sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Filistin Herkesin Sorunudur Orta Doğu’da sular durulmuyor. Bölgedeki siyasi istikrasızlık noktalarına her gün yeni çatışma alanları ekleniyor. Uluslararası gündemin arka planına düşmüş gözükse de Suriye’deki iç savaş tüm hızıyla devam ediyor. Her gün onlarca kişi ölüyor. Öte yandan Irak ise bir yandan hükümet kurma sorunuyla uğraşırken, diğer yandan bölgeye yönelik transnasyonel yeni bir askeri/siyasi aktör olarak ortaya çıkan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün yarattığı yeni tehditle karşı karşıya gelmiş durumda. Kuzeydeki Kürt Bölgesel Yönetimi ise bağımsızlığını ilan etme imkan ve fırsatı arıyor. 1916’da Batılı güçlerin çizdiği haritalar her geçen gün giderek daha çok anlamsız hale gelmeye başladı. Şüphesiz kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış Orta Doğu’daki karmaşa ve kaostan en fazla faydalanan ülke, bölgeye batılı güçlerin bir hediyesi olan İsrail devletidir. Kurulduğu günden beri bölgenin sosyolojik ve siyasi dokusuyla kimyası hiç uyuşmayan İsrail, kendi güvenlik çıkarlarını bahane ederek sürekli olarak bölgedeki halklara ve devletlere saldırıyor. Nitekim İsrail’in sözde kendi güvenliğine yönelik yakın bir tehdit olarak gördüğü Hamas’ın askeri altyapısını yok etmek, siyasi iradesini kırmak ve öldürülen üç İsrailli yerleşimcinin faillerini cezalandırmak iddiasıyla Gazze’ye yönelik başlattığı askeri operasyon bütün ağırlığı ile sürüyor. Ağır bir hava bombardımanı ile başlayan saldırı, kapsamlı bir kara operasyonuna dönüşmüş durumda. Küçücük bir sahil şeridi olan Gazze, havadan ve karadan dünyanın en ileri silah sistemlerine sahip olan bir ordu tarafından yoğun bir şekilde bombalanıyor. Bu yazının kaleme alındığı sırada ölenlerin sayısı 800’ü, yaralıların sayısı ise 4000’i geçmişti. Özellikle Şücaiye mahallesine yapılan operasyon sırasında ölen masum çocukların görüntüleri tüm dünyada İsrail’e karşı derin bir öfke seli doğurdu. Gözlemciler bu saldırıların, boyutları itibariyle Şaron tarafından 1982 yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla katliamları ile karşılaştırılabilecek kadar ağır ve gayrı insani olduğunu belirtiyorlar. BM, AB, ABD ve Rusya gibi güçler maalesef İsrail söz konusu olduğunda insan hakları, barış, hukuk ve adaleti tamamen unutuyorlar. Arap dünyası İsrail’e karşı birkaç kez yenilmenin verdiği siyasi psikoloji ile hiçbir tepki vermiyor. Mısır ve bazı körfez ülkeleri ise Hamas’ın siyasi düşüncesini kendi rejimlerine tehdit olarak gördükleri için adeta İsrail’in saldırılarından gizli memnuniyet duyuyorlar. Tel Aviv’in aşırılıklarına karşı bölgede ve dünyada tek dik duruşu sergileyen ülke Türkiye. İsrail güçlerinin kullandığı acımasız savaş yöntemlerini devlet terörü olarak niteleyen lider ise Tayyip Erdoğan’dır. Müslümanların kutsal Ramazan ayını zehir etmeye yönelik son Gazze saldırıları sırasında bizleri ümitlendiren tek şey, küresel maşeri vicdanın mazlum Filistin lehine harekete geçmesidir. Sosyal medyanın da etkisiyle, dünya devletleri değilse bile, dünya halkları saldırganlığın karşısında durma erdemini göstermektedir. Bu arada Cumhurbaşkanlığı seçim süreci hızla işliyor. Adayların açıkladıkları vizyon belgeleri ülkemiz açısından bir ilki temsil ediyor. Çünkü artık Çankaya seçimleri elitler arası bir uzlaşmayla değil, halkın kararıyla sandıkta belirleniyor. Bu, Türkiye adına yeni bir demokratik kazanım demektir. Kamuoyu yoklamaları Çankaya’nın yeni sahibinin seçimin ilk turunda belirleneceğine işaret ediyor. Ülkemiz için hayırlısını temenni ediyoruz. Bilvesile Ramazan Bayramınızı tebrik eder, ülkemize, İslam dünyasına ve tüm insanlığa barış ve huzur getirmesini dileriz. Saygıyla. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 57 • Ağustos 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya 6 Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 12 Gazze Vurulurken “Dostların” Sessizliği 18 Gazze: Dünyanın Aynası 22 #DirenHanzala 26 46 31 Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock 36 72 Uluslararası Hukuk ve Irak-Türkiye Petrol Boru Hattı Tahkimi 51 Risk Altındaki Lübnan 54 Balkanların Gazze’si Srebrenitsa’yı Yeniden Düşünmek Öner Buçukcu Dr. Dilek Yiğit 74 Almanya ile ABD Arasında Casusluk 60 Türkiye-Özbekistan İlişkilerinin Yeni Sayfası: Anlayış ve Geliştirme Zeynep Songülen İnanç Prof. Dr. Talip Özdeş İki Yol Var Demiştin, Hangisini Seçeyim? 83 1982 Anayasası ve Seçimli Cumhurbaşkanlığı İsrail’in Gazze Saldırısı ve Arap Liderlerinin Sessizliği Doç. Dr. Cevher Şulul Yeni Dünya Savaşında Başkomutan Kim Olacak? Alper Tan Türkiye İçin Yeni Dönem ve Yeni Ekonomi Politikası Çerçevesi Dr. Cemil Ertem 105 Küresel Ekonomik Dengeler ve Türkiye’nin Yolu 110 “Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli Dr. M. Levent Yılmaz M. Kürşad Birinci Prof. Dr. Haluk Alkan 86 Geriye Dönüşü Olmayan Yol 90 Kırmızı Kitap, Milli İrade Vizyonu ve Paralel Cunta’ya Operasyon Doç. Dr. Erkin Ekrem 66 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Anlamı; Erken Bir Analiz 80 Sinan Tavukcu Kan ve Gözyaşlarıyla ile Bir Bayramı Daha İdrak Ederken! 102 Doç. Dr. Kudret Bülbül Hayati Ünlü 57 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri İlkler ve Seçim Vaatleri Dr. Murat Yılmaz Prof. Dr. İbrahim Kaya Aydın Bolat İsrail, Filistinlilerin Uzlaşmasını Hazmedemedi Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) ve Irak’ın Geleceği Doç. Dr. Mehmet Şahin Prof. Dr. Yasin Aktay Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 42 Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç İsrail’in Saldırganlığına Karşı Küresel Vicdan İntifadası Orhan Miroğlu Bülent Orakoğlu 96 ‘Güvenlikçi’ Polis Demokrasinin Ne Kadar Güvencesi Olabilir? SDE Haber Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca 112 İsmail Karakaya Hoca Efendi Vefat Etti… SDE Haber İsrail’in Saldırganlığına Karşı Küresel Vicdan İntifadası İsrail, Filistinlilerin Uzlaşmasını Hazmedemedi Prof. Dr. Birol Akgün Sinan Tavukcu Gazze Vurulurken “Dostların” Sessizliği Kan ve Gözyaşlarıyla ile Bir Bayramı Daha İdrak Ederken! Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Talip Özdeş Gazze: Dünyanın Aynası İsrail’in Gazze Saldırısı ve Arap Liderlerinin Sessizliği Aydın Bolat #DirenHanzala Öner Buçukcu Doç. Dr. Cevher Şulul GAZZE DOSYASI İsral’n son saldırılarının neden kaçırılıp ölü bulunan üç İsrall yerleşmcnn fallernn cezalandırılması değldr. Tam tersne İsral’n saldırıları önceden planlanmış olup, belrl syas ve stratejk amaçlara ulaşmayı hedefleyen saldırılardır. Dolayısıyla İsral operasyonunu dışarıdan müdahale le kısa sürede durdurmak kolay olmayacaktır. Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İSRAİL’İN SALDIRGANLIĞINA KARŞI KÜRESEL VİCDAN İNTİFADASI 6 AĞUSTOS 2014 İ srail’in kendi güvenliğine yönelik yakın bir tehdit olarak gördüğü Hamas’ın askeri altyapısını yok etmek, siyasi iradesini kırmak ve öldürülen üç İsrailli yerleşimcinin faillerini cezalandırmak iddiasıyla Gazze’ye yönelik başlattığı askeri operasyon bütün ağırlığı ile sürüyor. Ağır bir hava bombardımanı ile başlayan saldırı, kapsamlı bir kara operasyonuna dönüşmüş durumda. Küçücük bir sahil şeridi olan Gazze, havadan ve karadan dünyanın en ileri silah sistemlerine sahip olan İsrail ordusu tarafından yoğun bir şekilde bombalanıyor. Bu yazının kaleme alındığı sırada ölenlerin sayısı 800’ü, yaralıların sayısı ise 3000’i geçmişti. Özellikle Şücaiye mahallesine yapılan operasyon sırasında ölen masum çocukların görüntüleri tüm dünyada İsrail’e karşı derin bir öfke seli doğurdu. Gözlemciler bu saldırıların, boyutları itibariyle Şaron tarafından 1982 yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla katliamları ile karşılaştırılabilecek kadar ağır ve gayrı insani olduğunu belirtiyorlar. Dünya medyasının gündemi Ukrayna ve Irak’taki iç çatışmalara yoğunlaşmışken, İsrail’in başlattığı bu ani saldırının nedeni gerçekten üç Yahudi yerleşimcinin öldürülmesi midir? İsrail Gazze’ye neden şimdi saldırdı? Siyasi amacı nedir? Küresel sistem ve bölgesel güçler neden sessiz kalıyorlar? Halkı ayağa kalkan Türkiye’nin ateşkesi sağlama ve barışın sürdürülmesindeki rolü ne olabilir? Gazze’nin Tarihi ve Siyasi Durumu Son yıllarda hep acı, gözyaşı ve derin mağduriyet ile gündeme gelen Gazze’ye yönelik İsrail’in katliamı andıran askeri operasyonunun nedenlerine geçmeden önce, bölgenin tarihi ve siyasi arka planıyla ilgili kısa bilgi vermek oldukça faydalı olacaktır. Egemenlik: Gazze şeridi diye bilinen bölge aslında Filistin’in Akdeniz’e açılan kapısı. 1516’da Yavuz’un Mısır seferi sırasında Osmanlı’ya geçen Gazze, en parlak dönemini 17. Yüzyılda Osmanlı yönetici ailesi olan Rıdvanlar yönetimi altında yaşamıştır. Osmanlı’nın bölgeden çekilmesi ile birlikte Gazze toprakları diğer Filistin toprakları gibi İngiliz manda yönetimine girmiştir. Gazze’nin yönetimi 1948 Arap-İsrail savaşından sonra fiili olarak 1967’de İsrail tarafından işgal edilene kadar Mısır’ın kontrolünde kalmıştır. Gazzeliler, 1967 yılından 1993 yılında yapılan Oslo antlaşmasıyla boşaltılana kadar doğrudan İsrail’in işgali altında yaşadılar. Hamas ve İslami AĞUSTOS 2014 7 Cihat gibi siyasi oluşumların kökenleri işte bu işgal dönemindeki direniş hareketlerine dayanmaktadır. Oslo antlaşmasına göre, Gazze’nin hava sahası ve karasularının denetimi İsrail’e bırakılmıştır. Kuzeydeki Batı Şeria Filistin bölgesiyle Gazze’nin ulaşımı ve tüm geçiş noktaları ise İsrail’in denetimi altındadır. Güneyde Mısır ile 11 km uzunluğunda bir sınırı (Refah kapısı) vardır. Ancak Mısır ile İsrail arasında varılan anlaşma gereği, Filedelfiya koridoru denen ve Gazze toprakları ile Mısır sınırını ayıran 100 metre genişliğinde uzun bir tampon bölge oluşturulmuştur. Amaç Mısır halkı ile Filistin halkı arasında doğrudan temasları kesmektir. Bugün bu bölge fiilen Mısır tarafından kontrol ediliyor. Ancak resmi olarak ara bölgenin denetimi ve geçiş kontrolleri Avrupa Birliği gözlemcileri vasıtasıyla yapılmaktadır. Gazze’ye denizden ulaşım ise mümkün değildir. Her şey İsrail donanmasının kontrolü altındadır. Plajda oyun oynayan çocuklar dahi tehdit olarak görülmektedir. Oysa Gazze, eskiden beri Mısır ve Suriye arasındaki ticari geçiş yolu üzerinde olduğu için önemli bir ticaret merkezi olagelmiştir. Bugünkü Gazze ise tam anlamıyla havadan, karadan ve denizden kuşatılmış açık bir hava hapishanesine dönüşmüş durumdadır. Siyasi Yönetim: 1993 Oslo barış antlaşması gereğince İsrail’in 2005 yılında resmi ve fiili olarak Gazze şeridinden çekilmesi sonrasında, siyasi yönetim Filistinlilere geçmiştir. Filistin’de 2006’da yapılan ilk 8 AĞUSTOS 2014 demokratik seçimleri Hamas %42’lik bir oy çoğunluğu ile kazanınca İsmail Haniye başkanlığında ortak bir Filistin hükümeti kuruldu. Ancak bir yandan İsrail’in baskıları diğer yandan El Fetih ile Hamas arasındaki çatışmalar, Batı Şeria ve Gazze yönetimini fiilen böldü. 2014 yılında yeniden ulusal birlik hükümeti kuruluncaya kadar Gazze fiilen Hamas tarafından yönetildi. Bugün ise yerel yöneticiler Hamas’a yakın olsa da, ortak hükümetteki bakanların hiçbirisi Hamas üyesi değildir. Birlik hükümeti kurulmasına ilişkin antlaşmaya göre, Temmuz ayında tüm Filistin seçime gidecekti. Ancak yeni işgal karşısında seçimlerin yapılıp yapılamayacağı ve ulusal birliğin korunup korunamayacağı ciddi bir belirsizliğe girmiş durumdadır. Zaten son saldırının temel amaçlarından biri de bu birliği parçalamaktır. Güvenlik: Bugün Filistin halkı fiilen üçe ayrılmış durumdadır. Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Doğu Kudüs tamamen İsrail’in kontrolü altındadır. Bu bölgedeki güvenlik ve asayiş İsrail tarafından sağlanmaktadır. Artık örülen duvarlarla tamamen gettolaştırılan Batı Şeria’da ise Filistin otoritesine bağlı polis güçleri görev yapmaktadır. Ancak İsrail’in hemen her yerde uyguladığı geçiş kontrol noktaları da var. Aslında fiili işgal tüm ağırlığıyla devam etmektedir. Gazze’de ise polis ve güvenlik düne kadar Hamas yönetimindeyken, bugün artık resmen ulusal birlik hükümetine geçmiştir. Filistinliler direnişçi milis güç- leri dışında dışarıdan gelen saldırılara karşı kendilerini koruyacak düzenli orduya sahip değillerdir. Hamas’ın silahlı kanadı olarak bilinen İzzettin Kassam Tugayları, özellikle İsrail’in işgallerine karşı direnişi örgütlemek üzere kurulmuş silahlı bir gruptur ve gerilla taktikleri ile işgale karşı koymaya çalışmaktadır. İsrail Saldırılarının Nedeni İsrail saldırılarının nedenlerine belli başlıklarla aşağıda değinilecektir. Ancak en başta söylenmesi gereken şey İsrail’in saldırılar için herhangi bir bahaneye ihtiyaç duymadığıdır. Filistin topraklarında düşük yoğunluklu saldırılar her zaman devam etmektedir. Kaldı ki, 1967’den bu yana Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’de süren haksız İsrail işgalinin bizatihi kendisi, Filistinli Müslüman Araplar için oldukça ağır ve onur kırıcı bir saldırıdır. Bu son saldırıların nedenlerine gelecek olursak: Öncelikle, İsrail’in genel amacı kendi güvenlik stratejisinin bir parçası olarak bölge halkları ve ülkeleri üzerindeki mutlak askeri caydırıcılık gücünü korumaktır. Gerektiğinde kendi bahanesini kendisi yaratarak, bu konuda kuruluşundan beri izlediği politikanın esası olarak güçlü ve sık askeri operasyonlar düzenleyerek, kendisine yönelik direnme olasılığı bulunan tüm grupları ve devletleri sindirerek caydırıcılığını sürdürmek istemektedir. İsrail bu anlamda cinnet derecesinde güvenlik takıntısı içindedir ve aşırı güç kullanımından kaynaklanan insani maliyetten dolayı kendisinde herhangi bir şekilde sorumluluk hissetmemektedir. En son Lübnan’da Hizbullah ile uzun bir çatışma yaşayan İsrail’in o saldırıda mutlak galibiyet sağlayamadan ateşkesi kabul etmesinden sonra caydırıcılığını sürdürmek için en korumasız kesim olan Gazze’ye 2009 ve 2012’de de ağır saldırılar düzenlemiş; ancak 2009’da ve 2012’deki siyasi konjonktür dolayısıyla istediği sonuçlara ulaşamamıştır. İsrail çoktandır aşırı sağın iş başında bulunduğu hükümetlerce yönetilmektedir ve İşçi Partisi gibi daha makul grupların iç ve dış politikadaki eski ağırlığı kalmamıştır. Radikaller ise dış politikadaki hedeflerini rasyonel çıkar hesaplarına dayalı reel-politik gerekçelere göre değil, tarihsel, ütopik ve teo-politik gerekçelere göre belirlemektedirler. Tüm Filistinlerin atom bombasıyla yok edilmesini savunan bir parti başkanının içinde yer aldığı koalisyon hükümetinin İsral’n her saldırısına kayıtsız kalan, ölen masum nsanların çığlıklarına kulağını kapatan ve uluslararası platformlarda İsral aleyhne gelen her karar tasarısını açıktan veto eden Batı’nın, Tel Avv’e yönelk mutlak desteğn anlamak nsan açıdan kolay değlse de, syas, deolojk ve tarhsel açıdan anlamak zor değldr. AĞUSTOS 2014 9 dönüşü Tel Aviv yönetimini cesaretlendirmiştir. Öte yandan Suriye’de devam eden iç savaş sürecinde Hamas’ın, Şam ve Tahran’ın desteğini yitirmesi de bölgesel olarak Gazze’nin direncini zayıflatan ve stratejik olarak İsrail’in manevra alanını genişleten bir siyasi sonuç yaratmıştır. Batı Neden Sessiz İsrail’in her saldırısına kayıtsız kalan, ölen masum insanların çığlıklarına kulağını kapatan ve uluslararası platformlarda İsrail aleyhine gelen her karar tasarısını açıktan veto eden Batı’nın, Tel Aviv’e yönelik mutlak desteğini anlamak insani açıdan kolay değilse de, siyasi, ideolojik ve tarihsel açıdan anlamak zor değildir. masum çocukların vahşice öldürülmelerinin insani anlamını anlamalarını beklemek maalesef mümkün değildir. Bu nedenle de güçlerine dayanarak her fırsatta savaşa odaklanmaları kaçınılmazdır. Bugünlerde yeniden saldırıların artmasının en yakın nedenlerinden birisi İsrail’in karşı çıkmasına rağmen Hamas ve El Fetih’in birleşme kararı alması ve ortak bir uzlaşma hükümeti kurmalarıdır. Son saldırı olmasaydı Filistinliler bugünlerde seçimlere hazırlanıyor olacaklardı. 2012’deki saldırıda Mısır ve Türkiye’nin güçlü direnci ile karşılaşan İsrail kara operasyonu yapamamıştı. Kısa süre sonra Filistin’in tanınmasına yönelik artan şaşırtıcı destek ve BM’ye gözlemci sıfatıyla üye olması İsrail’i endişeye sevk etti. 2013 Temmuzun ayında ABD arabuluculuğunda başlatılan barış müzakerelerinin Nisan ayında kesildiği açıklandı. 2014 yılı başından itibaren Filistinli tüm grupların ortak hareket etmeye başlamasının, İsrail’in bu süreci baltalama harekatını hızlandırmasına yol açtığı söylenebilir. Amaç, eskiden olduğu gibi Hamas ve El Fetih’i ayrıştırmak; siyasi görüşmeleri Abbas üzerinden yürütmek ve eğer bir gün uzlaşma sağlanırsa bunu Gazze’ye de empoze etmektir. Bugünlerde Abbas’ın dahi uzlaşı hükümetinden çok memnun olduğu söylenemez. Diğer yandan son bir yıldır bölgede yaşanan bazı gelişmeler de İsrail’i böyle acımasız bir saldırı için cesaretlendirmiştir. Üç yıldır süren Arap Baharı’nın Suriye’de tıkanması ve Mısır’daki askeri darbe ile Filistin yanlısı Mursi’nin yıkılarak, yerine ABD ve İsrail’e dost El Sisi rejiminin kurulması ve böylece Kahire’nin Mübarek dönemindeki politikalara geri 10 AĞUSTOS 2014 Temel neden elbette ki, Yahudilerin ikinci dünya savaşında Almanların eliyle yaşadığı holokost’tur. Netice itibariyle bu kıyımı Almanlar yapsa da, Siyonistler Yahudi mağduriyetini kendi siyasi amaçları doğrultusunda çok iyi kullanmışlardır. Yapılan filmler, yazılan kitaplar ve üretilen diğer kültürel ürünler üzerinden tüm Hıristiyan dünyası adeta soykırım işleme zannı altında bırakılmış; antisemitizm suç haline getirilmiş ve böylece batı kamuoyu büyük bir siyasi ve vicdani baskı altına alınmıştır. Ayrıca ABD’de örgütlenen Yahudi lobisinin sahip olduğu siyasi, finansal ve medya gücü de büyük bir caydırıcı güç olarak kullanılmaktadır. Diğer yandan özellikle 11 Eylül olaylarından sonra tüm Müslümanlar şiddete meyilli, medeniyetle alakası olmayan kaba insanlar olarak gösterilmeye çalışıldı. Batı dünyasında İslamofobik korkular o kadar attırıldı ki Müslümanlar sürekli aşağılanır hale geldi. Nitekim bugün Avrupa’daki Müslüman azınlıklar neredeyse bir iç tehdit unsuru olarak görülmeye başlandı. Dolayısıyla çatışmaların diğer tarafında Müslüman Filistin halkı olduğu sürece Batı dünyasının olaylar karşısında İsrail’e tepki göstermesini beklemek maalesef gerçekçi değildir. İsrail’i Ne Durdurur? İsrail’in son saldırılarının nedeni kaçırılıp ölü bulunan üç İsrailli yerleşimcinin faillerinin cezalandırılması değildir. Tam tersine İsrail’in saldırıları önceden planlanmış olup, belirli siyasi ve stratejik amaçlara ulaşmayı hedefleyen saldırılardır. Dolayısıyla İsrail operasyonunu dışarıdan müdahale ile kısa sürede durdurmak kolay olmayacaktır. Acımasız İsrail saldırılarını durduracak birkaç faktör öngörülebilir. Öncelikle İsrail üzerindeki en etkili güç hala ABD’dir. Şimdiye kadar Obama yönetimindeki Beyaz Saray Hamas’ı suçlayarak İsrail lehine açıklamalar yapmaktadır. Maalesef Washington hala Bush döneminin önleyici savaş dilini kullanmakta ve o politikanın ilkelerine sadık kalmaktadır. Oysa ABD halkı, medyanın tüm Pro-İsrail konumuna rağmen Filistin konusunda çok daha insani bir konumda durmaktadır. Ne yazık ki, neo-con’lar Obama’yı bu konuda siyaseten rehin almış durumdadır. Öte yandan bölgesel güçler olarak Türkiye ve Katar’ın çabaları ise çatışmayı durdurmaya yetmemektedir. Arap dünyasında Suriye ve Irak kaos içindedir. Mısır ve S. Arabistan ise ideolojik olarak İhvan’ı ve Hamas’ı kendi rejimlerine tehdit olarak görmelerinden dolayı çatışmadan Hamas’ın büyük yara alarak ezilmesini, siyasi olarak kendi çıkarlarına daha uygun bulmaktadırlar. Bu nedenle Arap dünyası olarak bir araya gelip, Batı’yı 1973’te yaptıkları gibi petrol ambargosu ile tehdit etmedikleri sürece, İsrail’i durdurmaları mümkün görünmemektedir. Burada acı olan şey, Arap dünyasından hiçbir ciddi siyasetçinin bugün böyle bir petrol ambargosu seçeneğini bir blöf olarak dahi gündeme getirme cesaretini gösterememesidir. Halbuki Müslüman dünyası çaresiz değildir. Elindeki stratejik kozları uygun biçimde kullanabildiği takdirde savaşmadan da İsrail’i ve Batı’yı hizaya getirebilir. Yeter ki birlik, beraberlik, siyasi irade ve kararlılık olsun. Geriye İsrail’i durduracak iki enstrüman kalıyor. Birincisi, Filistinlilerin 3. İntifadayı başlatmalarıdır. Savaş uzarsa bu zaten kendiliğinden gelecek olan bir süreçtir ve bölgede yeni bir yoğun çatışma dönemi başlayabilir. Yalnız burada Kahire’den Riyad’a kadar Arap başkentlerindeki yönetimlerin hesap etmeleri gereken şey şudur. Üçüncü intifadanın baş- Tüm Flstnlern atom bombasıyla yok edlmesn savunan br part başkanının çnde yer aldığı koalsyon hükümetnn masum çocukların vahşce öldürülmelernn nsan anlamını anlamalarını beklemek maalesef mümkün değldr. laması durumunda bu ayaklanma yalnızca Filistin’le sınırlı kalmayacaktır. Bölgede 2011’de başlayan ve bugün durgunluğa giren Arap Baharı sürecine de inanılmaz bir ivme kazandırabilir. Mısır’da ikinci bir Tahrir devrimini başlatıp, S. Arabistan ve diğer Körfez ülkelerindeki otoriter monarşileri de devirebilecek büyük bir dönüşüm dalgasını tetikleyebilir. Dahası, eğer Hamas ve benzeri gruplar ağır İsrail operasyonuyla ciddi bir meşruluk krizi yaşarsa, meydan El Kaide ve IŞİD türü çok daha güçlü ve acımasız yeni aktörlere kalabilir. İsrail’i durduracak bir diğer unsur ise küresel ve bölgesel kamuoyunun harekete geçmesidir. Bugün Batı’nın önemli TV kanalları (BBC ve CNN gibi) büyük ölçüde İsrail’i destekleyen yayınlar yapmakta ve savaşın acımasız görüntülerini sansürlemektedirler. Ancak şunu unutuyorlar ki, artık sosyal medya diye bir olay var ve Arap Baharı gibi kitlesel olayları tetikleyen güç de odur. Bugün de Batı Kamuoyu dahil olmak üzere, konvansiyonel medyanın gizlediği görüntüler sosyal medya tarafından sansürsüzce yayınlanmaktadır. Eğer insan vicdanı diye bir şey varsa, en sonunda küresel vicdan İsrail’in aşırılıklarına karşı harekete geçecektir. Türkiye’deki medyanın tüm renkleriyle Gazze’ye saldırı karşısında gösterdiği hassasiyet ve yakın alaka bu anlamda çok önemlidir. Konuyu yalnızca hükümetin ve Erdoğan’ın sorunu olarak görenler yanılıyorlar. Filistin sorunu tüm Türkiye’nin ve hatta vicdan sahibi olan tüm insanların ortak sorundur. Küresel vicdanlarda başlayacak intifada eninde sonunda Musevilerin de, Washington ve Londra’nın da vicdanında makes bulacaktır. AĞUSTOS 2014 11 GAZZE DOSYASI “Dostların” Sessizliği SDE Onursal Başkanı “Ve her şey bttğnde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözler değl, dostlarımızın sesszlğ olacaktır.” Alja Izetbegovc AĞUSTOS 2014 U luslararası hukuk, insan hakları, modernleşme müktesebatı, laiklik vs. ne derseniz deyin. Bütün bu çerçevede şimdiye kadar söylenmiş ne varsa, söz konusu İsrail olduğunda her şeyi bir kenara bırakabilirsiniz. Söz konusu olan İsrail olduğunda bütün bu kavramlar bütün bu müktesebat ‘medeni dünya’ için teferruattan ibarettir. Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği uluslararası hukuk açısından başka bir milletin toprağını işgal etmek kabul edilemez. Bir ülke buna yeltendiğinde işgalci olarak nitelenir ve uluslararası hukuk açısından gayrı meşru bir duruma düşer. Normalde bütün ülkeler ilişkilerini bu esasa göre askıya alır, ambargolar, yaptırımlar arka arkaya gelir. Ama söz konusu İsrail olduğunda; kurulduğu saatten itibaren bir kısmını, 1967’den sonra ise geniş bir Filistin ve Suriye toprağını işgal eder. BM durumu işgal olarak niteler, acilen çekilmesini de ister ama o kadar. İsrail, BM’in bu yönde aldığı hiçbir kararı tanımaz. Söz konusu İsrail olduğunda BM kararları nedir ki? Prof. Dr. Yasin AKTAY 12 Savaş ve katlam maknası İsral’n Gazze’ye saldırısı devam edyor. Karşısında mukabl cevap verecek br güç yok ama bu durum savaş maknasında en ufak br tereddüde, asalet duygusuna, acımaya yol açmıyor. Karşısında ölenlern nsan olduklarına dar zerre kadar br blnç yok. Bu kadar alçakça, bu kadar gaddarca br katlamı, soykırım tecrübes yaşamış kend halkına nasıl zah eder dye düşünes gelyor bn an çn nsanın. 1967’den bu yana İsrail, Filistin toprakları üzerinde işgalci konumundadır ve aslında Filistin’le yaşanmakta olan sorunun temel kaynağı budur. Filistinlilerin sergilediği söylenen şiddet kendi topraklarında tutunma mücadelesinden, kendini en çaresiz biçimde savunma çabasından başka bir şey değildir. Oysa şiddetin de saldırganlığın da tek kaynağı işgali sürdüren ve bunu her geçen gün daha fazla yaymaya çalışan İsrail’dir. İsrail söz konusu olduğunda, ulusların bağımsızlığıymış, özgürlük mücadelesiymiş, hepsi birer beyhude çırpınış ve hatta rahatsız edici terör faaliyetleridir. İsrail’in bütün medeni dünya tarafından desteklenen ve cesaretlendirilen bu saldırganlığı karşısında Filistinlilerin basit silahlardan başka bir savunma varlığı yok. Oysa İsrail tam bir savaş, katliam makinası gibi. Buna rağmen medeni dünyanın medyası ağzını açıyor ‘İsrail’in savunma hakkı’ diyor ağzını kapatıyor ‘Hamas’ın terörü’nden dem vuruyor. Filistin tarafında her gün onlarca çocuğun vahşi bir biçimde katledilmesinin Batılı medyasına yansıması bu… Almanya Başbakanı Angela Merkel, plajlarda bedenleri paramparça edilerek öldürülen Filistinli çocukların görüntüleri ortadayken, Gazze ve İsrail arasındaki savaşta İsrail’in yanında olduğunu açıkladı bile. Sanki ortada iki eşit gücün savaşı varmış gibi... Tarafını belirtirken bile olayı çarpıtıyor. Esasen, İsrail söz konusu olduğunda medeni dünyanın bebek kanını teferruat olarak gördüğünün resmidir bu. Varlığının referansını ve gerekçesini tamamen bir Siyonist-Yahudi yorumundan alan İsrail, kutsal kitaptaki bir ifadeyi kendisine bu toprakların tapusu saymak için yeterli görür. Başka bir dinin mensuplarının aynı şeyi başka türlü iddia ettiğini tasavvur edin ve görün başına neler gelir? Oysa İsrail söz konusu olduğunda laiklik de sadece bir teferruattır. İsrail’in varlığının kendisi aslında laiklik iddiasının modern dünyada koca bir yalandan ibaret olduğunu anlatır. Laiklik sadece Müslüman milletleri kimliklerinden uzaklaştırmak, boyunlarına prangayı geçirmek üzere başvurulan bir argümandır ve İsrail’e asla dokundurulmaz. İsrail karşısında her şeyi teferruata düşüren o medeni dünya İsrail’in işlediği bütün katliamların ortağı ve sorumlusudur ve bu saatten sonra ne terörizm ne demokrasi, ne insan hakları demeye hakkı yoktur. İslâm Dünyası Sorumluluktan Azade mi? Diğer taraftan Ramazan ayını geride bırakırken İslam dünyasının hali içler acısı. Her tarafta sıcak çatışmalar yüzünden yüzlerce kişi ölüyor, yaralanıyor ve evinden yurdundan oluyor. Mutlaka dış güçlerin eli, parmağı vardır ama neticede bütün bu ölümler Müslümanlar eliyle oluyor. Ne yazık ki, bütün savaş bölgelerinde savaşan unsur bazı batılı güçler tarafından destekleniyor olsalar da sözüm ona bazı AĞUSTOS 2014 13 İsral söz konusu olduğunda laklk de sadece br teferruattır. İsral’n varlığının kends aslında laklk ddasının modern dünyada koca br yalandan baret olduğunu anlatır. Laklk sadece Müslüman mlletler kmlklernden uzaklaştırmak, boyunlarına prangayı geçrmek üzere başvurulan br argümandır ve İsral’e asla dokundurulmaz. İsral karşısında her şey teferruata düşüren o meden dünya İsral’n şledğ bütün katlamların ortağı ve sorumlusudur ve bu saatten sonra ne terörzm ne demokras ne nsan hakları demeye hakkı yoktur. Müslüman ülkeler tarafından daha fazla kışkırtılıyorlar. Irak, Suriye ve Yemen aslında Körfez ülkeleri ile İran arasındaki savaşa sahne oluyor. Bu ülkeler birbirleriyle hesaplarını bu ülkeleri kan gölüne çevirerek görüyorlar. Tabii bu ülkelerin sponsorluğunu yaptıkları bu savaşları kendi adlarına mı yaptıkları yoksa onların da kendi savaşlarının bir başka sahibi olup olmadığı sorusu da her zaman haklı ve geçerli bir soru. Körfez ülkeleri Mısır’da kendi adlarına mı darbeye sponsorluk yaptı, yoksa ait oldukları bir kulübün zorlamasıyla mı? 14 AĞUSTOS 2014 İran, Husilere destek olarak iyi kötü istikrarını aramaya ve bu yolda son zamanlarda bir hayli mesafe kat ederek bulmaya çalışan Yemen’de Suudi Arabistan’la nasıl aynı safa düşebiliyor? İki ülkenin ittifak kurabildikleri nadir anlardan biri, hayırlı bir yolda barış içinde yürüyen bir İslam ülkesinin tekrar savaşa sürüklenmesi oluyor. Bütün bu ülkelerde son zamanlarda yaşananlar, İslam dünyasının gerçekten de bir ‘dünya’ olmasının önündeki büyük engellerin göründüğünden çok daha karmaşık olduğunu ve buna karşı içsel ve dışsal direncin sanıldığından çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Üstelik bu direncin harekete geçirebildiği çok farklı enstrümanların varlığıyla da her gün karşı karşıya kalıyoruz. İslam dünyası kendi içinde bu parçalanmışlık ve fitne fırtınasının etkisi altındayken, sahneye kendi klasiğini koymak üzere İsrail giriyor. Gazze’ye yönelik saldırılarına bu sefer bahanesi kaçırılan üç çocuğun ölü olarak bulunmuş olması. Hamas, bu kaçırmayla hiçbir ilgisi olmadığını defalarca ilan ettiği halde, üstelik bu hadisenin intikamının günahsız bir Filistinli çocuğun Yahudi yerleşimcilerce kaçırılıp vahşice yakılarak katledilmesi suretiyle alınmasına rağmen, İsrail bu olayı bahane ederek yoğun bir bombardımanla Gazze’ye rutin saldırılarından birini daha Ramazan demeden baş- lattı. Şu ana kadar bu saldırılarda yüzlerce kişi öldü. Yaralananların sayısı da binleri bulmuş durumda. İsrail bu saldırılara cevap olarak Gazze tarafından gelen roket saldırılarını dünyaya büyük bir mağduriyet hikâyesi olarak okutup seyrettirmeyi başarıyor. Tarlalara düşen ve doğru dürüst hiçbir etkisi olmayan roketlerin karşılığı Gazze’de zaten yıllardır tam bir toplama kampında yaşatılmakta olan Filistinli sivillere ölüm yağdırmak oluyor. Bu asimetrik saldırganlığın zamanlama olarak Filistin’de Hamas ve El-Fetih arasında gerçekleşen mutabakatın akabinde gerçekleşiyor olması dikkat çekici. İsrail bu mutabakatı tanımadığını en baştan itibaren duyurmuş bulunuyor ama buna karşı bir hamle yapmak için bir bahane uydurması gerekiyordu. Kaçırılan İsrailli çocuklar tabii ki bu saldırılar için bir haklılık vermez ama bu bahaneyi yeterince verir. Nasıl olsa başı kaşınan bir İsrailli çocuğun BBC ve CNN tarafından parlatılan hikâyesi her zaman en feci biçimde ölen yüzlerce Filistinli çocuğun acısından ve hikâyesinden çok daha ilgi çekicidir. İsrail bu saldırılarla Hamas’ı karşılık vermek zorunda bıraktığında kimse İsrail’in saldırganlığını ve öldürdüğü insanları görmüyor fakat Hamas’ın attığı roketleri görüyor. Böylece İsrail Hamas’ı müzakere edilemeyecek bir terörist olarak dünyaya tekrar lanse etmiş oluyor. Daha önceki İsrail saldırılarına karşı da bütün dünyanın sessizliğine karşılık İslam dünyasının etkili bir ses vermesi vaki değildi. Ancak bu sefer bilhassa İslam dünyasından yana sergilenen tepkisizlik çok daha dikkat çekici. İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü gündemle Cidde’de toplandı, ancak kendi içindeki ölümcül çatışmalara dair hiçbir çözümü ve müdahalesi olmayan bu birliğin Filistin’i savunmak için etkili bir ses vermesini beklemek beyhude. İslam dünyasının bu dağınıklığının İsrail saldırganlığını daha fazla cesaretlendirdiği, iştahını kabartıyor olduğu çok açık. Bir de Müslümanların birbiriyle bu denli meşguliyetinin İsrail’in de kendi uluslararası siyasetinin stratejik bir hedefi olduğu gerçeğini hatırlayın isterseniz. Bakın bu olup bitenler nasıl görünecek? Sorgulamak İçin Şahit Olmak Gerek Savaş ve katliam makinası İsrail’in Gazze’ye saldırısı devam ediyor. Karşısında mukabil cevap vere- AĞUSTOS 2014 15 cek bir güç yok ama bu durum savaş makinasında en ufak bir tereddüde, asalet duygusuna, acımaya yol açmıyor. Karşısında ölenlerin insan olduklarına dair zerre kadar bir bilinç yok. Bu kadar alçakça, bu kadar gaddarca bir katliamı, soykırım tecrübesi yaşamış kendi halkına nasıl izah eder diye düşünesi geliyor bin an için insanın. Doğrusu, İsrail’de bütün İsrail vatandaşlarının bu kadar bariz sivil katliamını, bebek cinayetlerini onayladığını düşünmemek istiyor insan. Nitekim zaman zaman bu katliamlara karşı ciddi Yahudi muhalefetinin sesini duyuyoruz. Bazı Yahudi yorumlarının bu yapılanları asla onaylamadığını biliyoruz. Dünyanın birçok yerinde, bilhassa Amerika’da bazı Ortodoks Yahudilerin siyonizme de onun bu katliamlarına da şiddetle muhalefet ettiklerini biliyoruz. Bilhassa Türkiye’deki Musevilerin İsrail’in yaptıkları dolayısıyla sorumlu tutulması asla doğru değil. AK Parti İstanbul iftarına katılan bir Musevi vatandaşımızın, bu hususu bilhassa vurguladığını ifade etmek isterim. Şabat gününe denk geldiği için 20 yıldır hiçbir Cuma gecesi bir yere çıkmamış olduğu halde, sırf bu konudaki tavrını koymak üzere protestolara katıldığını anlatıyordu. Ancak dünyanın sessiz kalarak, hatta kalmayarak ama ses verdiğinde maalesef onaylayıp destekleyerek, tepki verdiği bu dört dörtlük katliamlara, İsrail halkının muhalefet etmesini beklemek biraz safdillik olur. İsrail’in sivillerin üzerine bombalar yağdırdığı esnada panoramik bir tepeden olup bitenleri canlı canlı biralarını içerek ve eğlenerek seyreden İsrail vatandaşlarına dair görüntüleri hep beraber izledik. CNN muhabiri sağ olsun ama bu görüntüleri hafif bir eleştirel tonla yansıtması bile onun işinden olmasına yol açtı. Onu da Türkiye’deki basın özgürlüğüne dair destanlar yazan Freedom House düşünsün diyecek halimiz yok. İnsanlığın, haysiyetin, onurun esfeli safilin noktasına alçalışını kaydediyoruz. Ona da şahitlik ediyoruz. Daha ötesini sosyal medyadan izliyoruz. Nasılsa insanların en alçak bilinçaltlarının gün yüzüne çıktığı alandır aynı zamanda sosyal medya. Peki, neleri ifşa ediyor sosyal medya? Plajda oynarken İsrail deniz kuvvetlerinin açtığı ateş sonucu cesetleri parçalanarak ölen küçücük dört çocuk var. Bu dört çocuğun ölüm haberleri üzerine İsrail vatandaşı sosyal medya takipçilerinden gelen tepkilerden bir demet: Daria Konaev: ‘Çok güzel, bırakın gebersinler’ İbraince yazılı isim: ‘Sadece 4 mü? Daha fazlasını öldürebilmeliydik, umarım bir dahaki sefere’ Julia Kamha: ‘Art arda geberin, Arap çöpleri’ 16 AĞUSTOS 2014 Shikma Zerah: ‘400 olmaması çok kötü’ Moer Bar: ‘40.000 olmaması çok kötü’ Banit Architecter: ‘Neden sadece 5? Gazze’de daha çok çocuk var’ Avi Elmakayes: ‘Rahatlıkla daha çok çocuk ekleyebiliriz’ Kısacası Gazze’de sadece Filistin, İsrail, İslâm dünyası, medenî dünya ya da uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasından kendisini sorumlu tutan BM değil insanlık teste tabi tutuluyor. AK Parti hükümeti ve Türkiye toplumundan Gazze’deki katliama yükselen ses dışında etki doğuracak, Gazze’ye ve Filistin’e moral verecek bir tepki kaydedilmiyor. İbranice bir isim: ‘Fazla bir şey değil, daha çok terörist çocuk var’ Yoav Maimon: ‘Bütün Araplara ölüm’ David Elmaliyah: ‘Sadece 3 olması çok kötü, büyümeden ve terörist olmadan 30.000 çocuğun ölmesi lazım’ Ansal Tavosifar: ‘En iyi Arap mezardaki Araptır’ Julia Kamha: ‘Her Arap çocuğu geleceğin bir teröristidir, hepsini bombalayın’ İbranice bir isim: ‘Çocuklarınız terörist, siz nasıl Arap iseniz’ Adir Adaki: ‘Neeeeeee? Sadece 4 mü? Lanet olsun!’ Yohay Hadad: ‘Hepsi de büyüyecek ve her halükarda terörist olacak. Onları küçükken öldürmeliyiz’ Itzik Davidyan: ‘4 çocuk kimin umurunda? Onlar insan bile değil, büyüyorlar ve terörist oluyorlar, hepsinin canı cehenneme’ İbranice bir isim: ‘Araplar mikroptur, bertaraf edilmeli, katılmıyorsan s..tir ol git’ Slavik Mironov: ‘Her günün haberleri böyle olsun’ Almog Sela: ‘Lalalalalala bu gece bir koyun kestik ve parti yaptık, nihayet parti için iyi bir sebep’ Yorumlar böyle devam ediyor. İsrail’in bu vahşetini halkına anlatmak gibi bir sorunu olmadığı anlaşılıyor. Tabii ki belki de bütün halkı değil ama bu vahşetini onaylayacak ve teşvik edecek miktarda bir halk desteği olduğu açık. Soykırım tecrübesi yaşamış ve bütün dünyaya bu tecrübeden dolayı bir etik kodunu üretip empoze etme hakkı elde etmiş bir halkın içinden bu kadar vahşice bir tavrın nasıl çıkabildiğini kim sorgulayacak? Elbette ki sorgulamak için önce görmek, şahit olmak lazım. AĞUSTOS 2014 17 GAZZE DOSYASI Kalbi ve gücü olan hiç kimse bir geceden sonra Şifa’dan, Filistin halkına yönelik katliamı bitirmeye karar vermeden çıkamaz. Ama kalpsiz ve vicdansızlar hesaplarını yaptılar ve Gazze’ye yönelik bir başka katliam planladılar. Kan nehirleri bu akşam da akmaya devam edecek. Ölümün araçlarını harekete geçirdiklerini duyabiliyorum. Lütfen. Yapabileceğiniz her şeyi yapın. Bu daha fazla süremez.” Profesör Doktor Mads Gilbert Dünya’nın Gazze Sınavı Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Gazze’den Obama’ya Mektup: Sizin Kalbiniz Var mı? lerden arta kalanları süpürüyor, tekrar hazırlanmak için, her şeyi tekrar etmek için. azze’deki Şifa Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesinde görev yapan 67 yaşındaki Norveçli cerrah Mads Frederick Gilbert, Middle East Monitor’de yayınlanan açık mektubunda, ABD Başkanı Barack Obama’yı Şifa Hastanesi’nde bir gece geçirmeye davet etti. Sadece son 24 saatte 100’den fazla vaka geldi Şifa’ya. Her şeyi olan en deneyimli hastaneye bile yetecek kadar, ama burada hiçbir şeyimiz yok… Elektrik, su, ilaç, ekipman... Her şey paslı ve geçmiş hastane müzelerinden alınmış gibi görünüyor. Ama buradaki kahramanlar hiçbir şeyden şikâyet etmiyor... “Dün gece aşırı bir noktadaydı. Gazze’ye yönelik kara harekâtı sonucunda araçlar dolusu parçalanmış, kanayan, ölen, her yaştan, sivil, masum Filistinli geldi. Ambulanslardaki kahramanlar (son 4 aydır maaş alamıyorlar) insanlık dışı bir iş yükünün altında, insanlara yardım etmeye çalışıyor... Bir kez daha ‘dünyanın en ahlaklı ordusu’ tarafından hayvan muamelesi gören insanlara... Bu satırları size yazarken yatağımda yalnız başıma gözyaşı döküyorum, sıcak ama işe yaramayan acının, öfkenin ve korkunun gözyaşlarını. Bu yaşanıyor olamaz! Ama sonra, şimdi, İsrail’in savaş makinesi acımasız senfonisine yeniden başlıyor, gemilerden top salvoları sahile düşüyor, F-16’lar kükrüyor, İHA’lar (insansız hava aracı) ve Apache’lerin gürültüsü. Hepsi ABD tarafından üretilmiş ve ödenmiş. Toza bulanmış yüzler. Yo HAYIR! Daha fazla kanayan yaralı gelmesin, hala acil servisin zemininde kan gölleri var, kanlı sargı bezleri her yerde, temizlikçiler kan birikintilerini, dokuları, saçları, giysileri, ölü- Bay Obama, sizin kalbiniz var mı? Sizi, bir gecenizi, sadece bir gecenizi bizimle Şifa’da geçirmeye çağırıyorum. Belki hademe kılığında gizlenirsiniz. Yüzde yüz eminim, bu tarihi değiştirecektir. G 18 AĞUSTOS 2014 Küresel egemen güçler Filistin-Gazze üzerinden medeniyet ve insanlık sınavı veriyor. İnsan hakları, çocuk hakları, siviller, orantısız güç kullanımı, savaş suçu, uluslararası hukuk, dünya barışı, küresel güvenlik bağlamında ciddi bir testten geçiyor. Filistin’in İsrail karşısında 1948’den beri devam eden dramı ve bugünkü acıklı tablosu Dünyayı bir kez daha yukarıdaki insani değerler, BM normlarına girmiş uluslararası anlaşmalar ve kabul edilmiş kavramlar üzerinden samimiyet imtihanına davet ediyor. Dünya’nın egemenleri vicdanı, insafı, hakkı bir kenarda bırakarak ikiyüzlü, çifte standartlı, kayırmacı, ayırımcı tavırlarıyla kör kütük ve ideolojik ön yargılarıyla İsrail’e destek olmaya devam mı edecekler? Yine görmedim, bilmedim, duymadım diyen üç maymunu mu oynayacaklar? Gazze’de kıyametler koparken başka gündemlere takılıp, aptala yatarak bu devlet terörüne, bu haydutluğa ve zulme sessiz ve seyirci mi kalacaklar? Yoksa Gazzelilerin de kendileri gibi insan olduklarını ve insan soyundan geldiklerini hatırlayarak bir çare arayacaklar mı? Kim tarafından kaçırılarak öldürüldüğü belli olmayan üç İsrail’li gencin sözüm ona intikamını almak için bir Filistinli çocuğa benzin içirip ateşe vererek diri diri yakmak belli ki yüreğini soğutmamış İsrailoğlunun… için yapıldığı bilinmeyen roket saldırılarına güya misilleme olarak havadan, denizden ve karadan ileri teknoloji fantastik bombalar, füzeler, tanklar, toplarla Gazze’yi askeri hedef, sivil hedef gözetmeden orantısız değil tamamen yok etmek için nokta nokta vurmak nasıl bir savaş gerçekten?! Bu, suyunu bulandırdığını iddia eden ve derenin altında da olsa üstünde de olsa her zaman haklı olan kurtla kuzunun hikâyesinin aynısı değil mi? Kendi halkı ve dünya kamuoyu için daha doğrusu ne söylerse inanmaya baştan hazır olanlara bahane hazır. Gazze’den atılan roketlere, saldırılara ve tehditlere karşı ‘kendini savunma hakkı’nı kullanıyor İsrail(!) ABD, AB yani Batı; Gazze’de evler, okullar, hastaneler, camiler vurulsa, bebekler, çocuklar, anneler, yaşlılar öldürülse Gazze yerle bir olsa da İsrail’in ‘orantısız güç’ kullandığına dair bir kanıt göremiyor maalesef! Hele ki ‘savaş suçu’, yok böyle bir şey(!) İsrail “Hamas terörüne karşı” halkının güvenliğini sağlıyor ve ülkesini koruyor(!) Bu hal uluslararası toplum için yüzkarasıdır. Gazze Neresi? Gazze Şeridi; uzunluğu 40 km. (sahil), genişliği 9-12 km., yüzölçümü 360 km2, nüfusu 1.428.757, kişi başına yıllık geliri 600 dolar ve İsrail ile 51 km., Mısır ile 11 km. sınıra sahip olan dış dünyaya çıkışı olmayan karadan ve denizden dört bir tarafından İsrail tarafından abluka altında bir açık hava hapishanesi. “Gazze Roketleri” İsrail’in Provokasyonu ve Saldırı Bahanesi Gazze’den atıldığı iddia edilen ancak kim tarafından ve niçin, hangi sonucu almak için, nasıl bir karşılık ve caydırıcılık AĞUSTOS 2014 19 kaygı” hâkim! Gazze konusunda dünyanın hali pür melali bu! Yasak savmak için laf-ü güzaf! Ey Küresel Egemenler! Çağın utancı ve dünyanın yüzkarası. Ekmeği, suyu, sağlığı, eğitimi, güvenliği, geleceği, bağımsızlığı, hürriyeti yani hayatı her şeyi kısıtlanmış baskı, gözetim ve tarassut altında bir dünya ülkesi! Aslında bir yeryüzü cehennemi, bu günlerde bir mahşer yeri gibi... Gazze Aynasında Dünya Gazze bir ayna dünyaya her halini yansıtan. İkiyüzlülüklerini, çifte standartlarını, İslamofobilerini, samimiyetsizliklerini, takiyyeciliklerini, dürüst olmadıklarını, ırkçılıklarını, menfaatçiliklerini, çıkarcılıklarını, egoistliklerini, hegemonluklarını ve emperyalistliklerini gösteren bir boy aynası. Kral’ın çıplak olduğunu kanıtlayan bir ibret fotoğrafı… ABD’de yaşayan namuslu Yahudi diasporasının ve hahamların gördüğü İsrail vahşetini, soykırımını, savaş suçunu, haydutluğu neden göremiyor, görmek istemiyorlar? Katledilenler Müslümansa; insan değil hayvan mı? Çocuk değil böcek mi? Bebek değil sinek mi? Vahşete, zulme karşı hak arayanlar, kendilerini savunanlar, direnenler terörist, dik duranlar, eleştirenler “one minute” diyenler diktatör mü? Etkisiz Tepkiler, Protestolar… İsrail’in Gazze’ye yönelik temmuz ayının ikinci haftasından itibaren devam eden saldırılarına dünya genelinden açıklamalar geliyor ve tepkiler yağıyor. Endişeler, kaygılar ve cılız tepkilerin yanında sessiz kalanlar, İsrail’i destekleyenler var. ABD ve Almanya İsrail yanlısı bir tutum takınırken, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin bir tepki vermemesi, İran’ın bir 20 AĞUSTOS 2014 hafta sonra tepki vermesi dikkat çekti. Lübnan Hizbullahı ise herhangi bir açıklama yapmadı. ABD Dışişleri sözcüsü: “İsrail’e yönelik devam eden roket atışlarını kuvvetle kınıyoruz. İsrail’in bu saldırılara karşı kendini savunma hakkını destekliyoruz.” Merkel, Almanya’nın İsrail’in meşru müdafaa hakkını desteklediğini belirtirken, İngiltere ise; “İsrail’in kendini savunma hakkı var ama bunu yaparken orantılı davranmalı ve sivil ölümlerin en aza indirilmesi için tedbirler alınmalı.” dedi. AB, Gazze’den İsrail’e roket saldırısını kınarken, İsrail’in misillemesinde çok sayıda sivilin katledilmesinin “esefle karşılandığını” belirtti. Rusya’dan “İsrail şehirlerine karşı terörist faaliyetler ve Gazze’deki sivil halka karşı aşırı güç kullanılması kınanmayı hak ediyor” açıklaması geldi. Çin de, hava saldırılarıyla ilgili endişeli olduklarını belirterek bir an önce ateşkes yapmaları çağrısında bulundu. BM, “İsrail hükümeti hukuka uygun hareket etmelidir, aşırı karşılık vermeye azmettirmemelidir.” dedi. Arap Birliği de saldırıların durdurulması için BMGK’yi acil toplantıya çağırdı. İsrail saldırılarına başından beri en güçlü tepkiyi en yetkili ağızlardan Türkiye verdi. İsrail’in “Toplu cezalandırma yöntemiyle sürdürdüğü saldırıları”, “devlet terörü” olarak nitelendiren Başbakan Erdoğan, “İsrail, Hamas ve El Fetih arasındaki ulusal mutabakat hükümetinin kurulmasını istemiyor. Mısır ile olan görüşmelerden de Hamas’ı dışlamak istiyor.” dedi. Pakistan, Sudan, Cezayir, Tunus, Yemen gibi İslam ülkelerinden Gazze’yi destekleyen tepkiler ve protesto gösterileri geldi. Mısır’da ise yönetimde “derin Gazze’de sadece çocuklar, bebekler, anneler değil; insani değerler ölüyor, adalet katlediliyor, vicdanlar eziliyor, insanlık can çekişiyor. Meşruiyet çiğneniyor, barış umutları tükeniyor, bölgesel ve küresel güvenlik tehdit ediliyor. Zulme rıza zulümdür, zalime göz yummak arka çıkmak onunla ortak olmaktır. İsrail’in varlığı, güvenliği herkesin, her şeyin ve her değerin üzerinde olamaz. Bırakın bu “kendini savunma (meşru müdafa) hakkı” yalanını ve palavrasını. Trajikomik ve acınası bir duruma düşüyorsunuz. İsrail için inanın değmez. Kendinizi bu kadar angaje etmeyin, tüketmeyin. Değerlerinizi yemeyin, demokrasi, barış, özgürlük ve insan onurunu bu kadar ucuzlatmayın. Vicdan sahibi herkes biliyor ki İsrail saldırıları; devlet terörüdür, orantısız güç kullanımıdır, insanlık dışıdır, cinayettir, soykırımdır ve zulümdür. Bütün dünyaya karşı şımarıklık, sorumsuzluk, küstahlık ve bir meydan okumadır. Fırsatçı İsrail İsrail Gazze’ye bu saldırıları yaparken bölge ve dünya konjonktüründen yararlandı. Bu süreç gerçekten onun için uygun bir zamanlamaydı. Parçalanmış Irak, yerle bir edilmiş ve bölünmüş bir Suriye, toparlanamayan Lübnan, önceliklerini ve İsrail yalnızlaşmaya, dışlanmaya, bölgeden tecrit olmaya mahkûmdur. İsrailoğullarının tarihi hep böyle olmuştur ve bu tarih yine tekerrür edecektir. İsrail’in at oynattığı ve meydan okuduğu bölge ve dünya konjonktürü hızla değişiyor. ‘Yeni Ortadoğu’da ve ‘Yeni dünya’da kendine yer bulamayacaktır. Bunlar temenni değil reelpolitik ve jeopolitik öngörülerdir. Ömrü olan bunları görecektir. düşmanlarını karıştırmış Suudi Arabistan, mezhepçilik girdabında İran, İsrail’i artık korkutmayan Doğu Afrika, “İslam’a karşı İslam”ın ve “Müslüman’a karşı Müslüman”ın vuruştuğu bir Orta Doğu, İslamofobinin yükseldiği ve İslam’ın canavarlaştırıldığı bir Batı, Arap Baharı’nın sarsıldığı ve Müslüman Kardeşlerin düştüğü bir Arap dünyası, iktidarın değiştiği Mısır, çözüm sürecini sürdüren, Irak ve Suriye’de sıcak sorunlar yaşayan ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden Türkiye, nihayet Ukrayna kriziyle meşgul olan Avrupa, Amerika ve Rusya. İşte İsrail’e istediği şartları sağlayan manidar zamanlama. Her şey gönlüne göre olunca fırsatı kaçırmıyor, gereğini yapmaktan geri durmuyor! İsrail İçin Sonun Başlangıcı Ancak bu devran böyle gitmez. İsrail’in bu hesapsız saldırılarıyla bilinçlenen Müslüman toplumlar çok yakın bir gelecekte ona bu coğrafyayı dar edecek, yaşamasını imkânsız kılacak tepkilerini oluşturacak ve güçlerini bulacaklardır. İçten içe bu hazırlıklar sürerken ve herkese en çok İsrail’e sürpriz gelecek gelişmelerin arifesindeyiz. İsrail yalnızlaşmaya, dışlanmaya, bölgeden tecrit olmaya mahkûmdur. İsrailoğullarının tarihi hep böyle olmuştur ve bu tarih yine tekerrür edecektir. İsrail’in at oynattığı ve meydan okuduğu bölge ve dünya konjonktürü hızla değişiyor. Yeni Orta Doğu’da ve yeni dünya’da kendine yer bulamayacaktır. Bunlar temenni değil reelpolitik ve jeopolitik öngörülerdir. Ömrü olan bunları görecektir. AĞUSTOS 2014 21 GAZZE DOSYASI Hanzala, Gazze saldırıya uğrarken yne yalnız. Br gün yüzünü bze döneceğn umduğumuz bütün Hanzalalar İsral tarafından ölümle yan yok edlmekle tehdt edlyor. Hanzala Flstnl bütün çocuklar aslında, 90 yaşında da olsa toprakları şgal altında olan bütün Flstnl çocuklar. İnancımız o k Gazzel çocuklar da br gün bzmle aynı gökyüzüne bakacak. #DirenHanzala Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı 29 Temmuz 2013’te ABD Başkanı Barack Obama’nın öncülüğünde Filistin otoritesi ve İsrail hükümeti arasında Barış Müzakereleri, düzenlenen bir iftar yemeği sonrasında resmen başlamıştı. Ağır aksak yürüyen Barış Müzakereleri Mayıs 2014’te El-Fetih ve Hamas arasında uzlaşı hükümeti kurulmasından sonra İsrail tarafından askıya alınmış; Netenyahu hükümeti İsrail’i yok etmeyi amaçlayan, birçok ülke tarafından terörist örgüt kabul edilen Hamas ile masaya oturmayacaklarını söyleyerek Filistin otoritesi lideri Mahmud Abbas’a barış ve Hamas arasında bir tercih yapması çağırısında bulunmuştu. Uzlaşı hükümeti aslında masadan kalkmak için elverişli bir bahane arayan İsrail için gereken argümanı sağladı. Zira Netenyahu Filistin otoritesiyle barış masasına İsrail siyasetinden kaynaklanan dinamikler ve barışa inandığı için değil ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Kerry’nin 22 AĞUSTOS 2014 yeni dönemde ABD’nin Orta Doğu politikasının temel çıpalarından birisi Filistin-İsrail Barış müzakerelerinin devam ettirilmesi olduğu için oturmuştu. Yair Lapid’in liberal-sol partisi Yesh Atid dışında ultra-ortodoks partiler ve Kadima’dan oluşan İsrail hükümeti barış müzakerelerinin devam etmesini sağlayacak intizamdan ve kararlılıktan uzaktı. Netenyahu hükümeti barış sürecini ara ara yeni yerleşim birimleri inşaatlarına izin vererek sabote etmişti ancak Temmuz 2014’te Gazze’ye yönelik başlatılan operasyon önümüzdeki bir ya da birkaç on yıl için Filistin’de barış sözcüğünü çölün kızgın kumlarına gömdü. Haziran ayı ortalarında Filistinliler tarafından Batı Şeria’da kaçırıldığı iddia edilen üç İsrailli çocuğun ölü bulunmasından sonra açıklama yapan İsrail Başbakanı Bünyamin Netenyahu Hamas’ı ölümler- den sorumlu tutarak, bunun hesabını çok ağır biçimde ödeyeceğini söylemişti. Diğer taraftan hem Hamas hem de El-Fetih çocukların kaçırılmasıyla ilişkileri olmadığını açıklamışlardı. İsrail hükümeti birileri tarafından öldürülen üç İsrailli çocuğun intikamını iç ve dış politikada Gazze’ye yapacağı saldırının meşruiyet zemini olarak kullanmaya çalışırken Hamas-El-Fetih’in açıklamaları ve İsrailli yerleşimciler tarafından sabah namazı çıkışında kaçırılıp benzin içirilerek yakılan 17 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr görmezden gelindi. Neticede İsrail, Gazze’ye yönelik genişletilmiş bir askeri harekât başlattı. Önce havadan stratejik hedeflere yönelen saldırılar temmuz ayının ortasından itibaren kara harekatını da içerecek biçimde genişletildi. Bu süre zarfında Mısır’ın her iki tarafa da ateşkes teklifi Hamas tarafından kabul edilmeyince İsrail, BM Anlaşmasından kaynaklanan meşru müdafaa hakkını kullandığını belirterek şiddetin dozunu arttırdı. Hamas’ın ateşkes için saldırıların durdurulması, Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılması, Gazze’de uluslararası havalimanının çalışmaya başlaması koşuluyla ateşkes görüşmeleri yapılabileceği yönündeki açıklaması ise batılı medya organları tarafından genellikle görülmedi. Bu durum akıllara Hitler’in Savaş Bakanının söylediği iddia edilen “Çekoslovakya işgale direnmeseydi savaş çıkmayacaktı” cümlesini getiriyor. İsrail Gazze’yi Değil Barışı Vuruyor İki taraflı görüşmeler 2014 yılının ilk günlerine kadar kapalı kapılar ardında devam etti. Suriye yönetiminin kimyasal silahları uluslararası denetime devretmeyi kabul etmesi sonrasında Suriye’de çok taraflı diplomatik sürecin yeniden ön plana çıkması ile gündemin iyice alt sıralarında kalan Filistin-İsrail Barış Müzakereleri aylar sonra ilk kez uluslararası basının gündeminde ciddi biçimde yer buldu. İsrail Dışişleri Bakanı’nın “John Kerry’e Nobel Barış Ödülü verilebilir zira biz Filistinlilerle değil Kerry’le müzakere ediyoruz” açıklaması ise aslında sürecin muhtevasına ilişkin fikir veriyordu. Kerry, Nisan 2014’e kadar somut gelişmeler olacağını ümid ettiğini söylemişti ancak müzakerelerin başlamasından bir yıl sonra taraflar neredeyse İkinci İntifada sonrasındaki pozisyonlarına geri döndü. Washington Post yazarlarından David Ignatius doğru tespitiyle Kerry’nin Filistin-İsrail Barış Müzakerelerindeki temsilcisi Martin Indyk “Filistin-İsrail sorununun ABD’nin çözmek için girişimde bulunmak mecburiyetinde olduğu ancak çözemeyeceği bir sorun olduğunu acı bir şekilde öğrendi”. Ve tabii ki Kerry de. 1947’de kurulan İsrail’de Araplarla dört büyük savaşı ve ardından 70’li ve 80’li yıllarda yükselen Filistin direnişini görenlerin sayısı azımsanmayacak derecede fazla. Bu kimselerde İsrail’in geleceğine ilişkin karamsar bir kanaat mevcut ve İsrail’in hayatta kalabilmesi için bir takım önlemlerin zaruri olarak alınması gerektiğini düşünüyorlar. Diğer tarafta ise topraklarının büyük bölümü İsrailliler tarafından işgal edilmiş, yaşanan acılar ve trajediler dolayısıyla İsrail nefreti kimliklerinin kurucu unsuru haline dönüşmüş Filistinliler var. Örneğin Filistinlilerin muhatabı olan İsrail, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İsrail’in 1967 sınırları öncesine dönmesi gerektiğini karara bağlayan 242 sayılı kararı ya da İsrail’in 1967’den beri işgal altında tutulan Filistin topraklarında ve diğer Arap ülkelerinde sürdürdüğü koloni inşaatlarının durdurulmasını istediği; İsrail’in uygulamalarının hiçbir hukuki temele dayanmadığı ve savaş sırasında sivillerin korunmasıyla ilgili Cenevre Konvansiyonu’na uyması konusunda uyarıldığı 446 sayılı kararı tanımazken Filistinlilerden bir takım hukuk kodifikasyonlarına uymaları bekleniyor, uyulmadığında barışı tehdit etmekle itham ediliyorlar. Test Edilen BM Düzeni 1945 yılında San Fransisco’da imzalanan BM Antlaşması, BM’nin Uluslararası barış ve güvenliği korumak ve bu amaçla: barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası AĞUSTOS 2014 23 uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek (md1/1), Uluslararasında, halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önlemleri almak (md 1/2), Ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliğini sağlamak (md 1/3) hedeflerini öngörmüştü. Kendisini küresel barış ve istikrarın sağlanmasından sorumlu kabul eden BM’nin icracı organı BM Güvenlik Konseyi, 1947’den itibaren devam eden Filistin sorununa ilişkin özellikle barışı oldukça zora sokan 1967 Savaşı sonrasına dair çok sayıda karar aldı ancak bu kararlar İsrail tarafından tanınmadı. Bunlardan önemlilerini şöyle sıralayabiliriz: 242 sayılı karar (22 Kasım 1967): Bir bildiri yayınlayan BM Güvenlik Konseyi, “Filistin topraklarının silahlı güçler eliyle işgal edilmesini” kınadı ve İsrail Ordusu’nun işgal ettiği bölgelerden çekilmesini istedi. Bildiride, “BM, bölgedeki her ülkenin siyasi bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altında tutar” denildi. 252 sayılı karar (21 Mayıs 1968): İsrail’in “işgal ettiği toprakları devletine kattığını” açıklamasının ardından, BM Güvenlik Konseyi İsrail’in tedbirlerinin geçersiz olduğunu savundu. Yapılan açıklamada, 24 AĞUSTOS 2014 “gerçekleştirilen eylemin Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesine yönelik olduğu ve İsrail’in bu tarz girişimlerden men edildiği” ifade edildi. 267 sayılı karar (3 Temmuz 1969): BM Güvenlik Konseyi, İsrail’in “Kudüs’ün statüsünü değiştirmeye yönelik girişimlerini” kınadı. 446 sayılı karar (22 Mart 1979): Güvenlik Konseyi, İsrail’in 1967’den beri işgal altında tutulan Filistin topraklarında ve diğer Arap ülkelerinde sürdürdüğü koloni inşaatlarının durdurulması talimatını verdi. Konseyin bildirisinde, “İsrail’in uygulamalarının hiçbir hukuki temele dayanmadığı ve savaş sırasında sivillerin korunmasıyla ilgili Cenevre Konvansiyonu’na uyması konusunda uyarıldığının” altı çizildi. 592 sayılı karar (8 Aralık 1986): Güvenlik Konseyi, 1967’den beri işgal altında tutulan Filistin ve Arap ülkelerine ait topraklarda gerçekleştirdiği operasyonların, savaş sırasında sivillerin korunmasına yönelik Cenevre Konvansiyonu’na aykırı olduğunu hatırlattı. Konsey, Bir Zeit Üniversitesi’nde ateş açarak onlarca öğrenciyi öldüren ve yaralayan İsrail Ordusu’nu kınadı. 607 sayılı karar (5 Ocak 1988): Filistinli sivilleri işgal altındaki topraklardan çıkaran İsrail’in bu tutumundan vazgeçmesi ve Cenevre Sözleşmesi’nde belirtilen şartları dikkate alması gerektiği ifade edildi. 608 sayılı karar (14 Ocak 1988): İsrail’in Filistinli sivillere karşı yürüttüğü toplu sürgün politikasından vazgeçmesini ve yurtlarından sürülenlerin “güven içinde” geri dönüşlerinin sağlanmasını İsrail’den talep etti. 636 sayılı karar (6 Temmuz 1989): BM Güvenlik Konseyi, İsrail’den daha önceki kararlarına ve Cenevre Sözleşmesi’ne uymasını istedi. Bununla birlikte Filistinli sivillere karşı yürütülen sürgün politikasına son vermesi ve sürgün edilenlerin güvenlik içinde geri dönmelerini sağlaması gerektiği de dile getirildi. 641 sayılı karar (30 Ağustos 1989): Konsey, İsrail’in işgalci bir güç olarak bulunduğu topraklardan Filistinlileri çıkarmasının hukuksuz bir uygulama olduğunu açıkladı. Sürülen Filistinlilerin geri dönmesi gerektiği vurgulandı. 681 sayılı karar (20 Aralık 1990): Cenevre Konvansiyonu’na uyulması konusunda Konsey tarafından İsrail’e ihtarda bulunuldu. 1515 sayılı karar (19 Kasım 2003): Güvenlik Konseyi, İsrail ve Filistin taraflarına, sınırları kesin ve tanınmış olan yan yana iki devlet halinde bir bölge vizyonu için çağrı yaptı. Bunun için, Orta Doğu Dörtlüsü’nün hazırladığı yol haritasına uyarak çatışmayı sona erdirmelerini istedi. Sayıları daha da artırılabilecek benzer BM Güvenlik Konseyi kararları İsrail tarafından tanınmadı ve BM tarafından İsrail’e herhangi bir yaptırım uygulanmadı. Dolayısıyla sadece Filistin ve bölge barışı değil BM düzeni de İsrail tarafından ciddi bir teste tabi tutuluyor. BM’nin bu testi geçtiğini söylemek ya da geçebileceğine dair bir umut taşımak zor… Filistinli ünlü karikatürcü Naci el-Ali’nin Hanzala çizgisi uzun yıllardır Filistin meselesiyle ilgilenen kimseleri derinden etkiler. Naci el-Ali Hanzala’nın 10 yaşında olduğunu ve hiç büyümediğini (çünkü kendisi 10 yaşında Filistin’i terk etmek zorunda bırakılmıştır), ayakkabı numarası olmadığını çünkü yalın ayak dolaştığını söyler. Hanzala’nın annesinin adı Nakba’dır. Filistinliler, Filistin topraklarında İsrail devletinin ilân edildiği günü felaket günü yani nakba olarak adlandırırlar. Ve Hanzala’nın sırtı okuyucuya dönüktür çünkü ülkesinin işgalini ve işgaline sessiz kalan herkesi protesto etmektedir. Hanzala, Gazze saldırıya uğrarken yine yalnız. Bir gün yüzünü bize döneceğini umduğumuz bütün Hanzalalar İsrail tarafından ölümle yani yok edilmekle tehdit ediliyor. Hanzala Filistinli bütün çocuklar aslında, 90 yaşında da olsa toprakları işgal altında olan bütün Filistinli çocuklar. İnancımız o ki Gazzeli çocuklar da bir gün bizimle aynı gökyüzüne bakacak. #DirenHanzala AĞUSTOS 2014 25 GAZZE DOSYASI İzzeddin Kassam Tugayları Gazze’den İsrail yerleşimlerine 70 adet roket fırlattı. Bu gelişmelerin neticesinde, 7 Temmuz’da İsrail Gazze’ye havadan, karadan ve denizden yoğun bir saldırı başlattı. İSRAİL, Asıl Sebep Mutabakat Hükumetinin Kurulmasıydı İsrail, saldırılarının sebebini üç Yahudi gencin öldürülmesi dolayısıyla, İsrail vatandaşlarının güvenliğinin tehlikede olduğu gerekçesine dayandırıyor olsa da, saldırının asıl sebebi 23 Nisan’da Hamas ve ElFetih arasında kurulan Milli Mutabakat Hükümetinin bakanlarının Ramallah’ta 02 Haziran 2014 günü yemin ederek göreve başlamış olmalarıydı. Yıllar sonra, Filistin halkı birleşmeyi başarmış ve kendi iradeleriyle bir hükumet kurmuş, böylece 2007 yılından beri devam eden Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da Fetih hükümetleri şeklindeki iki başlılık sona ermişti. Filistin’in kaderini ABD, İsrail ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas üçgeninde belirleme çabalarının başarısız olması, Filistin halkını bir mutabakat hükumeti kurmaya yöneltmişti. FLSTNLLERN UZLAŞMASINI HAZMEDEMED Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Başarısız ABD Barış Girişimi Filistinlilerin Uzlaşmasına Yol Açtı 2013 yılında, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı John Kerry’nin girişimiyle, İsrail-Filistin arasındaki anlaşmazlığı nihai bir çözüme kavuşturmak için, 2014 yılının Nisan ayına kadar sürecek dokuz aylık müzakere takvimi planlanmıştı. Bu plan çerçevesinde taraflar arasında 29 Temmuz 2013’te görüşmelere başlandı. Bu görüşmelerin başarıya ulaşacağı inancıyla, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 26 Kasım 2013 tarihinde aldığı kararla 2014 yılını “Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası Yılı” ilan etti. 7 Temmuz 2014, Filistin halkına karşı yeni bir Siyonist saldırının başlangıcı olarak tarihteki yerini aldı. Hava, kara ve denizden yapılan bombalamalar sonucu, yüzlerce sivil Filistinlinin şehit olduğu, binlercesinin yaralandığı bu saldırı (ki yazımızın yazıldığı saldırının 17’inci günü itibariyle 650 şehit ve dört binin üzerinde yaralı mevcuttu), İsrail için yeni bir utanç savaşı olarak hafızalara kazınacaktır. 7 Temmuz saldırısının gerekçesi İsrail, Haziran ayı içinde Batı Şeria’da yerleşimci olarak yaşayan 3 İsrailli Yahudi gencin kaybolduktan üç hafta sonra öldürülmüş olarak bulunmalarını Hamas’ın katliamı olarak ilan etti ve kendi kamuoyunu yeni bir savaşa hazır hale getirmek için bu ölüm olayını halkı tahrik edecek şekilde işledi. Hamas’ın söz konusu iddiaları reddetmesine rağmen İsrail medyasında 26 AĞUSTOS 2014 yapılan yayınlar, İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu’nun “Hamas’ın bunu çok ağır bir şekilde ödeyeceği” yolundaki söylemleri, İsrail kamuoyunda istenen karşılığı buldu ve temmuz ayı başında, Doğu Kudüs’te on altı yaşındaki bir Arap genç, altı Yahudi tarafından diri diri yakılarak öldürüldü. Bu eylem, bu defa İsrail vatandaşı Arap toplumunu ayağa kaldırdı. Araplar, Kudüs başta olmak üzere Arapların çoğunluk olarak yaşadıkları bölgelerde gösteriler düzenlediler. İsrail devleti 6 Temmuz’da Batı Şeria’da, içinde Filistin milletvekillerinin de bulunduğu geniş bir tutuklama operasyonu başlattı. Gazze’nin Refah şehrinde 6 Hamas savaşçısını şehit etti, 7 Temmuz’da iftar vaktinde İzzeddin Kassam Tugayları komutanlarına yönelik suikast saldırıları düzenledi. Bunun üzerine, 16 Ocak 2014’te Filistin Halkıyla Dayanışma Yılı programı açılışı için BM’de düzenlenen törene mesaj gönderen BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon mesajında, “Bu yıl, iki devletli çözüme ulaşma ve 1967’den beri süregelen İsrail işgalinin sonlandırılması için kritik bir yıl olacak. Ayrıca bu yıl, bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ve İsrail devleti ile Filistin devletinin birbirlerinin meşru haklarını tanıyarak barış ve güvenlik içinde yan yana yaşamaları için de önemli bir yıldır” ifadelerini kullanmıştı. Ban Ki-moon yaptığı açıklamada, başta İsrail ve Filistinliler olmak üzere uluslararası toplumun tüm AĞUSTOS 2014 27 üyelerine çağrıda bulunarak, Orta Doğu’da kalıcı barış için ortaklaşa çaba sarf edilmesini, İsrail ve Filistin’in taahhütlerini aktif biçimde hayata geçirmesini ve iki tarafın Güvenlik Konseyi kararları, Madrid İlkeleri, Arap Barış Girişimi ve ikili anlaşmalar uyarınca müzakere yoluyla iki devletli çözüme varmaları gerektiğini ifade etmişti. ABD’nin 29 Temmuz 2013’te başlattığı görüşmeler, takvimde öngörülen süre tamamlandığında herhangi bir başarıya ulaşamamıştı. John Kerry müzakerelerin çökmesinden, müzakere çerçevesinde yer almasına rağmen Filistinli mahkûmları serbest bırakmaya yanaşmayan ve yerleşim faaliyetlerini durdurmayan İsrail’i sorumlu tutan açıklamalar yaptı. Sonuçsuz kalan müzakerelerin ardından Hamas ve El-Fetih, 23 Nisan’da bir uzlaşı hükümeti kurulması hususunda mutabakata vardılar. Kendi kaderini tayin hususunda Filistinli tarafların bir araya gelmesi ve bir mutabakat hükümeti kurulması hususunda uzlaşmaları, ABD-İsrail ekseninin yenilgiye uğraması manasını taşıyordu. Bu uzlaşmaya Binyamin Netenyahu’nun tepkisi çok sert oldu. Netenyahu, Milli Mutabakat Hükümeti’nin gayrimeşru olduğunu ve terör bağlantılı olduğunu iddia etti, Mahmud İsral, saldırılarının sebebn üç Yahud gencn öldürülmes dolayısıyla, İsral vatandaşlarının güvenlğnn tehlkede olduğu gerekçesne dayandırıyor olsa da, saldırının asıl sebeb 23 Nsan’da Hamas ve ElFeth arasında kurulan Mll Mutabakat Hükümet’nn bakanlarının Ramallah’ta 02 Hazran 2014 günü yemn ederek göreve başlamış olmalarıydı. Abbas’ı teröristlerin yanında yer almakla suçladı. Milli Mutabakat Hükümeti bakanlarının yemin ederek göreve başlamasının ardından İsrail Batı Şeria’da, içinde milletvekilleri ve belediye başkanlarının da bulunduğu, çoğu Hamas’ın üst düzey yöneticisi binden fazla Filistinliyi tutukladı. Netanyahu hükümeti bu saldırılarıyla, bir yandan Hamas’ın da ortağı bulunduğu uzlaşı hükumetini uluslararası kamuoyunda meşruiyet kaybına uğratmayı ve uluslararası desteğini yok etmeyi hedeflerken diğer taraftan Hamas ve El-Fetih arasındaki görüş ayrılıklarını tahrik etmeyi amaçlıyordu. Filistin-İsrail Anlaşmazlığının Sebebi 1967 Savaşıdır Filistin-İsrail arasındaki ihtilafları esas olarak dört başlık halinde saymak mümkündür. Kudüs şehrinin statüsü, topraklarından zorla göç ettirilen Filistinli mültecilerin durumu, müstakbel Filistin Devleti’nin sınırları konusu ve işgal altındaki Filistin topraklarında hızla çoğalan Yahudi yerleşimlerinin ne olacağı meselesi. Bütün bu problemlerin kaynağı 1967 Arap-İsrail savaşı olmuştur. 5 Haziran 1967’de başlayan ve altı gün devam eden savaşta İsrail, Mısır, Ürdün ve Su- riye ile savaşmış, İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye, Ürdün ve Mısır Hava Kuvvetleri’ni imha etmek suretiyle bu savaşı kazanmasının ardından imzalanan ateşkes anlaşması ile İsrail, Mısır’dan Sina’yı, Suriye’den Golan Tepelerini ve Ürdün’den Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiş sınırlarını altı günde 2,5 kat genişletmişti. İsrail’in kazandığı bu topraklar uluslararası hukuk tarafından işgal edilmiş topraklar olarak kabul edildi ve Yahudiler ile Filistinliler arasındaki problemin ana kaynağı haline geldi. BM Güvenlik Konseyi 22 Kasım 1967 tarihli 242 sayılı kararıyla, “Filistin topraklarının silahlı güçler eliyle işgal edilmesini” kınadı ve İsrail Ordusu’nun işgal ettiği bölgelerden çekilmesini istedi. Kararda “BM, bölgedeki her ülkenin siyasi bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü garanti altında tutar” ifadesi yer aldı. 1968 yılında İsrail’in “işgal ettiği toprakları devletine kattığını” açıklaması üzerine BM Güvenlik Konseyi, 21 Mayıs 1968 tarih ve 252 sayılı kararıyla, İsrail’in tedbirlerinin geçersiz olduğunu, gerçekleştirilen eylemin Kudüs’ün statüsünün değiştirilmesine yönelik bulunduğunu ve İsrail’in bu tarz girişimlerden men edildiğini ilan etti. 28 AĞUSTOS 2014 İsrail’in bu savaşı kazanması, tüm dünya Yahudileri nezdinde İsrail devletinin kalıcı olduğu inancını pekiştirdi ve İsrail’e Yahudi göçünü hızlandırarak demografik yapıdaki Yahudi karakterinin ağırlık kazanmasına sebebiyet verdi. BM Güvenlik Konseyi 22 Mart 1979’da aldığı 446 sayılı kararla, Yahudi yerleşimlerinin hukuki geçerliliğinin olmadığını ilan etti ve İsrail’i 1967’den itibaren işgal altında tuttuğu topraklara kendi nüfusunu yerleştirmekten, toprakların yasal statüsünü, fiziki coğrafyasını ve demografik yapısını değiştirmekten men etti. BM Güvenlik Konseyi, 1980 yılında aldığı 465 sayılı kararla İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında yer alan Yahudi yerleşimlerinin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal ettiğini, dolayısıyla yasa dışı olduğunu tekraren ilan etti. İsrail Saldırısı Devam Ederken Mısır’ın Tutumu İsrail, 14 Kasım 2012’de de Gazze’ye yönelik bir saldırı başlatmıştı. 7 gün süren bu saldırıda yarısı çocuk, yaşlı ve kadın olmak üzere 167 Filistinli hayatını kaybetmiş, 1200’den fazla Filistinli de yaralanmıştı. Bu saldırılar sırasında, İsrail’in karşısında AĞUSTOS 2014 29 GAZZE DOSYASI Netanyahu Hükumet 7 Temmuz’da başlattığı Gazze saldırılarıyla, br yandan Hamas’ın ortağı bulunduğu Mll Mutabakat Hükümet’n uluslararası kamuoyunda meşruyet kaybına uğratmayı ve uluslararası desteğn yok etmey hedeflemş, dğer yandan Hamas ve El-Feth arasındak görüş ayrılıklarını tahrk ederek, bu mutabakatı sürdürüleblr olmaktan çıkarmayı amaçlamıştır. farklı bir Mısır vardı. Mısır, saldırının hemen ardından İsrail’i kınamış ve büyükelçisini İsrail’den çekmişti. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi bununla da kalmamış, BM Güvenlik Konseyi’ni ve Arap Birliği’ni acil toplantıya çağırmış, Gazze’yi yalnız bırakmayacaklarını söylemişti. Mursi’nin çağrısıyla toplanan Arap Birliği, Dışişleri Bakanları düzeyinde acil olarak toplanmış ancak kınama dışında bir karar alamamıştı. Özellikle Türkiye’nin tenkitleri karşısında Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi başkanlığında Mısır, Tunus, Fas, Irak, Sudan, Lübnan, Filistin yönetimi, Kuveyt ve Suudi Arabistan dışişleri bakanlarından oluşan Arap Birliği heyeti 20 Kasım’da Gazze’yi ziyaret etmişti. Ne yazık ki Mursi’nin devrilmesinden sonra Mısır, İsrail’in müttefiki haline geldi. Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin bir darbeyle devrilmesinden sonra General Sisi ve yönetimi Hamas’a ve Gazze halkına yönelik hasmâne bir tutum sergilemeye başladı. Gazze’nin can damarı olarak Mısır’a açılan tüneller darbe sonrasında suyla doldurularak kullanılamaz hale getirilmeye başlandı. Hamas’ı, İhvan’ın destekçisi olarak gören Mısır yargısı 2014 Mart ayında Hamas’ın Mısır’da faaliyet göstermesini yasakladı ve Kahire’deki ofisin mal varlığının hazineye devredilmesine karar verdi. Hamas’ı İsrail gibi terörist ilan eden Mısır yönetimi, Hamas-Fetih Milli Mutabakat Hükümeti’nden hiç memnun olmayanlar arasındaydı. Nitekim, İsrail basınında yer alan haberlere göre, İsrail saldırıları Mısır İstihabarat Bakanı Muhammed el Tuhami’nin Tel Aviv’den 7 Temmuz’da ayrılmasının hemen ardından başlamıştı. 30 AĞUSTOS 2014 Saldırının 12’inci gününde Mısır, taraflar arasında ateşkes yapılmasını teklif etti. İsrail bu ateşkes teklifini hemen kabul etti. Saldırıdan başından beri haberli bulunan Mısır’ın söz konusu ateşkes teklifi, İslam dünyasında itibarı bulunmayan Cumhurbaşkanı Sisi’ye inisiyatif kazandırma ve bir barış kahramanı üretme projesiydi. Ancak Hamas, teklifin içeriğinden haberi olmadığını, bunun bir diz çöktürme girişimi olduğunu belirtip ateşkes teklifini reddederek bu projeyi boşa çıkardı. Saldırı başladığından bu yana, Mısır hükümeti Refah Sınır Kapısı’ndan sadece Mısırlıların geçişine izin verdi, Filistinli yaralıların geçişine izin vereceğini açıklamasına rağmen bu sözünü tutmadı. 7 Temmuz’da başlayan Gazze’ye yönelik saldırılarda İsrail ile birlikte hareket eden Mısır yönetiminin halkı karşısında itibar kaybı gittikçe artmaktadır. Bunun siyasi sonuçları olması kaçınılmazdır. Sonuç Netanyahu hükumeti 7 Temmuz’da başlattığı Gazze saldırılarıyla, bir yandan Hamas’ın ortağı bulunduğu Milli Mutabakat Hükümeti’ni uluslararası kamuoyunda meşruiyet kaybına uğratmayı ve uluslararası desteğini yok etmeyi hedeflemiş, diğer yandan Hamas ve El-Fetih arasındaki görüş ayrılıklarını tahrik ederek, bu mutabakatı sürdürülebilir olmaktan çıkarmayı amaçlamıştır. Ancak, sivil halkı hedef alan ahlaksız bir savaştan İsrail’in galip çıkma ihtimali bulunmamaktadır. Devam eden savaşta İsrail’in askeri alanda da ciddi bir hezimete uğrayacağı görülmektedir. Hamas ve El-Fetih grupları arasındaki fikir ayrılıklarını derinleştirmeyi hedef alan bu saldırılar, tam tersine Filistin halkını kenetlenmeye yöneltecektir. Öte yandan, başta Arap devletleri olmak üzere, İslam dünyasındaki devletlerin Ramazan ayında gerçekleşen Siyonist katliamlar karşısındaki duyarsızlığı halkların öfkesine neden olmaktadır. Batı dünyasının ve BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un bu saldırılar sırasında İsrail’in doğrudan yanında yer almasının, Müslüman halklar arasında ümmet bilincinin güçlenmesine yol açtığı görülmektedir. Müslüman ülke halklarının tepkisinin, duyarsız hükumetlere ve yönetimlere yönelerek siyasi sonuçlar doğuracağını öngörmek, kehanet olmasa gerek… KAN VE GÖZYAŞLARI İLE BİR BAYRAMI DAHA İDRAK EDERKEN! Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı Kirli İttifak H açlı-Siyonist ittifakı marifetiyle tertiplendiği iyice anlaşılan 11 Eylül provokasyonundan beri İslam dünyası Ramazanlarını ve dini bayramlarını masum ve savunmasız insanların akıtılan kan ve gözyaşları eşliğinde idrak eder hale geldi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutuplu hale gelen dünyada Medeniyetler Çatışması (!) tezinden hareketle İslam’ın ve Müslümanların hedef tahtasına oturtulmasıyla beraber başlayan işgal ve saldırılar belirli aralıklarla devam ediyor. Mesele sadece İsrail-Filistin probleminden ibaret değil! Daha dün emperyalist amaç ve hedefleri önünde en büyük engel olarak gördükleri Osmanlı’yı dağıtmak için her türlü plan ve senaryoyu sahneye koyan, 31 Mart hadisesinden ve Sultan Abdülhamit’in hallinden beri ümmete karşı yapılan her türlü entrika ve darbelerin arkasında duran, Yahudi’yi bir hançer gibi İslam coğrafyasının kalbine, Filistin’e saplayan, Birinci Dünya Harbi’nde bütün vahşeti ile vatan topraklarına ve mukaddesatımıza saldıran bir ŞER İTTİFAKINDAN bahsediyoruz. Bu ittifak 11 Eylül’den beri sahnede! Daha dün kendi kurdukları senaryolardan, bin bir türlü yalan ve iftiradan hareketle Afganistan ve Irak’ta milyonlarca insanın ölümüne, yaralanıp sakatlanmasına ve devasa tahribatlara imza atmışlardı. 1948’de Filistin topraklarında Siyonist İsrail Devletini de kurduran, her defasında konuyu göstermelik kınamalarla, AĞUSTOS 2014 31 ortaya koymak için demokratikleşmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Global aktörlerin İslam dünyasındaki demokratik gelişmelerin önünü keserek Arap Baharı’nı tersine döndürme faaliyetleri hiç de anlamsız değil. Mevcut durum karşısında, halkların birlikteliği ve dayanışması için tabandan gelen taleplerin yönetimlere taşınması için İslam dünyasının ciddi anlamda sivilleşip demokratikleşmesi gerekmektedir. kendilerinin oluşturup söz sahibi oldukları Birleşmiş Milletler örgütünde alınan yaptırımı olmayan kararlarla geçiştirip İsrail’in silahlanmasının, toprak işgallerinin ve bölgede izlediği yayılma siyasetinin arkasında duran aynı ittifak değil mi? Aslında uyguladıkları ırkçı siyasetlerle, soykırımlarla Siyonizm’i hortlatanlar da aynı aktörler! Hele dün oldubittilerle Osmanlı’yı Birinci Dünya Harbi’ne sürükleyen, cephede güya bizimle beraber İngiliz’e karşı savaşan, ülkesindeki Yahudi soykırımına imza atan Almanya’nın Gazze konusunda ortaya koyduğu tavır ne kadar da ikiyüzlü ve samimiyetten uzak görünüyor! Siyonistleri sevindirirken insanlığı aptal yerine koymaya çalışıyorlar. Gazze’ye Saldırı Karşısındaki Tutumlar Kirli İttifakı Deşifre Ediyor Bugün Gazze’de yaşananlar tam bir soykırım ve insanlık trajedisi! Bir tarafta kuvvetli bir orduya ve Şer İttifakı’nın destekleriyle her türlü modern silahlara ve teçhizata sahip ölüm kusan katiller sürüsü; diğer tarafta ordusu ve savunma gücü olmayan, bombaların ve alçakça sıkılan kurşunların hedefi haline getirilen masum insanlar, siviller, kadın, yaşlı ve çocuklar; ev, cami, okul, hastane demeden 32 AĞUSTOS 2014 tahrip edilen binalar ve sivil yerleşim bölgeleri! Bir de bütün bunlara, fütursuzca yürütülen devlet terörüne sevinç gösterileri ve danslarla katılıp alkış tutan hayvanlardan daha aşağı insan müsveddesi mahlûklar var. Böylesine alçaklık az görülür! Hele bu alçaklığı “İsrail’in kendisini savunma hakkı” olarak meşrulaştırmaya çalışan ikiyüzlülerin; ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın başını çektiği çifte standartlı yönetimlerin, Birleşmiş Milletler örgütünün içerisine düştüğü seviye kelimelerle ifade edilemeyecek boyutta! İngiltere Başbakanı David Cameron’un, Gazze’de bebek ve çocukları vahşice katleden İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’ya İsrailli askerlerin ölümünden dolayı başsağlığı dilemesi tam bir seviyesizlik! İslam dünyası dâhil birçok yönetim İsrail’in Gazze’ye vahşice saldırısı karşısında sessiz kalmayı tercih ederken, Türkiye, Venezüella, Şili gibi ülkelerin saldırıya tepki göstermesi, batısından doğusuna dünyanın birçok yerinde Siyonizm karşıtı Yahudilerin de aralarında bulunduğu toplulukların ve halk kitlelerinin sokağa dökülerek bu saldırıyı protesto etmeleri bize insanlığımızı hatırlatmaktadır. Bu arada Arap ülkelerinin olaya seyirci kalması, halk tabanında kitlesel protestoların gerçekleştirilemiyor olması, insanlığın vicdanını ve halkların taleplerini Hâlbuki 2000 yılından beri binlerce Filistinlinin ölümüne ve yaralanmasına neden olan İsrail saldırılarını takiben İsrail ile Filistin kuvvetleri arasında sekiz kez ateşkes anlaşması yapılmış, Gazze’ye düzenlenen kara, hava ve deniz operasyonlarının son bulacağına, sınır kapıları açılıp insan ve mal geçişine izin verileceğine dair taahhütler verilmiş olmasına rağmen, İsrail tarafı saldırılarına devam etmiştir. Gazze’de bebek, çocuk ve kadınları vahşice Kirli İttifakların Hükmü Altında Parçalanmış katleden İsrail terörüne arka çıkan Batı dünyası, bu Bir İslam Dünyası Ne Kadar Etkili Olabilir! barbarlığın eleştirilmesine ve caddelerde protesto İslam Dünyası dün olduğu gibi bugün de kirli edilmesine bile tahammül edemiyor. Siyonizm’e her ittifaklarla karşı karşıya! Kendi dışındaki bütün türlü desteği veren bu merkezlerin İsrail saldırısını dünyaya ve insanlığa karşı oluşturulan bu şer meşrulaştırmak için uydurdukları bahaneler hiç ittifakından gerçek anlamda bir barışın, adalet de inandırıcı değil! Bu yönetimler İsrail tarafının ve insanlığın zuhur etmesini bekleyebilir miyiz? Gazze’nin istek ve şartlarını dikkate almaksızın Aşağıdaki ayetler bu soruya en açık cevabı veriyor: gerçekleştirdiği işgali meşrulaştırma, Filistin Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, halkını köleleştirip en olumsuz şartlarda denildiği zaman, “Biz ancak yaşamaya mahkûm etme ıslah edicileriz” (barıştan hedefine matuf sözde ateşkes yanayız) derler. İyi bilin teklifinin Hamas tarafından Bugün Gazze’de reddedilmesini bahane ki, onlar bozguncuların meydana gelen soykırım ederken, aynı İsrail’in ta kendileridir, lakin karşısında, Türkiye’nin, Filistin Gazze halkının desteği farkında değillerdir. halkının özgürlüğünün ve haklı ve oylarıyla yönetime (Bakara, 2/11-12) taleplerinin sesi olmak, konuyu gelen Hamas’ı İnsanlardan öyleleri bütün uluslararası platformlara, niçin tanımadığını, vardır ki, dünya hayatı sivil toplumlara ve siyaset yıllardır Gazze’ye hakkında söyledikleri uyguladığı insanlık meydanlarına taşımak, Gazze’ye senin hoşuna dışı ambargoyu, insani yardım konusunda gider. Hatta böylesi masum Filistin halkına seferber olmak gibi bir kalbinde olana (samimi yapılan saldırı, katliam ve olduğuna) Allah’ı şahit misyonu vardır. işgalleri hiç tartışmıyorlar! tutar. Hâlbuki o, hasımların İsrail’in 1948’den beri Filistin en yamanıdır. İş başına topraklarında devam ettirdiği geçti mi (egemen olduğunda) işgalleri, masum Filistinlilerin arazilerini yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini gasp edip evlerini yıkarak, onları zorla tehcir ve nesli helak etmek için çaba gösterir. Allah ise ettirip öldürerek yeni yerleşim bölgeleri ihdas bozgunculuğu sevmez. (Bakara, 2/204-205) etmesini hiç sorgulamıyorlar! Yine “kitle imha silahlarına sahip olduğu” yalanı ile Irak’a her Nitekim Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, türlü yaptırım uygulanırken, işgal edilip, insanları Arakan’da, Myanmar’da, Somali’de, Balkanlarda, ve Doğu Türkistan’da bu öldürülüp, mukaddesatı çiğnenip, baştan sona Çeçenistan tahrip edilirken, Birleşmiş Milletler’de İsrail aleyhine bozgunculuğun, harsı ve nesli helak etmesinin alınan (sözde) kararların niçin şimdiye kadar en açık tezahürlerini her an görmekteyiz. İsrail’in yaptırımsız bırakıldığını, İsrail’in işlemeye devam Gazze’ye yönelik saldırısının zamanlaması da iyi ettiği insanlık suçlarının niçin sözde kınamalarla hesaplanmış gözüküyor. Arap Baharı ile Kuzey geçiştirilip muhakeme edilmediğini sorgulamıyorlar! Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar İslam coğrafyasının AĞUSTOS 2014 33 önemli bir kısmında esmekte olan demokrasi rüzgarı Suriye’de halklarıyla barışık, demokratik yönetimler global aktörleri oldukça rahatsız etti. Demokrasi olsaydı, İran ve Körfez ülkeleri mezhepçilik tuzağına rüzgârını tersine çevirmek için yapılmadık şey düşmeseydi, İslam ülkeleri arasında olması gereken kalmadı. Bölgeye demokrasi ve hukuk getirme birlik ve dayanışma ruhu hâkim olsaydı elbette ki iddiasıyla Afganistan ve Irak’ı işgal edenler, İslam İsrail Gazze’ye bu şekilde saldırma cesaretini coğrafyasında hukuku ve demokrasiyi katletmek gösteremezdi. Aslında bugün Gazze’de İsrail için bütün oyunlarını sahneye koydular. Esad ordusunun eliyle Müslümanlara karşı yürütülen militarizminin dolaylı veya doğrudan desteklenip katliam ve soykırım, İslam dünyasındaki nefsi Suriye muhalefetinin etkisizleştirilmesiyle iç zaafların, şuursuzluğun, fanatizmin, basiretsizliğin, korkaklığın, dünya ve saltanat tutkunluğunun çatışmaların devam ettirilmesi istendi. bir sonucudur; İslam dünyasının Çatışmalardan kaçan yüz binlerce ayıbıdır, yüzüne vurulan bir insan Ürdün’e veya Türkiye’ye şamardır. Laik Türkiye 1949 sığınmak durumunda yılında İsrail’i resmi olarak kaldı. Daha önce İsrail’e Gazze’de bebek, çocuk ve tanıyan ilk Müslüman ülke karşı ilkeli duruşu ve kadınları vahşice katleden İsrail durumuna düşerken, mücadelesi ile kısmi terörüne arka çıkan Batı dünyası, devrin cumhurbaşkanı başarı sağlayan bu barbarlığın eleştirilmesine ve İsmet İnönü meclisin Hizbullah, mezhebi caddelerde protesto edilmesine açılış konuşmasında kaygılardan hareketle bile tahammül edemiyor. yeni kurulan bu devletin ve İran’ın bölgede Siyonizm’e her türlü desteği veren (İsrail’in) Yakın Doğu’da yürüttüğü siyaset bir barış ve istikrar unsuru bu merkezlerin İsrail saldırısını doğrultusunda Esad olacağını (!) söylemişti. militarizmine destek meşrulaştırmak için Bugün Orta Doğu’da verme konumuna uydurdukları bahaneler Müslüman olduklarını iddia düşerek Suriye’deki hiç de inandırıcı değil! ettikleri halde kabile, etnik demokratik muhalefetin milliyetçilik ve mezhepçilik önünün kesilmesine hizmet üzerinden tefrikacılığın girdabına edip büyük bir itibar kaybetti. düşerek Müslüman kanı akıtanlar, NeoBu arada Mısır’da Mursi hükümetine Con benzeri Siyonist yapılarla ittifaklar kurup karşı yapılan askeri darbenin desteklenmesiyle ve demokratik yönetimlerine kendi ülkesinin meşru Arap Baharı’nın tersine döndürülmesi, Sisi kumpaslar kuranlar ne yazık ki Siyonizm’le yönetiminin Hamas’a cephe alıp İsrail’in kuklası mücadelede sınıfta kalmaktadırlar. İslam dünyası haline gelmesi aynı senaryoların bir parçası olarak zaaflarından dolayı adeta cezalandırılmaktadır. İlahi gözükmektedir. Batı ülkelerinin ateşkes sağlanması vahyi almak için gittiği Tur dağından indikten sonra için arabulucu olarak Sisi’yi öne çıkarmaları, bir taraftan onun darbe yönetimine ve diktatörlüğüne İsrail oğullarından bir kısmını tekrar Allah’ı bırakıp meşruiyet kazandırmayı amaçlarken, diğer taraftan buzağıya tapar olarak bulan Hz. Musa’nın şu Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini zayıflatmaya, Filistin yakarışı şüphesiz bugünümüze oturan bir yakarıştır: konusunda onu devre dışı bırakmaya yönelik sinsi bir planın parçasıdır. Dün Mısır meydanlarında Sisi’ye destek verenler, ne hikmetse bugün meydanlarda hiç yoklar; İsrail’e karşı en ufak bir kınama, cılız bir ses bile çıkmıyor. Hele Suriye’deki diktatörlüğe karşı çıkan Körfez ülkelerinin, tam bir çifte standartlıkla Sisi’ye destek vermelerini Müslümanlıkla, dürüstlük, samimiyet ve ilkesellikle izah etmek mümkün değil. Bugün Suriye ve Mısır’ın konumu böyle olmasaydı, Mısır ve 34 AĞUSTOS 2014 “…Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin (sefihlerin) işlediği yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!” (Araf, 7/155) Buradan bakınca, ülkemizdeki Gezi Parkı eylemleriyle, Okmeydanı kışkırtmalarıyla, 17 Aralık operasyonuyla, barış sürecini bitirmeye yönelik provokasyonlarla neyin amaçlanmış olduğu daha açıkça görülebiliyor. Gezi Parkı eylemleriyle etrafı ateşe verip bütün ülkeyi kaosa ve çatışmaya sürüklemeye çalışan, darbelere davetiye çıkaran vandalistler, ne hikmetse Siyonizme karşı mücadelede meydanlarda yoklar. Gezi Parkı eylemlerine destek için Savaş muhabirlerini Türkiye’ye gönderip yayın yapanlar, yıllardır ülkede Kürt-Türk, Alevi-Sünni kışkırtıcılığı yapanlar, halkın oylarıyla seçilen ve birçok demokratik ve hukuki reformlara imzasını atan Başbakan’ı diktatörlükle suçlayanlar, Suriye ve Gazze’de işlenen insanlık suçları ve cinayetler karşısında sahnede yoklar. Sivil halkın üzerine yağmur gibi bombaların yağması, çoğunluğunu çocukların, kadın ve ihtiyarların oluşturduğu sivil ve masum insanların katledilmesi global aktörlerin, şer ittifakının ve onların dümen suyunda dönenlerin ilgi alanına hiç girmiyor. Bu insanlık cinayetleri karşısında sağır, dilsiz ve körleri oynuyorlar. Tam da Allah’ın onları vasıflandırdığı gibiler: Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru yola dönmezler. (Bakara, 2/18) Türkiye’nin Konumu ve Misyonu Türkiye, dün Mavi Marmara olayında olduğu gibi bugün Gazze’de işlenen soykırım ve cinayetler karşısında da tarihine, büyüklüğüne ve misyonuna uygun bir tavır ortaya koymuştur. Zulüm karşısında susan, mağlubiyet psikozundan çıkamayan, kendisini vesayet altına sokacak talep ve kararlara “evet” diyen terör ve darbelerle malul bir Türkiye gitmiş, onun yerine kendi coğrafyasında ve dünya siyasetinde ağırlık koymaya gayret eden, sahip olduğu değerlerden hareketle iç ve dış problemlerini meşru zeminlerde çözmeye çalışan, bağımsızlığını haykıran, Haçlı-Siyonist ittifakına direnen, mağdurların ve mazlumların sesi olmaya devam eden onurlu ve dik duran bir Türkiye gelmiştir. Ülkemize ve İslam dünyasına yönelik kuşatmalar, entrikalar ve saldırılar karşısında demokratik hukuk devletinin korunması, barış sürecinin devam ettirilmesi, barış, huzur ve istikrarı yok etmeyi hedefleyen provokatif girişimlerin etkisizleştirilmesi, hainlerin deşifre edilmesi son derece önemlidir. Mısır’dan sonra Türkiye’nin de düşmesi, top yekûn İslam dünyasının düşmesi anlamına gelir. Bütün Müslüman halkların ümidi ve gelecek beklentisi Türkiye ile beraberdir. Bugün Gazze’de meydana gelen soykırım karşısında, Türkiye’nin, Filistin halkının özgürlüğünün ve haklı taleplerinin sesi olmak, konuyu bütün uluslararası platformlara, sivil toplumlara ve siyaset meydanlarına taşımak, Gazze’ye insani yardım konusunda seferber olmak gibi bir misyonu vardır. Türkiye halkı hep mazlumun yanında olmuş ve olmaya devam edecektir. Türkiye’nin kendi asli değerlerinden kopmaksızın, özgün medeniyet tasavvurunun asli kaynaklarından hareketle daha fazla demokratikleşmesi, manevi atmosferini de kuvvetlendirerek istikrar içerisinde büyümeye devam etmesi, bölgesini kucaklayarak sivil toplumu güçlendirmesi sadece kendisi için değil, İslam dünyasının geleceği için teminat olacaktır. İslam dünyası, tarihte olduğu gibi bugün de Allah’ın ipine sımsıkı sarılmayıp tefrikaya gittiği için, önüne konulan tuzakların ve fitnelerin girdabına düştüğü için gücünü ve etkisini kaybetmek durumunda kalmıştır. Kalkıp dirileceğimiz yer, düştüğümüz yer olacaktır. İnsanlığa barışın, adalet ve huzurun egemen olacağı Ramazanları ve bayramları yaşayalım. AĞUSTOS 2014 35 GAZZE DOSYASI İSRAİL’İN GAZZE SALDIRISI ve ederek Gazze’nin can damarlarını kesmeye çalışıyor. On binlerce kişinin ihtiyacını karşılayan su hattını yerle bir ediyor. Gazze Şeridi’nin yüzde 75’i karanlıkta. Hastanelerde ilaç tükendi. Kelimenin tam anlamıyla Gazze’de bir insanlık dramı, bir soykırım yaşanmaktadır. Bugünlerde Gazze’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1948’den beri yaptığı en şiddetli saldırıdır. Bu insani dramın anlaşılabilmesi açısından Gazze’li gençlerden Mahmut Cevdet’in sosyal medyada yazdığı şu satırlar son derece ilgi çekicidir: “Gazze’de ölümden daha zor olan şeyin ne olduğunu size söyleyeyim mi? Zor olan şey, İsrailli yetkililerin sizi telefonla arayarak evini terk et, on dakika içerisinde evini bombalayacağız, demeleridir. On dakikanın ne anlama geldiğini düşünün. Dünya gezegeni üzerindeki senin küçük alemin yok olacak. Hediyelik eşyaların, sevdiklerinin resimleri, sevdiğin eşyalar, çalışma masan, kitapların, son okuduğun şiir kitabı, sevdiklerinle birlikte hatıraların, namaz seccaden... Bütün bunların anlamını düşün. On dakika içerisinde bütün bunları gözünün önünde canlandırıp dehşet içerisinde olanları yaşarsın. Sonra kimliğini alır evini terk eder ve bin defa ölürsün veya evini terk etmeyip bir defa ölürsün.” ARAP LİDERLERİNİN SESSİZLİĞİ Doç. Dr. Cevher ŞULUL* Akademisyen İ srail bir savaş devletidir. Kuruluşundan itibaren hem Filistin halkıyla hem de komşu Arap ülkeleriyle savaşarak varlığını devam ettirmiş bu süreçte birçok katliamlara, işgallere, cinayetlere imza atmıştır. İsrail, bağımsızlığını ilan ettiği tarihte Filistin topraklarının yüzde altısından biraz fazlasına sahipti. Nüfus olarak da Filistin’deki toplam nüfusun sadece küçük bir bölümünü teşkil ediyordu. Ancak İsrail; 1948 savaşında Gazze ve Batı Şeria hariç bütün Filistin’i, 1967’de ise Gazze, Batı Şeria, Sina yarımadası ile Golan tepelerini işgal ederek topraklarını üç katına çıkarmıştır. Benzer şekilde İsrail farklı tarihlerde Irak, Sudan ve Lübnan’a saldırılarda bu- 36 AĞUSTOS 2014 lunmuş, Beyrut’ta bulunan Filistin kampları “Sabra ve Şatilla”da katliamlar yapmıştır. Yine İsrail 2008’de Gazze’ye yaptığı saldırıda bugün olduğu gibi karadan, havadan ve denizden evleri, camileri, üniversiteleri, okulları ve hastaneleri hedef almış ve bütün alt yapıyı tahrip etmiştir. İnsan hakları izleme örgütüne göre İsrail bu savaşta fosfor bombaları kullanmıştır. Bugünlerde İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırı ise 2008 ile 2012’de yaşanan olayların tekrarı gibidir. Yine yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. İsrail yeni bazı kimyasal silahlar ile fosfor bombaları kullanıyor. Ayrım gözetmeksizin sivillerin yaşadığı evleri hedef alıyor. Bölgenin alt yapısını tahrip İsrail Saldırısının Nedenleri İsrail tarafından daha önceden planlanan ve nihai hedefi Filistin’in tamamını ilhak etmek olan bu saldırının kuşkusuz bir takım siyasi, askeri ve teolojik nedenleri vardır. Bu nedenlerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Birincisi: İsrail 2005 yılında Gazze’den çekilmiş ancak bu bölgeyi abluka altında tutmaya devam etmiştir. İsrail’in yaptığı hesaplara göre Hamas, Gazze’de üç dört ay içerisinde başarısız bir yönetim sergileyip halk tarafından yönetimden uzaklaştırılacaktı. Oysaki hesap böyle olmadı. Bütün baskılara, havadan, karadan ve denizden yapılan saldırılara rağmen Hamas, Gazze’yi yönetmekte büyük bir başarı ortaya koydu. Hamas, ateşkes dönemlerinde bir takım silahlar edinme, askeri kapasitesini arttırma yönünde ciddi mesafe kat etti. Bu da doğal olarak İsrail’i tedirgin etmektedir. İsrail, Hamas’ın askeri kapasitesini bilemediği için önleyici tedbir olarak bu zamanlamayı yapmıştır. Daha önceki yıllarda Filistin’de olup biten hadiseleri avucunun içi gibi bilen İsrail, son zamanlarda istihbarat anlamında kontrolü kaybetmiş gibi görünmektedir. Diğer türlü neden sahilde oynayan çocukları, askeri hedefleri vurduğu gibi vurma ihtiyacı duysun. Bu bir aczin ifadesidir. Nitekim İsrailli liderlere yaptığı bir konuşmada Bill Clinton, Hamas’ın İsrail’in dünyadaki konumunu zayıflattığını, heybetini düşürdüğünü ve dünya kamuoyunda yalnızlaştırdığını belirtmiştir. İsrail güçlerinin Gazze’deki tutumlarının ve en son Gazze sahilinde dört çocuğu öldürmesinin anlamsız ve gereksiz olduğunu belirten Clinton, İsrail’in sivilleri hedef almakla kendini dünyaya ahmak olarak takdim ettiğini ifade etti. Bu nedenle İsrail, ambargo ile başaramadığını bugün savaş ile elde etmeye çalışmaktadır. İsrail’in hedefinde Hamas’ın lojistik yardım yollarını kesmek, direniş gruplarının hareket alanını sınırlamak ve önde gelen lider kadroyu tasfiye etmek vardır. İkincisi: İsrail bu saldırıyla Gazze’den fırlatılan ülkenin güneyindeki yerleşim yerlerini hedef alan füzeleri imha etmeyi amaçladığını iddia etmektedir. 2008 ile 2012’de yapamadığını yapıp Hamas’ı etkisizleştirme Filistin halkının maneviyatını kırmayı gaye edinmiştir. Bu nedenle de özellikle Gazze’de bulunan tarım alanlarına ağırlığı bir ton olan bombalar atmakta uçaklarla, özellikle de kendi sınırına yakın tünelleri bombalamaktadır. Üçüncüsü: Nisan 2014’de Filistin’de Hamas ile El-Fetih’in “Uzlaşı Hükümeti” üzerinde anlaşmaları İsrail’in tepkisini çekmiştir. Gazze’ye yapılan saldırıların bir nedeni de budur. İsral 2008’de Gazze’ye yaptığı saldırıda bugün olduğu gb karadan, havadan ve denzden evler, camler, ünversteler, okulları ve hastaneler hedef almış ve bütün alt yapıyı tahrp etmştr. İnsan hakları zleme örgütüne göre İsral bu savaşta fosfor bombaları kullanmıştır. Bugünlerde İsral’n Gazze’ye yaptığı saldırı se 2008 le 2012’de yaşanan olayların tekrarı gbdr. AĞUSTOS 2014 37 Arap Liderlerinin Sessizliği 19.yüzyıl sömürgeciliği Modern Orta Doğu’da korkunç derecede bölücü bir siyasi miras bırakmıştır. Günümüzde Orta Doğu coğrafyası hala sömürgecilerle birlikte azınlıklar tarafından yönetilmektedir. Bugün -Edward Said’in ifade ettiği gibi- Lübnan, Ürdün, Suriye, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde azınlık hükümetleri vardır ve bölgesel çoğunluk Sünni İslam olduğu halde bu ülkeler ya Sünni olmayan bir grup ya halka kapalı bir aile ya da bölgesel oligarşi tarafından yönetilmektedir. Bunun sonucu olarak merkezi hükümetler esasta halkın çoğunluğuna karşı baskıcı bir tutum içindedirler Bu yapının doğal bir sonucu olarak Arap liderleri, siyasi ve bölgesel konularda kendi ülkelerinde farklı dışarıda farklı bir dil kullanmaktadırlar. Kendi ülkelerinde İsrail düşmanı, Kudüs ve Mescidi Aksa’yı özgürleştirmek isteyen biri gibi konuşur İslam’a göre yönetir, camiler, medreseler inşa ederler. Dışarıda ise son derece çağdaş, kendi halkına karşı İsrail’in varlığını savunan bir yönetici profili çizerler. Batı’ya vermek istedikleri mesaj şudur: Batı’nın çıkarları ancak kendi yönetimleri ile korunabilir. Onun için Batı’dan, kendi ülkelerindeki insan hakları ihlallerini ve yapılan yolsuzlukları görmezden gelmelerini isterler. Kısacası Arap liderleri içeride dindar, Kudüs’ü özgürleştirmek isteyen bir kahraman iken dışarıda İsrail’in taleplerini kabul etmeye amade bir görünüm arz ederler. Bu nedenle Avrupa’dan, aşırı İslamcılardan oluşan halklarına karşı kendi yönetimlerinin desteklenmesini isterler. Arap liderler, dış politikalarının halkları tarafından bilinmesini istemezler. 38 AĞUSTOS 2014 Halkın dış siyasete dair taleplerini dikkate almazlar. Arap Baharı’na, Suriye devrimine karşıdırlar. Ellerindeki bütün imkanlarla halkın değişim yönündeki taleplerini manipüle ederler. Mısır’ın Gazze’ye yönelik politikaları bunun en güzel örneğidir. Darbeci yönetim, İsrail’in Gazze’ye olan saldırılarını utangaç bir tarzda sadece seyretmekle yetinmiştir. Mısır Dışişleri Bakanlığı son derece cılız bir açıklama yapmakla yetinmiştir. Mısır’ın, Muhammed Mursi döneminde olduğu gibi İsrail saldırganlığını durdurmak için diplomasi ve istihbarat anlamında hiç bir çabası olmadı. Saldırının üçüncü gününde ancak refah sınır kapısını açmış ve sadece on bir yaralıyı kendi hastanelerine kabul etmekle yetinmiştir. Doğal olarak Arap liderlerinin bu tutumu hem İsrail’in çıkarlarına hizmet etmekte hem de ona geniş bir hareket alanı kazandırmaktadır. Diğer türlü Arap liderleri, İsrail’in Gazze’de yaptığı vahşet karşısında neden bu denli suskun kalsın? Evet, askeri anlamda pek bir şey yapamayabilirler ama iktisadi ve siyasi anlamda yapabilecekleri çok şey vardır. Özetle İsrail’in Gazze’de işlediği cinayetlere karşı uluslararası toplumun kayıtsızlığının birinci nedeni ABD’nin tutumuyla ikinci nedeni ise Arap ülkeleriyle ilgilidir. Bu ülkeler İsrail, Hamas’ı tamamıyla bitirene kadar susma konusunda sanki anlaşmış gibiler. Zira İsrail üstü örtülü bir şekilde Arap ülkelerinin onayını almadan bu denli ölümcül bir harekatı yapamaz. Bu nedenle Gazze’ye uygulanan ambargo ile yapılan saldırı, Arap yönetimleri için bir utanç kaynağıdır. Bu durumdan sorumlu olan Arap yönetimleridir. Aslında onlar Gazze’yi kendi kaderine terk etme, Hamas’ı Gazze’yi yönetemez hale getirmeyi planlıyorlardı. Fakat basının ilgisi sivil toplum örgütlerinin yaptığı etkinlikler Gazze’deki dramı dünya gündemine taşıdı. Bu durum doğal olarak Arap yönetimlerini zor durumda bıraktı. İsrail’in Hamas Karşıtlığının Nedeni İsrail’in, Hamas karşıtlığının temel nedeni İslami kimliğidir. Şöyle ki: Hamas, ideolojik olarak Müslüman Kardeşler ile aynı kökten gelen İslami bir örgüttür. 1987’de başta Ahmet Yasin olmak üzere Filistin’de faaliyet gösteren Müslüman Kardeşlere mensup yedi kişi tarafından kurulmuştur. Hamas, 1948’de kurulan İsrail devletinin varlığını kabul etmez. Ancak İsrail ile 1967 sınırları öncesine çekilmesi koşuluyla geçici bir barışı kabul eder. Benzer şekilde dünyanın çeşitli ülkelerden gelip tarihi Filistin coğrafyasına yerleşen Yahudilerin herhangi bir hakları olduğunu da kabul etmez. Hamas’ın, İsrail ile olan kavgası ontolojiktir, sınırlarla alakalı değildir. Onlara göre İsrail, Siyonist Batı sömürgeciliğinin bir uzantısıdır. Hedefi İslam dünyasını parçalamak, Filistin halkını kendi topraklarından göç ettirmek ve Arap dünyasının birliğini bozmaktır. Onlara göre İsrail, her gün yeni yerleşim yerleri kurarak uluslararası hukuku ihlal etmektedir. Herkes İsrail’in 1967 de işgal ettiği toprakların Filistin’e ait olduğunu kabul ederken İsrail bunu reddetmektedir. Filistinlilerin evlerine ve mülklerine dönmeye hakları olduğunu onaylayan ilk birleşmiş milletler kararı 1948’de alınmıştı. O günden bugüne kadar aynı karar en az yirmi sekiz kez tekrarlanmış olmasına rağmen İsrail’in engellemeleri nedeniyle uygulamaya konamamıştır. İsrail’in hedefi bu coğrafyada İslam ve Filistin kimliğini ortadan kaldırıp rivayet edilen Yahudi devletini ikame etmektir. İsrail, Filistin halkına insan gibi muamele etmemektedir. Bu nedenle Hamas’a göre Filistin’in bağımsızlığı mücadele ile elde edilebilir. Diğer türlü İsrail ile yapılan görüşmeler zaman kaybından öte bir anlam ifade etmez. Hamas’a göre bugüne kadar İsrail BM kararlarından hiçbirini kabul etmemiştir. Bu nedenle sorunun çözümünde görüşmelerden ziyade askeri seçeneğe yönelmektedir. Sonuç itibariyle Filistin’de sayıları yaklaşık olarak 4,5 milyonu bulan bir halk vardır ve bu halk işgal altında yaşamaktadır. Bu nedenle Orta Doğu’da adil bir barış; işgalin sonlandırılması, bütün Filistinli esirlerin serbest bırakılması ve başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’nin tesisi ile mümkündür. İsrail’in bu yöndeki tutumu Filistinlilerin davranış biçimini de etkileyecektir. İsrail meclis başkanı yardımcısı Hilik Bar’ın şu sözleri mevcut durumu özetler niteliktedir (The Daily Telegraph: July 10 2014): “İsrail, sadece askeri yöntemlerle Hamas ile baş edemez. İsrail’de Hamas’a karşı caydırıcı politikalarımızı güçlendirelim sesleri yükselmektedir. Daha sert, daha güçlü, daha şiddetli bir biçimde Gazze’de her yeri ve herkesi vuralım denmektedir. Bu düşüncenin bir mantığı var ama bu yanlış bir mantık. Zira şiddet politikalarının kısa vadede bazı avantajları olsa da uzun vadede kayıpları olacaktır. Gazze halkının toptan cezalandırılması hem ahlaki değildir, hem gerekli değildir, hem de etkisizdir.” * Erciyes Üni. İlahiyat Fakültesi mezunu. Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. AĞUSTOS 2014 39 DIŞ POLİTİKA IRAK-ŞAM İSLAM DEVLETİ (IŞİD) ve GELECEĞİ Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü S on yıllarda adını daha çok Suriye’deki faaliyetleriyle duyuran Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)’nin 10 Haziran 2014 günü beklenmedik bir şekilde Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’a girmesi, kenti ele geçirmesi ve akabinde Sünni ağırlıklı bölgelerinde büyük ölçüde kontrolü sağlaması Irak’ı Orta Doğu ve dünya gündeminin merkezine taşıdı. IŞİD’in operasyonları sonucunda artık Irak eski Irak değildi. Mart 2003’ten beri bir türlü istikrarı yakalayamayan Irak, IŞİD’in operasyonlarıyla birlikte hızla 42 AĞUSTOS 2014 belirsiz bir geleceğe doğru yol almaktadır. IŞİD, ortaya koyduğu söylem ve eylemleriyle sadece Irak’ı değil, aynı zamanda Sykes-Picot Anlaşmasıyla Maşrık’ta kurulan düzeni de derinden sarstığı rahatlıkla söylenebilir. IŞİD Nasıl Bir Örgüt? Suriye’de faaliyetlerini yoğunlaştırmasına kadar IŞİD’in El-Kaide’nin Irak kolu olarak faaliyet gösterdiği bilinmekteydi. Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi 2004 yılında yani ABD’nin Irak’ı işgalinden son- ra “Tevhid ve Cihat Cemaati” adıyla Irak’taki ABD güçlerine karşı saldırılarıyla gündeme geldi. Daha sonra Zerkavi’nin Usame bin Ladin’e bağlılığını bildirmesiyle örgüt “Irak el Kaidesi/Mezopotamya el Kaidesi” adını aldı. 2006 yılında ABD-Irak güçleri tarafından Zerkavi öldürülünce örgütün başına Ebu Hamza el Muhacir adıyla bilinen Ebu Eyyub el Mısri geçti. Daha sonra örgütün adı Irak İslam Devleti olarak değiştirildi ve başına da Ebu Ömer el Bağdadi getirildi. Yerli (Iraklı) bir başkan seçerek örgüt Irak’taki Sünni gruplar arasında taban bulmayı amaçladı. Ebu Ömer el Bağdadi ABD güçleri tarafından öldürülünce örgütün başına bu defa Ebu Bekir el Bağdadi geçti. 2013 yılında örgüt faaliyetlerini Irak dışına, Suriye’ye taşıyarak adını Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak değiştirdi. Kuruluşundan beri sahip olduğu ideolojiyi göz önünde bulundurduğumuzda Suriye’de Esad rejimine karşı muhalif güçlerle birlikte savaşması gerekirken, örgüt burada muhalif güçlerle çatışmaya girerek Esad’ın elini güçlendirdi ve muhalifleri zor durumda bıraktı. Suriye’deki bu tavrıyla IŞİD kendisi hakkında şüphelerin oluşmasına neden oldu. Rejime hizmet eden bir görüntü sergiledi. Suriye’de Esad’a karşı mücadele eden Muhalif gruplar bir taraftan Esad güçleriyle savaşırken diğer taraftan IŞİD’e karşı mücadele içine girerek iki ateş arasında kaldılar. Son olarak, örgüt Haziran 2014’ün başında tekrar beklenmedik bir şekilde Irak’a girerek bölgesel düzeni (!) darmadağın etti. IŞİD, Irak’ta Nasıl Bu Kadar Hızlı İlerledi? IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve başta Sünni bölgeleri olmak üzere Irak’ın içlerine doğru hızla ilerlemesi sadece IŞİD’in gücüyle açıklanacak bir durum değildir. Nitekim IŞİD’in faaliyetlerini takiben Irak’ta gelişen olaylar fazlasıyla bu durumu kanıtlar niteliktedir. Örgütün Suriye’de güçlendikten sonra özellikle Irak’ta son 3-4 yıldır yaşanan siyasi durumu iyi değerlendirdiği söylenebilir. Özellikle 2010 Mart seçimlerinden buyana Nuri el Maliki’nin Sünni Araplara karşı uyguladığı dışlayıcı/suçlayıcı/baskıcı politikaları sonucu Irak’ın Sünni ağırlıklı olan Anbar, Selahaddin, Musul, Kerkük, Diyala ve Bağdat gibi yerlerde yoğun katılımlı Maliki yönetimi karşıtı gösteriler oldu. Söz konusu gösterilere 2012 ve 2013 yıllarında yoğun katılım sağlandı. Bu gösteriler Maliki tarafından şiddetle bastırılmaya çalışıldı ve ayrım 2005 yılından beri Irak’ta başbakanlık koltuğunda oturan Nuri el Maliki’nin Irak’ta hala başbakan olarak kalması ilgili tarafların/ grupların açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, en azından Irak’ın bütünlüğünü koruması açısından çok zor, hatta imkânsız gözükmektedir. Kürtlerin ve Sünni Arapların Maliki karşıtlığının yanında bazı Şii gruplar da Maliki’yi başbakan olarak görmek istememektedirler. yapılmadan göstericiler terörist faaliyetler olarak tanımlandı. İşte, Maliki’nin bu tarz yaklaşımları IŞİD’in etki alanını genişletti. IŞİD, Irak’taki siyasi çalkantıdan faydalanırken Sünni gruplar/toplumda IŞİD’in faaliyetlerini hükümet güçlerinden kurtulmanın bir aracı olarak gördü. Bugün Irak’ta IŞİD’le birlikte Maliki/Merkezi Irak güçlerine karşı İslam Ordusu, Mücahitler Ordusu, Nakşibendi Ordusu, Irak İslami Direniş Cephesi, Devrim Tugayı ve İzzet ve Onur Hareketi gibi Sünni direniş grupları faaliyet göstermektedir. Fakat Irak’ta yaşananlar konusunda IŞİD ön plana çıkmaktadır. Bunu temel nedenlerinin başında IŞİD’in Suriye iç savaşında edindiği tecrübeden dolayı daha organize bir güç olmasıdır. Ayrıca, sahip olduğu silahların kalitesi, ele geçirdiği maddi kaynağın miktarının büyük olması, Rakka örneğinde olduğu gibi önemli petrol kaynaklarını ele geçirmesi, Suriye gibi kendisine kolayca lojistik sağlayabileceği bir alana sahip olmasından dolayı IŞİD diğer grupların önüne geçmiştir. Bugün itibariyle, IŞİD Irak’ta Maliki karşıtı Sünni grupların desteğini de arkasına alarak Irak’ın büyük bir bölümünü etkisi altına almış bulunmaktadır. Fakat ortak düşman/hedef Maliki’ye karşı IŞİD Sünni gruplarla birlikte hareket etse de yakın gelecekte IŞİD ile Sünni gruplar arasında çatışma yaşanması kuvvetle muhtemel gözükmektedir. AĞUSTOS 2014 43 Sünni Araplar, artık Kürtlerin sahip olduğu gibi silahlı bir güce de sahip olarak Sünnilerin ağırlıkta olduğu bölgelerde kendi yönetimlerini talep edecekleri anlaşılmaktadır. Bunun için, Şii ağırlıklı Merkezi Irak Güçlerinin tüm bu yaşananlardan sonra Sünni Arap bölgelerinde tekrar konuşlanmaları kolay kolay mümkün olmayacaktır. IŞİD Operasyonları Sonrası Irak’ta Son Durum Irak artık IŞİD’in operasyonları öncesindeki Irak değildir. Son gelişmelerden en karlı çıkanın Bölgesel Kürt Yönetimi olduğu anlaşılmaktadır. Erbil’le Bağdat arasındaki temel anlaşmazlık konularının başında gelen başta Kerkük olmak üzere tartışmalı bölgeler sorunu en azından Bölgesel Kürt Yönetimi açısından fiili olarak bitmiş gözükmektedir. Çünkü Peşmerge, IŞİD’in neden olduğu kargaşadan faydalanarak tartışmalı bölgeleri kontrolü altına almış bulunmaktadır. Bir anlamda, bugüne kadar Bağdat’la görüşmeler yoluyla elde edemediği yerleri IŞİD sayesinde ele geçirmiş bulunmaktadır. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Şii ağırlıklı yönetimlerin kurulmasıyla Irak’ta dışlanan/suçlanan/ baskı altında tutulmaya çalışılan Sünniler, IŞİD’in operasyonları sonrası Maliki’ye bağlı güçleri Sünni ağırlıklı bölgelerden uzaklaştırdılar. Şuan itibariyle Maliki’ye bağlı güçlerin etkisini/baskısını ötelemiş durumdalar. Fakat Sünni bölgelerde kısa zamanda istikrarın Bölgesel Kürt Yönetiminde olduğu gibi olmasını beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. ABD işgaliyle birlikte Irak’ta yönetimin en güçlü unsuru olan Şiilerin, IŞİD operasyonları sonrası en azından bugün itibariyle ciddi güç kaybına uğradıkları rahatlıkla söylenebilir. Çünkü gelinen nokta itiba- 44 AĞUSTOS 2014 riyle, Şii ağırlıklı Bağdat yönetimi Kürtlerin ve Sünnilerin ağırlıklı olduğu bölgelerde neredeyse otoritesini tamamen kaybetmiş durumdadır. Irak’taki son durumdan en zararlı çıkanların ise Türkmenler olduğu görülmektedir. Hem coğrafi dağılmışlık hem de mezhebi farklılık Türkmenlerin birlik kuramamalarına neden olmaktadır. 2005 yılından beri Irak’ta başbakanlık koltuğunda oturan Nuri el Maliki’nin Irak’ta hala başbakan olarak kalması ilgili tarafların/grupların açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, en azından Irak’ın bütünlüğünü koruması açısından çok zor, hatta imkânsız gözükmektedir. Kürtlerin ve Sünni Arapların Maliki karşıtlığının yanında bazı Şii gruplar da Maliki’yi başbakan olarak görmek istememektedirler. 30 Nisan 2014 tarihinde yapılan Parlamento seçimlerinin üzerinden üç ay gibi kısa bir zaman geçmesine rağmen hala bir hükümet profili belirlenememiştir. IŞİD’in operasyonlarından sonra, Irak’taki siyasi durum daha da karmaşık bir hal almıştır. Ülkenin bütünlüğünü korumak hükümet kurmaktan daha öncelikli hale gelmiştir. Belki de, ülkenin bütünlüğünün korunmasının ilk adımı tüm tarafların razı olacağı bir hükümetin kurulması olacaktır. ABD işgaliyle birlikte Irak’ta yönetimin en güçlü unsuru olan Şiilerin, IŞİD operasyonları sonrası en azından bugün itibariyle ciddi güç kaybına uğradıkları rahatlıkla söylenebilir. Çünkü gelinen nokta itibariyle, Şii ağırlıklı Bağdat yönetimi Kürtlerin ve Sünnilerin ağırlıklı olduğu bölgelerde neredeyse otoritesini tamamen kaybetmiş durumdadır. Fakat şu bir gerçektir; Irak’taki son yaşananlar ve tarafların siyasi yaklaşımları göz önüne alındığında, ayrıca bölgenin siyasi bir türbülans içinde olduğu düşünüldüğünde Irak’ta işleyen/sürdürülebilir bir siyasi yapının kurulması Nobel ödülünü hak eden bir durum olacaktır. Irak’ın Geleceği Maalesef, Irak iki ay öncesine göre daha karışık durumdadır. Yakın gelecekte de siyasi istikrarın kolay kolay sağlanamayacağı anlaşılmaktadır. Her geçen gün Irak’ı oluşturan temel grupların (Şiiler, Sünniler, Kürtler, Türkmenler) ortak bir gelecek tasavvurundan uzaklaştıkları görülmektedir. Söz konusu gruplar kendi isteklerinden daha çok bölgesel ve küresel konjonktürün dayatması sonucu bir arada yaşamaya devam etmektedirler. Bugün itibariyle, Erbil neredeyse Bağdat’tan kopmuş durumdadır. Nitekim Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani bağımsızlık referandumuna gideceklerini açılayarak Bağdat’tan duygusal kopuşun işaretini en net biçimde ortaya koymuştur. Kürtler en iyimser tabirle Irak’ın bütünlüğünü ancak son dönemde elde ettiklerini koruyarak savunacaklardır. Sünni Arapların hem Maliki/Merkezi Irak Güçleriyle hem de bugün ortaklık kurdukları IŞİD’le mücadele etmek durumunda kalacakları anlaşılmaktadır. AĞUSTOS 2014 45 DIŞ POLİTİKA IRAK TÜRKİYE Prof. Dr. İbrahim KAYA* Akademisyen 23 Mayıs 2014’de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) kendi bölgesinde üretilen ve Ceyhan limanına pompalanan ham petrolün ilk satışının gerçekleştirildiğini duyurdu. KBY açıklamasına göre petrolün Ceyhan’a ulaştırılması KBY denetimi altındaki coğrafyada inşa edilen yeni bir boru hattı aracılığıyla gerçekleştirildi ve bir milyon varilllik kapasiteye sahip bir tanker Ceyhan’dan ayrıldı. Ayrıca petrol gelirinin Halkbank nezdinde açılacak bir hesaba yatırılacağı ve Irak Anayasasınca öngörülen paylaşım ve dağıtım esasına göre değerlendirileceği açıklamada yer aldı. Bu açıklamanın hemen akabinde Irak Federal Hükümeti, Türkiye devleti ve BOTAŞ aleyhine merkezi Paris’te bulunan Uluslararası Ticaret Odası (UTO) tahkimine başvuruda bulunarak Türkiye’nin 1973 yılında kendisiyle imzalamış bulunduğu uluslararası antlaşmaya aykırı davrandığını iddia etti. UTO tahkiminin yaklaşık bir buçuk yıl süreceği tahmin olunabilir. UTO tahkimine devletlerin başka devletler aleyhine başvurması istisnai bir durumdur. Genellikle şirketler devletler aleyhine başvuruda bulunur. Bu olayda Irak aynı zamanda özel hukuk kurallarına tabi BOTAŞ aleyhine de başvuruda bulunmuştur. Uyuşmazlığa konu olan 1973 Antlaşması, Irak ile Türkiye arasında imzalanmış bulunan bir uluslararası antlaşmadır. Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi uyarınca antlaşmalar devletler arasında akd olunur ve uluslararası hukuka tabidir. 1973 Antlaşması bilahare müteaddit defalar tadil olunmuş bulunup en son önemli değişiklikler 2010 yılında gerçekleşmiştir. 1973 Antlaşması Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının kurulması ve işletilmesiyle ilgilidir. Antlaşmanın birinci maddesine göre taraflar Kerkük ve Ceyhan arasında bir ham petrol boru hattı inşaasını, bakımını, işletmesini ve finansmanını yükümlenmişlerdir. Boru hattının inşaası halihazırda tamamlandığı için 2010 değişikliği ile inşaa yükümlülüğü çıkarılmış diğer yükümlülükler muhafaza edilmiştir. Her iki devlet de boru hattının inşaasının tamamlanması ile hattın kendi ülkelerinde kalan kısmının sahipliğini kazanmışlardır. 1973 Antlaşmasının Türk tarafına yüklediği en önemli yükümlülük hattın Irak’tan gelecek ham petrollerin nakliye ve yüklenmesine tahsis edilmesidir. 46 AĞUSTOS 2014 AĞUSTOS 2014 47 Bakanlığı’nı haksız buldu. Federal Petrol Bakanlığı KBY’nin kendi onayını almadan petrol sevkiyatında ve satışında bulunmasının Irak anayasasına aykırı olduğunu savunarak KBY’nin bu fiilleri hususunda men kararı almasını Federal anayasa Mahkemesi’nden talep etmişti. Federal Mahkeme oybirliği ile böyle bir karar almaktan kaçındı. KBY, mahkemenin bu yaklaşımını kendisinin tek başına petrol satma hakkı olduğu biçiminde yorumlamaktadır. Tahkm sürecnde dkkat edlmes gereken çok öneml br konu bu meselenn sadece olağan br tcar tahkm davası olarak görülmemes gerektğdr. Ntekm k devlet arasındak antlaşmadan kaynaklanan bu tahkm, uluslararası hukuku doğrudan lglendrmektedr ve şrketler arasındak ya da br yatırımcı şrket le br devlet arasındak uyuşmazlıktan çok öneml farklılıklar göstermektedr. Karşılığında Irak devleti Türkiye’ye nakliye ve yükleme ücreti ödeyecektir. Bununla beraber Türkiye’nin altına girdiği yükümlülük mutlak bir yükümlülük değildir. Projede atıl kapasite olması halinde, diğer bir deyişle Irak öngörülen kapasiteyi dolduracak kadar petrol gönderemediği durumda, Türkiye ve Irak bir araya gelerek Türkiye’den hatta petrol verme konusunu görüşeceklerdir. 2010 yılında yapılan değişiklikle Türkiye’den hatta petrol yükleyebilme alternatifi bu antlaşmaya taraf olmayan üçüncü taraflara BOTAŞ tarafından nakil ve yükleme hizmeti verebilme şeklinde değiştirilerek kapsam genişletilmiştir. Antlaşma metninden anlaşıldığı kadarıyla üçüncü tarafın bağımsız bir devlet olma şartı bulunmamaktadır. 48 AĞUSTOS 2014 Irak’taki petrollerin bulunması, çıkarılması ve pazarlanması konusu Federal (Merkezi) Irak Hükümeti ile KBY arasında uzun süredir ihtilaf konusu olmuştur. Konu esasen Irak’ın iç hukukunu ilgilendirse de uluslararası hukuk boyutu da bulunmaktadır. Nitekim KBY 2008 yılında önemli bir uluslararası hukuk uzmanı olan James Crawford’dan hukuki bir mütalaa almış ve bunu internet sitesinden duyurmuştur. Böylelikle uluslararası yatırımcılara güvence vermeye çalışılmıştır. Hukuki mütalaada, çok kısaca belirtmek gerekirse, sadece mevcut (halihazırda) petrol üretimi yapılan alanlar için Irak Federal Devleti’nin yetkisi tanınmakta Anayasanın kabulünden sonra petrol üretimine başlanacak alanlar için ise Federal Devletin değil yerel ve bölgesel yönetimlerin yetkili olacağı belirtilmekteydi. KBY sınırları içindeki alanlarda petrol üretimi bu kapsamda Federal Hükümetin yetki alanı dışında kalmaktaydı. Irak Federal Anayasa Mahkemesi de 23 Haziran 2014’de vermiş olduğu kararında Irak Federal Petrol Kerkük-Ceyhan boru hattı 970 km uzunluğa sahip olup Irak’ın petrol ihracında kullandığı en uzun boru hattıdır. Hattan petrol akışı Irak savaşları ve Irak’taki iç huzursuzluklar sebebiyle uzun müddet kesintiye uğramıştır. 2013 yılında KBY, Tak Tak bölgesinden Türkiye sınırına uzanan bir petrol boru hattının inşaasını tamamlamış ve bu Türkiye sınırında Kerkük-Ceyhan hattına bağlanmıştır. KBY petrol ihracatını Türkiye ile imzalamış bulunduğu anlaşmalar uyarınca bu hattan gerçekleştirmektedir. Merkezi Irak Hükümetinin itirazı Irak iç hukuku ve 1973 Antlaşmasına göre KBY’nin kendi onayını, Irak Petrol Bakanlığı aracılığıyla, almadan petrol nakliye ve yüklemesinin gerçekleştirilerek satışının yapılamayacağı yönündedir. Oysaki yukarıda zikredildiği şekilde gerek Prof. Crawford’un görüşü gerekse Irak Anayasa Mahkemesi’nin kararı bunun aksi yönündedir. Türkiye ile Irak arasında tahkime konu uyuşmazlık petrol boru hattının antlaşmaya aykırı olarak kullandırılmasıdır. Her şeyden önce işaret edilmelidir ki uluslararası antlaşma akdetme yetkisi iç hukuklarla ilgilidir. Federal devletleri oluşturan birimler (federe devletler, eyaletler) ile başka devletlerin antlaşma imzalayabilmesi önünde hukuksal bir engel bulunmamaktadır. Nitekim Türkiye daha önce de Kanada federal devletinin bir üyesi olan Quebec ile sosyal güvenlik antlaşması imzalamıştır. KBY’nin böyle bir yetkiye sahip olup olmadığı Irak’ın iç işi olup Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmez. Türkiye iyi niyetli olarak KBY ile anlaşmalar imzalamakta ve yükümlülüklerini yerine getirmektedir. Türkiye, petrol boru hattı inşa edildiğinden beri birçok kez ve önemli sürelerle petrol akışı Irak tarafından kesildiği için önemli zarara uğramıştır. Son zamanlarda önemli petrol bölgelerinin kontrolünün Irak merkezi devletinden çıkması sebebiyle de benzer bir durum söz konusudur. KBY tamamen kendi bölgesinde bir petrol boru hattı inşaa ederek bunu Türkiye sınırında sisteme bağlamış ve bu vesileyle Türkiye’nin kayıpları kısmi de olsa telafi edilmeye başlanmıştır. 1973 Antlaşması uyarınca merkezi Irak Hükümeti’nin bir zararı söz konusu değildir. Nitekim Türkiye antlaşmadan kaynaklanan yükümlülüklerine riayet etmekte ve hat atıl kaldığı, yani Irak merkezi hükümeti petrol veremediği için, KBY petrollerinin nakliye ve AĞUSTOS 2014 49 DIŞ POLİTİKA yüklenmesine müsaade etmektedir. KBY dışında hattın başka TPAO gibi şirketler ve devletler de dâhil olmak üzere üçüncü taraflarca kullanılabilmesi mümkündür. BOTAŞ’ın bu hizmeti sunmadan önce Irak ve Türkiye taraflarının görüşmelerde bulunması antlaşmadan kaynaklanan bir zorunluluk olsa da, bu görüşmelerden mutabakat çıkması şart koşulmamıştır. Nitekim aksini düşünmek taraflara, burada Irak tarafı, veto yetkisi vermek anlamına gelecek ve onun rızasını almadan hattın atıl kalması pahasına Türkiye tarafı zarara uğrayabilecektir. Uluslararası hukuktaki müzakere yükümlülüğü iyi niyetle anlamlı görüşmelerde bulunmaktan ibarettir. Türk tarafı tahkim aşamasında bu yükümlülüğü karşıladığını göstermek durumundadır. Hem Türkiye hem de KBY hattan akıtılan petrolün mülkiyetinin bir bütün olarak Irak devletine ait olduğunu da kabul etmektedir. Bu amaçla açılan banka hesabında toplanan gelirler Irak anayasasının öngördüğü şekilde bölüştürülmekte ve KBY sadece kendi hissesine düşen payı alabilmektedir. 1973 Antlaşması uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak tahkimi öngörmüştür. Antlaşmanın ilk halinde tarafların belirleyecekleri birer hakem ve onların seçeceği diğer bir hakemden oluşan üçlü bir hakem heyeti öngörülmüştü. Uygulanacak hukuk açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen uyuşmazlığın uluslararası hukuk kurallarına ve antlaşma hükümlerine göre çözülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. 2010 değişikliği ile üçlü hakem heyetinin teşkili muhafaza edilmekte ancak uyuşmazlık çözümü mekanizmasının UTO tahkim kurallarına göre olacağı ifade edilmektedir. Ayrıca değişikliğe göre tahkim Paris’te gerçekleşecek ve uygulanacak hukuk Fransız hukuku olacaktır. 50 AĞUSTOS 2014 UTO tahkim kuralları usul kurallarından ibarettir ve uyuşmazlığın hızlı ve ucuz çözümü hedeflenmektedir. Uygulanacak hukukun Fransız hukuku olarak saptanmasının altında bu ülke hukukunun Türkiye için daha avantajlı bir konum belirlediği tahmin olunabilir. Aksi takdirde değişiklik anlaşmasının kaleme alınması anlamlı olmayacaktır. Bununla birlikte Fransız hukukunun uygulanacak hukuk olarak belirlenmesi uluslararası hukukun uygulanmasını da dışlamamaktadır. Nitekim uluslararası antlaşmalar uluslararası hukuka tabidir. Özellikle antlaşmanın geçerliliği ve yorumlanması uluslararası hukuka göre belirlenecektir. Hakem heyetinin vereceği karar ne olursa olsun bunun uygulanması da ayrı bir sorun teşkil edecektir. UTO tahkim kararlarının uygulanması 1958 tarihli New York Konvansiyonu uyarınca olmaktadır. Taraflar, burada haksız bulunması halinde muhtemelen Türk tarafı, uygulanacak hukuk olan Fransız hukukuna göre bu antlaşmanın tahkime elverişli olmadığını, uyuşmazlığın konusunun tahkime elverişli olmadığını ve tahkim kararının uygulanması halinde “kamu düzenine” aykırı olacağını ileri sürebilecektir. Burada iç hukuk mahkemelerine de müracaat söz konusu olabilecektir. Tahkim sürecinde dikkat edilmesi gereken çok önemli bir konu bu meselenin sadece olağan bir ticari tahkim davası olarak görülmemesi gerektiğidir. Nitekim iki devlet arasındaki antlaşmadan kaynaklanan bu tahkim, uluslararası hukuku doğrudan ilgilendirmektedir ve şirketler arasındaki ya da bir yatırımcı şirket ile bir devlet arasındaki uyuşmazlıktan çok önemli farklılıklar göstermektedir. Bu gerçeğin farkında olarak KBY önemli bir uluslararası hukukçuya başvurmayı ihmal etmemiştir. Diğer önemli bir husus da Irak iç hukukunun KBY ile Irak Federal Hükümetine verdiği yetkilerin netleştirilmesidir. Her ne kadar uluslararası hukuk ve Fransız hukuku burada çok önemli olsa da sonuç itibarıyla Irak iç hukuku ve konunun siyasi boyutu hakem heyetince göz ardı edilemeyecektir. Konunun siyasi boyutu bağlamında Irak’taki güncel gelişmeler ışığında Irak’ın bütünlüğünü muhafaza edip edemeyeceği de ayrı bir değerlendirme konusu olacaktır. * İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. RİSK ALTINDAKİ Dr. Dilek YİĞİT Lübnan Hazine Müsteşarlığı 2011 yılının Mart ayında başlayan rejim karşıtı gösterilerin bir iç çatışmaya dönüştüğü Suriye, mevcut durum itibarıyla Orta Doğu’nun güvenliği ve istikrarı için ciddi bir risk oluştururken, bu riskin en fazla hissedildiği ülkelerin başında Lübnan gelmektedir. İran ve Hzbullah’ın Surye’de Esed yönetmnden yana koydukları tavır, bu tavrın temel nedennn mezhepsel bağ olduğu anlayışıyla bölgede Sünn-Ş ayrışmasını tetkleyen br faktör halne gelmştr. Bu kapsamda bölgede Sünn-Ş ayrımı tetklenrken, Sünn ve Ş nüfusun br arada yaşadığı ve Esed destekçs Hzbullah’ın öneml br güç olduğu Lübnan’da bu ayrışmanın daha da netleşmes ve Surye’dek ç çatışmanın Lübnan’a yansıyarak Lübnan’ı mezhepsel br savaşa sürüklemes rsk, özellkle Surye sorunu çözülmedğ sürece, artarak büyümektedr. Suriye’de devam eden, iç aktörlerin yanı sıra bölgesel ve küresel aktörlerin de sonlandırılması yönünde güçlü bir irade sergileyemediği iç çatışmanın, Lübnan açısından büyük bir risk oluşturmasının başlıca nedenleri, öncelikli olarak Lübnan’ın hassas iç koşullarında ve bölgedeki güç mücadelesi içindeki konumunda aranmalıdır. Bir başka deyişle, Orta Doğu’da Suriye’ye komşu tüm ülkeler için geçerli olan Suriye kaynaklı riskler, Lübnan’ın iç siyasi koşulları ışığında ve ülkenin bölgesel güçlerin rekabet sahnesi olagelmesi nedeniyle Lübnan için daha da büyümekte ve ülkenin geleceğini tehdit etmektedir. Bilindiği gibi, 1950’li yılların başlarından itibaren, Lübnan’da resmi nüfus sayımı yapılmadığından kesin olarak bilinmemekle birlikte, toplam nüfusun %30’undan fazlasını oluşturduğu tahmin edilen Şii nüfus siyasi olarak aktif olup, siyasi hayata, Suriye Sosyal Milliyetçi Parti (Syrian Social Nationalist Party), Lübnan Komünist Partisi (Lebanese Communist Party) ve Baas’ın grupları gibi seküler ve sol eğilimli partiler ve gruplar kanalıyla iştirak etmiştir. Çeşitli partiler kanalıyla siyasete katılan ve Arap dünyasında Sünni nüfusun sayısal olarak Şii nüfustan fazla olması sebebiyle Arap milliyetçiliğine mesafeli duruş sergileyen Şii nüfusun yanı sıra bölge ülkeleri açısından da çok önemli olan bir gelişme, 1982 yılında İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi esnasında İran’ın da desteği ile militanları İran Devrim AĞUSTOS 2014 51 Muhafızları tarafından eğitilen Hizbullah’ın kurulmuş olmasıdır. Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden daha güçlü ve daha donanımlı olan Hizbullah’ın Lübnan iç siyaseti açısından önemi Lübnan’ın en kuvvetli askeri ve siyasi gücü haline dönüşmüş olmasıdır. Öyle ki, Lübnan’da Şii olmayan liderler bile, siyasi mevcudiyetlerinin devamı adına Hizbullah öncülüğündeki koalisyonlara katılma eğilimi göstermektedir.1 Bu durum iç siyasette Hizbullah’ı zayıflatmak yerine, bilakis daha da güçlendirmektedir. Hizbullah’ın Orta Doğu açısından önemi ise, başta İran ve Suriye’den aldığı desteğe bağlı olarak, İran ve Suriye yönetiminin çıkarlarına hizmet eden araç niteliğinde olmasıdır. Bu hususu biraz açalım; Orta Doğu’da pro-aktif bir dış politika sergileyerek bölgesel süper güç olma iddiasındaki İran, kendisini bölgedeki Şii nüfusun koruyucusu olarak görmektedir. Dolayısıyla nerede Şii nüfus varsa, oraya karışma yetkisini kendinde gören İran’ın bu tutumu, başta Suudi Arabistan olmak üzere Sünni yönetimler ile arasında gerginlik kaynağı olmaktadır. Orta Doğu’daki Şii nüfusun koruyucusu sıfatıyla, bölge ülkelerine yönelik politikasını Şii nüfusun varlığı ile meşrulaştıran İran açısından Hizbullah, Lübnan’da İran’ın ideolojisinin ve siyasi gündeminin uygulayıcısıdır. Akademisyenlerin ve politika uygulayıcılarının altını çizdiği gibi İran’ın askeri ve mali desteği olmaksızın Hizbullah’ın Lübnan’da bu denli güçlenmesi ihtimal dışıdır. Bu durumda, Hizbullah İran’ın çıkarlarına hizmet ettiği müddetçe, İran tarafından destek görmeye ve hem Lübnan iç siyasetinde etkiTÜRKİYE SURİYE LÜBNAN IRAK Golan Tepeleri FİLİSTİN İSRAİL MISIR ÜRDÜN SUUDİ ARABİSTAN 52 AĞUSTOS 2014 sini korumaya hem de İran’dan aldığı destekle Orta Doğu’da İran’ın çıkarlarını temsil etmeye devam edecektir. Peki İran-Hizbullah ilişkisinde Suriye’nin yeri neresidir? Suriye’de “Şii yönetimi ifade eden” Esed yönetimi, Orta Doğu’da İran’ın tek Arap müttefiki konumundadır ve İran-Hizbullah arasındaki koridor konumuyla İran-Suriye-Hizbullah ayağının bir parçasını teşkil etmektedir. Şam ve Tahran’nın nazarında, İran-Suriye-Hizbullah ekseni, Batı ve Batı müttefiklerine karşı “direnç ekseni” oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Suriye’de Esed yönetiminin devrilmesi, İran-Hizbullah arasındaki koridorun çökecek olması ve dolayısıyla Hizbullah’ın zayıflayacak olması nedeniyle hem İran hem Hizbullah açısından “direnç eksenini”nin kırılması olacağından, İran ve Hizbullah Suriye iç çatışmasında ağırlıklarını Esed yönetiminden yana koymuşlardır. Lübnan hükümeti Suriye sorununda tarafsız kalacağını açıklamış olmasına rağmen2, Suriye’ye Esed’e destek amacıyla binlerce savaşçı gönderen Hizbullah’ın Genel Sekreteri Nasrallah, Suriye’de açıkça savaş ilan ederken, takipçilerini “Suriye’nin ABD, İsrail ve radikal Sünnilerin eline düşmesine izin vermemeye” davet etmiş ve Suriye’de savaşmak için nedenleri olduğu müddetçe Suriye’de olacaklarının altını çizmiştir.3 Hizbullah, İran ile bağlantısında Esed yönetimine muhtaç olduğu müddetçe de, Suriye’de savaşmak için nedenleri mevcudiyetini koruyacaktır. Yani Hizbullah’ı, günümüz koşullarında Suriye sorunundan izole etmek mümkün görünmemektedir. Diğer taraftan kendisini Filistin meselesinin savunucusu ve İsrail’in en büyük düşmanı olarak tanımlayan Hizbullah, Esed’e verdiği desteği, Filistin meselesi ile de bağlantılamak suretiyle meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bu kapsamdaki argümanı, Suriye’deki rejimin korunmasının, Filistinlilerin haklarının korunmasının önkoşulu olduğu yönündedir.4 Ancak İran ve Hizbullah’ın Suriye’de Esed yönetiminden yana koydukları tavır, bu tavrın temel nedeninin mezhepsel bağ olduğu anlayışıyla bölgede Sünni-Şii ayrışmasını tetikleyen bir faktör haline gelmiştir. Bu kapsamda bölgede Sünni-Şii ayrımı tetiklenirken, Sünni ve Şii nüfusun bir arada yaşadığı ve Esed destekçisi Hizbullah’ın önemli bir güç olduğu Lübnan’da bu ayrışmanın daha da netleşmesi ve Suriye’deki iç çatışmanın Lübnan’a yansıyarak Lübnan’ı mezhepsel bir savaşa sürüklemesi riski, özellikle Suriye sorunu çözülmediği sürece, artarak Lübnan çn Surye kaynaklı rsklern, hem Lübnan’ın mevcut ekonomk koşulları hem de Surye’den Lübnan’a yönelk ktlesel göçler nedenyle ekonomk boyutu bulunmaktadır. Lübnan ekonomsnn büyüme hızı 2009 yılından tbaren düşmektedr. Öyle k 2009 yılında % 10.3 olan büyüme oranı 2013 yılında % 0.9’a gerlemştr. Dğer taraftan hükümet harcamaları artarken, kamu gelrlernn hızla azaldığı gözlemlenmekte, enflasyon oranı da artmaktadır. büyümektedir. Öyle ki Lübnan iç siyasetinde Hizbullah yanlısı-karşıtı ayrım, Esed yanlısı-karşıtı ayrım ile pekiştirilmiş, Sünni ve Şiiler arasında çatışmalar başlamış, Beyrut ve Bekaa Vadisi’nde Hizbullah merkezleri bombalamaların hedefi olmuştur. Bu çatışmaların ve şiddet ortamının gölgesinde, iç siyasette Hizbullah’ın ağırlığı da dikkate alınırsa, Lübnan iç siyasetinden izole edildiğini düşünen ve Lübnan devlet kurumlarına güvenini yitiren Sünnilerin radikalleşme riski, mevcut ortamda daha da büyümektedir. Üstelik Lübnan içinde Sünni-Şii çatışmalarının yoğunlaşmasına ilaveten Suriye’den Lübnan’a geçiş yapan muhalifler de Lübnan içinde Hizbullah ile çatışmaktadır. Suriyeli muhaliflerin, Hizbullah Esed’e destek verdiği müddetçe Lübnan içinde saldırılarına devam edeceklerine yönelik haberler5, Lübnan’da şiddetin tırmanma ihtimalinin ne kadar yüksek olduğuna işaret etmektedir. Netice itibariyle, Suriye’deki çatışma ortamının sürmesine eşlik eden Lübnan’daki Sünnilerin ve Şiilerin karşılıklı şekilde tırmanan radikalleşme sürecinin, Lübnan’ın ve dolayısıyla bölgenin istikrarını daha da bozacağı şüphe götürmemektedir. Ayrıca Lübnan için Suriye kaynaklı risklerin, hem Lübnan’ın mevcut ekonomik koşulları hem de Suriye’den Lübnan’a yönelik kitlesel göçler nedeniyle ekonomik boyutu bulunmaktadır. Lübnan ekonomisinin büyüme hızı 2009 yılından itibaren düşmektedir. Öyle ki 2009 yılında % 10.3 olan büyüme oranı 2013 yılında % 0.9’a gerilemiştir. Diğer taraf- tan hükümet harcamaları artarken, kamu gelirlerinin hızla azaldığı gözlemlenmekte, enflasyon oranı da artmaktadır. Zaten sıkıntılı bir dönem içinde olan Lübnan ekonomisi, Suriye’deki iç çatışma nedeniyle başlıca üç açıdan darbe yemiştir; birincisi turizm gelirleri azalmıştır; ikincisi Lübnan’a yönelik yabancı yatırımlar kesilmiştir; üçüncüsü mal ve hizmet ticareti azalmıştır. Ekonomi bu halde iken, Lübnan’ın en fazla sayıda Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapan ülke olması, beraberinde artan fakirliği ve sosyoekonomik problemleri getirmiştir. Lübnan’da ulusal yoksulluk oranı % 28 iken, Suriyeli mültecilerin yerleştiği bölgelerde bu oran % 53’e kadar yükselmiştir.6 Diğer taraftan işsizlik oranının % 11 civarında seyrettiği Lübnan’da, Suriyeli mültecilerin yarattığı ucuz işgücü arzı, işgücü piyasasında Lübnanlılar ile Suriyeliler arasında rekabet yarattığından ve Lübnanlıları işgücü piyasasının dışına ittiğinden, sosyoekonomik bir problem haline gelmiş ve Lübnanlılar ile Suriyeliler arasında gerilimi artırmıştır. Dolayısıyla Suriyeli mülteciler meselesi -günde ortalama olarak 2.500 Suriyeli Lübnan’a geçiş yapmaktadır-7 Lübnan açısından ekonomik ve siyasi olarak taşınamayacak bir yük haline gelmektedir. Kısaca Suriye sorunu çözüme kavuşturulmadığı müddetçe, mevcut ulusal ekonomik sorunlar ve iç ve dış politikadaki koşullar ışığında, Lübnan’da zaten hassas olan dengeler sarsılmakta ve Lübnan geçmişte de tecrübe etmiş olduğu mezhepsel çatışmaya doğru sürüklenmektedir. Bu durumun, taşıdığı riskler açısından sadece Lübnan’ın sorunu olmadığı, bölgesel bir tehdit oluşturduğu açıktır. Makalede ifade edilen görüşler yazarın değerlendirmeleri olup, görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 Ahmad K Majidyar, Is deepening Shi’ite-Sunni Tension Plunging lebanon into a Civil War?, AEI, March 2014 Ed Blanche, Lebanon on the Edge, TheMiddleEast, Issue 453, April 2014 Ahmad K Majidyar, Is deepening Amal Saad-Ghorayeb, Why Hezbollah Supports the Assad Regime, alakhbarenglish, 5 November 2011 Syria rebels battle Hezbollah in Lebanon, http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2013/06/201362124623327523.html, 3 June 2013 Melani Cammett, The Syrian Conflict’s Impact on Lebanese Politics, Peacebrief 158, 18 November 2013 Figures for population breakdown as of 02/19/2013 from UNHCR Syria Regional Refugee Response http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php AĞUSTOS 2014 53 DIŞ POLİTİKA İslam dünyası için ilk günkü tazeliğini koruyarak hiç unutulmamış. Seçilmiş travma niteliğiyle de kendine güç veren Srebrenitsa ruhu, bugün bakıldığında hem Balkanlardaki Müslüman kimliğinin önemli bir taşıyıcısı hem Batı çifte standart siyasetinin bugüne uzanan bir sembolü hem de uluslararası adaletsizliklere çözüm geliştirme çabalarının vazgeçilmez referans noktasını temsil ediyor. Srebrenitsa’ya Giden Yol BALKANLARIN GAZZE'Sİ Srebrentsa'yı Yenden Düşünmek Hayati ÜNLÜ SDE Asistanı İ srail’in, Gazze’ye uyguladığı büyük vahşete şahit olduğumuz bugünlerde, benzer şekilde içimizi yaralayan 1995 yılında Sırpların Srebrenitsa şehrindeki Müslümanları katletme girişimini hatırlamak ve yeniden düşünmek, gerek İslam dünyası gerekse de tüm uluslararası toplumun muhasebe ihtiyacı açısından son derece faydalı olabilir. Bugün nasıl tüm vicdan sahipleri Gazze’deki katliamlara karşı takınılan uluslararası tavrın yetersizliğinden yakını- 54 AĞUSTOS 2014 yorsa, aslında Srebrenitsa da Balkanların Gazze’si olarak katliamın gerçekleştiği andan bugüne kadar Batı dünyası için hem bir utanç günü hem de adaletsizliğin sembolü olarak anılmaya devam ediyor. İşte böylesine büyük bir insanlık dramına karşılık gelen Srebrenitsa Katliamı, geçtiğimiz ay başta Bosna olmak üzere dünyanın farklı yerlerinde düzenlenen anma törenleriyle yâd edildi. 8 bin Bosnalının sırf Müslüman oldukları için kısa sürede katledilmesi tüm Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Sırp milliyetçiliği öncülüğünde Sırpların “Büyük Sırbistan” ideali uğruna gerçekleştirdikleri katliamlardan sonra, bölgeye müdahale etme konusunda çok da istekli görünmeyen Birleşmiş Milletler, yükselen uluslararası baskılar sonucunda zoraki bir müdahalede bulunarak 6 farklı bölgeyi “güvenli bölge” ilan etmek zorunda kalmıştı. Bu 6 bölge arasında bulunan Srebrenitsa, Müslümanlar ve Sırplar için sahip olduğu stratejik önem ile diğer bölgelerden ayrılıyordu. Çünkü Srebrenitsa’yı kontrol etmek, Sırp topraklarının birleşmesi ve monolitik Sırp politik bütünlüğü anlamına geliyordu. Savaş öncesi %72,5’inin Müslüman olduğu 37 bin kişilik Srebrenitsa nüfusu, 60 bin dolaylarına yükselmiş, aynı zamanda da büyük salgın hastalıklar baş göstererek açlık sorunuyla da beraber bölge tam bir mülteci kampına dönmüştü.1 Daha önce Bosnalı Müslümanların kontrolünde olan Srebrenitsa’da, Hollandalı Barış Gücü öncülüğünde bölgenin kontrol altına alındığına inanıldığı için bölgeyi güvenlikleştirmek adına Müslümanların silahsızlandırılması gayet normal karşılanmıştı. Ancak silahsızlandırma işlemi sona erdikten sonra bile Bosnalı Sırp Güçlerin, Müslümanların terörist aktivitelerde bulunduğu iddiaları ve bu aktivitelerin sona erdirilmesi gerektiği söylemleri Srabrenitsa’da yaşanacak olan katliamın habercisiydi.2 Nitekim Bosna Sırp Güçleri Komutanı Ratko Mladiç liderliğinde Sırplar, terörist faaliyetlere son vermek iddiasıyla 6 Temmuz 1995’te başlattıkları saldırılarda büyük bir etnik temizlik operasyonu gerçekleştirdiler. 20 Temmuz’a gelindiğinde şehri tamamen kontrol altına alan Sırplar, Türklerden intikam alındığını rahatlıkla haykırarak kendilerine meşruluk kazandırmaya çalışıyorlardı. Soykırım ya da İç Savaş? Srebrenitsa’da uygulanan sistematik şiddet ve gerçekleştirilen katliamlar her ne kadar soykırım olarak Bugün nasıl tüm vicdan sahipleri Gazze’deki katliamlara karşı takınılan uluslararası tavrın yetersizliğinden yakınıyorsa, aslında Srebrenitsa da Balkanların Gazze’si olarak katliamın gerçekleştiği andan bugüne kadar Batı dünyası için hem bir utanç günü hem de adaletsizliğin sembolü olarak anılmaya devam ediyor. tanınsa da, günümüzde hala tartışılmaya devam etmektedir. Bu doğrultuda Müslümanların ve genel olarak uluslararası toplumun soykırım konusunda hemfikir oldukları söylenebilecekken, bu görüşlere alternatif bir Sırp görüşünün de olduğu ifade edilebilir. Çünkü Sırplar, büyük sahtekârlık olarak tanımladıkları Srebrenitsa katliamını, Sırp Düşmanlığı ve Saray Bosna İslami rejiminin manipülasyonları üzerinden yorumlamaktadırlar.3 Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ve Bosnalı Müslümanların Lideri Aliya İzzetbegoviç’in icadı olarak gördükleri Srebrenitsa mitinin, gerçek resmi asla yansıtmadığı iddiasındadırlar.4 Bu kapsamda Srebrenitsa’da yaşananları daha çok iç savaş olarak tanımlayan Sırplar, soykırım olarak gören La Hey’i de yanlı ve başarısız olarak görmektedirler. Sırp görüşünün karşısında yer alan bir soykırım olarak Srebrenitsa görüşü ise hem hukuki hem de ahlaki anlamda diğer görüşe göre kendisini daha sağlam bir zemine oturtmuştur. Çünkü Srebrenitsa’da yaşanan olaylar, hem 1945 Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nde tanımlanan uluslararası suçlara hem de 1948 BM Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ndeki soykırım tanımına rahatlıkla uymaktadır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın gördüğü en büyük katliam olan Srebrenitsa, hem La Hey Adalet Divanı tarafından hem de Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından soykırım suçu kapsamında tanımlanmıştır. Bu durum da iç savaş iddialarının belirli çevrelerin savunduğu yanlı bir savunma şeklinde okunmasını güçlendirmiştir. AĞUSTOS 2014 55 DIŞ POLİTİKA 300 sivil Boşnak’ın Sırp askerlerine teslim edilmesinden dolayı Hollanda kısmen suçlu bulundu.5 Bu karar geç gelen adalet etkisi yaratmış olmasının yanında, hayatını kaybedenlerin 300 kişiyle sınırlı tutularak geride duran 7700 kişi için adaletin nerede kaldığı tartışmalarını da beraberinde getirdi. Dolayısıyla Srebrenitsa konusunda adalet mücadelesi devam edeceğe benzemektedir. Bilanço Uluslararası Adaletin Yetersizliği Michael Mann “Demokrasinin Karanlık Yüzü”nde bir itirafa girişmiş, modernleşme ve demokratikleşmesiyle övünen Batı tarihinin karanlık yüzü olarak etnik temizliği ifşa etmişti. Öyle ki Batı tarihi hiç de sanıldığı gibi temiz değildi ve içerisinde bugün insanlık suçu olarak okunabilecek çok sayıda hadiseyi barındırmaktaydı. Mann aslında bir yerde Batılı adaletsizliği de dile getirerek bugünkü çizgiye ulaşan Batı’nın kendisi dışındaki dünya ile olan bu eşitsiz ilişkisini de ortaya koymuştu. Nitekim Batı aynı istikrarsız ve çelişkilerle dolu çizgisini genelde Bosna özelde ise Srebrenitsa olaylarında da göstermişti. Her ne kadar acımasızca gerçekleştirilen etnik temizlik girişimleri görünürde uluslararası yargı önüne çıkarılsa da, gerçek anlamda bir adaletin gerçekleştirildiğini söylemek neredeyse imkânsızdır. Bu noktada adaletin Bosna’ya oldukça geç geldiği söylenebileceği gibi, konuyla ilgili tüm sorumluların görmezden gelinmesiyle ya da çok geç fark edilmiş olmasıyla adaletin hala Bosna’ya tam manasıyla uğramadığı iddia edilebilir. Uluslararası yargı organlarında Sırbistan’ın sorumluluğu sadece gerçek kişilerin yargılanması gerekliliğinden dolayı yargıya konu olmamış olabilir. Tüm Bosna’nın düşüşü ve BM’nin başarısızlığından sorumlu olanların bugün ne kadar adil bir yargılamaya tabi tutuldukları büyük bir tartışma konusudur. Tabi konuyla ilgili geçtiğimiz günlerde Srebrenitsa Anneleri Derneği’nin 2007 yılında Hollanda aleyhine açtığı davanın Lahey Bölge Mahkemesi’nde kurbanların lehine sonuçlanması da ihmal edilmemesi gereken gelişmelerdendir. Mahkemenin vermiş olduğu kararda, Srebrenitsa’nın işgali sırasında BM bünyesinde görev yapan Hollandalı tabura sığınan 56 AĞUSTOS 2014 Sonuç olarak Srebrenitsa’dan günümüze zamanda yolculuk yaparak geldiğimiz zaman ortaya çıkan bilançonun hiç de iç açıcı olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Gerek Srebrenitsa’da gerçekleştirilen katliamlar ve uluslararası toplumun sessizliği gerekse de katliamlar sonrası adaletin bir türlü gerçek manada yerine getirilemeyişi bugün hala uluslararası toplum vicdanında kanayan bir yara olarak yerini korumaktadır. Bugün bölgede giderek artan kimlik siyasetinin ve her fırsatta gerilen taraflar arası ilişkilerin bir numaralı müsebbibi de mevcut durumdan bir adım dahi uzaklaşmak istemeyenlerin statükocu yaklaşımlarıdır. Üzülerek görülmektedir ki bu durum sadece Srebrenitsa için de geçerli değildir. Başta Gazze olmak üzere dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkan benzer durumlar her geçen gün hem daha fazla insanlık vicdanını yaralamakta hem de daha fazla uluslararası adalet ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. Sonuçta gerçek anlamda bir adaletin umutla beklendiği bugünlerde maalesef henüz adalet sadece güçlüler için. Dipnotlar 1 “The Srebrenica Massacre, July 11-16, 1995”, Online Encyclopedia of Mass Violence, 7 July 2010, http://www. massviolence.org/IMG/article_PDF/The-SrebrenicaMassacre-July-11-16-1995.pdf. 2 “The Fall of Srebrenica and the Failure of UN Peacekeeping Bosnia and Herzegovina”, Human Rights Watch, October 1995, Volume 7, No.13, s.6-7. 3 “Sarajevo İslamic Regime’s Srebrenica Manipulations”, De-Construct.net, 14 March 2007, http://de-construct. net/?p=435. 4 “Srebrenica Massacre Invented by Bill Clinton and Aliya Izetbegovic”, De-Construct.net, 12 August 2009, http:// de-construct.net/?p=7165. 5 “Hollanda, Srebrenitsa Katliamından Kısmen Sorumlu”, BBC Türkçe, 16 Temmuz 2014, http://www.bbc.co.uk/ turkce/haberler/2014/07/140716_hollanda_srebrenitsa. shtml. ALMANYA İLE ABD ARASINDA Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı A lmanya ile ABD arasında geçtiğimiz yıl yaşanan dinleme ve casusluk skandalı yeni bir olayla yeniden gündeme geldi. Geçtiğimiz yıl eski ajan Edward Snowden’ın Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) faaliyetleriyle ilgili yaptığı açıklamalar, dünyayı yerinden oynatmıştı. Bu sefer 31 yaşında bir Alman dış istihbarat teşkilatı (BND) çalışanının iki taraflı olarak çalıştığı ve ABD hesabına 2013 yılındaki dinleme skandalını araştıran Meclis Komisyonu’ndan bilgi sızdırdığı anlaşıldı ve çalışan gözaltına alındı. 2012-2014 yılları arasında 218 sayfa dokümanı USB belleğe kaydederek Amerikan gizli servisine ilettiğini itiraf eden istihbaratçının, bu hizmet karşılığında 25 bin Avro gibi son derece ciddi bir ücret aldığı iddia ediliyor. Üstelik ABD’nin elde ettiği verilerin çok önemli olmadığı ileri sürülüyor. AĞUSTOS 2014 57 ABD ile Almanya arasındaki siyasi işbirliğinde sorunlar var olmakla birlikte bu güvensizliğin ekonomik alanla ilişkilendirilmediği görülüyor. Taraflar arasında Temmuz 2013’ten beri yürütülen serbest ticaret görüşmeleri devam ediyor ve bu müzakerelerin askıya alınması dillendirilmiyor. Elbette bunu bilmek ve değerlendirmek mümkün değil. Zira her şey ortaya saçıldıktan sonra kimse devlet sırlarının karşı tarafa geçtiğini ifade etmez/ edemez. Almanya’da aynı hafta ortaya çıkan ikinci casusluk olayının ise Alman Savunma Bakanlığı’nda olduğu belirtildi. 2013 yılındaki skandal ilk patlak verdiğinde Alman hükümeti düşük bir tonda ABD’ye karşı eleştirilerini dile getirdi. Hatta Başbakanlık’taki gizli servislerden sorumlu koordinatör Hristiyan Demokrat Ronald Pofalla, Federal Meclis’in gizli servislerden sorumlu ilgili komisyonunu bilgilendirdikten sonra skandalın bittiğini açıkladı. Bu açıklamanın arkasında skandalın gerçekten bittiğine dair inançtan ziyade genel seçim stresinin yattığı söylenebilir. Alman Şansölyesi Angela Merkel ise “Dostlar arasında birbirini dinlemek kesinlikle olamaz” diyerek ABD’ye karşı sert bir tavır almaktan kaçındı. A. Merkel’in bu açıklamalarını ABD pek dikkate almamış görünüyor. Amerikan yönetimi bir yıllık süre içerisinde Almanya’nın endişelerini dindirecek veya konuyla ilgili ilerleme sağlanacak adımları atmayı reddetti. Almanya tarafından ABD’ye gönderilen mektuplar ve soru katalogları yanıtsız kaldı. ABD ve Almanya arasındaki casusluk faaliyetlerini sonlandıracak anlaşma ise imzalanamadı. 2014 yılının temmuz ayında ortaya çıkan casusluk olaylarının ardından ise Almanya, CIA istasyon şefini sınır dışı etme kararı aldı ve Başbakanlık tarafından istihbarat alanındaki işbirliğinin en aza indirilmesi talimatı verdi. Bu çerçevede Alman hükümeti, ABD’nin Berlin Büyükelçiliği’nde bulunan ve ABD gizli servislerinin en üst düzey yetkilisinden ülkeyi en kısa zamanda terk etmesini istedi. Hükümet sözcüsü Steffen Seibert, kararın gerekçesini hem NSA skandalına hem de BND’de ve Savunma Bakanlığı‘nda ortaya çıkan iki ajana dayandırdı. Bir başka deyişle Almanya, CIA’nın Almanya’daki en 58 AĞUSTOS 2014 üst düzey yöneticisinden ülkeyi terk etmesini isterken 2013 yılındaki skandalı da göz önünde bulundurdu. Buna göre Almanya’nın geçtiğimiz yıl ortaya çıkan dinleme skandalı olayında verdiği zayıf tepkiyi telafi etmeye çalıştığı görülüyor. Almanya bu yılki casusluk olaylarında geçtiğimiz yıldan farklı olarak hızlıca skandalın bittiğini açıklamak yerine Başbakanlığa bağlı Devlet Bakanı Peter Altmaier aracılığıyla henüz tehlikenin geçmediğini belirtti. Bu noktada Almanya’nın, geçtiğimiz yılki seçim atmosferini geride bıraktığı ve politika değişikliğine gittiği görülüyor. Hükümetin bu değişikliğe gitmesinde ayrıca Alman Federal Meclisi’ndeki Kontrol Komitesi’nin ve NSA Araştırma Komisyonu’nun, farklı partilerden gelen üyeleri arasındaki farklı görüşlere rağmen skandalın açıklığa kavuşturulması konusundaki istekliliği ve ısrarı etkili oldu. Bunlara ek olarak halkın bu yöndeki talebi, Alman hükümetinin politika değişikliğine gitmesini sağladı. Almanya’nın 2013 yılındaki skandala göre 2014 yılındaki skandala verdiği hızlı ve sert tepki, ABD’nin de dikkatinden kaçmadı. Zira ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi Başkanı Mike Rogers, bu tepkinin Almanlardan değil; Ruslar, İranlılar ya da Kuzey Korelilerden beklenebilecek bir tavır olduğunu ifade etti ve Alman hükümetinin sınır dışı etme tepkisini eleştirdi. CIA yetkilisinden Almanya’yı terk etmesinin istenmesi azımsanacak bir politika tercihi değil. Devletler sıradan olaylar karşısında bu tür yollara başvurmuyorlar. Kural olarak diplomatlar, komşu ülkelerde dokunulmazlıktan faydalanırlar. Dolayısıyla devletlerin diplomatları sorguya çekme imkânları yoktur. Ancak Viyana Sözleşmesi’nin diplomatik ilişkiler konusundaki hükümlerine göre casusluk şüphesi bulunan kişiler “istenmeyen kişi” ilan edilebilir ve bu kişilerden ülkeyi terk etmeleri istenebilir. Örneğin Almanya 2011 yılında Libya Büyükelçisini ve 2012 yılında da Suriye Büyükelçisini sınır dışı etmişti. Ancak ajanlardan söz edildiğinde bu durumun ne kadar sıklıkla yaşandığını tahmin etmek pek mümkün değil. Zira sınır dışı etme işlemi genellikle gizlilik içerisinde ve kamuoyuyla paylaşılmadan gerçekleştirilir. Almanya’da faaliyet gösteren özellikle batılı ajanlar, deşifre olduktan sonra hızlıca ve gizli biçimde ülkelerine geri gönderilirler. Bunun bilinen son örneği Almanya ile ABD arasında 1997 yılında yaşanmış. Söz konusu dönemde ABD’li bir diplomat, Ekonomi Bakanlığı’nda görevli bir memuru angaje etmeye çalışırken tespit edilmiş ve Anayasayı Ko- ruma Teşkilatı’nın soruşturması sonucu diplomatın ülkeyi terk etmesi istenmiş. Her ne kadar söz konusu olay, iki ülke arasında tartışmalara yol açmış olsa da diplomat Almanya’dan sınır dışı edilmiş. 2014 yılındaki olaylar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında iki ülke arasında yaşanan en büyük casusluk krizi olarak görülüyor. A. Merkel’in ABD’ye artık Soğuk Savaş’ta olmadığımızı hatırlatması da bu çerçevede değerlendirilebilir. Bunlara ek olarak Almanya Başbakanı yaptığı açıklamada ABD’yi, kaynaklarını yanlış kullanmakla suçladı. Orta Doğu’daki sorunlar göz önüne alındığında müttefiklere casusluk yapmanın güç israfı olduğunu savunan A. Merkel, Irak’a ve Suriye’ye gönderme yaparak çok fazla sorun bulunduğunu ve önemli olanlara konsantre olmak gerektiğini belirtti. Almanya Dışişleri Bakanı FrankWalter Steinmeier ise ABD’nin, olayın aydınlatılmasını ağırdan aldığını kaydetti ve NSA’nın Almanya’daki faaliyetlerini aydınlatmak üzere Meclis Soruşturma Komisyonu’nun devreye girmesinden sonra ABD’nin hiçbir şey olmamış gibi casusluğa devam etmesini son derece endişe verici bulduğunu söyledi. Dinleme ve casusluk skandalının ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Almanya Dışişleri Bakanı F. W. Steinmeier, İran nükleer müzakereleri sırasında Viyana’da bir araya geldiler. ABD tarafı siyasi işbirliği konusunu ön plana çıkardı ve iki ülkeyi “iyi dostlar” olarak nitelendirdi. J. Kerry’nin bu açıklamalarının altında tam da ABD’nin, Almanya’nın işbirliğinden şüphe etmesinin yattığı söylenebilir. Bunun nedeni A. Merkel’in iktidara gelmesiyle birlikte Almanya’nın, II. Dünya Savaşı’nın ardından benimsediği dış politika anlayışının değişmesi olarak gösterilebilir. Hatırlanacağı üzere II. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya, Avrupa hattında dış politika üretmeye mecbur kalmıştı. Almanya’nın tek başına güçlenmesi ve yükselmesi I. ve II. Dünya Savaşları’na yol açtığı için ABD başta olmak üzere uluslararası aktörler, Almanya ile ilişkilerin işbirliği temelinden yükselmesine karar verdiler. Benzer felaketlerin yeniden yaşanmasını önlemek üzere yeni bir Avrupa sistemi kuruldu ve Almanya bu Avrupa sisteminin bir parçası olarak düşünüldü. Almanya da neden olduğu insanlık dramlarının ardından bu rolü oynamaya bir anlamda mecbur kaldı. Ta ki A. Merkel’in iktidara gelişine dek. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ve iki Almanya’nın birleşmesinin yarattığı belirsizlikler ve sorunlar belirli ölçüde aşılmış olduğu için A. Merkel, 2005 yılında iktidara geldiğin- de yeni bir dış politika vizyonu belirledi. Buna göre Almanya’nın hedefi artık Avrupa’yı aşan şekilde küresel seviyede politika üretmek olarak ortaya çıktı. Almanya’nın küresel seviyede politika üretmesi başta ABD olmak üzere pek çok aktörü memnun etmedi. Ancak Almanya kimi zaman kendi başına kimi zaman da yanına Fransa’yı alarak bu rolü oynamakta ısrarcı olduğunu gösterdi. Ekonomisinin ve sanayisinin gücüne, sanat ve kültür alanlarındaki etkinliği eklemeyi hedefledi. Bunda başarısız olduğunu söylemek oldukça güç... 2008 yılında gerçekleşen NATO Zirvesi’nde Gürcistan’a ve Ukrayna’ya üyelik tarihi verilmemesi, A. Merkel’in dokuz yıllık iktidarı süresince yedinci kez Çin’i ziyaret etmesi, geçtiğimiz günlerde Ukrayna’da meydana gelen uçak kazasından Rusya’nın kısmen sorumlu tutulması gibi farklı gelişmeler, Almanya’nın tek başına küresel sistemde belirleyici olma isteğinin birer yansıması olarak ortaya çıkıyor. Ayrıca casusluk skandalı basına yansıdığında A. Merkel’in Çin gezisinde olduğu hatırlatılmalı. ABD ile Almanya arasındaki siyasi işbirliğinde sorunlar var olmakla birlikte bu güvensizliğin ekonomik alanla ilişkilendirilmediği görülüyor. Taraflar arasında Temmuz 2013’ten beri yürütülen serbest ticaret görüşmeleri devam ediyor ve bu müzakerelerin askıya alınması dillendirilmiyor. Bunun nedeni günümüzdeki ekonomik sistemin, ABD ile Avrupa’ya ayrı hareket etme imkânı tanımaması olarak gösterilebilir. Bu doğrultuda taraflar arasındaki işbirliği derin bir güvene ve yakın bir dostluğa değil; sistemden kaynaklanan yapısal endişelere dayanıyor. Bu sistemde aktörler, bloklar halinde hareket etmeye ve blokların işbirliği alanlarını genişletmeye zorlanıyorlar. Buna göre farklı konulardaki “güvensizlikler” ile “müzakereler” bir arada söz konusu oluyor ve aktörler bu süreçleri ayrı ayrı yönetmek durumunda kalıyorlar. Bir anlamda A. Merkel de farklı alanlardaki ilişkilerini farklı aktörlerle düzenlemeye ve geliştirmeye çalışıyor. Ekonomik alandaki işbirliğinden hiçbir şekilde taviz verilmeden Almanya’nın, küresel ölçekte siyaset üretebileceği alanlar genişletilmeye çalışılıyor. Bu çabalar devam ederken bazı dostlarla belirli çatışmaların yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu rekabetten kimin hangi yöntemle avantajlı çıkacağı ise uluslararası sistemin geleceğine dair ipuçları verecek. Bu sırada 2014 Dünya Kupası’nı kazanmak, Almanya’ya bayağı moral vermiş olmalı. AĞUSTOS 2014 59 DIŞ POLİTİKA TÜRKİYE - ÖZBEKİSTAN İLİŞKİLERİNİN YENİ SAYFASI: ANLAYIŞ VE GELİŞTİRME Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 10-12 Temmuz 2014 tarihleri arasında Özbekistan’a yaptığı ziyaret ikili ilişkiler açısından bir dönüm noktası olarak nitelendirilmektedir. Zira Türkiye ile Özbekistan arasında 13 yıl aradan sonra Dışişleri Bakanları düzeyinde önemli bir temas gerçekleşmiştir. Bu ziyaretin çeşitli nedenlerden durağan bir hal alan ikili ilişkileri yeniden canlandırmayı ve iki ülke arasındaki diyalog ve istişare kanallarını yeniden işler hale getirmeyi hedeflediği açıklanmıştır. Ancak Özbekistan’ın kendine özgü politik anlayışı ve tutumu ikili ilişkilerin gidişatını etkileyebilecektir. Özbekistan’ın Ulusal Çıkarları ve Politik Tutumu Ö zbekistan da, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri içinde ekonomik ve askerî açıdan büyük ve önemli ülkedir. ABD’nin jeopolitik uzmanı Zbigniew Brzezinski, Özbekistan’ı Orta Asya’da liderlik oynamak için ilk tercih edilen ülke olarak ni- 60 AĞUSTOS 2014 Dışşler Bakanı Ahmet Davutoğlu yaptığı zyarette, “Türkye-Özbekstan lşkler nşallah önümüzdek yıllarda örnek gösterlecek lşkler arasına grecektr” dye konuşurken, Türkye’nn bundan sonra Özbekstan’a daha fazla önem vereceğn fade etmşt. telemektedir (“A Geostrategy for Eurasia”, Foreign Affairs, 1997). Büyük Orta Asya kavramını yaratan ABD’nin Orta Asya uzmanı S. Frederick Starr de, Özbekistan’ı Avrasya bölgesinin istikrarını etkileyen özel bir ülke (“Making Eurasia Stable”, Foreign Affairs, 1996) olarak tanımlamaktadır. Taşkent’e de, Orta Asya bölgesinin merkezi konumdaki geleneksel güç olarak bakmakta ve bunu gerçekleştirebilmek için çabalamaya çalışmaktadır. Tarihsel açıdan, Orta Asya’nın kalbi olan Maveraünnehir’in en mümbit alanında konumlanan Özbekistan, bölge medeniyetinin en yüksek seviyesini temsil etmekteydi ve dinî ve kültürel boyutuyla hâkim durumdaydı. Bugün bu tarihsel mirasın üzerinde oturan Özbekistan bölge nüfusunun neredeyse 1/3’nü oluşturmaktadır, esas etnik unsur olan Özbeklerin homojenlik ve çekim kuvveti yüksektir. Özbeklerin Afganistan dâhil bütün Orta Asya’ya yayılmış olması onun bölgedeki jeostratejik ve jeokültürel konumunu güçlendirmektedir. Özbekistan’ın bu özel durumuna Çarlık Rusya ve özellikle Bolşevikler ile Sovyetler yönetimi tarafından önem verilmiş, bölgedeki yönetim ve kültürel etkinlik Özbekistan üzerinden sağlanmıştır. Aynı şekilde Özbekistan’ın bu özel konumu, ABD, AB ve Çin gibi büyük güçler açısından Rusya’nın ve İslami güçlerin bölgeye yönelik etki sağlamasını dengeleyebilecek potansiyel bir güç olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla Özbekistan büyük güçlerin potansiyel müttefik gücüdür. Fakat Özbekistan’ın bağımsızlığından bu yana Taşkent potansiyel gücünü değerlendirme konusunda pek başarılı olamamış, ayrıca, diğer güçlerin ekonomik ve askeri desteklerle Özbekistan’ın istikrarını ve dolayısıyla bölgenin istikrarını sağlama girişimleri de sonuç vermemiştir. Dışarıdan bakıldığında Taşkent’in otoriter yönetiminden kaynaklanan bir takım olumsuz sonuçlar vardır. Demokrasi ve insan hakları gibi değerlerden uzak olması ve toplumun yönetime karşı rahatsızlık duyması, toplumsal ve siyasal ortamının karmaşık olması, güvenlik alanında kırılgan olması ve en önemlisi dış politikasının belirsiz olması uluslararası toplumun dikkatini çektiği gibi, büyük güçlerin kendi çıkarı nedeniyle Özbekistan’a daha fazla ilgi duymasına yol açmaktadır. İç siyaset açısından Özbekistan’a bakılacak olursa ilk önce, 1989 yılından bu yana kendisine has bir yönetim sistemi oluşturan İslam Kerimov görülecektir. Ancak Kazakistan’da olduğu gibi Özbekistan’da da rejim veraset sorunu ile yüz yüzedir. Kazakistan’da iktidarın sorunsuz bir şekilde el değiştirmesini sağlayacak siyasal rejimin parlamenter sisteme geçip geçmemesi hususunda tartışma yapılmasına izin veriliyor ise de, Özbekistan’da bu tür tartışmalara bile izin verilmemektedir. Özbekistan’da bütün kararları Cumhurbaşkanı ve onun kurmayları vermektedir. Özbekistan’da seçim mekanizması henüz mümkün görünmediği için bu durum, siyasî ve ekonomik elitler arasında oluşan dengeleri kolayca bozabilmektedir. Söz konusu belirsizlikler, İslam Kerimov sonrası elit kesim arasında bölünme ve çatışma sorunlarını beraberinde getirebilir. Dış güçler bu fırsatları kullanarak daha fazla kargaşa yaratabilirler. Benzer durum Kırgızistan’da yaşanmıştır. Özbekistan yaklaşık 30 milyon nüfusa sahiptir ve 129 çeşit millet bunmaktadır: Özbekler % 80, Ruslar % 5.5, Tacikler % 5-5.5, Kazaklar % 3, Karakalpaklar % 2.5, Tatarlar % 1.5, Uygurlar % 1.7 ve diğerleri % 2.5 olarak görünmektedir. Özbekler dâhil bu etnik kökenlerin çoğunun komşu ülkelerin ana toplulukları ile aynı olmasının yarattığı sınır ötesi etnik sorunlar da vardır. Ayrıca, Özbekistan’ın siyasal ve toplumsal meseleleri, ekonomik kalkınma ve istikrarın sağlanması sorunları ile birlikte, Özbekistan İslami Hareketi, İslami Cihat Birliği ve Hizbut-Tahrir gibi yönetim karşıtı dini örgütlerin tehditleri de dikkat çekmektedir. Bu bağlamda Taşkent yönetimi ülkenin siyasal ve toplumsal istikrarının sağlanmasına öncelik vermektedir. Özbekistan’ın dış politika tutumu ve diplomasi girişimleri de dikkat çekicidir. Taşken imkân olduğu kadar dış ortaklara karşı kendi değerini artırmaya çalışmaktadır, bu ortaklarla olan ilişkileriyle kendi AĞUSTOS 2014 61 konumunu güçlendirmeye gayret göstermektedir. Ancak aynı zamanda söz konusu ortakların içişlerine karışmasından kaçınmaktadır ve manevra alanını daima korumaya çalışmaktadır. Taşkent’in bu tür dış politikası zaman zaman tutarsızlık olarak değerlendirilmiştir. Bu durum, aslında Taşkent’in Rusya, Batı ve Çin gibi büyük güçlere karşı sürdürdüğü dış politikasında şaşmaz ilkelerinin bulunduğunu göstermektedir. O da Taşkent’in kendi eylem ve kararlarını sürdürebilmek için maksimum özgürlüğünün korunmasıdır. Örneğin Rusya ile olan ilişkilerinde Taşkent daha çok karşılıklı yükümlülük ve kısıtlama sınırlarının açık olduğu ikili ilişkileri tesis etmek istemektedir. Taşkent, Rusya’nın önderliğindeki bölgesel örgütlerde kendi çıkarları ve tutumu ile aykırı durum yaşanan sorunlar üzerinde uzlaşmayı ya da işbirliği yapmayı bir çeşit tehdit olarak algılamaktadır. Taşkent, 1999 yılında Moskova’nın önderliğindeki Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) bünyesindeki Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nden ayrılmıştı. Nedeni de söz konusu örgütün üye ülkelere askerî müdahale yapabilmesi ve bunun da Özbekistan’ın anayasasına aykırı olmasıydı. Taş- 62 AĞUSTOS 2014 kent, bu örgüte 2006 yılında tekrar üye olurken, 28 Haziran 2012’de tekrar bu örgütten ayrılmıştır. Aralık 2013’te Özbekistan BDT Serbest Ticaret Bölgesi’ne üye olacağını beyan etmiştir. Özbekistan, Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nden ayrılır ayrılmaz Rusya’dan uzak ve Batılıların desteklediği GUAM (GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü) örgütüne üye olmuştu. Aralık 2005’te ise bu örgütten de ayrılmıştı. Bu gelişmeler aslında 13 Mayıs 2005’te meydana gelen Andican Olayları ile ilgiliydi. Batılıların insan hakları ve demokrasi baskısından dolayı Taşkent yönetimi Moskova ve Pekin’e dönüş yapmıştı. Andican Olayları sonrası, 29 Temmuz 2005’te Taşkent yönetimi ABD’nin Özbekistan’daki Karşi-Hanabad askerî üssünü altı ay içerisinde boşaltmasını istemiş ve ABD kuvvetleri bu üsten ayrılmak zorunda kalmıştı. Özbekistan, Ekim 2005’te Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından oluşturan Avrasya Ekonomi Topluluğu’na üye olmuş ve Kasım 2008’de geçici olarak bu topluluktan ayrılmıştır. Özbekistan, Kasım 2009’da bazı konular üzerinde anlaşamadığı için Orta Asya Birleşik Enerji Sistemi Projesi’nden de ayrılmıştır. Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi olan Özbekistan, Örgüt’ün Eylül 2010’daki ortak askerî tatbikatlarına da iştirak etmezken sadece gözlemci sıfatıyla katılmıştır. Bütün bu gelişmeler Taşkent’in Rusya’nın önderliğindeki Orta Asya entegrasyonu sürecine karşı olumsuz bir tutum benimsediğini göstermektedir. Aynı şeklide ABD’nin Orta Asya müdahalesi ve Çin’in Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde bölgedeki etkisini derinleştirmesine de karşıdır. Şanghay İşbirliği Örgütü zemininde Çin’in Rusya’nın bölgesel etkisini dengeleyebildiği ve Rusya-Çin stratejik işbirliği ortaklık ilişkileri bölgenin istikrarına katkılarda bulunduğu için askerî faaliyetler dışında Taşkent, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün diğer faaliyetlerine güvenle katılmaktadır. Üstelik Çin’in Özbekistan’ın jeostratejik konumuna ve rejimin hassasiyetine önem vermesi, enerji alanında yapılan işbirliği ve Özbekistan’ın kalkınması için yapılan yatırımlarla ilişkilerini belli bir düzeyde tuttuğu için TaşkentPekin arasında oluşan iyi ilişkiler, Şanghay İşbirliği Örgütü üzerinde de olumlu etkide bulunmuştur. Umumiyetle Özbekistan’da egemenliğin mutlak üstünlüğü ilkesini görmek mümkündür. Bu bağlamda Özbekistan, devlet üstü mekanizmalardan uzak Cumhurbaşkanı Kermov, Türkye’nn başarılarından gurur duyduklarını, Türkye-Özbekstan lşklernde mevcut olan durumun k ülkenn değl, düşmanların yararına olduğunu, dünyadak büyük ülkelern, dğer devletlern brbrne yakınlaşmaması çn çaba sarf ettklern, artık k ülke arasında karşılıklı güven ve saygıya dayanan lşkler nşa etme zamanının geldğn ve k ülke arasında geçmşte yaşanan hataların ynelenmemes gerektğn belrtmştr. durmakla kendi çıkarlarını kollektif örgütlerin menfaatleri üstünde tuttuğunu göstermektedir. Taşkent’in bu tutumu komşu ülkelerle olan ilişkilerine de yansımaktadır. Özbekistan bölgede Kazakistan ile liderlik yarışındadır. İki ülke arasında normal iktisadi-ticari ilişkiler olmasına rağmen, Cumhurbaşkanı Kerimov’un eserlerindeki görüş ve fikirlerinde, bölgesel faaliyetlerindeki davranış ve duruşunda bu yarışmayı görmek mümkündür. Özbekistan, su ve sınır ihtilaflarından dolayı doğalgaz fiyatını arttırmakla Kırgızistan’a yönelik baskı oluşturabiliyor, Tacikistan’ı da doğalgazı kesmekle tehdit edebiliyor. Kazakistan-Özbekistan, Kırgızistan-Özbekistan ve Tacikistan-Özbekistan arasında su sorunu hâlâ yaşanmakta ve çözüm yöntemi üzerinde anlaşılamamaktadır. Sovyetler döneminden kalma Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan arasındaki enklav sorunu da Taşkent’in diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerini zaman zaman germektedir. Sorunlu Türkiye-Özbekistan İlişkileri Türkiye, Özbekistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden olmasına rağmen ikili ilişkilerinde bir dizi sorunlar yaşanmıştır. Bu olumsuz ilişkiler, Türkiye’nin üye olduğu Ekim 1992’de kurulmuş Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi’ne (Ekim 2009’da Türk Konseyi adını almıştır) de yansımıştır. Andican Olayları sonrasında 2006 yılında düzenlenen 8. Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi’ne Özbekistan katılmamaya başlamıştır. Aslında Özbekistan Türkçe konuşan ülkelerle işbirliği ve entegrasyona karşı olmadığı gibi 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önerdiği Türk Cumhuriyetleri Ortak Pazarı fikrine de karşı değildi. Ancak Türkiye-Özbekistan yakın ilişkileri Özbekistan Cumhurbaşkanı Kerimov’un 1999 yılındaki Türkiye ziyaretinden sonra gerginlik dönemine girmiştir. Ankara, Özbek muhaliflerini Türkiye’de barındırmakla suçlanmıştır. Özbek muhalif liderlerden Muhammed Salih, 1993 yılının ilkbaharında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın davetiyle Türkiye’ye gelmiş ve belli bir süre Türkiye’de kaldıktan sonra Taşkent’in baskısıyla Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmıştı. 16 Şubat 1999’da Cumhurbaşkanı Kerimov’a yönelik Taşkent’te düzenlenen bombalı suikast olayına bir Türkiye vatandaşının da iştirak ettiği ileri sürülerek Özbekistan-Türkiye ilişkileri gerginliğe girmiştir. Taşkent yönetimi Türkiye’de eğitim almakta olan Özbek öğrencileri geri çekmiştir. Özbekistan’da faaliyet gösteren cemaat okulları da radikal İslam ideolojisini aşıladığı suçlamasıyla önce sıkı denetime tabi tutulmuş ve sonra bu okullar irticai faaliyetleri sürdürdüğü gerekçesiyle kapatılmıştır. Türkiye’nin Mayıs 2005’te Andican olayı ile ilgili BM Güvenlik Konseyi’nde Özbekistan aleyhine oy kullanması Taşkent’i daha da kızdırmıştır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun belirttiğine göre, iki ülke ilişkilerinde 2006’dan bu yana yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan bir durağanlık yaşanmış ve ilişkilerin tekrar istenilen düzeye çıkması için yoğun diplomasi yürütülmüştü. Eylül 2012’de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, New York temasları çerçevesinde Özbekistan Dışişleri Bakanı Abdulaziz Kamilov ile bir araya gelerek iki ülke arasındaki ilişkilerin tüm boyutları üzerinde bir görüşme yapmıştır. İki Bakanın görüşmeleri ilerleyen süreçte devam etmiştir. Mayıs 2014’te Çin’in Şanghay şehrinde yapılan Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı 4. Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün özel temsilcisi sıfatıyla katılan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Özbekistan Dışişleri Bakanı Abdulaziz Kamilov ile tekrar görüşmüştür. İkili ilişkilerin ısınması için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da devreye girmiştir. Şubat’ta Soçi-2014 Kış Olimpiyat Oyunları açılış töreni için Soçi’ye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov ile kısa bir görüşme yapmıştı. Görüşmede ikili ilişkiler ele alınmış ve mevcut ilişiklerin güçlendirilerek geliştirilmesi gerektiğine vurgu yapılmıştı. Bu görüşme Başbakan Erdoğan’ın 2003’te Özbekistan’a yaptığı ziyaretten bu yana iki AĞUSTOS 2014 63 istikrara kavuşur” ifadesi Ankara’nın sadece ikili ilişkilere değil, aynı zamanda daha geniş bölgesel politikalara önem verdiğine işaret etmektedir. Bu durum, büyük güçlerin Özbekistan’ın bölgedeki özel konumuna önem verdiği gibi Ankara’nın da bunun farkında olduğunu göstermektedir. ülke arasında üst düzeyde yapılan ilk temas olarak bilinmektedir. Hemen akabinde ikili ilişkiye yeni ivme kazandırmak için Başbakan Erdoğan Özbekistan’a yeni Büyükelçi atamıştı. Şubat 2014’te Türkiye’nin Taşkent’e atanan yeni büyükelçisi Namık Güner Erpul güven mektubunu sunmak üzere Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov tarafından Cumhurbaşkanlığı köşkünde kabul edilmişti. Özbekistan Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamada, iki ülkenin de çıkar amaçlı tüm alanlarda ilişkileri birlikte geliştirmeden yana oldukları dile getirilmişti. Büyükelçi Erpul ise, Türkiye ve Özbekistan ilişkilerinin daha da geliştirilmesi için çaba harcayacağını ifade etmişti. Neticede Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Özbekistan ziyaretinin iki ülke ilişkileri açısından yeni bir sayfa açılmasına vesile olacağı gözükmektedir. Bakan Davutoğlu’nun ifadesiyle “ikili ilişkilerin durağan dönemi artık bitmiştir.” Türkiye-Özbekistan İlişkilerinde Yeni Sayfa Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yaptığı ziyarette, “Türkiye-Özbekistan ilişkileri inşallah önümüzdeki yıllarda örnek gösterilecek ilişkiler arasına girecektir” diye konuşurken, Türkiye’nin bundan sonra Özbekistan’a daha fazla önem vereceğini ifade etmişti. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Özbekistan Cumhurbaşkanı Kerimov ile yaptığı görüşmede “Özbekistan ve Türkiye işbirliği içinde olursa Asya 64 AĞUSTOS 2014 Cumhurbaşkanı Kerimov, Türkiye’nin başarılarından gurur duyduklarını, Türkiye-Özbekistan ilişkilerinde mevcut olan durumun iki ülkenin değil, düşmanların yararına olduğunu, dünyadaki büyük ülkelerin, diğer devletlerin birbirine yakınlaşmaması için çaba sarf ettiklerini, artık iki ülke arasında karşılıklı güven ve saygıya dayanan ilişkileri inşa etme zamanının geldiğini ve iki ülke arasında geçmişte yaşanan hataların yinelenmemesi gerektiğini belirtmiştir. Bakan Davutoğlu’nun Özbekistan ziyareti Özbekistan basınında geniş yer almamasına rağmen, Cumhurbaşkanı Kerimov’un Türkiye ile yakın ilişkileri tesis etmekte istekli olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ancak daha önce yapılan hatalara vurgu yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Kerimov’un belirttiği hata ise, daha önce Türkiye’nin Taşkent’in siyasal hassasiyetine önem vermemesiydi. Özbekistan’ın siyasal hassasiyetini dikkate alarak ikili ilişkilerini güçlendirerek sürdüren Çin, Güney Kore ve Japonya gibi ülkeler de vardır. Tabii Özbekistan’ın bu ülkelerin yatırım ve teknoloji intikaline de ihtiyacı vardır. Bu ülkeler de Özbekistan’ın stratejik enerjisine ilgi duymaktadır. Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun-hye 16-21 Haziran’da Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ı ziyaret etmişti. Cumhurbaşkanı Kerimov ile Başkan Park, Özbekistan’da doğalgaz ve elektrik istasyon işbirliği projeleri üzerinde görüşmüşler ve ortak bildiri yayınlamışlardır. Güney Kore’nin bu ülkede 418 firması ve 18 temsilciliği bulunuyor. İki ülke arasında ticaret hacmi ise 2 milyar 121 milyon dolar dolayında seyrediyor. Güney Kore sürdürmekte olduğu Avrasya Girişimi (Eurasian Initiative) projesini Cumhurbaşkanı Kerimov ile görüşerek olgunlaştırma çabası içindedir. Avrasya Girişimi, Başkan Park Geun-hye’nin Avrasya ülkeleri arasındaki ekonomik işbirliğini geliştirmek ve Güney Kore’nin dış ticaretini arttırmak, Kuzey Kore’nin dışa açılımını teşvik etmek ve Kore Yarımadası’nda gerginliği ortadan kaldırmak ile ilgili bir projesidir. 15-18 Temmuz’da Japonya Dışişleri Bakanı Kishida Fumio Kırgızistan’ı ziyaret edecek ve diğer Orta Asya ülkeleri (Özbekistan, Kazakis- tan, Tacikistan ve Türkmenistan) Dışişleri Bakanları ile Bakanlar düzeyinde bir görüşme gerçekleştirecektir. Japonya Başbakanı Shinzo Abe de ağustos ayında Orta Asya ülkelerine bir ziyaret planlamakta, bu doğrultuda müzakereler yapılmaktadır. Güney Kore ile Japonya liderlerinin Orta Asya ziyaretleri aslında Orta Asya ülkeleri arasındaki rutin bir faaliyettir. 2015 yılından itibaren Özbekistan, Güney Kore ve Japonya’ya doğal uranyum ihracatını arttırmaya karar vermiş ve Güney Kore’ye yılda 300 ton olan doğal uranyum ihracatını 500 tona yükselteceğini beyan etmişti. Bu kapsamda her yıl Japonya’ya da aynı miktarda doğal uranyum ihracatı yapılacağı da açıklandı. İlgili anlaşmalar eylül ayında imzalanacaktır. Özbekistan’da kanıtlanmış uranyum rezervi dünyada ikinci sıradadır ve Özbekistan 120 milyon dolar yatırarak doğal uranyumun üretim ve ihracat kapasitesini artırmaktadır. Özbekistan, Güney Kore ve Japonya ile ikili stratejik ortaklığı ve ekonomik işbirliği projelerini derinleştirmeyi, yenilenebilir enerji, teknoloji, inşaat ve altyapı, fiber gibi alanlarda işbirliğini arttırmayı hedeflemektedir. Aralık 2009’da Orta Asya-Çin doğalgaz boru hattının inşasının tamamlanmasıyla birlikte Çin ile arasında önemli bir transit ülke kalmamış, Özbekistan doğalgaz tedarikçisi ülke konumuna gelmiştir. Çin-Özbekistan ilişkileri bu tarihten beri bölgesel işbirliği, enerji işbirliği ve Özbekistan’ın kalkınması için Çin yatırımı gibi çalışmalarla giderek güçlenmiştir. Ayrıca, Rusya’nın da Özbekistan’a yatırımları artırmakta ve iki ülke arasındaki ekonomik işbirliği güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle Rus Lukoil enerji şirketinin 2012 yılından buyan 5 milyar dolar yatırım yapmasına ve enerji işbirliğini geliştirme projelerinin masaya yatırmasına rağmen Rusya-Özbekistan ilişkileri bazı şüphelerden dolayı beklendiği düzeyde değildir. Diğer güçler de Özbekistan’a yönelik pragmatik politika uygulamaya çalışmaktadır. Obama Hükümeti’nin Özbekistan’a yönelik anti demokrasi ve insan hakları ihlal suçlamasının dozajını düşürmüş olmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. AB de daha önce Andican Olaylarına yönelik uluslararası inceleme talebini geri çekmişti, Ekim 2009’da 2005 yılından beri Özbekistan’a uyguladığı yaptırımları (konvansiyonel silah ambargosu, Özbekistan üst düzey yetkililerine vize yasağı v.s.) da kaldırmıştı. Bu durum 2014 yılının sonunda ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’dan çekilmesiyle birlikte Özbekistan’ın bölgedeki önemini artırma ihtimaline dönük bir tedbir olarak okunabilir. Orta Asya’da Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin Rusya’nın çaba gösterdiği Gümrük Birliği (Avrasya Ekonomik Birliği) ve Avrasya Birliği projesine sıcak bakması Özbekistan’ı, Rusya’nın dışındaki güçlerle işbirliği yapma arayışına sevk edebilir. Bu durumda Özbekistan Cumhurbaşkanı Kerimov’un dış politika ekseninde değişiklikler yapacağı ve bölgedeki özel konumunu korumak için işbirliği yaptığı ortaklarına olan bağımlılığını da azaltmaya çalışacağı muhtemeldir. Bu da Özbek liderinin olgunlaştırılmış stratejik eylemi olacaktır. Neticede, Özbekistan’ın bölgede etkili olabilmek için büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyduğu gibi, diğer güçler de Orta Asya politikalarını oluşturmak ve Orta Asya’daki konumlarını pekiştirmek için Özbekistan ile güçlü bir ilişki tesis etmeye ihtiyacı vardır. Türkiye-Özbekistan ilişkileri de yukarıdaki durum ve olgulara önem verilmesi halinde güçlenebilir ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilir. Özbekistan Lideri Kerimov’un Türkiye ziyareti ve Türk Konseyi’ne iştirak etmesi Türkiye-Özbekistan ilişkilerinin normalleştiğinin bir göstergesi olacaktır. AĞUSTOS 2014 65 DIŞ POLİTİKA S uriye’de üç yılı aşan iç savaş hala sürerken, diğer komşumuz Irak, bölgenin yeni ve gayri resmi aktörü IŞİD saldırıları ile sarsılıp Irak Kürtleri ayrılık açıklamaları yaparlarken, İran fırtına öncesi sessizlik yaşarken, Libya’da Batı destekli darbe girişimleri olurken, Mısır’da geçen yıl darbeyle yönetimi ele geçiren Sisi zulmü varken, Ukrayna’nın fiilen ikiye bölündüğü sırada ve Gazze’de Siyonist İsrail’in soykırım savaşı devam ederken, Türkiye 12. cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanıyor. Türkiye her cumhurbaşkanı seçimi sürecinde sıkıntılar ve sancılar yaşayan bir ülke. Ancak belki de tarihinde ilk defa içerde sakin bir havada cumhurbaşkanı seçimine gidiliyor. Adaylar kendilerini halka anlatıyorlar. Paralel örgütün etkisiz numaralarını bir yana bırakacak olursak ilk defa siyaset dışı aktörler gayrimeşru saldırılar yapmıyorlar veya yapamıyorlar. Seçim çalışmaları tabii seyrinde ilerliyor. Ancak bunu bozma gayretleri var. Özellikle paralel yapının ve PKK içindeki çözüm karşıtı kesimin seçim öncesi sabotaj ve provokasyon hazırlıkları içinde olduğu da biliniyor. İki kesimin de özellikle Kürt seçmenin Tayyip Erdoğan’a oy vermesini önleme çabası içinde oldukları sır değil. İçerde bunlar olurken, yukarda da belirttiğimiz gibi çevremiz tam bir ateş çemberi. Savaşlar, iç çatışmalar, kaos, kargaşa, belirsizlik ve istikrarsızlık… Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi YENİ DÜNYA SAVAŞINDA BAŞKOMUTAN KİM OLACAK? Bölgemizdeki farklı ülkelerde yaşanan bu savaşlar ve çatışmalar, farklı farklı sebeplere dayanıyormuş gibi görünseler de aslında birbirlerinden bağımsız gelişmeler değiller. Olayların arka planda bir noktada birbirleri ile güçlü ilişkileri var. Bu yaşananlar, aslında yeni bir dünya savaşının görüntüleri ve yansımalarıdır. Büyük bir dünya savaşı başladı bile. Bu büyük savaşta görünmeyen arka planda aslında iki blok çatışıyor. Bu büyük savaşın cepheleri, bölgemizde çok geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda. Sudan’da olanlarla Suriye’de olanlar, Nijerya’da olanlarla Afganistan’da olanlar, Ukrayna’da olanlarla Irak’ta olanlar, Mısır’da olanlarla Türkiye’de olanlar, Gazze’de olanlarla Libya’da olanlar birbirleriyle bağlantılı. Peki Savaşın Arka Planındaki İki Blokta Kimler Var? Yeni dünya savaşında Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar savaşıyorlar. Müslümanlar 20. yüzyılın 66 AĞUSTOS 2014 Yen dünya savaşında Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar savaşıyorlar. Müslümanlar 20. yüzyılın başında kend topraklarını şgal ederek buralarda kukla yönetmler kuran Batı’ya karşı syan etmeye başladı. 2010’dan sonra Tunus’ta, Mısır’da, Lbya’da, Yemen’de ve Surye’de başlayan ayaklanmalar bunun çnd. Batı se bu bölgedek varlığını her şeye rağmen terk etmek stemyor. Esks gb devam etmek styor. İşte bu k zıt talep adı konulmamış büyük br dünya savaşını başlattı ble. başında kendi topraklarını işgal ederek buralarda kukla yönetimler kuran Batı’ya karşı isyan etmeye başladı. 2010’dan sonra Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Yemen’de ve Suriye’de başlayan ayaklanmalar bunun içindi. Batı ise bu bölgedeki varlığını her şeye rağmen terk etmek istemiyor. Eskisi gibi devam etmek istiyor. İşte bu iki zıt talep adı konulmamış büyük bir dünya savaşını başlattı bile. Bunun için her ülkede zahirde ayrı ayrı sebeplere dayanıyor gibi görünen hadiseler, arka planda tamamen birbirleri ile ilişkili. Batı bu ülkelere kendi ordularını göndererek açık bir savaş ilanı yapmıyor. O ülkelerde kontrolünü elinde tuttuğu kesimler üzerinden bir vekâlet savaşı yürütüyor. Türkiye’ye karşı yapılmakta olan savaşın vekâletini Pensilvanya örgütü taşeron olarak seleflerinden devralmış durumda. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Suriye, Mısır ve Libya gibi ülkelerde de yerli taşeronlar mevcut ve Batı adına bu ülkelerdeki savaşları yürütüyorlar. Ama elbette her ülkede yaşanan iç çatışmalar veya savaşların arka planını görmemizi zorlaştıran dâhili sebepler AĞUSTOS 2014 67 ve gerekçeler de mevcut. Batı bu ülkelerin içindeki belli grupları, belli aktörleri kullanarak dolaylı bir savaş yürütüyor. Batılı devletler dış politikalarını, Türkiye dâhil olmak üzere Müslüman ülkelerde normal kanallardan çok psikolojik harekâtlarla yürütüyorlar. Bunu devlet altı gruplar ve devlet dışı aktörlerle kurdukları ilişkilerle sağlıyorlar. Türkiye’deki paralel yapılanma böyle bir realitedir. Bu savaş, kendi cemaat alt yapısına da büyük zarar verdiği (ve vereceği kesin olduğu) halde, paralel yapı zahiren savunduğu değerlere, katiyyen aykırı emelleri olan müvekkilinin çıkarları uğruna intihar saldırısı yapıyor. Büyük Savaşta Batıyı Çok Zor Günler Bekliyor! Ülkelerin içinde vekâleten çarpışan gruplar ve aktörler gerideki gerçeği görmemizi zorlaştırıyor. Fakat farklı ülkelerdeki bu savaşların arka plandaki esas aktörleri giderek deşifre olmaya başladılar. Bu tezahürler, Batıyı ve destekçilerini, tehlikeli bir sürece ve kendileri açısından çok vahim gelişmelere hızlı bir şekilde yaklaştırıyor. Bugün Avrupa’da 21 milyon, Rusya’da 27 milyon, ABD’de 29 milyon, Çin’de 130 milyon, Hindistan’da 180 milyon civarında Müslüman yaşıyor. İletişimin bu denli geliştiği günümüzde dünyanın bir ucunda meydana gelen gelişmeler, yer kürenin öbür ucunda anında duyuluyor. Batının haber ajansları ve medya üzerinden gündemi zehirleyerek tek başına gündem belirleme ve haberleri çarpıtma konusundaki mahareti de eskisi kadar güçlü değil artık. Haberleşmenin çeşitliliği ve alternatiflerin mevcudiyeti gayrimüslim dünyanın kuvvetini ve etkisini her geçen gün azaltıyor. Şu sıralar Müslüman dünyasındaki her türlü olumsuz görüntülere rağmen arka planda muhteşem İslami bir uyanış yaşanıyor. ABD’de, Avrupa’da, Rusya’da, Çin’de ve Hindistan’da yaşamakta olan Müslümanlar, Afganistan’da, Pakistan’da, Sudan’da, Somali’de, Mısır’da, Suriye’de, Libya’da yapılanları yakinen takip ediyorlar. Bu durum hızlı bir bilinçlenmeye ve kuvvetli bir dayanışmaya doğru evriliyor. Müslüman Ülkelerde Başlayan Savaşlar, Batıya ve Doğuya Yayılabilir Bu gelişme, yakın gelecekte Batı ve İslam karşıtı yönetimlerin başını en fazla ağrıtacak bir sonucu doğurabilir. O ülkeler bunun farkında oldukları için kendilerince muhtemel gelişmeleri engellemek için çeşitli tedbirler almaya çalışıyorlar. İsrail’in son Gazze saldırılarının gizli amaçlarından biri de budur. Fakat devletlerin politikaları ve Müslümanlara bakışları olumlu yönde değişmedikçe bu tehlikeyi ortadan kaldırmak mümkün görünmüyor. Bu durum, çeşitli cepheleri açılmış olan yeni dünya savaşının, Orta Doğu ile sınırlı kalmayıp Avrupa, ABD, Rusya, Çin ve Hindistan dâhil dünyanın her yerine yayılması anlamına geliyor. Muhtemelen önümüzdeki üç beş sene bu hadiseleri en sıcak haliyle yaşayacağız. Batının Bir Asırdır Uyguladığı Savaş Yöntemleri Tersine Dönebilir! Batı, ilişkili olduğu kesimler eliyle İslam dünyasının içini karıştırıp, Müslüman halkları birbirine düşürürken, acaba kendi içindeki bu kadar çok Müslümanın artık bu acılar dayanılmaz bir noktaya geldiğinde ayağa kalkmayacağını mı zannediyor? Batının bugüne kadar Müslümanlara yaptıklarının hesabının sorulmayacağını mı düşünüyor? Kendi oynadığı oyunların ve sofistike savaş yöntemlerinin bir gün kendi içine de döneceğini ve Batı ülkelerini cehenneme çevireceğini hiç hesap etmiyor mu? Vahşi Batı açısından bu tehlike hızla büyüyor! Ölüm ve zulüm arasına sıkışmış Müslümanların daha fazla kaybedeceği bir şey kalmadıysa kendi onuru için elindeki son sermayeyi de kullanmaktan başka yolu da kalmıyor. Ölümü göze almış bir insanın atom bombası kadar tehlikeli olabileceğini 10 Ağustos’ta halkımız, sadece Türkye’nn cumhurbaşkanını seçmeyecek. Türkye’y ve İslam dünyasını, başlayan ve büyüyecek olan bugünkü savaşta sevk ve dare edecek, orduya başkomutanlık yapacak kudretl br lder seçmş olacak. 68 AĞUSTOS 2014 unutmamak gerekir. Hem İslam dünyasında hem de Batıda yaşayan Müslümanlarda basınç çok yükselmiş vaziyette. Eğer bu basınç daha da artarsa meydana gelecek patlama yer küreyi perişan eder. İslam karşıtı gayrimüslim devletler ve Müslümanları yöneten vurdumduymaz liderler şimdiki halleri ile devam ederlerse olacakların altından asla kalkamazlar. Yeni Cumhurbaşkanı Ne Yapacak? Dünya açısından böyle büyük hadiselerin çok büyük bir ihtimal dâhilinde olduğu şu süreçte Türkiye’de cumhurun başı ve ordunun başkomutanı olacak kişinin bu döneme liderlik edebilecek nitelikte ve kabiliyette olması gerekir. Sadece bürokratik işlemleri takip edecek ve rutin protokol toplantılarına katılacak cumhurbaşkanı profili, Yeni Türkiye’yi taşıyamaz. 10 Ağustos’ta halkımız, sadece Türkiye’nin cumhurbaşkanını seçmeyecek. Türkiye’yi ve İslam dünyasını, başlayan ve büyüyecek olan bugünkü savaşta sevk ve idare edecek, orduya başkomutanlık yapacak kudretli bir lider seçmiş olacak. AĞUSTOS 2014 69 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri İlkler ve Seçim Vaatleri Dr. Murat Yılmaz 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçiminin Anlamı; Erken Bir Analiz Doç. Dr. Kudret Bülbül İki Yol Var Demiştin, Hangisini Seçeyim? M. Kürşad Birinci 1982 Anayasası ve Seçimli Cumhurbaşkanlığı Prof. Dr. Haluk Alkan Geriye Dönüşü Olmayan Yol Orhan Miroğlu Kırmızı Kitap, Milli İrade Vizyonu ve Paralel Cunta’ya Operasyon Bülent Orakoğlu ‘Güvenlikçi’ Polis Demokrasinin Ne Kadar Güvencesi Olabilir? Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca İÇ POLİTİKA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ İLKLER ve SEÇİM VAATLERİ Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 10 Ağustos 2014 seçimleri Türkiye siyasetinde birçok ilkin yaşanmasına sebep oluyor. Türkiye seçmeni Cumhurbaşkanını ilk defa kendi oyuyla seçebilecek. Bu yüzden Cumhurbaşkanı adayları kendilerini halka anlatmak durumundalar. İlk defa Cumhurbaşkanı seçimlerinde bir seçim kampanyası yürütülüyor. Mitingler, STK ziyaretleri, kanaat önderleriyle buluşmalar, yemekler, adaylar için bağış toplanması gibi… Daha önceden siyasi olmayan bürokratların seçilmesi halinde TBMM’deki “yemin törenlerinde” kamuoyunun görebildiği adaylar şimdi kendilerini halka anlatmak zorunda... Başlı başına bu bile, Türkiye’deki demokratikleşmenin mühim göstergelerinden biridir. Cumhurbaşkanı adaylarının bir tür “seçim bildirgesi” açıklamaları da bu bakımdan kaydedilmesi gereken bir ilktir. Daha önce Cumhurbaşkanını halk seçer- 72 AĞUSTOS 2014 se, Cumhurbaşkanı adayları halka ne vaat edecek? ‘Ben kanunları daha hızlı onaylarım’, ‘Ben daha iyi rektör seçerim’ gibi ifadelerle eleştirilen propaganda sürecinin zannedildiğinin aksine müspet bir seyir izlediği söylenebilir. Cumhurbaşkanı adayları, Türkiye’nin temel meselelerine ve çözüm yollarına ilişkin manifestolar açıkladılar. Böylece canlı bir kamuoyu tartışmasıyla bir yandan Türkiye’nin temel meseleleri yeniden tartışıldı, diğer yandan da seçmenler Cumhurbaşkanı adaylarını yakından tanıma imkânına sahip oldu. Bu şekilde seçmen, adayları ve vizyonunu mukayese etme imkânına sahip oldu... Adaylar da seçim bildirgeleri üzerinden şahsi polemik dışında kendilerini ifade edebilecekleri bir alan yakalamış oldular. Adaylardan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Yeni Türkiye Yolunda Demokratik, Müreffeh, Öncü Türkiye” adıyla, 84 sahifelik bir seçim bildirgesi olan ‘Cumhurbaşkanlığı Seçimi Vizyon Belgesi’ni açıkladı. Yeni Türkiye Vizyonumuz, Demokratik Yönetim, Refah Toplumu ve Öncü Ülke adıyla dört bölümden oluşan vizyon belgesinde Erdoğan, 12 yıllık iktidar dönemini ve 2023’e kadar sürecek gelecek perspektifini ortaya koyuyor. Erdoğan, 12 yıllık AK Parti iktidarı döneminde Türkiye’de demokratikleşme, refah, şehirleşme ve uluslararası ilişkiler alanı olmak üzere dört alanda değişim ve dönüşüm yaşandığını ifade ediyor. Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle yeni bir miladın yaşanarak Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye geçişin kapısı aralanacaktır. Yeni Türkiye’de “sistem içi düzeltmelerden, sistemi değiştirecek bir reform paketine” geçilecektir. Türkiye Cumhuriyetinin 100. yılında dört temel hedefe ulaşılması amaçlanmaktadır: 1- Demokrasiyi daha da geliştirmek. 2- Siyasi ve toplumsal normalleşmeyi sağlamak. 3- Toplumsal refahı daha çok yükseltmek. 4- Dünyada öncü ülkeler arasına girmek. Vizyon belgesinde demokrasi anlayışı olarak demokrasi standartlarının yükseltilmesi, siyasi parti kanununun değiştirilmesi ve tek tip siyasi parti anlayışının sona ermesi, temel hak ve özgürlüklerin her alanda evrensel ölçülerinin geliştirilmesi vaat ediliyor. Yeni Türkiye’nin üzerinde yükseleceği üç temel ilke demokratik siyaset, açık toplum ve hukuk devleti sayılıyor. Bu ilkeler esas alınarak siyasi, toplumsal ve kurumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi hedefleniyor. Halkın seçtiği Cumhurbaşkanı ve Yeni Anayasa bu dönüşümü taşıyacak aktörler olarak takdim ediliyor. Yeni Türkiye ve toplumsal bütünleşme için; çözüm süreci, devlet-din ilişkisini düzenleyen özgürlükçü bir laiklik anlayışı ve yargı reformu şarttır. CHP ve MHP’nin çatı adayı olarak takdim edilen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın eski genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Erdoğan veya Demirtaş gibi net bir vizyon belgesi veya seçim bildirgesi ortaya koymamıştır. Bunda seçim kampanyasındaki başarısızlığın yanında bilinçli bir tercih rol oynamış görünmektedir. Çünkü İhsanoğlu birbiriyle telif edilmesi zor bir reaksiyon cephesinin adayıdır. Bu bakımdan netlik bu cephede kırılmalara yol açabilir, muğlâklık ise birbirinden farklılaşabilecek kesimleri bir arada tutabilecektir. İhsanoğlu, Erdoğan ve Demirtaş’a nispetle statükocu ve idare-i maslahatçı bir profil çizmektedir. Bu bakımdan vaatlerinin sınırlı olması anlaşılabilirdir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin üçüncü adayı olan HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, bu seçimleri HDP’nin Türkiyelileşmesi, demokratikleşmesi ve CHP’nin dolduramadığı sola açılma amacıyla başarlı bir şekilde kullanıyor. Bu başarının seçim sonuçlarına oy olarak ne kadar yansıyacağı tartışmalı olmakla beraber, Demirtaş’ın söylem ve performans itibarıyla başarılı olduğu söylenebilir. Türkiye Cumhuriyet tarihinde normal seyrinde gelişen bir seçim olarak 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Türkiye’deki siyasi sistemde domino taşlarını harekete geçirme potansiyeline sahiptir. Sadece seçim bildirgelerine ve seçim kampanyalarına bakmak dahi bu iddiayı kuvvetlendirmektedir. AĞUSTOS 2014 73 İÇ POLİTİKA Yurtdışı Seçmenlerimizin Genel Görünümü Hâlihazırda tüm dünyada 2.767.082 kayıtlı seçmenimiz bulunmaktadır. Seçmen sayısının adres kayıt sistemi esasına göre belirlenmesi ve ilk kez ilgili kayıtların geniş kapsamlı güncelleştiriliyor olması nedeniyle gerçek sayının bu sayının üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız açısından Cumhurbaşkanlığı seçmlernn en öneml anlamı, bulundukları ülke ve Türkye syasetn etkleyebleceklerne dar artacak nançları ve özgüvenler olacaktır. Kıtalara Göre Seçmen Sayısı KITA SEÇMEN SAYISI AVRUPA 2.449.137 ASYA 164.796 AMERİKA 107.329 OKYANUSYA 39.543 AFRİKA 6.277 TOPLAM 2.767.082 Yurtdışı seçmenlerimizin % 88’i Avrupa ülkelerinde yer almaktadır. En çok seçmenimizin yer aldığı ilk on ülke sıralaması da aşağıdaki gibidir. 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçmnn Anlamı: Erken Br Analz Doç. Dr. Kudret BÜLBÜL Siyaset Bilimci Demokrasi Tarihimizde Bir İlk 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri birçok ilki beraberinde getirmektedir. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız ilk defa bulundukları ülkelerden oylarını kullanabileceklerdir. Demokrasi tarihimizi seçimlerin ilk kez yapıldığı 1876 ile başlatırsak yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız, demokrasi tarihimizde ilk kez bulundukları ülkelerde Türkiye için oy kullanabileceklerdir. 74 AĞUSTOS 2014 Bir başka ilk ise yine demokrasi tarihimizde ilk kez Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilecek olmasıdır. Bugün hiç kimse hangi apoletlinin ne dediğini tartışmıyor. Genç subayların ya da ismini vermek istemeyen bir askeri yetkilinin açıklamaları gündemi oluşturmuyor. Bu durumu 2007 referandumuna borçluyuz. 2007 referandumundan bir gün önce yayınlanan bir yazımın başlığı “Referandumun Anlamı: Devlet İktidarını Kim Belirleyecek” idi. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilecek olması ile sorunun yanıtı artık net bir şekilde verilecektir. En çok seçmenin olduğu ilk on ülke ÜLKE SEÇMEN SAYISI ALMANYA 1.380.909 FRANSA 293.412 HOLLANDA 238.968 BELÇİKA 126.423 AVUSTURYA 104.536 K.K.T.C. 91.835 İSVİÇRE 88.262 ABD 87.673 BİRLEŞİK KRALLIK 78.857 AVUSTRALYA 39.621 TOPLAM 2.530.496 Görüldüğü gibi, dünya ölçeğinde baktığımızda en fazla seçmen sayımız Avrupa’da bulunmakta; Avrupa’da ise tek başına Almanya toplam yurtdışı seçmen sayımızın yaklaşık % 50’sini oluşturmaktadır. Gümrük kapılarında oy kullanma bugüne kadar yurtdışı seçmen için uygulanan tek oy verme yöntemiydi. Bu durum vatandaşlarımızın siyasal katılımının çok düşük kalmasının önemli bir nedenidir. 2011 genel seçimlerinde 2.568.979 seçmenin 129,283’ü gümrük kapılarında oy kullanmış ve katılım oranı % 5’te kalmıştır. Yüksek Seçim Kurulu verilerine göre, yurtdışı seçmen kütüğüne kayıtlı toplam 2.767.082 seçmen, Türkiye’deki toplam seçmen sayısı ile kıyaslandığında, toplam seçmenin yaklaşık % 5’ini oluşturduğu görülmektedir. İzmir’in 3.030.462 seçmeni ve 26 milletvekili olduğu düşünüldüğünde, yurtdışı seçmen sayısının Türkiye için ifade ettiği anlam daha iyi görülebilir. Yurtdışı seçmenine seçme seçilme hakkını tanıyan ülkelerin sayısı giderek artmaktadır. 2007’de dünyada 115 ülke yurtdışında yaşayan vatandaşlarının oy kullanmasına imkân tanırken 2014 itibariyle 130 ülke yurtdışındaki vatandaşlarına oy kullanma imkânı sunmaktadır. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza bulundukları ülkelerde doğrudan oy kullanabilme hakkı verilmesi ile seçimlere siyasal katılımlarının büyük oranda artacağı öngörülebilir. Daha önceleri sadece gümrük kapılarında oy kullanabildikleri için % 5 ile sınırlı kalan seçimlere katılım oranının çok büyük oranda artacağı beklenebilir. Artan seçimlere katılım oranı kuşkusuz başta ülkemiz olmak üzere vatandaşlarımız ve yaşanılan ülke için pek çok yeni sonuçlar doğuracaktır. Yerinde Oy Kullanma Hakkının Yurtdışında Yaşayan Vatandaşlarımız İçin Anlamı Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bulundukları ülkede ve Türkiye’de bugüne kadar siyasete katılım oranlarının genel olarak çok düşük kaldığı söylenebilir. Bu düşüklüğün önemli bir nedeninin vatandaşlarımızın Türkiye’yi ve bulundukları ülkeleri oy kullanarak etkileyebileceklerine dair siyasal etkinlik inançlarının düşük kalmasının olduğu söylenebilir. AĞUSTOS 2014 75 Siyaseti ve siyaset üzerinden toplumsal yaşamın diğer unsurlarını etkileyebileceğine dair bir inanç ve imkân söz konusu değilse siyasal katılım da büyük oranda anlamını yitirmektedir (bazı ülkelerde çifte vatandaşlığın verilmemesi vb). Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın yerinde oy kullanma hakkı bu geleneksel durumu kökten değiştirici nitelikte bir adımdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair katılım oranı beklentisinin yüksekliği, hâlihazırda siyasal partilerin cumhurbaşkanlığı seçimine dair Avrupa’da yaptığı çalışmalar, bazı ülkelerin yeni duruma adaptasyonda gösterdiği sıkıntılar bu değişimin önemli göstergeleridir. Vatandaşlarımızın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüksek oranda oy kullanarak göstereceği siyasal katılımın pek çok sonucu olacağı, bu katılımın başka tür siyasal, sosyal, ekonomik ve medyatik katılım türlerini daha fazla tetikleyeceği öngörülebilir. En temel vatandaşlık hakları olan seçme hakkının kullanımı diğer tüm vatandaşlık haklarının kullanımına zemin teşkil edecektir. Siyasal katılımın artması sonucu Meclis’te kuvvetlenen temsiliyet, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza ilişkin politikaların çizilmesini ve yürütme organları tarafından daha etkin icra edilmesini kolaylaştıracaktır. Bu gelişmenin kendilerine yurtiçinde ve yurtdışında sunulan kamu hizmet kalitesinin artması ve ülkeleriyle ilişkilerinin gelişmesi gibi çok yönlü siyasi, psikolojik ve sosyolojik olumlu etkileri bulunmaktadır. Seçme hakkının kullanımıyla yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız sadece kendilerini ilgilendiren konularda değil Meclis vasıtasıyla eğitim, sağlık, ekonomi gibi tüm toplumu ilgilendiren alanlarda etkili olabilecek ve anavatanlarının geleceğinde söz sahibi olabileceklerdir. Bu etki Meclis’te temsil gücü açısından yaklaşık Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın ulusal poltkalarda söz sahb olmaları, karar mekanzmalarına daha fazla katılmaları ve özel ya da kamu sektöründe Türkye’de daha fazla yer almaları, küresel entelektüel sermayemzden daha fazla yararlanablmek açısından ülkemz adına öneml br kazanımdır. 76 AĞUSTOS 2014 2.8 milyon yurtdışı seçmen ile Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimize benzer nitelikte bir etki düzeyi oluşturabilecektir. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız açısından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en önemli anlamı, bulundukları ülke ve Türkiye siyasetini etkileyebileceklerine dair artan inançları ve özgüvenleri olacaktır. Uzun yıllar Türkiye ve bulundukları ülkeler tarafından ihmal edilmiş, zaman zaman baskı altına alınmak istenmiş ve bu nedenlerle belirli oranda pasifize edilmiş vatandaşlarımızda artacak etkin olabilme inancı ve özgüven kendilerini, yaşadıkları ülkeyi ve Türkiye’yi yeniden konumlandırma arayışı ile sonuçlanabilir. Bu sorgulamanın doğal sonucu vatandaşlarımızın sadece siyasal alanda değil, sosyal, kültürel, akademik, entelektüel, ekonomik vs. alanlarda bulundukları ülkelere ve Türkiye’ye çok yönlü katılım çabaları içerisine girmeleridir. Böyle bir çabanın doğal sonucu da Türkiye’nin ve özellikle içerisinde yaşadıkları ülkelerin vatandaşlarımızı konumlandırma biçimlerinin değişmesidir. Gerek vatandaşlarımızın kendilerini konumlandırma biçimlerini değiştirmeleri (daha etkin olabileceklerini görmeleri) ve gerekse buna bağlı olarak bulundukları ülkelerin vatandaşlarımızı konumlandırma biçimlerinin değişmesi, uzun vadede vatandaşlarımız açısından son derece olumlu sonuçlar doğurabilecek gelişmelerdir. Türkiye Siyaseti İçin Anlamı Yukarıda da belirtildiği gibi yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız 50 yıllık bir ihmal edilmişlik ve kendi halinde bırakılmışlık ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu açığı kapatmak amacıyla 2010 yılında Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı kurulmuştur. YTB çalışmalarını sürdürmektedir. Vatandaşlarımızın bulundukları yerlerde oy kullanabilmeleri, artan siyasal katılımları ve Cumhurbaşkanı adaylarının kendilerine gösterdiği ilgi (keza önümüzdeki diğer seçimlerde kendilerine gösterilecek ilgi) yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın ihmal edilmişliğini kendiliğinden kaldıracak süreçlerdir. Hâlihazırda bu süreçler aktif bir biçimde yaşanmaktadır. Seçimler aracılığı ile yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın entelektüel, akademik, ekonomik, siyasal ve kültürel kapasitelerine yönelik artacak farkındalık ile tersine beyin göçü daha fazla artabilir. Türkiye çok yönlü olarak daha fazla yurtdışından beslene- cektir. Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın ulusal politikalarda söz sahibi olmaları, karar mekanizmalarına daha fazla katılmaları ve özel ya da kamu sektöründe Türkiye’de daha fazla yer almaları, küresel entelektüel sermayemizden daha fazla yararlanabilmek açısından ülkemiz adına önemli bir kazanımdır. Türkiye’nin 2000’li yıllarla birlikte gerçekleştirmekte olduğu çok yönlü gelişim trendleri ile böyle bir süreç zaten yaşanmaktadır. Tersine beyin göçünün, seçim süreçlerinde yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza yönelik artan farkındalık ile daha fazla artacağı öngörülebilir. Bu durum aslında ülkemiz açısından bir fırsattır. Yurtdışı deneyimine sahip, dil sorunu olmayan, bölgesel/küresel gelişmelerden daha fazla haberdar bireylerin başta siyaset olmak üzere ülkemizin farklı alanlarında daha fazla yer almaları kuşkusuz ülkemize pozitif ivme kazandıracaktır. yan vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına önceki yıllardaki gibi kayıtsız kalınması artık mümkün olmayacaktır. Yurtdışında yaşayan seçmen sayısının büyüklüğü Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizle kıyaslanabilir niteliktedir. Bu büyüklük Türkiye siyasetini doğrudan etkileyebilecek niteliktedir. Bu nedenle yurtdışı vatandaşlarımıza yerinde oy kullanma hakkı verildikten sonra, Türkiye’de yapılacak bütün siyasal analizlere bu durumun dâhil edilmesi gerekir. Seçmen sayısının büyüklüğü doğal olarak Türkiye siyasetini yurtdışı taleplere daha duyarlı hale getirecektir. 50 yıl boyunca ihmal edilen, sesleri duyulma- Özellikle Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımıza ilişkin olarak, toplumsal görünümlerinin daha muhafazakâr olmasına rağmen, siyasal görünümlerinin daha seküler olduğu gözlemi yaygınlıkla yapılmaktadır. Muhafazakâr kesimlerin siyasete ilgisizliği, bu kesimlerin çoğunlukla iş amaçlı oraya gitmiş olmaları, seküler kesimlerin daha ideolojik nedenlerle Türkiye’den ayrılmış olmaları, içerisinde yaşanılan ülkelerin Türkiye kökenli göçmenlere ilişkin tercihleri vs. bu sonucun önemli nedenleri arasında sayılabilir. Yurtdışında yaşayan seçmen sayısının büyüklüğü siyasal partilerin yurtdışı teşkilatlanma çalışmalarını da arttıracaktır. Siyasal partilerimiz yurtdışında daha fazla temsilcilik açma yoluna gideceklerdir. Artan temsilcilikler üzerinden yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız Türkiye’de yine daha fazla seslerini duyurabileceklerdir. Yerinde oy kullanma hakkı ve artan siyasal katılım ile yurtdışı vatandaşlarımızın sadece seçme hakkı ile yetinmeyecekleri, seçilme hakkına ilişkin taleplerini daha gür bir biçimde ifade edecekleri rahatlıkla öngörülebilir. Yaşanılan Ülke İçin Anlamı AĞUSTOS 2014 77 onlara yönelik bir politika geliştirmemiştir. Dolayısı ile gelinen noktada uyum ya da uyumsuzluğa ilişkin varsa eğer sorunların sorumlusu daha çok ilgili ülkelerin geliştirdiği politikalardır (Örneğin, ailelerin yanlış tutumları sebebiyle göçmen çocukları ailelerinden alınmaktadır. Bu uygulama çocuk için ilgili ülke tarafından bir çıkış kapısı olarak görülebilir. Ama diğer taraftan aynı uygulama ile karşı karşıya kalan aileler, onların yakın çevreleri ve genel olarak göçmenler çok ciddi panik ve endişeye kapılmakta, ilgili ülkeden ve politikalarından adeta kopmaktadır). Cumhurbaşkanlığı seçimleri vatandaşların siyasal tercihlerini ortaya koyarken, yukarıdaki gözlemin doğruluğunu da test edecektir. Muhafazakâr kesimlerin oy kullanma oranları artar ve Başbakan Tayyib Erdoğan diğer adaylardan çok daha fazla oy alırsa, bu sonuçlar özellikle Avrupa’daki siyasal arenayı etkileyici nitelikte olacaktır. Böyle bir sonuç siyasal görünüm ile toplumsal görünümün örtüşmediği, var olan siyasal görünümün toplumsal karşılığının çok fazla olmadığını ortaya koyacaktır. Böyle bir durumda toplumsal görünüm ile daha uyumlu siyasal tercihlerin/görünümün öne çıkması beklenebilir. Seçim sonuçlarına göre, Avrupa’daki siyasal partilerin sonuçlara kayıtsız kalmaması, yeni dönemde aday profillerini bu sonuçlara göre revize etmeleri beklenebilir. Türkiye kökenli insanlarımız açısından Avrupa’da toplumsal görünüm ile siyasal görünümün daha fazla örtüşmesi aslında Türkiye ve AB ülkeleri açısından son derece olumlu bir gelişmedir. Çünkü AB ülkeleri siyasetçilerinin yeni dönemde toplumsal karşılığı daha fazla olan kesimler tarafından bilgilendirilmesi daha sağlıklı sonuçlar üretecektir. Ne Avrupa’da ne de Türkiye’de toplumsal karşılığı fazla olmayan kesimlerin Avrupa siyasetinde etkin 78 AĞUSTOS 2014 olmaları ve AB ülkeleri yöneticilerinin bu kesimler üzerinden Türkiye’ye dair bilgilenmeleri Türkiye ve AB ülkeleri arasında pek çok yanlış bilgi ve yönlendirmenin temel kaynağıdır. Böylelikle Türkiye’ye ilişkin toplumsal karşılığı daha fazla olan kesimler üzerinden AB ülkeleri yetkilileri bilgilendirilmiş ve ilişkiler daha sağlıklı bir zemine taşınmış olacaktır. Vatandaşlarımızın siyasal tercihlerinin daha görünür ve net bir biçimde ortaya çıkması hem vatandaşlarımız hem de bulunulan ülke açısından pek çok olumlu sonucu beraberinde getirecektir. Vatandaşlarımızın Artacak Siyasal Katılımı Bulundukları Ülkelerde Sorun Yaratır mı? Vatandaşlarımızın, oy verme, aday olma, protesto gösterilerine katılma, tepkilerini dile getirme gibi yöntemlerle artacak/artan siyasal katılımı bazı Avrupa ülkelerinde tedirginlik yaratmaktadır. Bu tedirginlik son derece yersizdir. Bu ülkeler, bulundukları ülkelerde topluma yeterince katılmadıkları, entegrasyon sorunları yaşadıkları, paralel hayatlar kurdukları gibi ifadelerle vatandaşlarımıza yönelik eleştirilerde bulunmaktadırlar. Böyle bir durum var ise bu durumun sorumlusu Türkiye değil, büyük oranda içerisinde yaşanılan ülkelerdir. Çünkü Türkiye uzun yıllar yurtdışı vatandaşlarını ihmal etmiş, Vatandaşlarımızın yerinde oy kullanma ile siyasal katılımlarının ve siyasal katılımın teşvik edeceği diğer sosyal, kültürel, ekonomik ve entelektüel katılımlarının artması, aslında ilgili ülkelerin uyguladıkları yanlış politikaları tamir edici, bu politikalar nedeniyle içerisinde yaşanılan toplumdan uzaklaşan vatandaşlarımızın toplumsal uyumunu arttırıcı niteliktedir. Bu nedenle vatandaşlarımızın siyasal katılımından tedirginlik duyan ülkelerin tam tersine vatandaşlarımızın siyasal ya da diğer katılım türlerini teşvik etmesi gerekir. Böylelikle esas olarak ilgili ülkede yaşayan ve o ülkenin bir parçası olan insanlar yaşadıkları ülkelere daha fazla katkı verebilsin. Vatandaşlarımızın çok yönlü katılımlarının desteklenmesi aslında Avrupa Birliği’nin temel değerlerinden olan “aktif yurttaşlık” ilkesinin de bir gereğidir. Aktif vatandaşlık esas olarak çok yönlü katılımı refere etmekte, vatandaşların dâhil oldukları toplumdaki problemleri tanımlamada ve bunlarla baş etmede ve aynı zamanda yaşam kalitelerini yükseltmede aktif biçimde yer almalarını sağlayan imkânlara sahip olmaları şeklinde tanımlanmaktadır. “Aktif Vatandaşlık” genel anlamı ile bireylerin içinde yaşadıkları kent ya da ülke sorunlarını belirleme, bunlarla mücadele etme ve yaşam kalitesini artırma doğrultusunda katılım olanağına sahip olması olarak anlaşılmaktadır. Aktif vatandaşlığa yapılan vurgunun bir diğer gerekçesi ise dışlanmanın önüne geçilmesi ve toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanması olarak ifade edilmektedir. Aktif vatandaşlık kavramı Avrupa Birliği kurucu anlaşmalarında da rastladığımız bir kavram olup 2011 yılı, Avrupa Birliği tarafından alınan bir kararla “Aktif Vatandaşlığın Gelişmesi için Avrupa Gönüllülük Yılı” olarak ilan edilmiş ve bu bağlamda AB kurumların- Yurtdışında yaşayan seçmen sayısının büyüklüğü Ankara ve İzmr gb büyük şehrlermzle kıyaslanablr ntelktedr. Bu nedenle yurtdışı vatandaşlarımıza yernde oy kullanma hakkı verldkten sonra, Türkye’de yapılacak bütün syasal analzlere bu durumun dahl edlmes gerekr. da ve AB üye ülkelerinde aktif vatandaşlığa vurgu yapan çeşitli aktiviteler yapılmıştır. Sonuç Olarak Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın kullanamadıkları ve bu nedenle % 5 ile sınırlı kalan gümrük kapılarında oy verme hakkı doğal olarak Türkiye ve bulundukları ülke siyasetinde fazla bir etki oluşturmamıştır. İddialı bir ifade olabilir belki ama yurtdışında yaşayan vatandaşlarımıza yerinde oy kullanma hakkı verilmesi, yurtdışında yaşayan vatandaşlarımız açısından 1950 ile demokratik siyasal hayata geçişin ülkemizde yarattığı sonuçlar kadar sonuç doğurmaya gebe bir süreçtir. Çünkü yerinde oy hakkı verilmesi ile yurtdışı vatandaşlarımız açısından demokrasilerin en temel değeri olan oy kullanma hakkı, kullanılabilir bir hak haline gelmektedir. Türkiye’de demokrasiye geçiş ile esas oyuncu (halk), bütün vesayet zincirlerine rağmen, ağır ağır sahneye çıkmaya başlamış ve 2000’ler sonrasında en fazla olacak şekilde bu zincirleri kırmışsa, yurtdışında da benzer süreçler beklenebilir. Vatandaşlarımızın bulundukları ülkelerde ve Türkiye’de topluma siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, entelektüel vb. çok yönlü katılımlarını arttırmaları geleneksel pozisyon alışları tersyüz edebilecek; yeni süreçler, yeni pozisyon alışlar gelişebilecektir. Daha fazla katılım ile sonuçlanabilecek bu süreçler aslında vatandaşlarımız, yaşanılan ülkeler ve Türkiye için çok daha sağlıklı fırsatlar sunacaktır. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bazı ülkelerde dikkat çeken gereksiz tedirginliğe ve alınganlığa gerek yoktur. Türkiye açısından bakıldığında ise, ilk kez başlayacak yerinde oy kullanma süreçleri ile belki de yurtdışı ve yurtiçi ayrımı belirli oranda azalacak ve ortak bir geleceği birlikte inşa etmek daha fazla mümkün hale gelecektir. AĞUSTOS 2014 79 İÇ POLİTİKA Türkye’nn son 10 yılda büyüyen ekonoms, başbakanın uluslararası cama çndek şahs karzmasının algılanış bçm ve genel olarak ülkenn güçlendğ ve tbar kazandığı fkrnn poztf aks yurtdışı Türklern cdd kısmını Recep Tayyp Erdoğan’a yaklaştırır görünmektedr. Recep Tayyp Erdoğan’ın Avusturya, Fransa ve Almanya’da gerçekleştrdğ mtnglerdek lg bu kanaat güçlendren br ver olarak not edleblr. yolu. Diğeri ise dayandığı periferinin istek, beklenti ve arzularını siyasetin doğasına uygun olarak, devletin en üst merciine taşımak üzere siyasi olan/siyaseti kullanan çevre yoludur. Bu iki yol da peşinen demokrat olmak zorunda değildir. Ancak, ikincisinin buna daha meyyal olduğunu ifade etmek, yerinde olacaktır. İKİ YOL VAR DEMİŞTİN HANGSN SEÇEYM? M. Kürşad BİRİNCİ SDE Asistanı I 10 Ağustos 2014 Pazar günü Türkiye siyasi tarihi için bir ilk yaşanacak ve cumhur, ilk kez devletin en yüksek mevkisinin kime ve nasıl bir siyasete sahip olacağının kararını verecektir.1 Daha bu ana gelmeden adaylık sürecinde yaşananların şimdiden bile cumhuriyet tarihinde eşi görülmemiş bir tecrübe olduğunu belirtmek gerekir. Cumhurbaşkanlığı için yarışan 3 adayın ikisi (biri hybrid/hibrit2 olmakla birlikte) İslamcı/muhafazakâr bir geçmişe sahiptir. Diğer aday ise, bazı partilerin aday çıkartma konusunda şüphe ve çekinceler ya- 80 AĞUSTOS 2014 şadığı bir anda, Kürt siyasasının (Türk soluna “nedense” açtığı sonsuz kredi ile birlikte) bu en büyük yarışta temsili için ortaya çıkmış biridir. Biraz latife ile bugün 91 yaşında olan cumhuriyetin en büyük makamına iki İslamcı bir de Kürt adaydır. Ancak aday sayısı üç olmakla birlikte siyasi hedef ve izlenen ayak izleri açısından iki yol vardır. Bunlardan ilki, devletin dokunulmaz manevi şahsını siyasetten uzak tutmak için, ancak ve kaçınılmaz olmak üzere yine siyasi olmayı becerebilmeyi deneyen, birinci yol; yani çevreyi dışlarken onun değerlerini de sonuna kadar kullanmak üstüne kurulan cumhuriyet Başlıkta kullanılan şarkının devamında hangi yol seçilirse seçilsin “hepsinin sonunun aynı” olacağı ifade edilir. Bugün de üç aday, iki yollu bu seçim nihayetinde bizi sonu aynı olan bir istikamete sürüklemektedir. Tüm eklektikliğine rağmen birinci yol da siyasal olmayı tercih etmiş, tekçi cumhuriyetçi anlayışını var olan siyasal vasat içinde koruma güdüsüne bürünmüştür. Şüphesiz bu girişimin cumhuriyet elitlerine öğreteceği çok şey vardır. İkinci yolun temsilcisi her iki aday ise tüm siyasal varlıklarını, tekçi cumhuriyetin temsilcilerine karşı verdikleri siyasal muhalif mücadeleye borçludur ve bu mücadelenin bir şekilde devam ettiği mesajını kendi kitleleri ile paylaşmaya devam etmektedir. Bu anlamda, seçim sonuçlarından bağımsız ve kurulabilecek yeni ittifaklardan azade olmak üzere Türkiye’de siyasal sistem, geri dönüşü çok zor olmak üzere değişmiş, bazı belirsizlikler ile birlikte, tekçi cumhuriyetin demokrasinin sırtına yüklediği ağırlıktan arınmak üzere olduğu bir istikamete girmiştir. Velhasılı kelam, “beyler, bildiğiniz cumhuriyet bitmiştir”. II Bu kısa yazı ise, birinci cumhuriyeti tamamen sonlandırma iddiasını örtük ya da açık şekilde barındıran (her iki yolun sonunun da nihayetinde aynı sona ulaşacağını düşünerek), cumhurbaşkanlığı seçiminin nasıl sonuçlanacağını üç parametre üzerinden tartışmak ister (Çünkü birinci cumhuriyetin sonu anlamına gelen cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının siyasal sistem üzerindeki etkilerini yarış sonrasına bırakmak yerinde olacaktır). İlk turu 10 Ağustos’ta gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı seçimini büyük oranda şekillendirecek ve yine büyük bir ihtimalle de ilk turda neticelendirecek bu üç parametre şun- lardır: Seçmenlerin seçime katılım oranları, yurtdışı Türk vatandaşlarının siyasal tercihleri ve muhtemelen yerel seçimlere göre çok daha az olacak geçersiz oyların akıbeti. 30 Mart 2014 yerel seçimleri çoğu Batı demokrasisinde görülmesi mümkün olmayan bir katılım oranı ile gerçekleştirildi. Yaklaşık 52 milyon seçmenin 47 milyonu yani yüzde 90’ı sandık başına gitti. Ancak cumhurbaşkanlığı seçiminde aynı katılım oranının tekrarı yaz (tatil) dönemi olması nedeni ile mümkün görünmemektedir. Katılım oranı yüzde 80’lere gerileyebilir.3 Katılım oranının gerilemesi çatı adayının aleyhine işleyecek bir durumdur. AK Parti’nin ve cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi seçmeni ile kurduğu ilişki güçlüdür. AK Parti, HDP ile birlikte seçmen sadakatinin en yüksek olduğu iki partiden biridir. AK Parti seçmeni, 17 Aralık sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’a sahip çıkmıştır. AK Parti seçmeninin onunla kurduğu ilişkiyi değiştirmesi için bir gelişmenin yaşanmadığı, sandığa ve tercihine sahip çıkma güdüsünün bugün de güçlü olduğu belirtilmelidir. Öte yandan, çatı adayı Ekmelettin İhsanoğlu’nu destekleyen partilerin seçmenlerini istedikleri miktar ve büyüklükte, sandık istikametinde mobilize edebilmeleri zor görünmektedir. Öte yandan sandığa giden (gitmek isteyen) CHP seçmeninin neredeyse firesiz olarak adaylarını destekleyecekleri (Mansur Yavaş örneğinde olduğu gibi) söylenebilir. Ancak Çatı adayı MHP seçmeninin bir kısmının oyunu almakta zorlanabilir.4 Ancak nihai olarak muhalefet için 10 Ağustos’ta temel zorluğun her ne pahasına olursa olsun seçmenlerini sandığa taşımak konusunda olduğu açıktır. Sınıfsal, iktisadi ve siyasi birçok nedenle oy verme konusunda daha güçlü saiklere sahip AK Parti seçmeni bir taraftayken, yaşanacak düşük katılım oranı, seçimin kaderini daha ilk turda neticelendirme etkisine sahiptir. Seçimin kaderini daha ilk turda belirleyecek bir başka konu ise yurt dışında yaşayan 2,5 milyonun üzerindeki seçmenin ilk kez yaşadıkları ülkelerde oy kullanacak olmalarıdır. Yurtdışı Türklerin siyasi ter- AĞUSTOS 2014 81 İÇ POLİTİKA cihlerine ilişkin bugüne kadar, yurtiçi çalışmalar ile karşılaştırıldığı ölçüde kapsamlı çalışmaların olmadığı bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin son 10 yılda büyüyen ekonomisi, başbakanın uluslararası camia içindeki şahsi karizmasının algılanış biçimi ve genel olarak ülkenin güçlendiği ve itibar kazandığı fikrinin pozitif aksi yurtdışı Türklerin ciddi kısmını Recep Tayyip Erdoğan’a yaklaştırır görünmektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Avusturya, Fransa ve Almanya’da gerçekleştirdiği mitinglerdeki ilgi bu kanaati güçlendiren bir veri olarak not edilebilir. Yurtdışı Türklerin yüzde kaçının sandığa gideceğini şimdiden tahmin edebilmek mümkün değildir. Ancak sahip oldukları oy toplam seçmenin neredeyse yüzde 4’üne tekabül eden bu seçmenin mobilizasyonunda AK Parti’nin bir adım önde olduğu ifade edilebilir. Başbakanın Avrupa mitinglerinin organizasyonunda yer alan Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD), güçlü iletişim ağı ve örgüt yapısı ile seçmenlerin sandığa gitmeleri konusunda çalışmalar yapmaktadır. Bu geniş katılımlı girişimin Recep Tayyip Erdoğan lehine siyasi bir pozisyon almış olması, onu diğer adaylara nispetle yurtdışı Türkler nezdinde daha avantajlı kılmaktadır. Seçimin ilk turda kaderini belirleyecek bir başka parametre ise 30 Mart 2014 seçimlerinde nispeten zor ve karışık oy verme işleminden de kaynaklı olarak yüzde 4’e (1,7 milyon) ulaşan geçersiz oyun, bugün çok daha kolay bir oy verme işleminin gerçekleşeceği cumhurbaşkanlığı seçiminde daha düşük düzeyde kalacak olmasıdır.5 3O Mart 2014 seçimlerinde hangi bölgelerden gelen oyların daha yüksek oranda geçersiz sayıldığı önemli bir ipucu sağlamaktadır. Yaşanan üstü kapalı ittifak nedeni ile dikkat çekici bir örnek olabilecek Ankara’da şu şekilde ortaya çıkan sonuçlar bir şey söylemektedir. Ankara’nın büyük ilçelerinden ve CHP’nin oy deposu olarak nitelendirilebilecek Çankaya ve Yenimahalle’de geçersiz sayılan oylar sırasıyla yüzde 2,5 ve yüzde 3 seviyelerindedir. Oysa aynı ilin AK Parti açısından oy deposu olarak nitelendirilebilecek Sincan ve Keçiören’de ise bu oranlar yüzde 5’dir.6 Geçersiz oyların düşük oranda seyretmesi, hele ki Türkiye çapında yüzde 2’nin altına gerileme ihtimali AK Parti adayı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda seçilme ihtimalini ciddi oranda yükseltmektedir. 82 AĞUSTOS 2014 III Türkiye’nin önde gelen ciddi araştırma şirketlerinin birçoğu yaptıkları kamuoyu yoklamalarına dayanarak seçimin ilk turda Recep Tayyip Erdoğan tarafından kazanılmasını beklemektedir. Öyle görünüyor ki muhalefet partileri de bu kanaati paylaşmaktadır. Geçerli oyların yüzde 50’sinden bir fazla oy alan adayın seçimin galibi olacağı böyle bir yarışı, ancak küçük nüanslar belirleyebilir. Hele adayların blok ve sarsılmaz oy öbeklerine sahip oldukları böyle bir siyasi iklimde bu küçük nüanslar ya da oy kırıntıları ciddi bir anlam kazanmaktadır. Muhalefet adayları seçimin kaderini ilk turda belirleyecek olan bu parametreler açısından bir şey yapmadıkça (tıpış tıpış oy kullanılmasını beklemek bir şey yapmak değildir), kendilerini destekleyenlerin oylarını kayıpsız alsalar bile Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk turda seçilmesinin önüne geçemeyecek görünmektedirler. Dipnotlar * Bu makalenin başlığı doksanlı yılların ikinci yarısında meşhur olan şarkıdan alıntıdır: Mavi Sakal, “Neden soruyorsun, nereye gideyim? İki yol var demiştin, hangisini seçeyim?” 1 Bu satırların yazarı, olağanüstü bir gelişme olmadığı sürece seçmenin, yazının sonraki bölümlerinde izah edilmeye çalışılan nedenler ile bir kez daha (ikinci tur için 24 Ağustos’ta) sandığa gitmesine gerek kalmayacağını düşünmektedir. Ülkenin önde gelen araştırma şirketlerinin patronları ve siyasi analizcilerin de benzer bir beklenti içinde oldukları anlaşılmaktadır. Aslında ülkenin de benzer bir beklenti içinde olduğu ifade edilebilir. http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/07/19/ secim-sonuclari-siyasi-partileri-nasil-etkiler 2 TDK online sözlük: iki farklı güç kaynağının bir arada bulunması http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama =gts&guid=TDK.GTS.53cedad21ea252.93609732 3 Bekir Ağırdır, “Cumhurbaşkanlığı seçimi için olasılıklar”, http:// t24.com.tr/yazarlar/bekir-agirdir/cumhurbaskanligi-secimiicin-olasiliklar,9729 . İbrahim Uslu (ANAR Genel Müdürü) katılımın yüzde 80’nin de altına düşmesini beklemektedir. http:// www.avrupagazete.com/mobile/turkiye/100875-2014cumhurbaskanligi-secim-anketleri-sonuclari.html 4 Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi benzer bir senaryonun yaşandığı tecrübedir. MHP seçmeninin ciddi bir kısmı, CHP’lilerin neredeyse firesiz olarak oy verdikleri eski ülkücü Mansur Yavaş’ın yanında durmamış, kazanma ihtimali olmasa bile kendi partilerinin adayına oy vermiştir. O günün şartlarında adı konmamış seçim ittifakının ürünü olan Mansur Yavaş ya da İstanbul’da Sarıgül’e firesiz destek vermemiş olan MHP seçmeninin, bugün İhsanoğlu’na kayıpsız bir destek vermesini beklemek yerinde değildir. 5 İ. Uslu, M. K. Birinci ve M. Ay, “30 Mart 2014 Yerel Seçim Analizi”, İletişim ve Diplomasi Dergisi, Özel Sayı Mayıs 2014, s.123 6 http://secim.samanyoluhaber.com/ankara-kecioren-2014secim-sonuclari.htm 1982 ANAYASASI ve Seçİmlİ Cumhurbaşkanlığı Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı B ir önceki yazımızda cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği modellerin genel bir değerlendirmesini yapmış, konuya ilişkin farklı yaklaşımların üzerinde durmuştuk. Özet olarak seçimli cumhurbaşkanlığının bulunduğu modellerde kurumsal olarak hükümetin cumhurbaşkanının otoritesine bağlı kılındığı ve buna karşılık cumhurbaşkanı karşısında parlamentoya sorumluluğu öne çıkarılmış bir hükümetin yapılandırıldığı iki farklı durumun söz konusu olabileceği söylenebilir. Fransa birinci tipe örnek olarak verilebilir. Avusturya, Finlandiya gibi ülkeler ise ikinci tipe girmektedir. Her iki kurumsal çerçevede sistemin işleyişi içinde potansiyel olarak cumhurbaşkanının veya hükümetin işleyişte öne çıkabileceği durumlar söz konusudur. 2007 yılında yapılan anayasa değişiklikleri ile 2014 Ağustos’unda yapılacak ülkenin ilk cumhurbaşkan- lığı seçimlerinin sonuçlarını kurumsal ve sistemsel sonuçlar olmak üzere iki boyutta ele almak mümkündür. 1982 Anayasası kurumsal olarak güçlü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanının, kuruluşu, görevde kalması ve sorumluluğunun parlamentoya karşı güçlendirildiği bir hükümetle birlikte çalıştığı bir çerçeveye sahip bulunmaktadır. Türkiye’de hükümet cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağlı olarak değil, meclis seçimlerine bağlı olarak kurulabilmekte, kurulan bir hükümetin görevde kalabilmesi de zorunlu güvenoyuna bağlanmış bulunmaktadır. Yine anayasa cumhurbaşkanına doğrudan hükümeti görevden alma yetkisi tanımamaktadır. Meclisi önkoşulsuz olarak fesih yetkisinin cumhurbaşkanına tanınmamış olması da hükümetin parlamentoya bağımlılığını güçlendirmektedir. Anayasadaki bu çerçeve yuka- AĞUSTOS 2014 83 rıda ele alınan cumhurbaşkanlığı yetkileri ile bir arada ele alındığında Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında Türkiye’de siyasal sistemin kurumsal olarak “başbakanlı başkanlık” sistemine yakın bir işleyişe sahip olabileceği söylenebilir. Bu sistem güçlü yetkilerle donatılmış cumhurbaşkanına karşı, meclis karşısında sorumluluğu güçlendirilmiş bir hükümetin bir arada çalıştığı sistemlerdir. Meclis çoğunluğuna dayalı bir hükümet karşısında cumhurbaşkanının güçlü yetkilerini kullanabilmesinin önünde bazı siyasal sınırlar bulunabilmektedir ve bu tip sistemlerde bazı özel durumlarda sistem cumhurbaşkanı merkezli işleyebilmektedir. Eğer cumhurbaşkanı ve meclis çoğunluğuna dayalı hükümet aynı parti ya da siyasal eğilimden geliyor ve cumhurbaşkanı parti içinde otoritesi kabul edilen bir liderse, sistemin işleyişinde cumhurbaşkanının belirleyiciliği artmaktadır. Yine cumhurbaşkanı ve bir koalisyon hükümeti bir arada çalışıyorsa, koalisyonun hakim ortağı ile cumhurbaşkanı aynı partidense ve yine cumhurbaşkanı güçlü bir siyasal figür ise benzer sonuçlar doğabilmektedir. Bu sistemde parçalı bir parlamento bileşimi karşısında da cumhurbaşkanı, krizi çözümleyen bir lider olarak belirleyici rol oynayabilmektedir. Belirtilen durumlar dışında sistem içinde hakim görünüm hükümetin kendi yetki alanında, cumhurbaşkanından özerk hareket edebilmesidir. Burada da ortaya farklı sonuçlar çıkabilmektedir. Cumhurbaşkanı ile başbakan ayrı partilerden geliyorsa ve bu iki makamdan biri diğerinin önceliğini tanıyorsa siyasal sistemin istikrar içinde işlemesi mümkün olabilmektedir. Bu durumda genellikle cumhurbaşkanları daha sembolik yetkilere yoğunlaşmakta ve bir kriz çıkmadığı sürece hükümetin politika belirleme önceliğini tanımaktadırlar. Ancak her iki makamı temsil eden liderler politikalar konusunda kendi tercihlerini öne çıkarmak isterlerse sistem içinde bir kriz yaşanması olasılığı artmaktadır. Sistemsel açıdan 1983-2007 yılları arasında cumhurbaşkanları ile hükümetlerin ilişkilerine bakıldığında farklı konularda ve farklı biçimlerde bu iki makam arasında anlaşmazlıkların sıklıkla yaşandığı görülmektedir. 1982 Anayasası döneminde Türk siyasal hayatında tartışma eksenlerinden birini cumhurbaşkanları ile hükümetler arasında yaşanan görüş ayrılıkları oluşturmaktadır. Genel görünüm olarak bu tartışmalar yalnızca, cumhurbaşkanı ile başbakanın ayrı siyasal düşüncelere sahip olmalarından 84 AĞUSTOS 2014 ya da farklı partilerden gelmelerinden de kaynaklanmamıştır. Yine 1982 Anayasası döneminde siyasal hayatın işleyişine bakıldığında cumhurbaşkanı ve hükümetin farklı siyasal eğilimlerde oldukları dönemlerde sistemin parlamenter rejim gibi işlediğine dair bir bulguya rastlamamız da zordur. Tersine sistem, cumhurbaşkanı ile hükümetin uyumlu çalıştıkları buna paralel olarak cumhurbaşkanın geri planda kalıp hükümete destek verdiği dönemlerde parlamenter rejim olarak işlemektedir (Demirel-Ecevit dönemi, 1999-2000). 1982 Anayasası döneminde cumhurbaşkanı ve başbakanın aynı partilerden gelmeleri de hükümet çatışmasını önlemekte yeterli olmamıştır. Yakın tarihimizde en uyumlu dönem olarak belirtilen Özal-Akbulut dönemi (1989-1991) bile bu iki liderin partilerinin yerel teşkilatlarında farklı adaylara destek vermeleri nedeniyle Akbulut’un başbakanlık ve parti liderliğinden çekilmesiyle sonuçlanmıştır. Yine Özal-Yılmaz (1991) ve DemirelÇiller (1993-1996) dönemlerinde siyasal sistem bir başkanlık rejimi gibi işlememiş, aksine cumhurbaşkanı ile başbakanlar arasında görüş ayrılıkları ve çatışmalar yaşanmıştır. 1982 Anayasası döneminde yaşanan bazı cumhurbaşkanı-hükümet anlaşmazlıklarını parti kimlikleri üzerinden okumak da mümkün değildir. Örneğin parti kökeni olmayan onuncu Cumhurbaşkanı Sezer döneminde Kanun Hükmündeki Kararnameler, atama kararnameleri, Devlet Denetleme Kuruluna yaptırılan incelemelerin sonuçları gibi pek çok konuda önce Cumhurbaşkanı Sezer ile Ecevit hükümeti arasında, daha sonra da Erdoğan hükümeti arasında ciddi tartışmalar yaşanmıştır. 1982 Anayasası döneminde cumhurbaşkanları, parlamenter sistemde karşı imza kuralı gereğince kararnameleri imzalama yetkilerini, hukuka ve usule uygunluğun ilanı amacının çok ötesinde hükümeti yönlendirme ve bloke etmek amacıyla sıklıkla kullanmışlardır. 1982 pratiğinin Türkiye’de yürütmenin iki kanadı arasında parlamenter bir ilişkiye karşılık gelmediği söylenebilir. Tersine sistem, cumhurbaşkanı ile hükümetin uyumlu çalıştıkları, buna paralel olarak cumhurbaşkanının geri planda kalıp hükümete destek verdiği dönemlerde parlamenter olarak işlemektedir (Demirel-Ecevit dönemi, 1999-2000). Dolayısıyla 2007 yılındaki değişikliklere kadar Türkiye’de ancak, delegatif olarak seçilen ve sistemi yönlendirici yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanı ile yine güçlü yetkilere sahip bir hükümetin birlikte çalıştığı bir melez sistemin varlığından söz edilebilir. Üstelik üst yargının ve üniversitelerin cumhurbaşkanı otoritesine bağlı olarak yapılandırılmış olması ve MGK gibi vesayetçi kurumlara yer vermesi yönüyle 1982 Anayasası’nın bir parlamenter sistem getirdiği iddiası oldukça tartışmalıdır. 2007 yılında yapılan değişiklikler bu sistemde cumhurbaşkanının vesayetçi tepkilerin temsilcisi olma misyonuna son vererek, 1982 Anayasası’ndaki kurumsal formülasyonun kurucu mantığını ortadan kaldırmıştır. Anayasal düzeyde cumhurbaşkanı-hükümet ilişkilerinin bir çatışmaya yol açmayacak şekilde yeniden belirlenmesi, yasama iktidarının güçlü iki yürütme otoritesi karşısında zayıflamasının önlenmesine dönük kurumsal değişikliklere gidilmesi zorunluluğu doğmaktadır. Ancak mevcut anayasanın yürütmenin iki kanadı arasındaki yetkileri düzenleyiş biçimi ve taşıdığı boşluklar nedeniyle yukarıda belirtilen olası sonuçları kapsayacak nitelikte bir çerçeveye sahip olmadığının da altının çizilmesi gerekmektedir. 2014 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Türkiye, mevcut Anayasa değiştirilmezse veya yarı başkanlık rejiminin ülkede işleyebilme koşullarını mümkün kılan anayasal değişiklikler yapılmazsa, kurumsal alt yapısı oluşturulmamış bir melez model ile yönetilmeye başlayacaktır. Dolayısıyla 2007 Anayasa değişiklikleri Türkiye’de kurumsal ve sistemsel düzeyde paralel değişikliklerin yapılmasını zorunlu hale getirmiş bulunmaktadır. Öncelikle anayasal düzeyde cumhurbaşkanı-hükümet ilişkilerinin bir çatışmaya yol açmayacak şekilde yeniden belirlenmesi, yasama iktidarının güçlü iki yürütme otoritesi karşısında zayıflamasının önlenmesine dönük kurumsal değişikliklere gidilmesi zorunluluğu doğmaktadır. Bu nedenle Ağustos 2014 sonrasında gerek iktidarın gerekse muhalefetin gündemine sistemin işleyişini mümkün kılacak bazı değişikliklerin yapılması zorunluluğu gelecektir. Tartışmaların başkanlık sistemine geçiş ile anayasada kısmi bir revizyona gitme önerileri arasında şekilleneceği söylenebilir. Bir revizyon açısından aşağıdaki hususlar önem kazanmaktadır: • Bu kapsamda, 1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemlerin açık bir şe- kilde belirtilmesi, yine cumhurbaşkanın karşı imza ile ilgili yetki alanı ve buna itiraz usulünün yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. • Anayasa Mahkemesi ve diğer üst mahkemelere yapılacak atamalarda seçimli iki otorite olarak cumhurbaşkanı ve TBMM’nin ortak hareket etmesini sağlayacak bir mekanizmanın geliştirilmesi, yine HSYK atamalarında mesleki-korporatist seçim usulünün terk edilerek, cumhurbaşkanı ile meclisin birlikte hareket etmeleri esasının benimsenmesi demokratik meşruiyet açısından daha yerinde olacaktır. • Devlet Denetleme Kurulu’nun denetim alanının yeniden belirlenmesi, kurul raporlarının sonuçları ile ilgili prosedürlerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. • Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu konusunda anayasadaki boşlukları giderecek düzenlemeye gereksinim bulunmaktadır. • Olağanüstü hal ve sıkıyönetim hukuku yeniden düzenlenmelidir. • Parti içi demokrasiyi güçlendiren düzenlemelerin gerek siyasi partiler, gerekse seçim kanunlarında yapılması gerekmektedir. Partilere üyelik sisteminin, demokratik bir delege seçimine imkan tanıyacak şekilde yeniden düzenlenmesi ve denetimi, yine seçimlerde parti adaylarının belirlenmesinde üyeliğin esas alınacağı ön seçim mekanizmasının genel kural haline getirilmesi sistemin işleyişi açısından önemlidir. • Seçimlerde hazine yardımının nasıl kullanılacağına ilişkin, özellikle yardımdan yerel parti örgütlerinin yararlanmasına yönelik bazı kuralların getirilmesi yerinde olacaktır. Türkiye, seçim sistemini yeniden yapılandırmalıdır. %10 gibi yüksek ulusal baraj yerine dar bölge çoğunluk veya karma seçim sistemleri yolu ile temsil-istikrar ikileminin çözülmesi düşünülmelidir. Benzer şekilde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin finansmanı konusunda kapsamlı bir yasal düzenlemeye gereksinim duyulacaktır. AĞUSTOS 2014 85 İÇ POLİTİKA 7 Şubat’ta, Hakan Fidan ve diğer MİT görevlileri için paralel yapılanmanın başlattığı ve son anda boşa çıkarılan operasyon hatırlandığında, bu maddenin ne kadar gerekli olduğu anlaşılacaktır. Eğer bu operasyon başarılı olsaydı, çözüm süreciyle alakalı görüşmeleri başarıyla sürdüren başta MiT mensupları olmak üzere, devlet görevlileri vatana ihanet suçuyla yargılanacak ve bu yargı çok kısa bir süre içinde hükümete hatta Başbakan’a kadar uzanacaktı. CHP bu maddeyi eski faili meçhuller dönemini mümkün kılacak bir madde olarak tanıttı. Oysa bu iddianın gerçeklerle bağdaşır hiçbir yanı yok. AK Parti hükümetinin iktidara geldiği dönemden bu yana, güvenlik sektörünü ihmale uğratmadan PKK’yle mücadele ettiği, ama bu mücadelenin hukuk sınırları içinde kalması ve sivillere herhangi bir zararın gelmemesi için azami özen gösterdiği biliniyor. GERİYE DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Ç özüm sürecine yasal güvence getiren paket meclis tatile girmeden yasalaştı ve cumhurbaşkanının da onayını alarak yürürlüğe girdi. MHP, bilinen tutumundan fedakarlık etmedi. Çözüm sürecinin karşısında yer alan MHP, bu tavrını meclisten geçen yasalara ilişkin olarak da sürdürdü. Kürt sorunuyla alakalı ama aynı zamanda çözüme dair fikirleri de samimi olan bütün çevreler ve aktörler, bu gelişmeyi tarihsel bir adım olarak değerlendirdi. Kuşkusuz bu değerlendirmeler haklı ve yerindedir. CHP ise her zamanki gibi, Mecliste farklı, kamuoyuna karşı farklı bir tutum sergiledi. Resmi açıklamalar, yasal çerçevenin doğru ve desteklenmesi gereken bir adım olduğu yönündeydi ama CHP bu desteği şartlı olarak sunduğunu ifade ediyordu. Çözüm sürecinin en zayıf karnı olan ve en çok da eleştiri konusu yapılan ‘yasal çerçeve’nin mecliste kabulü, çözüm sürecine yönelik ihtiyatlı ve endişeli yaklaşımları gereksiz hale getirecektir. Bu şartlardan en önemli olanı, çözüm süreci bürokrasisine, yani görüşme ve müzakereleri sürdürecek, bu amaçla yurt içinde ve yurt dışında görüşmeler yapacak olan bürokrasiyi korumaya yönelikti. Yasaların hem meclis komisyonunda hem de meclisteki oturumlarda görüşülmesi sırasında sert tartışmalara tanık olduk. Bu yasaya göre, çözüm sürecinde görev alan bürokratlar, sırf bu görüşmeleri yaptılar diye, sorgulanamayacak ve haklarında soruşturma açılamayacaktı. 86 AĞUSTOS 2014 Çözüm sürecinden önce ve Oslo’da masa dağıldığında, PKK’nin ‘devrimci halk savaşı stratejisi’ adı altında başlattığı yeni saldırı ve terör döneminde iki bine yakın kayıp olmasına rağmen, bu kayıplar arasında sivillerin oranı son derece azdı. PKK bu savaşı kaybetti, ama bugün de izaha muhtaç bir biçimde imdadına Uludere katliamı yetişti. Uludere’de meydana gelen facia, PKK’nin askeri olarak uğradığı yenilgiden, psikolojik olarak güçlenmesine yol açtı.. Uludere’de hayatını kaybeden insanların PKK’ye sıcak bakan veya onunla bir organik bağı olan kimseler olmamasına rağmen, Uludere’yi siyasi bir kullanım alanı haline getirmede, PKK son derece başarılı oldu. Faili meçhuller dönemi, Kürt sorununda sivil ve demokratik kanalların kapalı olduğu, buna karşın, PKK’yle mücadele adı altında devlet içine sızmış çeteci yapıların, sahaya tam olarak hakim oldukları bir dönemdi. AK Parti hükümetinin bu döneme ilişkin herhangi bir sorumluluğu olmadığı gibi, sivil bir çözüme inanarak yol almaya çalışan yegane hükümet olduğu da inkar edilemez bir gerçektir. Çözüm isteyen, sivilleri her türlü şiddet ve terörden korumak için azami gayret gösteren bir hükümetin görevlendirdiği bürokratlar, nasıl olacak da faili meçhul cinayetler işleyecek? Masadan kalkan veya herhang br bahaneyle maraza çıkaran her km olursa olsun, derdn bu koşullarda halka anlatması ve nandırıcı olması mümkün olmayacaktır. Çünkü halk hep söylendğ gb, barışı satın almıştır. Barışa engel olablecek ve sürecn önünü kesecek hçbr syas veya örgütsel bahane, kamuoyunda makul karşılanmayacaktır. Akıl alır bir şey midir bu? MİT yetkililerin amacı, Öcalan’ı zehirlemek, Kandil’i yönetenleri imha etmek olabilir mi? İmralı ve Kandil’e veya Avrupa’ya gidip çeşitli gruplarla görüşecek olan görevlilerin işi cinayete veya operasyonel faaliyete dökmesi için ne gibi bir sebep var? Türkiye, bu sorunun daha fazla kan dökerek çözülemeyeceğini tecrübe etmiş bir ülkedir. Ama bu tecrübelerin ana muhalefet partisine fazla bir şey anlatmadığı görülüyor. Anlatmamış olacak ki, bu yasa oylanırken, CHP’den sadece altı milletvekili evet oyu verdi. Diğerleri ortalarda yoktu. Dolayısıyla yasanın bundan sonraki aşamalarında, yani uygulama safhasında, CHP’nin Mecliste bir ulusal mutabakatın oluşması yönünde değil, oluşmaması yönünde çaba göstereceğinden hiç şüphe duymamak lazım. Yasanın bundan sonra da iki siyasi muhatabı vardır. Biri AK Parti’dir, diğeri de HDP ve yeni kurulan Demokratik Bölgeler Partisi’dir. Çözüme getirilen bu yasal çerçeve, bütün bakanlıklara ve hükümetin çeşitli organlarına görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Kürt ve Türk kamuoyu, yasayı sevinçle karşılamıştır; çünkü bu yasa her şeyden önce bir daha geriye dönüş olamayacağının açık ifadesidir. Kimsenin geriye dönmek veya masadan kalkmak gibi bir lüksü söz konusu olmayacaktır. Masadan kalkan veya herhangi bir bahaneyle maraza çıkaran her kim olursa olsun, derdini bu koşullarda halka anlatması ve inandırıcı olması mümkün AĞUSTOS 2014 87 Yasanın öngördüğü en önemli konu, PKK ile ilgili sorunların halledilmesidir ve bu bakımdan eve dönüşlerin belli ve makul bir süre içinde gerçekleşmesi yasanın en temel amaçları arasındadır. Eve dönüşlerin yağdan kıl çeker gibi kolay olacağını düşünmemek gerekir. olmayacaktır. Çünkü halk hep söylendiği gibi, barışı satın almıştır. Barışa engel olabilecek ve sürecin önünü kesecek hiçbir siyasi veya örgütsel bahane, kamuoyunda makul karşılanmayacaktır. Cumhurbaşkanı adayı ve Başbakan Erdoğan’ın, içinde bulunduğumuz kaotik siyasi duruma bakıldığında, bu yasayı seçimlerden önce meclisten geçirmesi bir risk olarak da görülebilir. Fakat eleştiri yöneltenler, bu riski görmezlikten gelmekte, hatta hükümeti Kürt oylarını alabilmek için manevra yapmakla suçlamaktadırlar. Anketlere bakıldığında muhalefet partileri içinde, Başbakan’a oy verecek seçmen sayısı en fazla MHP’de toplanmış görülüyor. Öte yandan Kürt siyaseti zaten seçime kendi adayıyla girmektedir. Bu durumda yasanın seçimlerden sonra gündeme gelmesi, belki de daha akılcı olabilirdi. Tabi Başbakanın niyeti, çözüm süreci üzerinden, daha fazla oy almak olsaydı... Ama Başbakan’ın böyle bir niyete sahip olmak bir yana, siyasi istikbalim pahasına da olsa bu sorunu çözeceğim dediğini ve bu söylemi defalarca tekrarladığını da kimse unutmuş değil. Kürt sorunu başından beri milli bir sorundu ve her türlü iç politika hesaplarının dışında ele alınması gereken bir sorundu. Hükümet bu anlayışla hareket etti. Çözümün rantını düşünerek hareket etseydi, hiçbir şekilde inandırıcı olamayacak ve bu tür süreçlerin en çok ihtiyaç duyduğu güven sorunu tesis edilemeyecekti. Yasal düzenleme, Türkiye’nin ilk kez tecrübe ettiği bir süreçte, hükümetin yetkilerini belirleyen ve sorunu meclisin gündemine sokan bir düzenlemedir. Açıklığa ve şeffaflığa hizmet edecek, bu yönüyle de kamuoyunun zihninde oluşmuş bir çok müphem konuyu ortadan kaldıracaktır. 88 AĞUSTOS 2014 PKK’yi siyasi manada güçlü kılan yegane şey bugün de elinde hala silah tutuyor olmasıdır. Bu durum bölgede farklı ama PKK’nin lehine bir durum yaratmaktadır. 2013’te Öcalan’ın geri çekilme çağrısına uyulmamasının en öenmli sebebi, PKK’nin Türkiye’nin yaşayacağı üç seçimin de, silahların gölgesinde geçmesini istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu, legal Kürt siyaseti üstündeki silahlı vesayet imkanının devam etmesi bakımından bir avantaj yaratmakta ve bu avantajı PKK fazlasıyla kullanmaktadır. Geri çekilir gibi yapıp, Türkiye’de kalınmasının sebebi de budur. Yasanın meclisten geçtiği gün de Kandil’den önemli bir açıklama geldi. Kandil’in bir numaralı ismi Cemil Bayık, PKK’nin Öcalan’ın özgürlüğü sağlanıncaya kadar dağdan inmeyeceğini açıkladı ve PKK’nin silahlı militanlarının dağdan ineceğine inananların hayal gördüğünü ifade etti. Eğer PKK dağdan inmemek için hakikaten bu kadar açık ve net, büyük bir kararlılık içindeyse, dağdan inişler söz konusu olduğunda, en büyük hayali, 1999’dan bu yana Abdullah Öcalan’ın gördüğünü söylemek, yanlış olmaz. 2013 Newroz’unda okunan mektup, silahlı mücadelenin sona erdiğini açıkça belirtiyor ve silahlı mücadele döneminin kapandığını söylüyordu. Bu devrim alanını korumak, bugün için PKK/ PYD’nin en büyük önceliğidir. Ama Koban’e kantonuna IŞİD güçlerinin gerçekleştirdiği son saldırılar, bu bölgede ilan edilen üç Kanton’un öyle kolayca korunamayacağını gösteriyor. Rojava’yı korumak için daha fazla silahlı insana ihtiyaç var. Suriye Kürtleri bu ihtiyaca yeteri kadar cevap vermiyor olacaklar ki, PKK, Türkiye dahil, Kürtler’in yaşadığı her coğrafyadan gençleri, Kobanê’ye saldıran ve ele geçirmek isteyen IŞİD’e karşı mücadeleye çağırıyor. Bu çağrıya sivil siyaset erbabı da sessiz kalmıyor. Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, Gündem gazetesine yaptığı açıklamada şöyle diyordu: -Genç olsaydım Kobanê’ye savaşmaya giderdim. Durum bu kadar net. Ahmet Türk bile genç olsa Kobanê’ye gidip savaşacaksa, PKK elindeki silahlı gücü, çözümün hatırına nasıl dağdan indirecek? Çözüm paketi gerçekten de, dağdan inişleri hedefleyen kısmıyla son derece önemli. Ama sadece bir yasa tasarısı olarak ve kağıt üstünde kalmaması da, büyük ölçüde PKK’nin niyetine bağlıdır. Cemil Bayık, Öcalan ve Kürdistan özgür kalıncaya kadar PKK’nin dağdan inmeyeceğini böyle düşünenlerin hayal gördüğünü söylerken, yönettiği örgütün şu anki pozisyonu açısından gerçekçi davranıyor. Öyle bir siyasi süreç var ki Orta Doğu’da, bu sürece bakarak, PKK’nin silah bırakacağını düşünmek çok gerçekçi olmayabilir. Temel soru şu: Bir yıl içinde Orta Doğu’da ve özellikle Suriye’de teritoryal bir bölgede belli bir iktidar alanı oluşturan PKK’nin amaç ve programlarında önemli değişimler yaşandı. Çözüm süreci öngörüldüğü gibi belli periyodik aşamalarla, üç yıla yakın bir zamanda, PKK’yi silahlandırma ve PKK’nin normal siyasi sürece katılımıyla sonuçlanabilir mi? Rojava -Suriye Kürtlerinin yaşadığı bölge- denilen bölgede bir iktidar alanı oluşturmak, PKK/PYD için, dünyanın en büyük devrimlerinden birini daha yapmak anlamına geliyordu. Hareketin sözcüleri Rojava Devrimi’nin, Fransız Devrimi ve 1917 Ekim Devrimi’nden bile büyük olduğunu düşünüyorlar. Eller tetikten çekilmiş olsa da, PKK’nin silahlı grupları Türkiye’de eyleme hazır beklerken, bu şartlar altında, çözüm sürecinde taraflar neyin üzerinde mutabakat sağlayabilirler? Kanaatimce, PKK’nin silahlı gruplarının silahsızlandırılması değil, bu grupları Türkiye’den çekmesi ve Türkiye’ye karşı savaşı durduğunu ilan etmesi, çözümün önündeki en önemli engelin aşılmasına yol açacaktır. Üstünde mutabakat sağlanabilecek konu, yine kanaatime dayanarak söylemek isterim ki, muhtemel bir silahlanma değil, bir yıl içinde tamamlanabilecek bir geri çekilme konusudur. Çözümün en önemli aşaması budur ve bu aşamaya gelmemek için PKK’nin, Öcalan’a rağmen ayak direyeceği bir gerçektir. Kandil’i tasfiye etme planı, gerçekçi değil artık. Çünkü Kandil’in tasfiyesi, artık sadece Türkiye’deki Kürt hareketiyle alakalı bir mesele değil. İran başta olmak üzere, bölge ülkelerinin hiçbiri, Amerika ve diğer bölge dışı aktörler, bu aşamada Kandil’in tasfiye edilmesine rıza göstermez. Sonra her şeyden önce Kandil, Türkiye’nin Kürt hareketi açısından miadını doldurmuş olsa bile, bugün artık, Rojava’daki yeni süreç için vazgeçilmez bir askeri-siyasi üs haline gelmiştir. Rojava’da başlayan hareketin Kandil’den yönetildiği apaçık. Çözüm sürecini silahsızlandırma programına bağlamak ve bu programı Kandil’i de ihtiva edecek şekilde üç yıla yaymak, çözüm sürecini akamete uğratabilecek bir yanlışlık olur. Dahası, Kürt kamuoyu, bugün hem Rojava hem Kerkük’te olun bitenler nedeniyle, Kürt örgütlerinin silah bırakması programlarına ilgiyle bakmaz ve desteklemez. Ama hiçbir Kürt örgütünün Türkiye’ye karşı savaşmasını da istemez. O halde gerçekçi yol ve talep şu olabilir: PKK Türkiye’ye karşı savaşı durdurmalı ve geri çekilmelidir. Bu sağlanabilirse, çözüm süreci amacına ulaşır. Sağlanamazsa, süreçte ilerleme çok zor olur. Çözüm sürecinde yeni bir aşamaya gelindiği, çözüm sürecinin sağa sola yuvarlanıp duran topunun, şimdi Öcalan ve Kandil’in ayağında dolaştığı bir gerçek. Kandil ve Öcalan’ın topa nasıl vuracağını hep beraber bekleyip göreceğiz. Çünkü hükümet üstüne düşeni yaptı, top bu iki aktörün ayağında. Ya geri çekilme ya hiç! AĞUSTOS 2014 89 İÇ POLİTİKA KIRMIZI KİTAP MİLLİ İRADE VİZYONU PARALEL CUNTA’YA OPERASYON Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı Soğuk Savaş Sürecinde Eski Türkiye S oğuk Savaş döneminin, “devleti öne çıkaran, milleti devletin emrinde, güvenilmez unsurlar kategorisinde değerlendiren” güvenlik ve savunma paradigmalarının, istihbarat taktik ve stratejileri gereği, dünya devletlerinin, bilhassa NATO ve Varşova Paktı’na bağlı ülke istihbarat servislerinin “gizli, esrarengiz, ulaşılmaz, komplocu” görüntüsü ve işlevinin doğal olarak 1952 yılında, NATO’ya üye olan Türkiye’yi ve MİT’i de kapsadığı bilinir. Gelişmiş demokrasilerde devleti milli irade yönetir. Ülkemizde de mevcut anayasa ve kanunlarda, yasama, yargı ve yürütme erklerinin kimler tarafından ne şekilde kullanılacağı, erkler arasındaki koordinasyonun ne şekilde sağlanacağı açıkça belirtilmesine rağmen, Müesses Nizamın sivil yönetimlere ve milli iradeye güvenmeyen, hatta iç tehdit unsuru olarak gören yönetim anlayışı, tarzı ve tavrı, cumhuriyeti kuran ideolojinin doğal koruyucuları olarak, gerekirse risk alınacağını açıkça deklare ederek, kendilerini toplum içinde daha Atatürkçü ve vatansever, laik cumhuriyetin kurucusu ve sahibi olarak gören bir vesayet anlayışını, uzun yıllar bo- 28 Şubat sürecnde, br Bakanlar Kurulu manzumes olan ve MGK çnde hazırlanarak Ekm 1997 yılı çnde kabul edlen MGSB belgesnde, brnc sırada ç tehdt olarak kabul edlen ‘rtca’nın, Türkye çn gerçek anlamda br ç tehdt olmadığı, ülkede brlk ve beraberlğ bozacak, ülkey kamplara bölmeye yönelk br dış destekl br dayatma olduğu 28 Şubat yargılamalarında otaya çıkmıştır. yunca millet iradesine dayattıkları bir vakıa olarak karşımızdadır. Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında 1950 yılından 2005 yılına kadar geçen zaman dilimi içinde vesayet mekanizmaları 1961 ve 1982 darbe anayasalarından aldığı güçle, MGK içinde anayasa üstü yetkilerle donatılmış bir şekilde siyasi istikrarsızlığın ve darbelerin başlıca kaynağı ve nedeni olmuştu. Halk arasında devletin gizli anayasası olarak tabir edilen ‘kırmızı kitap’ (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) bu anlamda vesayetçi mekanizmalar tarafından demokratik reform ve yönetim tarzlarına karşı, seçilmişleri baskı altına alacak militarist ve vesayetçi anlayışı etkili kılacak mevzuatla donatılmıştı. MGK Genel Sekreterliği resmi web sitesinde MGSB şöyle tanımlanıyor; “Türkiye Cumhuriyeti’nin milli menfaatleri ve milli hedefleri ve milli hedeflere ulaşılması için takip edilecek iç ve dış güvenlik ile savunma siyasetlerine ilişkin esasları kapsayan bir Bakanlar Kurulu dokümanıdır”. Bakanlar Kurulu kararları ile yürürlüğe konulan MGSB’nin diğer Bakanlar Kurulu kararları gibi normlar hiyerarşisine uygun bir doküman olması şeklen ve görüntü olarak doğru görünse bile gerçekte 2005 yılına kadar MGK’da hazırlanan Türkiye’nin iç ve dış tehditlerinin belirlendiği MGSB’de, askerlerin mutlak ağırlığı kendini hissettirmiş, Bakanlar Kurulu’nun rolü yalnızca askerler tarafından belirlenen iç ve dış tehdit ile savunma ve güvenlik paradigmalarını onaylamaktan öteye geçememiştir. Böylece güvenlik ile ilgili sorumlulukları TSK’ya havale etme kolaycılığını benimseyen kabineler, silahlı kuvvetlerin iç müdahalelerine istemeden de olsa zemin hazırlamış oldular. Tehdidi tespit etmeyi, tedbiri almayı da vesayet makamlarına bırakmak en azından milletten alınan yetkinin suistimal edilmesi anlamını taşır. 90 AĞUSTOS 2014 59. Hükümet’in, MGSB’sini Genelkurmay ile birlikte hazırlama iradesini belirtmesi ile ortaya çıkan kurumlar arasındaki iç ve dış tehdit algılama farklılığı, 2005 yılında medyanın gündeminden düşmedi. Görüşmelere askerlerin 300 sayfalık bir taslakla gelmelerine karşın, hükümet çevrelerinin 25-30 sayfalık bir taslakla katılması aslında derin görüş farklılıklarını da ortaya koyuyordu. Yeni MGSB, 24 Ekim 2005 tarihinde MGK’da görüşüldü, Bakanlar Kurulu’na tavsiye edildi. Bakanlar Kurulu 20 Mart 2006 tarihinde MGSB’yi kabul etti. MGSB’nin metni yüksek gizlilik derecesi nedeniyle Resmi Gazete’de yayınlanmaksızın yürürlüğe girdi. MGK’da görüşülüp karara bağlanan MGSB’nin niçin 5 ay sonra kabul edildiği, neden bu kadar beklendiği konusunda kamuoyunda tereddütler hâsıl oldu. Bu konuda bir dönem Özel Harp Dairesi’nde görev yapan, Adnan Tanrıverdi, belgenin provokatif olaylarla hükümete imzalattırıldığını ileri sürerek, Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonu, Hakkâri bölgesinde bir dizi bombalama eylemi, Şemdinli iddianamesi ve Diyarbakır olayları ile hükümetin eş zamanlı olarak, MGSB’yi imzalamak zorunda kaldığını belirtti. Geçmişte Türkiye, MGSB ile iç ve dış tehdit algılamalarını yaparken bağlı bulunduğu pakt ve uluslararası antlaşmaları dikkate almış olmasına rağmen, Türk Milleti’nin milli manevi ve kültürel değerlerine gerekli önemi vermemiştir. Milletin gündeminde bulunmayan tehditler gündemden düşürülmemiş; hatta kendi halkını tehdit kaynağı olarak gösteren, Cumhuriyet’in temel nitelikleri açısından tehlike yaratacak faaliyetlerin meşru iktidarlar tarafından yapıldığı iddiaları uzun yıllardan bu yana gündemde tutulmuştur. Hükümetlere karşı yapılan ve yapılacak tüm antidemokratik faaliyetlere de bu çerçevede meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. 28 Şubat sürecinde, bir Bakanlar Kurulu manzumesi olan ve MGK içinde hazırlanarak Ekim 1997 yılı AĞUSTOS 2014 91 1979 yılında Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi sonucu CIA’nin örtülü desteğiyle tüm dünya Müslümanları ateist Rusya’ya karşı mücadele etmeleri yönünde cihada çağrılmışlardı. Afganistan’da Rusya’ya karşı cihat eden savaşçılar CIA’nin desteğini fark edememiş, Pakistan gizli servisi ISI tarafından eğitildiklerini zannetmişlerdi. Soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasında Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak genelde NATO’nun ‘Tehdit Konsept’ değerlendirmelerini kendi ülkesinde birebir uygulamıştır. içinde kabul edilen MGSB belgesinde, birinci sırada iç tehdit olarak kabul edilen ‘irtica’nın, Türkiye için gerçek anlamda bir iç tehdit olmadığı, ülkede birlik ve beraberliği bozacak, ülkeyi kamplara bölmeye yönelik bir dış destekli bir dayatma olduğu 28 Şubat yargılamalarında otaya çıkmıştır. Türkiye’de ilk defa siyasi irade’nin inisiyatifinde, ülkenin gerçek ihtiyaçları göz önüne alınarak dış etki ve konseptlerden, bağımsız ve askeri vesayetçilerin kontrolü dışında 2010 tarihinde, Yeni Türkiye’nin MGSB’si hazırlanmış, devlet-millet kaynaşmasını engelleyen, 28 Şubat cuntasının ürünü olan ‘irtica’ iç tehdit olmaktan çıkarılmıştı. 28 Şubatçılar tarafından ortaya atılan ‘irtica’ tehdit olgusu ve bu tehdit algılamasının 1000 yıl süreceği iddiaları doğrudan NATO’nun yeni “Tehdit Konseptinin” Türkiye’de bire bir uygulanması ile yakından ilgilidir. 1990 yılında Berlin duvarının yıkılması, 1991 yılında SSCB ve doğu bloğunun parçalanması sonucunda, soğuk savaş döneminin sona ermesi, NATO’nun komünizm tehdidine karşı oluşturduğu tüm savunma sistemlerinin boşa çıkması üzerine, NATO 1990’lı yıllarda yeni hedefler ve görev sahaları edinmiş, bu çerçevede 90’lı yıllarda çeşitli dönüşümlerden geçmişti. 11 Eylül saldırılarının hemen sonrasında ‘Küresel Terörizm’ NATO’nun yeni tehdit konsepti olarak açıklanmıştı. Bu karar ikiz kuleler saldırısını gerçekleştirdiği iddia edilen El-Kaide örgütü ile ilgili olarak alınmış, böylece İslam ve terör yan yana getirilerek İslamiyet örtülü bir tehdit olarak ortaya konmuştu. 92 AĞUSTOS 2014 Türkiye’yi adım adım 12 Eylül 1980 darbesine götüren faili belli veya meçhul cinayetlerde, toplumsal olaylarda, sağ-sol çatışmalarında yaklaşık 5000 kişi hayatını kaybetmişti. Bu süreçte Türkiye’nin birinci iç ve dış tehdidi ‘Komünizm’ olarak değerlendirilmişti. NATO’nun soğuk savaş döneminin tehdit konsepti Türkiye’de karar verici mekanizmalar tarafından da birebir kabul edilerek yasallaştırılmıştı. 12 Eylül öncesi yaşanan ve bir iç savaştan farklı olmayan bu dönemde sağ-sol kutuplaşması devlet eliyle yaratılmış, ülkenin birlik ve beraberliğine, kardeşliğine milletin devlete olan güvenine büyük darbe vurulmuştu. Küreselleşme Sürecinde Yeni Türkiye Cumhurbaşkanı adayı Başbakan Erdoğan’ın, Haliç Kongre Merkezi’nde açıkladığı “Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesi”, iç politika açısından ‘Yeni Türkiye’nin, 2023 hedefleri doğrultusunda ileri demokrasi standartlarını yakalamış, hukuk devleti ilkeleri ve anlayışını benimsemiş, devlet toplum ilişkilerinde, millet iradesini öne çıkaran bir vizyonu, yetki ve sorumluluk açısından şeffaf, hesap verebilir bir devlet profilini ortaya koyan bir yol haritası ve manifesto niteliğindedir. Dış politikada ise Türkiye’nin “evrensel değerler ve ulusal çıkarlar arasında bir denge oluşturularak” bölgesinde ve dünyada olumlu, dönüştürücü bir dinamizme sahip olarak, barış ikliminin yaratılmasında, çözüm sürecinde olduğu gibi derin bir etki yaratılabileceğinin altı özellikle çizilmiş görünüyor. Küreselleşme olgusunun iç ve dış politika arasındaki ayrımı, yumuşatmanın ötesinde tamamen ortadan kaldırdığı için iç ve dış politikanın iç içe geçtiği savı uluslararası platformlarda sıkça vurgulanan önemli bir tespit olarak görünmektedir. Bu farkındalığın bir sonucu olarak, bölgesel ve küresel siyasi aktörler dış politikalarını, iç gündemlerini desteklemek için kullanmakta veya tam tersi iç gündem, dış politikanın konusu yapılabilmektedir. AK Parti hükümetleri dönemi bu açıdan dış politikanın, iç politikayı dönüştürmede etkin ve başarılı olduğu bir sürece işaret etmektedir. Geçmişte Kırmızı Kitap’a göre dış politikalarımızı şekillendirirken, günümüzde dış politikamıza göre Kırmızı Kitap’ı elden geçirmemiz milli iradenin tecellisi açısından güzel bir örnek sanırım. “Yeni Türkiye Yolunda” isimli vizyon belgesinde, Eski Türkiye’nin devleti öne çıkaran, millete güvenmeyen, onu örseleyen, milleti devletin emrinde bir araç olarak gören güvenlik paradigmalarına karşı, devlet-millet ilişkilerinde, milli iradeyi öne çıkaran, millete saygı ve güven duyan, “milletin efendisi değil hizmetkarı olma perspektifi” ile hareket eden, devlet olarak milletin değerlerini benimseyen, millet merkezli bir yönetim anlayışının hakim kılınacağı açıkça ifade ediliyor. Millet ve devlet ilişkilerinde milletten yana taraf olunacağının açıkça belirtilmesi çok açık bir ifadeyle sessiz devrim niteliğinde ileri demokrasi standartları çerçevesinde olumlu bir girişimdir. Uzun yıllardan bu yana horlanan, küçümsenen itibarsızlaştırılmaya yönelik psikolojik harekâtların merkezine oturtularak, 28 Şubat’ta irticai iç tehdit olarak değerlendirilen, millet iradesine kayıtsız şartsız saygı duymak demokrasinin en önemli parametrelerindendir. Ancak eski ve yeni vesayet mekanizmaları kontrolündeki yazılı ve görsel medyadaki bazı devşirilmiş unsurlar ve bazı muhalefet parti mensupları bu söyleme beklenildiği gibi açıkça karşı çıkarak demagoji yapmakta, kontra bir psikolojik harekat stratejisiyle, AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ı neredeyse kendi derin devletini yarattığı paranoyasıyla suçlamaktadırlar. Vizyon belgesinin tamamı incelendiğinde, darbeciler tarafından hazırlanan ve siyasi istikrarsızlığın kaynağı olarak gösterilen, yürürlükteki anayasa ile çatışan bir cumhurbaşkanı görüntüsü vermemeye özen gösterildiği, 2015 Haziran ayında yapılacak genel seçimlerde Anayasa’yı değiştirebilecek bir çoğunlukla iktidara gelindikten sonra konjonktür müsait olduğu takdirde sistem değişikliğine gidilebileceği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın ilk turda yüksek bir oyla seçilmesi durumunda (% 55) erken seçim ihtimalinin göz ardı edilemeyeceği uzmanlarca belirtiliyor. Çözüm süreci, Kürt-Türk kardeşliğinin gerek yurt içinde gerekse Orta Doğu’da pekiştirilmesi, 12 Eylül 2010 referandumu ile darbecilere yargı yolunun açılması, milletin manevi değerleri ve inanç özgürlüğünü irticai tehdit olarak değerlendiren, MGSB’de yapılan değişiklikle iç tehdit olarak kabul edilen ‘irtica’ tehdidinin ortadan kaldırılması, türbanın kamu dâhil olmak üzere tüm üniversitelerde serbest bırakılması, darbelere zemin hazırlayan TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35 maddesinin değiştirilerek mevcut maddeden “Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” ifadesinin çıkarılması, devlet içindeki çetelerle ve darbecilere karşı verilen mücadele iktidarın devlet ve millet kaynaşması yönündeki önemli icraatlarıydı diyebiliriz. Paralel Cunta’nın Polis Ayağına Operasyon Başbakan Erdoğan, 10 Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde, AK Parti adayı olarak isminin ve Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesi’nin açıklandığı toplantıda konuşmasını yapmak üzere kürsüye “İstiklal Mücadelesi’nin lideri” anonsuyla davet edilmişti. Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklarken yaptığı “Çankaya’da iki hayati görevim olacak. Birisi Cemaatin tasfiyesini bizzat yürüteceğim. İkincisi barış sürecinin takipçisi olacağım” sözü cemaat cephesi ve muhibbilerinde endişe yaratmış ancak çok ciddiye alınmamıştı. Operasyon beklentisi içinde olan kamuoyunda örgüte neden operasyon yapılamadığı yönündeki merak ve endişeleri kendi lehine çevirmek isteyen Paralel Yapının büyük abileri ve imamları, tabanının çözülmesini engellemek, örgüte moral ve destek sağlamak amacıyla, motive edici söylem ve eylemlere yönelik psikolojik harekat faaliyetlerini, sosyal medya üzerinden de yürüterek ellerinde delil yok, beceremezler, bir şey bulamazlar twitleri ile güç sarhoşluğunun getirdiği sorumsuzlukla açıkça devlete meydan okuma cüretinde ve gafletinde bulunuyorlardı. Oysa Erdoğan, Paralel yapının başarısızlıkla sonuçlanan, 17-25 Aralık darbe girişimi sonrasında, Milli AĞUSTOS 2014 93 - Cemaat üyesi olup örgütlü olarak hükümeti devirmek ve anayasal düzeni yıkıp, devleti ele geçirmek için doğrudan faaliyet yürüten kişilerin adreslerinin ve açık kimlik bilgilerinin belirlenmesi, cep telefonu ve elektronik iletişimlerinin denetlenip izlenebilmesi için araştırmanın yapılması, gerekli kararların mahkemelerden alınabilmesi için işlemlerin başlatılması, benzer şekilde geriye dönük olarak cep telefonu görüşme kayıtlarının alınıp, üzerinde çalışma yapılması, - Cemaatin tuttuğu arşivlerin bulunduğu yerlerin tespit edilerek acilen aranması, elde edilecek delilerin değerlendirilmesi, - Fethullah Gülen ve cemaatinin elinde silahlı bir güç bulunup bulunmadığı, Ordu, Jandarma, MİT ve Emniyet birimleri içerisindeki cemaate bağlı olanların böyle bir eyleme kalkışmalarının mümkün olup olmadığı ve cemaat üyelerinin böyle bir eyleme kalkışmaları halinde hükümeti yıkabilecek veya anayasayı ortadan kaldıracak güçlerinin olup olmadığının belirlenmesi, Güvenlik Kurulu’nun 26 Şubat 2014 tarihli olağan toplantısında; “Devlete sızmış yapılarla özellikle ulusal güvenliğimize tehdit oluşturan ‘Paralel devlet yapılanmasıyla’ mücadele ve bu tehdide yönelik olarak alınan veya alınması gereken tedbirlerin görüşülüp karar altına alınmasını sağlamıştı.” 3 saat süren toplantıda MİT Müsteşarı Hakan Fidan tarafından “yapılanma” ile ilgili detaylı sunum yapıldı. Kurumlardaki yapılaşmadan, yasa dışı dinlemelere, kriptolu telefonların deşifre edilmesine kadar birçok veri, istihbarat bilgisi, bundan sonra çıkacak veriler, siber tehdit unsurları yargı-iş dünyası ve medya faaliyetleri dış bağlantılar hepsi ele alındı. Toplantının sonunda devletleşme stratejisi ile faaliyet gösteren bir ucu dışarıda illegal hiyerarşik yapılanma ile ilgili oy birliğiyle “topyekün mücadele” kararı alınmıştı. MGK’da alınan bu karar doğrultusunda, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğü, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, 30 ilin Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği 23 maddelik talimat yazısında Gülen Örgütünün mercek altına alınarak araştırılması istenmişti: 94 AĞUSTOS 2014 - Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma, MİT, Yargı organları ve Ordu’daki üyelerinin kimler olduğu, toplam kaç kişi olduklarının belirlenmesi, kurumlar içersinde örgütlenme şekil ve şemasının tespiti, - Fethullah Gülen Cemaatinin ‘imam’ olarak görevlendirdiği kişilerin, ilçe, il, ülke geneli yabancı ülkeler olmak üzere ayrı ayrı araştırılıp tespit edilmesi, imamların hangi devlet idaresi veya kurumundan sorumlu olduklarının tespit edilmesi, - Cemaatin Türkiye’de gerçekleştirdiği her türlü ticaret, eğitim, öğretim, sosyal etkinlik, basın yayın ve matbaa işlemleri, internet yayıncılığı başta olmak üzere her türlü faaliyetinin araştırılması, hukuka uygun görülen faaliyetleri ile gizli yürütülen hukuk dışı faaliyetlerinin tespiti, lunduğu iddia edilen, Aziz Santora cinayeti, Hrant Dink’in öldürülmesi, Danıştay saldırısı, Zirve Kitapevi katliamı, Necip Hablemitoğlu ve Üzeyir Garih’in öldürülmesi gibi olaylarla irtibatlarının araştırılması öngörülmüştü. Ancak eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin TBMM’ye verdiği soru önergesinde, Gülen Örgütü’nün araştırılmasını isteyerek, 30 İl Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilen eylem planlarını deşifre ederek, hizmet hareketine ve masum insanlara kumpas kurulduğunu iddia ederek, konunun araştırılmasını istemesi, paralel yapının polis içinde kozmik bilgilere kolaylıkla ulaşabildiğinin önemli bir göstergesi sanırım. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 22 Temmuz’da 22 ilde Paralel Cuntanın polis ayağına yönelik başlattığı operasyonlarda çeşitli rütbelerde 115 polis gözaltına alındı. Başsavcı Hadi Salihoğlu yaptığı yazılı açıklamada, sözde selam-tevhid örgütü kurulduğu yönünde delil olmadığı halde bir kurgu oluşturularak 2010 yılı içinde soruşturmaya başlandığı, yaklaşık 3 yıl süreyle 251 hedef kişi toplamda 2280 kişinin dinlendiği, Başbakan ve bakanların diğer ülke yetkilileri ile olan görüşmelerinin kaydedildiği, MİT müsteşarının kod adı ile örgüt üyesi olarak dinlenip kaydedildiği özetle casusluk yapıldığının tespiti üzerine, 21.07.2014 tarihli talimat yazısı ile söz konusu selam-tevhid adlı örgüt adıyla soruşturma yapan, gerçekte amaçlarının casusluk olduğu belirlenen 76 emniyet görevlisi hakkında yakalama ve gözaltı talimatı verildiğini belirtilmişti. - Cemaatin lideri Fethullah Gülen’in ve yanındakilerin yurt dışındaki ilişki ve irtibatları, Emniyet Genel Müdürlüğü müfettişlerinin, İstanbul Emniyet İstihbarat şubesi hakkındaki suç ihbarında çok sayıda kişinin sahte kimlik ve bilgilerle değişik zaman dilimleri içinde dinlenip konuşmalarının kayda alındığı, içlerinde milletvekili, hâkim, basın mensubu ve üst düzey bürokrat olan 250 civarında kişinin sahte belgelerle, ilgisi olmadıkları halde yasadışı örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle dinlendikleri, bu işlemin tamamen özel amaçlı yapıldığı, devletin güvenliği ile ilgili olmadığının anlaşılması üzerine Emniyet İstihbarat Şubesi’nde görevli 39 şüpheli hakkında yakalama, gözaltı ve arama kararı verilmişti. - Cemaat üyelerinin Türkiye’nin son 10 yılında işlenen önemli olaylara azmettiren, yardım eden ya da doğrudan suç işleyen sıfatıyla katılıp katılmadıklarının belirlenmesi, cemaat üyelerinin rolleri bu- Casusluk iddiasıyla gözaltına alınan şüphelilere aralarında Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, bakanlar ve Genelkurmay Başkanı’nın da bulunduğu yasadışı dinlemeyle - Cemaatin elinde bulunan sermaye şirketleri, holdingler, medya, dershaneler, bankalar, gelir kaynakları, himmet, bağış, zorlamalı satışlarda elde edilen gelirlerin tespiti, ilgili sorular sorulduğu öğrenildi. Şüphelilere Selam örgütü adı altında ‘neden’ dinleme yaptıkları, dinlemelerde elde edilen kayıtları ‘ne için’ kaydettikleri ve bu verileri ‘nerede’ depolayıp ‘kimlere’ ulaştırdıkları sorulduğu belirtiliyor. Paralel Cunta ile mücadele uzun soluklu bir sürece işaret ediyor. Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıktığı takdirde mücadelenin kesintisiz olarak devam edeceğini açıklaması, milli güvenliğimize tehdit oluşturan cuntanın Kırmızı Kitap’ta iç tehdit olarak yerini alacağını belirtmesi şüphesiz bu konuda siyasi bir kararlılığı ortaya koyuyor. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında, Eski Türkiye’de bazı suikast ve cinayetlerin açık ve belgeli delillere rağmen arka planlarının aydınlatılamaması, bu konularda yargıda kamu vicdanını yaralayan hükümler verilmesi ve suçsuz bazı devlet görevlilerine kumpas kurulduğu iddiaları, yargı reformunu zorunlu kılarken, devlet-millet kaynaşması ve milletin devlete olan güvenini zedelemeye yönelik faaliyetleri ile devletin kurumlarına sızmış eski ve yeni vesayet mekanizmalarının özellikle Paralel Cunta’nın yargı, medya ve iş dünyasındaki ayaklarının da deşifre edilerek yargı önüne çıkarılmasını elzem kılıyor. AĞUSTOS 2014 95 İÇ POLİTİKA ‘GÜVENLİKÇİ’ POLİS DEMOKRASİNİN NE KADAR GÜVENCESİ OLABİLİR Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü 17 Aralık’ta yaşananlar, siyasetten bağımsız bir bürokratik alanda kendisine iktidar alanı yaratmış olan siyaset-dışı çevrelerin, bu durumu koruyabilmek için halkın en hassas olduğu ‘yolsuzluk’ konusu üzerinden yaptığı bir operasyondu. Bu, meşruluğu tartışılmaz bir konu üzerinden, yasa-dışı dinlemeler, kayıt dışı uygulamalar ve devletin işleyişinden bağımsız bir hiyerarşiyle istihbarat destekli yeni tür bir vesayeti meşru kılma çabasıydı. Yolsuzlukların aslı var mıydı yok muydu elbette önemli bir tartışma ama daha önemli olan şayet varsa 96 AĞUSTOS 2014 bunu açığa çıkarma sorumluluğunun kimde olduğu. Türkiye’de güvenlik güçlerinin siyasetle ilişkisi öteden beri sorunlu olmuştur ve bu sorunlu durum zaman içerisinde ‘olması gereken’miş gibi algılanır bir durum yaratmıştır. Siyasileri, ‘gelip geçici’, ‘güvenilmez’ ve ‘ülkenin emanet edilemeyeceği’ kimseler olarak gören bu anlayış kolaylıkla siyaset-dışı olanın etkisine ve kontrolüne girme tehlikesi taşır. Bütün bunların her zaman için oldukça güçlü, tek bir meşrulaştırıcısı vardır çünkü: güvenlik gerekçesi. Benjamin’in (2010) belirttiği gibi kolluk gücü çoğu kez hukuksal amaçlarla hiçbir ilgisi olmadığı halde pek çok olaya ‘güvenlik gerekçesiyle’ müdahale eder. Buradaki sorun güvenlik gerekçesinin yasal bir meşrulaştırıcı işlevi görmesi ve polis eliyle yapılacak her türlü eylem ve fiilin istendiğinde hukuki kılınabileceğidir. Dolayısıyladır ki polisin siyaset-dışı bir güç odağının kontrolüne girmesi aslında siyasal iktidarın ‘güvenlik gerekçesiyle’ emniyetsiz kılınarak, emin olunamayacak bir güvensizlik kaynağı haline getirilmesiyle sonuçlanır. Demokratk br toplumda polsn bütün varlık neden svl hayatın olabldğnce genş br özgürlük ve güvenlk alanı çersnde şlerlğn sürdürerek syasal süreçler en kesntsz bçmde şleteblmesn sağlamak, toplumun bütün br syasal ktdarını emnyete almaktır. Demokratik toplum, en yalın haliyle yönetenlerin yönetilenlere tabi olduğu ve bu ayrımın ‘keskin’ bir ayrışmışlık taşımadığı; sivil alanın mümkün olan en yüksek ölçüde tahakküme ve her türlü müdahaleye karşı bağışık kılınarak bireysel hakların ve özgürlüklerin merkeze alındığı toplumdur. Demokratik bir toplumda polisin bütün varlık nedeni sivil hayatın olabildiğince geniş bir özgürlük ve güvenlik alanı içerisinde işlerliğini sürdürerek siyasal süreçleri en kesintisiz biçimde işletebilmesini sağlamak, toplumun bütün bir siyasal iktidarını emniyete almaktır. Gerçek anlamda demokratik toplumlarda güvenlik, ayrı bir uzman kurumla değil toplumun ortak sorumluluğuyla sağlanır. Polis, aynı anda özgürlüğün ve güvenliğin var olabilmesini, ikisi arasındaki ilişkinin birbirini kesintiye uğratan ya da yok eden bir zıtlık taşımayıp ancak bir arada var olabilen nitelikte olduğunu simgeler. Diğer bir deyişle, özgürlük ve güvenlikten birinin artması ötekini azaltmaz; her ikisi de köken olarak aynı şeye dayanır ve aynı kaynaktan beslenerek var olurlar. Bu aynı zamanda polisi de ortaya çıkaran ve var eden kaynaktır: toplumun siyasal imkanları. işleyişine ideolojik bir müdahalede bulunmak anlamı taşır. Bu durum, doğası gereği siyasal bir iş yapma biçimi olan polisliğin, halkın polisi olmaktan çıkıp devletin polisi olma yolundaki ilk günahıdır. Hemen peşinden, tavrını güvenlikten yana koyma ve ‘kamunun ortak yararına’ olmadığını düşündüğü bir takım özgürlükleri güvenlik adına kısan bir anlayışa savrulma; güvenliği her şeyin önüne koyan bir hiyerarşi kurma gelir. Oysa özgürlük yok olduğunda güvenlik de yok olmaktadır ve toplumun siyasal işleyişi daralarak belirli bir alan sivil hayatın dışına çıkarılmaktadır. Siyasete ‘dışarıdan’ yön verme arzusu tam olarak bu bölgede faaliyet alanı bulmaktadır. Siyasallığın yitimi böylelikle başlar ve polisin teknikçi, anti-siyasal bir güvenlik ideolojisini yasalara dayanarak uygulamasıyla birlikte giderek teknisyenlik işi haline gelir. Bu yolla, siyasetçilerin güvensiz bulunduğu, son sözü söyleyenlerin teknokratlar ve bürokratlar olduğu bir düzen meşruluk kazanır. Ancak, bu olduğunda polis, anti-siyasal bir iş yapma biçimi olarak sadece özgürlüklerin değil güvenliğin de anti-sembolüne, bizatihi ‘tedirgin edici’ bir güvensizlik kaynağına dönüşür. Güvenlik ve düzen, insanların kafasında polisle özdeşleştirilir ve toplumu var eden siyasal imkanları zaafa uğratarak ancak devlet eliyle sağlanabilen, toplumdan bağımsız bir alana terkedilir. Özgürlük ve güvenlik, ayrıştırılabilir olamayacak derecede kaynaşmış halde bulunur; aynı anda var olur ya da yok olur ve polisin bu ikisini ayrı düşünerek birinden yana tavır sergilemesi sivil hayatın siyasal Düzenin ve güvenliğin sağlanmasının büyük ölçüde yasalara ve polise bağlı olduğu toplumlarda aslında sürekli bir düzensizlik ve alttan alta süren tedirgin edici bir huzursuzluk hali vardır çünkü toplumun AĞUSTOS 2014 97 siyasal imkanları kendi kontrolünden belli ölçüde çıkmıştır. Demokratik yerlerde, düzeni ve güvenliği sağlayan şey, yasa ya da polis değil halkın yasaya ve polise -bir kelimeyle topluma- olan inancı ve güvenidir. Bu inanç ve güven, halkın kendini var edebilmesi, bireysel özgürlük ve özgünlüklerini engelsizce hayata geçirebilmesi ve hiyerarşik bir gücün baskısı altında hissetmemesi ölçüsünde artar. O nedenle bu inancın oluşması için olmazsa olmaz olan şey, yasa uygulayıcıları ve polisin halk üzerinde bir hiyerarşi kurmaksızın ve yasaların ihlaliyle düzenin bozulmasını, özgürlüklerin yaşanmasıyla güvenliğin yok olmasını bir tutmaksızın hareket etmesi, birey merkezli bir anlayış benimsemesi gerekliliğidir. Yasaların ve polisin özerk olma eğilimi gösterdiği yerlerde -ki güvenliğe yapılan aşırı vurgu çoğu kez bu amaca dönüktür- sivil alanla siyasal alan arasında polis ve yasalar üzerinden bir hiyerarşik ilişki ortaya çıkar. Hayatın kabına sığmayan canlı enerjisi, kendisine hareket alanı bulamayarak söner. Ne zaman ki toplumsal hayat canlılığını, yaşam enerjisini yitirirse güvenlikçi ideolojik çevreler en güçlü zamanlarını yaşarlar. Burada polis ve yasa, sivil alanla siyasal alanı birbirinden ayırarak siyasal gücün sivil alanda ve aynı şekilde sivil gücün de siyasal alanda serbestçe eyleme geçmesini engelleyerek toplumu sürekli bir hiyerarşi içerisinde tutar ve hatta bizatihi siyasal iktidarın yerine geçer. Bu, Muir’in polislerden ‘sokak siyasetçileri’ diye bahsettiği durumdur. Polis, bu sayede topluma hiyerarşik bir yerden -güvenlik adına- sadece yapılmaması gerekenleri değil neler yapılması gerektiğini söylemeye başlar ki 98 AĞUSTOS 2014 burada yapılması gerekenler güvenlik adına topluma dayatılan belirli bir düzen ideolojisidir. Burada, yasalar ve polis, kutsanan bir düzene uymayanları ‘terbiye’ eden bir disiplin aracı halini alır. Bu aslında tam da polisin düzenle kurduğu ilişkiyi anlatır. Polis açısından düzen, itaatsizlik durumunda ‘yaptırımlar’ uygulama kabiliyetine sahip bir egemenin ‘buyruğuyla’ güvence altına alınan bir çatışmasızlığı ve uyum halini ifade eder ve buradaki egemen, ‘değişken’ siyasal hükümetler değil bizatihi devlet olarak tecelli eder. Berki (1986), klasik eseri Society and Security’de, “Düzen, bir topluluğun kendi arasındaki ilişkiselliğinin statik ifadesiyken siyaset, bunun eyleme geçmesi, hareket alanı bulması ve var olan düzenin sarsılmasıdır” der. Bu yüzden, polisin güvenlikçi bir anlayışla özgürlüğü ikincil kabul etmesi siyasetin hareket alanını düzenleme eğilimi gösterir ve var olan düzen, bizatihi güvenliğin güvencesi anlamı taşır. Bu olduğunda polis, tıpkı Napolyon döneminin ünlü polis bakanı Fouchè gibi ‘düzenin politikacısı’ haline gelir. Gerçek anlamda siyaset, toplumun iktidarının kendi varlığını yeniden üretme gücüdür ve polisin zorlayıcı gücü buna yönelik engel ve tehditleri bertaraf etmeye yönelik bir düzenin ortaya çıkması içindir. Ancak güvenlikçi bakış, özgürlük ve güvenlik ilişkisini uyuşmaz kılarak zorlayıcı gücü güvenliğin kendini yeniden üretip tahkim etmesi için kullanır ve özgürlük alanıyla siyasal alan arasında melez bir tampon bölge oluşturur. ‘Güvenlikçi polis’, bu tampon bölgede ‘teknik’ bir profesyonellik ve tarafsızlık görüntüsü vermeye çalışır ancak aslında olan şey, toplumun polis marifetiyle depolitize edilerek ortaya çıkan iktidar boşluğunun emniyete alınması ve böylelikle düzenin sarsılmadan istendiği yöne çekilebilmesini sağlayarak, her devrin kazananı olmaktır. Polisin nerede durduğunun belirsiz olduğu bir yerde muğlaklık ve müphemlik kendiliğinden suç şüphesi doğurur. Polis, güvensizlik yayan bir devlet aygıtına dönüştüğünde siyasal iktidarlar, gücünü kaybetmemek için ‘devletleşme’ baskısı altında kalır. Başka bir deyişle, toplumdan bağımsız bir iktidar kaynağı olarak devletin istediği çizgiye gelmek zorunda bırakılır aksi takdirde statükocu düzen kendiliğinden bir siyasal iktidar karşıtlığı üretir hale gelir. Bunun ileri boyutu, totaliter bir polis devleti halidir. Polis devleti, yasaların ve hukuk düzeninin olmadığı değil yazılı kuralların ve yasaların -siyasal iktidarlardan bağımsız ve onları aşan bir şekilde- ne zaman ve nasıl uygulanacağının -neredeyse tamamen- devlete bağlı polis tarafından belirlendiği bir belirsizlikler ülkesidir. Güvenlik meşrulaştırmasıyla toplumun siyasal imkanları üzerinde bir vesayet kurulduğunda her siyasal eylem ve düzensizlik, her türden toplumsal hak talepleri kolaylıkla suça dönüşme riski taşır. Polis, bilerek ya da bilmeyerek statükoya göre bir suç ve ceza sisteminin kurulmasına hizmet etmiş olur. Özgürlüklerin her an suça dönüşme potansiyeli taşıması, adalet arayışını hukukun ‘güvenli’ sınırları içerisine hapseder ve bunun dışına çıkma ihtimali taşıyan her eylem, devletin tekinsiz saydığı birer siyasal suç teşkil eder. Şiddetli toplumsal eylemler ve hukuk/kanun fetişizmi bu türden tekinsiz dönemlerde kendini gösterir. Her toplumsal hareket, amacı ne olursa olsun, bizatihi siyasal bir eylem olduğu için güvenliği ideolojileştiren polis-karşıtlığı içerir. Polisin güvenlik-temelli katı tavrı, meşru toplumsal eylemleri, güvensiz birer kalkışma-öncesi haline dönüştürür. O andan itibaren, yasanın tahakkümü altına girmek ile yasayı ihlal etmek arasında sıkışan toplumun polisle her karşılaşması bir tür başkaldırı niteliği taşır. Demokratik bir siyasal iktidar için esas tehdit, vesayeti, kendisine bağlı polis eliyle gündelik hayatın rutin işleyişine sokması, yasaların uygulanmasının siyasal süreçleri depolitize eden bir baskı aracına dönüşmesine izin vermesidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, siyasal iktidarın polisliği işletme biçimine göre güvenliğin sivilleştirici, özgürleştirici ve siyasallığı arttırıcı ya da tam tersine militerleştirici, kısıtlayıcı ve depolitize edici olabile- ceği ihtimalinin demokratik işleyiş için son derece kritik bir önem taşıdığıdır. Türkiye’de güvenlik kurumları ne yazık ki bu ikinci ihtimale göre yapılanmış ve bunu teknokratça bir rasyonellikle kolaylıkla meşrulaştırmıştır. 17 Aralık bir anlamda bunun daha fazla böyle gidemeyeceğinin sembol tarihidir. Sonuç olarak, denebilir ki ideal anlamda polis kurumları, toplumun özgürlük ve güvenlik arzusu ile adalet arayışının teşkilatlanmış halidir ve bütünüyle siyasal bir var olma iradesiyle hayat bulur. Özgürlük ve güvenlikten biri kesintiye uğradığında veya yok olduğunda her ikisi de kesintiye uğrar ya da yok olur; adalet arayışı ortadan kalkarak yerini yasaların ve polisin tahakkümüne bırakır. Bunun en yıkıcı sonucu siyasallığın bastırılarak sınırları çizilmiş dar bir alana sıkıştırılmasıdır. Sert çatışmaların yaşandığı zamanlar güvenlikçi zihniyetin en güçlü ve baskın olduğu, buna karşın toplumun siyasetle kendini yeniden üretip var edebilme irade ve kudretinin hayata en az geçirildiği zamanlardır. Demokratik değerlere ve ilkelere yürekten bağlı, her şeyin önüne toplumun siyasal var olma kudretinin zarar görmemesi ilkesini koyan, farklı siyasi görüşlerin bu kudrete güç katan bir katkı olduğuna inanan bir polis teşkilatı demokrasi için son derece kritik bir önem taşır. Bir ülkenin demokratik düzeyinin özellikleri sokaktaki polisin hal ve tavırlarında gizlidir. Ve tam da bu nedenle, bu gibi teşkilatların bir grubun, odağın ya da sınıfın kontrolüne girmesi, bütün siyasal imkanların polis ve yasalar eliyle demokrasi-dışı olana, sivil toplumun zayıflamasına ve kurumların kendisini üreten kaynakla bağının koparılarak kaçınılmaz olarak vesayetçi bir zihniyetin emrine verilmesine hizmet edecektir. Emniyet içerisinde son dönemde yaşanan tayinler polis teşkilatının bu gözle yeniden yapılandırılma ihtiyacının gecikmiş, geciktiği için de kaçınılmaz olarak sancılı ilerleyen, emareleridir. Demokratik bir toplumda yolsuzlukları siyasal süreçlerden bağımsız ortaya çıkarmak diye bir şey yoktur ve polis, devletçi ve statükocu muhalefetin kılık değiştirmiş bir organı gibi, siyaset-üstü bir aygıt gibi davrandığında meşruluğunu yitirerek kendi kendini tasfiye etme sürecine sokmuş demektir. Kaynakça • Benjamin, W. (2010), ‘Şiddetin Eleştirisi Üzerine’, içinde, A.Çelebi (der.), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, İstanbul: Metis. • Berki, R.N. (1986), Security and Society: Reflections on Law, Order and Politics. Londra: J.M.Dent&Sons. AĞUSTOS 2014 99 Türkiye İçin Yeni Dönem ve Yeni Ekonomi Politikası Çerçevesi Dr. Cemil Ertem Küresel Ekonomik Dengeler ve Türkiye’nin Yolu Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ TÜRKİYE İÇİN YENİ DÖNEM ve YENİ EKONOMİ POLİTİKASI ÇERÇEVESİ Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü B u sıralar şu soru çok moda; etrafımız toz duman; Avrupa krizde, Orta Doğu ve Kafkasya neredeyse topyekun savaşa giden bir kaosun ortasında; peki ‘piyasalar’ bunu neden takmıyor? (piyasacı jargonuyla neden fiyatlamıyor) Evet, çok güzel bir soru ama bu soruyu soranların hiç de hoşlanmayacağı bir cevabı var bu sorunun: Bu kaosun -fırtınanın- arkasında yeni bir dönem var ve bu dönem topyekun bir savaşı değil; topyekun bir ‘çıkışı’ bize anlatıyor. Bu topyekun çıkış süreci şüphesiz Türkiye’yi de içine alıyor hatta Türkiye burada merkez ülke… Batı, başta AB olmak üzere, içinde bulunduğu krizi kendi doğusuna doğru aşamaz hale düşmüş durumda. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de, 20. yüzyılın egemen ülkelerinin artık teknoloji, enerjiye ulaşım ve pazar konusunda Doğu ülkeleriyle karşı karşıya gelmeleri ve Doğu’nun burada, 2050’ye kadar olan süreçte öne geçme imkanlarını eline geçirmiş olması. Bir 21. yüzyıl gerçeği olarak, bugün teknoloji her yere ulaşıyor ve nükleer silah teknolojisi artık yalnız Batı’nın hegemon devletlerinde yok. Böyle olunca, Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetlerin ellerindeki nükleer silah tehdidiyle -karşılıklı- oluşturdukları zoraki barış (detant) şimdi hegemon Batı ile tüm geride kalan dünya arasında oluşmuş durumda. Ama zaten sistemin kendisi de, kıt olanın kıymetli olduğu ve kıt olana da egemen olanın sahip olduğu bir egemenlik durumundan, çoğalanın, paylaşılanın kıymetli olduğu ve paylaşılana herkesin sahip olmasıyla sürdürme imkanı olan yeni bir duruma -hatta sisteme- geçiyor. Herkese teknolojinin ve bilginin gittiği bir sisteme geçiyoruz. Bunun simgesel anlatımı, Afrika’da, Orta Doğu’da çocukların elinde Kalaşnikof yerine tablet bilgisayar olmasıdır. İşte bu dünyada İsrail’in bu haliyle yeri yoktur; zaten bu haliyle Temmuz 2014 Direnişi’nde görüldüğü gibi İsrail yenilgiye mahkumdur. Çünkü karşısındaki güç her anlamda, ondan daha donanımlı ve daha kondisyonludur. İsrail, her gün 10 askerinin ölmesine bir ay dayanabilir ama Filistinliler çoluk çocuk zaten 1967’den beri her gün yüzlerce ölüyorlar ve kaybedecek bir şeyleri yok. Rusya-Almanya ve Boyaları Dökülenler… İsrail meselesi böyleyken, Rusya-Ukrayna çatışması da çok ayrı değil, Rusya böyle devam edemez; dikkat ediniz, onca gürültüye rağmen petrol fiyatları bir türlü 110 dolar seviyesini geçmiyor; çünkü Orta Doğu’da yıllardır savaşa, İsrail terörüne ve Baas rejimlerine destek veren Suudi Arabistan gibi ülkeler petrol arzı denetim tekelini yitirdi. ABD’nin yeni politikalarında Suud oligarşisine yer yok. Hatta kurtulmaları gerekiyor. ABD, tarihinde ilk defa net petrol ihracatçısı olmaya karar verdi. Bu hem ekonomik hem de politik bir karar. Türkiye, bölgede Irak Kürt Yönetimi ve Azerbaycan hatta Türkmenistan’la enerji dengelerini değiştirmeye hazırlanıyor. İran devreye giriyor ama İran’ın da Türkiye’nin denetimindeki Güney Gaz Koridoru’na katılmaktan başka çaresi yok. Rusya ve Almanya burada ters köşeye yattı. Almanya çırpınıyor; Rusya’ya yaptırım olursa Alman ekonomisi batar diye… Bütün boyalar tek tek döküldü. Alman-Rus işbirliği açığa çıktığı gibi, Suudi Arabistan, Suriye ve İsrail işbirliği de açığa çıktı. ABD’deki neoconlarla ortak 102 AĞUSTOS 2014 Türkiye, bölgede Irak Kürt Yönetimi ve Azerbaycan hatta Türkmenistan’la enerji dengelerini değiştirmeye hazırlanıyor. İran devreye giriyor ama İran’ın da Türkiye’nin denetimindeki Güney Gaz Koridoru’na katılmaktan başka çaresi yok. olan bu cephenin yarattığı IŞİD de kendini ele verdi. Sonuç olarak Orta Doğu karışık ama bu karışıklığın çok yakında Türkiye lehine bir duruma dönüşeceğini ve bunun ekonomiden başlayan bir düzeltmenin nedeni olacağını söyleyebiliriz. Türkiye Nereye Gidiyor? İşte burada şu soruyu soralım; Türkiye dahil bütün bu bölge, mesela 2015’ten 2025’e kadar refaha ve demokrasiye giden parlak bir on yıl geçirecek mi? Türkiye burada ne yapmalı ve yeni ekonomi politikası nasıl olmalı? Bu soruya kısaca cevap vermek istiyoruz. Türkiye’nin 2001 krizinden sonra uygulamaya başladığı, Derviş’in Ortodoks IMF politikalarının katı bir versiyonu olan ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’, 2008’den itibaren delinmeye başladı. Özellikle Merkez Bankası’nda Durmuş Yılmaz dönemi sonrası Merkez Bankası, fiyat istikrarını yalnız finansal piyasaların istikrarı ile sınırlı görmeyen, faiz dışındaki yeni araçları çok yönlü kullanan bir patikaya geçti, ancak bu patika, Erdoğan’ın eleştirdiği ana yoldan kesin bir çıkış içermiyordu. Öte yandan maliye politikası tarafında da Türkiye bütçeden beşeri sermayeyi öne çıkartacak eğitim ve sağlık gibi alanlara daha fazla pay ayırmaya başlamıştı. Tabii özellikle 3. Dönem AK Parti iktidarı, hem anti-tekel düzenlemelerle Rekabet Kurumu ve EPDK gibi kurumları çalıştıracak adımları attı hem de Türkiye’nin ihracatını sanayi yönlü yukarı çekecek alt yapı yatırımlarına hız verdi. Metrolar, limanlar, duble yollar, havalimanları, üniversiteler, üniversite hastaneleri ve açılması sabotaj nedeniyle geciken hızlı tren hatları bu yatırımlara örnektir. AĞUSTOS 2014 103 EKONOMİ Bir 21. yüzyıl gerçeği olarak, bugün teknoloji her yere ulaşıyor ve nükleer silah teknolojisi artık yalnız Batı’nın hegemon devletlerinde yok. Böyle olunca, Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetlerin ellerindeki nükleer silah tehdidiyle -karşılıklı- oluşturdukları zoraki barış (detant) şimdi hegemon Batı ile tüm geride kalan dünya arasında oluşmuş durumda. İşte Başbakan Erdoğan gelinen bu noktayı 3. Dönem iktidarının olgunlaştığı günlerde yeterli görmemeye başladı. Erdoğan, düzenleme aracı olarak yalnız faizin kullanıldığı bir para politikasının, finansal alanlardan başlayan ve hizmet sektörüyle devam edip ancak inşaat gibi alanları büyüten kısır bir ekonomi döngüsü olduğunu biliyordu ve burada acil makas değişikliği talep ediyordu. Çünkü Türkiye ekonomisinde çok önemli değişimler olmuş ve Türkiye adeta ekonomide gelebileceği son eşiğe gelmişti. İşte tam burada köklü bir değişiklik gerekiyordu. Türkiye ekonomisinde, 2008’den bu yana yani altı yıllık süreçte beş temel alanda değişim oldu ve olmakta; birincisi sanayinin yapısı değişti ve toplam faktör verimliliği arttı. Özellikle 2005’ten sonra sermaye kullanımında bir sıçrama var. Emek başına sermaye kullanımı 1980’e göre 2,5 mislidir. İkincisi mali derinlik ve disiplin sağlandı. Üçüncüsü Rekabet Kanunu/Rekabet Kurumu başta olmak üzere piyasaları düzenleyici ve denetleyici kurumların işlevleri arttı, piyasaya giriş çıkışlar serbestleşti. Dördüncüsü seksenlerde emek-yoğun, doksanlarda orta düşük sektörlerde yoğunlaşan sanayi ve ihracat yapısı orta yüksek teknolojiye kaydı. Ama tam burada cari para ve maliye politikaları ve yüksek faizle dışarıya aktarılan yüksek kaynaklara bağlı olarak Türkiye kısır bir yola girdi. İşte tam bu noktada Türkiye, şimdiye değin uyguladığı para ve maliye politikalarından başlayarak yeni döneme uygun değişimleri yapmalıdır. Başbakan 104 AĞUSTOS 2014 Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi başlattığı faiz tartışması tam da budur ve aslında bir model tartışmasıdır. MÜSİAD 2014 Ekonomi Raporu’nda belirtilen KOBİ Ekonomisi ve Tarımın KOBİ’leşmesi ve her iki alanında tekelci vesayetten kurtulup kendi ayakları üzerinde durması temel yaklaşımı referans noktası olmalıdır. Hükümet anti-tekel düzenlemelere gitmeli ve piyasaya girişleri daha da serbestleştirecek bütün adımları hızla atmalıdır. Ekonomi Politikaları Kapalı Kapılar Ardında Belirlenemez… Günümüzde teknolojinin hızla yayılması ve bilişim teknolojilerinin vardığı yer itibariyle de katma değeri yüksek, teknoloji rantını içeren üretimin her yerde olması da bölgeler arası gelişmişlik farkını en aza indirmektedir. Böylece yerel, ulusal ve giderek küresel ekonomilerin, daha önce olduğu gibi yerelden ve halktan kopuk olarak ülkelerin başkentlerinde bürokratik mekanizmalarla belirlenen ekonomi politikaları da tarihe karışıyor/karışmalıdır. Artık ulusal ekonomi kavramı kadar kent ekonomisi kavramı öne çıkacaktır. Peki bütün bu söylediklerimizin siyasi karşılığı nedir? Hemen söyleyelim: Yerel, herkesin doğrudan katılacağı aşağıdan belirlenen yeni bir demokrasi. Bu demokrasi aynı zamanda adem-i merkeziyetçi bir yasama ve yürütme yeniliğini de önümüze koyacaktır. O zaman şunu söyleyebiliriz; bugün ulusdevletlerin merkezlerinde, kapalı kapılar ardında alınan kararlar, küresel tekellerin ve onların yönettiği IMF gibi kurumların ülkelere dayattığı yol haritaları bu yeni demokrasi deneyiminde geçerliliğini yitirecektir. Küresel tekellerin, üç kağıtçı finans ağlarının ekonomisi yerine yerelden yukarıya şekillenen yeni bir demokratik ekonomi çerçevesi hayata geçmeye başlayacaktır. Şüphesiz ki bu anlayış küçük özel mülkiyeti, rekabeti ve buna bağlı daha adil bir fiyat mekanizmasını öne çıkartacaktır. İslam Ekonomisi de bu temel anlayış üzerine oturmaz mı? İşte önümüzdeki dönemde, Türkiye, üç büyük kamu bankasının mutlaka, katılım bankacılığına girmesini sağlamalıdır. Buna bağlı olarak, Türkiye neoliberal ekonomi politikalarını ve zihniyetini tüm kurumlarından tasfiye etmelidir. Ayrıca bölgesel hatta küresel hedefler için Başkanlık Sistemi bizce yegane seçenektir. KÜRESEL EKONOMİK DENGELER ve TÜRKİYE’NİN YOLU Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı S ovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sembolü kabul edilen Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından dünya üzerindeki hemen hemen herkes artık ABD’nin Dünya üzerindeki tek egemen güç olduğunu kabullenmiş gibiydi. Hatta IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarındaki ABD ağırlığını hesaba katarsak ABD’nin bundan sonra bileğinin bükülmesi de pek mümkün görünmüyordu. Ancak takvimler 2007 yılının sonunu gösterdiğinde hiç beklenmedik bir şey oldu. Süper gücün(!) uzun yıllar boyunca gelişmekte olan ülkelere finanse ettirdiği süper ekonomisi(!) çatırdıyordu. Konut sektörü kaynaklı başlayan sorun bir anda bütün finans sistemini etkisi altına aldı. Uzun yıllar sermayenin simgesi haline gelmiş dev bankalar ve finans kurumları bir bir battı. ABD bir kısmını kurtarabildi, bir kısmı ise kapanıp gitti. Tabi ki her şeyini ABD Doları’na endeksleyen Dünya da bu çöküşten nasibini aldı. Dünya, tarihinin en büyük finansal krizi ile baş başa kaldı. Bu durum hem ABD’nin her anlamdaki AĞUSTOS 2014 105 gücünü sorgular hale getirdi hem de ABD’nin ezeli rakiplerine umut oldu. Kriz kısa sürede Avrupa Birliği’ni de etkisi altına aldı ve birlik tarihinin en büyük sorunu olan “Borç Krizi”ne sürüklendi. Bazı ülkelerin iflasını açıkladığı ve içinde bulunduğumuz 2014 yılında halen bitmemiş olan bu kriz Avrupa’daki güç dengelerini sorgular hale getirdi. Tam da bu anda sahneye Rusya ve Çin çıktı. Nihayetinde Rusya’nın Kırım’ı ilhakını ne AB engelleyebildi ne de ABD karşı çıkabildi. Bu konuda Rusya’ya yaptırım için silah olarak kullanılması planlanan Çin ile Rusya’nın imzaladığı 300 Milyar Dolar’lık enerji anlaşması da küresel güç dengelerinin nereye kaydığını ortaya koydu. Aslında tüm bu gelişmeler uzun süredir tahmin ediliyordu ama kimse işin bu kadar kolay olacağını düşünmemişti. Yapılan bazı akademik çalışmaların kıymeti sonradan anlaşılmaya başlandı. Danny Quah 2010 yılındaki bir çalışmasına şu başlığı atmıştı: “Küresel Ekonominin Ağırlık Merkezi Değişiyor”. Çalışma uzun ve detaylı ancak özetini aşağıdaki haritada görmek mümkün. Haritadaki siyah noktalar; 1980-2007 yılları arasında dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin batıdan doğuya doğru kayışını gösteriyor. Kırmızı noktalar ise üçer yıl aralıkla ağırlık merkezinin kayma tahminlerini gösteriyor. Bu hızla giderse -gelişmeler o yönde- hiçbir zaman ABD’nin sınırları içine girme- Bazı ülkelern flasını açıkladığı ve çnde bulunduğumuz 2014 yılında halen btmemş olan bu krz Avrupa’dak güç dengelern sorgular hale getrd. Tam da bu anda sahneye Rusya ve Çn çıktı. Nhayetnde Rusya’nın Kırım’ı lhakını ne AB engelleyebld ne de ABD karşı çıkabld. Bu konuda Rusya’ya yaptırım çn slah olarak kullanılması planlanan Çn le Rusya’nın mzaladığı 300 Mlyar Dolar’lık enerj anlaşması da küresel güç dengelernn nereye kaydığını ortaya koydu. Kaynak: Danny Quah, The Global Economy’s Shifting Centre Of Gravity, Economics Department LSE and LSE Global Governance, 2010, s.13. AĞUSTOS 2014 Şimdi bakalım bu iddialarımızla ilgili 2014 yılının en çok satan ve ilgi odağı haline gelen kitabı “21. Yüzyılda Sermaye”yi yazan Thomas Piketty ne düşünüyor? Grafik 1, Dünya’nın 1700-2012 yılları arasındaki toplam üretim miktarını gösteriyor. Grafik 1- Dünya Üretiminin Dağılımı, 1700-2012 Tarih boyunca İpekyolu ticaretinin en önemli duraklarından birisi olan Türkiye’nin önemi önümüzdeki dönemde giderek daha fazla artacak. Enerji koridoru olma yolunda atılan pek çok adımın yanında demiryolları, havaalanı ve kanal projeleri ile de lojistik anlamda giderek güçlenen bir Türkiye var. Özellikle Doğu’dan gelen demiryolu hattının 3. Köprü’deki demiryolu ile birleştirilerek Avrupa’ya açılması lojistik açıdan neredeyse Coğrafi Keşifler kadar önemli bir gelişme. 3. Havaalanı ile beraber dünyanın uçuş haritasının değişeceği de biliniyor. Zira İstanbul yıllık 150 milyon kapasiteli yeni havaalanı ile bölgenin en önemli yolcu aktarma merkezi haline gelecek ve Avrupa’nın en önemli üç havalimanının önüne geçecek. Doğu’nun zengin yeraltı kaynaklarının Türkiye üzerinden Batı’ya ulaştırılacağı enerji hattı projeleri de hızla ilerliyor. Kısaca Türkiye önümüzdeki dönemde bölgenin en önemli aktörlerinden birisi haline gelecek adımları hızla atıyor. Özetle, ticaret Doğu’dan Batı’ya kaydığında da Batı’dan Doğu’ya kaydığında da Türkiye avantajlı oluyor. Peki yeni dönemde Türkiye’nin seçeceği ekonomik rota ne olmalı? Sürekli kriz üreten ve gelişmiş ülkeleri gelişmekte olan ülkelere finanse ettiren neoliberal politikalara mı sarılmalı, yoksa kendine has özellikleri olan ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun yeni bir model mi tartışılmalı? Esasen önümüzdeki dönemde cevaplanması gereken en önemli sorunun bu olacağını düşünüyorum. yen dünyanın ekonomik ağırlık merkezi, 2025 yılında Hindistan sınırlarına, 2031 yılında da Çin sınırlarına ulaşmış olacak. Ne emperyalist ABD’nin ne de neo-liberal batının bu gidişi engelleyebilecek bir planı ve gücü yok. ABD, Irak savaşının psikolojik ve ekonomik etkilerinden kurtulmuş değil. AB de hala Şekil 1- Dünya’nın Ekonomik Ağırlık Merkezi, 1980-2007 (Siyah Noktalar) 3 Yıl Aralıklı Tahminler (Kırmızı Noktalar) 106 içine düştüğü borç krizinden çıkabilmiş değil. Öyle olmasaydı; ne Ukrayna bu hale düşerdi ne de Irak. Egemen(!) güçler kendi güçlerinin sınanacağı böyle olaylara kesinlikle izin vermezlerdi. Dahası, BRICS adı verilen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın IMF ve Dünya Bankası’na rakip olacak kendi kalkınma ve yatırım bankalarını kurmalarına çok sert karşı çıkarlardı. Irak savaşında askeri gücün etkisinin sınırlı olduğunu gören Koalisyon Güçleri, ekonomik güçlerini de kaybedince işler bu kez batının değil doğunun lehine gelişmeye başladı. Kaynak: Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyıl’da Sermaye, The Belknap Press of Harvard University Press, 2014, s.60. Grafik detaylı incelendiğinde 18. Yüzyılın sonlarına doğru, Sanayi Devrimi ile beraber toplam üretimdeki Asya’nın payının giderek Avrupa ve Amerika’nın eline geçtiği gözlemleniyor. Ancak bu günlerde bu durum giderek tersine dönüyor. Hatta Avrupalı ve Amerikalı küresel şirketler bile ayakta kalabilmek için üretimlerini Asya’ya doğru kaydırma telaşı içerisindeler. Yüzyıllarca İpekyolu üzerinden hammaddesini verdiği ürünleri birkaç katı fiyattan satın almak zorunda kalan Doğu bu kez kendisi üretiyor. Hammadde taşıyan Tarihi İpekyolu; nihai ürün satan Modern İpekyolu’na dönüşüyor. İşte tam da burada Türkiye’nin önemi ve vizyon projeleri öne çıkıyor. Tarh boyunca İpekyolu tcaretnn en öneml duraklarından brs olan Türkye’nn önem önümüzdek dönemde gderek daha fazla artacak. Enerj kordoru olma yolunda atılan pek çok adımın yanında demryolları, havaalanı ve kanal projeler le de lojstk anlamda gderek güçlenen br Türkye var. AĞUSTOS 2014 107 “Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli SDE Haber İsmail Karakaya Hoca Efendi Vefat Etti… SDE Haber haber “Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli “Vizyon Belgeleri Işığında Türkiye’de 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi” Paneli, Prof. Dr. Bekir B. Özipek, Doç. Dr. Vahap Coşkun ve Dr. Murat Yılmaz’ın katılımları ile 23 Temmuz Çarşamba günü Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde gerçekleştirildi. Geniş bir katılımın olduğu toplantı, Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşması ve moderatörlüğünde yapıldı. Katılımcılardan Doç. Dr. Vahap Coşkun Selahattin Demirtaş’ın, Prof. Dr. Bekir B. Özipek çatı aday Ekmelettin İhsanoğlu’nun, Dr. Murat Yılmaz ise Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylıklarını, vizyon belgelerini ve açıklamalarını değerlendirdi. 110 AĞUSTOS 2014 Açılış konuşmasında Prof. Dr. Birol Akgün, Türkiye’de gündemin en önemli maddesinin ilk kez halk tarafından doğrudan seçilecek cumhurbaşkanlığı seçimi olduğunu ifade ederek, açıklanan vizyon belgeleri ile yaşanan yarışın, iç politikadan, dış politikaya kadar geniş bir çerçevede Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık yarışlarına benzemeye başladığına dikkat çekti. Türkiye’deki parlamenter sisteme ilişkin kritiklerin ya da parlamenter sistemin daha ne kadar parlamenter sistem olarak kalacağının da tartışılmaya başlayacağını söyleyen Akgün, “adayların vizyon belgelerinin yaşanan yarış ve tartışmaların istikametini belirleyen metinler olması nedeni ile biz de adayların kamuoyundaki karşılıklarını tartışmak ve anlayabilmek için böyle bir toplantıyı uygun gördük” dedi. Katılımcılardan Doç. Dr. Vahap Coşkun, Selahattin Demirtaş’ın adaylığını ve vizyon belgesini değerlendirdiği bir konuşma yaptı. Coşkun, Demirtaş örneğinde HDP duruşunun Türkiye’nin yeni bir siyasi mecrada ilerlediğinin göstergesi olduğunu ifade ederek sözlerine başlarken, “Demirtaş’ın adaylığının Kürt Siyaseti için son derece isabetli bir tercih olduğunu” söyledi. Coşkun sunumuna şöyle devam etti. “Kürt siyasetinin Demirtaş’ı aday göstermesinin iki önemli sonucu var. Bunlardan ilki, sonuçlardan bağımsız olarak Demirtaş gibi Kürt kimliğini son derece açık şekilde taşıyan bir siyasi aktörün adaylığı, cumhuriyetin dışladığı kesimlerden birinin aday olması açısından son derece önemli. İkincisi ise Demirtaş’ın adaylığı ve kampanyası/söylemi Kürt siyaseti açısından Türkiye ile birlikte yaşama iradesinin de tescil edilmesi anlamında çok dikkat çekici. Çünkü cumhurbaşkanlığı milletin tüm fertlerinin temsilcisi olan bir merci olduğundan herhangi bir grubun değil, herkesin temsilcisi olmayı vaat etmelisiniz. Demirtaş bugün buna uygun davranıyor.” Coşkun’a göre Demirtaş’ın adaylık sürecinin öne çıkan birkaç noktası var: Demirtaş geniş kesimlere hitap edebiliyor ve söylemini özellikle bu şekilde kuruyor, buna ek olarak söylemleri ile diğer adayları pozisyon almaya zorluyor ve bu kendisine önemli bir hareket alanı kazandırıyor. İkincisi, Demirtaş çözüm sürecinin tarafı olarak hareket ediyor. Bu Demirtaş’ın hareketine önemli bir oranda Türkiyelilik katıyor. Üçüncüsü ise Demirtaş’ın temsil ettiği siyaset kendisini ana muhalefet olma konusunda güçlendiriyor ve buraya konumluyor. Ancak, bu gelişmeler yanında Demirtaş’ın söyleminin anti-AKP’ci bir söyleme dönüşmesinin bir handikap olarak ortada durduğunu ifade eden Coşkun, hırsızlık/yolsuzluk vurgusu ve anti-Erdoğan’cı bir söylem yerine AKP seçmenine de seslenebilen bir söyleme olan ihtiyaca dikkat çekti ve yüzde 7’lik bir oy tahmini ile sözlerine son verdi. Çatı adayı Ekmelettin İhsanoğlu’nun kampanya sürecini değerlendiren Prof. Dr. Bekir B. Özipek “Ekmelettin Bey neyi vaat ediyor, daha çok bir söylem analizi ile bunu anlayabiliriz” diyerek sözlerine başladı. Özipek, bu kadar farklı tabanlara hitap ederken, bunların hiç- birini kırmamaya özen göstermenin ve bunu başarabilmenin çok zor olduğunu ifade ederken, Ekmelettin İhsanoğlu’nun “gerginlik çıkartmak istemiyorum” sözlerinden yola çıkarak sunumunda şunlardan bahsetti: “Gerginlik çıkartmak istemiyorsanız, aslında bir şeyleri değiştirmek istemiyorsunuz demektir. Yani bu, ben bir şeyi değiştirmek için değil, her şeyin aynı kalması için geliyorum demek. Bu ideolojiler üstü bir yaklaşım değil. Egemenlik ilişkilerini konsolide etmek aslında egemen ideolojiyi sürdürmek ve onu korumak anlamına geliyor. Bu nedenle de söylem düzeyinde somut bir şey ortaya koymuyor ve bu ifade el ele verirsek dünya daha güzel bir yer olur anlayışından öteye gitmiyor.” Konuşmasının devamında Özipek, “temel karşılaşmanın değişim ve statüko arasında merkez-çevre kavgasına dayanıyor. Türkiye’de bir cepheleşme var ve bu cepheleşmede oligarşi, çevreden gelenlere hep şüphe ile baktı. İhsanoğlu bugün sosyolojik olarak AK Parti seçmenine hitap edebilecek, çevreden gelen ancak oligarşinin/merkezin egemenlik iddiasının bir parçası olarak karşımızda” dedi. Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın kampanyasını değerlendiren Dr. Murat Yılmaz ise 27 Mayıs’tan beri vesayet sisteminin ne kadar sofistike bir anlam dünyası yarattığını ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden Ekmelettin İhsanoğlu adaylığını böyle değerlendirmek gerektiğini ifade etti. Erdoğan’ın 12 yılda yaptıkları ile bugün vizyon belgesinde vaat edilenler yeni bir hikaye yazmanın tamamlayıcısı niteliğinde. Yeni bir reform çerçevesi öneriliyor. Yılmaz’a göre Erdoğan seçmenine devlet-millet ayrımını ortadan kaldırmayı, bunu değiştirmeyi vaat ediyor. Bu yeni bir anayasa ile gerçekleşecek ve böylece demokratik toplum, refah toplumu ve öncü ülke konumuna geçilecek. Yılmaz’a göre Erdoğan’ın müşterek medeniyet hafızasına yaptığı vurgu ve ortaya koyduğu bölgesel vizyon ve buna ek olarak uluslararası sistemin adaletsiz yapısı ile mücadele edeceğini ifade etmesi onu yeni düzeni ifade eden bir yere koyuyor. Ekmelettin İhsanoğlu ise eskiyi temsil eden bir konuma yerleşiyor. Konuşmacıların sunumlarından sonra dinleyicilerin yönelttiği sorulara verilen cevaplar ile devam eden program. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün kapanış ve teşekkür konuşması ile son buldu. AĞUSTOS 2014 111 haber İsmail Karakaya Hoca Efendi Vefat Etti… Ömrünü hakkı söylemeye adayan, kendisine has üslubuyla kimseyi kırmadan doğruları bütün açıklığıyla dile getiren emekli vaiz İsmail Karakaya 16 Temmuz 2014 tarihinde vefat etmiştir. Cenazesi 17 Temmuz’da Hacı Bayram-ı Veli camiinden kalmıştır. Memleketimizin ilim ve irfan hayatında önemli bir yere sahip olan İsmail Karakaya’nın vefatı münasebetiyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bakanlar ve memleketin önde gelen kanaat önderleri bizzat evlerinde veya arayarak taziye ziyaretinde bulunmuşlardır. Dergimizin Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya’nın da babası olan merhum İsmail Karakaya hocamıza Allah'tan rahmet, yakınlarına sabırlar diliyoruz… Allah yoluna adanan bir ömür… İsmail Karakaya, 1943 yılında Kayseri'de dünyaya geldi. İlkokulu Kayseri'de okudu. Daha sonra Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesi'ni bitirdi. Bir müddet Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu kaleminde memurluk yaptıktan sonra Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü'ne kayıt yaptırdı. Enstitüde okurken Murakıplık görevini de yürüten KARAKAYA, 1972 yılında Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü'nden mezun oldu. Daha sonra sırasıyla; Yozgat Şefaatli İlçesinde Müftülük, Kayseri İncesu İlçesinde Vaizlik, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda Derleme ve Yayın Müdürlüğü ile Dini Yayınlar Döner Sermaye Müdürlüğü, Ankara Müftü Yardımcılığı, Tokat Artova Müftülüğü, Çubuk ilçe vaizliği görevlerinde bulunan İsmail KARAKAYA; 42 yıl hizmetten sonra Nisan 2008 tarihinde Ankara Merkez Vaizliği görevinden emekli oldu. Uzun süre Türkiye Din Görevlileri Federasyonu Yönetim Kurulu Üyeliği, Genel Sekreterliği ve Başkanlığı yapan İsmail KARAKAYA, Din Görevlileri Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanlığı'nı yürütüyordu. Aynı zamanda 50 yıldır aralıksız yayınlanmakta olan Aylık Hakses Dergisi'nin Vakıf adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğünü yapıyordu. İsmail KARAKAYA'nın; Fetevây-i Hindiyye / İslam Fıkhı Ansiklopedisi (Mustafa Efe ile birlikte), Kitâbü'l Haraç 112 AĞUSTOS 2014 ve Haleb-i Sağir (Namaz İlmihali) gibi tercüme eserleri ve İslam ve Toplum, Din ve Hayat, İnanç Esasları, Örnekleriyle İslam Ahlakı, 40 Hadisle Ticaret, Hz. Ali’den Öğütler ve Mailk Bin Eşter’e Mektubu gibi telif eserleri yayınlanmıştır. İsmail KARAKAYA, ülkemizdeki tüm din görevlilerini ve Vakıflar Genel Müdürlüğünde çalışan memurları temsil yetkisini 11 yıldır aralıksız yürüten DİYANET-SEN (Türkiye Diyanet ve Vakıf Görevlileri Sendikası)’nın Onursal Genel Başkanıydı. İlim sahasında gösterdiği faaliyetler yanında irfan yönünü de ihmal etmeyen Karakaya, Türkiye’de bir ilk olarak faaliyete geçen ve neredeyse bütün tasavvufi meşrepleri çatısı altında toplayan Tasavvuf Yolu Federasyonu’nun da kurucusu ve Genel Başkanıydı. Resmî görevi yanında her türlü hizmet imkânını değerlendiren İsmail KARAKAYA yurdumuzun pek çok yöresinde halka konferanslar vermiş ve zaman zaman bu hizmetlerini yurtdışında da sürdürmüştür. Sağlığı el verdikçe televizyon ve radyolarda dînî sohbetler yapmaya ve her fırsat ve her ortamda İslam’ı anlatma çabasını son nefesine kadar devam ettiren İsmail KARAKAYA, iyi derecede Arapça biliyordu. İsmail Karakaya evli ve dört çocuk babasıydı.