadığı anlaşılıyor.
Tabii ki belki de bütün halkı değil ama bu vahşetini onaylayacak ve teşvik edecek miktarda bir halk
desteği olduğu açık. Soykırım tecrübesi yaşamış ve
bütün dünyaya bu tecrübeden dolayı bir etik kodunu üretip empoze etme hakkı elde etmiş bir halkın
içinden bu kadar vahşice bir tavrın nasıl çıkabildiğini
kim sorgulayacak? Elbette ki sorgulamak için önce
görmek, şahit olmak lazım.
AĞUSTOS 2014
17
GAZZE DOSYASI
Kalbi ve gücü olan hiç kimse bir geceden sonra
Şifa’dan, Filistin halkına yönelik katliamı bitirmeye
karar vermeden çıkamaz. Ama kalpsiz ve vicdansızlar hesaplarını yaptılar ve Gazze’ye yönelik bir
başka katliam planladılar. Kan nehirleri bu akşam
da akmaya devam edecek. Ölümün araçlarını harekete geçirdiklerini duyabiliyorum.
Lütfen. Yapabileceğiniz her şeyi yapın. Bu daha
fazla süremez.” Profesör Doktor Mads Gilbert
Dünya’nın Gazze Sınavı
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
Gazze’den Obama’ya Mektup:
Sizin Kalbiniz Var mı?
lerden arta kalanları süpürüyor, tekrar hazırlanmak
için, her şeyi tekrar etmek için.
azze’deki Şifa Hastanesi’nin yoğun bakım
ünitesinde görev yapan 67 yaşındaki Norveçli cerrah Mads Frederick Gilbert, Middle
East Monitor’de yayınlanan açık mektubunda, ABD
Başkanı Barack Obama’yı Şifa Hastanesi’nde bir
gece geçirmeye davet etti.
Sadece son 24 saatte 100’den fazla vaka geldi
Şifa’ya. Her şeyi olan en deneyimli hastaneye bile yetecek kadar, ama burada hiçbir şeyimiz yok… Elektrik, su, ilaç, ekipman... Her şey paslı ve geçmiş hastane müzelerinden alınmış gibi görünüyor. Ama buradaki kahramanlar hiçbir şeyden şikâyet etmiyor...
“Dün gece aşırı bir noktadaydı. Gazze’ye yönelik
kara harekâtı sonucunda araçlar dolusu parçalanmış, kanayan, ölen, her yaştan, sivil, masum
Filistinli geldi. Ambulanslardaki kahramanlar (son 4
aydır maaş alamıyorlar) insanlık dışı bir iş yükünün
altında, insanlara yardım etmeye çalışıyor... Bir kez
daha ‘dünyanın en ahlaklı ordusu’ tarafından hayvan muamelesi gören insanlara...
Bu satırları size yazarken yatağımda yalnız başıma
gözyaşı döküyorum, sıcak ama işe yaramayan acının, öfkenin ve korkunun gözyaşlarını. Bu yaşanıyor
olamaz! Ama sonra, şimdi, İsrail’in savaş makinesi acımasız senfonisine yeniden başlıyor, gemilerden top salvoları sahile düşüyor, F-16’lar kükrüyor,
İHA’lar (insansız hava aracı) ve Apache’lerin gürültüsü. Hepsi ABD tarafından üretilmiş ve ödenmiş.
Toza bulanmış yüzler. Yo HAYIR! Daha fazla kanayan yaralı gelmesin, hala acil servisin zemininde kan
gölleri var, kanlı sargı bezleri her yerde, temizlikçiler kan birikintilerini, dokuları, saçları, giysileri, ölü-
Bay Obama, sizin kalbiniz var mı? Sizi, bir gecenizi,
sadece bir gecenizi bizimle Şifa’da geçirmeye çağırıyorum. Belki hademe kılığında gizlenirsiniz. Yüzde
yüz eminim, bu tarihi değiştirecektir.
G
18
AĞUSTOS 2014
Küresel egemen güçler Filistin-Gazze üzerinden medeniyet ve insanlık sınavı veriyor. İnsan hakları, çocuk
hakları, siviller, orantısız güç kullanımı, savaş suçu,
uluslararası hukuk, dünya barışı, küresel güvenlik
bağlamında ciddi bir testten geçiyor. Filistin’in İsrail
karşısında 1948’den beri devam eden dramı ve bugünkü acıklı tablosu Dünyayı bir kez daha yukarıdaki
insani değerler, BM normlarına girmiş uluslararası anlaşmalar ve kabul edilmiş kavramlar üzerinden samimiyet imtihanına davet ediyor. Dünya’nın egemenleri
vicdanı, insafı, hakkı bir kenarda bırakarak ikiyüzlü,
çifte standartlı, kayırmacı, ayırımcı tavırlarıyla kör kütük ve ideolojik ön yargılarıyla İsrail’e destek olmaya
devam mı edecekler? Yine görmedim, bilmedim,
duymadım diyen üç maymunu mu oynayacaklar?
Gazze’de kıyametler koparken başka gündemlere
takılıp, aptala yatarak bu devlet terörüne, bu haydutluğa ve zulme sessiz ve seyirci mi kalacaklar?
Yoksa Gazzelilerin de kendileri
gibi insan olduklarını ve insan
soyundan geldiklerini hatırlayarak bir çare arayacaklar mı?
Kim tarafından kaçırılarak öldürüldüğü belli olmayan üç İsrail’li
gencin sözüm ona intikamını
almak için bir Filistinli çocuğa
benzin içirip ateşe vererek diri
diri yakmak belli ki yüreğini soğutmamış İsrailoğlunun…
için yapıldığı bilinmeyen roket saldırılarına güya misilleme olarak havadan, denizden ve karadan ileri
teknoloji fantastik bombalar, füzeler, tanklar, toplarla Gazze’yi askeri hedef, sivil hedef gözetmeden
orantısız değil tamamen yok etmek için nokta nokta vurmak nasıl bir savaş gerçekten?! Bu, suyunu
bulandırdığını iddia eden ve derenin altında da
olsa üstünde de olsa her zaman haklı olan kurtla
kuzunun hikâyesinin aynısı değil mi? Kendi halkı
ve dünya kamuoyu için daha doğrusu ne söylerse inanmaya baştan hazır olanlara bahane hazır.
Gazze’den atılan roketlere, saldırılara ve tehditlere
karşı ‘kendini savunma hakkı’nı kullanıyor İsrail(!)
ABD, AB yani Batı; Gazze’de evler, okullar, hastaneler, camiler vurulsa, bebekler, çocuklar, anneler,
yaşlılar öldürülse Gazze yerle bir olsa da İsrail’in
‘orantısız güç’ kullandığına dair bir kanıt göremiyor
maalesef! Hele ki ‘savaş suçu’, yok böyle bir şey(!)
İsrail “Hamas terörüne karşı” halkının güvenliğini
sağlıyor ve ülkesini koruyor(!) Bu hal uluslararası
toplum için yüzkarasıdır.
Gazze Neresi?
Gazze Şeridi; uzunluğu 40 km. (sahil), genişliği 9-12
km., yüzölçümü 360 km2, nüfusu 1.428.757, kişi
başına yıllık geliri 600 dolar ve İsrail ile 51 km., Mısır
ile 11 km. sınıra sahip olan dış dünyaya çıkışı olmayan karadan ve denizden dört bir tarafından İsrail
tarafından abluka altında bir açık hava hapishanesi.
“Gazze Roketleri” İsrail’in
Provokasyonu ve Saldırı
Bahanesi
Gazze’den atıldığı iddia edilen
ancak kim tarafından ve niçin, hangi sonucu almak için,
nasıl bir karşılık ve caydırıcılık
AĞUSTOS 2014
19
kaygı” hâkim! Gazze konusunda dünyanın hali pür
melali bu! Yasak savmak için laf-ü güzaf!
Ey Küresel Egemenler!
Çağın utancı ve dünyanın yüzkarası. Ekmeği, suyu,
sağlığı, eğitimi, güvenliği, geleceği, bağımsızlığı,
hürriyeti yani hayatı her şeyi kısıtlanmış baskı, gözetim ve tarassut altında bir dünya ülkesi! Aslında
bir yeryüzü cehennemi, bu günlerde bir mahşer
yeri gibi...
Gazze Aynasında Dünya
Gazze bir ayna dünyaya her halini yansıtan. İkiyüzlülüklerini, çifte standartlarını, İslamofobilerini,
samimiyetsizliklerini, takiyyeciliklerini, dürüst olmadıklarını, ırkçılıklarını, menfaatçiliklerini, çıkarcılıklarını, egoistliklerini, hegemonluklarını ve emperyalistliklerini gösteren bir boy aynası. Kral’ın çıplak olduğunu kanıtlayan bir ibret fotoğrafı… ABD’de yaşayan namuslu Yahudi diasporasının ve hahamların
gördüğü İsrail vahşetini, soykırımını, savaş suçunu,
haydutluğu neden göremiyor, görmek istemiyorlar? Katledilenler Müslümansa; insan değil hayvan
mı? Çocuk değil böcek mi? Bebek değil sinek mi?
Vahşete, zulme karşı hak arayanlar, kendilerini savunanlar, direnenler terörist, dik duranlar, eleştirenler “one minute” diyenler diktatör mü?
Etkisiz Tepkiler, Protestolar…
İsrail’in Gazze’ye yönelik temmuz ayının ikinci haftasından itibaren devam eden saldırılarına dünya
genelinden açıklamalar geliyor ve tepkiler yağıyor.
Endişeler, kaygılar ve cılız tepkilerin yanında sessiz
kalanlar, İsrail’i destekleyenler var. ABD ve Almanya İsrail yanlısı bir tutum takınırken, Suudi Arabistan
ve Körfez ülkelerinin bir tepki vermemesi, İran’ın bir
20
AĞUSTOS 2014
hafta sonra tepki vermesi dikkat çekti. Lübnan Hizbullahı ise herhangi bir açıklama yapmadı.
ABD Dışişleri sözcüsü: “İsrail’e yönelik devam eden
roket atışlarını kuvvetle kınıyoruz. İsrail’in bu saldırılara karşı kendini savunma hakkını destekliyoruz.”
Merkel, Almanya’nın İsrail’in meşru müdafaa hakkını
desteklediğini belirtirken, İngiltere ise; “İsrail’in kendini savunma hakkı var ama bunu yaparken orantılı
davranmalı ve sivil ölümlerin en aza indirilmesi için
tedbirler alınmalı.” dedi. AB, Gazze’den İsrail’e roket saldırısını kınarken, İsrail’in misillemesinde çok
sayıda sivilin katledilmesinin “esefle karşılandığını”
belirtti. Rusya’dan “İsrail şehirlerine karşı terörist
faaliyetler ve Gazze’deki sivil halka karşı aşırı güç
kullanılması kınanmayı hak ediyor” açıklaması geldi. Çin de, hava saldırılarıyla ilgili endişeli olduklarını
belirterek bir an önce ateşkes yapmaları çağrısında
bulundu. BM, “İsrail hükümeti hukuka uygun hareket etmelidir, aşırı karşılık vermeye azmettirmemelidir.” dedi. Arap Birliği de saldırıların durdurulması
için BMGK’yi acil toplantıya çağırdı.
İsrail saldırılarına başından beri en güçlü tepkiyi en
yetkili ağızlardan Türkiye verdi. İsrail’in “Toplu cezalandırma yöntemiyle sürdürdüğü saldırıları”, “devlet
terörü” olarak nitelendiren Başbakan Erdoğan, “İsrail, Hamas ve El Fetih arasındaki ulusal mutabakat hükümetinin kurulmasını istemiyor. Mısır ile olan
görüşmelerden de Hamas’ı dışlamak istiyor.” dedi.
Pakistan, Sudan, Cezayir, Tunus, Yemen gibi İslam
ülkelerinden Gazze’yi destekleyen tepkiler ve protesto gösterileri geldi. Mısır’da ise yönetimde “derin
Gazze’de sadece çocuklar, bebekler, anneler değil;
insani değerler ölüyor, adalet katlediliyor, vicdanlar
eziliyor, insanlık can çekişiyor. Meşruiyet çiğneniyor, barış umutları tükeniyor, bölgesel ve küresel
güvenlik tehdit ediliyor. Zulme rıza zulümdür, zalime
göz yummak arka çıkmak onunla ortak olmaktır.
İsrail’in varlığı, güvenliği herkesin, her şeyin ve her
değerin üzerinde olamaz. Bırakın bu “kendini savunma (meşru müdafa) hakkı” yalanını ve palavrasını. Trajikomik ve acınası bir duruma düşüyorsunuz.
İsrail için inanın değmez. Kendinizi bu kadar angaje
etmeyin, tüketmeyin. Değerlerinizi yemeyin, demokrasi, barış, özgürlük ve insan onurunu bu kadar
ucuzlatmayın. Vicdan sahibi herkes biliyor ki İsrail
saldırıları; devlet terörüdür, orantısız güç kullanımıdır, insanlık dışıdır, cinayettir, soykırımdır ve zulümdür. Bütün dünyaya karşı şımarıklık, sorumsuzluk,
küstahlık ve bir meydan okumadır.
Fırsatçı İsrail
İsrail Gazze’ye bu saldırıları yaparken bölge ve
dünya konjonktüründen yararlandı. Bu süreç gerçekten onun için uygun bir zamanlamaydı. Parçalanmış Irak, yerle bir edilmiş ve bölünmüş bir
Suriye, toparlanamayan Lübnan, önceliklerini ve
İsrail yalnızlaşmaya,
dışlanmaya, bölgeden
tecrit olmaya mahkûmdur.
İsrailoğullarının tarihi hep
böyle olmuştur ve bu tarih yine
tekerrür edecektir. İsrail’in at
oynattığı ve meydan okuduğu
bölge ve dünya konjonktürü
hızla değişiyor. ‘Yeni
Ortadoğu’da ve ‘Yeni dünya’da
kendine yer bulamayacaktır.
Bunlar temenni değil reelpolitik
ve jeopolitik öngörülerdir.
Ömrü olan bunları görecektir.
düşmanlarını karıştırmış Suudi Arabistan, mezhepçilik girdabında İran, İsrail’i artık korkutmayan Doğu
Afrika, “İslam’a karşı İslam”ın ve “Müslüman’a karşı
Müslüman”ın vuruştuğu bir Orta Doğu, İslamofobinin yükseldiği ve İslam’ın canavarlaştırıldığı bir Batı,
Arap Baharı’nın sarsıldığı ve Müslüman Kardeşlerin
düştüğü bir Arap dünyası, iktidarın değiştiği Mısır,
çözüm sürecini sürdüren, Irak ve Suriye’de sıcak
sorunlar yaşayan ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine
giden Türkiye, nihayet Ukrayna kriziyle meşgul olan
Avrupa, Amerika ve Rusya. İşte İsrail’e istediği şartları sağlayan manidar zamanlama. Her şey gönlüne
göre olunca fırsatı kaçırmıyor, gereğini yapmaktan
geri durmuyor!
İsrail İçin Sonun Başlangıcı
Ancak bu devran böyle gitmez. İsrail’in bu hesapsız saldırılarıyla bilinçlenen Müslüman toplumlar çok
yakın bir gelecekte ona bu coğrafyayı dar edecek,
yaşamasını imkânsız kılacak tepkilerini oluşturacak
ve güçlerini bulacaklardır. İçten içe bu hazırlıklar
sürerken ve herkese en çok İsrail’e sürpriz gelecek gelişmelerin arifesindeyiz. İsrail yalnızlaşmaya,
dışlanmaya, bölgeden tecrit olmaya mahkûmdur.
İsrailoğullarının tarihi hep böyle olmuştur ve bu tarih yine tekerrür edecektir. İsrail’in at oynattığı ve
meydan okuduğu bölge ve dünya konjonktürü hızla değişiyor. Yeni Orta Doğu’da ve yeni dünya’da
kendine yer bulamayacaktır. Bunlar temenni değil reelpolitik ve jeopolitik öngörülerdir. Ömrü olan
bunları görecektir.
AĞUSTOS 2014
21
GAZZE DOSYASI
Hanzala, Gazze saldırıya uğrarken yne yalnız. Br gün yüzünü bze döneceğn umduğumuz
bütün Hanzalalar İsral tarafından ölümle yan yok edlmekle tehdt edlyor. Hanzala Flstnl
bütün çocuklar aslında, 90 yaşında da olsa toprakları şgal altında olan bütün Flstnl
çocuklar. İnancımız o k Gazzel çocuklar da br gün bzmle aynı gökyüzüne bakacak.
#DirenHanzala
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
29
Temmuz 2013’te ABD Başkanı Barack
Obama’nın öncülüğünde Filistin otoritesi ve İsrail hükümeti arasında Barış Müzakereleri,
düzenlenen bir iftar yemeği sonrasında resmen
başlamıştı. Ağır aksak yürüyen Barış Müzakereleri
Mayıs 2014’te El-Fetih ve Hamas arasında uzlaşı
hükümeti kurulmasından sonra İsrail tarafından askıya alınmış; Netenyahu hükümeti İsrail’i yok etmeyi amaçlayan, birçok ülke tarafından terörist örgüt
kabul edilen Hamas ile masaya oturmayacaklarını
söyleyerek Filistin otoritesi lideri Mahmud Abbas’a
barış ve Hamas arasında bir tercih yapması çağırısında bulunmuştu. Uzlaşı hükümeti aslında masadan kalkmak için elverişli bir bahane arayan İsrail
için gereken argümanı sağladı. Zira Netenyahu Filistin otoritesiyle barış masasına İsrail siyasetinden
kaynaklanan dinamikler ve barışa inandığı için değil
ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Kerry’nin
22
AĞUSTOS 2014
yeni dönemde ABD’nin Orta Doğu politikasının temel çıpalarından birisi Filistin-İsrail Barış müzakerelerinin devam ettirilmesi olduğu için oturmuştu.
Yair Lapid’in liberal-sol partisi Yesh Atid dışında
ultra-ortodoks partiler ve Kadima’dan oluşan İsrail hükümeti barış müzakerelerinin devam etmesini
sağlayacak intizamdan ve kararlılıktan uzaktı. Netenyahu hükümeti barış sürecini ara ara yeni yerleşim birimleri inşaatlarına izin vererek sabote etmişti
ancak Temmuz 2014’te Gazze’ye yönelik başlatılan
operasyon önümüzdeki bir ya da birkaç on yıl için
Filistin’de barış sözcüğünü çölün kızgın kumlarına
gömdü.
Haziran ayı ortalarında Filistinliler tarafından Batı
Şeria’da kaçırıldığı iddia edilen üç İsrailli çocuğun
ölü bulunmasından sonra açıklama yapan İsrail
Başbakanı Bünyamin Netenyahu Hamas’ı ölümler-
den sorumlu tutarak, bunun hesabını çok ağır biçimde ödeyeceğini söylemişti. Diğer taraftan hem
Hamas hem de El-Fetih çocukların kaçırılmasıyla
ilişkileri olmadığını açıklamışlardı. İsrail hükümeti birileri tarafından öldürülen üç İsrailli çocuğun
intikamını iç ve dış politikada Gazze’ye yapacağı
saldırının meşruiyet zemini olarak kullanmaya çalışırken Hamas-El-Fetih’in açıklamaları ve İsrailli
yerleşimciler tarafından sabah namazı çıkışında
kaçırılıp benzin içirilerek yakılan 17 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr görmezden gelindi. Neticede İsrail, Gazze’ye yönelik genişletilmiş bir askeri
harekât başlattı. Önce havadan stratejik hedeflere
yönelen saldırılar temmuz ayının ortasından itibaren
kara harekatını da içerecek biçimde genişletildi. Bu
süre zarfında Mısır’ın her iki tarafa da ateşkes teklifi Hamas tarafından kabul edilmeyince İsrail, BM
Anlaşmasından kaynaklanan meşru müdafaa hakkını kullandığını belirterek şiddetin dozunu arttırdı.
Hamas’ın ateşkes için saldırıların durdurulması,
Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması, Gazze’de
uluslararası havalimanının çalışmaya başlaması koşuluyla ateşkes görüşmeleri yapılabileceği yönündeki açıklaması ise batılı medya organları tarafından
genellikle görülmedi. Bu durum akıllara Hitler’in Savaş Bakanının söylediği iddia edilen “Çekoslovakya
işgale direnmeseydi savaş çıkmayacaktı” cümlesini
getiriyor.
İsrail Gazze’yi Değil Barışı Vuruyor
İki taraflı görüşmeler 2014 yılının ilk günlerine kadar
kapalı kapılar ardında devam etti. Suriye yönetiminin
kimyasal silahları uluslararası denetime devretmeyi
kabul etmesi sonrasında Suriye’de çok taraflı diplomatik sürecin yeniden ön plana çıkması ile gündemin iyice alt sıralarında kalan Filistin-İsrail Barış
Müzakereleri aylar sonra ilk kez uluslararası basının
gündeminde ciddi biçimde yer buldu. İsrail Dışişleri
Bakanı’nın “John Kerry’e Nobel Barış Ödülü verilebilir zira biz Filistinlilerle değil Kerry’le müzakere
ediyoruz” açıklaması ise aslında sürecin muhtevasına ilişkin fikir veriyordu. Kerry, Nisan 2014’e kadar
somut gelişmeler olacağını ümid ettiğini söylemişti
ancak müzakerelerin başlamasından bir yıl sonra
taraflar neredeyse İkinci İntifada sonrasındaki pozisyonlarına geri döndü. Washington Post yazarlarından David Ignatius doğru tespitiyle Kerry’nin Filistin-İsrail Barış Müzakerelerindeki temsilcisi Martin
Indyk “Filistin-İsrail sorununun ABD’nin çözmek için
girişimde bulunmak mecburiyetinde olduğu ancak
çözemeyeceği bir sorun olduğunu acı bir şekilde
öğrendi”. Ve tabii ki Kerry de.
1947’de kurulan İsrail’de Araplarla dört büyük savaşı ve ardından 70’li ve 80’li yıllarda yükselen Filistin direnişini görenlerin sayısı azımsanmayacak
derecede fazla. Bu kimselerde İsrail’in geleceğine
ilişkin karamsar bir kanaat mevcut ve İsrail’in hayatta kalabilmesi için bir takım önlemlerin zaruri olarak
alınması gerektiğini düşünüyorlar. Diğer tarafta ise
topraklarının büyük bölümü İsrailliler tarafından işgal
edilmiş, yaşanan acılar ve trajediler dolayısıyla İsrail
nefreti kimliklerinin kurucu unsuru haline dönüşmüş Filistinliler var. Örneğin Filistinlilerin muhatabı
olan İsrail, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin
İsrail’in 1967 sınırları öncesine dönmesi gerektiğini karara bağlayan 242 sayılı kararı ya da İsrail’in
1967’den beri işgal altında tutulan Filistin topraklarında ve diğer Arap ülkelerinde sürdürdüğü koloni
inşaatlarının durdurulmasını istediği; İsrail’in uygulamalarının hiçbir hukuki temele dayanmadığı ve
savaş sırasında sivillerin korunmasıyla ilgili Cenevre
Konvansiyonu’na uyması konusunda uyarıldığı 446
sayılı kararı tanımazken Filistinlilerden bir takım hukuk kodifikasyonlarına uymaları bekleniyor, uyulmadığında barışı tehdit etmekle itham ediliyorlar.
Test Edilen BM Düzeni
1945 yılında San Fransisco’da imzalanan BM Antlaşması, BM’nin Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla: barışın uğrayacağı tehditleri
önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da
barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın
bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası
AĞUSTOS 2014
23
uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini ya da
çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek
(md1/1), Uluslararasında, halkların hak eşitliği ve
kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine
saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek
ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun
önlemleri almak (md 1/2), Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları
çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde
uluslararası işbirliğini sağlamak (md 1/3) hedeflerini
öngörmüştü.
Kendisini küresel barış ve istikrarın sağlanmasından sorumlu kabul eden BM’nin icracı organı BM
Güvenlik Konseyi, 1947’den itibaren devam eden
Filistin sorununa ilişkin özellikle barışı oldukça zora
sokan 1967 Savaşı sonrasına dair çok sayıda karar
aldı ancak bu kararlar İsrail tarafından tanınmadı.
Bunlardan önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
242 sayılı karar (22 Kasım 1967): Bir bildiri yayınlayan BM Güvenlik Konseyi, “Filistin topraklarının
silahlı güçler eliyle işgal edilmesini” kınadı ve İsrail Ordusu’nun işgal ettiği bölgelerden çekilmesini
istedi. Bildiride, “BM, bölgedeki her ülkenin siyasi
bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altında
tutar” denildi.
252 sayılı karar (21 Mayıs 1968): İsrail’in “işgal
ettiği toprakları devletine kattığını” açıklamasının ardından, BM Güvenlik Konseyi İsrail’in tedbirlerinin
geçersiz olduğunu savundu. Yapılan açıklamada,
24
AĞUSTOS 2014
“gerçekleştirilen eylemin Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesine yönelik olduğu ve İsrail’in bu tarz girişimlerden men edildiği” ifade edildi.
267 sayılı karar (3 Temmuz 1969): BM Güvenlik
Konseyi, İsrail’in “Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye
yönelik girişimlerini” kınadı.
446 sayılı karar (22 Mart 1979): Güvenlik Konseyi, İsrail’in 1967’den beri işgal altında tutulan Filistin
topraklarında ve diğer Arap ülkelerinde sürdürdüğü koloni inşaatlarının durdurulması talimatını verdi.
Konseyin bildirisinde, “İsrail’in uygulamalarının hiçbir
hukuki temele dayanmadığı ve savaş sırasında sivillerin korunmasıyla ilgili Cenevre Konvansiyonu’na
uyması konusunda uyarıldığının” altı çizildi.
592 sayılı karar (8 Aralık 1986): Güvenlik Konseyi, 1967’den beri işgal altında tutulan Filistin ve
Arap ülkelerine ait topraklarda gerçekleştirdiği operasyonların, savaş sırasında sivillerin korunmasına
yönelik Cenevre Konvansiyonu’na aykırı olduğunu hatırlattı. Konsey, Bir Zeit Üniversitesi’nde ateş
açarak onlarca öğrenciyi öldüren ve yaralayan İsrail
Ordusu’nu kınadı.
607 sayılı karar (5 Ocak 1988): Filistinli sivilleri
işgal altındaki topraklardan çıkaran İsrail’in bu tutumundan vazgeçmesi ve Cenevre Sözleşmesi’nde
belirtilen şartları dikkate alması gerektiği ifade edildi.
608 sayılı karar (14 Ocak 1988): İsrail’in Filistinli
sivillere karşı yürüttüğü toplu sürgün politikasından
vazgeçmesini ve yurtlarından sürülenlerin “güven
içinde” geri dönüşlerinin sağlanmasını İsrail’den talep etti.
636 sayılı karar (6 Temmuz 1989): BM Güvenlik Konseyi, İsrail’den daha önceki kararlarına ve
Cenevre Sözleşmesi’ne uymasını istedi. Bununla
birlikte Filistinli sivillere karşı yürütülen sürgün politikasına son vermesi ve sürgün edilenlerin güvenlik
içinde geri dönmelerini sağlaması gerektiği de dile
getirildi.
641 sayılı karar (30 Ağustos 1989): Konsey,
İsrail’in işgalci bir güç olarak bulunduğu topraklardan Filistinlileri çıkarmasının hukuksuz bir uygulama
olduğunu açıkladı. Sürülen Filistinlilerin geri dönmesi gerektiği vurgulandı.
681 sayılı karar (20 Aralık 1990): Cenevre
Konvansiyonu’na uyulması konusunda Konsey tarafından İsrail’e ihtarda bulunuldu.
1515 sayılı karar (19 Kasım 2003): Güvenlik
Konseyi, İsrail ve Filistin taraflarına, sınırları kesin ve
tanınmış olan yan yana iki devlet halinde bir bölge vizyonu için çağrı yaptı. Bunun için, Orta Doğu
Dörtlüsü’nün hazırladığı yol haritasına uyarak çatışmayı sona erdirmelerini istedi.
Sayıları daha da artırılabilecek benzer BM Güvenlik
Konseyi kararları İsrail tarafından tanınmadı ve BM
tarafından İsrail’e herhangi bir yaptırım uygulanmadı. Dolayısıyla sadece Filistin ve bölge barışı değil
BM düzeni de İsrail tarafından ciddi bir teste tabi
tutuluyor. BM’nin bu testi geçtiğini söylemek ya da
geçebileceğine dair bir umut taşımak zor…
Filistinli ünlü karikatürcü Naci el-Ali’nin Hanzala çizgisi uzun yıllardır Filistin meselesiyle ilgilenen
kimseleri derinden etkiler. Naci el-Ali Hanzala’nın
10 yaşında olduğunu ve hiç büyümediğini (çünkü
kendisi 10 yaşında Filistin’i terk etmek zorunda
bırakılmıştır), ayakkabı numarası olmadığını çünkü
yalın ayak dolaştığını söyler. Hanzala’nın annesinin
adı Nakba’dır. Filistinliler, Filistin topraklarında İsrail
devletinin ilân edildiği günü felaket günü yani nakba
olarak adlandırırlar. Ve Hanzala’nın sırtı okuyucuya
dönüktür çünkü ülkesinin işgalini ve işgaline sessiz
kalan herkesi protesto etmektedir. Hanzala, Gazze
saldırıya uğrarken yine yalnız. Bir gün yüzünü bize
döneceğini umduğumuz bütün Hanzalalar İsrail tarafından ölümle yani yok edilmekle tehdit ediliyor.
Hanzala Filistinli bütün çocuklar aslında, 90 yaşında
da olsa toprakları işgal altında olan bütün Filistinli
çocuklar. İnancımız o ki Gazzeli çocuklar da bir gün
bizimle aynı gökyüzüne bakacak. #DirenHanzala
AĞUSTOS 2014
25
GAZZE DOSYASI
İzzeddin Kassam Tugayları Gazze’den İsrail yerleşimlerine 70 adet roket fırlattı. Bu gelişmelerin neticesinde, 7 Temmuz’da İsrail Gazze’ye havadan,
karadan ve denizden yoğun bir saldırı başlattı.
İSRAİL,
Asıl Sebep Mutabakat Hükumetinin
Kurulmasıydı
İsrail, saldırılarının sebebini üç Yahudi gencin öldürülmesi dolayısıyla, İsrail vatandaşlarının güvenliğinin tehlikede olduğu gerekçesine dayandırıyor olsa
da, saldırının asıl sebebi 23 Nisan’da Hamas ve ElFetih arasında kurulan Milli Mutabakat Hükümetinin
bakanlarının Ramallah’ta 02 Haziran 2014 günü yemin ederek göreve başlamış olmalarıydı. Yıllar sonra, Filistin halkı birleşmeyi başarmış ve kendi iradeleriyle bir hükumet kurmuş, böylece 2007 yılından
beri devam eden Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da
Fetih hükümetleri şeklindeki iki başlılık sona ermişti.
Filistin’in kaderini ABD, İsrail ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas üçgeninde belirleme çabalarının başarısız olması, Filistin halkını bir mutabakat
hükumeti kurmaya yöneltmişti.
FLSTNLLERN UZLAŞMASINI
HAZMEDEMED
Sinan TAVUKCU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Başarısız ABD Barış Girişimi Filistinlilerin
Uzlaşmasına Yol Açtı
2013 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı John Kerry’nin girişimiyle, İsrail-Filistin arasındaki anlaşmazlığı nihai bir çözüme kavuşturmak için,
2014 yılının Nisan ayına kadar sürecek dokuz aylık
müzakere takvimi planlanmıştı. Bu plan çerçevesinde
taraflar arasında 29 Temmuz 2013’te görüşmelere
başlandı. Bu görüşmelerin başarıya ulaşacağı inancıyla, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 26 Kasım 2013
tarihinde aldığı kararla 2014 yılını “Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı” ilan etti.
7
Temmuz 2014, Filistin
halkına karşı yeni bir Siyonist saldırının başlangıcı olarak
tarihteki yerini aldı. Hava, kara ve denizden
yapılan bombalamalar sonucu, yüzlerce sivil Filistinlinin şehit olduğu, binlercesinin yaralandığı bu
saldırı (ki yazımızın yazıldığı saldırının 17’inci günü
itibariyle 650 şehit ve dört binin üzerinde yaralı mevcuttu), İsrail için yeni bir utanç savaşı olarak hafızalara
kazınacaktır.
7 Temmuz saldırısının gerekçesi
İsrail, Haziran ayı içinde Batı Şeria’da yerleşimci olarak
yaşayan 3 İsrailli Yahudi gencin kaybolduktan üç hafta sonra öldürülmüş olarak bulunmalarını Hamas’ın
katliamı olarak ilan etti ve kendi kamuoyunu yeni bir
savaşa hazır hale getirmek için bu ölüm olayını halkı
tahrik edecek şekilde işledi. Hamas’ın söz konusu
iddiaları reddetmesine rağmen İsrail medyasında
26
AĞUSTOS 2014
yapılan yayınlar, İsrail Başbakanı
Bünyamin Netanyahu’nun
“Hamas’ın bunu çok ağır bir şekilde ödeyeceği” yolundaki söylemleri,
İsrail kamuoyunda istenen karşılığı buldu ve
temmuz ayı başında, Doğu Kudüs’te on altı yaşındaki bir Arap genç, altı Yahudi tarafından diri diri
yakılarak öldürüldü. Bu eylem, bu defa İsrail vatandaşı Arap toplumunu ayağa kaldırdı. Araplar, Kudüs
başta olmak üzere Arapların çoğunluk olarak yaşadıkları bölgelerde gösteriler düzenlediler.
İsrail devleti 6 Temmuz’da Batı Şeria’da, içinde Filistin milletvekillerinin de bulunduğu geniş bir tutuklama operasyonu başlattı. Gazze’nin Refah şehrinde
6 Hamas savaşçısını şehit etti, 7 Temmuz’da iftar
vaktinde İzzeddin Kassam Tugayları komutanlarına
yönelik suikast saldırıları düzenledi. Bunun üzerine,
16 Ocak 2014’te Filistin Halkıyla Dayanışma Yılı
programı açılışı için BM’de düzenlenen törene mesaj gönderen BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon
mesajında, “Bu yıl, iki devletli çözüme ulaşma ve
1967’den beri süregelen İsrail işgalinin sonlandırılması için kritik bir yıl olacak. Ayrıca bu yıl, bağımsız
bir Filistin devletinin kurulması ve İsrail devleti ile Filistin devletinin birbirlerinin meşru haklarını tanıyarak
barış ve güvenlik içinde yan yana yaşamaları için de
önemli bir yıldır” ifadelerini kullanmıştı.
Ban Ki-moon yaptığı açıklamada, başta İsrail ve
Filistinliler olmak üzere uluslararası toplumun tüm
AĞUSTOS 2014
27
üyelerine çağrıda bulunarak, Orta Doğu’da kalıcı
barış için ortaklaşa çaba sarf edilmesini, İsrail ve
Filistin’in taahhütlerini aktif biçimde hayata geçirmesini ve iki tarafın Güvenlik Konseyi kararları, Madrid
İlkeleri, Arap Barış Girişimi ve ikili anlaşmalar uyarınca müzakere yoluyla iki devletli çözüme varmaları
gerektiğini ifade etmişti.
ABD’nin 29 Temmuz 2013’te başlattığı görüşmeler,
takvimde öngörülen süre tamamlandığında herhangi bir başarıya ulaşamamıştı. John Kerry müzakerelerin çökmesinden, müzakere çerçevesinde yer
almasına rağmen Filistinli mahkûmları serbest bırakmaya yanaşmayan ve yerleşim faaliyetlerini durdurmayan İsrail’i sorumlu tutan açıklamalar yaptı.
Sonuçsuz kalan müzakerelerin ardından Hamas ve
El-Fetih, 23 Nisan’da bir uzlaşı hükümeti kurulması
hususunda mutabakata vardılar. Kendi kaderini tayin hususunda Filistinli tarafların bir araya gelmesi
ve bir mutabakat hükümeti kurulması hususunda
uzlaşmaları, ABD-İsrail ekseninin yenilgiye uğraması manasını taşıyordu. Bu uzlaşmaya Binyamin
Netenyahu’nun tepkisi çok sert oldu. Netenyahu,
Milli Mutabakat Hükümeti’nin gayrimeşru olduğunu ve terör bağlantılı olduğunu iddia etti, Mahmud
İsral, saldırılarının sebebn üç Yahud gencn
öldürülmes dolayısıyla, İsral vatandaşlarının
güvenlğnn tehlkede olduğu gerekçesne dayandırıyor
olsa da, saldırının asıl sebeb 23 Nsan’da Hamas ve ElFeth arasında kurulan Mll Mutabakat Hükümet’nn
bakanlarının Ramallah’ta 02 Hazran 2014 günü yemn
ederek göreve başlamış olmalarıydı.
Abbas’ı teröristlerin yanında yer almakla suçladı. Milli Mutabakat Hükümeti bakanlarının yemin
ederek göreve başlamasının ardından İsrail Batı
Şeria’da, içinde milletvekilleri ve belediye başkanlarının da bulunduğu, çoğu Hamas’ın üst düzey yöneticisi binden fazla Filistinliyi tutukladı.
Netanyahu hükümeti bu saldırılarıyla, bir yandan
Hamas’ın da ortağı bulunduğu uzlaşı hükumetini
uluslararası kamuoyunda meşruiyet kaybına uğratmayı ve uluslararası desteğini yok etmeyi hedeflerken diğer taraftan Hamas ve El-Fetih arasındaki
görüş ayrılıklarını tahrik etmeyi amaçlıyordu.
Filistin-İsrail Anlaşmazlığının Sebebi
1967 Savaşıdır
Filistin-İsrail arasındaki ihtilafları esas olarak dört
başlık halinde saymak mümkündür. Kudüs şehrinin
statüsü, topraklarından zorla göç ettirilen Filistinli
mültecilerin durumu, müstakbel Filistin Devleti’nin
sınırları konusu ve işgal altındaki Filistin topraklarında hızla çoğalan Yahudi yerleşimlerinin ne olacağı
meselesi.
Bütün bu problemlerin kaynağı 1967 Arap-İsrail savaşı olmuştur. 5 Haziran 1967’de başlayan ve altı
gün devam eden savaşta İsrail, Mısır, Ürdün ve Su-
riye ile savaşmış, İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye,
Ürdün ve Mısır Hava Kuvvetleri’ni imha etmek suretiyle bu savaşı kazanmasının ardından imzalanan ateşkes anlaşması ile İsrail, Mısır’dan Sina’yı,
Suriye’den Golan Tepelerini ve Ürdün’den Batı
Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiş sınırlarını altı
günde 2,5 kat genişletmişti.
İsrail’in kazandığı bu topraklar uluslararası hukuk
tarafından işgal edilmiş topraklar olarak kabul edildi
ve Yahudiler ile Filistinliler arasındaki problemin ana
kaynağı haline geldi. BM Güvenlik Konseyi 22 Kasım 1967 tarihli 242 sayılı kararıyla, “Filistin topraklarının silahlı güçler eliyle işgal edilmesini” kınadı ve
İsrail Ordusu’nun işgal ettiği bölgelerden çekilmesini istedi. Kararda “BM, bölgedeki her ülkenin siyasi
bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altında
tutar” ifadesi yer aldı. 1968 yılında İsrail’in “işgal ettiği toprakları devletine kattığını” açıklaması üzerine
BM Güvenlik Konseyi, 21 Mayıs 1968 tarih ve 252
sayılı kararıyla, İsrail’in tedbirlerinin geçersiz olduğunu, gerçekleştirilen eylemin Kudüs’ün statüsünün
değiştirilmesine yönelik bulunduğunu ve İsrail’in bu
tarz girişimlerden men edildiğini ilan etti.
28
AĞUSTOS 2014
İsrail’in bu savaşı kazanması, tüm dünya Yahudileri nezdinde İsrail devletinin kalıcı olduğu inancını
pekiştirdi ve İsrail’e Yahudi göçünü hızlandırarak
demografik yapıdaki Yahudi karakterinin ağırlık kazanmasına sebebiyet verdi. BM Güvenlik Konseyi
22 Mart 1979’da aldığı 446 sayılı kararla, Yahudi
yerleşimlerinin hukuki geçerliliğinin olmadığını ilan
etti ve İsrail’i 1967’den itibaren işgal altında tuttuğu
topraklara kendi nüfusunu yerleştirmekten, toprakların yasal statüsünü, fiziki coğrafyasını ve demografik yapısını değiştirmekten men etti. BM Güvenlik
Konseyi, 1980 yılında aldığı 465 sayılı kararla İsrail
işgali altındaki Filistin topraklarında yer alan Yahudi yerleşimlerinin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni
ihlal ettiğini, dolayısıyla yasa dışı olduğunu tekraren
ilan etti.
İsrail Saldırısı Devam Ederken
Mısır’ın Tutumu
İsrail, 14 Kasım 2012’de de Gazze’ye yönelik bir
saldırı başlatmıştı. 7 gün süren bu saldırıda yarısı
çocuk, yaşlı ve kadın olmak üzere 167 Filistinli hayatını kaybetmiş, 1200’den fazla Filistinli de yaralanmıştı. Bu saldırılar sırasında, İsrail’in karşısında
AĞUSTOS 2014
29
GAZZE DOSYASI
Netanyahu Hükumet 7 Temmuz’da başlattığı
Gazze saldırılarıyla, br yandan Hamas’ın
ortağı bulunduğu Mll Mutabakat Hükümet’n
uluslararası kamuoyunda meşruyet kaybına
uğratmayı ve uluslararası desteğn yok etmey
hedeflemş, dğer yandan Hamas ve El-Feth
arasındak görüş ayrılıklarını tahrk ederek, bu
mutabakatı sürdürüleblr olmaktan çıkarmayı
amaçlamıştır.
farklı bir Mısır vardı. Mısır, saldırının hemen ardından
İsrail’i kınamış ve büyükelçisini İsrail’den çekmişti.
Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi bununla da kalmamış, BM Güvenlik Konseyi’ni ve Arap
Birliği’ni acil toplantıya çağırmış, Gazze’yi yalnız
bırakmayacaklarını söylemişti. Mursi’nin çağrısıyla
toplanan Arap Birliği, Dışişleri Bakanları düzeyinde acil olarak toplanmış ancak kınama dışında bir
karar alamamıştı. Özellikle Türkiye’nin tenkitleri karşısında Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi
başkanlığında Mısır, Tunus, Fas, Irak, Sudan, Lübnan, Filistin yönetimi, Kuveyt ve Suudi Arabistan
dışişleri bakanlarından oluşan Arap Birliği heyeti 20
Kasım’da Gazze’yi ziyaret etmişti.
Ne yazık ki Mursi’nin devrilmesinden sonra Mısır,
İsrail’in müttefiki haline geldi. Mısır Devlet Başkanı
Mursi’nin bir darbeyle devrilmesinden sonra General Sisi ve yönetimi Hamas’a ve Gazze halkına
yönelik hasmâne bir tutum sergilemeye başladı.
Gazze’nin can damarı olarak Mısır’a açılan tüneller
darbe sonrasında suyla doldurularak kullanılamaz
hale getirilmeye başlandı. Hamas’ı, İhvan’ın destekçisi olarak gören Mısır yargısı 2014 Mart ayında
Hamas’ın Mısır’da faaliyet göstermesini yasakladı
ve Kahire’deki ofisin mal varlığının hazineye devredilmesine karar verdi.
Hamas’ı İsrail gibi terörist ilan eden Mısır yönetimi,
Hamas-Fetih Milli Mutabakat Hükümeti’nden hiç
memnun olmayanlar arasındaydı. Nitekim, İsrail basınında yer alan haberlere göre, İsrail saldırıları Mısır
İstihabarat Bakanı Muhammed el Tuhami’nin Tel
Aviv’den 7 Temmuz’da ayrılmasının hemen ardından başlamıştı.
30
AĞUSTOS 2014
Saldırının 12’inci gününde Mısır, taraflar arasında
ateşkes yapılmasını teklif etti. İsrail bu ateşkes teklifini hemen kabul etti. Saldırıdan başından beri haberli bulunan Mısır’ın söz konusu ateşkes teklifi, İslam dünyasında itibarı bulunmayan Cumhurbaşkanı
Sisi’ye inisiyatif kazandırma ve bir barış kahramanı
üretme projesiydi. Ancak Hamas, teklifin içeriğinden haberi olmadığını, bunun bir diz çöktürme girişimi olduğunu belirtip ateşkes teklifini reddederek
bu projeyi boşa çıkardı.
Saldırı başladığından bu yana, Mısır hükümeti Refah Sınır Kapısı’ndan sadece Mısırlıların geçişine
izin verdi, Filistinli yaralıların geçişine izin vereceğini açıklamasına rağmen bu sözünü tutmadı. 7
Temmuz’da başlayan Gazze’ye yönelik saldırılarda
İsrail ile birlikte hareket eden Mısır yönetiminin halkı
karşısında itibar kaybı gittikçe artmaktadır. Bunun
siyasi sonuçları olması kaçınılmazdır.
Sonuç
Netanyahu hükumeti 7 Temmuz’da başlattığı Gazze saldırılarıyla, bir yandan Hamas’ın ortağı bulunduğu Milli Mutabakat Hükümeti’ni uluslararası
kamuoyunda meşruiyet kaybına uğratmayı ve uluslararası desteğini yok etmeyi hedeflemiş, diğer yandan Hamas ve El-Fetih arasındaki görüş ayrılıklarını
tahrik ederek, bu mutabakatı sürdürülebilir olmaktan çıkarmayı amaçlamıştır.
Ancak, sivil halkı hedef alan ahlaksız bir savaştan
İsrail’in galip çıkma ihtimali bulunmamaktadır. Devam eden savaşta İsrail’in askeri alanda da ciddi
bir hezimete uğrayacağı görülmektedir. Hamas ve
El-Fetih grupları arasındaki fikir ayrılıklarını derinleştirmeyi hedef alan bu saldırılar, tam tersine Filistin
halkını kenetlenmeye yöneltecektir.
Öte yandan, başta Arap devletleri olmak üzere, İslam dünyasındaki devletlerin Ramazan ayında gerçekleşen Siyonist katliamlar karşısındaki duyarsızlığı
halkların öfkesine neden olmaktadır. Batı dünyasının ve BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un bu saldırılar sırasında İsrail’in doğrudan yanında yer almasının, Müslüman halklar arasında ümmet bilincinin
güçlenmesine yol açtığı görülmektedir. Müslüman
ülke halklarının tepkisinin, duyarsız hükumetlere ve
yönetimlere yönelerek siyasi sonuçlar doğuracağını
öngörmek, kehanet olmasa gerek…
KAN VE GÖZYAŞLARI İLE
BİR BAYRAMI DAHA İDRAK EDERKEN!
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
Kirli İttifak
H
açlı-Siyonist ittifakı marifetiyle tertiplendiği
iyice anlaşılan 11 Eylül provokasyonundan
beri İslam dünyası Ramazanlarını ve dini
bayramlarını masum ve savunmasız insanların
akıtılan kan ve gözyaşları eşliğinde idrak eder hale
geldi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek
kutuplu hale gelen dünyada Medeniyetler Çatışması
(!) tezinden hareketle İslam’ın ve Müslümanların
hedef tahtasına oturtulmasıyla beraber başlayan
işgal ve saldırılar belirli aralıklarla devam ediyor.
Mesele sadece İsrail-Filistin probleminden ibaret
değil! Daha dün emperyalist amaç ve hedefleri
önünde en büyük engel olarak gördükleri
Osmanlı’yı dağıtmak için her türlü plan ve senaryoyu
sahneye koyan, 31 Mart hadisesinden ve Sultan
Abdülhamit’in hallinden beri ümmete karşı yapılan
her türlü entrika ve darbelerin arkasında duran,
Yahudi’yi bir hançer gibi İslam coğrafyasının kalbine,
Filistin’e saplayan, Birinci Dünya Harbi’nde bütün
vahşeti ile vatan topraklarına ve mukaddesatımıza
saldıran bir ŞER İTTİFAKINDAN bahsediyoruz. Bu
ittifak 11 Eylül’den beri sahnede! Daha dün kendi
kurdukları senaryolardan, bin bir türlü yalan ve
iftiradan hareketle Afganistan ve Irak’ta milyonlarca
insanın ölümüne, yaralanıp sakatlanmasına ve
devasa tahribatlara imza atmışlardı. 1948’de Filistin
topraklarında Siyonist İsrail Devletini de kurduran,
her defasında konuyu göstermelik kınamalarla,
AĞUSTOS 2014
31
ortaya koymak için demokratikleşmenin ne kadar
önemli olduğunu gösteriyor. Global aktörlerin
İslam dünyasındaki demokratik gelişmelerin
önünü keserek Arap Baharı’nı tersine döndürme
faaliyetleri hiç de anlamsız değil. Mevcut durum
karşısında, halkların birlikteliği ve dayanışması için
tabandan gelen taleplerin yönetimlere taşınması
için İslam dünyasının ciddi anlamda sivilleşip
demokratikleşmesi gerekmektedir.
kendilerinin oluşturup söz sahibi oldukları Birleşmiş
Milletler örgütünde alınan yaptırımı olmayan
kararlarla geçiştirip İsrail’in silahlanmasının,
toprak işgallerinin ve bölgede izlediği yayılma
siyasetinin arkasında duran aynı ittifak değil mi?
Aslında uyguladıkları ırkçı siyasetlerle, soykırımlarla
Siyonizm’i hortlatanlar da aynı aktörler! Hele dün
oldubittilerle Osmanlı’yı Birinci Dünya Harbi’ne
sürükleyen, cephede güya bizimle beraber İngiliz’e
karşı savaşan, ülkesindeki Yahudi soykırımına
imza atan Almanya’nın Gazze konusunda ortaya
koyduğu tavır ne kadar da ikiyüzlü ve samimiyetten
uzak görünüyor! Siyonistleri sevindirirken insanlığı
aptal yerine koymaya çalışıyorlar.
Gazze’ye Saldırı Karşısındaki Tutumlar
Kirli İttifakı Deşifre Ediyor
Bugün Gazze’de yaşananlar tam bir soykırım ve
insanlık trajedisi! Bir tarafta kuvvetli bir orduya
ve Şer İttifakı’nın destekleriyle her türlü modern
silahlara ve teçhizata sahip ölüm kusan katiller
sürüsü; diğer tarafta ordusu ve savunma gücü
olmayan, bombaların ve alçakça sıkılan kurşunların
hedefi haline getirilen masum insanlar, siviller, kadın,
yaşlı ve çocuklar; ev, cami, okul, hastane demeden
32
AĞUSTOS 2014
tahrip edilen binalar ve sivil yerleşim bölgeleri! Bir
de bütün bunlara, fütursuzca yürütülen devlet
terörüne sevinç gösterileri ve danslarla katılıp alkış
tutan hayvanlardan daha aşağı insan müsveddesi
mahlûklar var. Böylesine alçaklık az görülür! Hele bu
alçaklığı “İsrail’in kendisini savunma hakkı” olarak
meşrulaştırmaya çalışan ikiyüzlülerin; ABD, İngiltere,
Fransa ve Almanya’nın başını çektiği çifte standartlı
yönetimlerin, Birleşmiş Milletler örgütünün içerisine
düştüğü seviye kelimelerle ifade edilemeyecek
boyutta! İngiltere Başbakanı David Cameron’un,
Gazze’de bebek ve çocukları vahşice katleden
İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’ya İsrailli
askerlerin ölümünden dolayı başsağlığı dilemesi tam
bir seviyesizlik! İslam dünyası dâhil birçok yönetim
İsrail’in Gazze’ye vahşice saldırısı karşısında sessiz
kalmayı tercih ederken, Türkiye, Venezüella, Şili
gibi ülkelerin saldırıya tepki göstermesi, batısından
doğusuna dünyanın birçok yerinde Siyonizm karşıtı
Yahudilerin de aralarında bulunduğu toplulukların
ve halk kitlelerinin sokağa dökülerek bu saldırıyı
protesto etmeleri bize insanlığımızı hatırlatmaktadır.
Bu arada Arap ülkelerinin olaya seyirci kalması, halk
tabanında kitlesel protestoların gerçekleştirilemiyor
olması, insanlığın vicdanını ve halkların taleplerini
Hâlbuki 2000 yılından beri binlerce Filistinlinin
ölümüne ve yaralanmasına neden olan İsrail
saldırılarını takiben İsrail ile Filistin kuvvetleri arasında
sekiz kez ateşkes anlaşması yapılmış, Gazze’ye
düzenlenen kara, hava ve deniz operasyonlarının
son bulacağına, sınır kapıları açılıp insan ve mal
geçişine izin verileceğine dair taahhütler verilmiş
olmasına rağmen, İsrail tarafı saldırılarına devam
etmiştir.
Gazze’de bebek, çocuk ve kadınları vahşice Kirli İttifakların Hükmü Altında Parçalanmış
katleden İsrail terörüne arka çıkan Batı dünyası, bu Bir İslam Dünyası Ne Kadar Etkili Olabilir!
barbarlığın eleştirilmesine ve caddelerde protesto
İslam Dünyası dün olduğu gibi bugün de kirli
edilmesine bile tahammül edemiyor. Siyonizm’e her
ittifaklarla karşı karşıya! Kendi dışındaki bütün
türlü desteği veren bu merkezlerin İsrail saldırısını
dünyaya ve insanlığa karşı oluşturulan bu şer
meşrulaştırmak için uydurdukları bahaneler hiç
ittifakından gerçek anlamda bir barışın, adalet
de inandırıcı değil! Bu yönetimler İsrail tarafının
ve insanlığın zuhur etmesini bekleyebilir miyiz?
Gazze’nin istek ve şartlarını dikkate almaksızın
Aşağıdaki ayetler bu soruya en açık cevabı veriyor:
gerçekleştirdiği işgali meşrulaştırma, Filistin
Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın,
halkını köleleştirip en olumsuz şartlarda
denildiği zaman, “Biz ancak
yaşamaya
mahkûm
etme
ıslah edicileriz” (barıştan
hedefine matuf sözde ateşkes
yanayız) derler. İyi bilin
teklifinin Hamas tarafından
Bugün Gazze’de
reddedilmesini
bahane
ki, onlar bozguncuların
meydana gelen soykırım
ederken, aynı İsrail’in
ta kendileridir, lakin
karşısında, Türkiye’nin, Filistin
Gazze halkının desteği
farkında
değillerdir.
halkının özgürlüğünün ve haklı
ve oylarıyla yönetime
(Bakara, 2/11-12)
taleplerinin sesi olmak, konuyu
gelen
Hamas’ı
İnsanlardan
öyleleri
bütün uluslararası platformlara,
niçin
tanımadığını,
vardır ki, dünya hayatı
sivil toplumlara ve siyaset
yıllardır
Gazze’ye
hakkında söyledikleri
uyguladığı
insanlık
meydanlarına taşımak, Gazze’ye
senin
hoşuna
dışı
ambargoyu,
insani yardım konusunda
gider. Hatta böylesi
masum Filistin halkına
seferber olmak gibi bir
kalbinde olana (samimi
yapılan saldırı, katliam ve
olduğuna) Allah’ı şahit
misyonu
vardır.
işgalleri hiç tartışmıyorlar!
tutar. Hâlbuki o, hasımların
İsrail’in 1948’den beri Filistin
en yamanıdır. İş başına
topraklarında devam ettirdiği
geçti mi (egemen olduğunda)
işgalleri, masum Filistinlilerin arazilerini
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini
gasp edip evlerini yıkarak, onları zorla tehcir
ve nesli helak etmek için çaba gösterir. Allah ise
ettirip öldürerek yeni yerleşim bölgeleri ihdas
bozgunculuğu sevmez. (Bakara, 2/204-205)
etmesini hiç sorgulamıyorlar! Yine “kitle imha
silahlarına sahip olduğu” yalanı ile Irak’a her Nitekim Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da,
türlü yaptırım uygulanırken, işgal edilip, insanları Arakan’da, Myanmar’da, Somali’de, Balkanlarda,
ve
Doğu
Türkistan’da
bu
öldürülüp, mukaddesatı çiğnenip, baştan sona Çeçenistan
tahrip edilirken, Birleşmiş Milletler’de İsrail aleyhine bozgunculuğun, harsı ve nesli helak etmesinin
alınan (sözde) kararların niçin şimdiye kadar en açık tezahürlerini her an görmekteyiz. İsrail’in
yaptırımsız bırakıldığını, İsrail’in işlemeye devam Gazze’ye yönelik saldırısının zamanlaması da iyi
ettiği insanlık suçlarının niçin sözde kınamalarla hesaplanmış gözüküyor. Arap Baharı ile Kuzey
geçiştirilip muhakeme edilmediğini sorgulamıyorlar! Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar İslam coğrafyasının
AĞUSTOS 2014
33
önemli bir kısmında esmekte olan demokrasi rüzgarı Suriye’de halklarıyla barışık, demokratik yönetimler
global aktörleri oldukça rahatsız etti. Demokrasi olsaydı, İran ve Körfez ülkeleri mezhepçilik tuzağına
rüzgârını tersine çevirmek için yapılmadık şey düşmeseydi, İslam ülkeleri arasında olması gereken
kalmadı. Bölgeye demokrasi ve hukuk getirme birlik ve dayanışma ruhu hâkim olsaydı elbette ki
iddiasıyla Afganistan ve Irak’ı işgal edenler, İslam İsrail Gazze’ye bu şekilde saldırma cesaretini
coğrafyasında hukuku ve demokrasiyi katletmek gösteremezdi. Aslında bugün Gazze’de İsrail
için bütün oyunlarını sahneye koydular. Esad ordusunun eliyle Müslümanlara karşı yürütülen
militarizminin dolaylı veya doğrudan desteklenip katliam ve soykırım, İslam dünyasındaki nefsi
Suriye muhalefetinin etkisizleştirilmesiyle iç zaafların, şuursuzluğun, fanatizmin, basiretsizliğin,
korkaklığın, dünya ve saltanat tutkunluğunun
çatışmaların devam ettirilmesi istendi.
bir sonucudur; İslam dünyasının
Çatışmalardan kaçan yüz binlerce
ayıbıdır, yüzüne vurulan bir
insan Ürdün’e veya Türkiye’ye
şamardır. Laik Türkiye 1949
sığınmak
durumunda
yılında İsrail’i resmi olarak
kaldı. Daha önce İsrail’e
Gazze’de bebek, çocuk ve
tanıyan ilk Müslüman ülke
karşı ilkeli duruşu ve
kadınları vahşice katleden İsrail
durumuna
düşerken,
mücadelesi ile kısmi
terörüne arka çıkan Batı dünyası,
devrin
cumhurbaşkanı
başarı
sağlayan
bu barbarlığın eleştirilmesine ve
İsmet İnönü meclisin
Hizbullah, mezhebi
caddelerde protesto edilmesine
açılış
konuşmasında
kaygılardan hareketle
bile
tahammül
edemiyor.
yeni kurulan bu devletin
ve İran’ın bölgede
Siyonizm’e her türlü desteği veren
(İsrail’in) Yakın Doğu’da
yürüttüğü
siyaset
bir barış ve istikrar unsuru
bu merkezlerin İsrail saldırısını
doğrultusunda Esad
olacağını (!) söylemişti.
militarizmine destek
meşrulaştırmak için
Bugün
Orta Doğu’da
verme
konumuna
uydurdukları bahaneler
Müslüman
olduklarını iddia
düşerek
Suriye’deki
hiç de inandırıcı değil!
ettikleri
halde
kabile, etnik
demokratik
muhalefetin
milliyetçilik
ve
mezhepçilik
önünün kesilmesine hizmet
üzerinden tefrikacılığın girdabına
edip büyük bir itibar kaybetti.
düşerek
Müslüman kanı akıtanlar, NeoBu arada Mısır’da Mursi hükümetine
Con
benzeri
Siyonist
yapılarla ittifaklar kurup
karşı yapılan askeri darbenin desteklenmesiyle
ve
demokratik yönetimlerine
kendi
ülkesinin
meşru
Arap Baharı’nın tersine döndürülmesi, Sisi
kumpaslar
kuranlar
ne
yazık ki Siyonizm’le
yönetiminin Hamas’a cephe alıp İsrail’in kuklası
mücadelede
sınıfta
kalmaktadırlar.
İslam dünyası
haline gelmesi aynı senaryoların bir parçası olarak
zaaflarından
dolayı
adeta
cezalandırılmaktadır.
İlahi
gözükmektedir. Batı ülkelerinin ateşkes sağlanması
vahyi
almak
için
gittiği
Tur
dağından
indikten
sonra
için arabulucu olarak Sisi’yi öne çıkarmaları, bir
taraftan onun darbe yönetimine ve diktatörlüğüne İsrail oğullarından bir kısmını tekrar Allah’ı bırakıp
meşruiyet kazandırmayı amaçlarken, diğer taraftan buzağıya tapar olarak bulan Hz. Musa’nın şu
Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini zayıflatmaya, Filistin yakarışı şüphesiz bugünümüze oturan bir yakarıştır:
konusunda onu devre dışı bırakmaya yönelik sinsi
bir planın parçasıdır.
Dün Mısır meydanlarında Sisi’ye destek verenler,
ne hikmetse bugün meydanlarda hiç yoklar; İsrail’e
karşı en ufak bir kınama, cılız bir ses bile çıkmıyor.
Hele Suriye’deki diktatörlüğe karşı çıkan Körfez
ülkelerinin, tam bir çifte standartlıkla Sisi’ye destek
vermelerini Müslümanlıkla, dürüstlük, samimiyet
ve ilkesellikle izah etmek mümkün değil. Bugün
Suriye ve Mısır’ın konumu böyle olmasaydı, Mısır ve
34
AĞUSTOS 2014
“…Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de
daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım
beyinsizlerin (sefihlerin) işlediği yüzünden hepimizi
helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından
başka bir şey değildir. Onunla dilediğini
saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen
bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen
bağışlayanların en iyisisin!” (Araf, 7/155)
Buradan bakınca, ülkemizdeki Gezi Parkı
eylemleriyle, Okmeydanı kışkırtmalarıyla, 17
Aralık operasyonuyla, barış sürecini
bitirmeye yönelik provokasyonlarla
neyin amaçlanmış olduğu daha açıkça
görülebiliyor. Gezi Parkı eylemleriyle
etrafı ateşe verip bütün ülkeyi
kaosa ve çatışmaya sürüklemeye
çalışan, darbelere davetiye çıkaran
vandalistler, ne hikmetse Siyonizme
karşı mücadelede meydanlarda
yoklar. Gezi Parkı eylemlerine destek
için Savaş muhabirlerini Türkiye’ye
gönderip yayın yapanlar, yıllardır
ülkede
Kürt-Türk,
Alevi-Sünni
kışkırtıcılığı yapanlar, halkın oylarıyla
seçilen ve birçok demokratik ve
hukuki reformlara imzasını atan
Başbakan’ı diktatörlükle suçlayanlar,
Suriye ve Gazze’de işlenen insanlık
suçları ve cinayetler karşısında
sahnede yoklar. Sivil halkın üzerine
yağmur gibi bombaların yağması, çoğunluğunu
çocukların, kadın ve ihtiyarların oluşturduğu sivil
ve masum insanların katledilmesi global aktörlerin,
şer ittifakının ve onların dümen suyunda dönenlerin
ilgi alanına hiç girmiyor. Bu insanlık cinayetleri
karşısında sağır, dilsiz ve körleri oynuyorlar. Tam da
Allah’ın onları vasıflandırdığı gibiler:
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru
yola dönmezler. (Bakara, 2/18)
Türkiye’nin Konumu ve Misyonu
Türkiye, dün Mavi Marmara olayında olduğu gibi
bugün Gazze’de işlenen soykırım ve cinayetler
karşısında da tarihine, büyüklüğüne ve misyonuna
uygun bir tavır ortaya koymuştur. Zulüm karşısında
susan, mağlubiyet psikozundan çıkamayan,
kendisini vesayet altına sokacak talep ve kararlara
“evet” diyen terör ve darbelerle malul bir Türkiye
gitmiş, onun yerine kendi coğrafyasında ve dünya
siyasetinde ağırlık koymaya gayret eden, sahip
olduğu değerlerden hareketle iç ve dış problemlerini
meşru zeminlerde çözmeye çalışan, bağımsızlığını
haykıran,
Haçlı-Siyonist
ittifakına
direnen,
mağdurların ve mazlumların sesi olmaya devam
eden onurlu ve dik duran bir Türkiye gelmiştir.
Ülkemize ve İslam dünyasına yönelik kuşatmalar,
entrikalar ve saldırılar karşısında demokratik hukuk
devletinin korunması, barış sürecinin devam
ettirilmesi, barış, huzur ve istikrarı yok etmeyi
hedefleyen provokatif girişimlerin etkisizleştirilmesi,
hainlerin deşifre edilmesi son derece önemlidir.
Mısır’dan sonra Türkiye’nin de düşmesi, top yekûn
İslam dünyasının düşmesi anlamına gelir.
Bütün Müslüman halkların ümidi ve gelecek
beklentisi Türkiye ile beraberdir. Bugün Gazze’de
meydana gelen soykırım karşısında, Türkiye’nin,
Filistin halkının özgürlüğünün ve haklı taleplerinin
sesi olmak, konuyu bütün uluslararası platformlara,
sivil toplumlara ve siyaset meydanlarına taşımak,
Gazze’ye insani yardım konusunda seferber olmak
gibi bir misyonu vardır. Türkiye halkı hep mazlumun
yanında olmuş ve olmaya devam edecektir.
Türkiye’nin kendi asli değerlerinden kopmaksızın,
özgün medeniyet tasavvurunun asli kaynaklarından
hareketle daha fazla demokratikleşmesi, manevi
atmosferini de kuvvetlendirerek istikrar içerisinde
büyümeye devam etmesi, bölgesini kucaklayarak
sivil toplumu güçlendirmesi sadece kendisi için
değil, İslam dünyasının geleceği için teminat
olacaktır. İslam dünyası, tarihte olduğu gibi bugün
de Allah’ın ipine sımsıkı sarılmayıp tefrikaya gittiği
için, önüne konulan tuzakların ve fitnelerin girdabına
düştüğü için gücünü ve etkisini kaybetmek
durumunda kalmıştır. Kalkıp dirileceğimiz yer,
düştüğümüz yer olacaktır. İnsanlığa barışın, adalet
ve huzurun egemen olacağı Ramazanları ve
bayramları yaşayalım.
AĞUSTOS 2014
35
GAZZE DOSYASI
İSRAİL’İN GAZZE SALDIRISI
ve
ederek Gazze’nin can damarlarını kesmeye çalışıyor. On binlerce kişinin ihtiyacını karşılayan su hattını yerle bir ediyor. Gazze Şeridi’nin yüzde 75’i karanlıkta. Hastanelerde ilaç tükendi. Kelimenin tam
anlamıyla Gazze’de bir insanlık dramı, bir soykırım
yaşanmaktadır. Bugünlerde Gazze’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1948’den beri yaptığı en şiddetli saldırıdır.
Bu insani dramın anlaşılabilmesi açısından Gazze’li
gençlerden Mahmut Cevdet’in sosyal medyada yazdığı şu satırlar son derece ilgi çekicidir:
“Gazze’de ölümden daha zor olan şeyin ne olduğunu size söyleyeyim mi? Zor olan şey, İsrailli yetkililerin sizi telefonla arayarak evini terk et, on dakika
içerisinde evini bombalayacağız, demeleridir. On
dakikanın ne anlama geldiğini düşünün. Dünya gezegeni üzerindeki senin küçük alemin yok olacak.
Hediyelik eşyaların, sevdiklerinin resimleri, sevdiğin
eşyalar, çalışma masan, kitapların, son okuduğun
şiir kitabı, sevdiklerinle birlikte hatıraların, namaz
seccaden... Bütün bunların anlamını düşün. On dakika içerisinde bütün bunları gözünün önünde canlandırıp dehşet içerisinde olanları yaşarsın. Sonra
kimliğini alır evini terk eder ve bin defa ölürsün veya
evini terk etmeyip bir defa ölürsün.”
ARAP LİDERLERİNİN SESSİZLİĞİ
Doç. Dr. Cevher ŞULUL*
Akademisyen
İ
srail bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren
hem Filistin halkıyla hem de komşu Arap ülkeleriyle savaşarak varlığını devam ettirmiş bu süreçte
birçok katliamlara, işgallere, cinayetlere imza atmıştır. İsrail, bağımsızlığını ilan ettiği tarihte Filistin
topraklarının yüzde altısından biraz fazlasına sahipti. Nüfus olarak da Filistin’deki toplam nüfusun
sadece küçük bir bölümünü teşkil ediyordu. Ancak
İsrail; 1948 savaşında Gazze ve Batı Şeria hariç
bütün Filistin’i, 1967’de ise Gazze, Batı Şeria, Sina
yarımadası ile Golan tepelerini işgal ederek topraklarını üç katına çıkarmıştır. Benzer şekilde İsrail farklı
tarihlerde Irak, Sudan ve Lübnan’a saldırılarda bu-
36
AĞUSTOS 2014
lunmuş, Beyrut’ta bulunan Filistin kampları “Sabra
ve Şatilla”da katliamlar yapmıştır.
Yine İsrail 2008’de Gazze’ye yaptığı saldırıda bugün
olduğu gibi karadan, havadan ve denizden evleri,
camileri, üniversiteleri, okulları ve hastaneleri hedef
almış ve bütün alt yapıyı tahrip etmiştir. İnsan hakları
izleme örgütüne göre İsrail bu savaşta fosfor bombaları kullanmıştır. Bugünlerde İsrail’in Gazze’ye
yaptığı saldırı ise 2008 ile 2012’de yaşanan olayların tekrarı gibidir. Yine yüzlerce ölü, binlerce yaralı
var. İsrail yeni bazı kimyasal silahlar ile fosfor bombaları kullanıyor. Ayrım gözetmeksizin sivillerin yaşadığı evleri hedef alıyor. Bölgenin alt yapısını tahrip
İsrail Saldırısının Nedenleri
İsrail tarafından daha önceden planlanan ve nihai
hedefi Filistin’in tamamını ilhak etmek olan bu saldırının kuşkusuz bir takım siyasi, askeri ve teolojik
nedenleri vardır. Bu nedenlerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
Birincisi: İsrail 2005 yılında Gazze’den çekilmiş
ancak bu bölgeyi abluka altında tutmaya devam
etmiştir. İsrail’in yaptığı hesaplara göre Hamas,
Gazze’de üç dört ay içerisinde başarısız bir yönetim
sergileyip halk tarafından yönetimden uzaklaştırılacaktı. Oysaki hesap böyle olmadı. Bütün baskılara,
havadan, karadan ve denizden yapılan saldırılara
rağmen Hamas, Gazze’yi yönetmekte büyük bir
başarı ortaya koydu. Hamas, ateşkes dönemlerinde bir takım silahlar edinme, askeri kapasitesini
arttırma yönünde ciddi mesafe kat etti. Bu da doğal
olarak İsrail’i tedirgin etmektedir. İsrail, Hamas’ın
askeri kapasitesini bilemediği için önleyici tedbir
olarak bu zamanlamayı yapmıştır. Daha önceki yıllarda Filistin’de olup biten hadiseleri avucunun içi
gibi bilen İsrail, son zamanlarda istihbarat anlamında kontrolü kaybetmiş gibi görünmektedir. Diğer
türlü neden sahilde oynayan çocukları, askeri hedefleri vurduğu gibi vurma ihtiyacı duysun. Bu bir
aczin ifadesidir. Nitekim İsrailli liderlere yaptığı bir
konuşmada Bill Clinton, Hamas’ın İsrail’in dünyadaki konumunu zayıflattığını, heybetini düşürdüğünü
ve dünya kamuoyunda yalnızlaştırdığını belirtmiştir.
İsrail güçlerinin Gazze’deki tutumlarının ve en son
Gazze sahilinde dört çocuğu öldürmesinin anlamsız
ve gereksiz olduğunu belirten Clinton, İsrail’in sivilleri hedef almakla kendini dünyaya ahmak olarak
takdim ettiğini ifade etti. Bu nedenle İsrail, ambargo ile başaramadığını bugün savaş ile elde etmeye
çalışmaktadır. İsrail’in hedefinde Hamas’ın lojistik
yardım yollarını kesmek, direniş gruplarının hareket
alanını sınırlamak ve önde gelen lider kadroyu tasfiye etmek vardır.
İkincisi: İsrail bu saldırıyla Gazze’den fırlatılan ülkenin güneyindeki yerleşim yerlerini hedef alan füzeleri
imha etmeyi amaçladığını iddia etmektedir. 2008
ile 2012’de yapamadığını yapıp Hamas’ı etkisizleştirme Filistin halkının maneviyatını kırmayı gaye
edinmiştir. Bu nedenle de özellikle Gazze’de bulunan tarım alanlarına ağırlığı bir ton olan bombalar
atmakta uçaklarla, özellikle de kendi sınırına yakın
tünelleri bombalamaktadır.
Üçüncüsü: Nisan 2014’de Filistin’de Hamas ile
El-Fetih’in “Uzlaşı Hükümeti” üzerinde anlaşmaları
İsrail’in tepkisini çekmiştir. Gazze’ye yapılan saldırıların bir nedeni de budur.
İsral 2008’de Gazze’ye yaptığı
saldırıda bugün olduğu gb
karadan, havadan ve denzden
evler, camler, ünversteler,
okulları ve hastaneler hedef
almış ve bütün alt yapıyı tahrp
etmştr. İnsan hakları zleme
örgütüne göre İsral bu savaşta
fosfor bombaları kullanmıştır.
Bugünlerde İsral’n Gazze’ye
yaptığı saldırı se 2008 le 2012’de
yaşanan olayların tekrarı gbdr.
AĞUSTOS 2014
37
Arap Liderlerinin Sessizliği
19.yüzyıl sömürgeciliği Modern Orta Doğu’da korkunç derecede bölücü bir siyasi miras bırakmıştır.
Günümüzde Orta Doğu coğrafyası hala sömürgecilerle birlikte azınlıklar tarafından yönetilmektedir.
Bugün -Edward Said’in ifade ettiği gibi- Lübnan,
Ürdün, Suriye, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde azınlık hükümetleri vardır ve bölgesel çoğunluk Sünni İslam olduğu halde bu ülkeler ya Sünni olmayan bir grup ya halka kapalı bir aile ya da
bölgesel oligarşi tarafından yönetilmektedir. Bunun
sonucu olarak merkezi hükümetler esasta halkın
çoğunluğuna karşı baskıcı bir tutum içindedirler
Bu yapının doğal bir sonucu olarak Arap liderleri,
siyasi ve bölgesel konularda kendi ülkelerinde farklı
dışarıda farklı bir dil kullanmaktadırlar. Kendi ülkelerinde İsrail düşmanı, Kudüs ve Mescidi Aksa’yı
özgürleştirmek isteyen biri gibi konuşur İslam’a
göre yönetir, camiler, medreseler inşa ederler. Dışarıda ise son derece çağdaş, kendi halkına karşı
İsrail’in varlığını savunan bir yönetici profili çizerler.
Batı’ya vermek istedikleri mesaj şudur: Batı’nın çıkarları ancak kendi yönetimleri ile korunabilir. Onun
için Batı’dan, kendi ülkelerindeki insan hakları ihlallerini ve yapılan yolsuzlukları görmezden gelmelerini isterler. Kısacası Arap liderleri içeride dindar,
Kudüs’ü özgürleştirmek isteyen bir kahraman iken
dışarıda İsrail’in taleplerini kabul etmeye amade bir
görünüm arz ederler. Bu nedenle Avrupa’dan, aşırı
İslamcılardan oluşan halklarına karşı kendi yönetimlerinin desteklenmesini isterler. Arap liderler, dış politikalarının halkları tarafından bilinmesini istemezler.
38
AĞUSTOS 2014
Halkın dış siyasete dair taleplerini dikkate almazlar.
Arap Baharı’na, Suriye devrimine karşıdırlar. Ellerindeki bütün imkanlarla halkın değişim yönündeki
taleplerini manipüle ederler. Mısır’ın Gazze’ye yönelik politikaları bunun en güzel örneğidir. Darbeci
yönetim, İsrail’in Gazze’ye olan saldırılarını utangaç
bir tarzda sadece seyretmekle yetinmiştir. Mısır Dışişleri Bakanlığı son derece cılız bir açıklama yapmakla yetinmiştir. Mısır’ın, Muhammed Mursi döneminde olduğu gibi İsrail saldırganlığını durdurmak
için diplomasi ve istihbarat anlamında hiç bir çabası
olmadı. Saldırının üçüncü gününde ancak refah sınır kapısını açmış ve sadece on bir yaralıyı kendi
hastanelerine kabul etmekle yetinmiştir.
Doğal olarak Arap liderlerinin bu tutumu hem
İsrail’in çıkarlarına hizmet etmekte hem de ona geniş bir hareket alanı kazandırmaktadır. Diğer türlü
Arap liderleri, İsrail’in Gazze’de yaptığı vahşet karşısında neden bu denli suskun kalsın? Evet, askeri
anlamda pek bir şey yapamayabilirler ama iktisadi
ve siyasi anlamda yapabilecekleri çok şey vardır.
Özetle İsrail’in Gazze’de işlediği cinayetlere karşı
uluslararası toplumun kayıtsızlığının birinci nedeni
ABD’nin tutumuyla ikinci nedeni ise Arap ülkeleriyle
ilgilidir. Bu ülkeler İsrail, Hamas’ı tamamıyla bitirene
kadar susma konusunda sanki anlaşmış gibiler. Zira
İsrail üstü örtülü bir şekilde Arap ülkelerinin onayını
almadan bu denli ölümcül bir harekatı yapamaz.
Bu nedenle Gazze’ye uygulanan ambargo ile yapılan saldırı, Arap yönetimleri için bir utanç kaynağıdır. Bu durumdan sorumlu olan Arap yönetimleridir.
Aslında onlar Gazze’yi kendi kaderine terk etme,
Hamas’ı Gazze’yi yönetemez hale getirmeyi planlıyorlardı. Fakat basının ilgisi sivil toplum örgütlerinin
yaptığı etkinlikler Gazze’deki dramı dünya gündemine taşıdı. Bu durum doğal olarak Arap yönetimlerini zor durumda bıraktı.
İsrail’in Hamas Karşıtlığının Nedeni
İsrail’in, Hamas karşıtlığının temel nedeni İslami kimliğidir. Şöyle ki: Hamas, ideolojik olarak Müslüman
Kardeşler ile aynı kökten gelen İslami bir örgüttür.
1987’de başta Ahmet Yasin olmak üzere Filistin’de
faaliyet gösteren Müslüman Kardeşlere mensup
yedi kişi tarafından kurulmuştur. Hamas, 1948’de
kurulan İsrail devletinin varlığını kabul etmez. Ancak
İsrail ile 1967 sınırları öncesine çekilmesi koşuluyla
geçici bir barışı kabul eder. Benzer şekilde dünyanın çeşitli ülkelerden gelip tarihi Filistin coğrafyasına
yerleşen Yahudilerin herhangi bir hakları olduğunu
da kabul etmez. Hamas’ın, İsrail ile olan kavgası
ontolojiktir, sınırlarla alakalı değildir. Onlara göre
İsrail, Siyonist Batı sömürgeciliğinin bir uzantısıdır.
Hedefi İslam dünyasını parçalamak, Filistin halkını
kendi topraklarından göç ettirmek ve Arap dünyasının birliğini bozmaktır. Onlara göre İsrail, her gün
yeni yerleşim yerleri kurarak uluslararası hukuku
ihlal etmektedir. Herkes İsrail’in 1967 de işgal ettiği toprakların Filistin’e ait olduğunu kabul ederken
İsrail bunu reddetmektedir. Filistinlilerin evlerine ve
mülklerine dönmeye hakları olduğunu onaylayan ilk
birleşmiş milletler kararı 1948’de alınmıştı. O günden bugüne kadar aynı karar en az yirmi sekiz kez
tekrarlanmış olmasına rağmen İsrail’in engellemeleri
nedeniyle uygulamaya konamamıştır. İsrail’in hedefi
bu coğrafyada İslam ve Filistin kimliğini ortadan kaldırıp rivayet edilen Yahudi devletini ikame etmektir.
İsrail, Filistin halkına insan gibi muamele etmemektedir. Bu nedenle Hamas’a göre Filistin’in bağımsızlığı mücadele ile elde edilebilir. Diğer türlü İsrail ile
yapılan görüşmeler zaman kaybından öte bir anlam
ifade etmez. Hamas’a göre bugüne kadar İsrail BM
kararlarından hiçbirini kabul etmemiştir. Bu nedenle
sorunun çözümünde görüşmelerden ziyade askeri
seçeneğe yönelmektedir.
Sonuç itibariyle Filistin’de sayıları yaklaşık olarak
4,5 milyonu bulan bir halk vardır ve bu halk işgal
altında yaşamaktadır. Bu nedenle Orta Doğu’da
adil bir barış; işgalin sonlandırılması, bütün Filistinli
esirlerin serbest bırakılması ve başkenti Kudüs olan
Filistin Devleti’nin tesisi ile mümkündür. İsrail’in bu
yöndeki tutumu Filistinlilerin davranış biçimini de
etkileyecektir. İsrail meclis başkanı yardımcısı Hilik
Bar’ın şu sözleri mevcut durumu özetler niteliktedir
(The Daily Telegraph: July 10 2014): “İsrail, sadece
askeri yöntemlerle Hamas ile baş edemez. İsrail’de
Hamas’a karşı caydırıcı politikalarımızı güçlendirelim sesleri yükselmektedir. Daha sert, daha güçlü,
daha şiddetli bir biçimde Gazze’de her yeri ve herkesi vuralım denmektedir. Bu düşüncenin bir mantığı var ama bu yanlış bir mantık. Zira şiddet politikalarının kısa vadede bazı avantajları olsa da uzun
vadede kayıpları olacaktır. Gazze halkının toptan
cezalandırılması hem ahlaki değildir, hem gerekli
değildir, hem de etkisizdir.”
* Erciyes Üni. İlahiyat Fakültesi mezunu. Harran Üni. Felsefe
ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta
Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır.
AĞUSTOS 2014
39
DIŞ POLİTİKA
IRAK-ŞAM İSLAM DEVLETİ (IŞİD)
ve
GELECEĞİ
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler
Programı Koordinatörü
S
on yıllarda adını daha çok Suriye’deki faaliyetleriyle duyuran Irak-Şam İslam Devleti
(IŞİD)’nin 10 Haziran 2014 günü beklenmedik bir şekilde Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’a girmesi, kenti ele geçirmesi ve akabinde Sünni ağırlıklı
bölgelerinde büyük ölçüde kontrolü sağlaması Irak’ı
Orta Doğu ve dünya gündeminin merkezine taşıdı.
IŞİD’in operasyonları sonucunda artık Irak eski Irak
değildi. Mart 2003’ten beri bir türlü istikrarı yakalayamayan Irak, IŞİD’in operasyonlarıyla birlikte hızla
42
AĞUSTOS 2014
belirsiz bir geleceğe doğru yol almaktadır. IŞİD, ortaya koyduğu söylem ve eylemleriyle sadece Irak’ı
değil, aynı zamanda Sykes-Picot Anlaşmasıyla
Maşrık’ta kurulan düzeni de derinden sarstığı rahatlıkla söylenebilir.
IŞİD Nasıl Bir Örgüt?
Suriye’de faaliyetlerini yoğunlaştırmasına kadar
IŞİD’in El-Kaide’nin Irak kolu olarak faaliyet gösterdiği bilinmekteydi. Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi
2004 yılında yani ABD’nin Irak’ı işgalinden son-
ra “Tevhid ve Cihat Cemaati” adıyla Irak’taki ABD
güçlerine karşı saldırılarıyla gündeme geldi. Daha
sonra Zerkavi’nin Usame bin Ladin’e bağlılığını bildirmesiyle örgüt “Irak el Kaidesi/Mezopotamya el
Kaidesi” adını aldı. 2006 yılında ABD-Irak güçleri
tarafından Zerkavi öldürülünce örgütün başına
Ebu Hamza el Muhacir adıyla bilinen Ebu Eyyub
el Mısri geçti. Daha sonra örgütün adı Irak İslam
Devleti olarak değiştirildi ve başına da Ebu Ömer
el Bağdadi getirildi. Yerli (Iraklı) bir başkan seçerek
örgüt Irak’taki Sünni gruplar arasında taban bulmayı amaçladı. Ebu Ömer el Bağdadi ABD güçleri
tarafından öldürülünce örgütün başına bu defa Ebu
Bekir el Bağdadi geçti. 2013 yılında örgüt faaliyetlerini Irak dışına, Suriye’ye taşıyarak adını Irak-Şam
İslam Devleti (IŞİD) olarak değiştirdi. Kuruluşundan
beri sahip olduğu ideolojiyi göz önünde bulundurduğumuzda Suriye’de Esad rejimine karşı muhalif
güçlerle birlikte savaşması gerekirken, örgüt burada muhalif güçlerle çatışmaya girerek Esad’ın elini
güçlendirdi ve muhalifleri zor durumda bıraktı. Suriye’deki bu tavrıyla IŞİD kendisi hakkında şüphelerin
oluşmasına neden oldu. Rejime hizmet eden bir
görüntü sergiledi. Suriye’de Esad’a karşı mücadele eden Muhalif gruplar bir taraftan Esad güçleriyle savaşırken diğer taraftan IŞİD’e karşı mücadele
içine girerek iki ateş arasında kaldılar. Son olarak,
örgüt Haziran 2014’ün başında tekrar beklenmedik
bir şekilde Irak’a girerek bölgesel düzeni (!) darmadağın etti.
IŞİD, Irak’ta Nasıl Bu Kadar Hızlı İlerledi?
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve başta Sünni bölgeleri olmak üzere Irak’ın içlerine doğru hızla ilerlemesi sadece IŞİD’in gücüyle açıklanacak bir durum değildir. Nitekim IŞİD’in faaliyetlerini takiben
Irak’ta gelişen olaylar fazlasıyla bu durumu kanıtlar
niteliktedir. Örgütün Suriye’de güçlendikten sonra
özellikle Irak’ta son 3-4 yıldır yaşanan siyasi durumu iyi değerlendirdiği söylenebilir. Özellikle 2010
Mart seçimlerinden buyana Nuri el Maliki’nin Sünni
Araplara karşı uyguladığı dışlayıcı/suçlayıcı/baskıcı
politikaları sonucu Irak’ın Sünni ağırlıklı olan Anbar,
Selahaddin, Musul, Kerkük, Diyala ve Bağdat gibi
yerlerde yoğun katılımlı Maliki yönetimi karşıtı gösteriler oldu. Söz konusu gösterilere 2012 ve 2013
yıllarında yoğun katılım sağlandı. Bu gösteriler Maliki tarafından şiddetle bastırılmaya çalışıldı ve ayrım
2005 yılından beri Irak’ta
başbakanlık koltuğunda
oturan Nuri el Maliki’nin
Irak’ta hala başbakan olarak
kalması ilgili tarafların/
grupların açıklamalarından
da anlaşıldığı üzere, en
azından Irak’ın bütünlüğünü
koruması açısından çok zor,
hatta imkânsız gözükmektedir.
Kürtlerin ve Sünni Arapların
Maliki karşıtlığının yanında
bazı Şii gruplar da Maliki’yi
başbakan olarak görmek
istememektedirler.
yapılmadan göstericiler terörist faaliyetler olarak tanımlandı. İşte, Maliki’nin bu tarz yaklaşımları IŞİD’in
etki alanını genişletti. IŞİD, Irak’taki siyasi çalkantıdan faydalanırken Sünni gruplar/toplumda IŞİD’in
faaliyetlerini hükümet güçlerinden kurtulmanın bir
aracı olarak gördü. Bugün Irak’ta IŞİD’le birlikte
Maliki/Merkezi Irak güçlerine karşı İslam Ordusu,
Mücahitler Ordusu, Nakşibendi Ordusu, Irak İslami Direniş Cephesi, Devrim Tugayı ve İzzet ve Onur
Hareketi gibi Sünni direniş grupları faaliyet göstermektedir. Fakat Irak’ta yaşananlar konusunda IŞİD
ön plana çıkmaktadır. Bunu temel nedenlerinin başında IŞİD’in Suriye iç savaşında edindiği tecrübeden dolayı daha organize bir güç olmasıdır. Ayrıca,
sahip olduğu silahların kalitesi, ele geçirdiği maddi
kaynağın miktarının büyük olması, Rakka örneğinde
olduğu gibi önemli petrol kaynaklarını ele geçirmesi,
Suriye gibi kendisine kolayca lojistik sağlayabileceği
bir alana sahip olmasından dolayı IŞİD diğer grupların önüne geçmiştir. Bugün itibariyle, IŞİD Irak’ta
Maliki karşıtı Sünni grupların desteğini de arkasına alarak Irak’ın büyük bir bölümünü etkisi altına
almış bulunmaktadır. Fakat ortak düşman/hedef
Maliki’ye karşı IŞİD Sünni gruplarla birlikte hareket
etse de yakın gelecekte IŞİD ile Sünni gruplar arasında çatışma yaşanması kuvvetle muhtemel gözükmektedir.
AĞUSTOS 2014
43
Sünni Araplar, artık Kürtlerin sahip olduğu gibi silahlı
bir güce de sahip olarak Sünnilerin ağırlıkta olduğu bölgelerde kendi yönetimlerini talep edecekleri anlaşılmaktadır. Bunun için, Şii ağırlıklı Merkezi
Irak Güçlerinin tüm bu yaşananlardan sonra Sünni
Arap bölgelerinde tekrar konuşlanmaları kolay kolay
mümkün olmayacaktır.
IŞİD Operasyonları Sonrası
Irak’ta Son Durum
Irak artık IŞİD’in operasyonları öncesindeki Irak
değildir. Son gelişmelerden en karlı çıkanın Bölgesel Kürt Yönetimi olduğu anlaşılmaktadır. Erbil’le
Bağdat arasındaki temel anlaşmazlık konularının
başında gelen başta Kerkük olmak üzere tartışmalı
bölgeler sorunu en azından Bölgesel Kürt Yönetimi
açısından fiili olarak bitmiş gözükmektedir. Çünkü Peşmerge, IŞİD’in neden olduğu kargaşadan
faydalanarak tartışmalı bölgeleri kontrolü altına almış bulunmaktadır. Bir anlamda, bugüne kadar
Bağdat’la görüşmeler yoluyla elde edemediği yerleri IŞİD sayesinde ele geçirmiş bulunmaktadır.
2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Şii ağırlıklı
yönetimlerin kurulmasıyla Irak’ta dışlanan/suçlanan/
baskı altında tutulmaya çalışılan Sünniler, IŞİD’in
operasyonları sonrası Maliki’ye bağlı güçleri Sünni
ağırlıklı bölgelerden uzaklaştırdılar. Şuan itibariyle
Maliki’ye bağlı güçlerin etkisini/baskısını ötelemiş
durumdalar. Fakat Sünni bölgelerde kısa zamanda
istikrarın Bölgesel Kürt Yönetiminde olduğu gibi olmasını beklemek aşırı iyimserlik olacaktır.
ABD işgaliyle birlikte Irak’ta yönetimin en güçlü
unsuru olan Şiilerin, IŞİD operasyonları sonrası en
azından bugün itibariyle ciddi güç kaybına uğradıkları rahatlıkla söylenebilir. Çünkü gelinen nokta itiba-
44
AĞUSTOS 2014
riyle, Şii ağırlıklı Bağdat yönetimi Kürtlerin ve Sünnilerin ağırlıklı olduğu bölgelerde neredeyse otoritesini
tamamen kaybetmiş durumdadır.
Irak’taki son durumdan en zararlı çıkanların ise
Türkmenler olduğu görülmektedir. Hem coğrafi dağılmışlık hem de mezhebi farklılık Türkmenlerin birlik
kuramamalarına neden olmaktadır.
2005 yılından beri Irak’ta başbakanlık koltuğunda
oturan Nuri el Maliki’nin Irak’ta hala başbakan olarak kalması ilgili tarafların/grupların açıklamalarından
da anlaşıldığı üzere, en azından Irak’ın bütünlüğünü
koruması açısından çok zor, hatta imkânsız gözükmektedir. Kürtlerin ve Sünni Arapların Maliki karşıtlığının yanında bazı Şii gruplar da Maliki’yi başbakan
olarak görmek istememektedirler. 30 Nisan 2014
tarihinde yapılan Parlamento seçimlerinin üzerinden
üç ay gibi kısa bir zaman geçmesine rağmen hala
bir hükümet profili belirlenememiştir. IŞİD’in operasyonlarından sonra, Irak’taki siyasi durum daha
da karmaşık bir hal almıştır. Ülkenin bütünlüğünü
korumak hükümet kurmaktan daha öncelikli hale
gelmiştir. Belki de, ülkenin bütünlüğünün korunmasının ilk adımı tüm tarafların razı olacağı bir hükümetin kurulması olacaktır.
ABD işgaliyle birlikte
Irak’ta yönetimin en güçlü
unsuru olan Şiilerin, IŞİD
operasyonları sonrası en
azından bugün itibariyle
ciddi güç kaybına uğradıkları
rahatlıkla söylenebilir. Çünkü
gelinen nokta itibariyle, Şii
ağırlıklı Bağdat yönetimi
Kürtlerin ve Sünnilerin
ağırlıklı olduğu bölgelerde
neredeyse otoritesini tamamen
kaybetmiş durumdadır.
Fakat şu bir gerçektir; Irak’taki son yaşananlar ve
tarafların siyasi yaklaşımları göz önüne alındığında,
ayrıca bölgenin siyasi bir türbülans içinde olduğu
düşünüldüğünde Irak’ta işleyen/sürdürülebilir bir siyasi yapının kurulması Nobel ödülünü hak eden bir
durum olacaktır.
Irak’ın Geleceği
Maalesef, Irak iki ay öncesine göre daha karışık durumdadır. Yakın gelecekte de siyasi istikrarın kolay
kolay sağlanamayacağı anlaşılmaktadır. Her geçen
gün Irak’ı oluşturan temel grupların (Şiiler, Sünniler,
Kürtler, Türkmenler) ortak bir gelecek tasavvurundan uzaklaştıkları görülmektedir. Söz konusu gruplar kendi isteklerinden daha çok bölgesel ve küresel
konjonktürün dayatması sonucu bir arada yaşamaya devam etmektedirler. Bugün itibariyle, Erbil
neredeyse Bağdat’tan kopmuş durumdadır. Nitekim Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani
bağımsızlık referandumuna gideceklerini açılayarak
Bağdat’tan duygusal kopuşun işaretini en net biçimde ortaya koymuştur. Kürtler en iyimser tabirle
Irak’ın bütünlüğünü ancak son dönemde elde ettiklerini koruyarak savunacaklardır. Sünni Arapların
hem Maliki/Merkezi Irak Güçleriyle hem de bugün
ortaklık kurdukları IŞİD’le mücadele etmek durumunda kalacakları anlaşılmaktadır.
AĞUSTOS 2014
45
DIŞ POLİTİKA
IRAK TÜRKİYE
Prof. Dr. İbrahim KAYA*
Akademisyen
23
Mayıs 2014’de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) kendi bölgesinde üretilen ve Ceyhan limanına pompalanan ham petrolün ilk satışının gerçekleştirildiğini duyurdu. KBY açıklamasına
göre petrolün Ceyhan’a ulaştırılması KBY denetimi
altındaki coğrafyada inşa edilen yeni bir boru hattı
aracılığıyla gerçekleştirildi ve bir milyon varilllik kapasiteye sahip bir tanker Ceyhan’dan ayrıldı. Ayrıca petrol gelirinin Halkbank nezdinde açılacak bir
hesaba yatırılacağı ve Irak Anayasasınca öngörülen
paylaşım ve dağıtım esasına göre değerlendirileceği
açıklamada yer aldı.
Bu açıklamanın hemen akabinde Irak Federal Hükümeti, Türkiye devleti ve BOTAŞ aleyhine merkezi
Paris’te bulunan Uluslararası Ticaret Odası (UTO)
tahkimine başvuruda bulunarak Türkiye’nin 1973
yılında kendisiyle imzalamış bulunduğu uluslararası
antlaşmaya aykırı davrandığını iddia etti. UTO tahkiminin yaklaşık bir buçuk yıl süreceği tahmin olunabilir. UTO tahkimine devletlerin başka devletler
aleyhine başvurması istisnai bir durumdur. Genellikle şirketler devletler aleyhine başvuruda bulunur.
Bu olayda Irak aynı zamanda özel hukuk kurallarına
tabi BOTAŞ aleyhine de başvuruda bulunmuştur.
Uyuşmazlığa konu olan 1973 Antlaşması, Irak ile
Türkiye arasında imzalanmış bulunan bir uluslararası antlaşmadır. Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi uyarınca antlaşmalar devletler arasında akd
olunur ve uluslararası hukuka tabidir. 1973 Antlaşması bilahare müteaddit defalar tadil olunmuş bulunup en son önemli değişiklikler 2010 yılında gerçekleşmiştir.
1973 Antlaşması Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının kurulması ve işletilmesiyle ilgilidir. Antlaşmanın
birinci maddesine göre taraflar Kerkük ve Ceyhan
arasında bir ham petrol boru hattı inşaasını, bakımını, işletmesini ve finansmanını yükümlenmişlerdir.
Boru hattının inşaası halihazırda tamamlandığı için
2010 değişikliği ile inşaa yükümlülüğü çıkarılmış
diğer yükümlülükler muhafaza edilmiştir. Her iki
devlet de boru hattının inşaasının tamamlanması
ile hattın kendi ülkelerinde kalan kısmının sahipliğini
kazanmışlardır.
1973 Antlaşmasının Türk tarafına yüklediği en
önemli yükümlülük hattın Irak’tan gelecek ham petrollerin nakliye ve yüklenmesine tahsis edilmesidir.
46
AĞUSTOS 2014
AĞUSTOS 2014
47
Bakanlığı’nı haksız buldu. Federal Petrol Bakanlığı KBY’nin
kendi onayını almadan petrol
sevkiyatında ve satışında bulunmasının Irak anayasasına aykırı
olduğunu savunarak KBY’nin
bu fiilleri hususunda men kararı almasını Federal anayasa
Mahkemesi’nden talep etmişti.
Federal Mahkeme oybirliği ile
böyle bir karar almaktan kaçındı. KBY, mahkemenin bu yaklaşımını kendisinin tek başına
petrol satma hakkı olduğu biçiminde yorumlamaktadır.
Tahkm sürecnde dkkat edlmes
gereken çok öneml br konu bu meselenn
sadece olağan br tcar tahkm davası olarak
görülmemes gerektğdr. Ntekm k devlet
arasındak antlaşmadan kaynaklanan bu
tahkm, uluslararası hukuku doğrudan
lglendrmektedr ve şrketler arasındak
ya da br yatırımcı şrket le br devlet
arasındak uyuşmazlıktan çok öneml
farklılıklar göstermektedr.
Karşılığında Irak devleti Türkiye’ye nakliye ve yükleme ücreti ödeyecektir. Bununla beraber Türkiye’nin
altına girdiği yükümlülük mutlak bir yükümlülük değildir. Projede atıl kapasite olması halinde, diğer bir
deyişle Irak öngörülen kapasiteyi dolduracak kadar
petrol gönderemediği durumda, Türkiye ve Irak bir
araya gelerek Türkiye’den hatta petrol verme konusunu görüşeceklerdir. 2010 yılında yapılan değişiklikle Türkiye’den hatta petrol yükleyebilme alternatifi
bu antlaşmaya taraf olmayan üçüncü taraflara BOTAŞ tarafından nakil ve yükleme hizmeti verebilme
şeklinde değiştirilerek kapsam genişletilmiştir. Antlaşma metninden anlaşıldığı kadarıyla üçüncü tarafın bağımsız bir devlet olma şartı bulunmamaktadır.
48
AĞUSTOS 2014
Irak’taki petrollerin bulunması, çıkarılması ve pazarlanması konusu Federal (Merkezi) Irak Hükümeti ile
KBY arasında uzun süredir ihtilaf konusu olmuştur.
Konu esasen Irak’ın iç hukukunu ilgilendirse de
uluslararası hukuk boyutu da bulunmaktadır. Nitekim KBY 2008 yılında önemli bir uluslararası hukuk
uzmanı olan James Crawford’dan hukuki bir mütalaa almış ve bunu internet sitesinden duyurmuştur.
Böylelikle uluslararası yatırımcılara güvence vermeye çalışılmıştır.
Hukuki mütalaada, çok kısaca belirtmek gerekirse,
sadece mevcut (halihazırda) petrol üretimi yapılan
alanlar için Irak Federal Devleti’nin yetkisi tanınmakta Anayasanın kabulünden sonra petrol üretimine
başlanacak alanlar için ise Federal Devletin değil
yerel ve bölgesel yönetimlerin yetkili olacağı belirtilmekteydi. KBY sınırları içindeki alanlarda petrol
üretimi bu kapsamda Federal Hükümetin yetki alanı
dışında kalmaktaydı.
Irak Federal Anayasa Mahkemesi de 23 Haziran
2014’de vermiş olduğu kararında Irak Federal Petrol
Kerkük-Ceyhan boru hattı 970
km uzunluğa sahip olup Irak’ın
petrol ihracında kullandığı en
uzun boru hattıdır. Hattan
petrol akışı Irak savaşları ve
Irak’taki iç huzursuzluklar sebebiyle uzun müddet kesintiye
uğramıştır. 2013 yılında KBY,
Tak Tak bölgesinden Türkiye
sınırına uzanan bir petrol boru
hattının inşaasını tamamlamış
ve bu Türkiye sınırında Kerkük-Ceyhan hattına
bağlanmıştır. KBY petrol ihracatını Türkiye ile imzalamış bulunduğu anlaşmalar uyarınca bu hattan
gerçekleştirmektedir.
Merkezi Irak Hükümetinin itirazı Irak iç hukuku ve
1973 Antlaşmasına göre KBY’nin kendi onayını,
Irak Petrol Bakanlığı aracılığıyla, almadan petrol
nakliye ve yüklemesinin gerçekleştirilerek satışının
yapılamayacağı yönündedir. Oysaki yukarıda zikredildiği şekilde gerek Prof. Crawford’un görüşü
gerekse Irak Anayasa Mahkemesi’nin kararı bunun
aksi yönündedir.
Türkiye ile Irak arasında tahkime konu uyuşmazlık
petrol boru hattının antlaşmaya aykırı olarak kullandırılmasıdır.
Her şeyden önce işaret edilmelidir ki uluslararası
antlaşma akdetme yetkisi iç hukuklarla ilgilidir. Federal devletleri oluşturan birimler (federe devletler,
eyaletler) ile başka devletlerin antlaşma imzalayabilmesi önünde hukuksal bir engel bulunmamaktadır. Nitekim Türkiye daha önce de Kanada federal
devletinin bir üyesi olan Quebec ile sosyal güvenlik
antlaşması imzalamıştır. KBY’nin böyle bir yetkiye
sahip olup olmadığı Irak’ın iç işi olup Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmez. Türkiye iyi niyetli olarak KBY ile
anlaşmalar imzalamakta ve yükümlülüklerini yerine
getirmektedir.
Türkiye, petrol boru hattı inşa edildiğinden beri birçok kez ve önemli sürelerle petrol akışı Irak tarafından kesildiği için önemli zarara uğramıştır. Son
zamanlarda önemli petrol bölgelerinin kontrolünün
Irak merkezi devletinden çıkması sebebiyle de benzer bir durum söz konusudur. KBY tamamen kendi
bölgesinde bir petrol boru hattı inşaa ederek bunu
Türkiye sınırında sisteme bağlamış ve bu vesileyle
Türkiye’nin kayıpları kısmi de olsa telafi edilmeye
başlanmıştır.
1973 Antlaşması uyarınca merkezi Irak Hükümeti’nin
bir zararı söz konusu değildir. Nitekim Türkiye antlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerine riayet etmekte ve hat atıl kaldığı, yani Irak merkezi hükümeti
petrol veremediği için, KBY petrollerinin nakliye ve
AĞUSTOS 2014
49
DIŞ POLİTİKA
yüklenmesine müsaade etmektedir. KBY dışında
hattın başka TPAO gibi şirketler ve devletler de
dâhil olmak üzere üçüncü taraflarca kullanılabilmesi
mümkündür. BOTAŞ’ın bu hizmeti sunmadan önce
Irak ve Türkiye taraflarının görüşmelerde bulunması
antlaşmadan kaynaklanan bir zorunluluk olsa da,
bu görüşmelerden mutabakat çıkması şart koşulmamıştır. Nitekim aksini düşünmek taraflara, burada Irak tarafı, veto yetkisi vermek anlamına gelecek
ve onun rızasını almadan hattın atıl kalması pahasına Türkiye tarafı zarara uğrayabilecektir. Uluslararası hukuktaki müzakere yükümlülüğü iyi niyetle
anlamlı görüşmelerde bulunmaktan ibarettir. Türk
tarafı tahkim aşamasında bu yükümlülüğü karşıladığını göstermek durumundadır.
Hem Türkiye hem de KBY hattan akıtılan petrolün
mülkiyetinin bir bütün olarak Irak devletine ait olduğunu da kabul etmektedir. Bu amaçla açılan banka
hesabında toplanan gelirler Irak anayasasının öngördüğü şekilde bölüştürülmekte ve KBY sadece
kendi hissesine düşen payı alabilmektedir.
1973 Antlaşması uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak
tahkimi öngörmüştür. Antlaşmanın ilk halinde tarafların belirleyecekleri birer hakem ve onların seçeceği diğer bir hakemden oluşan üçlü bir hakem heyeti
öngörülmüştü. Uygulanacak hukuk açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen uyuşmazlığın uluslararası
hukuk kurallarına ve antlaşma hükümlerine göre
çözülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. 2010 değişikliği ile üçlü hakem heyetinin teşkili muhafaza edilmekte ancak uyuşmazlık çözümü mekanizmasının
UTO tahkim kurallarına göre olacağı ifade edilmektedir. Ayrıca değişikliğe göre tahkim Paris’te gerçekleşecek ve uygulanacak hukuk Fransız hukuku
olacaktır.
50
AĞUSTOS 2014
UTO tahkim kuralları usul kurallarından ibarettir ve
uyuşmazlığın hızlı ve ucuz çözümü hedeflenmektedir. Uygulanacak hukukun Fransız hukuku olarak
saptanmasının altında bu ülke hukukunun Türkiye
için daha avantajlı bir konum belirlediği tahmin olunabilir. Aksi takdirde değişiklik anlaşmasının kaleme alınması anlamlı olmayacaktır. Bununla birlikte
Fransız hukukunun uygulanacak hukuk olarak belirlenmesi uluslararası hukukun uygulanmasını da
dışlamamaktadır. Nitekim uluslararası antlaşmalar
uluslararası hukuka tabidir. Özellikle antlaşmanın
geçerliliği ve yorumlanması uluslararası hukuka
göre belirlenecektir.
Hakem heyetinin vereceği karar ne olursa olsun
bunun uygulanması da ayrı bir sorun teşkil edecektir. UTO tahkim kararlarının uygulanması 1958 tarihli New York Konvansiyonu uyarınca olmaktadır.
Taraflar, burada haksız bulunması halinde muhtemelen Türk tarafı, uygulanacak hukuk olan Fransız
hukukuna göre bu antlaşmanın tahkime elverişli olmadığını, uyuşmazlığın konusunun tahkime elverişli
olmadığını ve tahkim kararının uygulanması halinde
“kamu düzenine” aykırı olacağını ileri sürebilecektir.
Burada iç hukuk mahkemelerine de müracaat söz
konusu olabilecektir.
Tahkim sürecinde dikkat edilmesi gereken çok
önemli bir konu bu meselenin sadece olağan bir ticari tahkim davası olarak görülmemesi gerektiğidir.
Nitekim iki devlet arasındaki antlaşmadan kaynaklanan bu tahkim, uluslararası hukuku doğrudan ilgilendirmektedir ve şirketler arasındaki ya da bir yatırımcı şirket ile bir devlet arasındaki uyuşmazlıktan
çok önemli farklılıklar göstermektedir. Bu gerçeğin
farkında olarak KBY önemli bir uluslararası hukukçuya başvurmayı ihmal etmemiştir.
Diğer önemli bir husus da Irak iç hukukunun KBY ile
Irak Federal Hükümetine verdiği yetkilerin netleştirilmesidir. Her ne kadar uluslararası hukuk ve Fransız
hukuku burada çok önemli olsa da sonuç itibarıyla Irak iç hukuku ve konunun siyasi boyutu hakem
heyetince göz ardı edilemeyecektir. Konunun siyasi
boyutu bağlamında Irak’taki güncel gelişmeler ışığında Irak’ın bütünlüğünü muhafaza edip edemeyeceği de ayrı bir değerlendirme konusu olacaktır.
* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Milletlerarası Hukuk
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
RİSK ALTINDAKİ
Dr. Dilek YİĞİT
Lübnan
Hazine Müsteşarlığı
2011
yılının Mart ayında başlayan rejim karşıtı
gösterilerin bir iç çatışmaya dönüştüğü
Suriye, mevcut durum itibarıyla Orta Doğu’nun güvenliği ve istikrarı için ciddi bir risk oluştururken, bu riskin en
fazla hissedildiği ülkelerin başında Lübnan gelmektedir.
İran ve Hzbullah’ın Surye’de
Esed yönetmnden yana
koydukları tavır, bu tavrın
temel nedennn mezhepsel
bağ olduğu anlayışıyla bölgede
Sünn-Ş ayrışmasını tetkleyen
br faktör halne gelmştr. Bu
kapsamda bölgede Sünn-Ş
ayrımı tetklenrken, Sünn ve
Ş nüfusun br arada yaşadığı
ve Esed destekçs Hzbullah’ın
öneml br güç olduğu Lübnan’da
bu ayrışmanın daha da
netleşmes ve Surye’dek ç
çatışmanın Lübnan’a yansıyarak
Lübnan’ı mezhepsel br savaşa
sürüklemes rsk, özellkle Surye
sorunu çözülmedğ sürece,
artarak büyümektedr.
Suriye’de devam eden, iç aktörlerin yanı sıra bölgesel ve küresel aktörlerin de sonlandırılması yönünde
güçlü bir irade sergileyemediği iç çatışmanın, Lübnan
açısından büyük bir risk oluşturmasının başlıca nedenleri, öncelikli olarak Lübnan’ın hassas iç koşullarında
ve bölgedeki güç mücadelesi içindeki konumunda
aranmalıdır. Bir başka deyişle, Orta Doğu’da Suriye’ye
komşu tüm ülkeler için geçerli olan Suriye kaynaklı
riskler, Lübnan’ın iç siyasi koşulları ışığında ve ülkenin
bölgesel güçlerin rekabet sahnesi olagelmesi nedeniyle
Lübnan için daha da büyümekte ve ülkenin geleceğini
tehdit etmektedir.
Bilindiği gibi, 1950’li yılların başlarından itibaren,
Lübnan’da resmi nüfus sayımı yapılmadığından kesin
olarak bilinmemekle birlikte, toplam nüfusun %30’undan fazlasını oluşturduğu tahmin edilen Şii nüfus siyasi
olarak aktif olup, siyasi hayata, Suriye Sosyal Milliyetçi
Parti (Syrian Social Nationalist Party), Lübnan Komünist Partisi (Lebanese Communist Party) ve Baas’ın
grupları gibi seküler ve sol eğilimli partiler ve gruplar
kanalıyla iştirak etmiştir. Çeşitli partiler kanalıyla siyasete katılan ve Arap dünyasında Sünni nüfusun sayısal olarak Şii nüfustan fazla olması sebebiyle Arap
milliyetçiliğine mesafeli duruş sergileyen Şii nüfusun
yanı sıra bölge ülkeleri açısından da çok önemli olan
bir gelişme, 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi
esnasında İran’ın da desteği ile militanları İran Devrim
AĞUSTOS 2014
51
Muhafızları tarafından eğitilen Hizbullah’ın kurulmuş olmasıdır. Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden daha
güçlü ve daha donanımlı olan Hizbullah’ın Lübnan
iç siyaseti açısından önemi Lübnan’ın en kuvvetli
askeri ve siyasi gücü haline dönüşmüş olmasıdır.
Öyle ki, Lübnan’da Şii olmayan liderler bile, siyasi
mevcudiyetlerinin devamı adına Hizbullah öncülüğündeki koalisyonlara katılma eğilimi göstermektedir.1 Bu durum iç siyasette Hizbullah’ı zayıflatmak yerine, bilakis daha da güçlendirmektedir.
Hizbullah’ın Orta Doğu açısından önemi ise, başta
İran ve Suriye’den aldığı desteğe bağlı olarak, İran
ve Suriye yönetiminin çıkarlarına hizmet eden araç
niteliğinde olmasıdır. Bu hususu biraz açalım; Orta
Doğu’da pro-aktif bir dış politika sergileyerek bölgesel süper güç olma iddiasındaki İran, kendisini
bölgedeki Şii nüfusun koruyucusu olarak görmektedir. Dolayısıyla nerede Şii nüfus varsa, oraya karışma yetkisini kendinde gören İran’ın bu tutumu,
başta Suudi Arabistan olmak üzere Sünni yönetimler ile arasında gerginlik kaynağı olmaktadır. Orta
Doğu’daki Şii nüfusun koruyucusu sıfatıyla, bölge
ülkelerine yönelik politikasını Şii nüfusun varlığı ile
meşrulaştıran İran açısından Hizbullah, Lübnan’da
İran’ın ideolojisinin ve siyasi gündeminin uygulayıcısıdır. Akademisyenlerin ve politika uygulayıcılarının altını çizdiği gibi İran’ın askeri ve mali desteği
olmaksızın Hizbullah’ın Lübnan’da bu denli güçlenmesi ihtimal dışıdır. Bu durumda, Hizbullah İran’ın
çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe, İran tarafından
destek görmeye ve hem Lübnan iç siyasetinde etkiTÜRKİYE
SURİYE
LÜBNAN
IRAK
Golan Tepeleri
FİLİSTİN
İSRAİL
MISIR
ÜRDÜN
SUUDİ ARABİSTAN
52
AĞUSTOS 2014
sini korumaya hem de İran’dan aldığı destekle Orta
Doğu’da İran’ın çıkarlarını temsil etmeye devam
edecektir. Peki İran-Hizbullah ilişkisinde Suriye’nin
yeri neresidir? Suriye’de “Şii yönetimi ifade eden”
Esed yönetimi, Orta Doğu’da İran’ın tek Arap müttefiki konumundadır ve İran-Hizbullah arasındaki
koridor konumuyla İran-Suriye-Hizbullah ayağının
bir parçasını teşkil etmektedir. Şam ve Tahran’nın
nazarında, İran-Suriye-Hizbullah ekseni, Batı ve
Batı müttefiklerine karşı “direnç ekseni” oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Suriye’de Esed yönetiminin
devrilmesi, İran-Hizbullah arasındaki koridorun çökecek olması ve dolayısıyla Hizbullah’ın zayıflayacak
olması nedeniyle hem İran hem Hizbullah açısından
“direnç eksenini”nin kırılması olacağından, İran ve
Hizbullah Suriye iç çatışmasında ağırlıklarını Esed
yönetiminden yana koymuşlardır. Lübnan hükümeti
Suriye sorununda tarafsız kalacağını açıklamış olmasına rağmen2, Suriye’ye Esed’e destek amacıyla
binlerce savaşçı gönderen Hizbullah’ın Genel Sekreteri Nasrallah, Suriye’de açıkça savaş ilan ederken, takipçilerini “Suriye’nin ABD, İsrail ve radikal
Sünnilerin eline düşmesine izin vermemeye” davet
etmiş ve Suriye’de savaşmak için nedenleri olduğu
müddetçe Suriye’de olacaklarının altını çizmiştir.3
Hizbullah, İran ile bağlantısında Esed yönetimine
muhtaç olduğu müddetçe de, Suriye’de savaşmak için nedenleri mevcudiyetini koruyacaktır. Yani
Hizbullah’ı, günümüz koşullarında Suriye sorunundan izole etmek mümkün görünmemektedir. Diğer
taraftan kendisini Filistin meselesinin savunucusu
ve İsrail’in en büyük düşmanı olarak tanımlayan
Hizbullah, Esed’e verdiği desteği, Filistin meselesi
ile de bağlantılamak suretiyle meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu kapsamdaki argümanı, Suriye’deki
rejimin korunmasının, Filistinlilerin haklarının korunmasının önkoşulu olduğu yönündedir.4
Ancak İran ve Hizbullah’ın Suriye’de Esed yönetiminden yana koydukları tavır, bu tavrın temel nedeninin mezhepsel bağ olduğu anlayışıyla bölgede
Sünni-Şii ayrışmasını tetikleyen bir faktör haline gelmiştir. Bu kapsamda bölgede Sünni-Şii ayrımı tetiklenirken, Sünni ve Şii nüfusun bir arada yaşadığı ve
Esed destekçisi Hizbullah’ın önemli bir güç olduğu Lübnan’da bu ayrışmanın daha da netleşmesi
ve Suriye’deki iç çatışmanın Lübnan’a yansıyarak
Lübnan’ı mezhepsel bir savaşa sürüklemesi riski,
özellikle Suriye sorunu çözülmediği sürece, artarak
Lübnan çn Surye kaynaklı
rsklern, hem Lübnan’ın mevcut
ekonomk koşulları hem de
Surye’den Lübnan’a yönelk
ktlesel göçler nedenyle ekonomk
boyutu bulunmaktadır. Lübnan
ekonomsnn büyüme hızı 2009
yılından tbaren düşmektedr.
Öyle k 2009 yılında % 10.3 olan
büyüme oranı 2013 yılında %
0.9’a gerlemştr. Dğer taraftan
hükümet harcamaları artarken,
kamu gelrlernn hızla azaldığı
gözlemlenmekte, enflasyon oranı
da artmaktadır.
büyümektedir. Öyle ki Lübnan iç siyasetinde Hizbullah yanlısı-karşıtı ayrım, Esed yanlısı-karşıtı ayrım
ile pekiştirilmiş, Sünni ve Şiiler arasında çatışmalar
başlamış, Beyrut ve Bekaa Vadisi’nde Hizbullah
merkezleri bombalamaların hedefi olmuştur. Bu çatışmaların ve şiddet ortamının gölgesinde, iç siyasette Hizbullah’ın ağırlığı da dikkate alınırsa, Lübnan
iç siyasetinden izole edildiğini düşünen ve Lübnan
devlet kurumlarına güvenini yitiren Sünnilerin radikalleşme riski, mevcut ortamda daha da büyümektedir. Üstelik Lübnan içinde Sünni-Şii çatışmalarının yoğunlaşmasına ilaveten Suriye’den Lübnan’a
geçiş yapan muhalifler de Lübnan içinde Hizbullah
ile çatışmaktadır. Suriyeli muhaliflerin, Hizbullah
Esed’e destek verdiği müddetçe Lübnan içinde
saldırılarına devam edeceklerine yönelik haberler5,
Lübnan’da şiddetin tırmanma ihtimalinin ne kadar
yüksek olduğuna işaret etmektedir. Netice itibariyle,
Suriye’deki çatışma ortamının sürmesine eşlik eden
Lübnan’daki Sünnilerin ve Şiilerin karşılıklı şekilde
tırmanan radikalleşme sürecinin, Lübnan’ın ve dolayısıyla bölgenin istikrarını daha da bozacağı şüphe
götürmemektedir.
Ayrıca Lübnan için Suriye kaynaklı risklerin, hem
Lübnan’ın mevcut ekonomik koşulları hem de
Suriye’den Lübnan’a yönelik kitlesel göçler nedeniyle ekonomik boyutu bulunmaktadır. Lübnan ekonomisinin büyüme hızı 2009 yılından itibaren düşmektedir. Öyle ki 2009 yılında % 10.3 olan büyüme
oranı 2013 yılında % 0.9’a gerilemiştir. Diğer taraf-
tan hükümet harcamaları artarken, kamu gelirlerinin
hızla azaldığı gözlemlenmekte, enflasyon oranı da
artmaktadır. Zaten sıkıntılı bir dönem içinde olan
Lübnan ekonomisi, Suriye’deki iç çatışma nedeniyle başlıca üç açıdan darbe yemiştir; birincisi turizm
gelirleri azalmıştır; ikincisi Lübnan’a yönelik yabancı
yatırımlar kesilmiştir; üçüncüsü mal ve hizmet ticareti azalmıştır. Ekonomi bu halde iken, Lübnan’ın en
fazla sayıda Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapan
ülke olması, beraberinde artan fakirliği ve sosyoekonomik problemleri getirmiştir. Lübnan’da ulusal
yoksulluk oranı % 28 iken, Suriyeli mültecilerin yerleştiği bölgelerde bu oran % 53’e kadar yükselmiştir.6 Diğer taraftan işsizlik oranının % 11 civarında
seyrettiği Lübnan’da, Suriyeli mültecilerin yarattığı
ucuz işgücü arzı, işgücü piyasasında Lübnanlılar ile
Suriyeliler arasında rekabet yarattığından ve Lübnanlıları işgücü piyasasının dışına ittiğinden, sosyoekonomik bir problem haline gelmiş ve Lübnanlılar
ile Suriyeliler arasında gerilimi artırmıştır. Dolayısıyla
Suriyeli mülteciler meselesi -günde ortalama olarak
2.500 Suriyeli Lübnan’a geçiş yapmaktadır-7 Lübnan açısından ekonomik ve siyasi olarak taşınamayacak bir yük haline gelmektedir.
Kısaca Suriye sorunu çözüme kavuşturulmadığı
müddetçe, mevcut ulusal ekonomik sorunlar ve
iç ve dış politikadaki koşullar ışığında, Lübnan’da
zaten hassas olan dengeler sarsılmakta ve Lübnan geçmişte de tecrübe etmiş olduğu mezhepsel
çatışmaya doğru sürüklenmektedir. Bu durumun,
taşıdığı riskler açısından sadece Lübnan’ın sorunu
olmadığı, bölgesel bir tehdit oluşturduğu açıktır.
Makalede ifade edilen görüşler yazarın değerlendirmeleri
olup, görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
Ahmad K Majidyar, Is deepening Shi’ite-Sunni Tension
Plunging lebanon into a Civil War?, AEI, March 2014
Ed Blanche, Lebanon on the Edge, TheMiddleEast, Issue 453, April 2014
Ahmad K Majidyar, Is deepening
Amal Saad-Ghorayeb, Why Hezbollah Supports the Assad Regime, alakhbarenglish, 5 November 2011
Syria rebels battle Hezbollah in Lebanon,
http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2013/06/201362124623327523.html, 3 June 2013
Melani Cammett, The Syrian Conflict’s Impact on Lebanese Politics, Peacebrief 158, 18 November 2013
Figures for population breakdown as of 02/19/2013
from UNHCR Syria Regional Refugee Response
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php
AĞUSTOS 2014
53
DIŞ POLİTİKA
İslam dünyası için ilk günkü tazeliğini koruyarak hiç
unutulmamış. Seçilmiş travma niteliğiyle de kendine
güç veren Srebrenitsa ruhu, bugün bakıldığında hem
Balkanlardaki Müslüman kimliğinin önemli bir taşıyıcısı hem Batı çifte standart siyasetinin bugüne uzanan bir sembolü hem de uluslararası adaletsizliklere
çözüm geliştirme çabalarının vazgeçilmez referans
noktasını temsil ediyor.
Srebrenitsa’ya Giden Yol
BALKANLARIN GAZZE'Sİ
Srebrentsa'yı
Yenden Düşünmek
Hayati ÜNLÜ
SDE Asistanı
İ
srail’in, Gazze’ye uyguladığı büyük vahşete şahit
olduğumuz bugünlerde, benzer şekilde içimizi
yaralayan 1995 yılında Sırpların Srebrenitsa şehrindeki Müslümanları katletme girişimini hatırlamak
ve yeniden düşünmek, gerek İslam dünyası gerekse de tüm uluslararası toplumun muhasebe ihtiyacı
açısından son derece faydalı olabilir. Bugün nasıl
tüm vicdan sahipleri Gazze’deki katliamlara karşı
takınılan uluslararası tavrın yetersizliğinden yakını-
54
AĞUSTOS 2014
yorsa, aslında Srebrenitsa da Balkanların Gazze’si
olarak katliamın gerçekleştiği andan bugüne kadar
Batı dünyası için hem bir utanç günü hem de adaletsizliğin sembolü olarak anılmaya devam ediyor.
İşte böylesine büyük bir insanlık dramına karşılık gelen Srebrenitsa Katliamı, geçtiğimiz ay başta Bosna
olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde düzenlenen
anma törenleriyle yâd edildi. 8 bin Bosnalının sırf
Müslüman oldukları için kısa sürede katledilmesi tüm
Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Sırp milliyetçiliği öncülüğünde Sırpların “Büyük Sırbistan” ideali uğruna gerçekleştirdikleri katliamlardan sonra,
bölgeye müdahale etme konusunda çok da istekli
görünmeyen Birleşmiş Milletler, yükselen uluslararası baskılar sonucunda zoraki bir müdahalede bulunarak 6 farklı bölgeyi “güvenli bölge” ilan etmek
zorunda kalmıştı. Bu 6 bölge arasında bulunan
Srebrenitsa, Müslümanlar ve Sırplar için sahip olduğu stratejik önem ile diğer bölgelerden ayrılıyordu.
Çünkü Srebrenitsa’yı kontrol etmek, Sırp topraklarının birleşmesi ve monolitik Sırp politik bütünlüğü
anlamına geliyordu. Savaş öncesi %72,5’inin Müslüman olduğu 37 bin kişilik Srebrenitsa nüfusu, 60
bin dolaylarına yükselmiş, aynı zamanda da büyük
salgın hastalıklar baş göstererek açlık sorunuyla da
beraber bölge tam bir mülteci kampına dönmüştü.1
Daha önce Bosnalı Müslümanların kontrolünde
olan Srebrenitsa’da, Hollandalı Barış Gücü öncülüğünde bölgenin kontrol altına alındığına inanıldığı
için bölgeyi güvenlikleştirmek adına Müslümanların
silahsızlandırılması gayet normal karşılanmıştı. Ancak silahsızlandırma işlemi sona erdikten sonra bile
Bosnalı Sırp Güçlerin, Müslümanların terörist aktivitelerde bulunduğu iddiaları ve bu aktivitelerin sona
erdirilmesi gerektiği söylemleri Srabrenitsa’da yaşanacak olan katliamın habercisiydi.2 Nitekim Bosna
Sırp Güçleri Komutanı Ratko Mladiç liderliğinde
Sırplar, terörist faaliyetlere son vermek iddiasıyla
6 Temmuz 1995’te başlattıkları saldırılarda büyük
bir etnik temizlik operasyonu gerçekleştirdiler. 20
Temmuz’a gelindiğinde şehri tamamen kontrol altına alan Sırplar, Türklerden intikam alındığını rahatlıkla haykırarak kendilerine meşruluk kazandırmaya
çalışıyorlardı.
Soykırım ya da İç Savaş?
Srebrenitsa’da uygulanan sistematik şiddet ve gerçekleştirilen katliamlar her ne kadar soykırım olarak
Bugün nasıl tüm vicdan sahipleri
Gazze’deki katliamlara karşı
takınılan uluslararası tavrın
yetersizliğinden yakınıyorsa,
aslında Srebrenitsa da Balkanların
Gazze’si olarak katliamın
gerçekleştiği andan bugüne kadar
Batı dünyası için hem bir utanç
günü hem de adaletsizliğin sembolü
olarak anılmaya devam ediyor.
tanınsa da, günümüzde hala tartışılmaya devam
etmektedir. Bu doğrultuda Müslümanların ve genel
olarak uluslararası toplumun soykırım konusunda
hemfikir oldukları söylenebilecekken, bu görüşlere
alternatif bir Sırp görüşünün de olduğu ifade edilebilir. Çünkü Sırplar, büyük sahtekârlık olarak tanımladıkları Srebrenitsa katliamını, Sırp Düşmanlığı ve
Saray Bosna İslami rejiminin manipülasyonları üzerinden yorumlamaktadırlar.3 Dönemin ABD Başkanı
Bill Clinton ve Bosnalı Müslümanların Lideri Aliya
İzzetbegoviç’in icadı olarak gördükleri Srebrenitsa
mitinin, gerçek resmi asla yansıtmadığı iddiasındadırlar.4 Bu kapsamda Srebrenitsa’da yaşananları
daha çok iç savaş olarak tanımlayan Sırplar, soykırım olarak gören La Hey’i de yanlı ve başarısız olarak görmektedirler.
Sırp görüşünün karşısında yer alan bir soykırım
olarak Srebrenitsa görüşü ise hem hukuki hem
de ahlaki anlamda diğer görüşe göre kendisini daha sağlam bir zemine oturtmuştur. Çünkü
Srebrenitsa’da yaşanan olaylar, hem 1945 Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nde
tanımlanan uluslararası suçlara hem de 1948 BM
Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımına rahatlıkla
uymaktadır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan bu
yana Avrupa’nın gördüğü en büyük katliam olan
Srebrenitsa, hem La Hey Adalet Divanı tarafından
hem de Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından soykırım suçu kapsamında tanımlanmıştır. Bu durum da iç savaş iddialarının belirli
çevrelerin savunduğu yanlı bir savunma şeklinde
okunmasını güçlendirmiştir.
AĞUSTOS 2014
55
DIŞ POLİTİKA
300 sivil Boşnak’ın Sırp askerlerine teslim edilmesinden dolayı Hollanda kısmen suçlu bulundu.5 Bu
karar geç gelen adalet etkisi yaratmış olmasının yanında, hayatını kaybedenlerin 300 kişiyle sınırlı tutularak geride duran 7700 kişi için adaletin nerede
kaldığı tartışmalarını da beraberinde getirdi. Dolayısıyla Srebrenitsa konusunda adalet mücadelesi
devam edeceğe benzemektedir.
Bilanço
Uluslararası Adaletin Yetersizliği
Michael Mann “Demokrasinin Karanlık Yüzü”nde bir
itirafa girişmiş, modernleşme ve demokratikleşmesiyle övünen Batı tarihinin karanlık yüzü olarak etnik
temizliği ifşa etmişti. Öyle ki Batı tarihi hiç de sanıldığı gibi temiz değildi ve içerisinde bugün insanlık
suçu olarak okunabilecek çok sayıda hadiseyi barındırmaktaydı. Mann aslında bir yerde Batılı adaletsizliği de dile getirerek bugünkü çizgiye ulaşan
Batı’nın kendisi dışındaki dünya ile olan bu eşitsiz
ilişkisini de ortaya koymuştu. Nitekim Batı aynı istikrarsız ve çelişkilerle dolu çizgisini genelde Bosna
özelde ise Srebrenitsa olaylarında da göstermişti.
Her ne kadar acımasızca gerçekleştirilen etnik temizlik girişimleri görünürde uluslararası yargı önüne
çıkarılsa da, gerçek anlamda bir adaletin gerçekleştirildiğini söylemek neredeyse imkânsızdır. Bu
noktada adaletin Bosna’ya oldukça geç geldiği
söylenebileceği gibi, konuyla ilgili tüm sorumluların
görmezden gelinmesiyle ya da çok geç fark edilmiş
olmasıyla adaletin hala Bosna’ya tam manasıyla
uğramadığı iddia edilebilir. Uluslararası yargı organlarında Sırbistan’ın sorumluluğu sadece gerçek
kişilerin yargılanması gerekliliğinden dolayı yargıya
konu olmamış olabilir. Tüm Bosna’nın düşüşü ve
BM’nin başarısızlığından sorumlu olanların bugün
ne kadar adil bir yargılamaya tabi tutuldukları büyük
bir tartışma konusudur.
Tabi konuyla ilgili geçtiğimiz günlerde Srebrenitsa
Anneleri Derneği’nin 2007 yılında Hollanda aleyhine
açtığı davanın Lahey Bölge Mahkemesi’nde kurbanların lehine sonuçlanması da ihmal edilmemesi
gereken gelişmelerdendir. Mahkemenin vermiş olduğu kararda, Srebrenitsa’nın işgali sırasında BM
bünyesinde görev yapan Hollandalı tabura sığınan
56
AĞUSTOS 2014
Sonuç olarak Srebrenitsa’dan günümüze zamanda
yolculuk yaparak geldiğimiz zaman ortaya çıkan bilançonun hiç de iç açıcı olmadığını söylemek yanlış
olmayacaktır. Gerek Srebrenitsa’da gerçekleştirilen
katliamlar ve uluslararası toplumun sessizliği gerekse
de katliamlar sonrası adaletin bir türlü gerçek manada yerine getirilemeyişi bugün hala uluslararası
toplum vicdanında kanayan bir yara olarak yerini
korumaktadır. Bugün bölgede giderek artan kimlik
siyasetinin ve her fırsatta gerilen taraflar arası ilişkilerin bir numaralı müsebbibi de mevcut durumdan
bir adım dahi uzaklaşmak istemeyenlerin statükocu
yaklaşımlarıdır. Üzülerek görülmektedir ki bu durum
sadece Srebrenitsa için de geçerli değildir. Başta
Gazze olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında
ortaya çıkan benzer durumlar her geçen gün hem
daha fazla insanlık vicdanını yaralamakta hem de
daha fazla uluslararası adalet ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. Sonuçta gerçek anlamda bir adaletin
umutla beklendiği bugünlerde maalesef henüz adalet
sadece güçlüler için.
Dipnotlar
1
“The Srebrenica Massacre, July 11-16, 1995”, Online
Encyclopedia of Mass Violence, 7 July 2010, http://www.
massviolence.org/IMG/article_PDF/The-SrebrenicaMassacre-July-11-16-1995.pdf.
2
“The Fall of Srebrenica and the Failure of UN Peacekeeping Bosnia and Herzegovina”, Human Rights Watch,
October 1995, Volume 7, No.13, s.6-7.
3
“Sarajevo İslamic Regime’s Srebrenica Manipulations”,
De-Construct.net, 14 March 2007, http://de-construct.
net/?p=435.
4
“Srebrenica Massacre Invented by Bill Clinton and Aliya
Izetbegovic”, De-Construct.net, 12 August 2009, http://
de-construct.net/?p=7165.
5
“Hollanda, Srebrenitsa Katliamından Kısmen Sorumlu”,
BBC Türkçe, 16 Temmuz 2014, http://www.bbc.co.uk/
turkce/haberler/2014/07/140716_hollanda_srebrenitsa.
shtml.
ALMANYA İLE ABD ARASINDA
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
A
lmanya ile ABD arasında geçtiğimiz yıl yaşanan dinleme ve casusluk skandalı yeni bir
olayla yeniden gündeme geldi. Geçtiğimiz
yıl eski ajan Edward Snowden’ın Amerikan Ulusal
Güvenlik Ajansı’nın (NSA) faaliyetleriyle ilgili yaptığı
açıklamalar, dünyayı yerinden oynatmıştı. Bu sefer
31 yaşında bir Alman dış istihbarat teşkilatı (BND)
çalışanının iki taraflı olarak çalıştığı ve ABD hesabına
2013 yılındaki dinleme skandalını araştıran Meclis
Komisyonu’ndan bilgi sızdırdığı anlaşıldı ve çalışan
gözaltına alındı. 2012-2014 yılları arasında 218 sayfa dokümanı USB belleğe kaydederek Amerikan
gizli servisine ilettiğini itiraf eden istihbaratçının, bu
hizmet karşılığında 25 bin Avro gibi son derece ciddi bir ücret aldığı iddia ediliyor. Üstelik ABD’nin elde
ettiği verilerin çok önemli olmadığı ileri sürülüyor.
AĞUSTOS 2014
57
ABD ile Almanya arasındaki siyasi
işbirliğinde sorunlar var olmakla
birlikte bu güvensizliğin ekonomik
alanla ilişkilendirilmediği görülüyor.
Taraflar arasında Temmuz 2013’ten
beri yürütülen serbest ticaret
görüşmeleri devam ediyor ve bu
müzakerelerin askıya alınması
dillendirilmiyor.
Elbette bunu bilmek ve değerlendirmek mümkün
değil. Zira her şey ortaya saçıldıktan sonra kimse
devlet sırlarının karşı tarafa geçtiğini ifade etmez/
edemez. Almanya’da aynı hafta ortaya çıkan ikinci
casusluk olayının ise Alman Savunma Bakanlığı’nda
olduğu belirtildi.
2013 yılındaki skandal ilk patlak verdiğinde Alman
hükümeti düşük bir tonda ABD’ye karşı eleştirilerini
dile getirdi. Hatta Başbakanlık’taki gizli servislerden
sorumlu koordinatör Hristiyan Demokrat Ronald
Pofalla, Federal Meclis’in gizli servislerden sorumlu
ilgili komisyonunu bilgilendirdikten sonra skandalın
bittiğini açıkladı. Bu açıklamanın arkasında skandalın gerçekten bittiğine dair inançtan ziyade genel
seçim stresinin yattığı söylenebilir. Alman Şansölyesi Angela Merkel ise “Dostlar arasında birbirini dinlemek kesinlikle olamaz” diyerek ABD’ye karşı sert
bir tavır almaktan kaçındı. A. Merkel’in bu açıklamalarını ABD pek dikkate almamış görünüyor. Amerikan yönetimi bir yıllık süre içerisinde Almanya’nın
endişelerini dindirecek veya konuyla ilgili ilerleme
sağlanacak adımları atmayı reddetti. Almanya tarafından ABD’ye gönderilen mektuplar ve soru katalogları yanıtsız kaldı. ABD ve Almanya arasındaki
casusluk faaliyetlerini sonlandıracak anlaşma ise
imzalanamadı.
2014 yılının temmuz ayında ortaya çıkan casusluk
olaylarının ardından ise Almanya, CIA istasyon şefini sınır dışı etme kararı aldı ve Başbakanlık tarafından istihbarat alanındaki işbirliğinin en aza indirilmesi talimatı verdi. Bu çerçevede Alman hükümeti,
ABD’nin Berlin Büyükelçiliği’nde bulunan ve ABD
gizli servislerinin en üst düzey yetkilisinden ülkeyi en kısa zamanda terk etmesini istedi. Hükümet
sözcüsü Steffen Seibert, kararın gerekçesini hem
NSA skandalına hem de BND’de ve Savunma
Bakanlığı‘nda ortaya çıkan iki ajana dayandırdı. Bir
başka deyişle Almanya, CIA’nın Almanya’daki en
58
AĞUSTOS 2014
üst düzey yöneticisinden ülkeyi terk etmesini isterken 2013 yılındaki skandalı da göz önünde bulundurdu. Buna göre Almanya’nın geçtiğimiz yıl ortaya
çıkan dinleme skandalı olayında verdiği zayıf tepkiyi
telafi etmeye çalıştığı görülüyor. Almanya bu yılki
casusluk olaylarında geçtiğimiz yıldan farklı olarak
hızlıca skandalın bittiğini açıklamak yerine Başbakanlığa bağlı Devlet Bakanı Peter Altmaier aracılığıyla henüz tehlikenin geçmediğini belirtti. Bu noktada
Almanya’nın, geçtiğimiz yılki seçim atmosferini geride bıraktığı ve politika değişikliğine gittiği görülüyor.
Hükümetin bu değişikliğe gitmesinde ayrıca Alman
Federal Meclisi’ndeki Kontrol Komitesi’nin ve NSA
Araştırma Komisyonu’nun, farklı partilerden gelen
üyeleri arasındaki farklı görüşlere rağmen skandalın açıklığa kavuşturulması konusundaki istekliliği ve
ısrarı etkili oldu. Bunlara ek olarak halkın bu yöndeki
talebi, Alman hükümetinin politika değişikliğine gitmesini sağladı. Almanya’nın 2013 yılındaki skandala göre 2014 yılındaki skandala verdiği hızlı ve sert
tepki, ABD’nin de dikkatinden kaçmadı. Zira ABD
Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Başkanı Mike
Rogers, bu tepkinin Almanlardan değil; Ruslar,
İranlılar ya da Kuzey Korelilerden beklenebilecek bir
tavır olduğunu ifade etti ve Alman hükümetinin sınır
dışı etme tepkisini eleştirdi.
CIA yetkilisinden Almanya’yı terk etmesinin istenmesi azımsanacak bir politika tercihi değil. Devletler
sıradan olaylar karşısında bu tür yollara başvurmuyorlar. Kural olarak diplomatlar, komşu ülkelerde
dokunulmazlıktan faydalanırlar. Dolayısıyla devletlerin diplomatları sorguya çekme imkânları yoktur.
Ancak Viyana Sözleşmesi’nin diplomatik ilişkiler
konusundaki hükümlerine göre casusluk şüphesi
bulunan kişiler “istenmeyen kişi” ilan edilebilir ve bu
kişilerden ülkeyi terk etmeleri istenebilir. Örneğin
Almanya 2011 yılında Libya Büyükelçisini ve 2012
yılında da Suriye Büyükelçisini sınır dışı etmişti.
Ancak ajanlardan söz edildiğinde bu durumun ne
kadar sıklıkla yaşandığını tahmin etmek pek mümkün değil. Zira sınır dışı etme işlemi genellikle gizlilik
içerisinde ve kamuoyuyla paylaşılmadan gerçekleştirilir. Almanya’da faaliyet gösteren özellikle batılı
ajanlar, deşifre olduktan sonra hızlıca ve gizli biçimde ülkelerine geri gönderilirler. Bunun bilinen son
örneği Almanya ile ABD arasında 1997 yılında yaşanmış. Söz konusu dönemde ABD’li bir diplomat,
Ekonomi Bakanlığı’nda görevli bir memuru angaje
etmeye çalışırken tespit edilmiş ve Anayasayı Ko-
ruma Teşkilatı’nın soruşturması sonucu diplomatın
ülkeyi terk etmesi istenmiş. Her ne kadar söz konusu olay, iki ülke arasında tartışmalara yol açmış olsa
da diplomat Almanya’dan sınır dışı edilmiş.
2014 yılındaki olaylar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında
iki ülke arasında yaşanan en büyük casusluk krizi
olarak görülüyor. A. Merkel’in ABD’ye artık Soğuk
Savaş’ta olmadığımızı hatırlatması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bunlara ek olarak Almanya
Başbakanı yaptığı açıklamada ABD’yi, kaynaklarını
yanlış kullanmakla suçladı. Orta Doğu’daki sorunlar
göz önüne alındığında müttefiklere casusluk yapmanın güç israfı olduğunu savunan A. Merkel, Irak’a
ve Suriye’ye gönderme yaparak çok fazla sorun
bulunduğunu ve önemli olanlara konsantre olmak
gerektiğini belirtti. Almanya Dışişleri Bakanı FrankWalter Steinmeier ise ABD’nin, olayın aydınlatılmasını
ağırdan aldığını kaydetti ve NSA’nın Almanya’daki
faaliyetlerini aydınlatmak üzere Meclis Soruşturma
Komisyonu’nun devreye girmesinden sonra ABD’nin
hiçbir şey olmamış gibi casusluğa devam etmesini
son derece endişe verici bulduğunu söyledi.
Dinleme ve casusluk skandalının ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Almanya Dışişleri Bakanı F. W. Steinmeier, İran nükleer müzakereleri sırasında Viyana’da bir araya geldiler. ABD tarafı siyasi
işbirliği konusunu ön plana çıkardı ve iki ülkeyi “iyi
dostlar” olarak nitelendirdi. J. Kerry’nin bu açıklamalarının altında tam da ABD’nin, Almanya’nın
işbirliğinden şüphe etmesinin yattığı söylenebilir. Bunun nedeni A. Merkel’in iktidara gelmesiyle
birlikte Almanya’nın, II. Dünya Savaşı’nın ardından benimsediği dış politika anlayışının değişmesi
olarak gösterilebilir. Hatırlanacağı üzere II. Dünya
Savaşı’nın ardından Almanya, Avrupa hattında dış
politika üretmeye mecbur kalmıştı. Almanya’nın tek
başına güçlenmesi ve yükselmesi I. ve II. Dünya
Savaşları’na yol açtığı için ABD başta olmak üzere uluslararası aktörler, Almanya ile ilişkilerin işbirliği
temelinden yükselmesine karar verdiler. Benzer felaketlerin yeniden yaşanmasını önlemek üzere yeni
bir Avrupa sistemi kuruldu ve Almanya bu Avrupa
sisteminin bir parçası olarak düşünüldü. Almanya
da neden olduğu insanlık dramlarının ardından bu
rolü oynamaya bir anlamda mecbur kaldı. Ta ki
A. Merkel’in iktidara gelişine dek. Soğuk Savaş’ın
sona ermesinin ve iki Almanya’nın birleşmesinin yarattığı belirsizlikler ve sorunlar belirli ölçüde aşılmış
olduğu için A. Merkel, 2005 yılında iktidara geldiğin-
de yeni bir dış politika vizyonu belirledi. Buna göre
Almanya’nın hedefi artık Avrupa’yı aşan şekilde küresel seviyede politika üretmek olarak ortaya çıktı. Almanya’nın küresel seviyede politika üretmesi
başta ABD olmak üzere pek çok aktörü memnun
etmedi. Ancak Almanya kimi zaman kendi başına
kimi zaman da yanına Fransa’yı alarak bu rolü oynamakta ısrarcı olduğunu gösterdi. Ekonomisinin
ve sanayisinin gücüne, sanat ve kültür alanlarındaki
etkinliği eklemeyi hedefledi. Bunda başarısız olduğunu söylemek oldukça güç... 2008 yılında gerçekleşen NATO Zirvesi’nde Gürcistan’a ve Ukrayna’ya
üyelik tarihi verilmemesi, A. Merkel’in dokuz yıllık
iktidarı süresince yedinci kez Çin’i ziyaret etmesi,
geçtiğimiz günlerde Ukrayna’da meydana gelen
uçak kazasından Rusya’nın kısmen sorumlu tutulması gibi farklı gelişmeler, Almanya’nın tek başına
küresel sistemde belirleyici olma isteğinin birer yansıması olarak ortaya çıkıyor. Ayrıca casusluk skandalı basına yansıdığında A. Merkel’in Çin gezisinde
olduğu hatırlatılmalı.
ABD ile Almanya arasındaki siyasi işbirliğinde sorunlar var olmakla birlikte bu güvensizliğin ekonomik
alanla ilişkilendirilmediği görülüyor. Taraflar arasında Temmuz 2013’ten beri yürütülen serbest ticaret görüşmeleri devam ediyor ve bu müzakerelerin
askıya alınması dillendirilmiyor. Bunun nedeni günümüzdeki ekonomik sistemin, ABD ile Avrupa’ya
ayrı hareket etme imkânı tanımaması olarak gösterilebilir. Bu doğrultuda taraflar arasındaki işbirliği
derin bir güvene ve yakın bir dostluğa değil; sistemden kaynaklanan yapısal endişelere dayanıyor. Bu
sistemde aktörler, bloklar halinde hareket etmeye
ve blokların işbirliği alanlarını genişletmeye zorlanıyorlar. Buna göre farklı konulardaki “güvensizlikler”
ile “müzakereler” bir arada söz konusu oluyor ve
aktörler bu süreçleri ayrı ayrı yönetmek durumunda
kalıyorlar.
Bir anlamda A. Merkel de farklı alanlardaki ilişkilerini farklı aktörlerle düzenlemeye ve geliştirmeye
çalışıyor. Ekonomik alandaki işbirliğinden hiçbir
şekilde taviz verilmeden Almanya’nın, küresel ölçekte siyaset üretebileceği alanlar genişletilmeye
çalışılıyor. Bu çabalar devam ederken bazı dostlarla
belirli çatışmaların yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu
rekabetten kimin hangi yöntemle avantajlı çıkacağı
ise uluslararası sistemin geleceğine dair ipuçları verecek. Bu sırada 2014 Dünya Kupası’nı kazanmak,
Almanya’ya bayağı moral vermiş olmalı.
AĞUSTOS 2014
59
DIŞ POLİTİKA
TÜRKİYE - ÖZBEKİSTAN
İLİŞKİLERİNİN
YENİ SAYFASI:
ANLAYIŞ VE
GELİŞTİRME
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
10-12 Temmuz 2014 tarihleri arasında
Özbekistan’a yaptığı ziyaret ikili ilişkiler açısından bir dönüm noktası olarak nitelendirilmektedir. Zira Türkiye ile Özbekistan
arasında 13 yıl aradan sonra Dışişleri Bakanları düzeyinde önemli bir temas gerçekleşmiştir. Bu ziyaretin çeşitli nedenlerden
durağan bir hal alan ikili ilişkileri yeniden
canlandırmayı ve iki ülke arasındaki diyalog ve istişare kanallarını yeniden işler hale
getirmeyi hedeflediği açıklanmıştır. Ancak
Özbekistan’ın kendine özgü politik anlayışı
ve tutumu ikili ilişkilerin gidişatını etkileyebilecektir.
Özbekistan’ın Ulusal Çıkarları ve
Politik Tutumu
Ö
zbekistan da, Kazakistan gibi Orta
Asya ülkeleri içinde ekonomik ve
askerî açıdan büyük ve önemli ülkedir. ABD’nin jeopolitik uzmanı Zbigniew
Brzezinski, Özbekistan’ı Orta Asya’da liderlik
oynamak için ilk tercih edilen ülke olarak ni-
60
AĞUSTOS 2014
Dışşler Bakanı Ahmet Davutoğlu yaptığı zyarette, “Türkye-Özbekstan lşkler
nşallah önümüzdek yıllarda örnek gösterlecek lşkler arasına grecektr” dye konuşurken,
Türkye’nn bundan sonra Özbekstan’a daha fazla önem vereceğn fade etmşt.
telemektedir (“A Geostrategy for Eurasia”, Foreign
Affairs, 1997). Büyük Orta Asya kavramını yaratan
ABD’nin Orta Asya uzmanı S. Frederick Starr de,
Özbekistan’ı Avrasya bölgesinin istikrarını etkileyen
özel bir ülke (“Making Eurasia Stable”, Foreign Affairs, 1996) olarak tanımlamaktadır. Taşkent’e de,
Orta Asya bölgesinin merkezi konumdaki geleneksel güç olarak bakmakta ve bunu gerçekleştirebilmek için çabalamaya çalışmaktadır. Tarihsel açıdan, Orta Asya’nın kalbi olan Maveraünnehir’in en
mümbit alanında konumlanan Özbekistan, bölge
medeniyetinin en yüksek seviyesini temsil etmekteydi ve dinî ve kültürel boyutuyla hâkim durumdaydı. Bugün bu tarihsel mirasın üzerinde oturan
Özbekistan bölge nüfusunun neredeyse 1/3’nü
oluşturmaktadır, esas etnik unsur olan Özbeklerin
homojenlik ve çekim kuvveti yüksektir. Özbeklerin
Afganistan dâhil bütün Orta Asya’ya yayılmış olması
onun bölgedeki jeostratejik ve jeokültürel konumunu güçlendirmektedir. Özbekistan’ın bu özel durumuna Çarlık Rusya ve özellikle Bolşevikler ile Sovyetler yönetimi tarafından önem verilmiş, bölgedeki
yönetim ve kültürel etkinlik Özbekistan üzerinden
sağlanmıştır. Aynı şekilde Özbekistan’ın bu özel
konumu, ABD, AB ve Çin gibi büyük güçler açısından Rusya’nın ve İslami güçlerin bölgeye yönelik
etki sağlamasını dengeleyebilecek potansiyel bir
güç olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla Özbekistan
büyük güçlerin potansiyel müttefik gücüdür. Fakat
Özbekistan’ın bağımsızlığından bu yana Taşkent
potansiyel gücünü değerlendirme konusunda pek
başarılı olamamış, ayrıca, diğer güçlerin ekonomik
ve askeri desteklerle Özbekistan’ın istikrarını ve dolayısıyla bölgenin istikrarını sağlama girişimleri de
sonuç vermemiştir.
Dışarıdan bakıldığında Taşkent’in otoriter yönetiminden kaynaklanan bir takım olumsuz sonuçlar
vardır. Demokrasi ve insan hakları gibi değerlerden
uzak olması ve toplumun yönetime karşı rahatsızlık duyması, toplumsal ve siyasal ortamının karmaşık olması, güvenlik alanında kırılgan olması ve en
önemlisi dış politikasının belirsiz olması uluslararası
toplumun dikkatini çektiği gibi, büyük güçlerin kendi çıkarı nedeniyle Özbekistan’a daha fazla ilgi duymasına yol açmaktadır.
İç siyaset açısından Özbekistan’a bakılacak olursa
ilk önce, 1989 yılından bu yana kendisine has bir yönetim sistemi oluşturan İslam Kerimov görülecektir.
Ancak Kazakistan’da olduğu gibi Özbekistan’da da
rejim veraset sorunu ile yüz yüzedir. Kazakistan’da
iktidarın sorunsuz bir şekilde el değiştirmesini sağlayacak siyasal rejimin parlamenter sisteme geçip
geçmemesi hususunda tartışma yapılmasına izin
veriliyor ise de, Özbekistan’da bu tür tartışmalara
bile izin verilmemektedir. Özbekistan’da bütün kararları Cumhurbaşkanı ve onun kurmayları vermektedir. Özbekistan’da seçim mekanizması henüz
mümkün görünmediği için bu durum, siyasî ve ekonomik elitler arasında oluşan dengeleri kolayca bozabilmektedir. Söz konusu belirsizlikler, İslam Kerimov sonrası elit kesim arasında bölünme ve çatışma sorunlarını beraberinde getirebilir. Dış güçler bu
fırsatları kullanarak daha fazla kargaşa yaratabilirler.
Benzer durum Kırgızistan’da yaşanmıştır.
Özbekistan yaklaşık 30 milyon nüfusa sahiptir ve
129 çeşit millet bunmaktadır: Özbekler % 80, Ruslar % 5.5, Tacikler % 5-5.5, Kazaklar % 3, Karakalpaklar % 2.5, Tatarlar % 1.5, Uygurlar % 1.7 ve diğerleri % 2.5 olarak görünmektedir. Özbekler dâhil
bu etnik kökenlerin çoğunun komşu ülkelerin ana
toplulukları ile aynı olmasının yarattığı sınır ötesi etnik sorunlar da vardır. Ayrıca, Özbekistan’ın siyasal
ve toplumsal meseleleri, ekonomik kalkınma ve istikrarın sağlanması sorunları ile birlikte, Özbekistan
İslami Hareketi, İslami Cihat Birliği ve Hizbut-Tahrir
gibi yönetim karşıtı dini örgütlerin tehditleri de dikkat
çekmektedir. Bu bağlamda Taşkent yönetimi ülkenin siyasal ve toplumsal istikrarının sağlanmasına
öncelik vermektedir.
Özbekistan’ın dış politika tutumu ve diplomasi girişimleri de dikkat çekicidir. Taşken imkân olduğu
kadar dış ortaklara karşı kendi değerini artırmaya
çalışmaktadır, bu ortaklarla olan ilişkileriyle kendi
AĞUSTOS 2014
61
konumunu güçlendirmeye gayret göstermektedir.
Ancak aynı zamanda söz konusu ortakların içişlerine karışmasından kaçınmaktadır ve manevra
alanını daima korumaya çalışmaktadır. Taşkent’in
bu tür dış politikası zaman zaman tutarsızlık olarak
değerlendirilmiştir. Bu durum, aslında Taşkent’in
Rusya, Batı ve Çin gibi büyük güçlere karşı sürdürdüğü dış politikasında şaşmaz ilkelerinin bulunduğunu göstermektedir. O da Taşkent’in kendi
eylem ve kararlarını sürdürebilmek için maksimum
özgürlüğünün korunmasıdır. Örneğin Rusya ile olan
ilişkilerinde Taşkent daha çok karşılıklı yükümlülük
ve kısıtlama sınırlarının açık olduğu ikili ilişkileri tesis
etmek istemektedir. Taşkent, Rusya’nın önderliğindeki bölgesel örgütlerde kendi çıkarları ve tutumu
ile aykırı durum yaşanan sorunlar üzerinde uzlaşmayı ya da işbirliği yapmayı bir çeşit tehdit olarak
algılamaktadır.
Taşkent, 1999 yılında Moskova’nın önderliğindeki Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) bünyesindeki Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nden
ayrılmıştı. Nedeni de söz konusu örgütün üye ülkelere askerî müdahale yapabilmesi ve bunun da
Özbekistan’ın anayasasına aykırı olmasıydı. Taş-
62
AĞUSTOS 2014
kent, bu örgüte 2006 yılında tekrar üye olurken,
28 Haziran 2012’de tekrar bu örgütten ayrılmıştır.
Aralık 2013’te Özbekistan BDT Serbest Ticaret
Bölgesi’ne üye olacağını beyan etmiştir. Özbekistan, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nden ayrılır
ayrılmaz Rusya’dan uzak ve Batılıların desteklediği
GUAM (GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma
Örgütü) örgütüne üye olmuştu. Aralık 2005’te ise
bu örgütten de ayrılmıştı. Bu gelişmeler aslında 13
Mayıs 2005’te meydana gelen Andican Olayları ile
ilgiliydi. Batılıların insan hakları ve demokrasi baskısından dolayı Taşkent yönetimi Moskova ve Pekin’e
dönüş yapmıştı. Andican Olayları sonrası, 29 Temmuz 2005’te Taşkent yönetimi ABD’nin Özbekistan’daki Karşi-Hanabad askerî üssünü altı ay içerisinde boşaltmasını istemiş ve ABD kuvvetleri bu
üsten ayrılmak zorunda kalmıştı. Özbekistan, Ekim
2005’te Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından oluşturan Avrasya Ekonomi Topluluğu’na üye olmuş ve Kasım 2008’de
geçici olarak bu topluluktan ayrılmıştır. Özbekistan,
Kasım 2009’da bazı konular üzerinde anlaşamadığı
için Orta Asya Birleşik Enerji Sistemi Projesi’nden
de ayrılmıştır. Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi olan
Özbekistan, Örgüt’ün Eylül 2010’daki ortak askerî
tatbikatlarına da iştirak etmezken sadece gözlemci
sıfatıyla katılmıştır.
Bütün bu gelişmeler Taşkent’in Rusya’nın önderliğindeki Orta Asya entegrasyonu sürecine karşı
olumsuz bir tutum benimsediğini göstermektedir.
Aynı şeklide ABD’nin Orta Asya müdahalesi ve
Çin’in Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde bölgedeki etkisini derinleştirmesine de karşıdır. Şanghay
İşbirliği Örgütü zemininde Çin’in Rusya’nın bölgesel
etkisini dengeleyebildiği ve Rusya-Çin stratejik işbirliği ortaklık ilişkileri bölgenin istikrarına katkılarda
bulunduğu için askerî faaliyetler dışında Taşkent,
Şanghay İşbirliği Örgütü’nün diğer faaliyetlerine
güvenle katılmaktadır. Üstelik Çin’in Özbekistan’ın
jeostratejik konumuna ve rejimin hassasiyetine
önem vermesi, enerji alanında yapılan işbirliği ve
Özbekistan’ın kalkınması için yapılan yatırımlarla
ilişkilerini belli bir düzeyde tuttuğu için TaşkentPekin arasında oluşan iyi ilişkiler, Şanghay İşbirliği
Örgütü üzerinde de olumlu etkide bulunmuştur.
Umumiyetle Özbekistan’da egemenliğin mutlak üstünlüğü ilkesini görmek mümkündür. Bu bağlamda Özbekistan, devlet üstü mekanizmalardan uzak
Cumhurbaşkanı Kermov, Türkye’nn başarılarından gurur duyduklarını, Türkye-Özbekstan
lşklernde mevcut olan durumun k ülkenn değl, düşmanların yararına olduğunu, dünyadak
büyük ülkelern, dğer devletlern brbrne yakınlaşmaması çn çaba sarf ettklern, artık k
ülke arasında karşılıklı güven ve saygıya dayanan lşkler nşa etme zamanının geldğn ve k
ülke arasında geçmşte yaşanan hataların ynelenmemes gerektğn belrtmştr.
durmakla kendi çıkarlarını kollektif örgütlerin menfaatleri üstünde tuttuğunu göstermektedir.
Taşkent’in bu tutumu komşu ülkelerle olan ilişkilerine de yansımaktadır. Özbekistan bölgede
Kazakistan ile liderlik yarışındadır. İki ülke arasında normal iktisadi-ticari ilişkiler olmasına rağmen,
Cumhurbaşkanı Kerimov’un eserlerindeki görüş
ve fikirlerinde, bölgesel faaliyetlerindeki davranış ve
duruşunda bu yarışmayı görmek mümkündür. Özbekistan, su ve sınır ihtilaflarından dolayı doğalgaz
fiyatını arttırmakla Kırgızistan’a yönelik baskı oluşturabiliyor, Tacikistan’ı da doğalgazı kesmekle tehdit
edebiliyor. Kazakistan-Özbekistan, Kırgızistan-Özbekistan ve Tacikistan-Özbekistan arasında su sorunu hâlâ yaşanmakta ve çözüm yöntemi üzerinde
anlaşılamamaktadır. Sovyetler döneminden kalma
Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan arasındaki
enklav sorunu da Taşkent’in diğer bölge ülkeleriyle
ilişkilerini zaman zaman germektedir.
Sorunlu Türkiye-Özbekistan İlişkileri
Türkiye, Özbekistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan
ülkelerden olmasına rağmen ikili ilişkilerinde bir
dizi sorunlar yaşanmıştır. Bu olumsuz ilişkiler,
Türkiye’nin üye olduğu Ekim 1992’de kurulmuş
Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi’ne (Ekim 2009’da
Türk Konseyi adını almıştır) de yansımıştır. Andican
Olayları sonrasında 2006 yılında düzenlenen 8. Türk
Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi’ne Özbekistan katılmamaya başlamıştır. Aslında Özbekistan Türkçe konuşan ülkelerle işbirliği ve entegrasyona karşı olmadığı
gibi 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önerdiği Türk
Cumhuriyetleri Ortak Pazarı fikrine de karşı değildi.
Ancak Türkiye-Özbekistan yakın ilişkileri Özbekistan Cumhurbaşkanı Kerimov’un 1999 yılındaki Türkiye ziyaretinden sonra gerginlik dönemine girmiştir.
Ankara, Özbek muhaliflerini Türkiye’de barındırmakla suçlanmıştır. Özbek muhalif liderlerden Muhammed Salih, 1993 yılının ilkbaharında dönemin
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın davetiyle Türkiye’ye
gelmiş ve belli bir süre Türkiye’de kaldıktan sonra
Taşkent’in baskısıyla Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmıştı. 16 Şubat 1999’da Cumhurbaşkanı
Kerimov’a yönelik Taşkent’te düzenlenen bombalı
suikast olayına bir Türkiye vatandaşının da iştirak
ettiği ileri sürülerek Özbekistan-Türkiye ilişkileri gerginliğe girmiştir. Taşkent yönetimi Türkiye’de eğitim almakta olan Özbek öğrencileri geri çekmiştir.
Özbekistan’da faaliyet gösteren cemaat okulları da
radikal İslam ideolojisini aşıladığı suçlamasıyla önce
sıkı denetime tabi tutulmuş ve sonra bu okullar irticai faaliyetleri sürdürdüğü gerekçesiyle kapatılmıştır. Türkiye’nin Mayıs 2005’te Andican olayı ile ilgili
BM Güvenlik Konseyi’nde Özbekistan aleyhine oy
kullanması Taşkent’i daha da kızdırmıştır.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun belirttiğine göre, iki
ülke ilişkilerinde 2006’dan bu yana yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan bir durağanlık yaşanmış ve
ilişkilerin tekrar istenilen düzeye çıkması için yoğun
diplomasi yürütülmüştü. Eylül 2012’de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, New York temasları çerçevesinde Özbekistan Dışişleri Bakanı Abdulaziz Kamilov
ile bir araya gelerek iki ülke arasındaki ilişkilerin tüm
boyutları üzerinde bir görüşme yapmıştır. İki Bakanın
görüşmeleri ilerleyen süreçte devam etmiştir. Mayıs
2014’te Çin’in Şanghay şehrinde yapılan Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı 4. Devlet
ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün özel temsilcisi sıfatıyla katılan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Özbekistan Dışişleri
Bakanı Abdulaziz Kamilov ile tekrar görüşmüştür.
İkili ilişkilerin ısınması için Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan da devreye girmiştir. Şubat’ta Soçi-2014
Kış Olimpiyat Oyunları açılış töreni için Soçi’ye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Özbekistan
Cumhurbaşkanı İslam Kerimov ile kısa bir görüşme
yapmıştı. Görüşmede ikili ilişkiler ele alınmış ve mevcut ilişiklerin güçlendirilerek geliştirilmesi gerektiğine
vurgu yapılmıştı. Bu görüşme Başbakan Erdoğan’ın
2003’te Özbekistan’a yaptığı ziyaretten bu yana iki
AĞUSTOS 2014
63
istikrara kavuşur” ifadesi Ankara’nın sadece ikili ilişkilere değil, aynı zamanda daha geniş bölgesel politikalara önem verdiğine işaret etmektedir. Bu durum, büyük güçlerin Özbekistan’ın bölgedeki özel
konumuna önem verdiği gibi Ankara’nın da bunun
farkında olduğunu göstermektedir.
ülke arasında üst düzeyde yapılan ilk temas olarak
bilinmektedir. Hemen akabinde ikili ilişkiye yeni ivme
kazandırmak için Başbakan Erdoğan Özbekistan’a
yeni Büyükelçi atamıştı. Şubat 2014’te Türkiye’nin
Taşkent’e atanan yeni büyükelçisi Namık Güner Erpul güven mektubunu sunmak üzere Özbekistan
Cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından Cumhurbaşkanlığı köşkünde kabul edilmişti. Özbekistan
Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamada, iki ülkenin de çıkar amaçlı tüm alanlarda
ilişkileri birlikte geliştirmeden yana oldukları dile getirilmişti. Büyükelçi Erpul ise, Türkiye ve Özbekistan
ilişkilerinin daha da geliştirilmesi için çaba harcayacağını ifade etmişti. Neticede Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun Özbekistan ziyaretinin iki ülke ilişkileri açısından yeni bir sayfa açılmasına vesile olacağı
gözükmektedir. Bakan Davutoğlu’nun ifadesiyle “ikili
ilişkilerin durağan dönemi artık bitmiştir.”
Türkiye-Özbekistan İlişkilerinde Yeni Sayfa
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yaptığı ziyarette,
“Türkiye-Özbekistan ilişkileri inşallah önümüzdeki
yıllarda örnek gösterilecek ilişkiler arasına girecektir” diye konuşurken, Türkiye’nin bundan sonra
Özbekistan’a daha fazla önem vereceğini ifade
etmişti. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Özbekistan Cumhurbaşkanı Kerimov ile yaptığı görüşmede
“Özbekistan ve Türkiye işbirliği içinde olursa Asya
64
AĞUSTOS 2014
Cumhurbaşkanı Kerimov, Türkiye’nin başarılarından gurur duyduklarını, Türkiye-Özbekistan ilişkilerinde mevcut olan durumun iki ülkenin değil, düşmanların yararına olduğunu, dünyadaki büyük ülkelerin, diğer devletlerin birbirine yakınlaşmaması için
çaba sarf ettiklerini, artık iki ülke arasında karşılıklı
güven ve saygıya dayanan ilişkileri inşa etme zamanının geldiğini ve iki ülke arasında geçmişte yaşanan hataların yinelenmemesi gerektiğini belirtmiştir.
Bakan Davutoğlu’nun Özbekistan ziyareti Özbekistan basınında geniş yer almamasına rağmen, Cumhurbaşkanı Kerimov’un Türkiye ile yakın ilişkileri
tesis etmekte istekli olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Ancak daha önce yapılan hatalara vurgu yapılmıştır.
Cumhurbaşkanı Kerimov’un belirttiği hata ise, daha
önce Türkiye’nin Taşkent’in siyasal hassasiyetine
önem vermemesiydi.
Özbekistan’ın siyasal hassasiyetini dikkate alarak ikili ilişkilerini güçlendirerek sürdüren Çin, Güney Kore ve Japonya gibi ülkeler de vardır. Tabii
Özbekistan’ın bu ülkelerin yatırım ve teknoloji intikaline de ihtiyacı vardır. Bu ülkeler de Özbekistan’ın
stratejik enerjisine ilgi duymaktadır. Güney Kore
Devlet Başkanı Park Geun-hye 16-21 Haziran’da
Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ı ziyaret
etmişti. Cumhurbaşkanı Kerimov ile Başkan Park,
Özbekistan’da doğalgaz ve elektrik istasyon işbirliği
projeleri üzerinde görüşmüşler ve ortak bildiri yayınlamışlardır. Güney Kore’nin bu ülkede 418 firması
ve 18 temsilciliği bulunuyor. İki ülke arasında ticaret
hacmi ise 2 milyar 121 milyon dolar dolayında seyrediyor. Güney Kore sürdürmekte olduğu Avrasya
Girişimi (Eurasian Initiative) projesini Cumhurbaşkanı Kerimov ile görüşerek olgunlaştırma çabası içindedir. Avrasya Girişimi, Başkan Park Geun-hye’nin
Avrasya ülkeleri arasındaki ekonomik işbirliğini geliştirmek ve Güney Kore’nin dış ticaretini arttırmak,
Kuzey Kore’nin dışa açılımını teşvik etmek ve Kore
Yarımadası’nda gerginliği ortadan kaldırmak ile ilgili
bir projesidir. 15-18 Temmuz’da Japonya Dışişleri
Bakanı Kishida Fumio Kırgızistan’ı ziyaret edecek
ve diğer Orta Asya ülkeleri (Özbekistan, Kazakis-
tan, Tacikistan ve Türkmenistan) Dışişleri Bakanları
ile Bakanlar düzeyinde bir görüşme gerçekleştirecektir. Japonya Başbakanı Shinzo Abe de ağustos
ayında Orta Asya ülkelerine bir ziyaret planlamakta,
bu doğrultuda müzakereler yapılmaktadır. Güney
Kore ile Japonya liderlerinin Orta Asya ziyaretleri aslında Orta Asya ülkeleri arasındaki rutin bir faaliyettir. 2015 yılından itibaren Özbekistan, Güney Kore
ve Japonya’ya doğal uranyum ihracatını arttırmaya
karar vermiş ve Güney Kore’ye yılda 300 ton olan
doğal uranyum ihracatını 500 tona yükselteceğini
beyan etmişti. Bu kapsamda her yıl Japonya’ya da
aynı miktarda doğal uranyum ihracatı yapılacağı da
açıklandı. İlgili anlaşmalar eylül ayında imzalanacaktır. Özbekistan’da kanıtlanmış uranyum rezervi
dünyada ikinci sıradadır ve Özbekistan 120 milyon
dolar yatırarak doğal uranyumun üretim ve ihracat
kapasitesini artırmaktadır.
Özbekistan, Güney Kore ve Japonya ile ikili stratejik
ortaklığı ve ekonomik işbirliği projelerini derinleştirmeyi, yenilenebilir enerji, teknoloji, inşaat ve altyapı,
fiber gibi alanlarda işbirliğini arttırmayı hedeflemektedir. Aralık 2009’da Orta Asya-Çin doğalgaz boru
hattının inşasının tamamlanmasıyla birlikte Çin ile
arasında önemli bir transit ülke kalmamış, Özbekistan doğalgaz tedarikçisi ülke konumuna gelmiştir.
Çin-Özbekistan ilişkileri bu tarihten beri bölgesel
işbirliği, enerji işbirliği ve Özbekistan’ın kalkınması
için Çin yatırımı gibi çalışmalarla giderek güçlenmiştir. Ayrıca, Rusya’nın da Özbekistan’a yatırımları
artırmakta ve iki ülke arasındaki ekonomik işbirliği
güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle Rus Lukoil
enerji şirketinin 2012 yılından buyan 5 milyar dolar yatırım yapmasına ve enerji işbirliğini geliştirme
projelerinin masaya yatırmasına rağmen Rusya-Özbekistan ilişkileri bazı şüphelerden dolayı beklendiği
düzeyde değildir.
Diğer güçler de Özbekistan’a yönelik pragmatik politika uygulamaya çalışmaktadır. Obama
Hükümeti’nin Özbekistan’a yönelik anti demokrasi
ve insan hakları ihlal suçlamasının dozajını düşürmüş olmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. AB de daha önce Andican Olaylarına
yönelik uluslararası inceleme talebini geri çekmişti,
Ekim 2009’da 2005 yılından beri Özbekistan’a uyguladığı yaptırımları (konvansiyonel silah ambargosu, Özbekistan üst düzey yetkililerine vize yasağı
v.s.) da kaldırmıştı. Bu durum 2014 yılının sonunda
ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’dan çekilmesiyle birlikte Özbekistan’ın bölgedeki önemini artırma ihtimaline dönük bir tedbir olarak okunabilir.
Orta Asya’da Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin
Rusya’nın çaba gösterdiği Gümrük Birliği (Avrasya
Ekonomik Birliği) ve Avrasya Birliği projesine sıcak
bakması Özbekistan’ı, Rusya’nın dışındaki güçlerle
işbirliği yapma arayışına sevk edebilir.
Bu
durumda
Özbekistan
Cumhurbaşkanı
Kerimov’un dış politika ekseninde değişiklikler
yapacağı ve bölgedeki özel konumunu korumak
için işbirliği yaptığı ortaklarına olan bağımlılığını da
azaltmaya çalışacağı muhtemeldir. Bu da Özbek
liderinin olgunlaştırılmış stratejik eylemi olacaktır.
Neticede, Özbekistan’ın bölgede etkili olabilmek
için büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyduğu gibi,
diğer güçler de Orta Asya politikalarını oluşturmak
ve Orta Asya’daki konumlarını pekiştirmek için
Özbekistan ile güçlü bir ilişki tesis etmeye ihtiyacı
vardır.
Türkiye-Özbekistan ilişkileri de yukarıdaki durum ve
olgulara önem verilmesi halinde güçlenebilir ve ikili
ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilir. Özbekistan Lideri
Kerimov’un Türkiye ziyareti ve Türk Konseyi’ne iştirak etmesi Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin normalleştiğinin bir göstergesi olacaktır.
AĞUSTOS 2014
65
DIŞ POLİTİKA
S
uriye’de üç yılı aşan iç savaş hala sürerken,
diğer komşumuz Irak, bölgenin yeni ve gayri resmi aktörü IŞİD saldırıları ile sarsılıp Irak
Kürtleri ayrılık açıklamaları yaparlarken, İran fırtına
öncesi sessizlik yaşarken, Libya’da Batı destekli
darbe girişimleri olurken, Mısır’da geçen yıl darbeyle
yönetimi ele geçiren Sisi zulmü varken, Ukrayna’nın
fiilen ikiye bölündüğü sırada ve Gazze’de Siyonist
İsrail’in soykırım savaşı devam ederken, Türkiye 12.
cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanıyor.
Türkiye her cumhurbaşkanı seçimi sürecinde sıkıntılar ve sancılar yaşayan bir ülke. Ancak belki de
tarihinde ilk defa içerde sakin bir havada cumhurbaşkanı seçimine gidiliyor. Adaylar kendilerini halka
anlatıyorlar. Paralel örgütün etkisiz numaralarını bir
yana bırakacak olursak ilk defa siyaset dışı aktörler
gayrimeşru saldırılar yapmıyorlar veya yapamıyorlar. Seçim çalışmaları tabii seyrinde ilerliyor. Ancak
bunu bozma gayretleri var. Özellikle paralel yapının
ve PKK içindeki çözüm karşıtı kesimin seçim öncesi
sabotaj ve provokasyon hazırlıkları içinde olduğu da
biliniyor. İki kesimin de özellikle Kürt seçmenin Tayyip Erdoğan’a oy vermesini önleme çabası içinde
oldukları sır değil.
İçerde bunlar olurken, yukarda da belirttiğimiz gibi
çevremiz tam bir ateş çemberi. Savaşlar, iç çatışmalar, kaos, kargaşa, belirsizlik ve istikrarsızlık…
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
YENİ DÜNYA SAVAŞINDA
BAŞKOMUTAN
KİM OLACAK?
Bölgemizdeki farklı ülkelerde yaşanan bu savaşlar
ve çatışmalar, farklı farklı sebeplere dayanıyormuş
gibi görünseler de aslında birbirlerinden bağımsız
gelişmeler değiller. Olayların arka planda bir noktada birbirleri ile güçlü ilişkileri var. Bu yaşananlar,
aslında yeni bir dünya savaşının görüntüleri ve yansımalarıdır. Büyük bir dünya savaşı başladı bile. Bu
büyük savaşta görünmeyen arka planda aslında iki
blok çatışıyor. Bu büyük savaşın cepheleri, bölgemizde çok geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda.
Sudan’da olanlarla Suriye’de olanlar, Nijerya’da
olanlarla Afganistan’da olanlar, Ukrayna’da olanlarla Irak’ta olanlar, Mısır’da olanlarla Türkiye’de olanlar, Gazze’de olanlarla Libya’da olanlar birbirleriyle
bağlantılı.
Peki Savaşın Arka Planındaki İki Blokta
Kimler Var?
Yeni dünya savaşında Müslümanlarla, Müslüman
olmayanlar savaşıyorlar. Müslümanlar 20. yüzyılın
66
AĞUSTOS 2014
Yen dünya savaşında
Müslümanlarla, Müslüman
olmayanlar savaşıyorlar.
Müslümanlar 20. yüzyılın
başında kend topraklarını
şgal ederek buralarda kukla
yönetmler kuran Batı’ya karşı
syan etmeye başladı. 2010’dan
sonra Tunus’ta, Mısır’da, Lbya’da,
Yemen’de ve Surye’de başlayan
ayaklanmalar bunun çnd.
Batı se bu bölgedek varlığını
her şeye rağmen terk etmek
stemyor. Esks gb devam
etmek styor. İşte bu k zıt talep
adı konulmamış büyük br dünya
savaşını başlattı ble.
başında kendi topraklarını işgal ederek buralarda
kukla yönetimler kuran Batı’ya karşı isyan etmeye başladı. 2010’dan sonra Tunus’ta, Mısır’da,
Libya’da, Yemen’de ve Suriye’de başlayan ayaklanmalar bunun içindi. Batı ise bu bölgedeki varlığını
her şeye rağmen terk etmek istemiyor. Eskisi gibi
devam etmek istiyor. İşte bu iki zıt talep adı konulmamış büyük bir dünya savaşını başlattı bile.
Bunun için her ülkede zahirde ayrı ayrı sebeplere
dayanıyor gibi görünen hadiseler, arka planda tamamen birbirleri ile ilişkili. Batı bu ülkelere kendi
ordularını göndererek açık bir savaş ilanı yapmıyor. O ülkelerde kontrolünü elinde tuttuğu kesimler
üzerinden bir vekâlet savaşı yürütüyor. Türkiye’ye
karşı yapılmakta olan savaşın vekâletini Pensilvanya örgütü taşeron olarak seleflerinden devralmış
durumda.
Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Suriye, Mısır ve Libya
gibi ülkelerde de yerli taşeronlar mevcut ve Batı adına bu ülkelerdeki savaşları yürütüyorlar. Ama elbette her ülkede yaşanan iç çatışmalar veya savaşların
arka planını görmemizi zorlaştıran dâhili sebepler
AĞUSTOS 2014
67
ve gerekçeler de mevcut. Batı bu ülkelerin içindeki
belli grupları, belli aktörleri kullanarak dolaylı bir savaş yürütüyor. Batılı devletler dış politikalarını, Türkiye dâhil olmak üzere Müslüman ülkelerde normal
kanallardan çok psikolojik harekâtlarla yürütüyorlar.
Bunu devlet altı gruplar ve devlet dışı aktörlerle kurdukları ilişkilerle sağlıyorlar. Türkiye’deki paralel yapılanma böyle bir realitedir. Bu savaş, kendi cemaat
alt yapısına da büyük zarar verdiği (ve vereceği kesin olduğu) halde, paralel yapı zahiren savunduğu
değerlere, katiyyen aykırı emelleri olan müvekkilinin
çıkarları uğruna intihar saldırısı yapıyor.
Büyük Savaşta Batıyı Çok Zor Günler
Bekliyor!
Ülkelerin içinde vekâleten çarpışan gruplar ve aktörler gerideki gerçeği görmemizi zorlaştırıyor. Fakat farklı ülkelerdeki bu savaşların arka plandaki
esas aktörleri giderek deşifre olmaya başladılar. Bu
tezahürler, Batıyı ve destekçilerini, tehlikeli bir sürece ve kendileri açısından çok vahim gelişmelere hızlı
bir şekilde yaklaştırıyor.
Bugün Avrupa’da 21 milyon, Rusya’da 27 milyon,
ABD’de 29 milyon, Çin’de 130 milyon, Hindistan’da
180 milyon civarında Müslüman yaşıyor. İletişimin
bu denli geliştiği günümüzde dünyanın bir ucunda
meydana gelen gelişmeler, yer kürenin öbür ucunda anında duyuluyor. Batının haber ajansları ve
medya üzerinden gündemi zehirleyerek tek başına gündem belirleme ve haberleri çarpıtma konusundaki mahareti de eskisi kadar güçlü değil artık.
Haberleşmenin çeşitliliği ve alternatiflerin mevcudiyeti gayrimüslim dünyanın kuvvetini ve etkisini her
geçen gün azaltıyor. Şu sıralar Müslüman dünyasındaki her türlü olumsuz görüntülere rağmen arka
planda muhteşem İslami bir uyanış yaşanıyor.
ABD’de, Avrupa’da, Rusya’da, Çin’de ve
Hindistan’da yaşamakta olan Müslümanlar,
Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da, Somali’de,
Mısır’da, Suriye’de, Libya’da yapılanları yakinen
takip ediyorlar. Bu durum hızlı bir bilinçlenmeye ve
kuvvetli bir dayanışmaya doğru evriliyor.
Müslüman Ülkelerde Başlayan Savaşlar,
Batıya ve Doğuya Yayılabilir
Bu gelişme, yakın gelecekte Batı ve İslam karşıtı
yönetimlerin başını en fazla ağrıtacak bir sonucu
doğurabilir. O ülkeler bunun farkında oldukları için
kendilerince muhtemel gelişmeleri engellemek için
çeşitli tedbirler almaya çalışıyorlar. İsrail’in son Gazze saldırılarının gizli amaçlarından biri de budur. Fakat devletlerin politikaları ve Müslümanlara bakışları
olumlu yönde değişmedikçe bu tehlikeyi ortadan
kaldırmak mümkün görünmüyor. Bu durum, çeşitli cepheleri açılmış olan yeni dünya savaşının, Orta
Doğu ile sınırlı kalmayıp Avrupa, ABD, Rusya, Çin
ve Hindistan dâhil dünyanın her yerine yayılması
anlamına geliyor. Muhtemelen önümüzdeki üç beş
sene bu hadiseleri en sıcak haliyle yaşayacağız.
Batının Bir Asırdır Uyguladığı Savaş
Yöntemleri Tersine Dönebilir!
Batı, ilişkili olduğu kesimler eliyle İslam dünyasının
içini karıştırıp, Müslüman halkları birbirine düşürürken, acaba kendi içindeki bu kadar çok Müslümanın artık bu acılar dayanılmaz bir noktaya geldiğinde
ayağa kalkmayacağını mı zannediyor? Batının bugüne kadar Müslümanlara yaptıklarının hesabının
sorulmayacağını mı düşünüyor? Kendi oynadığı
oyunların ve sofistike savaş yöntemlerinin bir gün
kendi içine de döneceğini ve Batı ülkelerini cehenneme çevireceğini hiç hesap etmiyor mu? Vahşi
Batı açısından bu tehlike hızla büyüyor!
Ölüm ve zulüm arasına sıkışmış Müslümanların
daha fazla kaybedeceği bir şey kalmadıysa kendi
onuru için elindeki son sermayeyi de kullanmaktan başka yolu da kalmıyor. Ölümü göze almış bir
insanın atom bombası kadar tehlikeli olabileceğini
10 Ağustos’ta halkımız, sadece
Türkye’nn cumhurbaşkanını
seçmeyecek. Türkye’y ve
İslam dünyasını, başlayan
ve büyüyecek olan bugünkü
savaşta sevk ve dare edecek,
orduya başkomutanlık yapacak
kudretl br lder seçmş olacak.
68
AĞUSTOS 2014
unutmamak gerekir. Hem İslam dünyasında hem
de Batıda yaşayan Müslümanlarda basınç çok yükselmiş vaziyette. Eğer bu basınç daha da artarsa
meydana gelecek patlama yer küreyi perişan eder.
İslam karşıtı gayrimüslim devletler ve Müslümanları yöneten vurdumduymaz liderler şimdiki halleri ile
devam ederlerse olacakların altından asla kalkamazlar.
Yeni Cumhurbaşkanı Ne Yapacak?
Dünya açısından böyle büyük hadiselerin çok büyük
bir ihtimal dâhilinde olduğu şu süreçte Türkiye’de
cumhurun başı ve ordunun başkomutanı olacak
kişinin bu döneme liderlik edebilecek nitelikte ve
kabiliyette olması gerekir. Sadece bürokratik işlemleri takip edecek ve rutin protokol toplantılarına
katılacak cumhurbaşkanı profili, Yeni Türkiye’yi taşıyamaz.
10 Ağustos’ta halkımız, sadece Türkiye’nin cumhurbaşkanını seçmeyecek. Türkiye’yi ve İslam dünyasını, başlayan ve büyüyecek olan bugünkü savaşta sevk ve idare edecek, orduya başkomutanlık
yapacak kudretli bir lider seçmiş olacak.
AĞUSTOS 2014
69
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri
İlkler ve Seçim Vaatleri
Dr. Murat Yılmaz
2014 Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Anlamı;
Erken Bir Analiz
Doç. Dr. Kudret Bülbül
İki Yol Var Demiştin, Hangisini Seçeyim?
M. Kürşad Birinci
1982 Anayasası ve Seçimli Cumhurbaşkanlığı
Prof. Dr. Haluk Alkan
Geriye Dönüşü Olmayan Yol
Orhan Miroğlu
Kırmızı Kitap, Milli İrade Vizyonu ve
Paralel Cunta’ya Operasyon
Bülent Orakoğlu
‘Güvenlikçi’ Polis Demokrasinin
Ne Kadar Güvencesi Olabilir?
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
İÇ POLİTİKA
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ
İLKLER ve SEÇİM VAATLERİ
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
10
Ağustos 2014 seçimleri Türkiye siyasetinde birçok ilkin yaşanmasına sebep
oluyor. Türkiye seçmeni Cumhurbaşkanını ilk defa kendi oyuyla seçebilecek. Bu yüzden
Cumhurbaşkanı adayları kendilerini halka anlatmak
durumundalar. İlk defa Cumhurbaşkanı seçimlerinde bir seçim kampanyası yürütülüyor. Mitingler,
STK ziyaretleri, kanaat önderleriyle buluşmalar, yemekler, adaylar için bağış toplanması gibi… Daha
önceden siyasi olmayan bürokratların seçilmesi halinde TBMM’deki “yemin törenlerinde” kamuoyunun
görebildiği adaylar şimdi kendilerini halka anlatmak
zorunda... Başlı başına bu bile, Türkiye’deki demokratikleşmenin mühim göstergelerinden biridir.
Cumhurbaşkanı adaylarının bir tür “seçim bildirgesi”
açıklamaları da bu bakımdan kaydedilmesi gereken
bir ilktir. Daha önce Cumhurbaşkanını halk seçer-
72
AĞUSTOS 2014
se, Cumhurbaşkanı adayları halka ne vaat edecek?
‘Ben kanunları daha hızlı onaylarım’, ‘Ben daha
iyi rektör seçerim’ gibi ifadelerle eleştirilen propaganda sürecinin zannedildiğinin aksine müspet bir
seyir izlediği söylenebilir. Cumhurbaşkanı adayları,
Türkiye’nin temel meselelerine ve çözüm yollarına
ilişkin manifestolar açıkladılar. Böylece canlı bir kamuoyu tartışmasıyla bir yandan Türkiye’nin temel
meseleleri yeniden tartışıldı, diğer yandan da seçmenler Cumhurbaşkanı adaylarını yakından tanıma
imkânına sahip oldu. Bu şekilde seçmen, adayları ve vizyonunu mukayese etme imkânına sahip
oldu... Adaylar da seçim bildirgeleri üzerinden şahsi
polemik dışında kendilerini ifade edebilecekleri bir
alan yakalamış oldular.
Adaylardan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
“Yeni Türkiye Yolunda Demokratik, Müreffeh, Öncü
Türkiye” adıyla, 84 sahifelik bir seçim bildirgesi olan
‘Cumhurbaşkanlığı Seçimi Vizyon Belgesi’ni açıkladı. Yeni Türkiye Vizyonumuz, Demokratik Yönetim,
Refah Toplumu ve Öncü Ülke adıyla dört bölümden
oluşan vizyon belgesinde Erdoğan, 12 yıllık iktidar
dönemini ve 2023’e kadar sürecek gelecek perspektifini ortaya koyuyor.
Erdoğan, 12 yıllık AK Parti iktidarı döneminde
Türkiye’de demokratikleşme, refah, şehirleşme ve
uluslararası ilişkiler alanı olmak üzere dört alanda değişim ve dönüşüm yaşandığını ifade ediyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yeni bir miladın yaşanarak Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin
kapısı aralanacaktır. Yeni Türkiye’de “sistem içi düzeltmelerden, sistemi değiştirecek bir reform paketine” geçilecektir. Türkiye Cumhuriyetinin 100. yılında dört temel hedefe ulaşılması amaçlanmaktadır:
1- Demokrasiyi daha da geliştirmek.
2- Siyasi ve toplumsal normalleşmeyi sağlamak.
3- Toplumsal refahı daha çok yükseltmek.
4- Dünyada öncü ülkeler arasına girmek.
Vizyon belgesinde demokrasi anlayışı olarak demokrasi standartlarının yükseltilmesi, siyasi parti
kanununun değiştirilmesi ve tek tip siyasi parti anlayışının sona ermesi, temel hak ve özgürlüklerin her
alanda evrensel ölçülerinin geliştirilmesi vaat ediliyor. Yeni Türkiye’nin üzerinde yükseleceği üç temel ilke demokratik siyaset, açık toplum ve hukuk
devleti sayılıyor. Bu ilkeler esas alınarak siyasi, toplumsal ve kurumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi
hedefleniyor. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı ve Yeni
Anayasa bu dönüşümü taşıyacak aktörler olarak
takdim ediliyor.
Yeni Türkiye ve toplumsal bütünleşme için; çözüm
süreci, devlet-din ilişkisini düzenleyen özgürlükçü
bir laiklik anlayışı ve yargı reformu şarttır.
CHP ve MHP’nin çatı adayı olarak takdim edilen
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın eski genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Erdoğan veya Demirtaş gibi
net bir vizyon belgesi veya seçim bildirgesi ortaya
koymamıştır. Bunda seçim kampanyasındaki başarısızlığın yanında bilinçli bir tercih rol oynamış görünmektedir. Çünkü İhsanoğlu birbiriyle telif edilmesi
zor bir reaksiyon cephesinin adayıdır. Bu bakımdan
netlik bu cephede kırılmalara yol açabilir, muğlâklık
ise birbirinden farklılaşabilecek kesimleri bir arada
tutabilecektir. İhsanoğlu, Erdoğan ve Demirtaş’a
nispetle statükocu ve idare-i maslahatçı bir profil
çizmektedir. Bu bakımdan vaatlerinin sınırlı olması
anlaşılabilirdir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin üçüncü adayı olan
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, bu seçimleri
HDP’nin Türkiyelileşmesi, demokratikleşmesi ve
CHP’nin dolduramadığı sola açılma amacıyla başarlı bir şekilde kullanıyor. Bu başarının seçim sonuçlarına oy olarak ne kadar yansıyacağı tartışmalı
olmakla beraber, Demirtaş’ın söylem ve performans itibarıyla başarılı olduğu söylenebilir.
Türkiye Cumhuriyet tarihinde normal seyrinde gelişen bir seçim olarak 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Türkiye’deki siyasi sistemde domino taşlarını harekete geçirme potansiyeline sahiptir.
Sadece seçim bildirgelerine ve seçim kampanyalarına bakmak dahi bu iddiayı kuvvetlendirmektedir.
AĞUSTOS 2014
73
İÇ POLİTİKA
Yurtdışı Seçmenlerimizin Genel Görünümü
Hâlihazırda tüm dünyada 2.767.082 kayıtlı seçmenimiz bulunmaktadır. Seçmen sayısının adres kayıt sistemi esasına göre belirlenmesi ve ilk kez ilgili
kayıtların geniş kapsamlı güncelleştiriliyor olması
nedeniyle gerçek sayının bu sayının üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız açısından
Cumhurbaşkanlığı seçmlernn en öneml
anlamı, bulundukları ülke ve Türkye syasetn
etkleyebleceklerne dar artacak nançları ve
özgüvenler olacaktır.
Kıtalara Göre Seçmen Sayısı
KITA
SEÇMEN SAYISI
AVRUPA
2.449.137
ASYA
164.796
AMERİKA
107.329
OKYANUSYA
39.543
AFRİKA
6.277
TOPLAM
2.767.082
Yurtdışı seçmenlerimizin % 88’i Avrupa ülkelerinde
yer almaktadır. En çok seçmenimizin yer aldığı ilk
on ülke sıralaması da aşağıdaki gibidir.
2014 Cumhurbaşkanlığı
Seçmnn Anlamı:
Erken Br Analz
Doç. Dr. Kudret BÜLBÜL
Siyaset Bilimci
Demokrasi Tarihimizde Bir İlk
2014
Cumhurbaşkanlığı seçimleri birçok ilki beraberinde getirmektedir.
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız ilk defa
bulundukları ülkelerden oylarını kullanabileceklerdir. Demokrasi tarihimizi seçimlerin ilk kez
yapıldığı 1876 ile başlatırsak yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız, demokrasi tarihimizde ilk
kez bulundukları ülkelerde Türkiye için oy kullanabileceklerdir.
74
AĞUSTOS 2014
Bir başka ilk ise yine demokrasi tarihimizde ilk
kez Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilecek olmasıdır. Bugün hiç kimse hangi
apoletlinin ne dediğini tartışmıyor. Genç subayların ya da ismini vermek istemeyen bir askeri
yetkilinin açıklamaları gündemi oluşturmuyor. Bu
durumu 2007 referandumuna borçluyuz. 2007
referandumundan bir gün önce yayınlanan bir
yazımın başlığı “Referandumun Anlamı: Devlet
İktidarını Kim Belirleyecek” idi. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilecek olması ile
sorunun yanıtı artık net bir şekilde verilecektir.
En çok seçmenin olduğu ilk on ülke
ÜLKE
SEÇMEN SAYISI
ALMANYA
1.380.909
FRANSA
293.412
HOLLANDA
238.968
BELÇİKA
126.423
AVUSTURYA
104.536
K.K.T.C.
91.835
İSVİÇRE
88.262
ABD
87.673
BİRLEŞİK KRALLIK
78.857
AVUSTRALYA
39.621
TOPLAM
2.530.496
Görüldüğü gibi, dünya ölçeğinde baktığımızda
en fazla seçmen sayımız Avrupa’da bulunmakta;
Avrupa’da ise tek başına Almanya toplam yurtdışı
seçmen sayımızın yaklaşık % 50’sini oluşturmaktadır.
Gümrük kapılarında oy kullanma bugüne kadar
yurtdışı seçmen için uygulanan tek oy verme yöntemiydi. Bu durum vatandaşlarımızın siyasal katılımının çok düşük kalmasının önemli bir nedenidir.
2011 genel seçimlerinde 2.568.979 seçmenin
129,283’ü gümrük kapılarında oy kullanmış ve katılım oranı % 5’te kalmıştır.
Yüksek Seçim Kurulu verilerine göre, yurtdışı seçmen kütüğüne kayıtlı toplam 2.767.082 seçmen,
Türkiye’deki toplam seçmen sayısı ile kıyaslandığında, toplam seçmenin yaklaşık % 5’ini oluşturduğu
görülmektedir. İzmir’in 3.030.462 seçmeni ve 26
milletvekili olduğu düşünüldüğünde, yurtdışı seçmen sayısının Türkiye için ifade ettiği anlam daha
iyi görülebilir.
Yurtdışı seçmenine seçme seçilme hakkını tanıyan
ülkelerin sayısı giderek artmaktadır. 2007’de dünyada 115 ülke yurtdışında yaşayan vatandaşlarının oy kullanmasına imkân tanırken 2014 itibariyle
130 ülke yurtdışındaki vatandaşlarına oy kullanma
imkânı sunmaktadır.
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza bulundukları
ülkelerde doğrudan oy kullanabilme hakkı verilmesi ile seçimlere siyasal katılımlarının büyük oranda
artacağı öngörülebilir. Daha önceleri sadece gümrük kapılarında oy kullanabildikleri için % 5 ile sınırlı
kalan seçimlere katılım oranının çok büyük oranda
artacağı beklenebilir. Artan seçimlere katılım oranı
kuşkusuz başta ülkemiz olmak üzere vatandaşlarımız ve yaşanılan ülke için pek çok yeni sonuçlar
doğuracaktır.
Yerinde Oy Kullanma Hakkının Yurtdışında
Yaşayan Vatandaşlarımız İçin Anlamı
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bulundukları
ülkede ve Türkiye’de bugüne kadar siyasete katılım oranlarının genel olarak çok düşük kaldığı söylenebilir. Bu düşüklüğün önemli bir nedeninin vatandaşlarımızın Türkiye’yi ve bulundukları ülkeleri oy
kullanarak etkileyebileceklerine dair siyasal etkinlik
inançlarının düşük kalmasının olduğu söylenebilir.
AĞUSTOS 2014
75
Siyaseti ve siyaset üzerinden toplumsal yaşamın
diğer unsurlarını etkileyebileceğine dair bir inanç ve
imkân söz konusu değilse siyasal katılım da büyük
oranda anlamını yitirmektedir (bazı ülkelerde çifte
vatandaşlığın verilmemesi vb).
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın yerinde oy
kullanma hakkı bu geleneksel durumu kökten değiştirici nitelikte bir adımdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair katılım oranı beklentisinin yüksekliği,
hâlihazırda siyasal partilerin cumhurbaşkanlığı seçimine dair Avrupa’da yaptığı çalışmalar, bazı ülkelerin yeni duruma adaptasyonda gösterdiği sıkıntılar
bu değişimin önemli göstergeleridir.
Vatandaşlarımızın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde
yüksek oranda oy kullanarak göstereceği siyasal
katılımın pek çok sonucu olacağı, bu katılımın başka tür siyasal, sosyal, ekonomik ve medyatik katılım
türlerini daha fazla tetikleyeceği öngörülebilir.
En temel vatandaşlık hakları olan seçme hakkının
kullanımı diğer tüm vatandaşlık haklarının kullanımına zemin teşkil edecektir. Siyasal katılımın artması
sonucu Meclis’te kuvvetlenen temsiliyet, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza ilişkin politikaların çizilmesini ve yürütme organları tarafından daha etkin icra edilmesini kolaylaştıracaktır. Bu gelişmenin
kendilerine yurtiçinde ve yurtdışında sunulan kamu
hizmet kalitesinin artması ve ülkeleriyle ilişkilerinin
gelişmesi gibi çok yönlü siyasi, psikolojik ve sosyolojik olumlu etkileri bulunmaktadır. Seçme hakkının
kullanımıyla yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız
sadece kendilerini ilgilendiren konularda değil Meclis vasıtasıyla eğitim, sağlık, ekonomi gibi tüm toplumu ilgilendiren alanlarda etkili olabilecek ve anavatanlarının geleceğinde söz sahibi olabileceklerdir.
Bu etki Meclis’te temsil gücü açısından yaklaşık
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın
ulusal poltkalarda söz sahb olmaları, karar
mekanzmalarına daha fazla katılmaları ve özel
ya da kamu sektöründe Türkye’de daha fazla yer
almaları, küresel entelektüel sermayemzden
daha fazla yararlanablmek açısından ülkemz
adına öneml br kazanımdır.
76
AĞUSTOS 2014
2.8 milyon yurtdışı seçmen ile Ankara ve İzmir gibi
büyük şehirlerimize benzer nitelikte bir etki düzeyi
oluşturabilecektir.
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız açısından
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en önemli anlamı,
bulundukları ülke ve Türkiye siyasetini etkileyebileceklerine dair artan inançları ve özgüvenleri olacaktır. Uzun yıllar Türkiye ve bulundukları ülkeler
tarafından ihmal edilmiş, zaman zaman baskı altına alınmak istenmiş ve bu nedenlerle belirli oranda pasifize edilmiş vatandaşlarımızda artacak etkin
olabilme inancı ve özgüven kendilerini, yaşadıkları
ülkeyi ve Türkiye’yi yeniden konumlandırma arayışı
ile sonuçlanabilir. Bu sorgulamanın doğal sonucu
vatandaşlarımızın sadece siyasal alanda değil, sosyal, kültürel, akademik, entelektüel, ekonomik vs.
alanlarda bulundukları ülkelere ve Türkiye’ye çok
yönlü katılım çabaları içerisine girmeleridir. Böyle
bir çabanın doğal sonucu da Türkiye’nin ve özellikle içerisinde yaşadıkları ülkelerin vatandaşlarımızı
konumlandırma biçimlerinin değişmesidir. Gerek
vatandaşlarımızın kendilerini konumlandırma biçimlerini değiştirmeleri (daha etkin olabileceklerini görmeleri) ve gerekse buna bağlı olarak bulundukları
ülkelerin vatandaşlarımızı konumlandırma biçimlerinin değişmesi, uzun vadede vatandaşlarımız açısından son derece olumlu sonuçlar doğurabilecek
gelişmelerdir.
Türkiye Siyaseti İçin Anlamı
Yukarıda da belirtildiği gibi yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız 50 yıllık bir ihmal edilmişlik ve kendi
halinde bırakılmışlık ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu
açığı kapatmak amacıyla 2010 yılında Başbakanlık
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı kurulmuştur. YTB çalışmalarını sürdürmektedir. Vatandaşlarımızın bulundukları yerlerde oy kullanabilmeleri,
artan siyasal katılımları ve Cumhurbaşkanı adaylarının
kendilerine gösterdiği ilgi (keza önümüzdeki diğer
seçimlerde kendilerine gösterilecek ilgi) yurtdışında
yaşayan vatandaşlarımızın ihmal edilmişliğini kendiliğinden kaldıracak süreçlerdir. Hâlihazırda bu süreçler
aktif bir biçimde yaşanmaktadır.
Seçimler aracılığı ile yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın entelektüel, akademik, ekonomik, siyasal
ve kültürel kapasitelerine yönelik artacak farkındalık
ile tersine beyin göçü daha fazla artabilir. Türkiye
çok yönlü olarak daha fazla yurtdışından beslene-
cektir. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın ulusal
politikalarda söz sahibi olmaları, karar mekanizmalarına daha fazla katılmaları ve özel ya da kamu sektöründe Türkiye’de daha fazla yer almaları, küresel
entelektüel sermayemizden daha fazla yararlanabilmek açısından ülkemiz adına önemli bir kazanımdır.
Türkiye’nin 2000’li yıllarla birlikte gerçekleştirmekte
olduğu çok yönlü gelişim trendleri ile böyle bir süreç
zaten yaşanmaktadır. Tersine beyin göçünün, seçim süreçlerinde yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza yönelik artan farkındalık ile daha fazla artacağı
öngörülebilir. Bu durum aslında ülkemiz açısından
bir fırsattır. Yurtdışı deneyimine sahip, dil sorunu olmayan, bölgesel/küresel gelişmelerden daha fazla
haberdar bireylerin başta siyaset olmak üzere ülkemizin farklı alanlarında daha fazla yer almaları kuşkusuz ülkemize pozitif ivme kazandıracaktır.
yan vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına önceki yıllardaki
gibi kayıtsız kalınması artık mümkün olmayacaktır.
Yurtdışında yaşayan seçmen sayısının büyüklüğü
Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizle kıyaslanabilir niteliktedir. Bu büyüklük Türkiye siyasetini
doğrudan etkileyebilecek niteliktedir. Bu nedenle
yurtdışı vatandaşlarımıza yerinde oy kullanma hakkı
verildikten sonra, Türkiye’de yapılacak bütün siyasal analizlere bu durumun dâhil edilmesi gerekir.
Seçmen sayısının büyüklüğü doğal olarak Türkiye
siyasetini yurtdışı taleplere daha duyarlı hale getirecektir. 50 yıl boyunca ihmal edilen, sesleri duyulma-
Özellikle Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımıza ilişkin
olarak, toplumsal görünümlerinin daha muhafazakâr
olmasına rağmen, siyasal görünümlerinin daha seküler olduğu gözlemi yaygınlıkla yapılmaktadır.
Muhafazakâr kesimlerin siyasete ilgisizliği, bu kesimlerin çoğunlukla iş amaçlı oraya gitmiş olmaları, seküler kesimlerin daha ideolojik nedenlerle
Türkiye’den ayrılmış olmaları, içerisinde yaşanılan
ülkelerin Türkiye kökenli göçmenlere ilişkin tercihleri
vs. bu sonucun önemli nedenleri arasında sayılabilir.
Yurtdışında yaşayan seçmen sayısının büyüklüğü
siyasal partilerin yurtdışı teşkilatlanma çalışmalarını da arttıracaktır. Siyasal partilerimiz yurtdışında
daha fazla temsilcilik açma yoluna gideceklerdir.
Artan temsilcilikler üzerinden yurtdışında yaşayan
vatandaşlarımız Türkiye’de yine daha fazla seslerini
duyurabileceklerdir.
Yerinde oy kullanma hakkı ve artan siyasal katılım
ile yurtdışı vatandaşlarımızın sadece seçme hakkı
ile yetinmeyecekleri, seçilme hakkına ilişkin taleplerini daha gür bir biçimde ifade edecekleri rahatlıkla
öngörülebilir.
Yaşanılan Ülke İçin Anlamı
AĞUSTOS 2014
77
onlara yönelik bir politika geliştirmemiştir. Dolayısı
ile gelinen noktada uyum ya da uyumsuzluğa ilişkin varsa eğer sorunların sorumlusu daha çok ilgili
ülkelerin geliştirdiği politikalardır (Örneğin, ailelerin
yanlış tutumları sebebiyle göçmen çocukları ailelerinden alınmaktadır. Bu uygulama çocuk için ilgili ülke tarafından bir çıkış kapısı olarak görülebilir.
Ama diğer taraftan aynı uygulama ile karşı karşıya
kalan aileler, onların yakın çevreleri ve genel olarak
göçmenler çok ciddi panik ve endişeye kapılmakta,
ilgili ülkeden ve politikalarından adeta kopmaktadır).
Cumhurbaşkanlığı seçimleri vatandaşların siyasal
tercihlerini ortaya koyarken, yukarıdaki gözlemin
doğruluğunu da test edecektir. Muhafazakâr kesimlerin oy kullanma oranları artar ve Başbakan
Tayyib Erdoğan diğer adaylardan çok daha fazla
oy alırsa, bu sonuçlar özellikle Avrupa’daki siyasal
arenayı etkileyici nitelikte olacaktır. Böyle bir sonuç siyasal görünüm ile toplumsal görünümün örtüşmediği, var olan siyasal görünümün toplumsal
karşılığının çok fazla olmadığını ortaya koyacaktır.
Böyle bir durumda toplumsal görünüm ile daha
uyumlu siyasal tercihlerin/görünümün öne çıkması
beklenebilir. Seçim sonuçlarına göre, Avrupa’daki
siyasal partilerin sonuçlara kayıtsız kalmaması, yeni
dönemde aday profillerini bu sonuçlara göre revize
etmeleri beklenebilir.
Türkiye kökenli insanlarımız açısından Avrupa’da
toplumsal görünüm ile siyasal görünümün daha
fazla örtüşmesi aslında Türkiye ve AB ülkeleri açısından son derece olumlu bir gelişmedir. Çünkü
AB ülkeleri siyasetçilerinin yeni dönemde toplumsal karşılığı daha fazla olan kesimler tarafından
bilgilendirilmesi daha sağlıklı sonuçlar üretecektir.
Ne Avrupa’da ne de Türkiye’de toplumsal karşılığı
fazla olmayan kesimlerin Avrupa siyasetinde etkin
78
AĞUSTOS 2014
olmaları ve AB ülkeleri yöneticilerinin bu kesimler
üzerinden Türkiye’ye dair bilgilenmeleri Türkiye ve
AB ülkeleri arasında pek çok yanlış bilgi ve yönlendirmenin temel kaynağıdır. Böylelikle Türkiye’ye
ilişkin toplumsal karşılığı daha fazla olan kesimler
üzerinden AB ülkeleri yetkilileri bilgilendirilmiş ve ilişkiler daha sağlıklı bir zemine taşınmış olacaktır. Vatandaşlarımızın siyasal tercihlerinin daha görünür ve
net bir biçimde ortaya çıkması hem vatandaşlarımız
hem de bulunulan ülke açısından pek çok olumlu
sonucu beraberinde getirecektir.
Vatandaşlarımızın Artacak Siyasal Katılımı
Bulundukları Ülkelerde Sorun Yaratır mı?
Vatandaşlarımızın, oy verme, aday olma, protesto gösterilerine katılma, tepkilerini dile getirme
gibi yöntemlerle artacak/artan siyasal katılımı bazı
Avrupa ülkelerinde tedirginlik yaratmaktadır. Bu
tedirginlik son derece yersizdir. Bu ülkeler, bulundukları ülkelerde topluma yeterince katılmadıkları,
entegrasyon sorunları yaşadıkları, paralel hayatlar
kurdukları gibi ifadelerle vatandaşlarımıza yönelik
eleştirilerde bulunmaktadırlar. Böyle bir durum var
ise bu durumun sorumlusu Türkiye değil, büyük
oranda içerisinde yaşanılan ülkelerdir. Çünkü Türkiye uzun yıllar yurtdışı vatandaşlarını ihmal etmiş,
Vatandaşlarımızın yerinde oy kullanma ile siyasal
katılımlarının ve siyasal katılımın teşvik edeceği diğer sosyal, kültürel, ekonomik ve entelektüel katılımlarının artması, aslında ilgili ülkelerin uyguladıkları
yanlış politikaları tamir edici, bu politikalar nedeniyle
içerisinde yaşanılan toplumdan uzaklaşan vatandaşlarımızın toplumsal uyumunu arttırıcı niteliktedir.
Bu nedenle vatandaşlarımızın siyasal katılımından
tedirginlik duyan ülkelerin tam tersine vatandaşlarımızın siyasal ya da diğer katılım türlerini teşvik
etmesi gerekir. Böylelikle esas olarak ilgili ülkede
yaşayan ve o ülkenin bir parçası olan insanlar yaşadıkları ülkelere daha fazla katkı verebilsin.
Vatandaşlarımızın çok yönlü katılımlarının desteklenmesi aslında Avrupa Birliği’nin temel değerlerinden olan “aktif yurttaşlık” ilkesinin de bir gereğidir.
Aktif vatandaşlık esas olarak çok yönlü katılımı refere etmekte, vatandaşların dâhil oldukları toplumdaki
problemleri tanımlamada ve bunlarla baş etmede ve
aynı zamanda yaşam kalitelerini yükseltmede aktif
biçimde yer almalarını sağlayan imkânlara sahip olmaları şeklinde tanımlanmaktadır. “Aktif Vatandaşlık” genel anlamı ile bireylerin içinde yaşadıkları kent
ya da ülke sorunlarını belirleme, bunlarla mücadele
etme ve yaşam kalitesini artırma doğrultusunda katılım olanağına sahip olması olarak anlaşılmaktadır.
Aktif vatandaşlığa yapılan vurgunun bir diğer gerekçesi ise dışlanmanın önüne geçilmesi ve toplumsal
birlik ve beraberliğin sağlanması olarak ifade edilmektedir.
Aktif vatandaşlık kavramı Avrupa Birliği kurucu anlaşmalarında da rastladığımız bir kavram olup 2011
yılı, Avrupa Birliği tarafından alınan bir kararla “Aktif
Vatandaşlığın Gelişmesi için Avrupa Gönüllülük Yılı”
olarak ilan edilmiş ve bu bağlamda AB kurumların-
Yurtdışında yaşayan seçmen sayısının
büyüklüğü Ankara ve İzmr gb büyük
şehrlermzle kıyaslanablr ntelktedr. Bu
nedenle yurtdışı vatandaşlarımıza yernde oy
kullanma hakkı verldkten sonra, Türkye’de
yapılacak bütün syasal analzlere bu durumun
dahl edlmes gerekr.
da ve AB üye ülkelerinde aktif vatandaşlığa vurgu
yapan çeşitli aktiviteler yapılmıştır.
Sonuç Olarak
Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın kullanamadıkları ve bu nedenle % 5 ile sınırlı kalan gümrük
kapılarında oy verme hakkı doğal olarak Türkiye ve
bulundukları ülke siyasetinde fazla bir etki oluşturmamıştır. İddialı bir ifade olabilir belki ama yurtdışında
yaşayan vatandaşlarımıza yerinde oy kullanma hakkı
verilmesi, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız açısından 1950 ile demokratik siyasal hayata geçişin
ülkemizde yarattığı sonuçlar kadar sonuç doğurmaya
gebe bir süreçtir. Çünkü yerinde oy hakkı verilmesi
ile yurtdışı vatandaşlarımız açısından demokrasilerin
en temel değeri olan oy kullanma hakkı, kullanılabilir
bir hak haline gelmektedir. Türkiye’de demokrasiye
geçiş ile esas oyuncu (halk), bütün vesayet zincirlerine rağmen, ağır ağır sahneye çıkmaya başlamış ve
2000’ler sonrasında en fazla olacak şekilde bu zincirleri kırmışsa, yurtdışında da benzer süreçler beklenebilir. Vatandaşlarımızın bulundukları ülkelerde ve
Türkiye’de topluma siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, entelektüel vb. çok yönlü katılımlarını arttırmaları geleneksel pozisyon alışları tersyüz edebilecek;
yeni süreçler, yeni pozisyon alışlar gelişebilecektir.
Daha fazla katılım ile sonuçlanabilecek bu süreçler
aslında vatandaşlarımız, yaşanılan ülkeler ve Türkiye
için çok daha sağlıklı fırsatlar sunacaktır. Bu nedenle
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bazı ülkelerde dikkat çeken gereksiz tedirginliğe ve alınganlığa gerek
yoktur. Türkiye açısından bakıldığında ise, ilk kez
başlayacak yerinde oy kullanma süreçleri ile belki
de yurtdışı ve yurtiçi ayrımı belirli oranda azalacak
ve ortak bir geleceği birlikte inşa etmek daha fazla
mümkün hale gelecektir.
AĞUSTOS 2014
79
İÇ POLİTİKA
Türkye’nn son 10 yılda büyüyen ekonoms, başbakanın uluslararası cama çndek şahs karzmasının
algılanış bçm ve genel olarak ülkenn güçlendğ ve tbar kazandığı fkrnn poztf aks yurtdışı Türklern
cdd kısmını Recep Tayyp Erdoğan’a yaklaştırır görünmektedr. Recep Tayyp Erdoğan’ın Avusturya, Fransa
ve Almanya’da gerçekleştrdğ mtnglerdek lg bu kanaat güçlendren br ver olarak not edleblr.
yolu. Diğeri ise dayandığı periferinin istek, beklenti
ve arzularını siyasetin doğasına uygun olarak, devletin en üst merciine taşımak üzere siyasi olan/siyaseti kullanan çevre yoludur. Bu iki yol da peşinen
demokrat olmak zorunda değildir. Ancak, ikincisinin
buna daha meyyal olduğunu ifade etmek, yerinde
olacaktır.
İKİ YOL VAR DEMİŞTİN
HANGSN SEÇEYM?
M. Kürşad BİRİNCİ
SDE Asistanı
I
10
Ağustos 2014 Pazar günü Türkiye siyasi
tarihi için bir ilk yaşanacak ve cumhur, ilk
kez devletin en yüksek mevkisinin kime
ve nasıl bir siyasete sahip olacağının kararını verecektir.1 Daha bu ana gelmeden adaylık sürecinde
yaşananların şimdiden bile cumhuriyet tarihinde eşi
görülmemiş bir tecrübe olduğunu belirtmek gerekir. Cumhurbaşkanlığı için yarışan 3 adayın ikisi (biri
hybrid/hibrit2 olmakla birlikte) İslamcı/muhafazakâr
bir geçmişe sahiptir. Diğer aday ise, bazı partilerin
aday çıkartma konusunda şüphe ve çekinceler ya-
80
AĞUSTOS 2014
şadığı bir anda, Kürt siyasasının (Türk soluna “nedense” açtığı sonsuz kredi ile birlikte) bu en büyük
yarışta temsili için ortaya çıkmış biridir. Biraz latife
ile bugün 91 yaşında olan cumhuriyetin en büyük
makamına iki İslamcı bir de Kürt adaydır.
Ancak aday sayısı üç olmakla birlikte siyasi hedef ve
izlenen ayak izleri açısından iki yol vardır. Bunlardan
ilki, devletin dokunulmaz manevi şahsını siyasetten
uzak tutmak için, ancak ve kaçınılmaz olmak üzere yine siyasi olmayı becerebilmeyi deneyen, birinci
yol; yani çevreyi dışlarken onun değerlerini de sonuna kadar kullanmak üstüne kurulan cumhuriyet
Başlıkta kullanılan şarkının devamında hangi yol
seçilirse seçilsin “hepsinin sonunun aynı” olacağı
ifade edilir. Bugün de üç aday, iki yollu bu seçim
nihayetinde bizi sonu aynı olan bir istikamete sürüklemektedir. Tüm eklektikliğine rağmen birinci yol da
siyasal olmayı tercih etmiş, tekçi cumhuriyetçi anlayışını var olan siyasal vasat içinde koruma güdüsüne bürünmüştür. Şüphesiz bu girişimin cumhuriyet
elitlerine öğreteceği çok şey vardır. İkinci yolun temsilcisi her iki aday ise tüm siyasal varlıklarını, tekçi
cumhuriyetin temsilcilerine karşı verdikleri siyasal
muhalif mücadeleye borçludur ve bu mücadelenin
bir şekilde devam ettiği mesajını kendi kitleleri ile
paylaşmaya devam etmektedir. Bu anlamda, seçim sonuçlarından bağımsız ve kurulabilecek yeni
ittifaklardan azade olmak üzere Türkiye’de siyasal
sistem, geri dönüşü çok zor olmak üzere değişmiş,
bazı belirsizlikler ile birlikte, tekçi cumhuriyetin demokrasinin sırtına yüklediği ağırlıktan arınmak üzere
olduğu bir istikamete girmiştir. Velhasılı kelam, “beyler, bildiğiniz cumhuriyet bitmiştir”.
II
Bu kısa yazı ise, birinci cumhuriyeti tamamen sonlandırma iddiasını örtük ya da açık şekilde barındıran (her iki yolun sonunun da nihayetinde aynı sona
ulaşacağını düşünerek), cumhurbaşkanlığı seçiminin nasıl sonuçlanacağını üç parametre üzerinden
tartışmak ister (Çünkü birinci cumhuriyetin sonu anlamına gelen cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının
siyasal sistem üzerindeki etkilerini yarış sonrasına
bırakmak yerinde olacaktır). İlk turu 10 Ağustos’ta
gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı seçimini büyük
oranda şekillendirecek ve yine büyük bir ihtimalle
de ilk turda neticelendirecek bu üç parametre şun-
lardır: Seçmenlerin seçime katılım oranları, yurtdışı
Türk vatandaşlarının siyasal tercihleri ve muhtemelen yerel seçimlere göre çok daha az olacak geçersiz oyların akıbeti.
30 Mart 2014 yerel seçimleri çoğu Batı demokrasisinde görülmesi mümkün olmayan bir katılım oranı
ile gerçekleştirildi. Yaklaşık 52 milyon seçmenin 47
milyonu yani yüzde 90’ı sandık başına gitti. Ancak
cumhurbaşkanlığı seçiminde aynı katılım oranının
tekrarı yaz (tatil) dönemi olması nedeni ile mümkün görünmemektedir. Katılım oranı yüzde 80’lere
gerileyebilir.3 Katılım oranının gerilemesi çatı adayının aleyhine işleyecek bir durumdur. AK Parti’nin
ve cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın
kendi seçmeni ile kurduğu ilişki güçlüdür. AK Parti,
HDP ile birlikte seçmen sadakatinin en yüksek olduğu iki partiden biridir. AK Parti seçmeni, 17 Aralık
sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıkmıştır.
AK Parti seçmeninin onunla kurduğu ilişkiyi değiştirmesi için bir gelişmenin yaşanmadığı, sandığa ve
tercihine sahip çıkma güdüsünün bugün de güçlü
olduğu belirtilmelidir. Öte yandan, çatı adayı Ekmelettin İhsanoğlu’nu destekleyen partilerin seçmenlerini istedikleri miktar ve büyüklükte, sandık
istikametinde mobilize edebilmeleri zor görünmektedir. Öte yandan sandığa giden (gitmek isteyen)
CHP seçmeninin neredeyse firesiz olarak adaylarını
destekleyecekleri (Mansur Yavaş örneğinde olduğu
gibi) söylenebilir. Ancak Çatı adayı MHP seçmeninin
bir kısmının oyunu almakta zorlanabilir.4 Ancak nihai
olarak muhalefet için 10 Ağustos’ta temel zorluğun
her ne pahasına olursa olsun seçmenlerini sandığa
taşımak konusunda olduğu açıktır. Sınıfsal, iktisadi
ve siyasi birçok nedenle oy verme konusunda daha
güçlü saiklere sahip AK Parti seçmeni bir taraftayken, yaşanacak düşük katılım oranı, seçimin kaderini daha ilk turda neticelendirme etkisine sahiptir.
Seçimin kaderini daha ilk turda belirleyecek bir
başka konu ise yurt dışında yaşayan 2,5 milyonun
üzerindeki seçmenin ilk kez yaşadıkları ülkelerde oy
kullanacak olmalarıdır. Yurtdışı Türklerin siyasi ter-
AĞUSTOS 2014
81
İÇ POLİTİKA
cihlerine ilişkin bugüne kadar, yurtiçi çalışmalar ile
karşılaştırıldığı ölçüde kapsamlı çalışmaların olmadığı bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin son 10 yılda
büyüyen ekonomisi, başbakanın uluslararası camia içindeki şahsi karizmasının algılanış biçimi ve
genel olarak ülkenin güçlendiği ve itibar kazandığı
fikrinin pozitif aksi yurtdışı Türklerin ciddi kısmını
Recep Tayyip Erdoğan’a yaklaştırır görünmektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Avusturya, Fransa ve
Almanya’da gerçekleştirdiği mitinglerdeki ilgi bu kanaati güçlendiren bir veri olarak not edilebilir.
Yurtdışı Türklerin yüzde kaçının sandığa gideceğini
şimdiden tahmin edebilmek mümkün değildir. Ancak sahip oldukları oy toplam seçmenin neredeyse
yüzde 4’üne tekabül eden bu seçmenin mobilizasyonunda AK Parti’nin bir adım önde olduğu ifade
edilebilir. Başbakanın Avrupa mitinglerinin organizasyonunda yer alan Avrupalı Türk Demokratlar
Birliği (UETD), güçlü iletişim ağı ve örgüt yapısı ile
seçmenlerin sandığa gitmeleri konusunda çalışmalar yapmaktadır. Bu geniş katılımlı girişimin Recep
Tayyip Erdoğan lehine siyasi bir pozisyon almış olması, onu diğer adaylara nispetle yurtdışı Türkler
nezdinde daha avantajlı kılmaktadır.
Seçimin ilk turda kaderini belirleyecek bir başka
parametre ise 30 Mart 2014 seçimlerinde nispeten zor ve karışık oy verme işleminden de kaynaklı
olarak yüzde 4’e (1,7 milyon) ulaşan geçersiz oyun,
bugün çok daha kolay bir oy verme işleminin gerçekleşeceği cumhurbaşkanlığı seçiminde daha
düşük düzeyde kalacak olmasıdır.5 3O Mart 2014
seçimlerinde hangi bölgelerden gelen oyların daha
yüksek oranda geçersiz sayıldığı önemli bir ipucu
sağlamaktadır. Yaşanan üstü kapalı ittifak nedeni
ile dikkat çekici bir örnek olabilecek Ankara’da şu
şekilde ortaya çıkan sonuçlar bir şey söylemektedir. Ankara’nın büyük ilçelerinden ve CHP’nin
oy deposu olarak nitelendirilebilecek Çankaya ve
Yenimahalle’de geçersiz sayılan oylar sırasıyla yüzde 2,5 ve yüzde 3 seviyelerindedir. Oysa aynı ilin
AK Parti açısından oy deposu olarak nitelendirilebilecek Sincan ve Keçiören’de ise bu oranlar yüzde
5’dir.6 Geçersiz oyların düşük oranda seyretmesi,
hele ki Türkiye çapında yüzde 2’nin altına gerileme ihtimali AK Parti adayı olarak Recep Tayyip
Erdoğan’ın ilk turda seçilme ihtimalini ciddi oranda
yükseltmektedir.
82
AĞUSTOS 2014
III
Türkiye’nin önde gelen ciddi araştırma şirketlerinin
birçoğu yaptıkları kamuoyu yoklamalarına dayanarak seçimin ilk turda Recep Tayyip Erdoğan tarafından kazanılmasını beklemektedir. Öyle görünüyor
ki muhalefet partileri de bu kanaati paylaşmaktadır.
Geçerli oyların yüzde 50’sinden bir fazla oy alan
adayın seçimin galibi olacağı böyle bir yarışı, ancak
küçük nüanslar belirleyebilir. Hele adayların blok ve
sarsılmaz oy öbeklerine sahip oldukları böyle bir siyasi iklimde bu küçük nüanslar ya da oy kırıntıları
ciddi bir anlam kazanmaktadır. Muhalefet adayları
seçimin kaderini ilk turda belirleyecek olan bu parametreler açısından bir şey yapmadıkça (tıpış tıpış
oy kullanılmasını beklemek bir şey yapmak değildir),
kendilerini destekleyenlerin oylarını kayıpsız alsalar
bile Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda seçilmesinin
önüne geçemeyecek görünmektedirler.
Dipnotlar
*
Bu makalenin başlığı doksanlı yılların ikinci yarısında meşhur
olan şarkıdan alıntıdır: Mavi Sakal, “Neden soruyorsun, nereye gideyim? İki yol var demiştin, hangisini seçeyim?”
1
Bu satırların yazarı, olağanüstü bir gelişme olmadığı sürece
seçmenin, yazının sonraki bölümlerinde izah edilmeye çalışılan nedenler ile bir kez daha (ikinci tur için 24 Ağustos’ta) sandığa gitmesine gerek kalmayacağını düşünmektedir. Ülkenin
önde gelen araştırma şirketlerinin patronları ve siyasi analizcilerin de benzer bir beklenti içinde oldukları anlaşılmaktadır.
Aslında ülkenin de benzer bir beklenti içinde olduğu ifade
edilebilir. http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/07/19/
secim-sonuclari-siyasi-partileri-nasil-etkiler
2
TDK online sözlük: iki farklı güç kaynağının bir arada bulunması http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama
=gts&guid=TDK.GTS.53cedad21ea252.93609732
3
Bekir Ağırdır, “Cumhurbaşkanlığı seçimi için olasılıklar”, http://
t24.com.tr/yazarlar/bekir-agirdir/cumhurbaskanligi-secimiicin-olasiliklar,9729 . İbrahim Uslu (ANAR Genel Müdürü) katılımın yüzde 80’nin de altına düşmesini beklemektedir. http://
www.avrupagazete.com/mobile/turkiye/100875-2014cumhurbaskanligi-secim-anketleri-sonuclari.html
4
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi benzer bir
senaryonun yaşandığı tecrübedir. MHP seçmeninin ciddi bir
kısmı, CHP’lilerin neredeyse firesiz olarak oy verdikleri eski
ülkücü Mansur Yavaş’ın yanında durmamış, kazanma ihtimali
olmasa bile kendi partilerinin adayına oy vermiştir. O günün
şartlarında adı konmamış seçim ittifakının ürünü olan Mansur
Yavaş ya da İstanbul’da Sarıgül’e firesiz destek vermemiş
olan MHP seçmeninin, bugün İhsanoğlu’na kayıpsız bir destek vermesini beklemek yerinde değildir.
5
İ. Uslu, M. K. Birinci ve M. Ay, “30 Mart 2014 Yerel Seçim
Analizi”, İletişim ve Diplomasi Dergisi, Özel Sayı Mayıs 2014,
s.123
6
http://secim.samanyoluhaber.com/ankara-kecioren-2014secim-sonuclari.htm
1982 ANAYASASI ve
Seçİmlİ Cumhurbaşkanlığı
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
B
ir önceki yazımızda cumhurbaşkanının halk
tarafından seçildiği modellerin genel bir değerlendirmesini yapmış, konuya ilişkin farklı yaklaşımların üzerinde durmuştuk. Özet olarak
seçimli cumhurbaşkanlığının bulunduğu modellerde kurumsal olarak hükümetin cumhurbaşkanının
otoritesine bağlı kılındığı ve buna karşılık cumhurbaşkanı karşısında parlamentoya sorumluluğu öne
çıkarılmış bir hükümetin yapılandırıldığı iki farklı durumun söz konusu olabileceği söylenebilir. Fransa
birinci tipe örnek olarak verilebilir. Avusturya, Finlandiya gibi ülkeler ise ikinci tipe girmektedir. Her
iki kurumsal çerçevede sistemin işleyişi içinde potansiyel olarak cumhurbaşkanının veya hükümetin
işleyişte öne çıkabileceği durumlar söz konusudur.
2007 yılında yapılan anayasa değişiklikleri ile 2014
Ağustos’unda yapılacak ülkenin ilk cumhurbaşkan-
lığı seçimlerinin sonuçlarını kurumsal ve sistemsel
sonuçlar olmak üzere iki boyutta ele almak mümkündür.
1982 Anayasası kurumsal olarak güçlü yetkilerle
donatılmış cumhurbaşkanının, kuruluşu, görevde
kalması ve sorumluluğunun parlamentoya karşı
güçlendirildiği bir hükümetle birlikte çalıştığı bir çerçeveye sahip bulunmaktadır. Türkiye’de hükümet
cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağlı olarak değil,
meclis seçimlerine bağlı olarak kurulabilmekte, kurulan bir hükümetin görevde kalabilmesi de zorunlu
güvenoyuna bağlanmış bulunmaktadır. Yine anayasa cumhurbaşkanına doğrudan hükümeti görevden
alma yetkisi tanımamaktadır. Meclisi önkoşulsuz
olarak fesih yetkisinin cumhurbaşkanına tanınmamış olması da hükümetin parlamentoya bağımlılığını
güçlendirmektedir. Anayasadaki bu çerçeve yuka-
AĞUSTOS 2014
83
rıda ele alınan cumhurbaşkanlığı yetkileri ile bir arada ele alındığında Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı
seçimleri sonrasında Türkiye’de siyasal sistemin
kurumsal olarak “başbakanlı başkanlık” sistemine
yakın bir işleyişe sahip olabileceği söylenebilir. Bu
sistem güçlü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanına karşı, meclis karşısında sorumluluğu güçlendirilmiş bir hükümetin bir arada çalıştığı sistemlerdir.
Meclis çoğunluğuna dayalı bir hükümet karşısında
cumhurbaşkanının güçlü yetkilerini kullanabilmesinin önünde bazı siyasal sınırlar bulunabilmektedir
ve bu tip sistemlerde bazı özel durumlarda sistem
cumhurbaşkanı merkezli işleyebilmektedir.
Eğer cumhurbaşkanı ve meclis çoğunluğuna dayalı
hükümet aynı parti ya da siyasal eğilimden geliyor
ve cumhurbaşkanı parti içinde otoritesi kabul edilen bir liderse, sistemin işleyişinde cumhurbaşkanının belirleyiciliği artmaktadır. Yine cumhurbaşkanı ve bir koalisyon hükümeti bir arada çalışıyorsa,
koalisyonun hakim ortağı ile cumhurbaşkanı aynı
partidense ve yine cumhurbaşkanı güçlü bir siyasal figür ise benzer sonuçlar doğabilmektedir. Bu
sistemde parçalı bir parlamento bileşimi karşısında
da cumhurbaşkanı, krizi çözümleyen bir lider olarak
belirleyici rol oynayabilmektedir. Belirtilen durumlar
dışında sistem içinde hakim görünüm hükümetin
kendi yetki alanında, cumhurbaşkanından özerk
hareket edebilmesidir. Burada da ortaya farklı sonuçlar çıkabilmektedir. Cumhurbaşkanı ile başbakan ayrı partilerden geliyorsa ve bu iki makamdan
biri diğerinin önceliğini tanıyorsa siyasal sistemin
istikrar içinde işlemesi mümkün olabilmektedir. Bu
durumda genellikle cumhurbaşkanları daha sembolik yetkilere yoğunlaşmakta ve bir kriz çıkmadığı sürece hükümetin politika belirleme önceliğini
tanımaktadırlar. Ancak her iki makamı temsil eden
liderler politikalar konusunda kendi tercihlerini öne
çıkarmak isterlerse sistem içinde bir kriz yaşanması
olasılığı artmaktadır.
Sistemsel açıdan 1983-2007 yılları arasında cumhurbaşkanları ile hükümetlerin ilişkilerine bakıldığında farklı konularda ve farklı biçimlerde bu iki makam
arasında anlaşmazlıkların sıklıkla yaşandığı görülmektedir. 1982 Anayasası döneminde Türk siyasal
hayatında tartışma eksenlerinden birini cumhurbaşkanları ile hükümetler arasında yaşanan görüş
ayrılıkları oluşturmaktadır. Genel görünüm olarak
bu tartışmalar yalnızca, cumhurbaşkanı ile başbakanın ayrı siyasal düşüncelere sahip olmalarından
84
AĞUSTOS 2014
ya da farklı partilerden gelmelerinden de kaynaklanmamıştır. Yine 1982 Anayasası döneminde siyasal hayatın işleyişine bakıldığında cumhurbaşkanı ve hükümetin farklı siyasal eğilimlerde oldukları
dönemlerde sistemin parlamenter rejim gibi işlediğine dair bir bulguya rastlamamız da zordur. Tersine sistem, cumhurbaşkanı ile hükümetin uyumlu
çalıştıkları buna paralel olarak cumhurbaşkanın geri
planda kalıp hükümete destek verdiği dönemlerde
parlamenter rejim olarak işlemektedir (Demirel-Ecevit dönemi, 1999-2000). 1982 Anayasası döneminde cumhurbaşkanı ve başbakanın aynı partilerden
gelmeleri de hükümet çatışmasını önlemekte yeterli
olmamıştır. Yakın tarihimizde en uyumlu dönem
olarak belirtilen Özal-Akbulut dönemi (1989-1991)
bile bu iki liderin partilerinin yerel teşkilatlarında farklı adaylara destek vermeleri nedeniyle Akbulut’un
başbakanlık ve parti liderliğinden çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Yine Özal-Yılmaz (1991) ve DemirelÇiller (1993-1996) dönemlerinde siyasal sistem bir
başkanlık rejimi gibi işlememiş, aksine cumhurbaşkanı ile başbakanlar arasında görüş ayrılıkları ve çatışmalar yaşanmıştır.
1982 Anayasası döneminde yaşanan bazı cumhurbaşkanı-hükümet anlaşmazlıklarını parti kimlikleri
üzerinden okumak da mümkün değildir. Örneğin
parti kökeni olmayan onuncu Cumhurbaşkanı Sezer döneminde Kanun Hükmündeki Kararnameler,
atama kararnameleri, Devlet Denetleme Kuruluna
yaptırılan incelemelerin sonuçları gibi pek çok konuda önce Cumhurbaşkanı Sezer ile Ecevit hükümeti
arasında, daha sonra da Erdoğan hükümeti arasında ciddi tartışmalar yaşanmıştır. 1982 Anayasası
döneminde cumhurbaşkanları, parlamenter sistemde karşı imza kuralı gereğince kararnameleri imzalama yetkilerini, hukuka ve usule uygunluğun ilanı
amacının çok ötesinde hükümeti yönlendirme ve
bloke etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardır. 1982
pratiğinin Türkiye’de yürütmenin iki kanadı arasında
parlamenter bir ilişkiye karşılık gelmediği söylenebilir. Tersine sistem, cumhurbaşkanı ile hükümetin
uyumlu çalıştıkları, buna paralel olarak cumhurbaşkanının geri planda kalıp hükümete destek verdiği
dönemlerde parlamenter olarak işlemektedir (Demirel-Ecevit dönemi, 1999-2000).
Dolayısıyla 2007 yılındaki değişikliklere kadar
Türkiye’de ancak, delegatif olarak seçilen ve sistemi
yönlendirici yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanı
ile yine güçlü yetkilere sahip bir hükümetin birlikte
çalıştığı bir melez sistemin
varlığından söz edilebilir.
Üstelik üst yargının ve üniversitelerin cumhurbaşkanı
otoritesine bağlı olarak yapılandırılmış olması ve MGK
gibi vesayetçi kurumlara
yer vermesi yönüyle 1982
Anayasası’nın bir parlamenter sistem getirdiği iddiası
oldukça tartışmalıdır. 2007
yılında yapılan değişiklikler
bu sistemde cumhurbaşkanının vesayetçi tepkilerin
temsilcisi olma misyonuna
son vererek, 1982 Anayasası’ndaki kurumsal formülasyonun kurucu mantığını
ortadan kaldırmıştır.
Anayasal düzeyde
cumhurbaşkanı-hükümet
ilişkilerinin bir çatışmaya
yol açmayacak şekilde
yeniden belirlenmesi,
yasama iktidarının güçlü
iki yürütme otoritesi
karşısında zayıflamasının
önlenmesine dönük
kurumsal değişikliklere
gidilmesi zorunluluğu
doğmaktadır.
Ancak mevcut anayasanın yürütmenin iki kanadı
arasındaki yetkileri düzenleyiş biçimi ve taşıdığı boşluklar nedeniyle yukarıda belirtilen olası sonuçları
kapsayacak nitelikte bir çerçeveye sahip olmadığının da altının çizilmesi gerekmektedir. 2014 yılında
yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Türkiye,
mevcut Anayasa değiştirilmezse veya yarı başkanlık rejiminin ülkede işleyebilme koşullarını mümkün
kılan anayasal değişiklikler yapılmazsa, kurumsal
alt yapısı oluşturulmamış bir melez model ile yönetilmeye başlayacaktır. Dolayısıyla 2007 Anayasa
değişiklikleri Türkiye’de kurumsal ve sistemsel düzeyde paralel değişikliklerin yapılmasını zorunlu hale
getirmiş bulunmaktadır. Öncelikle anayasal düzeyde cumhurbaşkanı-hükümet ilişkilerinin bir çatışmaya yol açmayacak şekilde yeniden belirlenmesi,
yasama iktidarının güçlü iki yürütme otoritesi karşısında zayıflamasının önlenmesine dönük kurumsal
değişikliklere gidilmesi zorunluluğu doğmaktadır.
Bu nedenle Ağustos 2014 sonrasında gerek iktidarın gerekse muhalefetin gündemine sistemin
işleyişini mümkün kılacak bazı değişikliklerin yapılması zorunluluğu gelecektir. Tartışmaların başkanlık
sistemine geçiş ile anayasada kısmi bir revizyona
gitme önerileri arasında şekilleneceği söylenebilir.
Bir revizyon açısından aşağıdaki hususlar önem kazanmaktadır:
• Bu kapsamda, 1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemlerin açık bir şe-
kilde belirtilmesi, yine cumhurbaşkanın karşı imza ile
ilgili yetki alanı ve buna itiraz
usulünün yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
• Anayasa Mahkemesi ve
diğer üst mahkemelere yapılacak atamalarda seçimli
iki otorite olarak cumhurbaşkanı ve TBMM’nin ortak
hareket etmesini sağlayacak bir mekanizmanın geliştirilmesi, yine HSYK atamalarında mesleki-korporatist seçim usulünün terk
edilerek, cumhurbaşkanı ile
meclisin birlikte hareket etmeleri esasının benimsenmesi demokratik meşruiyet açısından daha yerinde
olacaktır.
• Devlet Denetleme Kurulu’nun denetim alanının
yeniden belirlenmesi, kurul raporlarının sonuçları
ile ilgili prosedürlerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
• Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu konusunda
anayasadaki boşlukları giderecek düzenlemeye gereksinim bulunmaktadır.
• Olağanüstü hal ve sıkıyönetim hukuku yeniden
düzenlenmelidir.
• Parti içi demokrasiyi güçlendiren düzenlemelerin
gerek siyasi partiler, gerekse seçim kanunlarında
yapılması gerekmektedir. Partilere üyelik sisteminin, demokratik bir delege seçimine imkan tanıyacak şekilde yeniden düzenlenmesi ve denetimi, yine
seçimlerde parti adaylarının belirlenmesinde üyeliğin
esas alınacağı ön seçim mekanizmasının genel kural
haline getirilmesi sistemin işleyişi açısından önemlidir.
• Seçimlerde hazine yardımının nasıl kullanılacağına ilişkin, özellikle yardımdan yerel parti örgütlerinin
yararlanmasına yönelik bazı kuralların getirilmesi
yerinde olacaktır. Türkiye, seçim sistemini yeniden
yapılandırmalıdır. %10 gibi yüksek ulusal baraj yerine dar bölge çoğunluk veya karma seçim sistemleri
yolu ile temsil-istikrar ikileminin çözülmesi düşünülmelidir. Benzer şekilde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin finansmanı konusunda kapsamlı bir yasal düzenlemeye gereksinim duyulacaktır.
AĞUSTOS 2014
85
İÇ POLİTİKA
7 Şubat’ta, Hakan Fidan ve diğer MİT görevlileri için
paralel yapılanmanın başlattığı ve son anda boşa
çıkarılan operasyon hatırlandığında, bu maddenin
ne kadar gerekli olduğu anlaşılacaktır.
Eğer bu operasyon başarılı olsaydı, çözüm süreciyle alakalı görüşmeleri başarıyla sürdüren başta MiT
mensupları olmak üzere, devlet görevlileri vatana
ihanet suçuyla yargılanacak ve bu yargı çok kısa
bir süre içinde hükümete hatta Başbakan’a kadar
uzanacaktı.
CHP bu maddeyi eski faili meçhuller dönemini
mümkün kılacak bir madde olarak tanıttı. Oysa bu
iddianın gerçeklerle bağdaşır hiçbir yanı yok.
AK Parti hükümetinin iktidara geldiği dönemden
bu yana, güvenlik sektörünü ihmale uğratmadan
PKK’yle mücadele ettiği, ama bu mücadelenin hukuk
sınırları içinde kalması ve sivillere herhangi bir zararın
gelmemesi için azami özen gösterdiği biliniyor.
GERİYE DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza
Araştırmaları Koordinatörü
Ç
özüm sürecine yasal güvence getiren paket
meclis tatile girmeden yasalaştı ve cumhurbaşkanının da onayını alarak yürürlüğe girdi.
MHP, bilinen tutumundan fedakarlık etmedi. Çözüm
sürecinin karşısında yer alan MHP, bu tavrını meclisten geçen yasalara ilişkin olarak da sürdürdü.
Kürt sorunuyla alakalı ama aynı zamanda çözüme
dair fikirleri de samimi olan bütün çevreler ve aktörler, bu gelişmeyi tarihsel bir adım olarak değerlendirdi.
Kuşkusuz bu değerlendirmeler haklı ve yerindedir.
CHP ise her zamanki gibi, Mecliste farklı, kamuoyuna
karşı farklı bir tutum sergiledi. Resmi açıklamalar,
yasal çerçevenin doğru ve desteklenmesi gereken
bir adım olduğu yönündeydi ama CHP bu desteği
şartlı olarak sunduğunu ifade ediyordu.
Çözüm sürecinin en zayıf karnı olan ve en çok da
eleştiri konusu yapılan ‘yasal çerçeve’nin mecliste
kabulü, çözüm sürecine yönelik ihtiyatlı ve endişeli
yaklaşımları gereksiz hale getirecektir.
Bu şartlardan en önemli olanı, çözüm süreci bürokrasisine, yani görüşme ve müzakereleri sürdürecek,
bu amaçla yurt içinde ve yurt dışında görüşmeler
yapacak olan bürokrasiyi korumaya yönelikti.
Yasaların hem meclis komisyonunda hem de meclisteki oturumlarda görüşülmesi sırasında sert tartışmalara tanık olduk.
Bu yasaya göre, çözüm sürecinde görev alan bürokratlar, sırf bu görüşmeleri yaptılar diye, sorgulanamayacak ve haklarında soruşturma açılamayacaktı.
86
AĞUSTOS 2014
Çözüm sürecinden önce ve Oslo’da masa dağıldığında, PKK’nin ‘devrimci halk savaşı stratejisi’ adı
altında başlattığı yeni saldırı ve terör döneminde iki
bine yakın kayıp olmasına rağmen, bu kayıplar arasında sivillerin oranı son derece azdı.
PKK bu savaşı kaybetti, ama bugün de izaha muhtaç bir biçimde imdadına Uludere katliamı yetişti.
Uludere’de meydana gelen facia, PKK’nin askeri
olarak uğradığı yenilgiden, psikolojik olarak güçlenmesine yol açtı.. Uludere’de hayatını kaybeden
insanların PKK’ye sıcak bakan veya onunla bir
organik bağı olan kimseler olmamasına rağmen,
Uludere’yi siyasi bir kullanım alanı haline getirmede,
PKK son derece başarılı oldu.
Faili meçhuller dönemi, Kürt sorununda sivil ve
demokratik kanalların kapalı olduğu, buna karşın,
PKK’yle mücadele adı altında devlet içine sızmış
çeteci yapıların, sahaya tam olarak hakim oldukları
bir dönemdi.
AK Parti hükümetinin bu döneme ilişkin herhangi bir
sorumluluğu olmadığı gibi, sivil bir çözüme inanarak
yol almaya çalışan yegane hükümet olduğu da inkar edilemez bir gerçektir.
Çözüm isteyen, sivilleri her türlü şiddet ve terörden
korumak için azami gayret gösteren bir hükümetin görevlendirdiği bürokratlar, nasıl olacak da faili
meçhul cinayetler işleyecek?
Masadan kalkan veya herhang br bahaneyle
maraza çıkaran her km olursa olsun, derdn bu
koşullarda halka anlatması ve nandırıcı olması
mümkün olmayacaktır. Çünkü halk hep söylendğ
gb, barışı satın almıştır. Barışa engel olablecek ve
sürecn önünü kesecek hçbr syas veya örgütsel
bahane, kamuoyunda makul karşılanmayacaktır.
Akıl alır bir şey midir bu?
MİT yetkililerin amacı, Öcalan’ı zehirlemek, Kandil’i
yönetenleri imha etmek olabilir mi?
İmralı ve Kandil’e veya Avrupa’ya gidip çeşitli gruplarla görüşecek olan görevlilerin işi cinayete veya
operasyonel faaliyete dökmesi için ne gibi bir sebep var?
Türkiye, bu sorunun daha fazla kan dökerek çözülemeyeceğini tecrübe etmiş bir ülkedir.
Ama bu tecrübelerin ana muhalefet partisine fazla
bir şey anlatmadığı görülüyor.
Anlatmamış olacak ki, bu yasa oylanırken, CHP’den
sadece altı milletvekili evet oyu verdi. Diğerleri ortalarda yoktu.
Dolayısıyla yasanın bundan sonraki aşamalarında,
yani uygulama safhasında, CHP’nin Mecliste bir
ulusal mutabakatın oluşması yönünde değil, oluşmaması yönünde çaba göstereceğinden hiç şüphe
duymamak lazım.
Yasanın bundan sonra da iki siyasi muhatabı vardır.
Biri AK Parti’dir, diğeri de HDP ve yeni kurulan Demokratik Bölgeler Partisi’dir.
Çözüme getirilen bu yasal çerçeve, bütün bakanlıklara ve hükümetin çeşitli organlarına görev ve sorumluluklar yüklemektedir.
Kürt ve Türk kamuoyu, yasayı sevinçle karşılamıştır; çünkü bu yasa her şeyden önce bir daha geriye
dönüş olamayacağının açık ifadesidir.
Kimsenin geriye dönmek veya masadan kalkmak
gibi bir lüksü söz konusu olmayacaktır.
Masadan kalkan veya herhangi bir bahaneyle maraza çıkaran her kim olursa olsun, derdini bu koşullarda halka anlatması ve inandırıcı olması mümkün
AĞUSTOS 2014
87
Yasanın öngördüğü en önemli konu, PKK ile ilgili
sorunların halledilmesidir ve bu bakımdan eve dönüşlerin belli ve makul bir süre içinde gerçekleşmesi
yasanın en temel amaçları arasındadır.
Eve dönüşlerin yağdan kıl çeker gibi kolay olacağını
düşünmemek gerekir.
olmayacaktır. Çünkü halk hep söylendiği gibi, barışı
satın almıştır. Barışa engel olabilecek ve sürecin
önünü kesecek hiçbir siyasi veya örgütsel bahane,
kamuoyunda makul karşılanmayacaktır.
Cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Erdoğan’ın,
içinde bulunduğumuz kaotik siyasi duruma bakıldığında, bu yasayı seçimlerden önce meclisten geçirmesi bir risk olarak da görülebilir.
Fakat eleştiri yöneltenler, bu riski görmezlikten gelmekte, hatta hükümeti Kürt oylarını alabilmek için
manevra yapmakla suçlamaktadırlar.
Anketlere bakıldığında muhalefet partileri içinde,
Başbakan’a oy verecek seçmen sayısı en fazla
MHP’de toplanmış görülüyor. Öte yandan Kürt siyaseti zaten seçime kendi adayıyla girmektedir.
Bu durumda yasanın seçimlerden sonra gündeme
gelmesi, belki de daha akılcı olabilirdi. Tabi Başbakanın niyeti, çözüm süreci üzerinden, daha fazla oy
almak olsaydı...
Ama Başbakan’ın böyle bir niyete sahip olmak bir
yana, siyasi istikbalim pahasına da olsa bu sorunu
çözeceğim dediğini ve bu söylemi defalarca tekrarladığını da kimse unutmuş değil.
Kürt sorunu başından beri milli bir sorundu ve her
türlü iç politika hesaplarının dışında ele alınması gereken bir sorundu. Hükümet bu anlayışla hareket
etti. Çözümün rantını düşünerek hareket etseydi,
hiçbir şekilde inandırıcı olamayacak ve bu tür süreçlerin en çok ihtiyaç duyduğu güven sorunu tesis
edilemeyecekti.
Yasal düzenleme, Türkiye’nin ilk kez tecrübe ettiği
bir süreçte, hükümetin yetkilerini belirleyen ve sorunu meclisin gündemine sokan bir düzenlemedir.
Açıklığa ve şeffaflığa hizmet edecek, bu yönüyle de
kamuoyunun zihninde oluşmuş bir çok müphem
konuyu ortadan kaldıracaktır.
88
AĞUSTOS 2014
PKK’yi siyasi manada güçlü kılan yegane şey bugün de elinde hala silah tutuyor olmasıdır. Bu durum bölgede farklı ama PKK’nin lehine bir durum
yaratmaktadır.
2013’te Öcalan’ın geri çekilme çağrısına uyulmamasının en öenmli sebebi, PKK’nin Türkiye’nin yaşayacağı üç seçimin de, silahların gölgesinde geçmesini istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu, legal
Kürt siyaseti üstündeki silahlı vesayet imkanının devam etmesi bakımından bir avantaj yaratmakta ve
bu avantajı PKK fazlasıyla kullanmaktadır.
Geri çekilir gibi yapıp, Türkiye’de kalınmasının sebebi de budur.
Yasanın meclisten geçtiği gün de Kandil’den önemli
bir açıklama geldi.
Kandil’in bir numaralı ismi Cemil Bayık, PKK’nin
Öcalan’ın özgürlüğü sağlanıncaya kadar dağdan
inmeyeceğini açıkladı ve PKK’nin silahlı militanlarının dağdan ineceğine inananların hayal gördüğünü
ifade etti.
Eğer PKK dağdan inmemek için hakikaten bu kadar açık ve net, büyük bir kararlılık içindeyse, dağdan inişler söz konusu olduğunda, en büyük hayali,
1999’dan bu yana Abdullah Öcalan’ın gördüğünü
söylemek, yanlış olmaz.
2013 Newroz’unda okunan mektup, silahlı mücadelenin sona erdiğini açıkça belirtiyor ve silahlı mücadele döneminin kapandığını söylüyordu.
Bu devrim alanını korumak, bugün için PKK/
PYD’nin en büyük önceliğidir.
Ama Koban’e kantonuna IŞİD güçlerinin gerçekleştirdiği son saldırılar, bu bölgede ilan edilen üç
Kanton’un öyle kolayca korunamayacağını gösteriyor.
Rojava’yı korumak için daha fazla silahlı insana
ihtiyaç var. Suriye Kürtleri bu ihtiyaca yeteri kadar
cevap vermiyor olacaklar ki, PKK, Türkiye dahil, Kürtler’in yaşadığı her coğrafyadan gençleri,
Kobanê’ye saldıran ve ele geçirmek isteyen IŞİD’e
karşı mücadeleye çağırıyor.
Bu çağrıya sivil siyaset erbabı da sessiz kalmıyor.
Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, Gündem gazetesine yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
-Genç olsaydım Kobanê’ye savaşmaya giderdim.
Durum bu kadar net.
Ahmet Türk bile genç olsa Kobanê’ye gidip savaşacaksa, PKK elindeki silahlı gücü, çözümün hatırına
nasıl dağdan indirecek?
Çözüm paketi gerçekten de, dağdan inişleri hedefleyen kısmıyla son derece önemli. Ama sadece bir
yasa tasarısı olarak ve kağıt üstünde kalmaması da,
büyük ölçüde PKK’nin niyetine bağlıdır.
Cemil Bayık, Öcalan ve Kürdistan özgür kalıncaya
kadar PKK’nin dağdan inmeyeceğini böyle düşünenlerin hayal gördüğünü söylerken, yönettiği örgütün şu anki pozisyonu açısından gerçekçi davranıyor.
Öyle bir siyasi süreç var ki Orta Doğu’da, bu sürece
bakarak, PKK’nin silah bırakacağını düşünmek çok
gerçekçi olmayabilir.
Temel soru şu:
Bir yıl içinde Orta Doğu’da ve özellikle Suriye’de teritoryal bir bölgede belli bir iktidar alanı oluşturan
PKK’nin amaç ve programlarında önemli değişimler
yaşandı.
Çözüm süreci öngörüldüğü gibi belli periyodik aşamalarla, üç yıla yakın bir zamanda, PKK’yi silahlandırma ve PKK’nin normal siyasi sürece katılımıyla
sonuçlanabilir mi?
Rojava -Suriye Kürtlerinin yaşadığı bölge- denilen
bölgede bir iktidar alanı oluşturmak, PKK/PYD
için, dünyanın en büyük devrimlerinden birini daha
yapmak anlamına geliyordu. Hareketin sözcüleri
Rojava Devrimi’nin, Fransız Devrimi ve 1917 Ekim
Devrimi’nden bile büyük olduğunu düşünüyorlar.
Eller tetikten çekilmiş olsa da, PKK’nin silahlı grupları Türkiye’de eyleme hazır beklerken, bu şartlar
altında, çözüm sürecinde taraflar neyin üzerinde
mutabakat sağlayabilirler?
Kanaatimce, PKK’nin silahlı gruplarının silahsızlandırılması değil, bu grupları Türkiye’den çekmesi ve
Türkiye’ye karşı savaşı durduğunu ilan etmesi, çözümün önündeki en önemli engelin aşılmasına yol
açacaktır.
Üstünde mutabakat sağlanabilecek konu, yine kanaatime dayanarak söylemek isterim ki, muhtemel
bir silahlanma değil, bir yıl içinde tamamlanabilecek
bir geri çekilme konusudur.
Çözümün en önemli aşaması budur ve bu aşamaya gelmemek için PKK’nin, Öcalan’a rağmen ayak
direyeceği bir gerçektir.
Kandil’i tasfiye etme planı, gerçekçi değil artık.
Çünkü Kandil’in tasfiyesi, artık sadece Türkiye’deki
Kürt hareketiyle alakalı bir mesele değil.
İran başta olmak üzere, bölge ülkelerinin hiçbiri,
Amerika ve diğer bölge dışı aktörler, bu aşamada
Kandil’in tasfiye edilmesine rıza göstermez.
Sonra her şeyden önce Kandil, Türkiye’nin Kürt hareketi açısından miadını doldurmuş olsa bile, bugün
artık, Rojava’daki yeni süreç için vazgeçilmez bir
askeri-siyasi üs haline gelmiştir.
Rojava’da başlayan hareketin Kandil’den yönetildiği
apaçık.
Çözüm sürecini silahsızlandırma programına bağlamak ve bu programı Kandil’i de ihtiva edecek şekilde üç yıla yaymak, çözüm sürecini akamete uğratabilecek bir yanlışlık olur.
Dahası, Kürt kamuoyu, bugün hem Rojava hem
Kerkük’te olun bitenler nedeniyle, Kürt örgütlerinin silah bırakması programlarına ilgiyle bakmaz ve
desteklemez.
Ama hiçbir Kürt örgütünün Türkiye’ye karşı savaşmasını da istemez.
O halde gerçekçi yol ve talep şu olabilir: PKK
Türkiye’ye karşı savaşı durdurmalı ve geri çekilmelidir.
Bu sağlanabilirse, çözüm süreci amacına ulaşır.
Sağlanamazsa, süreçte ilerleme çok zor olur.
Çözüm sürecinde yeni bir aşamaya gelindiği, çözüm sürecinin sağa sola yuvarlanıp duran topunun,
şimdi Öcalan ve Kandil’in ayağında dolaştığı bir
gerçek. Kandil ve Öcalan’ın topa nasıl vuracağını
hep beraber bekleyip göreceğiz.
Çünkü hükümet üstüne düşeni yaptı, top bu iki aktörün ayağında.
Ya geri çekilme ya hiç!
AĞUSTOS 2014
89
İÇ POLİTİKA
KIRMIZI KİTAP
MİLLİ İRADE VİZYONU
PARALEL CUNTA’YA OPERASYON
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
Soğuk Savaş Sürecinde Eski Türkiye
S
oğuk Savaş döneminin, “devleti öne çıkaran, milleti devletin emrinde, güvenilmez
unsurlar kategorisinde değerlendiren”
güvenlik ve savunma paradigmalarının,
istihbarat taktik ve stratejileri gereği,
dünya devletlerinin, bilhassa NATO ve Varşova
Paktı’na bağlı ülke
istihbarat servislerinin “gizli, esrarengiz, ulaşılmaz,
komplocu” görüntüsü ve işlevinin doğal olarak
1952 yılında, NATO’ya üye olan Türkiye’yi ve MİT’i
de kapsadığı bilinir.
Gelişmiş demokrasilerde devleti milli irade yönetir.
Ülkemizde de mevcut anayasa ve kanunlarda, yasama, yargı ve yürütme erklerinin kimler tarafından
ne şekilde kullanılacağı, erkler arasındaki koordinasyonun ne şekilde sağlanacağı açıkça belirtilmesine rağmen, Müesses Nizamın sivil yönetimlere ve
milli iradeye güvenmeyen, hatta iç tehdit unsuru
olarak gören yönetim anlayışı, tarzı ve tavrı, cumhuriyeti kuran ideolojinin doğal koruyucuları olarak, gerekirse risk alınacağını açıkça deklare
ederek, kendilerini toplum içinde daha
Atatürkçü ve vatansever, laik
cumhuriyetin kurucusu ve
sahibi olarak gören bir
vesayet anlayışını,
uzun yıllar bo-
28 Şubat sürecnde, br Bakanlar Kurulu manzumes olan ve MGK çnde hazırlanarak Ekm 1997
yılı çnde kabul edlen MGSB belgesnde, brnc sırada ç tehdt olarak kabul edlen ‘rtca’nın, Türkye
çn gerçek anlamda br ç tehdt olmadığı, ülkede brlk ve beraberlğ bozacak, ülkey kamplara
bölmeye yönelk br dış destekl br dayatma olduğu 28 Şubat yargılamalarında otaya çıkmıştır.
yunca millet iradesine dayattıkları bir vakıa olarak
karşımızdadır.
Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında 1950 yılından
2005 yılına kadar geçen zaman dilimi içinde vesayet mekanizmaları 1961 ve 1982 darbe anayasalarından aldığı güçle, MGK içinde anayasa üstü
yetkilerle donatılmış bir şekilde siyasi istikrarsızlığın
ve darbelerin başlıca kaynağı ve nedeni olmuştu.
Halk arasında devletin gizli anayasası olarak tabir
edilen ‘kırmızı kitap’ (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) bu anlamda vesayetçi mekanizmalar tarafından
demokratik reform ve yönetim tarzlarına karşı, seçilmişleri baskı altına alacak militarist ve vesayetçi
anlayışı etkili kılacak mevzuatla donatılmıştı.
MGK Genel Sekreterliği resmi web sitesinde MGSB
şöyle tanımlanıyor; “Türkiye Cumhuriyeti’nin milli menfaatleri ve milli hedefleri ve milli hedeflere
ulaşılması için takip edilecek iç ve dış güvenlik ile
savunma siyasetlerine ilişkin esasları kapsayan bir
Bakanlar Kurulu dokümanıdır”.
Bakanlar Kurulu kararları ile yürürlüğe konulan
MGSB’nin diğer Bakanlar Kurulu kararları gibi normlar hiyerarşisine uygun bir doküman olması şeklen
ve görüntü olarak doğru görünse bile gerçekte
2005 yılına kadar MGK’da hazırlanan Türkiye’nin
iç ve dış tehditlerinin belirlendiği MGSB’de, askerlerin mutlak ağırlığı kendini hissettirmiş, Bakanlar
Kurulu’nun rolü yalnızca askerler tarafından belirlenen iç ve dış tehdit ile savunma ve güvenlik paradigmalarını onaylamaktan öteye geçememiştir.
Böylece güvenlik ile ilgili sorumlulukları TSK’ya havale etme kolaycılığını benimseyen kabineler, silahlı
kuvvetlerin iç müdahalelerine istemeden de olsa
zemin hazırlamış oldular. Tehdidi tespit etmeyi, tedbiri almayı da vesayet makamlarına bırakmak en
azından milletten alınan yetkinin suistimal edilmesi
anlamını taşır.
90
AĞUSTOS 2014
59. Hükümet’in, MGSB’sini Genelkurmay ile birlikte hazırlama iradesini belirtmesi ile ortaya çıkan
kurumlar arasındaki iç ve dış tehdit algılama farklılığı, 2005 yılında medyanın gündeminden düşmedi.
Görüşmelere askerlerin 300 sayfalık bir taslakla gelmelerine karşın, hükümet çevrelerinin 25-30 sayfalık bir taslakla katılması aslında derin görüş farklılıklarını da ortaya koyuyordu.
Yeni MGSB, 24 Ekim 2005 tarihinde MGK’da görüşüldü, Bakanlar Kurulu’na tavsiye edildi. Bakanlar
Kurulu 20 Mart 2006 tarihinde MGSB’yi kabul etti.
MGSB’nin metni yüksek gizlilik derecesi nedeniyle
Resmi Gazete’de yayınlanmaksızın yürürlüğe girdi.
MGK’da görüşülüp karara bağlanan MGSB’nin niçin 5 ay sonra kabul edildiği, neden bu kadar beklendiği konusunda kamuoyunda tereddütler hâsıl
oldu. Bu konuda bir dönem Özel Harp Dairesi’nde
görev yapan, Adnan Tanrıverdi, belgenin provokatif olaylarla hükümete imzalattırıldığını ileri sürerek,
Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonu, Hakkâri
bölgesinde bir dizi bombalama eylemi, Şemdinli
iddianamesi ve Diyarbakır olayları ile hükümetin eş
zamanlı olarak, MGSB’yi imzalamak zorunda kaldığını belirtti.
Geçmişte Türkiye, MGSB ile iç ve dış tehdit algılamalarını yaparken bağlı bulunduğu pakt ve uluslararası
antlaşmaları dikkate almış olmasına rağmen, Türk
Milleti’nin milli manevi ve kültürel değerlerine gerekli
önemi vermemiştir. Milletin gündeminde bulunmayan tehditler gündemden düşürülmemiş; hatta kendi
halkını tehdit kaynağı olarak gösteren, Cumhuriyet’in
temel nitelikleri açısından tehlike yaratacak faaliyetlerin meşru iktidarlar tarafından yapıldığı iddiaları uzun
yıllardan bu yana gündemde tutulmuştur. Hükümetlere karşı yapılan ve yapılacak tüm antidemokratik
faaliyetlere de bu çerçevede meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.
28 Şubat sürecinde, bir Bakanlar Kurulu manzumesi olan ve MGK içinde hazırlanarak Ekim 1997 yılı
AĞUSTOS 2014
91
1979 yılında Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi
sonucu CIA’nin örtülü desteğiyle tüm dünya Müslümanları ateist Rusya’ya karşı mücadele etmeleri yönünde cihada çağrılmışlardı. Afganistan’da
Rusya’ya karşı cihat eden savaşçılar CIA’nin desteğini fark edememiş, Pakistan gizli servisi ISI tarafından eğitildiklerini zannetmişlerdi.
Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak genelde NATO’nun
‘Tehdit Konsept’ değerlendirmelerini kendi ülkesinde birebir uygulamıştır.
içinde kabul edilen MGSB belgesinde, birinci sırada
iç tehdit olarak kabul edilen ‘irtica’nın, Türkiye için
gerçek anlamda bir iç tehdit olmadığı, ülkede birlik
ve beraberliği bozacak, ülkeyi kamplara bölmeye
yönelik bir dış destekli bir dayatma olduğu 28 Şubat yargılamalarında otaya çıkmıştır.
Türkiye’de ilk defa siyasi irade’nin inisiyatifinde, ülkenin gerçek ihtiyaçları göz önüne alınarak dış etki
ve konseptlerden, bağımsız ve askeri vesayetçilerin
kontrolü dışında 2010 tarihinde, Yeni Türkiye’nin
MGSB’si hazırlanmış, devlet-millet kaynaşmasını
engelleyen, 28 Şubat cuntasının ürünü olan ‘irtica’
iç tehdit olmaktan çıkarılmıştı. 28 Şubatçılar tarafından ortaya atılan ‘irtica’ tehdit olgusu ve bu tehdit
algılamasının 1000 yıl süreceği iddiaları doğrudan
NATO’nun yeni “Tehdit Konseptinin” Türkiye’de
bire bir uygulanması ile yakından ilgilidir.
1990 yılında Berlin duvarının yıkılması, 1991 yılında SSCB ve doğu bloğunun parçalanması sonucunda, soğuk savaş döneminin sona ermesi,
NATO’nun komünizm tehdidine karşı oluşturduğu
tüm savunma sistemlerinin boşa çıkması üzerine,
NATO 1990’lı yıllarda yeni hedefler ve görev sahaları edinmiş, bu çerçevede 90’lı yıllarda çeşitli dönüşümlerden geçmişti.
11 Eylül saldırılarının hemen sonrasında ‘Küresel
Terörizm’ NATO’nun yeni tehdit konsepti olarak
açıklanmıştı. Bu karar ikiz kuleler saldırısını gerçekleştirdiği iddia edilen El-Kaide örgütü ile ilgili olarak
alınmış, böylece İslam ve terör yan yana getirilerek
İslamiyet örtülü bir tehdit olarak ortaya konmuştu.
92
AĞUSTOS 2014
Türkiye’yi adım adım 12 Eylül 1980 darbesine götüren faili belli veya meçhul cinayetlerde, toplumsal
olaylarda, sağ-sol çatışmalarında yaklaşık 5000 kişi
hayatını kaybetmişti. Bu süreçte Türkiye’nin birinci
iç ve dış tehdidi ‘Komünizm’ olarak değerlendirilmişti. NATO’nun soğuk savaş döneminin tehdit
konsepti Türkiye’de karar verici mekanizmalar tarafından da birebir kabul edilerek yasallaştırılmıştı.
12 Eylül öncesi yaşanan ve bir iç savaştan farklı
olmayan bu dönemde sağ-sol kutuplaşması devlet eliyle yaratılmış, ülkenin birlik ve beraberliğine,
kardeşliğine milletin devlete olan güvenine büyük
darbe vurulmuştu.
Küreselleşme Sürecinde Yeni Türkiye
Cumhurbaşkanı adayı Başbakan Erdoğan’ın, Haliç Kongre Merkezi’nde açıkladığı “Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesi”, iç politika açısından ‘Yeni
Türkiye’nin, 2023 hedefleri doğrultusunda ileri demokrasi standartlarını yakalamış, hukuk devleti ilkeleri ve anlayışını benimsemiş, devlet toplum ilişkilerinde, millet iradesini öne çıkaran bir vizyonu, yetki
ve sorumluluk açısından şeffaf, hesap verebilir bir
devlet profilini ortaya koyan bir yol haritası ve manifesto niteliğindedir.
Dış politikada ise Türkiye’nin “evrensel değerler ve
ulusal çıkarlar arasında bir denge oluşturularak”
bölgesinde ve dünyada olumlu, dönüştürücü bir
dinamizme sahip olarak, barış ikliminin yaratılmasında, çözüm sürecinde olduğu gibi derin bir etki
yaratılabileceğinin altı özellikle çizilmiş görünüyor.
Küreselleşme olgusunun iç ve dış politika arasındaki
ayrımı, yumuşatmanın ötesinde tamamen ortadan
kaldırdığı için iç ve dış politikanın iç içe geçtiği savı
uluslararası platformlarda sıkça vurgulanan önemli
bir tespit olarak görünmektedir. Bu farkındalığın bir
sonucu olarak, bölgesel ve küresel siyasi aktörler
dış politikalarını, iç gündemlerini desteklemek için
kullanmakta veya tam tersi iç gündem, dış politikanın konusu yapılabilmektedir. AK Parti hükümetleri
dönemi bu açıdan dış politikanın, iç politikayı dönüştürmede etkin ve başarılı olduğu bir sürece işaret etmektedir. Geçmişte Kırmızı Kitap’a göre dış
politikalarımızı şekillendirirken, günümüzde dış politikamıza göre Kırmızı Kitap’ı elden geçirmemiz milli
iradenin tecellisi açısından güzel bir örnek sanırım.
“Yeni Türkiye Yolunda” isimli vizyon belgesinde,
Eski Türkiye’nin devleti öne çıkaran, millete güvenmeyen, onu örseleyen, milleti devletin emrinde bir
araç olarak gören güvenlik paradigmalarına karşı,
devlet-millet ilişkilerinde, milli iradeyi öne çıkaran,
millete saygı ve güven duyan, “milletin efendisi değil
hizmetkarı olma perspektifi” ile hareket eden, devlet
olarak milletin değerlerini benimseyen, millet merkezli bir yönetim anlayışının hakim kılınacağı açıkça
ifade ediliyor.
Millet ve devlet ilişkilerinde milletten yana taraf olunacağının açıkça belirtilmesi çok açık bir ifadeyle
sessiz devrim niteliğinde ileri demokrasi standartları
çerçevesinde olumlu bir girişimdir. Uzun yıllardan
bu yana horlanan, küçümsenen itibarsızlaştırılmaya
yönelik psikolojik harekâtların merkezine oturtularak, 28 Şubat’ta irticai iç tehdit olarak değerlendirilen, millet iradesine kayıtsız şartsız saygı duymak
demokrasinin en önemli parametrelerindendir.
Ancak eski ve yeni vesayet mekanizmaları kontrolündeki yazılı ve görsel medyadaki bazı devşirilmiş unsurlar ve bazı muhalefet parti mensupları
bu söyleme beklenildiği gibi açıkça karşı çıkarak
demagoji yapmakta, kontra bir psikolojik harekat
stratejisiyle, AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ı neredeyse kendi derin devletini yarattığı paranoyasıyla
suçlamaktadırlar.
Vizyon belgesinin tamamı incelendiğinde, darbeciler tarafından hazırlanan ve siyasi istikrarsızlığın
kaynağı olarak gösterilen, yürürlükteki anayasa ile
çatışan bir cumhurbaşkanı görüntüsü vermemeye
özen gösterildiği, 2015 Haziran ayında yapılacak
genel seçimlerde Anayasa’yı değiştirebilecek bir
çoğunlukla iktidara gelindikten sonra konjonktür
müsait olduğu takdirde sistem değişikliğine gidilebileceği anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın ilk turda yüksek bir oyla seçilmesi durumunda (% 55)
erken seçim ihtimalinin göz ardı edilemeyeceği uzmanlarca belirtiliyor.
Çözüm süreci, Kürt-Türk kardeşliğinin gerek yurt
içinde gerekse Orta Doğu’da pekiştirilmesi, 12 Eylül 2010 referandumu ile darbecilere yargı yolunun
açılması, milletin manevi değerleri ve inanç özgürlüğünü irticai tehdit olarak değerlendiren, MGSB’de
yapılan değişiklikle iç tehdit olarak kabul edilen ‘irtica’ tehdidinin ortadan kaldırılması, türbanın kamu
dâhil olmak üzere tüm üniversitelerde serbest bırakılması, darbelere zemin hazırlayan TSK İç Hizmet
Kanunu’nun 35 maddesinin değiştirilerek mevcut
maddeden “Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” ifadesinin çıkarılması, devlet içindeki çetelerle ve darbecilere karşı verilen mücadele iktidarın
devlet ve millet kaynaşması yönündeki önemli icraatlarıydı diyebiliriz.
Paralel Cunta’nın Polis Ayağına Operasyon
Başbakan Erdoğan, 10 Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde, AK Parti adayı olarak
isminin ve Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesi’nin
açıklandığı toplantıda konuşmasını yapmak üzere
kürsüye “İstiklal Mücadelesi’nin lideri” anonsuyla
davet edilmişti.
Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklarken yaptığı “Çankaya’da iki hayati görevim olacak.
Birisi Cemaatin tasfiyesini bizzat yürüteceğim. İkincisi barış sürecinin takipçisi olacağım” sözü cemaat
cephesi ve muhibbilerinde endişe yaratmış ancak
çok ciddiye alınmamıştı.
Operasyon beklentisi içinde olan kamuoyunda örgüte neden operasyon yapılamadığı yönündeki
merak ve endişeleri kendi lehine çevirmek isteyen
Paralel Yapının büyük abileri ve imamları, tabanının
çözülmesini engellemek, örgüte moral ve destek
sağlamak amacıyla, motive edici söylem ve eylemlere yönelik psikolojik harekat faaliyetlerini, sosyal
medya üzerinden de yürüterek ellerinde delil yok,
beceremezler, bir şey bulamazlar twitleri ile güç
sarhoşluğunun getirdiği sorumsuzlukla açıkça devlete meydan okuma cüretinde ve gafletinde bulunuyorlardı.
Oysa Erdoğan, Paralel yapının başarısızlıkla sonuçlanan, 17-25 Aralık darbe girişimi sonrasında, Milli
AĞUSTOS 2014
93
- Cemaat üyesi olup örgütlü olarak hükümeti devirmek ve anayasal düzeni yıkıp, devleti ele geçirmek
için doğrudan faaliyet yürüten kişilerin adreslerinin ve
açık kimlik bilgilerinin belirlenmesi, cep telefonu ve
elektronik iletişimlerinin denetlenip izlenebilmesi için
araştırmanın yapılması, gerekli kararların mahkemelerden alınabilmesi için işlemlerin başlatılması, benzer
şekilde geriye dönük olarak cep telefonu görüşme
kayıtlarının alınıp, üzerinde çalışma yapılması,
- Cemaatin tuttuğu arşivlerin bulunduğu yerlerin
tespit edilerek acilen aranması, elde edilecek delilerin değerlendirilmesi,
- Fethullah Gülen ve cemaatinin elinde silahlı bir
güç bulunup bulunmadığı, Ordu, Jandarma, MİT ve
Emniyet birimleri içerisindeki cemaate bağlı olanların böyle bir eyleme kalkışmalarının mümkün olup
olmadığı ve cemaat üyelerinin böyle bir eyleme kalkışmaları halinde hükümeti yıkabilecek veya anayasayı ortadan kaldıracak güçlerinin olup olmadığının
belirlenmesi,
Güvenlik Kurulu’nun 26 Şubat 2014 tarihli olağan
toplantısında; “Devlete sızmış yapılarla özellikle ulusal güvenliğimize tehdit oluşturan ‘Paralel devlet
yapılanmasıyla’ mücadele ve bu tehdide yönelik
olarak alınan veya alınması gereken tedbirlerin görüşülüp karar altına alınmasını sağlamıştı.”
3 saat süren toplantıda MİT Müsteşarı Hakan Fidan
tarafından “yapılanma” ile ilgili detaylı sunum yapıldı.
Kurumlardaki yapılaşmadan, yasa dışı dinlemelere,
kriptolu telefonların deşifre edilmesine kadar birçok
veri, istihbarat bilgisi, bundan sonra çıkacak veriler,
siber tehdit unsurları yargı-iş dünyası ve medya faaliyetleri dış bağlantılar hepsi ele alındı. Toplantının
sonunda devletleşme stratejisi ile faaliyet gösteren
bir ucu dışarıda illegal hiyerarşik yapılanma ile ilgili
oy birliğiyle “topyekün mücadele” kararı alınmıştı.
MGK’da alınan bu karar doğrultusunda, Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı
İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Emniyet Genel
Müdürlüğü, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, 30
ilin Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği 23 maddelik
talimat yazısında Gülen Örgütünün mercek altına
alınarak araştırılması istenmişti:
94
AĞUSTOS 2014
- Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma, MİT, Yargı organları ve Ordu’daki üyelerinin kimler olduğu,
toplam kaç kişi olduklarının belirlenmesi, kurumlar
içersinde örgütlenme şekil ve şemasının tespiti,
- Fethullah Gülen Cemaatinin ‘imam’ olarak görevlendirdiği kişilerin, ilçe, il, ülke geneli yabancı ülkeler olmak üzere ayrı ayrı araştırılıp tespit edilmesi,
imamların hangi devlet idaresi veya kurumundan
sorumlu olduklarının tespit edilmesi,
- Cemaatin Türkiye’de gerçekleştirdiği her türlü ticaret, eğitim, öğretim, sosyal etkinlik, basın yayın
ve matbaa işlemleri, internet yayıncılığı başta olmak
üzere her türlü faaliyetinin araştırılması, hukuka uygun görülen faaliyetleri ile gizli yürütülen hukuk dışı
faaliyetlerinin tespiti,
lunduğu iddia edilen, Aziz Santora cinayeti, Hrant
Dink’in öldürülmesi, Danıştay saldırısı, Zirve Kitapevi katliamı, Necip Hablemitoğlu ve Üzeyir Garih’in
öldürülmesi gibi olaylarla irtibatlarının araştırılması
öngörülmüştü.
Ancak eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin TBMM’ye
verdiği soru önergesinde, Gülen Örgütü’nün araştırılmasını isteyerek, 30 İl Emniyet Müdürlüğü’ne
gönderilen eylem planlarını deşifre ederek, hizmet
hareketine ve masum insanlara kumpas kurulduğunu iddia ederek, konunun araştırılmasını istemesi,
paralel yapının polis içinde kozmik bilgilere kolaylıkla ulaşabildiğinin önemli bir göstergesi sanırım.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 22 Temmuz’da
22 ilde Paralel Cuntanın polis ayağına yönelik başlattığı operasyonlarda çeşitli rütbelerde 115 polis
gözaltına alındı. Başsavcı Hadi Salihoğlu yaptığı
yazılı açıklamada, sözde selam-tevhid örgütü kurulduğu yönünde delil olmadığı halde bir kurgu oluşturularak 2010 yılı içinde soruşturmaya başlandığı,
yaklaşık 3 yıl süreyle 251 hedef kişi toplamda 2280
kişinin dinlendiği, Başbakan ve bakanların diğer
ülke yetkilileri ile olan görüşmelerinin kaydedildiği,
MİT müsteşarının kod adı ile örgüt üyesi olarak dinlenip kaydedildiği özetle casusluk yapıldığının tespiti üzerine, 21.07.2014 tarihli talimat yazısı ile söz
konusu selam-tevhid adlı örgüt adıyla soruşturma
yapan, gerçekte amaçlarının casusluk olduğu belirlenen 76 emniyet görevlisi hakkında yakalama ve
gözaltı talimatı verildiğini belirtilmişti.
- Cemaatin lideri Fethullah Gülen’in ve yanındakilerin yurt dışındaki ilişki ve irtibatları,
Emniyet Genel Müdürlüğü müfettişlerinin, İstanbul
Emniyet İstihbarat şubesi hakkındaki suç ihbarında
çok sayıda kişinin sahte kimlik ve bilgilerle değişik
zaman dilimleri içinde dinlenip konuşmalarının kayda alındığı, içlerinde milletvekili, hâkim, basın mensubu ve üst düzey bürokrat olan 250 civarında kişinin sahte belgelerle, ilgisi olmadıkları halde yasadışı
örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle dinlendikleri, bu
işlemin tamamen özel amaçlı yapıldığı, devletin güvenliği ile ilgili olmadığının anlaşılması üzerine Emniyet İstihbarat Şubesi’nde görevli 39 şüpheli hakkında yakalama, gözaltı ve arama kararı verilmişti.
- Cemaat üyelerinin Türkiye’nin son 10 yılında işlenen önemli olaylara azmettiren, yardım eden ya
da doğrudan suç işleyen sıfatıyla katılıp katılmadıklarının belirlenmesi, cemaat üyelerinin rolleri bu-
Casusluk iddiasıyla gözaltına alınan şüphelilere aralarında Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül,
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, bakanlar ve Genelkurmay Başkanı’nın da bulunduğu yasadışı dinlemeyle
- Cemaatin elinde bulunan sermaye şirketleri, holdingler, medya, dershaneler, bankalar, gelir kaynakları, himmet, bağış, zorlamalı satışlarda elde
edilen gelirlerin tespiti,
ilgili sorular sorulduğu öğrenildi. Şüphelilere Selam
örgütü adı altında ‘neden’ dinleme yaptıkları, dinlemelerde elde edilen kayıtları ‘ne için’ kaydettikleri ve
bu verileri ‘nerede’ depolayıp ‘kimlere’ ulaştırdıkları
sorulduğu belirtiliyor.
Paralel Cunta ile mücadele uzun soluklu bir sürece
işaret ediyor. Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıktığı
takdirde mücadelenin kesintisiz olarak devam edeceğini açıklaması, milli güvenliğimize tehdit oluşturan cuntanın Kırmızı Kitap’ta iç tehdit olarak yerini
alacağını belirtmesi şüphesiz bu konuda siyasi bir
kararlılığı ortaya koyuyor.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında,
Eski Türkiye’de bazı suikast ve cinayetlerin açık ve
belgeli delillere rağmen arka planlarının aydınlatılamaması, bu konularda yargıda kamu vicdanını yaralayan hükümler verilmesi ve suçsuz bazı devlet
görevlilerine kumpas kurulduğu iddiaları, yargı reformunu zorunlu kılarken, devlet-millet kaynaşması
ve milletin devlete olan güvenini zedelemeye yönelik faaliyetleri ile devletin kurumlarına sızmış eski
ve yeni vesayet mekanizmalarının özellikle Paralel
Cunta’nın yargı, medya ve iş dünyasındaki ayaklarının da deşifre edilerek yargı önüne çıkarılmasını
elzem kılıyor.
AĞUSTOS 2014
95
İÇ POLİTİKA
‘GÜVENLİKÇİ’
POLİS DEMOKRASİNİN
NE KADAR GÜVENCESİ OLABİLİR
Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA
SDE Savunma ve
Güvenlik Programı Koordinatörü
17
Aralık’ta yaşananlar, siyasetten
bağımsız bir bürokratik alanda
kendisine iktidar alanı yaratmış olan siyaset-dışı çevrelerin, bu durumu koruyabilmek için halkın en hassas
olduğu ‘yolsuzluk’ konusu üzerinden yaptığı bir operasyondu. Bu,
meşruluğu tartışılmaz bir konu
üzerinden, yasa-dışı dinlemeler,
kayıt dışı uygulamalar ve devletin
işleyişinden bağımsız bir hiyerarşiyle istihbarat destekli yeni tür bir
vesayeti meşru kılma çabasıydı.
Yolsuzlukların aslı var mıydı yok
muydu elbette önemli bir tartışma
ama daha önemli olan şayet varsa
96
AĞUSTOS 2014
bunu açığa çıkarma sorumluluğunun kimde olduğu. Türkiye’de güvenlik güçlerinin siyasetle ilişkisi
öteden beri sorunlu olmuştur ve bu sorunlu durum
zaman içerisinde ‘olması gereken’miş gibi algılanır
bir durum yaratmıştır. Siyasileri, ‘gelip geçici’, ‘güvenilmez’ ve ‘ülkenin emanet edilemeyeceği’ kimseler olarak gören bu anlayış kolaylıkla siyaset-dışı
olanın etkisine ve kontrolüne girme tehlikesi taşır.
Bütün bunların her zaman için oldukça güçlü, tek
bir meşrulaştırıcısı vardır çünkü: güvenlik gerekçesi.
Benjamin’in (2010) belirttiği gibi kolluk gücü çoğu
kez hukuksal amaçlarla hiçbir ilgisi olmadığı halde
pek çok olaya ‘güvenlik gerekçesiyle’ müdahale
eder. Buradaki sorun güvenlik gerekçesinin yasal
bir meşrulaştırıcı işlevi görmesi ve polis eliyle yapılacak her türlü eylem ve fiilin istendiğinde hukuki kılınabileceğidir. Dolayısıyladır ki polisin siyaset-dışı bir
güç odağının kontrolüne girmesi aslında siyasal iktidarın ‘güvenlik gerekçesiyle’ emniyetsiz kılınarak,
emin olunamayacak bir güvensizlik kaynağı haline
getirilmesiyle sonuçlanır.
Demokratk br toplumda
polsn bütün varlık neden
svl hayatın olabldğnce genş
br özgürlük ve güvenlk alanı
çersnde şlerlğn sürdürerek
syasal süreçler en kesntsz
bçmde şleteblmesn
sağlamak, toplumun bütün
br syasal ktdarını emnyete
almaktır.
Demokratik toplum, en yalın haliyle yönetenlerin
yönetilenlere tabi olduğu ve bu ayrımın ‘keskin’ bir
ayrışmışlık taşımadığı; sivil alanın mümkün olan en
yüksek ölçüde tahakküme ve her türlü müdahaleye
karşı bağışık kılınarak bireysel hakların ve özgürlüklerin merkeze alındığı toplumdur. Demokratik bir
toplumda polisin bütün varlık nedeni sivil hayatın
olabildiğince geniş bir özgürlük ve güvenlik alanı
içerisinde işlerliğini sürdürerek siyasal süreçleri en
kesintisiz biçimde işletebilmesini sağlamak, toplumun bütün bir siyasal iktidarını emniyete almaktır.
Gerçek anlamda demokratik toplumlarda güvenlik,
ayrı bir uzman kurumla değil toplumun ortak sorumluluğuyla sağlanır. Polis, aynı anda özgürlüğün
ve güvenliğin var olabilmesini, ikisi arasındaki ilişkinin birbirini kesintiye uğratan ya da yok eden bir
zıtlık taşımayıp ancak bir arada var olabilen nitelikte
olduğunu simgeler. Diğer bir deyişle, özgürlük ve
güvenlikten birinin artması ötekini azaltmaz; her ikisi
de köken olarak aynı şeye dayanır ve aynı kaynaktan beslenerek var olurlar. Bu aynı zamanda polisi
de ortaya çıkaran ve var eden kaynaktır: toplumun
siyasal imkanları.
işleyişine ideolojik bir müdahalede bulunmak anlamı taşır. Bu durum, doğası gereği siyasal bir iş
yapma biçimi olan polisliğin, halkın polisi olmaktan
çıkıp devletin polisi olma yolundaki ilk günahıdır.
Hemen peşinden, tavrını güvenlikten yana koyma
ve ‘kamunun ortak yararına’ olmadığını düşündüğü
bir takım özgürlükleri güvenlik adına kısan bir anlayışa savrulma; güvenliği her şeyin önüne koyan
bir hiyerarşi kurma gelir. Oysa özgürlük yok olduğunda güvenlik de yok olmaktadır ve toplumun
siyasal işleyişi daralarak belirli bir alan sivil hayatın dışına çıkarılmaktadır. Siyasete ‘dışarıdan’ yön
verme arzusu tam olarak bu bölgede faaliyet alanı
bulmaktadır. Siyasallığın yitimi böylelikle başlar ve
polisin teknikçi, anti-siyasal bir güvenlik ideolojisini
yasalara dayanarak uygulamasıyla birlikte giderek
teknisyenlik işi haline gelir. Bu yolla, siyasetçilerin
güvensiz bulunduğu, son sözü söyleyenlerin teknokratlar ve bürokratlar olduğu bir düzen meşruluk
kazanır. Ancak, bu olduğunda polis, anti-siyasal bir
iş yapma biçimi olarak sadece özgürlüklerin değil
güvenliğin de anti-sembolüne, bizatihi ‘tedirgin edici’ bir güvensizlik kaynağına dönüşür. Güvenlik ve
düzen, insanların kafasında polisle özdeşleştirilir ve
toplumu var eden siyasal imkanları zaafa uğratarak
ancak devlet eliyle sağlanabilen, toplumdan bağımsız bir alana terkedilir.
Özgürlük ve güvenlik, ayrıştırılabilir olamayacak derecede kaynaşmış halde bulunur; aynı anda var olur
ya da yok olur ve polisin bu ikisini ayrı düşünerek
birinden yana tavır sergilemesi sivil hayatın siyasal
Düzenin ve güvenliğin sağlanmasının büyük ölçüde
yasalara ve polise bağlı olduğu toplumlarda aslında
sürekli bir düzensizlik ve alttan alta süren tedirgin
edici bir huzursuzluk hali vardır çünkü toplumun
AĞUSTOS 2014
97
siyasal imkanları kendi kontrolünden belli ölçüde
çıkmıştır. Demokratik yerlerde, düzeni ve güvenliği sağlayan şey, yasa ya da polis değil halkın yasaya ve polise -bir kelimeyle topluma- olan inancı
ve güvenidir. Bu inanç ve güven, halkın kendini var
edebilmesi, bireysel özgürlük ve özgünlüklerini engelsizce hayata geçirebilmesi ve hiyerarşik bir gücün baskısı altında hissetmemesi ölçüsünde artar.
O nedenle bu inancın oluşması için olmazsa olmaz
olan şey, yasa uygulayıcıları ve polisin halk üzerinde
bir hiyerarşi kurmaksızın ve yasaların ihlaliyle düzenin bozulmasını, özgürlüklerin yaşanmasıyla güvenliğin yok olmasını bir tutmaksızın hareket etmesi,
birey merkezli bir anlayış benimsemesi gerekliliğidir.
Yasaların ve polisin özerk olma eğilimi gösterdiği
yerlerde -ki güvenliğe yapılan aşırı vurgu çoğu kez
bu amaca dönüktür- sivil alanla siyasal alan arasında polis ve yasalar üzerinden bir hiyerarşik ilişki
ortaya çıkar. Hayatın kabına sığmayan canlı enerjisi, kendisine hareket alanı bulamayarak söner. Ne
zaman ki toplumsal hayat canlılığını, yaşam enerjisini yitirirse güvenlikçi ideolojik çevreler en güçlü zamanlarını yaşarlar. Burada polis ve yasa, sivil alanla
siyasal alanı birbirinden ayırarak siyasal gücün sivil
alanda ve aynı şekilde sivil gücün de siyasal alanda
serbestçe eyleme geçmesini engelleyerek toplumu
sürekli bir hiyerarşi içerisinde tutar ve hatta bizatihi
siyasal iktidarın yerine geçer. Bu, Muir’in polislerden ‘sokak siyasetçileri’ diye bahsettiği durumdur.
Polis, bu sayede topluma hiyerarşik bir yerden -güvenlik adına- sadece yapılmaması gerekenleri değil neler yapılması gerektiğini söylemeye başlar ki
98
AĞUSTOS 2014
burada yapılması gerekenler güvenlik adına topluma dayatılan belirli bir düzen ideolojisidir. Burada,
yasalar ve polis, kutsanan bir düzene uymayanları
‘terbiye’ eden bir disiplin aracı halini alır. Bu aslında tam da polisin düzenle kurduğu ilişkiyi anlatır.
Polis açısından düzen, itaatsizlik durumunda ‘yaptırımlar’ uygulama kabiliyetine sahip bir egemenin
‘buyruğuyla’ güvence altına alınan bir çatışmasızlığı ve uyum halini ifade eder ve buradaki egemen,
‘değişken’ siyasal hükümetler değil bizatihi devlet
olarak tecelli eder.
Berki (1986), klasik eseri Society and Security’de,
“Düzen, bir topluluğun kendi arasındaki ilişkiselliğinin statik ifadesiyken siyaset, bunun eyleme geçmesi, hareket alanı bulması ve var olan düzenin
sarsılmasıdır” der. Bu yüzden, polisin güvenlikçi bir
anlayışla özgürlüğü ikincil kabul etmesi siyasetin hareket alanını düzenleme eğilimi gösterir ve var olan
düzen, bizatihi güvenliğin güvencesi anlamı taşır.
Bu olduğunda polis, tıpkı Napolyon döneminin ünlü
polis bakanı Fouchè gibi ‘düzenin politikacısı’ haline
gelir. Gerçek anlamda siyaset, toplumun iktidarının
kendi varlığını yeniden üretme gücüdür ve polisin
zorlayıcı gücü buna yönelik engel ve tehditleri bertaraf etmeye yönelik bir düzenin ortaya çıkması
içindir. Ancak güvenlikçi bakış, özgürlük ve güvenlik ilişkisini uyuşmaz kılarak zorlayıcı gücü güvenliğin
kendini yeniden üretip tahkim etmesi için kullanır ve
özgürlük alanıyla siyasal alan arasında melez bir
tampon bölge oluşturur. ‘Güvenlikçi polis’, bu tampon bölgede ‘teknik’ bir profesyonellik ve tarafsızlık
görüntüsü vermeye çalışır ancak aslında olan şey,
toplumun polis marifetiyle depolitize edilerek ortaya
çıkan iktidar boşluğunun emniyete alınması ve böylelikle düzenin sarsılmadan istendiği yöne çekilebilmesini sağlayarak, her devrin kazananı olmaktır.
Polisin nerede durduğunun belirsiz olduğu bir yerde
muğlaklık ve müphemlik kendiliğinden suç şüphesi
doğurur. Polis, güvensizlik yayan bir devlet aygıtına
dönüştüğünde siyasal iktidarlar, gücünü kaybetmemek için ‘devletleşme’ baskısı altında kalır. Başka
bir deyişle, toplumdan bağımsız bir iktidar kaynağı
olarak devletin istediği çizgiye gelmek zorunda bırakılır aksi takdirde statükocu düzen kendiliğinden bir
siyasal iktidar karşıtlığı üretir hale gelir. Bunun ileri
boyutu, totaliter bir polis devleti halidir. Polis devleti, yasaların ve hukuk düzeninin olmadığı değil yazılı
kuralların ve yasaların -siyasal iktidarlardan bağımsız ve onları aşan bir şekilde- ne zaman ve nasıl uygulanacağının -neredeyse tamamen- devlete bağlı
polis tarafından belirlendiği bir belirsizlikler ülkesidir.
Güvenlik meşrulaştırmasıyla toplumun siyasal imkanları üzerinde bir vesayet kurulduğunda her siyasal eylem ve düzensizlik, her türden toplumsal hak
talepleri kolaylıkla suça dönüşme riski taşır. Polis,
bilerek ya da bilmeyerek statükoya göre bir suç
ve ceza sisteminin kurulmasına hizmet etmiş olur.
Özgürlüklerin her an suça dönüşme potansiyeli taşıması, adalet arayışını hukukun ‘güvenli’ sınırları
içerisine hapseder ve bunun dışına çıkma ihtimali
taşıyan her eylem, devletin tekinsiz saydığı birer siyasal suç teşkil eder. Şiddetli toplumsal eylemler ve
hukuk/kanun fetişizmi bu türden tekinsiz dönemlerde kendini gösterir. Her toplumsal hareket, amacı
ne olursa olsun, bizatihi siyasal bir eylem olduğu
için güvenliği ideolojileştiren polis-karşıtlığı içerir.
Polisin güvenlik-temelli katı tavrı, meşru toplumsal
eylemleri, güvensiz birer kalkışma-öncesi haline
dönüştürür. O andan itibaren, yasanın tahakkümü
altına girmek ile yasayı ihlal etmek arasında sıkışan
toplumun polisle her karşılaşması bir tür başkaldırı
niteliği taşır. Demokratik bir siyasal iktidar için esas
tehdit, vesayeti, kendisine bağlı polis eliyle gündelik
hayatın rutin işleyişine sokması, yasaların uygulanmasının siyasal süreçleri depolitize eden bir baskı
aracına dönüşmesine izin vermesidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, siyasal iktidarın
polisliği işletme biçimine göre güvenliğin sivilleştirici,
özgürleştirici ve siyasallığı arttırıcı ya da tam tersine
militerleştirici, kısıtlayıcı ve depolitize edici olabile-
ceği ihtimalinin demokratik işleyiş için son derece
kritik bir önem taşıdığıdır. Türkiye’de güvenlik kurumları ne yazık ki bu ikinci ihtimale göre yapılanmış ve bunu teknokratça bir rasyonellikle kolaylıkla
meşrulaştırmıştır. 17 Aralık bir anlamda bunun daha
fazla böyle gidemeyeceğinin sembol tarihidir.
Sonuç olarak, denebilir ki ideal anlamda polis kurumları, toplumun özgürlük ve güvenlik arzusu ile
adalet arayışının teşkilatlanmış halidir ve bütünüyle
siyasal bir var olma iradesiyle hayat bulur. Özgürlük
ve güvenlikten biri kesintiye uğradığında veya yok
olduğunda her ikisi de kesintiye uğrar ya da yok
olur; adalet arayışı ortadan kalkarak yerini yasaların
ve polisin tahakkümüne bırakır. Bunun en yıkıcı sonucu siyasallığın bastırılarak sınırları çizilmiş dar bir
alana sıkıştırılmasıdır. Sert çatışmaların yaşandığı
zamanlar güvenlikçi zihniyetin en güçlü ve baskın
olduğu, buna karşın toplumun siyasetle kendini yeniden üretip var edebilme irade ve kudretinin hayata
en az geçirildiği zamanlardır. Demokratik değerlere
ve ilkelere yürekten bağlı, her şeyin önüne toplumun siyasal var olma kudretinin zarar görmemesi
ilkesini koyan, farklı siyasi görüşlerin bu kudrete
güç katan bir katkı olduğuna inanan bir polis teşkilatı demokrasi için son derece kritik bir önem taşır.
Bir ülkenin demokratik düzeyinin özellikleri sokaktaki polisin hal ve tavırlarında gizlidir. Ve tam da bu
nedenle, bu gibi teşkilatların bir grubun, odağın ya
da sınıfın kontrolüne girmesi, bütün siyasal imkanların polis ve yasalar eliyle demokrasi-dışı olana,
sivil toplumun zayıflamasına ve kurumların kendisini üreten kaynakla bağının koparılarak kaçınılmaz
olarak vesayetçi bir zihniyetin emrine verilmesine
hizmet edecektir. Emniyet içerisinde son dönemde
yaşanan tayinler polis teşkilatının bu gözle yeniden
yapılandırılma ihtiyacının gecikmiş, geciktiği için de
kaçınılmaz olarak sancılı ilerleyen, emareleridir. Demokratik bir toplumda yolsuzlukları siyasal süreçlerden bağımsız ortaya çıkarmak diye bir şey yoktur
ve polis, devletçi ve statükocu muhalefetin kılık değiştirmiş bir organı gibi, siyaset-üstü bir aygıt gibi
davrandığında meşruluğunu yitirerek kendi kendini
tasfiye etme sürecine sokmuş demektir.
Kaynakça
• Benjamin, W. (2010), ‘Şiddetin Eleştirisi Üzerine’, içinde,
A.Çelebi (der.), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, İstanbul: Metis.
• Berki, R.N. (1986), Security and Society: Reflections on
Law, Order and Politics. Londra: J.M.Dent&Sons.
AĞUSTOS 2014
99
Türkiye İçin Yeni Dönem
ve Yeni Ekonomi Politikası
Çerçevesi
Dr. Cemil Ertem
Küresel Ekonomik Dengeler
ve Türkiye’nin Yolu
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
TÜRKİYE İÇİN YENİ DÖNEM
ve
YENİ EKONOMİ POLİTİKASI ÇERÇEVESİ
Dr. Cemil ERTEM
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
B
u sıralar şu soru çok moda; etrafımız toz duman; Avrupa krizde, Orta Doğu ve Kafkasya
neredeyse topyekun savaşa giden bir kaosun ortasında; peki ‘piyasalar’ bunu neden takmıyor? (piyasacı jargonuyla neden fiyatlamıyor) Evet,
çok güzel bir soru ama bu soruyu soranların hiç de
hoşlanmayacağı bir cevabı var bu sorunun: Bu kaosun -fırtınanın- arkasında yeni bir dönem var ve
bu dönem topyekun bir savaşı değil; topyekun bir
‘çıkışı’ bize anlatıyor.
Bu topyekun çıkış süreci şüphesiz Türkiye’yi de içine alıyor hatta Türkiye burada merkez ülke… Batı,
başta AB olmak üzere, içinde bulunduğu krizi kendi doğusuna doğru aşamaz hale düşmüş durumda. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de, 20.
yüzyılın egemen ülkelerinin artık teknoloji, enerjiye
ulaşım ve pazar konusunda Doğu ülkeleriyle karşı
karşıya gelmeleri ve Doğu’nun burada, 2050’ye kadar olan süreçte öne geçme imkanlarını eline geçirmiş olması.
Bir 21. yüzyıl gerçeği olarak, bugün teknoloji her
yere ulaşıyor ve nükleer silah teknolojisi artık yalnız
Batı’nın hegemon devletlerinde yok. Böyle olunca, Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetlerin
ellerindeki nükleer silah tehdidiyle -karşılıklı- oluşturdukları zoraki barış (detant) şimdi hegemon Batı
ile tüm geride kalan dünya arasında oluşmuş durumda. Ama zaten sistemin kendisi de, kıt olanın
kıymetli olduğu ve kıt olana da egemen olanın sahip olduğu bir egemenlik durumundan, çoğalanın,
paylaşılanın kıymetli olduğu ve paylaşılana herkesin
sahip olmasıyla sürdürme imkanı olan yeni bir duruma -hatta sisteme- geçiyor. Herkese teknolojinin
ve bilginin gittiği bir sisteme geçiyoruz. Bunun simgesel anlatımı, Afrika’da, Orta Doğu’da çocukların
elinde Kalaşnikof yerine tablet bilgisayar olmasıdır.
İşte bu dünyada İsrail’in bu haliyle yeri yoktur; zaten
bu haliyle Temmuz 2014 Direnişi’nde görüldüğü
gibi İsrail yenilgiye mahkumdur. Çünkü karşısındaki
güç her anlamda, ondan daha donanımlı ve daha
kondisyonludur. İsrail, her gün 10 askerinin ölmesine bir ay dayanabilir ama Filistinliler çoluk çocuk
zaten 1967’den beri her gün yüzlerce ölüyorlar ve
kaybedecek bir şeyleri yok.
Rusya-Almanya ve Boyaları Dökülenler…
İsrail meselesi böyleyken, Rusya-Ukrayna çatışması da çok ayrı değil, Rusya böyle devam edemez;
dikkat ediniz, onca gürültüye rağmen petrol fiyatları
bir türlü 110 dolar seviyesini geçmiyor; çünkü Orta
Doğu’da yıllardır savaşa, İsrail terörüne ve Baas rejimlerine destek veren Suudi Arabistan gibi ülkeler
petrol arzı denetim tekelini yitirdi. ABD’nin yeni politikalarında Suud oligarşisine yer yok. Hatta kurtulmaları gerekiyor. ABD, tarihinde ilk defa net petrol
ihracatçısı olmaya karar verdi. Bu hem ekonomik
hem de politik bir karar. Türkiye, bölgede Irak Kürt
Yönetimi ve Azerbaycan hatta Türkmenistan’la
enerji dengelerini değiştirmeye hazırlanıyor. İran
devreye giriyor ama İran’ın da Türkiye’nin denetimindeki Güney Gaz Koridoru’na katılmaktan başka
çaresi yok.
Rusya ve Almanya burada ters köşeye yattı. Almanya çırpınıyor; Rusya’ya yaptırım olursa Alman ekonomisi batar diye…
Bütün boyalar tek tek döküldü. Alman-Rus işbirliği
açığa çıktığı gibi, Suudi Arabistan, Suriye ve İsrail
işbirliği de açığa çıktı. ABD’deki neoconlarla ortak
102
AĞUSTOS 2014
Türkiye, bölgede Irak Kürt Yönetimi ve Azerbaycan hatta
Türkmenistan’la enerji dengelerini değiştirmeye hazırlanıyor.
İran devreye giriyor ama İran’ın
da Türkiye’nin denetimindeki
Güney Gaz Koridoru’na katılmaktan başka çaresi yok.
olan bu cephenin yarattığı IŞİD de kendini ele verdi.
Sonuç olarak Orta Doğu karışık ama bu karışıklığın
çok yakında Türkiye lehine bir duruma dönüşeceğini ve bunun ekonomiden başlayan bir düzeltmenin
nedeni olacağını söyleyebiliriz.
Türkiye Nereye Gidiyor?
İşte burada şu soruyu soralım; Türkiye dahil bütün
bu bölge, mesela 2015’ten 2025’e kadar refaha ve
demokrasiye giden parlak bir on yıl geçirecek mi?
Türkiye burada ne yapmalı ve yeni ekonomi politikası nasıl olmalı? Bu soruya kısaca cevap vermek
istiyoruz.
Türkiye’nin 2001 krizinden sonra uygulamaya başladığı, Derviş’in Ortodoks IMF politikalarının katı bir
versiyonu olan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’,
2008’den itibaren delinmeye başladı. Özellikle Merkez Bankası’nda Durmuş Yılmaz dönemi sonrası
Merkez Bankası, fiyat istikrarını yalnız finansal piyasaların istikrarı ile sınırlı görmeyen, faiz dışındaki yeni
araçları çok yönlü kullanan bir patikaya geçti, ancak
bu patika, Erdoğan’ın eleştirdiği ana yoldan kesin
bir çıkış içermiyordu. Öte yandan maliye politikası
tarafında da Türkiye bütçeden beşeri sermayeyi
öne çıkartacak eğitim ve sağlık gibi alanlara daha
fazla pay ayırmaya başlamıştı.
Tabii özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarı, hem anti-tekel düzenlemelerle Rekabet Kurumu ve EPDK
gibi kurumları çalıştıracak adımları attı hem de
Türkiye’nin ihracatını sanayi yönlü yukarı çekecek
alt yapı yatırımlarına hız verdi. Metrolar, limanlar,
duble yollar, havalimanları, üniversiteler, üniversite
hastaneleri ve açılması sabotaj nedeniyle geciken
hızlı tren hatları bu yatırımlara örnektir.
AĞUSTOS 2014
103
EKONOMİ
Bir 21. yüzyıl gerçeği olarak,
bugün teknoloji her yere ulaşıyor ve nükleer silah teknolojisi
artık yalnız Batı’nın hegemon
devletlerinde yok. Böyle olunca,
Soğuk Savaş döneminde ABD ile
Sovyetlerin ellerindeki nükleer
silah tehdidiyle -karşılıklı- oluşturdukları zoraki barış (detant)
şimdi hegemon Batı ile tüm geride kalan dünya arasında oluşmuş durumda.
İşte Başbakan Erdoğan gelinen bu noktayı 3. Dönem iktidarının olgunlaştığı günlerde yeterli görmemeye başladı. Erdoğan, düzenleme aracı olarak
yalnız faizin kullanıldığı bir para politikasının, finansal alanlardan başlayan ve hizmet sektörüyle devam edip ancak inşaat gibi alanları büyüten kısır bir
ekonomi döngüsü olduğunu biliyordu ve burada
acil makas değişikliği talep ediyordu. Çünkü Türkiye ekonomisinde çok önemli değişimler olmuş ve
Türkiye adeta ekonomide gelebileceği son eşiğe
gelmişti. İşte tam burada köklü bir değişiklik gerekiyordu.
Türkiye ekonomisinde, 2008’den bu yana yani altı
yıllık süreçte beş temel alanda değişim oldu ve olmakta; birincisi sanayinin yapısı değişti ve toplam
faktör verimliliği arttı. Özellikle 2005’ten sonra sermaye kullanımında bir sıçrama var. Emek başına
sermaye kullanımı 1980’e göre 2,5 mislidir. İkincisi
mali derinlik ve disiplin sağlandı. Üçüncüsü Rekabet
Kanunu/Rekabet Kurumu başta olmak üzere piyasaları düzenleyici ve denetleyici kurumların işlevleri
arttı, piyasaya giriş çıkışlar serbestleşti. Dördüncüsü seksenlerde emek-yoğun, doksanlarda orta düşük sektörlerde yoğunlaşan sanayi ve ihracat yapısı
orta yüksek teknolojiye kaydı. Ama tam burada cari
para ve maliye politikaları ve yüksek faizle dışarıya
aktarılan yüksek kaynaklara bağlı olarak Türkiye kısır bir yola girdi.
İşte tam bu noktada Türkiye, şimdiye değin uyguladığı para ve maliye politikalarından başlayarak yeni
döneme uygun değişimleri yapmalıdır. Başbakan
104
AĞUSTOS 2014
Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi başlattığı faiz tartışması tam da budur ve aslında bir
model tartışmasıdır.
MÜSİAD 2014 Ekonomi Raporu’nda belirtilen KOBİ
Ekonomisi ve Tarımın KOBİ’leşmesi ve her iki alanında tekelci vesayetten kurtulup kendi ayakları
üzerinde durması temel yaklaşımı referans noktası
olmalıdır. Hükümet anti-tekel düzenlemelere gitmeli
ve piyasaya girişleri daha da serbestleştirecek bütün adımları hızla atmalıdır.
Ekonomi Politikaları Kapalı Kapılar Ardında
Belirlenemez…
Günümüzde teknolojinin hızla yayılması ve bilişim
teknolojilerinin vardığı yer itibariyle de katma değeri
yüksek, teknoloji rantını içeren üretimin her yerde
olması da bölgeler arası gelişmişlik farkını en aza
indirmektedir. Böylece yerel, ulusal ve giderek küresel ekonomilerin, daha önce olduğu gibi yerelden
ve halktan kopuk olarak ülkelerin başkentlerinde
bürokratik mekanizmalarla belirlenen ekonomi politikaları da tarihe karışıyor/karışmalıdır. Artık ulusal
ekonomi kavramı kadar kent ekonomisi kavramı
öne çıkacaktır.
Peki bütün bu söylediklerimizin siyasi karşılığı nedir? Hemen söyleyelim: Yerel, herkesin doğrudan
katılacağı aşağıdan belirlenen yeni bir demokrasi.
Bu demokrasi aynı zamanda adem-i merkeziyetçi
bir yasama ve yürütme yeniliğini de önümüze koyacaktır. O zaman şunu söyleyebiliriz; bugün ulusdevletlerin merkezlerinde, kapalı kapılar ardında alınan kararlar, küresel tekellerin ve onların yönettiği
IMF gibi kurumların ülkelere dayattığı yol haritaları
bu yeni demokrasi deneyiminde geçerliliğini yitirecektir. Küresel tekellerin, üç kağıtçı finans ağlarının
ekonomisi yerine yerelden yukarıya şekillenen yeni
bir demokratik ekonomi çerçevesi hayata geçmeye
başlayacaktır.
Şüphesiz ki bu anlayış küçük özel mülkiyeti, rekabeti ve buna bağlı daha adil bir fiyat mekanizmasını
öne çıkartacaktır. İslam Ekonomisi de bu temel anlayış üzerine oturmaz mı? İşte önümüzdeki dönemde, Türkiye, üç büyük kamu bankasının mutlaka,
katılım bankacılığına girmesini sağlamalıdır. Buna
bağlı olarak, Türkiye neoliberal ekonomi politikalarını ve zihniyetini tüm kurumlarından tasfiye etmelidir.
Ayrıca bölgesel hatta küresel hedefler için Başkanlık Sistemi bizce yegane seçenektir.
KÜRESEL EKONOMİK DENGELER
ve
TÜRKİYE’NİN YOLU
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
S
ovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın
sembolü kabul edilen Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından dünya üzerindeki hemen
hemen herkes artık ABD’nin Dünya üzerindeki tek
egemen güç olduğunu kabullenmiş gibiydi. Hatta
IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarındaki ABD ağırlığını hesaba katarsak ABD’nin
bundan sonra bileğinin bükülmesi de pek mümkün
görünmüyordu. Ancak takvimler 2007 yılının sonunu
gösterdiğinde hiç beklenmedik bir şey oldu. Süper
gücün(!) uzun yıllar boyunca gelişmekte olan ülkelere
finanse ettirdiği süper ekonomisi(!) çatırdıyordu. Konut sektörü kaynaklı başlayan sorun bir anda bütün
finans sistemini etkisi altına aldı. Uzun yıllar sermayenin simgesi haline gelmiş dev bankalar ve finans
kurumları bir bir battı. ABD bir kısmını kurtarabildi,
bir kısmı ise kapanıp gitti. Tabi ki her şeyini ABD
Doları’na endeksleyen Dünya da bu çöküşten nasibini aldı. Dünya, tarihinin en büyük finansal krizi ile baş
başa kaldı. Bu durum hem ABD’nin her anlamdaki
AĞUSTOS 2014
105
gücünü sorgular hale getirdi hem de ABD’nin ezeli
rakiplerine umut oldu.
Kriz kısa sürede Avrupa Birliği’ni de etkisi altına
aldı ve birlik tarihinin en büyük sorunu olan “Borç
Krizi”ne sürüklendi. Bazı ülkelerin iflasını açıkladığı
ve içinde bulunduğumuz 2014 yılında halen bitmemiş olan bu kriz Avrupa’daki güç dengelerini sorgular hale getirdi. Tam da bu anda sahneye Rusya ve
Çin çıktı. Nihayetinde Rusya’nın Kırım’ı ilhakını ne
AB engelleyebildi ne de ABD karşı çıkabildi. Bu konuda Rusya’ya yaptırım için silah olarak kullanılması
planlanan Çin ile Rusya’nın imzaladığı 300 Milyar
Dolar’lık enerji anlaşması da küresel güç dengelerinin nereye kaydığını ortaya koydu.
Aslında tüm bu gelişmeler uzun süredir tahmin
ediliyordu ama kimse işin bu kadar kolay olacağını
düşünmemişti. Yapılan bazı akademik çalışmaların kıymeti sonradan anlaşılmaya başlandı. Danny
Quah 2010 yılındaki bir çalışmasına şu başlığı atmıştı: “Küresel Ekonominin Ağırlık Merkezi Değişiyor”. Çalışma uzun ve detaylı ancak özetini aşağıdaki haritada görmek mümkün.
Haritadaki siyah noktalar; 1980-2007 yılları arasında dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin batıdan
doğuya doğru kayışını gösteriyor. Kırmızı noktalar
ise üçer yıl aralıkla ağırlık merkezinin kayma tahminlerini gösteriyor. Bu hızla giderse -gelişmeler o
yönde- hiçbir zaman ABD’nin sınırları içine girme-
Bazı ülkelern flasını açıkladığı
ve çnde bulunduğumuz 2014
yılında halen btmemş olan bu
krz Avrupa’dak güç dengelern
sorgular hale getrd. Tam da bu
anda sahneye Rusya ve Çn çıktı.
Nhayetnde Rusya’nın Kırım’ı
lhakını ne AB engelleyebld
ne de ABD karşı çıkabld. Bu
konuda Rusya’ya yaptırım
çn slah olarak kullanılması
planlanan Çn le Rusya’nın
mzaladığı 300 Mlyar Dolar’lık
enerj anlaşması da küresel güç
dengelernn nereye kaydığını
ortaya koydu.
Kaynak: Danny Quah, The Global Economy’s Shifting Centre Of Gravity, Economics Department LSE and LSE Global Governance, 2010, s.13.
AĞUSTOS 2014
Şimdi bakalım bu iddialarımızla ilgili 2014 yılının en
çok satan ve ilgi odağı haline gelen kitabı “21. Yüzyılda Sermaye”yi yazan Thomas Piketty ne düşünüyor? Grafik 1, Dünya’nın 1700-2012 yılları arasındaki toplam üretim miktarını gösteriyor.
Grafik 1- Dünya Üretiminin Dağılımı, 1700-2012
Tarih boyunca İpekyolu ticaretinin en önemli duraklarından birisi olan Türkiye’nin önemi önümüzdeki
dönemde giderek daha fazla artacak. Enerji koridoru olma yolunda atılan pek çok adımın yanında demiryolları, havaalanı ve kanal projeleri ile de lojistik
anlamda giderek güçlenen bir Türkiye var. Özellikle
Doğu’dan gelen demiryolu hattının 3. Köprü’deki
demiryolu ile birleştirilerek Avrupa’ya açılması lojistik açıdan neredeyse Coğrafi Keşifler kadar önemli
bir gelişme. 3. Havaalanı ile beraber dünyanın uçuş
haritasının değişeceği de biliniyor. Zira İstanbul yıllık 150 milyon kapasiteli yeni havaalanı ile bölgenin
en önemli yolcu aktarma merkezi haline gelecek ve
Avrupa’nın en önemli üç havalimanının önüne geçecek.
Doğu’nun zengin yeraltı kaynaklarının Türkiye üzerinden Batı’ya ulaştırılacağı enerji hattı projeleri de
hızla ilerliyor. Kısaca Türkiye önümüzdeki dönemde
bölgenin en önemli aktörlerinden birisi haline gelecek adımları hızla atıyor. Özetle, ticaret Doğu’dan
Batı’ya kaydığında da Batı’dan Doğu’ya kaydığında
da Türkiye avantajlı oluyor.
Peki yeni dönemde Türkiye’nin seçeceği ekonomik
rota ne olmalı? Sürekli kriz üreten ve gelişmiş ülkeleri gelişmekte olan ülkelere finanse ettiren neoliberal politikalara mı sarılmalı, yoksa kendine has
özellikleri olan ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun yeni
bir model mi tartışılmalı? Esasen önümüzdeki dönemde cevaplanması gereken en önemli sorunun
bu olacağını düşünüyorum.
yen dünyanın ekonomik ağırlık merkezi, 2025 yılında Hindistan sınırlarına, 2031 yılında da Çin sınırlarına ulaşmış olacak. Ne emperyalist ABD’nin ne
de neo-liberal batının bu gidişi engelleyebilecek bir
planı ve gücü yok. ABD, Irak savaşının psikolojik ve
ekonomik etkilerinden kurtulmuş değil. AB de hala
Şekil 1- Dünya’nın Ekonomik Ağırlık Merkezi, 1980-2007 (Siyah Noktalar) 3 Yıl Aralıklı Tahminler (Kırmızı Noktalar)
106
içine düştüğü borç krizinden çıkabilmiş değil. Öyle
olmasaydı; ne Ukrayna bu hale düşerdi ne de Irak.
Egemen(!) güçler kendi güçlerinin sınanacağı böyle
olaylara kesinlikle izin vermezlerdi. Dahası, BRICS
adı verilen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney
Afrika’nın IMF ve Dünya Bankası’na rakip olacak
kendi kalkınma ve yatırım bankalarını kurmalarına
çok sert karşı çıkarlardı. Irak savaşında askeri gücün etkisinin sınırlı olduğunu gören Koalisyon Güçleri, ekonomik güçlerini de kaybedince işler bu kez
batının değil doğunun lehine gelişmeye başladı.
Kaynak: Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyıl’da Sermaye, The Belknap
Press of Harvard University Press, 2014, s.60.
Grafik detaylı incelendiğinde 18. Yüzyılın sonlarına
doğru, Sanayi Devrimi ile beraber toplam üretimdeki Asya’nın payının giderek Avrupa ve Amerika’nın
eline geçtiği gözlemleniyor. Ancak bu günlerde bu
durum giderek tersine dönüyor. Hatta Avrupalı ve
Amerikalı küresel şirketler bile ayakta kalabilmek
için üretimlerini Asya’ya doğru kaydırma telaşı
içerisindeler. Yüzyıllarca İpekyolu üzerinden hammaddesini verdiği ürünleri birkaç katı fiyattan satın
almak zorunda kalan Doğu bu kez kendisi üretiyor. Hammadde taşıyan Tarihi İpekyolu; nihai ürün
satan Modern İpekyolu’na dönüşüyor. İşte tam da
burada Türkiye’nin önemi ve vizyon projeleri öne
çıkıyor.
Tarh boyunca İpekyolu
tcaretnn en öneml
duraklarından brs olan
Türkye’nn önem önümüzdek
dönemde gderek daha fazla
artacak. Enerj kordoru olma
yolunda atılan pek çok adımın
yanında demryolları, havaalanı
ve kanal projeler le de lojstk
anlamda gderek güçlenen br
Türkye var.
AĞUSTOS 2014
107
“Vizyon Belgeleri Işığında
Türkiye’de 2014
Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli
SDE Haber
İsmail Karakaya Hoca Efendi
Vefat Etti…
SDE Haber
haber
“Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de 2014
Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli
“Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli, Prof. Dr. Bekir B. Özipek,
Doç. Dr. Vahap Coşkun ve Dr. Murat Yılmaz’ın katılımları ile 23 Temmuz Çarşamba günü Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nde gerçekleştirildi. Geniş bir katılımın olduğu toplantı, Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof.
Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşması ve moderatörlüğünde yapıldı.
Katılımcılardan Doç. Dr. Vahap Coşkun Selahattin
Demirtaş’ın, Prof. Dr. Bekir B. Özipek çatı aday Ekmelettin İhsanoğlu’nun, Dr. Murat Yılmaz ise Recep
Tayyip Erdoğan’ın adaylıklarını, vizyon belgelerini ve
açıklamalarını değerlendirdi.
110
AĞUSTOS 2014
Açılış konuşmasında Prof. Dr. Birol Akgün, Türkiye’de
gündemin en önemli maddesinin ilk kez halk tarafından doğrudan seçilecek cumhurbaşkanlığı seçimi
olduğunu ifade ederek, açıklanan vizyon belgeleri
ile yaşanan yarışın, iç politikadan, dış politikaya kadar geniş bir çerçevede Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık yarışlarına benzemeye başladığına
dikkat çekti. Türkiye’deki parlamenter sisteme ilişkin
kritiklerin ya da parlamenter sistemin daha ne kadar
parlamenter sistem olarak kalacağının da tartışılmaya başlayacağını söyleyen Akgün, “adayların vizyon
belgelerinin yaşanan yarış ve tartışmaların istikametini
belirleyen metinler olması nedeni ile biz de adayların
kamuoyundaki karşılıklarını tartışmak ve anlayabilmek
için böyle bir toplantıyı uygun gördük” dedi.
Katılımcılardan Doç. Dr. Vahap Coşkun, Selahattin
Demirtaş’ın adaylığını ve vizyon belgesini değerlendirdiği bir konuşma yaptı. Coşkun, Demirtaş örneğinde
HDP duruşunun Türkiye’nin yeni bir siyasi mecrada
ilerlediğinin göstergesi olduğunu ifade ederek sözlerine başlarken, “Demirtaş’ın adaylığının Kürt Siyaseti
için son derece isabetli bir tercih olduğunu” söyledi.
Coşkun sunumuna şöyle devam etti. “Kürt siyasetinin
Demirtaş’ı aday göstermesinin iki önemli sonucu var.
Bunlardan ilki, sonuçlardan bağımsız olarak Demirtaş gibi Kürt kimliğini son derece açık şekilde taşıyan
bir siyasi aktörün adaylığı, cumhuriyetin dışladığı kesimlerden birinin aday olması açısından son derece
önemli. İkincisi ise Demirtaş’ın adaylığı ve kampanyası/söylemi Kürt siyaseti açısından Türkiye ile birlikte
yaşama iradesinin de tescil edilmesi anlamında çok
dikkat çekici. Çünkü cumhurbaşkanlığı milletin tüm
fertlerinin temsilcisi olan bir merci olduğundan herhangi bir grubun değil, herkesin temsilcisi olmayı vaat
etmelisiniz. Demirtaş bugün buna uygun davranıyor.”
Coşkun’a göre Demirtaş’ın adaylık sürecinin öne çıkan birkaç noktası var: Demirtaş geniş kesimlere hitap edebiliyor ve söylemini özellikle bu şekilde kuruyor,
buna ek olarak söylemleri ile diğer adayları pozisyon
almaya zorluyor ve bu kendisine önemli bir hareket
alanı kazandırıyor. İkincisi, Demirtaş çözüm sürecinin
tarafı olarak hareket ediyor. Bu Demirtaş’ın hareketine önemli bir oranda Türkiyelilik katıyor. Üçüncüsü
ise Demirtaş’ın temsil ettiği siyaset kendisini ana muhalefet olma konusunda güçlendiriyor ve buraya konumluyor. Ancak, bu gelişmeler yanında Demirtaş’ın
söyleminin anti-AKP’ci bir söyleme dönüşmesinin bir
handikap olarak ortada durduğunu ifade eden Coşkun, hırsızlık/yolsuzluk vurgusu ve anti-Erdoğan’cı bir
söylem yerine AKP seçmenine de seslenebilen bir
söyleme olan ihtiyaca dikkat çekti ve yüzde 7’lik bir
oy tahmini ile sözlerine son verdi.
Çatı adayı Ekmelettin İhsanoğlu’nun kampanya sürecini
değerlendiren Prof. Dr. Bekir B. Özipek “Ekmelettin
Bey neyi vaat ediyor, daha çok bir söylem analizi ile
bunu anlayabiliriz” diyerek sözlerine başladı. Özipek,
bu kadar farklı tabanlara hitap ederken, bunların hiç-
birini kırmamaya özen göstermenin ve bunu başarabilmenin çok zor olduğunu ifade ederken, Ekmelettin
İhsanoğlu’nun “gerginlik çıkartmak istemiyorum” sözlerinden yola çıkarak sunumunda şunlardan bahsetti:
“Gerginlik çıkartmak istemiyorsanız, aslında bir şeyleri
değiştirmek istemiyorsunuz demektir. Yani bu, ben bir
şeyi değiştirmek için değil, her şeyin aynı kalması için
geliyorum demek. Bu ideolojiler üstü bir yaklaşım değil.
Egemenlik ilişkilerini konsolide etmek aslında egemen
ideolojiyi sürdürmek ve onu korumak anlamına geliyor.
Bu nedenle de söylem düzeyinde somut bir şey ortaya
koymuyor ve bu ifade el ele verirsek dünya daha güzel
bir yer olur anlayışından öteye gitmiyor.”
Konuşmasının devamında Özipek, “temel karşılaşmanın değişim ve statüko arasında merkez-çevre
kavgasına dayanıyor. Türkiye’de bir cepheleşme var
ve bu cepheleşmede oligarşi, çevreden gelenlere hep
şüphe ile baktı. İhsanoğlu bugün sosyolojik olarak AK
Parti seçmenine hitap edebilecek, çevreden gelen
ancak oligarşinin/merkezin egemenlik iddiasının bir
parçası olarak karşımızda” dedi.
Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın
kampanyasını değerlendiren Dr. Murat Yılmaz ise 27
Mayıs’tan beri vesayet sisteminin ne kadar sofistike bir
anlam dünyası yarattığını ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden Ekmelettin İhsanoğlu adaylığını böyle değerlendirmek gerektiğini ifade etti. Erdoğan’ın 12 yılda yaptıkları ile bugün vizyon belgesinde vaat edilenler yeni
bir hikaye yazmanın tamamlayıcısı niteliğinde. Yeni bir
reform çerçevesi öneriliyor. Yılmaz’a göre Erdoğan
seçmenine devlet-millet ayrımını ortadan kaldırmayı,
bunu değiştirmeyi vaat ediyor. Bu yeni bir anayasa ile
gerçekleşecek ve böylece demokratik toplum, refah
toplumu ve öncü ülke konumuna geçilecek.
Yılmaz’a göre Erdoğan’ın müşterek medeniyet hafızasına yaptığı vurgu ve ortaya koyduğu bölgesel vizyon
ve buna ek olarak uluslararası sistemin adaletsiz yapısı ile mücadele edeceğini ifade etmesi onu yeni düzeni ifade eden bir yere koyuyor. Ekmelettin İhsanoğlu
ise eskiyi temsil eden bir konuma yerleşiyor.
Konuşmacıların sunumlarından sonra dinleyicilerin
yönelttiği sorulara verilen cevaplar ile devam eden
program. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün kapanış ve teşekkür konuşması ile son buldu.
AĞUSTOS 2014
111
haber
İsmail Karakaya Hoca Efendi Vefat Etti…
Ömrünü hakkı söylemeye adayan, kendisine has üslubuyla kimseyi kırmadan doğruları bütün açıklığıyla dile
getiren emekli vaiz İsmail Karakaya 16 Temmuz 2014
tarihinde vefat etmiştir. Cenazesi 17 Temmuz’da Hacı
Bayram-ı Veli camiinden kalmıştır.
Memleketimizin ilim ve irfan hayatında önemli bir yere
sahip olan İsmail Karakaya’nın vefatı münasebetiyle
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, bakanlar ve memleketin önde gelen kanaat
önderleri bizzat evlerinde veya arayarak taziye ziyaretinde bulunmuşlardır.
Dergimizin Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya’nın
da babası olan merhum İsmail Karakaya hocamıza
Allah'tan rahmet, yakınlarına sabırlar diliyoruz…
Allah yoluna adanan bir ömür…
İsmail Karakaya, 1943 yılında Kayseri'de dünyaya geldi.
İlkokulu Kayseri'de okudu. Daha sonra Ankara Merkez
İmam-Hatip Lisesi'ni bitirdi. Bir müddet Diyanet İşleri
Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu kaleminde memurluk yaptıktan sonra Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü'ne
kayıt yaptırdı. Enstitüde okurken Murakıplık görevini de
yürüten KARAKAYA, 1972 yılında Kayseri Yüksek İslâm
Enstitüsü'nden mezun oldu. Daha sonra sırasıyla; Yozgat Şefaatli İlçesinde Müftülük, Kayseri İncesu İlçesinde
Vaizlik, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Derleme ve Yayın
Müdürlüğü ile Dini Yayınlar Döner Sermaye Müdürlüğü,
Ankara Müftü Yardımcılığı, Tokat Artova Müftülüğü, Çubuk ilçe vaizliği görevlerinde bulunan İsmail KARAKAYA; 42 yıl hizmetten sonra Nisan 2008 tarihinde Ankara
Merkez Vaizliği görevinden emekli oldu.
Uzun süre Türkiye Din Görevlileri Federasyonu Yönetim
Kurulu Üyeliği, Genel Sekreterliği ve Başkanlığı yapan
İsmail KARAKAYA, Din Görevlileri Kültür Vakfı Mütevelli
Heyeti Başkanlığı'nı yürütüyordu. Aynı zamanda 50 yıldır aralıksız yayınlanmakta olan Aylık Hakses Dergisi'nin
Vakıf adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü
yapıyordu.
İsmail KARAKAYA'nın; Fetevây-i Hindiyye / İslam Fıkhı
Ansiklopedisi (Mustafa Efe ile birlikte), Kitâbü'l Haraç
112
AĞUSTOS 2014
ve Haleb-i Sağir (Namaz İlmihali) gibi tercüme eserleri
ve İslam ve Toplum, Din ve Hayat, İnanç Esasları, Örnekleriyle İslam Ahlakı, 40 Hadisle Ticaret, Hz. Ali’den
Öğütler ve Mailk Bin Eşter’e Mektubu gibi telif eserleri
yayınlanmıştır.
İsmail KARAKAYA, ülkemizdeki tüm din görevlilerini ve
Vakıflar Genel Müdürlüğünde çalışan memurları temsil
yetkisini 11 yıldır aralıksız yürüten DİYANET-SEN (Türkiye Diyanet ve Vakıf Görevlileri Sendikası)’nın Onursal
Genel Başkanıydı.
İlim sahasında gösterdiği faaliyetler yanında irfan yönünü de ihmal etmeyen Karakaya, Türkiye’de bir ilk olarak
faaliyete geçen ve neredeyse bütün tasavvufi meşrepleri çatısı altında toplayan Tasavvuf Yolu Federasyonu’nun
da kurucusu ve Genel Başkanıydı.
Resmî görevi yanında her türlü hizmet imkânını değerlendiren İsmail KARAKAYA yurdumuzun pek çok yöresinde halka konferanslar vermiş ve zaman zaman bu
hizmetlerini yurtdışında da sürdürmüştür.
Sağlığı el verdikçe televizyon ve radyolarda dînî sohbetler yapmaya ve her fırsat ve her ortamda İslam’ı anlatma
çabasını son nefesine kadar devam ettiren İsmail KARAKAYA, iyi derecede Arapça biliyordu. İsmail Karakaya evli ve dört çocuk babasıydı.
Download