kızılbaş H a z i r a n 2 012 s a y ı 15 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! a s i m i l a s y o n a h ay ı r ! kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 01774577978 Stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 Haziran 2012 sayı: 15 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindekiler: Sayfa: 4 : ‘Takiye’……..................................…….... Ali Ülger Sayfa: 5 : İNSAN TANRISI HIZIR ...... ADNAN CANGÜDER Sayfa: 10 : AKP, CHP'NiN ASiMiLASYON POLiTiKALA RINI UYGULUYOR! …….....…….. Ünsal Öztürk Sayfa: 12 : Cennette cinsel hayat nasıl olacak Sayfa: 13 : Tarihe tanık belgeler Sayfa: 14 : ZAZACA DERS 4 ……….........……. İlhami Sertkaya Sayfa: 15 : Se beno no halê ma? ……….........……… X. Çelker Sayfa: 16 : WEQFA ÎSMAÎL BEŞÎKCÎ ÇIMA HATE DAMEZRANDIN? Sayfa: 18 : Palu Harput ………...........……… Boğos Natanyan Sayfa: 20 : Seçenekler ….........................………. Bedros Dağlıyan Sayfa: 21 : Dersim Tartışmaları …….......… dr. ismail beşikçi Sayfa: 26 : Emperyalist bir bahar: Libya, Suriye ve ötesi …......................................................... AIJAZ AHMAD Sayfa: 28 : Yalan ..........................................… Fikret Başkaya Sayfa: 31 : Pontos Jenocidi ….....................….. Ali Sait Çetinoğlu Sayfa: 35 : Sachsenhausen’dan Aşkale’ye(2) .... Recep Maraşlı Sayfa: 39 : OBAMA AKP: ROBOSKİ …… Mahdi Tanrıkulu Sayfa: 40 : DERSİM 38'İN 1915'LE KOPMAZ BAĞLARI – 1 ….................................................... Hovsep Hayreni Sayfa: 42 : Ermeni Soykırımı’nda Alman rolü … Ayşe Hür Sayfa: 45 : Der Zor CehennemindenTKP Teşkilat Bürosu´na: Salih Zeki (Zor) …........................….. Selçuk Uzun Sayfa: 49 : Dersim Ermenileri etnografyası – 2 .............................................….....….. Gevorg Halaçyan Sayfa: 51 : ÇERKESLERİN ERMENİLERE YAPILAN SOYKIRIMA KATILIMINA DAİR SORULAR ..............................................… Sarkis Hatspanian Sayfa: 54 : Onüç Tıp Öğrencisi Tutuklandı Sayfa: 55 : Ararat’da Batan Gemiler …........…. Erdem Özgül Sayfa: 59 : Türkler’den özür diliyoruz .. Ali Usta Sayfa: 60 : Hükümet Roboski Katliamının Sorumluluğunu Üstlenmiştir ….................................... Mazlumder Sayfa: 61 : Kaybettiklerimiz Diller …. Çingenelerin Sitesi Sayfa: 62 : Nükleer Santral Karşıtı Kongre ….... Faruk Çelik Sayfa: 63 : Puşu Davası’nda 11 yıl 3 ay hapis ..............................................……. BURCU KARAKAŞ Sayfa: 64 : Milli Eğitim Bakanlığı özel Kuran kursları açılması için Hayrat Vakfı ile anlaştı. DUYURU Kızılbaş Dergisini kağıda basılmış olarak almak isteyenler. Abone ücretini 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg hesabına yatıranlara her ay düzenli olarak dergi gönderilecektir. 6 sayı 60 tl. / 12 sayı 120 tl. 6 sayı 30 € / 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 4 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Takiye’ Bulunduğumuz coğrafyada bir yanımızdan İran Şiiliği, diğer yandan Osmanlı ve devamı TC sünniliğinin müslümanlaştırma siyaseti karşısında bin bir dona girmişiz. Kendimizi, dilimizi dinimizi gizlemişiz görülmek istediğimiz gibi davranmaya çalışmışız. Ne şii taifesini ne de sünni taifesini kandıramamışız... İslamın Peygamberini, halife Ali’sini ve Ehlibeyti revize ederek kendi ihtiyaçlarımıza uygun hale getirmişiz. Kızılbaş-Alevi inanç guruplarının içinde halen yaşatılan Muhammet Mustafa ile Merdan Ali İslama da Kuranı Kerimine de aykırıdır. Atalarımızın yaptığı bu siyasetin adı ‘takiye’dir. Yapılan ‘takiye’ ile bir şeyleri de başarmışız ama... ne yazıktır ki muktedir olamamışız... Ancak bu ‘takiye’ yoluyla üretilen bu ‘siyaset,’ zaman içinde inanılır hale gelmiştir. Yapılan ‘takiye’nin sonucu oluşan bu mit dönemin ‘siyasi’ ihtiyaçlarından dolayı üretildiğinden dönemin ‘siyasi’ ihtiyacının ürünüdür. Oysa bu dönemin ihtiyacı farklıdır. Muktedir olabilmek için bu ihtiyacın kavranması hayati öneme haizdir. 21. yy bilgi çağında kendini yenileyip demokratikleştiremeyen toplumsal kesimler çürümekten kendini kurtaramaz. Bu çürüme biz Kızılbaş-Aleviler içinde geçerlidir. Bundan dolayıdır ki biz Kızılbaş -Aleviler var olan sorunlarımız ve bu sorunların çözümlerine yönelik olarak gerçekçi olmak ve objektif davranmak zorundayız. Bu yaklaşım dışında her davranış inkara ve can cana ali ülger asimilasyona hizmet eder. Bugün Alevi dernek ve vakıf ‘siyasetçilerinin’/bürokratlarının yaptıkları işte tam da budur. Beyaz Aleviciliktir... Bu dernek ve vakıf bürokratlarının sorunlarımızı çözebileceğini ummanın, hayalin ötesinde ahmaklık olduğunun farkına varmanın zamanı geçmektedir. Biz Kızılbaş-Alevilerin ortak toplumsal ve özgül sorunlarımızın tümü dün olduğu gibi bugünde siyasidir. Bundan dolayı sorunlarımızın çözümlerini de siyasetin içinde aramalıyız. Bunun içindir ki Kızılbaş-Alevilerin siyasi örgütlenmelerine ihtiyaç vardır. Asıl ana görev, bu amaca yönelik görüş ve önerilerin somutlaştırılarak siyasal arenaya çıkılmasıdır. Önümüzdeki en yakıcı sorun demokratik bir partinin elbirliğiyle oluşturulması olduğunu artık anlamalıyız. Bu hayati öneme sahip sorumluluktan kaçmak herkesi ebediyen el kapısında maraba bırakır. Yabancılaşmaya, inkara ve asimilasyona çanak tutar... Toplumsal sorunlarımıza yönelik görüş ve önerilerimizi istek ve taleplerimizi de artık açık ve de yüksek sesle ifade etmeliyiz. Bu yönde sağlıklı ve başarılı adımlar atabilmek için içinde bulunduğumuz koşullara objektif yaklaşmak zorundayız. Var olan farklı toplumsal kesimler ile sağlıklı açık model ve de demokratik ilişkiler kurmalıyız. Kendimizin yapmadıklarını başkalarından istemekten vazgeçip, bunu öncelikle biz ger- çekleştirmeliyiz. Ağır sıkıntıların yaşandığı bu dönemde son derece mütevazi ve demokratik davranılarak bir çok tabuyu açmanın mümkün olacağı kanısındayız. Örneğin; Ermeni, Elen, Süryani ve Pontus soykırımında, Koçgiri, Şeyh Said, Dersim, Çorum, Maraş, Madımak.... Soykırım ve katliamlarındaki siyasi tutum her bir kesim için hayati öneme sahiptir. Burada açık ve samimi davranmayanlarla sağlıklı dostlukların kurulması, demokratik bir toplum üretilmesi asla mümkün olamayacağı kanısındayız. Biz, Kızılbaş-Alevilerin de yakın tarihimizle yüzleşerek, demokratikleşmenin yolunu, bu yoldaki inadımız ve tutarlılığımızla açabiliriz.. Bu aynı zamanda kendi özgül toplumsal sorunlarımızın çözümüne yönelik siyasetimizin oluşturulmasına da kapı açmış olacaktır. Yani siyasallaşmamız özgül sorunlarımızın çözümüne yönelik görüş ve önerilerin de hızla geliştirilmesine katkı sunacaktır... Elbirliği ile kendi sorunlarımıza sahip çıkmak, sorunlarımızı siyasal alana taşıyacak partiyi yine elbirliğiyle oluşturmak can alıcı sorunlarımızın başında gelmektedir. Toplumumuzun bir parçası olacak ve toplumumuzu temsil edecek partimizi örgütlememiz halinde sorunlarımızı siyasal alana taşıyabileceğimizi ve bu sorunlarımıza başarılı ve kalıcı bir çözüm bulabileceğimizi bir an bile unutmamalıyız. Demokratik toplumun oluşturulmasına katıldığımız oranda kendimizi yaşatabiliriz... CAN CANA kızılbaş - sayfa 5 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ADNAN CANGÜDER EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (2) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE 2 . B ölü m: mez. Küçük Çile günleriyle birlikte Hızır erkânı başlar: Hızır Bâtınilikte, simgesel anlamda, doğuran doğanın doktorudur. Alevi inancındakı hızır ve boz atının kutsallığı tek tanrılı dinlerdeki kutsallığından çok daha fazladır. Ve bu kutsallık günümüze kadar kendisini koruyarak gelmiştir. Alevlikte boz atlı Hızır bir yardım meleğidir ve tüm bu yardımlarının karşılığında insanlardan sadece kalp temizliği ister. Hızır yolda kalanların yoldaşı, darda kalanların yardımcısı, gençlere kısmet ve kıtlıkta bereket olarak bilinir. En büyük yardımcısı ise boz atıdır, insan yada başka bir kutsal şahsiyet değildir gideceği yada ulaşması gereken noktalara boz atı ile gider. Hızırın boz atı ise kendisi gibi ölümsüzdür, tarihi efsanelerde anlatılan kanatlı uçan at Pegasusu çağrıştırır. Hızırın boz atı uçarak yada sıçrayarak çok uzun mesafeleri alabilmekte zorda ve darda olanlara yetişebilmektedir. Buna verebileceğimiz en güzel örnek ise hızırın Hace Bektaşı ziyaret etmesi esnasında Karadenizde batmakta olan gemiyi kurtarmak için aniden boz atıyla yola çıkmasıdır Hızır koruyucu ve iyilik meleğidir. Bunun için “neden savaşa katılmadı” şeklindeki söylemler ve sorular, barış, dostluk ve sevgiden yana olan kurtarıcı Hızır için doğal karşılanabilir. Alevi inancında hızır Ali konumunda, Alide can bulmuş olarak kabul görürken tek tanrılı dinlerde ölümlü bir fani olarak algılanır ve Ali ile bir tutulmaz. Alevi inancında olan don değiştirme veya dondan dona geçme ise tek tanrılı dinlerde asla kabul görmez ve yoktur. Alevilerde hızır ve Ali aynı noktada görülmüş hızırın ve Alinin ruhunun aynı olduğundan dolayı Hakk ile bütünleştirmişlerdir.Alevilerde hızır allah ve Muhammetten çok daha fazla çağrılır ve anılır. Hızır daha çok mazlum, fakir,dilenci ve yaşlı bir erkek ihtiyar olarak görülür. Kadınlık yada dişilik hızıra uygun görülmez bunun nedeni ise erkeğin kadından daha güçlü ve kuvvetli olmasıdır. Tek tanrılı dinlerde hızırın adının geçtiği hiç birşey yok iken alevi inancı hızırsız olmaz. Hızıra söylenen beyitler ve deyişler en kutsal ve en değerli olanıdır. Alevilikte yasayan Ali bir yerde hızırdır. Dondan dona girer ve yardıma koşar Alevi inancında adı gülbenklerde muhakkak geçerken tek tanrılı dinlerin dualarında adı hiç gecmez veya yaşanılan olay sonrasında gerektiğinde adı pek nadiren geçer. Alevi gülbenkleri kendi ulularının adı ile anılıp biterken asla amin ile bitmez ve bu terim inancta aslada yer bulmadığı gibi kabulde gör- Alevilikte adına yeminler edilir cemler tutulur yemekler yapılır ve özel günlerde eğlence yada şükran günleri yapılır. Alevilerin yoğun yaşadığı Dersimde adına oruç tutulur cem yürütülür kurban kesilir lokma verilir,mezarlar ve kutsal yerler ziyaret edilir. Bayramlık yeni ve temiz elbiseler giyilir. Bereketi temsil eder yeniden taze çekilmiş buğdaydan un yemeği (Kavut) yapılarak hızırdan işaret beklenir bu nedenle Dersimdeki en yüce kutsal var edici baş tanrıda denilebilir. Alevilikte yaşamın başlangıc yada tabiat ananın yeniden yeşermesi nedeniyle cemleri tutulup ibadeti ve anması yapılırken gelen yeni güne ve yeşilli- ğe bir ön hazırlık olarakta düşünülür. Yaşamda beklentilerin gerçekleşmesi sonucu genç erkeklerin ve kızların dileklerinin ve niyetlerinin zamanını hızır zamanına göre ayarlar ve o şekilde hızırı beklerler Hızırın yaşam alanı yeşillik ve sulaktır. Ve insanın kendisinin rahat edebileceği ve yaşayabileceği yerlere bir borç yada şükran olarak ortaya çıkmış olduğu bunun sonucunda yaşamın devamında toplumun bu insansal devamlılığı kutsaması nedeniyle bayramlaştırmasıdır. Unutulmasın ki geçmiş zamanlarda insanın yerleşik hayata geçmesi sonucu yaşanılan güvenli yerlerin azlığı ve sahiplenilmesi, coğrafi koşullar nedeniyle deprem yangın, yanardag, savaşlar,vahşi hayvanların av alanı gibi ekolojik döneme ait dengelerin tam yerine oturmadığı bir dönemin sonucu kurtarıcı kılınması ve adına anmaların yapılması hızır inancını ve kutsiyetini ortaya çıkarmışda diyebiliriz. Aleviliğin batıni anlamında Abu hayat suyu, ledün ilmi, hakikat yada gerçek ilim, bilgi, irfan, feyiz ,aşk ,söz ve akıl olarak inanc içinde algılanır. Alevilikte Abu hayat suyunun batıni anlamı bilim, ilim akıl,mantık ile insanın kendini bilmesidir. Lokman hekimin ölümsüzlük otu ile hızırın ölümsüzlük suyunu yani Abu hayat-ı içmesi aynı coğrafyanın farklı zamanlarda ortaya çıkmış farklı efsaneleridir. Hızırın Abu hayat (bengi su) içerek ölümsüzlüğe ulaştığına inanılır. Tanrısal özellikleri sayesinde insanlara gözükmesi ile yaşayan insan tanrıda diyebiliriz. İnsanoğlunun tarih sahnesine çıkışında yaşamının 40 ile 50 yıl olarak sürmesi abu hayat yani ölümsüzlük suyu efsanesini ortaya çıkarmış olabilir. Ölümsüzlüğün insan iradesinde ortaya çıkışı ve bunun dile gelişi her toplumda ve inancta ilk or- kızılbaş - sayfa 6 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 taya çıkışından sonra farklı varyantlarda degiserek halk icinde yaşamaya ve taşınmaya degişik anlamlarda olsa bile devam etmiştir. Bunun yanında tek tanrılı kitabi dinlerin tasavvuf inancında farklı olsada abu hayat suyu değerlendirilir ve yorumlarda bulunulur. Alevilikte şubatın 13-14-15 inde hızır orucu tutulur ve devamında cemi yapılır kurbanı kesilir bu nedenle alevilerde tek tanrılı dinlere göre perşembe gününün akşamı kutsal akşamdır. Ertesi gün Cuma olduğundan Cuma akşamı olarak halk arasında anılır ve o şekilde isimlendirilmiştir. Özellikle islamda olmayan mum yakma ve perşembe günü lokma pişirme gülbeng okuma kutsal yerleri ve mezarların ziyaret edilmesi de aslında aleviliğinde islamdan özgün ayrı bir inanc olduğunun göstergelerinden biridir.Alevilerde bölgelere göre hızır cemini farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yapılmasının altında yatan neden cemi yürüten pirin yada mürşidin her yerde aynı anda ve aynı zamanda olamayacağından ve hizmeti yerine getiremeyeceğinden dolayı farklı zaman dilimleri içerisinde ama kış mevsimi süresince yerine getirilir. Alevilerde (Dersim özelinde) hızır günü 1 ay boyunca 4 hafta süre ile 3 er gün ile devam eder aşiretlerin ve bölgelerin yapısına göre bu zamanlar değişmektedir. Ayrıca 12 İmamlar yas-ı matem orucu 12 gün olarak çift sayı olarak hesaplanıp tutulurken hızır orucu tek sayı üzerinden 1 gün yada 3 gün üzerinden tutularak hesaplanır. 6 mayısta hızır ile ilyas yaşamın başlangıç yeri tabiatın yeniden doğuşu için bir gül ağacı dibinde buluştuğu ve görenlerin ise her dileğe kavuştuguna inanılır. Kimi söylentilerde ise deniz kıyısıda denilmektedir Takvim yılı olarak rumi 31 ocak ile 2 şubat arası 3 gün oruc tutulurken miladi takvimde ise 13-14-15 subatta oruc tutulur. Anadoluda 6 mayıs- 8 kasım yaz günleri 186 gündür. 8 kasım -6 mayıs ise kış günleridir. 6 mayısta hızır günlerinin başlangıcında bülbülün güle kavuştuğunada inanılır. Hızır inancı anadolu ve mezopotamya eski inanclarında kökleri bulunmakla birlikte bunun yanında orta asya, suriye, balkanlar, ırak,mısır ve iran gibi ülkelere ve coğrafyaya daha sonraki zamanlarda yayılmıış ve kendisine yer bulmuştur. Doganin şekillenmesi zamansal ve me- kansal farklılık gösterdiğinden dolayı hızır inancının farklı zamanlarda ve mekanlarda ama değişik isimlerle yapılması gayet normaldir. Dersim’de Hızır Orucu, bir ay boyunca dönüşümlü olarak devam eder. Miladi Takvime göre Ocak ayının ikinci yarısında başlayıp Şubat ayının ortalarında sona ermektedir. Rumi takvime göre ise durum, Ocak ayının başından sonlarına kadar dört hafta sürer demektir. Yaşlılarımızın, (‘hesavê ma ra’) ya da eski hesapla (‘hesavo khan ra’) dedikleri bu tarihleme aslında Rum-i Takvime göre yapılmaktadır. Rumi takvim ile Miladi takvim arasında ise 13 günlük bir fark vardır. Bu durumda Rumi 1 Ocak ile Miladi 14 Ocak aynı gün ve tarihe karşılık gelir. Rumi takvime göre Hızır Orucu, Hızır ayı da denilen Ocak (‘Çele’) ayının, tam olan birinci haftasında başlar. Eğer birinci hafta, tam değil de yarım olarak ayın başına tekabül ederse, bu durum da bir hafta sarkma olur ve Oruç ayın ikinci haftasında başlar.Halk takviminde yıl öncelikle soğuk-yarı ve sıcak-yarı olmak üzere ikiye ayrılır.Yılın soğuk yarısı, 8 Kasımda başlar ve 179 gün boyunca devam eder; 21 Martta, yani Nevruz’da, doğanın doğum gününde son bulur. 8 Kasımda başlayıp 22 Aralıkta biten 45 günlük süreye Kasım; 22 Aralıkta başlayıp 5 Şubat’ta biten 45 günlük süreye Zemheri; 5 Şubat’ta başlayıp 21 Mart’ta biten 50 günlük(ya da 45 günlük) süreye de Hamsin adı verilir. kalmayacaktır. Çağrımıza uyup dünyayı ziyaret eden Hızır, kor-ateş anlamında cemre kimliğine bürünür ve 20 Şubat’ta havaya düşer, yani havayı döller; 27 Şubat’ta suya, 6 Mart’ta toprağa düşer, yani onları döller. 20 Şubat’ta hava bayramı, 27 Şubat’ta su bayramı ve 6 Mart’ta toprak bayramı kutlanır. 13 Mart’ta ise sıcaklık yürüyen hava, su ve toprak ısınır ateş olur. Bu nedenle bugün de ateş bayramı olarak kutlanır. 21 Mart’ta, yani Nevruz’da, daha önce ateşle buluşup gebe kalan hava, su ve toprak doğurur. 5-6 mayıs sonrası bahar mevsimine geçişten sonra yapılmaz ve bu zamana kadarda bırakılmaz ve ertelenmez. Hızır cemi yürütülmesinden sonraki günün başlangıcında uyanıldığında evden çıkıldığında ilk yapılan ibadet güneşe dönüp hızır gülbengi okunduktan sonra devamında yine en yakın ağaca veya taşa niyaz edilip gülbeng okunmasıdır. Tek tanrılı dinlerde ise bu yoktur. Hızır orucu 12 imamlar yas-ı matem orucu gibi tutulmakta ama yas-ı matemi içeren davranış ve uygulamalar yapılmamakla birlikte günü geceyi geçirmeden yani sahur olayı olmadan ki alevilerin oruçlarında sahur olayı kesinlikle yoktur ve yapılmaz. Ayrıca tek tanrılı dinlerdeki gibi iftar,namaz zekat gibi terimler kullanılmadığı gibi aynı şekilde sadece alevi inancında olan oruç açma terimide islamda asla yoktur ve kullanılmaz. Cemaat sunni terimdir, alevi inanc dili ise cem-i cümlemiz kelimesini kullanır. 10-20 Kasım arası Koç Katımı’dır. 21 Aralık kışın başlangıcıdır. 21 Aralıkta başlayıp 30 Ocak’ta sona eren 40 günlük süre Büyük Çile(Erbain); 30 Ocak’ta başlayıp 20 Şubat’ta sona eren 20 günlük süre Küçük Çile adıyla anılır. Güneş battığında gün kararmaya başlayınca oruç açılır, su içilir sadece son gün bekar olan genc erkekler ve kızlar tuzlu yiyecekler yiyerek hangi evde rüyalarında yemek yerlerse o evden yada o aileden biriyle evleneceklerine inanırlar. Büyük Çile karakıştır; 6-9 Ocak arasında Zemheri Fırtınası olur. Küçük Çile günlerinin 13-14 ve 15 Şubat günleri, her şeyden önce Hızır’ı çağırmayı ya da O’na seslenmeyi hak etmek için üç gün oruç tutulur. Alevilerde hızır orucu bölgelere göre pazartesi, salı,çarşamba veya perşembe günü olacak şekilde 3 günlük süre ile yerine göre ise 1 gün önceden tutulup beklenilir, varsa kurbanı kesilir ve lokmaları dağıtılır ve cemi yürütülür. Hızır kurbanına özel bir ilgi ve alaka gösterilir bakımı yapılır. Nevroz gibi hızır günlerindede ateş yakılır ve üzerinden atlanılıp kötülüklerden ve uğursuzluktan kurtulacağı ve o yılın iyi ve 17-18-19 Şubat günleri Hızır’ın dünyayı ziyaret günleri olarak algılanır. Hızır orucunu tutanlar artık Hızır’ı çağırabilir: Hızır bu çağrıya ilgisiz kızılbaş - sayfa 7 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 uğurlu gececeğine inanılır. Tahtacılar, çepniler, abdallar, hurufiler, kalenderiler, kızılbaşlar, bektaşiler ve nusayriler gibi aleviliği oluşturan topluluklarda bulundukları yerlerde de hızır inancının ritüelleri yerine getirirler. Alevilerde hızır Ali ile bir tutulmuş islamda ise sadece bir insan,4. Halife ve allahın kulu iken Aleviler Ali+Hakk eşittir Hızır+Hakk noktasında tutup aynı konumda yaşatmışlar ve inanmışlardır. Alevilerde hızır ne ise olaylara göre Alide odur ve her tür birlemesi yani hızır Ali birlemesini değişik beyitlerinde ve deyişlerinde yazıp söylerler. Anadolu aleviliğinde bozatlı hızır yoldaşın olsun denilmiş ve bu cümle yalnızca aleviler için kullanılmış günümüze kadar gelmiş ve halende geçerliliğini korumuştur. Zor anlarda hızır imdata çağrılır ve yardım beklenir, kendisine teslim edilen emanetlerin kendisinden yine aynı şekilde zarar görmeden sağ salim istenir. Bir yerde hızır sağlam ve güvenilir bir emanetçidir. Bunun olması içinde hızırı güzel günlerde kutlama, şükran ve borçluluk duyulan ibadetler ve etkinlikler yapılarak adı anılır. Hızır dar günlerde ve zor zamanlarda cağrıldığında yardım etmezse kınanır ve suçlanır. Topluluk tepki göstererek küser ve kızar. Dersim 1937-38 katliamlarında hızır katliama engel olmadığı için kınanmış ve tepkide görmüştür. Alevi Bektaşi ve Nusayri inançlarında hz Ali ile Hızır ve İlya özdeşleştirilmektedir. Batınılikte Ali ile Muhammedin özdeşliğinden dolayı Muhammedte peygamberlik konumundan soyutlanarak kırklar meclisinin bir üyesi noktasında Hızır ve İlya olur. Alevilerde hızır ve misafir aynı derecede görülmüş ve hızır Ali konumunda misafir kabul görmüş bunun nedeni ise misafir gitmeyen evin ocağının söneceğine ve bereketin biteceğine yok olacağına inanılması, uğursuzluk olacağı inancınıda kendilerinde taşırlar. Alevi inancında bulunan kutsallıktaki üçleme Dersim Raa Hakk inancında Hızıra helas, Hızır nebi ve hızır ilas olması nedeniyle 3 gün tutulan orucun bir yerde buna bağlandığı söylenmektedir. Misafir için Aleviler Ali derler. Bunu da mihman Ali'dir sözüyle dile getirirler. Arap alevilerinde de misafir çok değerlidir ve misafire Ali gözüyle bakılır. Ötesinde Hızır orucu, doğanın döllenmesi, Hızır ile İlyas’ın buluşması, Hz Hasan ile Hz Hüseyin hastalandığında üç gün yemek yemeyen Hz Fatma ile Hz Ali’nin eylemlerinin hatırlanması anısınada tutulur. Alevilerin yoğun yaşadığı iki şehir olan Dersim ve Hatayda en cok hızır tapınakları ve yerleri ile hızırın en kutsal olduğu bölgelerdir öyleki önce hızır ve daha sonra yine hızır gelir. Hızır özüyle, Anadolu’daki tüm Alevilerde yaşanır. Sadece lokma ve dilek tutma zaman bakımından, bazı yöresel farklılıklar gösterebilir. Kadirli ve Göksun’da yaşayan alevi toplumunun boz atlı Hızır inancına ek olarak birde Seyyid Hanların Hızır’ı vardır. Alevi inancında kulluk yoktur. Buda kuranı(osmanı musaf) dışlar ve kabul etmez. Ehl kehf suresinde yaşananlar çok daha önceki Hristıyanlığın bir hikayesi olmakla birlikte inanctaki hızırın tersi karakterde ve yapıdadır. Iki ayrı karakter ve varlık konuşulmaktadır. Inanctaki ve günümüzdeki hızır tarifine uymaz ve aslada kabul görmez nedeni ise hızırı insani bir kul konumunda görmesi ve insani ölümlü bir canlı konumuna indirerek yorumlamasıdır. Bu ise inanctaki ve düşüncedeki hızır anlatımına ve tanımına terstir. Ehl kehf suresi ise Hristiyanlık din tarihindeki kutsal 7 uyuyanlar efsanesinin bir başla değişik versiyonudur. Yani islam dinine Hrıstiyanlıktan girme,öncesinde ise Roma devletinin Hrıstiyanlığı resmi din kabul etmemesi neticesinde mağaraya saklanan 7 kişinin hikayesinin alıntısıdır, zaten ehl kehf in anlamıda mağara demektir. Aleviler her kutsallıklarında hızırı kabul etmiş ve beraber anmışlardır, hızırsız hiç bir işleri ve kutsallıkları ve mekanları yoktur, hızır her dili konuşabilir ve bütün insanları anlayarak yardımlarına koşabilir. Alevilikte konumu baş tanri iken tek tanrılı dinlerde kul, nebi ve peygamber konumda yani ölümlü bir insan dünyevi bir canlı motifindedir. Alevilikte Doğa tanrının insan tanrı halini alıp ve insana görünmesine hızır da denilebilir. Doga tanrının ve insan tanrının yaşamdaki sembolü hızırdır, tek tanrı inancına karşı en büyük sembol ve var edici güç hızırdır. Bu dönemler içerisinde anadolu ve me- zopotamya alevi kaçar,konar göçleri geliş ve gidişleri hızır inancının daha çok kökleşmesini ve kendisine ait has özel yerini bulmasını sağlamıştır. Toplulukların zaman içinde göçleri ve yaşamsal coğrafi etkilenmeleri hızır inancınıda bir bölgeden diğer bir bölgeye taşımış ve taşındığı bölgede yada coğrafyada gücü oranında kendi kutsal inancının hikayesini ve efsanesini içine almış etkilemiş veya etkilenmiştir. Barışcıldır savaşcı ve can alıcı, yok edici yada zalim konumunda değildir. Iyilik ve yardım severliği asıl görevidir. Islam inancındaki sunni yorumlardaki gibi hızır müslümanlığı korumakla görevlendirilmemiştir. Bilakis hızırın varlığı kurana(osmanı musaf) ve islama terstir. Kuranda(osmanı musaf) adı bir kez bile geçmeyen bir varlığın görevi nasıl olurda müslümanlığı korumak olabilir. Bu sadece tek tanrılı dinlerin kendinden önceki kutsallıkları kendi içlerine alma halidir. Bilindiği gibi, insanlar dardayken yardımına koşan birisine, Hızır gibi yetiştin derler. Hızır, halk inancında darda kalanların, başı sıkışanların yardımına koşan, insanlara bereket ve Iyilik getiren ölümsüz var eden güçtür, zaman zaman ortaya çıkar, birdenbire gözden kaybolur. İyileri ödüllendirip, bereket ve bolluğa kavuşturur. Sahipsiz bırakma ve yardım etmeme kötüleri cezalandırma yöntemidir. Hızır ve Hakk tan sonra tanrının sembolü olarak güneş, ay ve Alide tanrı olarak kabul edilir ve kutsal ve zor zamanlarda çağrılarak anılırlar. Bunun yanında zamanında yaşamış ve mucize göstermiş kişiler ve ulularda kutsal yerlerde hızır mekanı yada Hakk mekanı olarak kabul görür. Yarı tanrı yada hızırın insani şekli veya hızırın yoldaşı olarakta kutsal ocakların kurucularıda hızırın kutsallığı içinde görülürler. Baba Mansur,Kureyş Baba,Hace Bektaş ve Hubyar Sultan gibi kutsal yerlerde hızır ile anılır ve gülbenklerle çağrılarak kendisinden yardım ve iyilik istenir. En cok güneş, ışık, aydınlık veya ateş ile sembolize edilmiş ve bu sembolize edilmeler yaşanılan bölge ve coğrafyalara göre değişmiştir. Anadoluda ve mezopotamyada hızırı gören veya hızırla karşılaşan insanlar hızır gibi hürmet ve kutsallık görür. Bir nevi dokunulmazlığa ulaşır ve kendisiden yardım istenilen ve zorluklardan kurta- kızılbaş - sayfa 8 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ran bir konuma gelir ve getirilir. Alevi inancındaki hızır başına buyruk ve özgürdür, herhangi bir canlıya güce yada tanrıya bağlı değildir. Özellikle Yunus Emrenin hızır üzerine yazdıkları toplum tarafından inanctaki batınilik bazında daha derinlenmesine anlaşılmalı ve araştırılmalıdır. Hızır inancı anadolu ve mezopotamyadan uzaklaştıkca hızırın değeri azalır ve önemsizleşmeye başlar bunu Balkanlarda ve Arabistan toprakları ile Hindistan yada uzakdoğu asyadaki müslüman ülkelerde çok rahat biçimde görmekteyiz. Örneğin hızır orucu, kurbanı yada lokması yemeği gibi tapınma ritüellerini göremeyiz. Anadoluda ise kimi bölgelere göre ocak ayından 21 marta kadar günümüzdeki bahar temizliğide denilen hazırlıklar yapılır. İlk olarak Nuh tufanında, tufandan kurtulmak icin gemidekilerin adını çağırması ile adı anılır. Tek tanrılı dinlere Yetiş ya hızır sözü ile insanların inancsal ve dinsel ibadetlerinin içine girmiştir. Nuhun gemisi hikayesi gılgamış destanından alınmadır ki. Hızır çok daha önce vardır ve kurtarıcı olarak anılmaktadır, yoksa gemideki insanlar neden allah değilde hızırı kurtarıcı olarak çağırmışlardır. Insanın ortaya çıkışının devamında peşinden çok tanrılı ve tanrıcalı inancların her yerde ve bütün zamanlardaki sürec içinde daha sonra tek tanrılı dinlere evrilmesi sonucu ilk tanrı yada baş tanrı hızırdır diyebiliriz. Gılgamış destanındaki ölümsüzlük otu yani ölümsüzlük ilacı arama ve lokman hekimin ölümsüzlük otu yani ölümsüzlük ilacı arama ve lokman hekimin ölümsüzlük çiceğini bulması ve sonrasında köprü üzerinde rüzgarın ölümsüzlük ilacının reçetesini suya savurması sonucu sele verdim sözünün anlamını bulması ile bir derde deva arama savaşı ölüme karşı mücadele insanın bu mücadeleyi gerçek yaşamda kazanma isteğinin insan bedeninde ortaya çıkışı ve binlerce yıldır devam etmesinin adıdır hızır. Ötesinde kendisinden hırka giyilen, yani el alınan, ab-u hayattan içmiş ölümsüz mürşittir; yeniden dirilmenin, canlanmanın, dönüşen zamanın simgesidir. Umut nasıl en son yok olmaz yada tükenmezse hızırda umudun bir diğer adıdır bir yerde sona ererken baska bir yerde ve zamanda farklı şekilde yaşamaya devam eder. Bir yerde bilim ve aklın insanda ortaya çıkışı yani tezahürüdür hızır. Meleklerden çok daha üstün konumdadır, her meleğin bir görevi ve görev süresi var iken hızır zamansız ve mekansızdır. Emir alan değil emir veren konumdadır. Kadere karşı eylemde ve harekette bulunan kaderi reddeden değiştiren ve dönüştüren konumdadır. Tek tanrılı dinlerde yer almaması veya sıradanlaşması aslında tek tanrılı dinlerdeki kaderciliğe karşı çıkması ve kabul etmemesininde rolü vardır. Hızır dünyevidir bu dünyada vardır, cennet veya cehennem gibi tek tanrılı inancların öbür dünya olgusunda yer almaz. Hızır her durumda olayların içinde ve bir noktada hareketi değiştirip dönüştürendir. Tanrı gibi olaylara seyirci kalmaz. Olmuş ile ölmüş ün işlerine karışır bir yerde tanrıdan farkıda budur. Ölüyü canlandırma, olmuş olanı ise değiştirme gücüne sahiptir. Halk arasında daha çok yaşlı insan görünümünde ortaya çıkar. Olaylara göre bazen kurtarıcı bir hayvan, bir ağac dalı yada küçük bir çocuk, yani doğa tanrı veya insan tanrı olarak ortaya çıktığı söylenir. Yaşamin doğuşu ve kutsanması kendisini doğa tanrı konumunda hızır ile bulur. Hızır karadaki bitki, bereketin insanların ilyas ise deniz ve hayvanların kurtarıcısıdır. Hızır daha çok fakirlerin ve zorda kalanların kurtarıcısıdır zenginlerin ve kötülerin yanına uğramaz ve o konumdada kabul görmez Hızırın özellikleri ve görevleri aslında hızırın tek tanrılı dinlerden çok daha önce çok tanrılı ve tanrıcalı inanclarda var olduğunu gösterir. Hızır türbelerinin diğer türbelerden daha kutsal ve üstün olması hızırı tanrı katına çıkarmış diğer bütün kutsallıkları gölgeleyerek ikinci plana itmiştir. Ilyasın giyimi hakkında, mavi giysili deriden kaftan ve elinde değnek ile sembolize edildiği yazılır ve söylenir. Erkek cinsiyetindedir kadın olarak an- latılmamış ve görülmemiştir. Buda bir yerde hızırın erkek egemen gücün temsili olarak tek tanrılı dinlere geçişinin göstergesidir. Çok tanrılı inanclarda dişil ve erkeksi tanrıcaların kutsallıkları tek tanrılı dinlere geçişde sadece erkeksi eril tanrıların devamı ile sürmüştür. Bunun nedeni ise bir yerde tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin erkek olması ve erkek egemen gücü temsil etmeleridir. Insanı biçimde tasvir edilir ve söylenir daha cok yaşlı aydınlık yüzlü sakallı ve yeşil elbiseli kırmızı ayakkabılıdır. Kadın olarak kabul görmez. Hızır’ın belirli bir yaşının olmadığı, hangi çağdaysa o çağın yaşı ve görüntüsü içinde olduğu,yani çocuk veya yaşlıda olabilir. Kişilik yapısının temel özelliği, barışseverlik, olgunluk ve aşırı merhamettir. Boz atlı, yeşil giysili,nur yüzlü, ak saçlı, ak sakallı, kırmızı çarıklı bir derviş veya dilenci kılığındadır. Onu tanımak zordur; ancak tanımak için bazı belirtiler de vardır. İşaret parmağı orta parmağıyla aynı boydadır,bir parmağı kemiksizdir. Sıkıntıdaki kulun imdadına gelenin Hızır olup olmadığını anlamanın tek bir yolu vardır: Hızır'ın sağ elinin başparmağının kemiksiz, her iki elindeki işaret ve orta parmaklarının aynı boyda olduğu ve ayrıca da ayak bastığı yerin yeşerdiği söylenir. Dolayısıyla Hızır’la karşılaştığına inanan kimse, onun ellerine ve ayağını bastığı yere bakmalıdır. Ama hikayelerde genellikle Hızır kaybolup gittikten sonra kişi onun kim olduğunu anlamaktadır. Devleti, dini, ırkı, dili yoktur. İktidar olmak yada yönetmekten, hükmetmekten daha çok hükmedilen ve yönetilene yani bir yerde ezilene ve sömürülene yardım eder. Umudun diğer adıda denilebilinir. Devletlerin tek tanrılı dinsel sistemine halkın karşı koyuşunun ve eski çok tanrılı kadim inanclarının değişik adla günümüze gelmiş halide diyebiliriz. Kırım türkleri 6 mayısı dini bayram olarak kutlarlar. Makedonyada ederlez adında, kosovada hedirles ve zaman içinde hristiyanlarla ortak bir inanç bayramı olarak 6 mayısta kutlanır. Iranda 40 gün önceden hazırlığa başlanır ve evler temizlenir. Azerbaycanda alevi inancına sahip olanlar tarafindan hızır hazırlığı yapılır ve şiirler okunarak hızır anılır ve yardıma çağrılır. Eski türklerde dede korkut hikayelerin- kızılbaş - sayfa 9 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 de dirse hanın oğlu boğaçı yine bozatlı hızır ölümden kurtarır. Buda bize eski türklerın tek tanrılı dinlerden önce çok tanrılı inanclarda hızırın olduğunu ve hızıra kutsallık verdiklerinin göstergesidir. Bununla birlikte yine eski türklerin inanclarındaki ritüellerde tek tanrılı dinlerin etkisine rağmen kendisini belli oranda korumuş ve günümüze taşımıştır. Havanın ve suyun ısınması yani doğanın tabiatın yaşama geçmesi doğanın kutsanması ve bayram olarak algılanması eski halklardan günümüze taşınmıştır. Eski türklerde bozatlı yol tengrisi yada yol iyesi olarak anılırdı. islamdan sonra ise hızır nebi yada hızır ilyas olarak islamda kendisine yer bulmuştur. Eski türklerin at üstündeki göçebe yaşamları gözönüne alınınca boz atlı hızır inancını orta asya göçebe türklerde başka adlarla anılması ve inanılması gayet normaldir. Atalar kültü yani inancı ile mezarların ve kutsal yerlerin ziyaret edilmesi ve anılması ve hızırın öteki dünya ile tabir edilen yere iyilik ve kolaylık ve yardim etmesinin istenmesi yine çok tanrılı inanclarda karşımıza çıkmaktadır. Tunguzlar ise bu merasimleri her yıl Mayıs ayında yapmaktaydılar. Onlar bu törenler sayesinde atalara, göğe, yeryüzüne takdimler yapar, beyaz kısraklar kurban eder, toprağa taze kımız döker ve ortaklaşa kımız içerlerdi. Uno Harva, eski Çinliler, Moğollar, Kalmuklar ve Buryatlar’ın da böyle bahar veya yaz törenleri yaptığını belirmektedir. Şüphesiz bunlar yüzyıllar boyunca süregelen adetlerdi. Dolayısıyla orta asya kavimlerinin daha Anadolu’ya gelmeden gerek Orta Asya’daki kendi inanç, kültür ve çalışma hayatları içerisinde, gerekse Zerdüştlük ve benzeri yabancı dinleri kabul ettikten sonra bunlardaki bahar ve yaz törenlerini çok iyi tanıdıkları rahatça söylenebilir. Ancak bu törenlerin Mart, Nisan, Mayıs gibi değişik aylara rastladıkları gözden uzak tutulmamalıdır.Kısacası eski kavimler, yaz mevsimi başlangıcına ait inanç, adet ve gelenekleriyle Anadolu’ya yerleştiler. Ve burada da bahar ve yaz başlangıcı törenlerinin Hristiyanlaşmış şekliyle karşılaştılar. Hızır inancı Hristiyanlıkta hristiyanlığı kabul etmemiş toplumların hristiyanlığı kabul etmesi sonucu kendi dinlerinde kutlanmış ve daha sonra hristiyanlığa geçişte aya yorgi saint georges adı verilerek aziz kabul edilip hızırın adı değişmiş ama işlevi konumu ve kutsiyetinde hiç bir şekilde değişiklik olmamıştır. Hristiyanlıkta hızır değişimi ve kendi içine alıp kabul etmesi tipik tek tanrılı kitabi dinlerin karakteristiğidir. Aya Yorgi (Saint Georges) Anadolu’daki Hristiyanlığın çok önem verdiği, adına kilise ve manastır inşa ettikleri bir azizdir. Bununla birlikte Avrupalı ve Doğulu gezginlerin anlattıkları hikayelerden, bu iki şahsiyetin Aya Yorgi’de Hızır-İlyas’ı, özleşleştirdikleri anlaşılmaktadır. Hızır yahut Hızır-İlyas ve bu aziz arasındaki söz konusu özdeşleştirmenin, oldukça erken devirlerde Hristiyan yazarlarınca da gözlendiği anlaşılmaktadır. Hristiyan bir yazar olan Wensinck Maracci’nin Hızır kıssasına dair yazdığı bir yazıda şöyle der: Müslümanlar Hızır’ın, Harun’un torunu Elazarus’un oğlu Phias ile aynı kimse olduğunu rivayet ederler. Onun ruhu ilk önce İlyas’a, ondan Aya Yorgi’ye (Saint George) geçmiştir. Bu azize Müslümanlar bundan dolayı çok saygı gösterirler. Görüldüğü gibi Maracci, Hızır’ın adını ayrıca açıklamaya gerek görmeden Aya Yorgi (Saint George) koyuvermiştir. Kendisi ile ilgili hikayelerde tıpkı Hızır gibi uğradığı eve bereket ve bolluk getirdiği, kuru tahtaları, ağaçları yeşertip ulu ağaç haline getirdiği, hastaları iyileştirdiği hikaye edilir. Bazı araştırmacılar Anadolu’da Aya Yorgi diye anılan Saint George’un aslında Hristiyanlık öncesi (Hitit) Anadolu’sunun efsanevi bir Tanrısının Hristiyanlaştırılmış şekli olduğu kanaatindedirler. Bu birleştirmeye önayak olan sebep ise halk inançlarında iki şahsiyet arasındaki benzer fonksiyon ve özellikler olmuştur. Anlatılan hikayerde Hızır Aleyhisselam’ın dokunduğu şeylerin veya oturduğu yerlerin yeşillendiğinden bahsedilir. Aynı şekilde Aya Yorgi kültü Yunanistan’da da Yeşil Yorgi (yahut Georgevert) adıyla anılır. Her iki kültürde de ortak kutlama tarihi 6 Mayıs olarak belirlenmiştir. Hızır ayrıca Hristiyanlıkta circus peygambere mahsus bir tanımlamayıda içerir SERÊ SALÊ ‘Sarê salê binê salê Xızır mêvanê vê malê’ Daxwaza xêr û xweşiyê Ev daniya kal û pîrê Ek pîrik e,ek Xızır e Danî daniştî ser êre Herkes hilgirt para xwe Mîna xwîşk û bira ne Xızır tîne daniyê Pîrikê rû keniye Çaxanî girtiye şa bûn Le pisiyê dûr û ne Çaxan û xewa we xweş Çaxan û xewla we xweş Xızır dibê pîrêk dibê Ji were xêr û xweş Ahmet Güven * * * * Ya Hızır ya Hızır Benim sevdiğimin şirin sözleri Büyüdü gözümde ne bağlar oldu Karınca yükünü fil çekmez oldu Azdı zaman azdı ne çağlar oldu Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu Talip gelmez oldu Pir nefesine Elin alıp gitmez oldu yasına Dağlar sindi tepeler gölgesine Büyüdü tepeler ne dağlar oldu Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu Nesimi yüzüldü Mansur asıldı Ali düldüle bindi küffar basıldı Nice uluslar haktan kesildi Aktı kör pınarlar ne çaylar oldu Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu Gönül turnam uçtu gitti gölünden Bülbül vazgeçer mi gonca gülünden Abdal Pir Sultan'ım çarkın elinden Dideler yaş döktü kan ağlar oldu Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu kızılbaş - sayfa 10 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AKP, CHP'NiN ASiMiLASYON POLiTiKALARINI UYGULUYOR! Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadrolar CHP kadrolarıdır. İlkokullarda Zorunlu Din Dersi, Köy Kanunu, Tevhid-i Tedrisat, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi... anayasa maddesi ve özel kanun yapan, bunları uygulamaya koyan CHP kadrolarıdır. Bu konu nettir ve hiçbir kuşku yoktur. CHP şu tarihte bu tarihte kuruldu gibi gereksiz tartışmalar gerçeği değiştirmez. CHP, Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında ise “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır.) CHP politikaları her zaman devletin temel politikaları olarak karşımıza çıkmıştır. CHP, daima Alevileri kurban etmiştir, günümüzde de çoğunluğun problemleriyle, örneğin türban problemiyle ilgileniyor. Asimilasyona karşı mücadele sadece AKP’ye, AKP politikalarına karşı mücadele değildir. Çünkü AKP’nin asimilasyon politikaları CHP’nin temel politikalarıdır. Türk Devleti’nin temel kuruluş felsefesi olan, Tek Dil-Tek Din anlayışını CHP kadroları getirmiştir, AKP uygulamaktadır. CHP’nin devletin kuruluş felsefesine hiçbir eleştirisi yoktur. CHP’nin temel politikalarındaki değişiklik devletin temel politikalarındaki değişiklik anlamına gelecektir. Görüldüğü gibi günümüzde CHP Alevilerin talepleri karşısında, sessiz, kaskatı durmaktadır. Çünkü İlahiyat Fakülteleri, Kuran Kursları, İmam Hatip Okulları, Diyanet İşleri Başkanlığı, Zorunlu Din Dersleri… gibi kurumları CHP kurmuştur. Dolayısıyla Alevilerin talepleri CHP’nin, yani devletin temel anlayışı ile çatışmaktadır. Çok acı bir gerçek var. Alevilerin, diğer dinlerin ve dinsizlerin toplumsal yaşamını çok yakından ilgilendiren politikalar CHP tarafından yürürlüğe konmasına rağmen Aleviler CHP’de politika yapmaktadır, CHP’ye oy vermektedir, onun arka bahçesi durumundadır. Müthiş bir çelişkidir bu. Devlet ve CHP kadroları Alevileri perişan etmiştir. CHP kadroları ve devlet felsefesi Alevileri kuşatmıştır. CHP Sünni İslamın temel kurumlarını kurmuş, temel politikalarını üretmiş, Alevilere yaşam alanı bırakmamıştır, diğer taraftan arkasında, CHP yöneticilerinin duyamayacağı yerlerde konuşuyorlar, televizyonlara çıktıklarında ise CHP politikaları doğrultusunda konuşuyorlar. Onlar milletvekili, belediye başkanı, meclis üyesi olsunlar… bu yeterlidir. ünsal öztürk ise Alevileri şeriatla korkutmaktadır. CHP, Alevileri zaaflı bir toplum haline getirmiştir. CHP ve devlet kadrolarının çok ustaca yaptıkları propaganda, dinci gericilikten rahatsız olan Alevileri CHP’yi kurtarıcı olarak görme noktasına getirmiştir. Zorunlu Din Derslerini kim koydu, Köy Kanunu’nu kim yaptı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kim kurdu, Tevhid_i Tedrisat Kanunu’nu kim yaptı diye sormak Alevilerin akıllarına gelmemektedir. Bu kadar ustaca üretilmiş perdeleme ve kandırma ciddi incelemeye tabi olmalıdır. Alevilerin günlük faaliyetlerinde CHP örgütü ile birebir ilişkileri zaaflıdır. Bazı Aleviler, CHP’de aktif politika yapıyor veya belediyelerinde avukat, danışman, meclis üyesi olarak çalışıyor… CHP ile ilişkili olan o kadar çok Alevi var ki bu yazıdan çok kişinin rahatsız olacağı açıktır. Seçimler yaklaştığında CHP’de kuyruğa giren dernek yöneticileri, televizyon sunucuları, CHP mitinglerinde CHP Genel Başkanı’nın arkasında duran dernek başkanları bile var. (Aleviliği dert edinmiş, sancılı arkadaşlar konu dışıdır. Yazdığım yazı belediyelerde memur ve işçi olarak çalışan emekçilere yönelik de değildir.) CHP’de, parti örgütünde çalışan Aleviler, Atatürkçü, çağdaş olduklarını da iddia etmektedir. Onlara göre çağdaş olmak CHP’li olmaktır. Yukarıda sayılan bir dizi, Alevi’nin yaşamını doğrudan belirleyen, örneğin camisiz yere köy denmez gibi Köy Kanun’larının altında Atatürk’ün imzasının bulunup bulunmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığı hakkındaki kanunun altında kimin imzasının bulunduğunu tartışmamaktadırlar. Tartışanlar ise kapalı kapılar DİN DERSİ: EŞİ GÖRÜLMEMİŞ ZULÜM CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, referandum sırasında yaptığı mitinglerde türban sorunundan söz etmiştir. Bu sorunu kendilerinin çözebileceğini vurgulamıştır. Yaşadığımız günlerin baş konusu, en çok konuşulan konusu da türbandır. CHP ilk kez Abant’ta toplantı yapmış ve yine türban sorununu konuşmuştur. CHP’nin başına getirilen Dersimli ve Alevi Kemal Kılıçdaroğlu yine çoğunluğun sorunlarını çözmek için faaliyettedir. Oysa Alevilerin çok büyük rahatsızlıkları vardır. Din dersi gibi başlarında büyük bir bela vardır. Alevi çocuklarının ruhu kırılmaktadır, ezilmektedir; Alevi çocukları yanlış karşısında tepkisizleşmektedir, kimlikleri-kişilikleri zedelenmektedir. Çocuklarımıza Kuran sureleri ezberletilmeye, abdest aldırılmaya, namaz kıldırılmaya çalışılıyor. Aileler evlerde, “Aman oğlum, aman kızım, tartışmaya girmeyin, Alevi olduğunuzu söylemeyin, öğreniyormuş gibi yapın” diyorlar. Çocuklarımız bu derslerde dudaklarını ısırıp kanatıyorlar. Kendi kendilerini yiyip bitiriyorlar. Biz, evlerimizde, hayır ve şer yoktur, Hakk’ın vücudu vardır, Hakk insandadır, diyoruz. Çocuklarımız bunu biliyor. Okulda ise günah, sevap, çamurdan insan yaratılması çocuklarımıza öğretilmeye çalışılıyor. Çocuklarımız onlara evde, cemde öğrettiklerimizi düşünerek kendilerine ve Alevi toplumuna ihanet ettiklerini düşünüyorlar. Konuşamıyorlar, tembihliler çünkü. Bu büyük bir zulümdür. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir zulümdür. İşte CHP bu zulme bilinçlice sessiz kalmaktadır. Çünkü bu politikaları, temel politikaları onlar üretti, onlar gerçekleştirdi. Kaldı ki din dersi konusu sadece Alevileri de ilgilendirmemektedir. Demokrat, devrimci çok insan var. Onlar da dini dayatmayı kızılbaş - sayfa 11 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kabul etmemektedirler. Devlet onları da Sünni Müslüman olarak kabul etmekte, okullarda onların çocuklarına da din dersi vermeyi doğal hak olarak görmektedir. Kendisi de Alevi olan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu Alevilerin sorunlarından hiç söz etmemektedir. Şu çok açık bir gerçektir: CHP’ye yönetici olmak kendini inkâr etmek, devletin temel politikalarını savunmak demektir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun tepki vermemesi bundandır. Bu gerçek, devlet partisi CHP’ye yönetici olan, orada politika yapan herkes için geçerlidir. HUKUKA KARŞI HİLE DÜŞÜNMEK Gerek hükümet, gerek diğer düzen partileri, özellikle CHP, Alevilerin talepleri konusunda sessizliğe bürünmüştür. Hükümet cephesi Hasan Zengin ile ilgili AİHM’in verdiği kararı nasıl tersine çevirebilirim anlayışı ile hareket etmektedir. Müfredat değiştirme düşüncesi bunun içindir. Hükümetin bu işlerle ilgili Bakanı Sayın Faruk Çelik, Hasan Zengin’in başvurusu ile oluşan AİHM kararını kendine göre yorumlayarak okullardaki müfredat ile ilgili çalışma yaptıklarını söylerken, şunu söylemek istemektedir: Aslında biz AİHM kararlarına saygılı bir hükümetiz! AİHM’nin kararlarını tanıyoruz ve ona uygun olarak hareket ediyoruz! Sayın Bakan’ın düşüncesinin ve eyleminin gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Çünkü Sinan Işık’ın nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması ya da Alevi yazılması başvurusu hakkında AİHM’nin verdiği karar çok açıktır. Nettir. Kuşkusuzdur. Sinan Işık şahsında demokratik mücadelede bir zaferdir. Şöyle söylenmektedir kararda:“Başvuran, kendisine verilen sürede adil tatmin talebinde bulunmamıştır. Bu nedenle AİHM, kendisine bu yönde bir tazminat ödenmesi gerekmediği kanısındadır. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İkinci Daire, Sinan Işık, Başvuru No: 21924/05, Strazburg, 2 Şubat 2010) AİHM, diğer taraftan, mevcut davada, vatandaşların dininin nüfus kütüklerinde ya da nüfus cüzdanlarında yazılmasının dini açığa vurmama özgürlüğüyle bağdaşmadığına karar verdiğini gözlemlemektedir. Varılan bu sonuçlar başlı başına gösteriyor ki, başvuranın AİHS’nin 9. maddesinde teminat altına alınan hakkıyla ilgili ihlal tespiti, nüfus cüzdanı üzerine dinin –zorunlu veya isteğe bağlı olarak– yazılmasından kaynaklanan bir soruna dayanmaktadır. Bu bağlamda AİHM, dine ayrılan hanenin iptal edilmesinin tespit edilen ihlalin telafisi için uygun bir çözüm yolu oluşturacağı kanaatine varmaktadır.” Kararda dikkatinizi çekmiştir, AİHM, “AİHM, dine ayrılan hanenin iptal edilmesinin tespit edilen ihlalin telafisi için uygun bir çözüm yolu oluşturacağı kanaatine varmaktadır” denilmektedir. Sayın Bakan Faruk Çelik’e şunu sormak gerekiyor: AİHM kararlarını irdeleyen, sorumluluklarınızı yerine getiren bir hükümet olarak Sinan Işık ile ilgili AİHM’nin verdiği kararı uygulamak için ne bekliyorsunuz, neyi bekliyorsunuz? Süreniz Ağustos 2010 tarihinde dolmasına rağmen neden gereklerini yerine getirmediniz? Neden nüfus cüzdanlarından din hanesini kaldırmadınız? Aynı soru Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na da sorulabilir. Siz neyi bekliyorsunuz? Partinizde Aleviler var. Siz de bir Alevi’siniz. Grup toplantınızı hiç kaçırmayan, sizi dinleyen, hatta gözünüze görünmek, aynı fotoğraf karesine girebilmek için gayret gösteren, çok yakınınızda olan Aleviler de var. Alevilerden milletvekilleriniz de var. Onlar sizi uyarmıyor mu? Bu hukuksuzluğa, AKP hükümetinin AİHM kararlarını uygulamamasına neden sessiz kalıyorsunuz? KAMUSAL ALAN TARTIŞMASI CHP Genel Başkanı ve partisi “Kamusal Alan”da türbanın takılmaması konusunda çok dikkatli! Cumhurbaşkanının vereceği 29 Ekim resepsiyonunu tartışmalı hale getirdiler. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde gizlice Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nu Diyanet İşleri’nde ziyaret etti. Haberlere göre Kemal Kılıçdaroğlu ile Ali Bardakoğlu'nun görüşmesi 11 Ekim 2010 Pazartesi akşamı Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki akşam yemeğinde gerçekleşti. Yemeğe, CHP'den Kılıçdaroğlu'nun yanı sıra Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç ve Bilim Yönetim Platformu Başkanı Prof. Dr. Sencer Ayata da katıldı. Yemekte Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bazı bürokratları da vardı. Acaba Kemal Kılıçdaroğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı’na girip çıkarken, Diyanete gelip gidenleri görmüş müdür? Onların giyim kuşamlarına dikkat etmiş midir? Ya da birkaç kişi bile olsa bayan çalışanlar gözüne tatılmış mıdır? Diyanet çalışanları arasında başı açık bir kişi var mıdır? Diyanet İşleri Başkanlığı da kamu kurumu olduğuna göre neden başka kamu kurumlarındaki giyim kuşama dikkat eden Kılıçdaroğlu ve partisi Diyanet İşleri Başkanlığı’na dikkat çekmemektedir? Bu, politikaya çifte standartlı politika denmez mi? Diğer taraftan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 16 Ekim 2010 günü İstanbul’da, Swiss Otel’de bazı sivil toplum örgütü temsilcileri, aydınlar ve sanatçıların katıldığı bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı Başkanı İzzettin Doğan da çağrılmıştı. Prof. Dr. İzzettin Doğan, basın mensuplarına şunları söyledi: "Türban, Kürt sorunu gündeme gelecek mi onu bilemiyorum. Hiçbir bilgim yok. Resepsiyon krizi filan artık bu tür şeyleri aşmamız gerekiyor. Bunlar krize dönüşmemeli. Türkiye'de daha ciddi konular da var. Türkiye daha ciddi konularla ilgilenmeli. Şekle kıyafete bağlı gibi konuların artık Türkiye'de aşılması lazım. Bu konuda da bir tartışma açılırsa orada da kanaatlerimizi söyleriz.” CHP Genel Başkanı, Prof. Dr. İzzettin Doğan’ı Alevileri temsilen toplantıya çağırmıştır. Sokaklarda olan, alanlara çıkan, hak isteyen İzzettin Doğan değildir? Alevilerin temsilcileri alanlardadır. Anlaşılmaktadır ki Kemal Kılıçdaroğlu klasik politikayı uygulamaktadır. İzzettin Doğan’ın Alevi toplumunu temsil ettiği gerçek değildir. Konuşacakları Alevilerin değil, devletin sıkıntıları olacaktır. SONUÇ OLARAK Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Başımıza gelen felaketlerin baş sorumlusudur CHP. Böyle olmasına rağmen halkımızın büyük çoğunluğu yine CHP’ye oy vermektedir. Aleviler, CHP’ye yönelebilmeleri için dinci-şeriatçı ve faşist partiler üzerinden korkutulmaktadır. CHP’de çalışan, milletvekili olmak için CHP politikalarını savunan, ikili ilişkilere giren kişiler var. Ayrıca bu kişiler birey olarak, kendi kararlarıyla CHP’ye gitmektedir. Oysa CHP, Alevileri toplumsal olarak adam yerine koymamaktadır. Bu durum, bizim kendi gücümüzün farkına varmadığımızdan kaynaklanmaktadır. Toplumumuz kendine sahip değildir. Örgütlenmiş değildir. Örgütlülük demek kalabalık olmak demek değildir. kızılbaş - sayfa 12 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İrade birliğidir. İrade birliği taleplerini ortaya koyar. Gerekirse bir seçime katılmaz, Alevilerin taleplerine sessiz kalanlar, Alevileri yok saymayı anlarlar. Doğrusu şöyle olmalıdır: Aleviler tarihte olduğu gibi, ocak sistemi etrafında toplanırlar. Dedeler ve talipler toplanır. Mürşit ocakları, mürşit ocaklarına bağlı Pir ocakları canlandırılır. Tarihte başımıza gelen felaketler tekrardan bilince çıkartılır. Kişilerin Alevileri kullanarak kendi kişisel çıkarlarını gözetmelerine son verilir. Dedelerimiz ve yöneticilerimiz hiçbir partinin kapısını çalmaz. İsteyen partiler dedelerimizin ve yöneticilerimizin kapısını çalar. Başımıza gelenler, yapılanlar, yapanların yüzlerine karşı söylenir. Büyük ve yüksek bir bilinçle söylenir. Taleplerimiz onlara bildirilir. Partilere milletvekili verilecekse bile toplumun kararı ile verilir. Unutmayalım ki en az 3 milyon oyumuz var. Örgütlenmiş irade gerekirse, bazı seçimlerde, partilere oy vermek yerine bağımsız milletvekilleri çıkartır. Bir rahatsızlığımı belirtmek isterim: Bazı derneklerden arkadaşlar problemlerle ilgili partileri ziyarete gidiyorlar. Televizyonlardan izliyoruz. AKP ile görüşmeye giderken arkadaşların çok ciddi, dikkatli, soğuk bir tarzları var. Ancak CHP’ye gittiklerinde kravatlarını çıkarıyorlar ya da gevşetiyorlar, yüzlerine gülücükler konduruyorlar, rahat bir tarzları var. Bu tutum tarihsel bilgiye sahip olamama, problemlerin kaynağını bilememe, başta Kürt sorunu olmak üzere bugün kangren olan bütün problemlerin CHP’nin eseri olduğunu anlayamama anlamına gelmektedir. SOYTARILARIN, SURTUKLERIN DINLI IMANLI KURANLI KITAPLI, PEYGAMBERLI SEX FETVALARINA BI BAKINIZ! KADIN ERKEK YATAK ODALARINA BILE HUKMEDEN CINSELLIK VE SEX FETVALARI VEREN, HUKMEDEN AHLAKSIZLARDIR SIZIN ITIBAR ETTIKLERINIZ! NE DIN MIS; BU BOYLE ISI GUCU SEX FETVALARI VERMEK VE FUHUS YASALARINI KERHANELERLE CENNET GIBI SUNMAK! HAYYAMIN DEDIGI GIBI ULA SURTUK SIZIN CENNETINIZ RESMEN KERHANEYE DONMUS HABERINIZ YOK ! YANI BUYRUN KERHANELERE DIYORLAR! AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın, “imam ve hatip”(!) olan babası Ali Rıza Demircan‘ın “İslama göre cinsel hayat” adlı kitabından alınmıştır: “Cennette bekar kişi kalmayacaktır. Cennetliklerin en alt derecesine günde 72 kadın verilecektir. Tam mümin ise günde 100 bakire ile cinsi münasebette bulunacaktır. Cennette kadınlar cinsi mü... nasebette bulunduktan sonra yine bakire olacaklardır. Cennette erkeğe 100 erkek kuvveti verilecektir. Cennete girenlr 33 yaşına döndürülecektir. Cennettelik erkekler, cennette vücutları kılsız, yüzleri sakalsız, gözleri sürmeli olarak gireceklerdir. Cennete giden kadın, dünyada din uğruna şehit olan erkeklere verilecek, fakat kadın orada beş erkek isteyemeyecek, sadece bir erkek isteyecek ama o adamın 5 erkek gücü olacak, ona her türlü zevki tattıracak. Cennete giden erkeklerin cinsel uzuvları eğilmez, hep dik kalır. Erkek, hem karısıyla, hem de hurileriyle sabahtan akşama kadar sürekli cima (seks) yapabilecek. Aktaran: Semra Eren kızılbaş - sayfa 13 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tarihe tanık belgeler BOSNALI ACEMİ OĞLANLARIN DEVŞİRİLMESİ YAZI: 13 Safer sene 973 (Ağustos 1565), Padişah Kanunî dönemi, Sadrâzam: Sokollu Mehmet Paşa, İran’da I. Tahmasb’tır. O yıl, Türk donanması Malta’yı kuşattı. KİMDEN: Padişah’tan KİME: Bosna Beğlerbeği ve Kilis Sancakları Kadılarına HÜKÜM KONU: Acemi oğlanı için devşirilen efradın sünetliler olduğu, bunlar eğer Bosnalılar ise bunların alınmasında bir sakınca olmadığı. BELGENİN MEÂLİ Muhzıra virildi Bosna ve Hersek ve Kilis Sancakları Kadıları’na HÜKÜM Kİ, Taht–ı kazânızda şimdiye dekkin Acemi Oğlanı için alınu gelen oğ- lanların ekserisi sünnetlü olmağla sünnetlü olanları dahi alınu gelinmediğin hâliya acemi oğlan cem’ine varan Yayabaşısı’na sünnetlü oğlan almağa mâni oldığınız i’lâm olınmağın BUYURDIMKİ, (boş bırakılmış) varıcak şöyle ki, sünnetlü olan oğlanlar kadîmden (önce) evvel yerlü olub mücerred acemi oğlan olmak içün sonradan varmış olmayanlar ve yahud acemi oğlanı alınmamak içün sünnetlü olmıya onun gibi sünnetlü olanları almak Murad itdikde mâni olmayub aldırasın amma bu bahâne ile tezvîr ve telbîs (hile aldatma) ile hâricden varan sünnetlü oğlan yazılmakdan hazer (sakınma) olınub şimdiye dekkin alınugeldüği üzere kadîmi (önce) yerlü olan sünnetlü oğlanlardan yararın cem itdiresin. BELGE: BOA – Mühimme Defteri, cilt: 5/1 s. 96/220 kızılbaş - sayfa 14 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ilhami sertkaya ZAZACA DERS 4 DERS -12SİYASİ- HUKUK DİLİNDEN BAZI KELİMELER- ZONÉ SÎYASETHUQUQÎ DE TAYÉ ÇEKUYÎ A-Siyaset dilinden- Zonê sîyasetî de Rojeve (m)-Gündem Bîyer(n) olay, gelişme Partîye(m)- parti Bîyerî- olaylar, gelişmeler Fikir (n) düşünce-fikir Temsîl(n) Temsil Verhukum(n)- Önyargı Temsilkar/etemsilci Kombîyene(m)- Toplanmak Bı zaneBilinçlice, bilerek Kombîyayîş(n)toplantı Bê zane- Bilinçsizce, bilmeden Numayene(m)-(Toplu) yürümek Derheqê...-...Alanında, hakkında Numayîş (n)-yürüyüş Derheqê babete ra- Konu hakkında Weçînitene(m)-Seçmek Derheqê babete de-Konu hakkından Weçînitîş(n)-Seçim Rayber-e- Yol gösteren, öncü, lider Rakerdene(m) açmak Newe ra- yenide Rakerdîş(n) Açılış Newe de-Yeniden Wesênayene(m) duyurmak Newe kerdene- Yenilemek Wesênayîş(n)- Duyuru Pers(n)- Soru Vilavoke(m)- Bildiri Perse(m)- Sorun, mesele, problem Eşkera (m)-Açık, aleni Persa ma- Bizim sorunumuz Rey(n) Oy Çare(n)- Çare,çözüm Namzet/e- Aday Çareserîye(m)Çözümlemek Rayber/e- Yol gösteren,lider,Önder Çareser- Çözmek Serok/e- Başkan Bandor(n) eğemenlik Serdestîye(m) egemenlik Bindestîye(m)Eğemenlik altı Serdest/e-Eğemen Serkewtene(m)- Üstün gelmek, üstün olmak Serkewt/e- Üstün gelen, üstün olan Demoqrasîye(m) Demokrasi Bindest/e-Egemenlik altında olan Merhale(n)- İçinde bulunaan durum, seyredilen seviye, aşama Şermezar(n)Utandırmak, protesto etmek Dîplomasîye(m)- Diplomasi Serbestîye(m) serbestlik, özgürlük B- Hukuk dilinden- Zonê huquqî de Heq(n)- hak Îfade(n)- İfade Bi heq/e- Haklı Suç(n) Suç Neheq/e- haksız Suçdar kerdene- Suçlamak Dawa(m)-Dava Gunekar kerdeneSuçlamak Dawakar/e- Davacı Suçadarîye(m)Suçlamak Dawayîn-e Davalı Gunekarîye(m)Suçlamak Awuqat/e- Avukat Suçdarkerde/yeSuçlanan Şeveknayene(m)- savunmak Gunekarkerde/a- Suçlanan Şeveknayîş(n)- Savunuş, savunum Suçkerdox/e- Suçlayan Îqaz(n)- İkaz Gunekarderdox/e- Suçlayan Tepya estene (m)- Ertelemek Qeyde(n)- Kural Marum(m) Mahrum Fekkî (n)- Sözlü Marum/e-Mahrum kalan Îfadeyê fekkî- Sözlü ifade Dosya(m)- Dosya Nusnekî (n)- Yazılı Tomete (m)- Töhmet İfadeyê NusnekiYazılı ifade Mehkeme(m)- Mahkeme Het(n)- Taraf Ronîştîş(n)- Celse Hetkar/e- taraftar Ceza(m)- Ceza Qerar(n)-Karar Têduştîye(m)- Eşitlik Persayene(m)Sorgulamak Têduşte(m) Eşit Persayîş(n) sorgulma DERS -13BAZI COGRAFİK KELİMELER VE CÜMLE İÇİNDE YAZILIMLARI- TAYE ÇEKUYÉ COXARAFÎ U CUMLA DE NUSNAYÎŞ Ko (n) dağ Deşte (m) Ova-Düzlük alan Çewt(N)- Eğri Çewtin(n) Eğimli Tîmuk(n) Tümsek Gil(n)Zirve, uc nokta Qîyame(n)- Dik yokuş Davacor(n)-Yamaç, yukarı Davacêr(n)Yamaç, aşağı Virade(n)-Paralel şekil Neqeb(n) vadi Korte(m)Birleştiric boyun şekli Çale(m)-Çukur Xorî (n)-derin Gole(m)- Göl Çem(n) Irmak Kemerin(n)-Taşlık Garane(m)- Büyük baş hayvanların otak yeri Mexel(n) Koyun-keçi gibi küçük baş hayvanların otak yeri Kela(m)- Kale Gîrawe(m)-Ada Veroj(n)- Güneş alan yamaç Zîndan(n)- uçurum Zime(n)- Az güneş alan yamaç Kaş(n)- Yamaç Dere(n)- Dere Maxe(n)- Birikim, Yığın, yığıntı Maxa kemeran-Taş yığını Maxa koliyan- Odun yığını Xendek(n)- Dar boğaz şekli B- Bazı örnekler- Tayê numuneyî 1-Tîmukê koyê Muzirî de, vare nêhelîna- Munzur dağının zirvesinde, kar erimez 2-Şilîye îta kerda çale- yağmur burayı çukur etmiş 3- O ca, zaf kemerin o- Orası çok taşlıktır 4-Laserî, maxa kemeran virasto- Sel, taş yığını yapmış 5-Çale, zaf xorî ya- Çukur çok derindir 6- Dewa ma, a korte der a- bizim köy, o (dağın birleştiği) boyun kısmındadır. 7-Azebe, xo zîndan ra este- Yetişkin kız, kendisini uçurumda attı. 8-Awa dereyî, german ver, miçiqîyaDerenin suyu, sıcaklardan dolayı kurumuş 9-No welat de, zaf gîrawî es tê- Bu ülkede, çok adalar vardır(lar) 10-Gola Wanî, zê derya wo- Van gölü, deniz gibidir 11-Ez ko ra, davacêr nê, virade amaben dağda (dikce) aşağıya değil, paralel geldim 12-Çemê Muradî, deşta Çewligî der oMurat ırmağı, Çewlik ovasındadır 13-No ko de, di zimî est ê- Bu dağda, iki (güneş az gören) yer var 14-Ko berz o, davcor meso, qefelînaDağ yüksektir, (yukarıya doğru dik kızılbaş - sayfa 15 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gitme), yorulursun 15-Dêrsim de, neqebî zaf ê- Dersım de vadiler çoktur(lar) DERS -14BİLEŞİK FİİLERLE İLGİLİ BAZI ÇEKİM ÖRNEKLERİ- DERHEQÉ KARANÉ PİRANAYENAN DE, ANTENA RA TAYÉ NUMUNEYÎ 1-A-Peyda kerdene- Temin etmek Şimdiki zaman(olumlu hal)- Demê nikayî (halo pozîtîf) Ez peyda kena- Ben temin ediyorum Ti peyda kena- Sen temin ediyorsun O peyda keno- O temin ediyor A peyda kena- O temin ediyor Ma peyda kenime- Biz temin ediyoruz Şima peyda kenê- Siz temin ediyorsunuz Înan peyda kenê- Onlar temin ediyorlar B- B- Nesne dişil olursa da, şimdiki zaman çekimi aynıdır-Çî ke makî bo, antene, zê demê nikayî yo. C-Dili geçmiş zaman(Nesne eril olursa)-Demo vîyartîyo dîyar (Çî ke nerî bo) Mi peyda kerd- Ben tenin ettim To peyda kerd-Sen temin etttin O peyda kerd-O temin etti A peyda kerde- O temin etti. Ma peyda kerd- Biz temin ettik Şima peyda kerd- Şiz temin ettiniz Înan peyda kerd- Onlar temin ettiler D- Dili geçmiş zaman(nesne dişil olursa)- Demo vîyartîyo dîyar(Çî ke makî bi bo) Mi peyda kerde- Ben Temin ettim To peyda kerde- Sen temin ettin Éy peyda kerde- O temin etti Aye peyda kerde- o temin etti Ma peyda kerde- Biz temin ettik Şima peyda kerde- Siz temin ettiniz Înan peyda kerde- Onlar temin ettiler Se beno no halê ma? E- MİSLİ GEÇMİŞ ZAMAN- DEMO VÎYARTEYO NEDÎYAR (Nesne eril olursa, fiilin sonuna ‘o’ gelir- Çî ke nerî bo, kar, herfa ‘o’yî gêno pê xo) Mi peyda kerdo- Ben temin etmişim To peyda kerdo- Sen temin etmişsin O peyda keerdo- O temin etmiş Ma peyda kerdo- Biz temin etmişiz Şima peyda kerdo- siz temin etmişsiniz Înan peyda kerdo- Onlar temin etmişler X. Çelker (Nesne dişil olursa, fiil sonuna ‘a’ harfi alır- Çî ke makî bo, kar, herfa ‘a’ gêno pê xo) Örnek- Numune Mi peyda kerda- ben temin etmişim To peyda kerda- Sen temin etmişsin Éy peyda kerda- o temin etmiş Ma peyda kerda- Biz temin etmişiz Şima peyda kerda- Siz temin etmişsiniz Înan peyda kerda- Onlar temin etmişler F-SANAL GEÇMİŞ ZAMAN(DA)/ GELECEK ZAMAN HİKAYESİ-DEMO VÎYARTÎ (DE) NÎYETÉ DEMÉ AMEYOXÎ Mi peyda kerdêne- ben temin edecektim To peyda kerdêne- Sen temin edecektin Éy peyda kerdêne- O temin edecekti Aye peyda kerdêne- O temin edecekti Ma peyda kerdêne- Biz temin edecektik Şima peyda kerdêne- Siz temin edecektiniz Înan peyda kerdêne- Onlar temin edeceklerdi "Vas, koka xo ser roeno Theyr, zonê xode waneno Kamo ke eslê xo inkar kêno Toz erzeno rêça xo, sono" Se beno no halê ma? Ewro, 1ê Gulane de, ez be olvaza xora şime caê Têareamaena gurekara. Ca Mannheim de meydanê verê bonê DGBy (Sendika) bi. Mı olvaza xora pers kerd ke kami ra pia kortej de ca bıcêrime. Aê va, domananê mara pia. Şime wertê domananê ma. Nas u dosata ra kêf u halê jumini pers kerd. Waxtê ra tepia ina jü pankarte kerde ra. Sero khaleka resmê İbrahim Kaypakaya, Lenin, Marks, Engelsi de resmê Mao be Stalini ra ki bi. Mı olvaza xora va, ita caê ma niyo. Ez nêvazena bınê siya diktatoro de ze Stalini be Maoy de şorine. Bê ma şıme lewê cirananê ma Kurda. Axiri oca ki xêlê mıletê ma esto. Nêtê mı olvazê ke cematê Komkari derê inara pia kortej de caguretene biye. Axiri şime lewê ina. Waxto ke ma jümini ra kêf u halê jümini pers kerdêne, dı gami ma verde resmê Abdulah Öcalani bi ra berz. Mı olvaza xode nia da, aê mıde nia da, ma jümini fam kerd. Bınê siya leyrê Ergenekoni de çı karê ma bıbone ke? Ma oca ra ki kewtime duri, şime... Coka şairê welati Sey Qaji vato: Vas, koka xo ser roeno Theyr, zonê xode waneno Kamo ke eslê xo inkar kêno Toz erzeno rêça xo, sono (...) 01.05.2012 kaynak: http://www.jarudiyar.com/ yazarlar/1393-x-celker-se-beno-nohale-ma.html kızılbaş - sayfa 16 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 WEQFA ÎSMAÎL BEŞÎKCÎ ÇIMA HATE DAMEZRANDIN? Ji bo fêmkirina egera damezrandina Weqfa Îsmaîl Beşîkçî ku me di 7 Rêbendan 2012’yan de damezrandina wê ragîhandibû, pêwîstî bi naskirina Îsmaîl Beşîkçî heye. Beşîkçî (paşnavê Îsmaîl Beşîkçî di resmîyetê de wek “Beşîkcî” hatiye tomarkirin. Di vê nivîsê de me xwest em paşnavê wî yê ku em elimîne, bi kar bînin) hez nake qala xwe bike. Ji ber vê jî me serî li pirtûka bi navê Îsmaîl Beşîkçî ya ku Bariş Unlu û Ozan Deger berhev kiribûn û di sala 2011’yan de ji hêla weşanxaneya Îletîşîmê hate weşandin, kir. Di gotara ku birêz Bariş Unlu nivîsandiye de (Berhema Navborî, r. 11-44) serpêhatiyên jiyana Beşîkçî hene. 1-ÎSMAÎL BEŞÎKÇÎ KÎ YE? Îsmaîl Beşîkçî di 7 Rêbendan 1939’an de li navçeya Îskîlîpê ku girêdayî Çorumê ye, ji dayik bû. Bi gotina Bariş, ew zarokê malbateke Tirk û Hanefî ye. Bavê wî Hûsnû (1899-1978) di dema Osmaniyan de mamostetî û di salên 1930’an de jî dikandarî kiriye û navê diya wî Zahîde ye (1898-1987). Ew biçûkê malê ye. Bi navê Vasfî û Muhîddîn du birayên wî û bi navê Sati jî xwîşkeke wî heye. Wî dibistana seretayî li Îskîlîpê di dibistanên Azm-î Mîllî û Misak-î Mîllî de, dibistana navendî jî li Dibistana Navendî ya Îskîlîpê xwendiye. Beşîkçî dibistana amadeyiyê jî di Dibistana Amadeyî ya Çorumê (navê vê dibistanê niha Amadeyiya Ataturk e) de xwendiye. Di sala 1958’an de bi puanên bilind ketiye Fakulteya Zanistên Siyasî. Ji ber vê serketinê bursa Wezareta Karê Navxweyî girtiye. Di sala 1962’an de beşa îdarî ya Fakulteya Zanistên Siyasî qedandiye. Beşîkçî cara ewil di sala 1961’an de li rastî Kurdan hatiye. Wê demê di fakulteyê de ji pola sîsêyan derbasî pola çaran bûye. Ji bo stajê bi daxwaza xwe çûye Elezîzê. Li gel parêzer û qaymekaman staj kiriye. Li Bedlîs û Şemzînanê jî leşkerî kiriye. Bi vî awayî bêtir derfeta naskirina Kurdan bi dest xistiye. Di sala 1964’an de li Erziromê di Zanîngeha Ataturkê de di beşa sosyolojiyê de bûye asîstan. Di sala 1965’an de li ser rewşa civakî ya eşîra koçer a Alîkan dest bi nivîsandina teza xwe ya doktorayê kiriye, teza wî hatiye qebûlkirin û bi vî awayî nasnavê doktoriyê girtiye. Îsmaîl Beşîkçî li ser civaka Kurd ku akademîsyen nediwêrîn ji xwe re bikin mijara lêkolînê, lêkolînên xwe kiriye, di vê mijarê de berhem afirandine û her wisa jî dijberiya hinan jî kişandiye ser xwe. Li gor îdeolojiya fermî mileteke bi navê Kurd û zimanekî bi navê Kurdî tune bû. Ma çawa yek dê derketa derveyî vê îdeolojiya fermî? Divê hesab jê bihata xwestin! Her wisa di serî de ji hêla endamên zanîngehê ve derheqê wî de gelek gilî hatine kirin. Ji ber van giliyan derheqê Beşîkçî de lêpirsîneke îdarî hatiye kirin. Di 20 Tîrmeh 1970’an de ji ber “nivîsandina pirtûk û nivîsên dijberê makezagonê...” ji kar hatiye dûrxistin. Li ser vê biryara îdarî, Beşîkçî serî li şûraya dewletê daye. Şûraya dewletê biryara rawestandina biryara îdarî daye, lê belê zanîngeh ev biryar pêk neaniye. Li ser vê jî Beşîkçî bi rêya ezmûnekê di destpêka sala 1971’an de di Zanîngeha Enqereyê de di Fakulteya Zanistên Siyasî de dest bi kar kiriye. Di pêvajoya 12’yê Adarê de ji ber eynî dosyeya lêpirsînê ji fermandariyên rewşa awarte re gilî hatine kirin. Ji ber van giliyan derheqê Beşîkçî de ji hêla Fermandariya Rewşa Awarte ya Diyarbekirê lêpirsînek hatiye kirin û bêyî ku ew lê hazir be, biryara girtina wî hatiye dayîn. Beşîkçî di 19 Pûşper 1971’an de hatiye girtin. Wê demê Beşîkçî di Fakulteya Zanistên Siyasî de bûye. Di fakulteyê de hatiye binçavkirin û ji bo Diyarbekirê hatiye şandin. Fermandariya Rewşa Awarte ya Diyarbekirê ji ber van giliyan mîna sedan Kurdan Beşîkçî jî binçav kiriye û dest bi darizandina wî kiriye. Bi vî awayî pêvajoya girtîgeh û darizandina Beşîkçî dest pê kiriye. Wê ji ber nivîsên xwe 17 salên xwe di girtîgehê de derbas kirine. Wî helwesteke ku li zanyaran tê, nîşan daye. Digel zilma ku lê hatiye kirin, wî serê xwe netewandiye. Ji rêya zanistê derneketiye û tim wek zanyarak tevgeriye. 2- PÊVAJOYA DAMEZRANDÎNA WEQFÊ Beşîkçî ji ber xebatên xwe yên zanistî tenê 17 salên xwe li girtîgehê derbas nekirine, ew di heman demê de ji karê xwe jî bûye. Careke din wî nekariye ku vegere zanîngehê. Dev ji zanîngehê berdin, derûdorên “çepgir” û “lîberal” jî ku di bin serweriya îdeolojiya Kemalîst de ne ew tecrîd kir. Mîna ku ew bi nexweşiya webayê ketibe, ji wî reviyan. Mînaka herî berçav a vê yekê gotinên Azîz Nesîn e ku di desteya giştî ya Yekîtiya Nivîskarên Tirkiyê de wî derheqê Beşîkçî de gotine. Di kongreyê de dema ku Beşîkçî behsa Kurdan kiriye, Azîz Nesîn jê re wiha gotiye: “Di Şerê Rizgariyê de jî sîxurên mîna te porzer û çavşîn li hawîrdorê digeriyan kızılbaş - sayfa 17 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 û dixwestin dewleteke Kurdan ava bikin!” İsmail Beşikçi, ji aliyê ev kesên ku di tesira ideolojîya fermi de mabûn ve dihat tecrîdkirin, Kurd bûbûn heyranê wî û wan rêz lê digirt. Wan wisa dizanî ku Beşîkçî yekî ji wan e. Vêca ev weqf wek encama vê rêzgirtin û minetdariyê hate damezrandin. Mamoste Beşîkçî şêst sal pîrtûk, kovar û rojname girtibûn û veşartibûn. Hejmara pirtûkan nêzikî 20 hezar, hejmara bergên kovar û cîldê rojnameyan jî nêzikî 3 hezarî bû. Wî li ba heval û derûdora xwe ji bo paşeroja pirtûkên xwe gelek caran qal, gazinc û xem dikirin. Îbrahîm Gurbuz ku yek ji van kesan bû ku ev gazinc bihîstibû wiha gotiye: “Mamoste, tu xeman nexwe. Em ê bi ser navê te pirtûkxaneyekê ava bikin, eger hewce bû em ê weqfekê damezrînin.” Dema ku Ruşen Arslan di sala 2004’an de ji Ewrupayê ku lê sirgûn bû vedigere, Îbrahîm Gurbuz jê re vê meseleyê dibêje. Ew jî dibêje ku ew ê ji dil piştgiriya vê xebatê bike. Ji bo damezrandina weqfê, aborî û kadro hewce ne. Beşîkçî û Îbrahîm Gurbuz ji bo danîna weqfê li gel komekê peywendî danîbû. Îbrahîm Gurbuz li ser pêşketinan Ruşen Arslan agahdar dikir. Vê peywendî nêzikî du salan kişand. Hin fikr dihatin gotin û di nav xwe de digotin ku “Weqf li Amedê yan jî li Bazîdê bila were avakirin.” Bi vî awayî ne pêkan bû ku encamek bihata bidestxistin. Carekê Îbrahîm Gurbuz gaveke berbiçav avêt. Ji mamoste Beşîkçî re wiha got: “Li Stenbolê, li Beyoxluyê avahiyekye min heye. Ez ê du qatên wê ji bo pirtûkxaneyê bibexşînim. Du qatên wê jî ez ê ji bo weqfa ku em ê damezrînin bibexşînim. Em vî karî zêde taloq nekin.” Mamoste qane bûbû. Xebata bi wê komê re kar bê encam dihişt. Li gor pêşniyara mamoste desteya damezrêner a weqfê ku ji mirovên ku ji hevûdu fêm dikin pêk dihat, hate sazkirin. Di vê desteyê de Îsmaîl Beşîkçî, Îbrahîm Gurbuz, Îshak Tepe, Talat Înanç û Abdullah Baran hebûn. Îsmaîl Beşîkçî du xaniyên xwe yên li Enqerê û Îskîlîpê, hemû pirtûkên xwe û bergên weşanên biperîyod ku wî di nav şêst salan de kom kiribûn, arşîva xwe ya taybet, mafê telîfê yê 37 pîrtûkên xwe dan weqfê. Îbrahîm Gurbuz jî du daîreyên xwe dan weqfê. Hevalên din; Talat Înanç 20 hezar TL, Abdullah Baran 20 hezar TL û İshak Tepe jî 10 hezar TL tahsis kirin! Di 18 Sibat 2011’an de seneda weqfê di noterê de hate nivîsandin. Li gor seneda weqfê desteya wextî ya rêveberiyê ji van kesan pêk dihat: Serok Îsmaîl Beşîkçî, alîkarê serok Îbrahîm Gurbuz, hejmaryar Îshak Tepe, endam Ahmet Onal û Ruşen Arslan. Peywira qedandina karên damezrandinê, pejirandina dadgehan jî ji Ruşen Aslan re hate dayîn. Ji bo pejirandina damezrandina weqfê hema serî li dadgehê hate dan. Doza pejirandinê di demeke kin de bi dawî bû. Biryar di 27 Sermawez 2011’an de di Rojnameya Resmî de hate weşandin û pêvajoya pejirandinê qediya. Lê belê me damezrandina weqfê di 7 Rêbendan 2012’an de ku roja jidayikbûna mamoste bû, ji raya giştî re ragîhand. Paşê bi ser daxwaza mamoste Beşîkçî di rêveberiyê de hin guhertin hatin kirin. Ji bo serokatiyê Îbrahîm Gurbuz, ji bo alîkarê serokatiyê Ruşen Arslan, ji bo hejmaryariyê Îshak Tepe hatin destnîşankirin. Îsmaîl Beşîkçî û Ahmet Onal bûn endamên desteya rêveberiyê. Îsmaîl Beşîkçî wek serokê rûmetiyê yê weqfa me hate qebûl kirin. 3-TIŞTÊN KU WEQFA ME KIRINE Û DÊ BIKE Çawa ku biryara damezrandina weqfê hate dayîn, xebata restorekirinê ya cihê ku ji bo pirtûkxaneyê hatibû bexşandin, hema dest pê kir. Du daîreyên ku li ser hev bûn, wek dubleks bi hev ve hatin girêdan. Piştî ku dîzayna nav daîreyan qediya, ji Enqerê pîrtûk û bergên kovar û rojnameyan hatin veguhastin. Di pirtûkxaneyê de xebatkareke ku ji beşa pirtûkxanekariyê ya zanîngehan mezûn bûye, dest bi xebatê kir. Ji bo pirtûkxaneyê bernameyên nûjen hatin kirîn û karê katalogkirinê dest pê kir. Danîna katalogên pirtûkan ber bi qedinê ye. Hemû karên katalogkirinê di dawiya meha Avrêlê de dê biqede. Bi vî awayî PIRTÛKXANEYA LÊKOLÎNÊ YA ÎSMAÎL BEŞÎKCÎ li gel pirtûkxaneyên dinyayê cihê xwe bigire. Pirtûkxane di 5 Gulan 2012’an de di saet 12:00’an de bi tevî merasîmekê dest bi kar bike. Weqfa me dê navendeke arşîv û dokumentasyonê ava bike. Di serî de arşîva Îsmaîl Beşîkçî, her cure agahî û belgeyên derheqê Kurdan de wek datayên dîjîtal werin tomarkirin û bi vî awayî bankeke zanyariyê were sazkirin. Berhemên Îsmaîl Beşîkçî careke din ewil bi Tirkî, paşê jî bi Kurdî (bi hemû diyalektan), Îngîlîzî, Almanî û Frensî werin çapkirin. Ji ber vê jî me Şîrketa Sînordar Ronî ji bo Çap, Weşan, Belavkirin û Bazirganiya Derve ava kir. Ev weşanxane pirtûkên din ên ku pêwîst dibîne jî dê biweşîne. Weqfa me li gel weşangeriya pirtûkan, kanalên din ên weşangeriyê jî dê bi kar bîne û bi vî awayî dê toreke girîng a gengeşî û rewşenbîriyê biafirîne. Du salê carek di serî de li ser sosyolojiyê û di gelek qadan de ji bo handana lêkolînan Xelata Îsmaîl Beşîkçî were dayîn. Ji bo lêkolîner û xwendevanên serketî burs werin dayîn. Em dixwazin li Amedê Navenda Çandê ya Îsmaîl Beşîkcî ava bikin. Ji bo destnîşankirina cih xebatên me didomin. Armanca me ya dûr jî avakirina Zanîngeha Îsmaîl Beşîkçî ye. Em niha hîn di merhaleya destpêkê de ne. Armanca me danîna weqfeke wisa ye ku bi tevî rêveberî, muhasebe û xebatên xwe nûjen û şefaf be. Em ê di nav pêvajoyê de vê armancê pêk bînin. Weqfa me hêza xwe ji gelê me û ji her kesê ku rêz li Îsmaîl Beşîkçî digire û jê hez dike, digire. Weqfa me dê bi alîkariyên wan ên maddî, entelektuelî û di heman demê de jî bi alîkariyên wan ên dokumenterî xebata xwe bidomîne. Bêguman rêveberiya weqfê ji çend kesan pêk tê. Lê belê em dizanin ku weqfa me dê bi dilwazên xwe li ser piyan bimîne. Em wek damezrêner û rêvebirên ewil ên weqfê eger me karî Weqfa Îsmaîl Beşîkcî bikin saziyeke mayînde û karîger em ê gelek kêfxweş bin û ev kêfxweşî dê bibe xelata me ya herî mezin. kızılbaş - sayfa 18 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Palu Harput 1878 II. Cilt, sayfa:144-150 Boğos Natanyan Elinizdeki eser, önemli bir yerel tarihi mikro düzeyde vermektedir ve kapsadığı ayrıntılar daha sonra tarihçiler tarafından Balkanlar, Anadolu, Arap vilayetleri gibi bir çok coğrafyayı içinde barındıran geniş kapsamlı bir Osmanlı tarihi yazımında kullanılabilir. Okuyucular elimizdeki bu iki cildi, zengin ve önemli Osmanlı tarihinin araştırılmasına yardımcı olacak olağanüstü gereçler olarak kullanabileceklerdir.” Donald Quataert BOĞOS NATANYAN Kıdemli Ermeni ruhbanı’nın kitabından alıntılar: RAPORLAR Palu yedi eyalete(1) bölünmüştür; Karaçor, Bulanık, Okhu, Oşin, Karabegyan, Sivan ve Gökdere. Bunları Palu idaresi yönetir. Halk Ermeni, Türk, Kürtlerden (sırasıyla dediğimiz gibi) oluşmaktadır. Diğer Kürtler ise iki çeşittir. Zaza ve Kırmançi(2) diye adlandırılıyorlar. Dilleri farklı ancak dinleri aynı Müslümanlar. Palu’nun etrafına yerleşmiş olan Kürtlerin ortasında kırk altı Ermeni köyü bulunuyor. Bunlardan yirmi altısı tamamen Ermenilerden oluşurken geri kalanlar Kürtlerle karışıktır. Böyle bir durumda Ermeniler nasıl rahat bir hayat sürebilirler ki ! Bu noktayı okuyanların adilane takdirine bırakıyorum. Palu’nun Yedi Eyaleti Hakkında Ayrıntılı Bilgi Şehrin kuzey tarafında batıya doğru, elli kadar köyden oluşan Karaçor’da Kırmançi denilen Kürtler bulunmaktadır. Beş yüz hanedirler ve sayıları bin yüz kadardır. Oşin ise şehrin güney-doğu kısmında, yirmi beş kadar köyden ibarettir. Buranın halkı da Kırmançidir. İki yüz elli hane ve bin iki yüz elli kişi bulunmaktadır. Şehrin doğu tarafına yayılmış yirmi kadar köyden oluşan Karabegyan’da da Kırmançi Kürtleri bulunuyor. İki yüz hane olan Kırmançilerin nüfusu bin kişidir. Yukarıda adı geçen vilayet ve köylerdeki Kırmançi Kürtlerinin köy, hane ve nüfus sayısı şu şekildedir: Köy: 95, Hane: 950, Toplam Nüfus: 4.350 Irkları ayrı olsa da dinleri aynı yani Müslümandırlar. Palu’nun geriye kalan dört eyaleti şunlardır: Bulanık: Şehrin kuzey-doğu kısmına yerleşmiş bulunan Bulanık’ta kırk altı tane Zaza Köyü var. Kırmançilerden farklı bir Kürt ırkı olan Zazalar, bin üç yüz seksen kadar haneye ve altı bin dokuz yüz kişilik nüfusa sahipler. Şehrin kuzey tarafına yerleşmiş bulunan Okhu’da yirmi bir Zaza Köyü var. Üç yüz otuz haneli köyün nüfusu bin altı yüz elli kişiden ibarettir. Gökdere: Şehrin güneyine yerleşmiş olan Gökdere kırk kadar köyden oluşmaktadır. Zaza ve Kürt karışık bin iki yüz hane bulunan Gökdere’nin nüfusu 6000 kişidir. Sivan: Şehrin kuzey tarafında yirmi beş köyden oluşan Sivan’da yine Zazalar bulunuyor. Bin beş yüz altmış hanesi ve yedi bin sekiz yüz kişilik nüfusu vardır. Adı geçen bu dört eyalette ikamet eden Zaza adlı Kürtlerin köy, hane ve toplam nüfusu şöyle dağılmıştır: Köy:122, Hane:4470, Toplam Nüfus:22.350 Yukarıda zikrettiğimiz üzere bunların dinleri Müslüman olmasına karşın dil ve ırk olarak Kırmançi Kürtlerinden farklıdırlar. Yedi eyalette ikamet eden Kürtler Palu’daki on üç beyin emri altındadırlar. Yerel hükümetten ziyade bu beylerin etkisindedirler. Palu’daki yedi vilayetin dışında kalan yerlerdeki aşiret denilen Kürtler şunlardır; İzoltiler, Şadeliler, Khıranlılar, Kureşanlılar, Şeyhmahmudlular, Karsenliler, Khubatanlılar, Çarekanlılar, Bılecanlılar, Kuzucanlılar, Haydaranlılar, Şeyhhasanlılar, Temranlılar, Arevliler veya Arevdzikler(3) (Şınorhali Sırpazanın bahsettiği güneşe tapanlar), Alanlılar, Mısdanlılar, Vostanlılar, Surinliler, Pirvanklılar veya Pilvanklılar, Cibranlılar vs’dir. Bunların eski Ermeni soylarından olduğu fark ediliyor. Ben bu Kürt soylarını şahsen ziyaret etmedim. Ancak onları saygıdeğer cemaat üyelerime tanıtabilmek için, bilgi toplamak üzere özel bir adam gönderdim. İzol halkının ayrı bir sınırı var. Burada yaşayan köylülere aşiret(4) deniyor. Devlete tabi olmadan yaşıyor, vergi vermiyorlar. Oldukça kalabalıklar. Aralarında bin kadar kızılbaş - sayfa 19 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 silahlı adam var. İzol, Palu şehrinden üç saat uzaklıkta ve kuzey tarafında bulunuyor. Halkı Kırmançi denilen Kürtlerdendir. Şadeliler aşireti de belli bir bölgenin içinde ikamet ediyor. Bunların arasından da bin beş yüz silahlı adam çıkar. Halkı Kırmançidir ve şehirden altı saatlik mesafede kuzeye doğru bir yerde ikamet etmektedirler. Khırani Aşireti de şehrin kuzey tarafında sekiz saatlik bir mesafede yaşamaktadır. Üç binden fazla silahlı adamı var. Bunlar da Kırmançidir. Geri kalan Kırmançi denilen Kürt soyları da aynı olduğundan burada tek tek söylemeye gerek duymuyorum. Dersim hariç. Çünkü yukarıda adı geçen on dokuz soy Kırmançi denilen Kürtlerdendir ve hepsi birbirine sınır komşusudur. Aynı zamanda da Dersim’e sınır komşusudurlar. Hepsi de ara sıra tarım yapar. Ancak birbirleriyle düşman olduklarından kendilerini koruyabilmek için sürekli silahlı dolaşmak zorundadırlar. Ama diğer taraftan hırsızlık etmekten de geri durmazlar. Talan için Palu murahhaslık bölgesine kadar gelirler. Yerel hükümet onlara engel olamıyor. Zira birbirleriyle ne kadar kavgalı olurlarsa olsunlar, devlet kendilerini bastırmak için bir ordu gönderdiğinde düşmanlığı bir tarafa bırakıp hemen birleşiyor ve özgürlükleri için beraber çarpışıyorlar. Bu nokta bizim millete iyi bir örnek olabilir. Onlar bunca vahşilikleriyle özgürlüğü, ömür boyu sürecek saygınlığa tercih ederken, onların yanında medeni bir millet olarak görülen bizler geleceğimizi korumak için çok daha fazla mücadele etmeliyiz. Üstelik onlar vergi de ödemiyorlar. Hepsi de sağlam, cesur ve gururlu insanlar, suratları kırmızı, uzun boylular. Yiyecekleri tereyağ, yoğurt ve süt ürünleri. İkamet ettikleri yerler dağlık. Her bir köyün bahçeleri, bağları, ormanı, tatlı soğuk suları var. Havası sağlıklı ve iyi bir iklimde yaşıyorlar. Bu insanlar Kızılbaş denen ırkın bir çeşididirler. Şarap içerler, Türkler gibi namahrem bilmedikleri için birbirlerinden kaçmazlar, kadınları Hıristiyan kadınlarına benzer. Çocukluklarından itibaren başları açık gezmek alışkanlık olmuştur. Dünya dertlerinden uzaktırlar. Güneşe o kadar alışkındırlar ki, tenleri karadır. Aynı şekilde soğuğa da alışkındırlar. Aralarında konuşurken özellikle de kadınları Ermenice kelimeler kullanırlar. Hıristiyanlara yakındırlar. Hıristiyanlığa benzer ayinleri vardır. Dua için camiye gitmezler. Irk ve din olarak Türklerden ayrıdırlar. Türkler onları kâfir, onlar da Türkleri yezid olarak adlandırırlar. Seyit (Seyyid) adı verilen dini liderleri vardır. Ona büyük saygı gösterir, elini öperler vs. Onun emirleri hemen yerine getirilir. Türkler devlet sahibi olduğu için, gösterişte Türklük satarlar. Ancak Ermeni manastırlarına gider, bazen de meyve ve başka hediyeler götürürler. Aynı zamanda dua da ederler, kiliseyi kutsal sayarlar. Dua kitapları yoktur. Dini liderlerinin emrettiği her şeyi din kuralı olarak kabul ederler. Yani sağlam bir temele dayalı dinleri yoktur. Lokma ayini denilen gizli yaptıkları bir ayinleri vardır. Sünnetleri yoktur. Namaz duası bilmezler. Bir şey yenip içtiğinde afiyet olsun diyene kızarlar. “Şifa olsun” denmesi gerekir. Kızılbaş denen grubun içinde sayıları az olan bir grup vardır ki, onlar aynı Hıristiyanlar gibi İsa’ya inanırlar. Nitekim rastladığım pek çoğundan bu sözleri kulaklarımla duydum. Beni davet edip sofralarını kutsattılar. Türklerin elinden kurtulup da özgürce Hıristiyanlığı yaşayacakları günü beklediklerini söylediler. “Eğer Hıristiyanlardan güçlü bir koruyucumuz olursa ona tabi oluruz” diye de eklediler. Ne zaman bir Ermeni rahibi görseler büyük saygı gösterip elini öpüyorlar. DERSİM Bu büyük eyalet, Palu şehrinin kuzey tarafında birbirine yapışık sıradağlar üzerine yerleşmiştir. Dağa ulaşmak on iki saat kadar sürmektedir. Sınırları komşu Çarsancak, Harput, Kiğı, Çemişgezek -bir ucu Sivas’a kadar uzanır- Mendzgerd ve Mendzgert’ten de Kızıl Kilise denilen yere kadar uzanır. Dersim ve Çarsancak’ı bir sayacak olursak nüfus yüz kırk bin kadardır. Bunun yüz bini Kürt, on bini Türk, otuz bini ise Ermenidir. Buradaki Ermeniler yukarda anlattığımız Kürtler gibi talanla veya çobanlık ederek ya da çiftçilikle yaşarlar. Dersim’in içinde sadece beş altı bin Ermeni var. Bunlar Kürtlerle yoğrulduklarından, bazen zorla bazen de ilgisizlikten milliyetlerini ve dinlerini kaybetmek üzereler. Dersimliler Ermenileri seviyor ve kendileriyle alışveriş eden küçük tüccara ve zanaatkârlara zarar vermiyor, onlara misafirperverlik gösteriyorlar. Oysa diğerleri tam tersi, her zaman soymaya hazırlar. Dersimlilerin dini, edebiyatı ve kitapları yok. Adı geçen diğer Kürtler gibi seyyid adlı din başkanları var. Dinleri geleneklere dayanıyor. Bunların bir kısmı Hıristiyan ayinlerini örnek alırken, bir kısmı da Hz. Ali’nin dinini takip ediyor. Büyük kısmının Ermenilerden türediğini söylersek sanırım yanılmış olmam. Çünkü aralarında kullanılan isimlerin çoğu Ermenicedir. Özellikle de kadın isimleri, mesela; Maryam, Sırpuk, Markırit vs. Belki de bu zavallılar zamanında zorla, veya gördükleri eziyetler sonucu ya da cehaletten dillerini, dinlerini ve alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kalmış olabilirler. Ermenilere yakınlık gösteriyor, Ermeniliği ve Hıristiyanlığı kabule sıcak bakıyor gibi görünüyorlar. Dersim’in içinde eskiden kalma yarı yıkık ya da tamamen harap olmuş, ince bir mimari zevkle inşa edilmiş muhteşem manastırlar ve kiliseler bulunuyor. Bu yerleri hâlâ saygıyla ve hediyelerle ziyaret ediyorlar. Eski ve yeni mezarlıklar da var. Hepsinin üstüne haçlar oyulmuş. Bir Dersimliye “sen hangi dindensin?” diye sorulacak olursa haçtan başka şey tanımadığını söyler. Dersim’in çok yüksek kayaları ve dağları, sık ormanları, bahçeleri, bağları, dağların tepelerinden akıp gelen tatlı suları, temiz havası ve ender bulunan bir iklimi var. İnsanları genellikle kırmızı suratlı, geniş omuzlu, kalın pazulu, uzun boylu, iri ve sağlıklılar. Hafızaları da oldukça kuvvetli. Dersim doğal güzellikleriyle güzel bir manzara arz eder. Ağaçlarla kaplı bölgeleri vardır. Bu bölgelerden biri olan Hasan Çelebi, şayet Dersim iki tarafından kuşatılacak olursa korunmak için ideal bir yerdir. Okuyucular, Ermenistan’da geliştirilmesi, eğitilmesi, dini açıdan aydınlatılması ve Ermeni ruhuyla beslenmesi gereken bunca bilinmeyen yer ve ırk olduğunu gördükçe hiç kuşkusuz şaşıracaklardır. Gerçek Ermeni evlatları yetiştirilsin diye okullar açılmalı. Mevcut cemaat okulları pek de ümit verici bir durumda değiller. Eğer yeni kızılbaş - sayfa 20 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir cemiyet sayesinde kısa sürede Ermenistan’da gelişmiş okullar görme şansına nail olamazsak, arzularımıza çok geç ulaşacağımızdan korkarım. Seçenekler (1): Yazar her ne kadar eyalet sözcüğü kullanmışsa da bahsettiği yerler birer nahiyedir. (2): Kırmançi, Kürt erkek çocuğu demektir. Ermeniler eskiden kızdıkları zaman birbirlerine “Kürt mançı”, “Kürt çocuğu” derlermiş. Daha sonra telaffuzu değişerek Kırmançi olmuş. Söylence böyle demektedir. (3): Arevliler veya Arevdzikler (Arevortik) 7. yüzyılda Ermenistan’da çok güçlenmiş olan Pavlikyanların daha sonraki dönemlerdeki devamı olarak kabul edilirler. Hatta Yezidilerin de onların soyundan olduğu kabul edilir. 9. yüzyılda imparator fermanıyla kıyıma uğratıldılar. (4): Aşiret, grup anlamındadır. DOKUN DİLE GELSİN ACILAR "Çalışmamın çıkış noktası, ne yazık ki, iki acı kelime olan gözyaşı ve sefalettir. Daha acı olan ise, okuyucuların öğrenecekleri her şeyin inkâr edilemez gerçekler oluşudur. Okuyucular Rapor’umdaki bazı sayfaları gözyaşlarını güçlükle tutarak okuyacaklardır. Soydaşlarının ve çocuklarının katlanılmaz ve çekilmez sefaletini göreceklerdir. Onlar sanki bu eziyetlere sessiz sedasız katlanmaya mahkûm edilmişlerdir. Sürekli tekrarlanıp duran bu sefaletleri insan kendi gözleriyle yakında gördüğünde, kulaklarıyla duyup elleriyle hissettiğinde gerçekten şaşıp kalıyor. Beyler ve kardeşlerim, bu acı dayanılmaz.” Bedros Dağlıyan Bağlamanın teline bir dokunursun Feryat figan dile gelir acılar Analar ağlar, kızlar ağlar. Lal olur babaların dilleri Bir dokunursun; ah’ı Diyarbekir’den gelir. Bingöl’den ses verir can uykuda ceylânlar. Âşık bağlamayla döker yüreğini, Döker aşkını Karacaoğlanlar, Pir Sultanlar Pir aşkına, yar aşkına hu çeker dervişler Dengbejler köy köy gezer anlatır Garabet Haço Kürtçe dile gelir Dile gelir Aram Dikran, Şéroye Biro Mehmed Uzun dili olur, sazı olur insanların Bir dokunur Torosların âşıkları, abdalları Efsaneler dillenir, dağları mesken tutar yiğitler Bir dokunursun tellere; tehcirleri anlatır dizeler. Kadınların, çocukların sesi ünlenir dağlarda Munzur’un rengi kan olur, kan olur Pülümür’ün deresi. Dersim’den kadınların acı dolu zıl gıtları yükselir İnce sazlar feryat figan Meriç, Tunca inler gibi akarken Balkanlardan sessiz bir göç başlar Sarı tıraşlı çocukların çipil gözle rinde İpilenir gözyaşları Neneler ki Mushafları koynunda Dualarla göçerler onca yoldan. Diyarbekir’in dar küçelerinden çıkılır Viran olmuş Surp Giragos Kilisesi’ne Boş ve sessiz avlusunda, dilsiz hikâyeleri yetimlerin Sesler fısıldaşırken, kan olur sokaklar Ve Hamravat suyu sessizce temizler acıları Duvardaki bağlamanın sapından akar Kıyılan canların kanları. Kırklar Kilisesi, Deyrulzaferan ve Deyrul-Umur İlâhîlerle biz varız der Kadim Süryanîleri, Mardin’in, Aziz Mor Hadbşabo yine dillenir Kollarda ziynet telkârîleri Süryanîlerin Sabah şafağında, güneşe el açar, Batman, Harran ve Mardin’in Güneş ve ateşin sessiz Ezidileri Her şey, evler, insanlar rükû içinde Yakarırlar Melek-i Tavus’a Mushaf-ı Reş ile seslenir Şeyh Adiy’in müritleri, Harran’ın yitmiş Sabileri Anadolu’nun Rumları tarihe karışır Bir bir yok olur kiliseleri, yer isimleri Bağlamanın, udun tellerine bir dokunursun Feryat figan dile gelir acılar Ve Anadolu türkülerle Ağlar… Ağlar… Ağlar… İstanbul, 17 Haziran 2010 PENCERE YAYINLARI Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy İSTANBUL Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41 E-mail: [email protected] kızılbaş - sayfa 21 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim Tartışmaları* Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek… Dersim 1937-1938’e gelmeden önce tarihsel geçmişe kısaca bakmak gerekir. İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur. İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki Rumlar -Pontuslar, Ege’deki Rumlar, Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün edilmeye başlandılar. Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk imparatorluğu. Ama bu imparatorluk içinde Türk’ten başka bir etni olmayacak. Tamamen Türklerde oluşacak bir imparatorluk. Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler … bu anlayış karşısında önemli pürüzler olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir. Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır. Türk ya da Kürd olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da çok önemli bir sorundur. İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek istediği ikinci bir durum daha vardı. İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye birikimine, ekonomik kaynaklara el koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır. İttihat ve Terakki bu düşüncelerini yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin dr. ismail beşikçi ve eylemin Osmanlıyı, kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı. Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek.Tehcir edilen 1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran aylarında, 3-4 ay içinde, bir- birbuçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü kendilerince çözmüş oldular. Bu arada, Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular. İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı 1915-1916 Alman Belgeleri, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri bu konuda önemli bir kaynaktır. (Çev. Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge Yayınları, Ocak 2012) Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım, Rumlara-Pontuslara sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır. Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki 1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da, 1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin Osmanlı tarafında kanlı bir şekilde ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda İttihatçılara cesaret vermiştir. Asimilasyon Politikaları ve Uygulamaları Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, kızılbaş - sayfa 22 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Devlet, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek için çok yoğun önlemler alıyor. Kürdlerin inkârı, Kürdçe’nin inkarı gündeme geliyor. Kürd, Kürdçe, Kürdistan gibi sözcükleri kullanma, Kürdçe konuşma yasaklanıyor. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu vurgulanıyor. Kürdlerin, Türklerin bir boyu olduğu dile getiriliyor. Kürdlere, Oğuzlarla birlikte gelen Türkler, Kürd boyu deniyor. Kart-kurt hikâyeleri anlatılıyor. Kürdçe diye bir dil olmadığı söyleniyor. Kürdçeye, Türkçenin ilkel bir ağzıdır, deniyor. Kürdçe yasakları yoğun bir şekilde yaşama geçiriliyor. Kürdlerin, Kürdçenin inkarıyla ilgili resmi ideoloji oluşturuluyor. Asimilasyon, yasaklar, nasıl uygulanıyor? Önce yasalar var. Örneğin eğitim Türk diliyle yapılacaktır, deniyor. Bu, Kürd adı geçmeden, Kürdlerden hiç söz etmeden Kürdleri, Kürdçeyi, Kürd varlığı ile ilgili açıklamaları yasaklamak anlamına geliyor. Medya resmi ideolojinin en önemli kurumu… Resmi ideolojiyi uygulayan, kökleştiren, yaygınlaştıran önemli bir kurum. Okullar şüphesiz önemli. Okullar, asimilasyonu yaşama geçirmede, yasakları yaygınlaştırmada , yaşama geçirmede temel bir kurum.. Okul aslında yeni nesillere toplumsal bilgiyi aktaran bir kurum. Ama okul cumhuriyette Kürd bölgelerinde, Kürdistan’da dil kırımını gerçekleştiren bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. İşte Kürdçe yasak, Kürd diliyle konuşmak, yazmak yasak… Okullarda Kürdçenin unutturulması ve Türkçenin yaygınlaştırılması konusunda çok yoğun bir çaba var. Bunun yanında arkadaşlar, işte asker ocağı. Kürdçenin unutturulması, Türkçenin yaygınlaştırılmasında asker ocağının önemli bir işlevi var. Dinsel kurumlar aynı şekilde bu doğrultuda çalıştırılıyor. Ve bunlardan daha önemli olan toponin ve antroponin dediğimiz süreç. Yani isimle- rin yasaklanması, Kürdçe isimlerin yasaklanması, Kürdçe yer isimlerinin yasaklanması. Bunlar yoğun bir şekilde, sistematik bir şekilde sürdürülüyor. Dersim’de de bu böyle. 1920’lerde Koçgiri, daha sonra Şeyh Sait direnişi, daha sonra Ağrı. Tüm o süreçte resmi ideoloji, Kürdçenin yasaklanması sistematik bir şekilde yoğun bir şekilde sürdürülüyor. Arada işte Dersim kalıyor. Dersim için özel bir yasa çıkarılıyor. 1937-38’de yoğun bir askeri harekât var Dersimde. Tek Parti döneminde Kürdistan genel müfettişliklerle yönetiliyor. Birinci Genel Müfettişlik Kasım 1927’de, Bakanlar Kurulu kararıyla kuruluyor ve Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Ağrı, Bitlis, Muş, Elazığ, Van, Hakkari illerini kapsıyor. İkinci Genel Müfettişlik, Şubat 1934’ de kuruluyor ve Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli illerini kapsıyor. İkinci Genel Müfettişlik, Kürd bölgelerinden, bu illere sürgün edilen Küdlerin yeni yerlerine uyum sağlamalarıyla ilgileniyor. Üçüncü Genel Müfettişlik, Eylül 1935’de kuruluyor ve Erzincan, Erzurum, Kars, Gümüşhane, Çoruh, Trabzon ve Rize illerini kapsıyor. Ağrı’da, Birinci Genel Müfettişlikten alınarak Üçüncü Genel Müfettişlik bünyesine dahil ediliyor. Dördüncü Genel Müfettişlik, Ocak 1936’da, yani Tunceli Kanunu’nun kabulünden bir hafta kadar sonra kuruluyor. Tunceli, Elazığ, Erzincan, Bingöl illerini kapsıyor. Elazığ Birinci Genel Müfettişlikten alınarak Dördüncü Genel Müfettişlik bünyesine alınıyor. Tunceli Kanunu 1935 ve Dersim’de Soykırım 1935 yılı sonlarında kabul edilen Tunceli Kanunu, Dersim’de gerçekleştirilecek soykırım için önemli zemin oluşturuyor. Dördüncü Genel Müfettiş olarak atanan General Abdullah Alpdoğan, bölgedeki en yüksek rütbeli komutandır. Sanıklara iddianame verilmemektedir. Sanıklar avukat tutamamaktadır. Tercüman yoktur. Karar kesindir. Karar temyiz edilemez. Dördüncü Genel Müfettiş, savcıdır, aynı zamanda yargıçtır. Dördüncü Genel Müfettiş, TBMM’nin yetkilerine sahiptir. İdam hükümlerini infaza yetkilidir. İnsanları, aileleri yerlerinden yurtlarından koparıp sürgün edebilir. Dördüncü müfettişlik bölgesinde, illerin, ilçelerin, köylerin sınırlarını değiştirebilir. Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması ile İlgili Birleşmiş Milletler Sözleşmesi var ya... Bu sözleşmede dile getirilen unsurlar Dersim’de tam anlamıyla yaşanıyor. Herhangi bir etnik grubu, ırksal grubu, dinsel grubu tümüyle veya belirli bir bölümünü yok etmek kastıyla yapılan eylemler. Örneğin grup içinde çok yoğun öldürmeler söz konusu ise. Veya grubun zihinsel ve bedensel yıkımını sağlamak amacıyla, gruba zihinsel, bedensel zararlar verilmesi. Veya yine grubun, bir kesimini yok etmek kastıyla toplumsal bakımdan yıkıma uğratmak kastıyla ona bazı yaşam koşullarını dayatmak. Örneğin, sürgün ediyorsunuz. İşte tehcir dediğimiz sürgün… Sürgünlerin soykırımın bir parçası olduğu vurgulanıyor. Bunun yanında grupta doğumların önlenmesi gene soykırımın gerçekleştiğini ortaya koyan bir olgu oluyor. Bunun yanında çocukların başka bir gruba nakledilmesi. Bütün bunlar Dersim’de 1937’de, 38’de yoğun bir şekilde yaşanıyor. Bu bakımdan Dersim elbette bir soykırımdır. Dersimde yapılanlar bir soykırımdır. Soykırımla ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Kadınlar, çocuklar, işte askeri operasyonlar karşısında Dersim’de dağlara sığınıyorlar, mağaralara sığınıyorlar ve bu mağaralara zehirli gaz sıkılıyor. Tabi soykırımın önemli bir göstergesi bu... Bunu 1986’da İhsan Sabri Çağlayangil 1938’de Emniyet görevlisi İhsan Sabri Çağlayangil Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na anlatıyor. İşte mağaralara sığındılar, kadınlar çocuklar, yaşlılar mağaralara sığındılar. Mağaralara sığınan bu gruplara karşı zehirli gazlar kullanıldı. Onları fareler gibi zehirledik. Böyle şeyler anlatıyor. 2011 yılının sonlarında Geliya. Teyyare’de, devlet Kürd gerillalara karşı yine zehirli gazlar kullandı. Bunun da önemli bir politika olduğunu düşünüyorum. Yani devletin sistematik bir politikası… Bu olayları, arka- kızılbaş - sayfa 23 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 daşlar, Toplumsal Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Necmettin Sahir Sılan arşivi de açıklıyor. Bu arşivde Kürdlere Dersimde, Alevi Kürdlere Dersimde zehirli gazlar kullanıldığını, bu Necmettin Sahir Sılan arşivinde de görmek mümkün. Örneğin Necmettin Sahir Sılan Arşivi 3, Kürd Sorunu ve Devlet, Tedip ve Tenkil Politikaları (1925-1947) Derleyen Tuğba Yıldırım, Mayıs 2011, kitabında bu süreci izlemek mümkündür. Necmettin Sahir Silan Arşivi’nin 4. kitabında da bu süreci izlemek mümkündür. Dördüncü cildin adı, “Dersim Harekatı ve Cumhuriyet Bürokratları (1936-1950) adını taşımaktadır. (Derleyenler, Tuba Akekmekçi-Muazzez Pervan, Ekim 2011) Necmettin Sahir Sılan arşivinde şöyle bir belirleme de var arkadaşlar. Yöneticiler, örneğin, Genelkurmay Başkanı, örneğin Başbakan, örneğin Cumhurbaşkanı şöyle söylüyor: Bunlara yani Dersimlilere müstemleke muamelesi yapmalıyız. Böyle şeyler söylüyorlar. Arkadaşlar bu konuda da küçük bir şey söylemek istiyorum. Müstemleke. Hiçbir sömürgeci güç arkadaşlar kendi sömürgesinde insanlara zehirli gaz kullanmamıştır. Ne Hindistan’da, ne de Tanzanya, Uganda, Kenya gibi sömürgelerinde vs. Büyük Britanya, zehirli gaz kullanmıştır… Fransa Gana’da, Senegal’de, Cezayir’de vs. zehirli gaz kullanma yoluna başvurmamıştır. Veya Portekiz, Angola’da, Mozambik’te, Gine Bissau’da böyle şeyler yapmamıştır. Zehirli gaz örneğin Türkiye işte çok yakın bir şekilde görüyoruz, Kürdlere karşı bunu hem 1938’de yaptı hem de 1911’de veya daha öncesinde yaptı. Buradan Güney Kürdistan’a gelmek istiyorum. Örneğin Saddam Hüseyin 1988’de Kürdlere karşı çok yoğun zehirli gaz kullandı. Yani İngiltere, Fransa, Portekiz bunları yapamıyor. Niyeti olduğu halde yapamıyor, çünkü uluslararası baskılardan çekiniyor. Ama işte Türkiye veya Irak veya İran diyelim Kürdlere karşı bunu gayet kolay bir şekilde yapıyor. Çünkü Kürdler söz konusu olduğu zaman, uluslararası baskılar gündeme gelmiyor. Bu da Kürdleri müştereken baskı altında tutan devletlere cesaret veriyor. 16 Mart 1988’de Kürdlere zehirli gaz kullanıldığında, soykırım yapıldığında, İslam Konferansı, Kuveyt’te toplantı halindeydi. Ama İslam Konferansı sonuç bildirisinde bu olaya hiç değinmedi. Bu bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelen bir tavırdı. Bu toplantıda Türkiye’yi, Cumhurbaşkanı Kenan Evren temsil ediyordu. Sonuç bildirisinde, örneğin, Bulgaristan’da, Türklere Bulgar isimleri verilmesi operasyonlarından dolayı Bulgaristan Devleti ve hükümeti eleştiriliyordu. Ama Kürd soykırımına karşı böyle bir duyarsızlık vardı. Bu duyarsızlık, elbette dünya için de söz konusu. Bu duyarsızlık, Kürdistan’ı müşterek bir şekilde sömürge altında tutan devletlere büyük bir cesaret veriyor. Dersim toplantılarının, bu konu üzerinde yapılan tartışmaların çok önemli faydaları var. Şöyle bir faydası daha var arkadaşlar… Kürdler bu kadar büyük bir zulüm altındayken, bu kadar büyük zulüm görüyorken ve bu kadar mazlumken dünya neden Kürdlerin bu mazlumiyetini görmüyor. . Neden görmüyor?. Veya Kürdler neden bu kadar mazlum oldukları halde, bu kadar baskı yaşadıkları halde bir destek, uluslararası bir destek bulamıyorlar. Bu da tabi yeni bir konudur. Uluslararası ilişkiler bakımından Kürd sorunu nerede duruyor. Kürdler nerede duruyor yeni bir konudur. Bunun da ayrıca konuşulması, tartışılması gerekiyor. Bu süreçte tarihsel geçmişe bir kere daha kısaca bakmakta yarar var. Dersim 1937- 38, bir bakıma, 1915’teki Ermeni soykırımının bir devamı. 1915’de, Ermenilere, Süryanilere, Rumlara, Pontuslara karşı yapılmış. 1937’de, 38’de Kürdlere yapılıyor. Hatta Hitler’in bir sözü var. Hepimiz biliyoruz onu. Hitler 1940’larda, Yahudilere karşı soykırım düzenlerken, böyle operasyon gündeme gelince bazı Almanlar, Naziler, Hitler’e diyor ki böyle yaparsak dünya bize karşı olur. Dünya bizi eleştirir. Dış dünyanın karşısında suçlu oluruz. Böyle şeyler söylemeye çalışıyorlar Hitler’e. Hitler şunu söylüyor. 1915’te Ermenilere bu kadar baskı zulüm, soykırım oldu da kim buna bir şey söyledi. Hiç kimse bir şey söylemedi. Burada da kimse bir şey söylemez. Bu da çok önemli bir ayrıntı... Bu elbette soykırım arkadaşlar. Günümüzde,1937-38’de yaşananlar hakkında, epey tartışmalar oluyor soykırım konusunda. Dersim’de uygulanan soykırım konusunda tartışmalar oluyor. Soykırım neden yapıldı? Bazı Dersimli aydınlar, arkadaşlarımız şöyle söylüyorlar. Bu bizim inancımıza yapıldı. Yani Kürdlere değil, Kürdlere, Kürd sorununa karşı bir soykırım değil bu. Bu bizim inancımıza karşı yapıldı… Benim kanımca bu doğru değil. Şu bakımdan doğru değil. Dersim’de bu soykırımdan sonra kalanların yaşayanların sürgünü söz konusu. Sürgün nereye yapılıyor? Örneğin Çorum’a yapılıyor, Maraş’a yapılıyor, Balıkesir’e yapılıyor, Tokat’a yapılıyor değil mi... Buralarda da Aleviler var. Buralarda da Kızılbaşlar var. Ve 1937-38 sadece Dersim’de görülüyor. Dersim Alevilerine, Kürd Alevilere yapılan bir operasyon. Bununu yanında Çorum’daki Alevilere veya Tokat’taki Alevilere Maraş’taki Balıkesir’deki, Denizli’deki Alevilere karşı herhangi bir sorun söz konusu değil. Bu elbette Kürdlere karşı yapılan bir operasyondur. Kürdlerin asimilasyonu doğrultusunda yapılan bir operasyondur. Asimile olmak istemeyenlerin imhası da bu anlayışın önemli bir sonucudur. Burada bir de şu söyleniyor. İlk tartışmalar sırasında gördük bunu. Cumhuriyet Halk Partisi çevresi söylüyor. Ya diyorlar, işte kalanlar şu veya bu şekilde, hani çocukların başka bir gruba nakledilmesinden söz ettik ya, işte asker aileleri o çocukları aldılar, onları terbiye ettiler. İşte medenileştirdiler. Bu tam anlamıyla sömürgeci bir anlayış arkadaşlar. Tam anlamıyla sömürgeci bir süreç… Batı, diyelim Büyük Britanya, diyelim Hindistan’da veya Fransa Cezayir’de veya Portekiz işte Angola’da Mozambik’te hep bu halkları medenileştirdiklerinden söz ederler. O halklara medeniyet götürdüklerinden söz ederler. Burada da böyle bir inanç var. Dersimliler de çocuklar, işte anaları babaları öldürülmüş. Belki çocukların gözleri önünde öldürülmüş, yok edilmiş. Sonra o çocuklar asker ailelerine dağıtılmış. İşte bunlara nasıl hizmetçilik yapacakları öğretiliyor. Yani Türklere hizmetçilik yapacaksınız. Nasıl yapacaksınız bunu öğretiyorlar. Buna medeniyet diyorlar. Öyle değil tabi. Burada arkadaşlar bir sorun daha var. Önemli bir so- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 run. İnançla ilgili, Alevi inancıyla ilgili... Arkadaşlar, Kerbela’da, 680 senesinde, Kerbela’da 72 kişi öldürüldü. Dersim’de on binlerce ölüm var. Belki elli bin, belki altmış bin, belki daha da fazla. On binlerce ölüm. Ben burada şunu ifade etmeye çalışıyorum. Dersimliler bunu unutmuş. 72 kişinin öldürülmesini Dersimliler hiç unutmuyor. Durmadan onu, Hüseyin’i anıyorlar. Hâlbuki Kerbela Kürd tarihiyle ilgili bir olay değildir. Bu, İslam içerisindeki bir iktidar kavgasıdır. Dersimlilerle hiçbir ilgisi yoktur. Şu bakımdan ilgisi olabilir. Peygamberin torunları zulme uğramaktadır. Hani Aleviliğin, Alevi inancının temelinde insan var ya, insaniyet var ya. Bu insaniyet duygusundan dolayı, bu insan anlayışından dolayı zulme uğrayanlara karşı bir muhabbet göstermek, onları desteklemeye çalışmak. Onların acılarını hissetmek… Böyle bir ilişki olabilir ama Alevilik elbette çok farklı, yani İslam inancı değildir. O bakımdan diyoruz, Müslümanlaştırma söz konusu. Alevilerin, Kızılbaşların Müslümanlaştırılması söz konusu… Benim kanımca Sünnileştirilme kavramı doğru değil. Müslümanlaştırılma kavramını kullanmak lazım. Bu bir eleştiridir arkadaşlar. Dersimlilere bir eleştiridir. Aslında şöyle söylemek daha doğru olur. Kürdleri Türklüğe asimile etmek, Alevileri Müslümanlığa asimile etmek… Devlet Dersim operasyonlarıyla her ikisini de birlikte gerçekleştirmeye çalışıyor. Başbakan’ın Özrü ve Yakındoğu Şimdi, arkadaşlar, hakikat ile yüzleşmeden söz ediyoruz. Biliyorsunuz başbakanın bir özür dilemesi söz konusu oldu Dersimlilerden... Benim kanımca bu özür dileme çok yanlış bir özür dilemeydi. Şöyle yanlış. Özür dileme, geçmişte kötü şeyler oldu, bundan sonra böyle şeyler olmayacaktır, anlamına geliyor. Hâlbuki başbakanın özür dilediği günlerde, işte Kürdistan dağlarında yine bombalamalar vardı, gerillalara karşı yine operasyonlar vardı. Örneğin Geliya Teyare’de değil mi? 500 kiloluk, 1 tonluk bombalar kullanılıyordu aynı günlerde. O bakımdan sağlıklı bir özür dileme değil. Bunun yanında Cumhuriyet Halk Partisi başkanı şöyle söylemişti baş- bakana: Sen bu gidişle Ermenileri de tanırsın. Başbakan, Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı’na karşı şöyle söyledi: Türkiye Cumhuriyeti’nde hiç kimse böyle bir şerefsizlik yapmaz. Dolayısıyla Kürdlerden özür diliyorsun ama Ermeniler konusunda yine çok büyük bir yanlış yapıyorsun. O bakımdan hakikat ve yüzleşme söz konusu olduğu zaman Anadolu’da kimler yaşıyorsa hepsinin birlikte göz önüne alınması gerekiyor. Bu konuda ben bir şey söylemek istiyorum arkadaşlar. Yani bütün halklarla birlikte, onlar dikkate alınarak bir özür, yüzleşme. Arkadaşlar, Bizans İmparatorluğu, Bizansı, İstanbul’u, dünyanın merkezi, yani kendini dünyanın merkezi sayıyordu. Ve dünyanın merkezinden doğuya doğru coğrafyayı şöyle kategorileştirmişler: Yakın Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu. Yakın Doğu Anatolia... Ama bu Anatolia Kızılırmak’ın batısı. Kızılırmak’ın batısına Anatolia diyorlar. Orta Karadeniz Pontus… Doğu Karadeniz Lazistan. Bugün Çukurova dediğimiz yerler Kilikya. İşte Pontus’un Lazistan’ın güneyi Ermenistan. Van Gölü’nün kuzeyi Ermenistan, güneyi Kürdistan… Mezopotamya, örneğin, Turabdin… Bunlar Bizans döneminde Yakın Doğu denen coğrafyadaki ülkeler, ülke adları. Bunlar kullanılıyor. Benim kanımca Osmanlılarda da böyle bir kategorileştirme var. Avrupalılar da bu coğrafi kavramları kullanıyorlar. Orta Doğu denildiği zaman arkadaşlar, Mısır’dan Hindistan’a kadar, Kuzey Rusya’dan Umman denizine kadar coğrafya. İran bu ikisi arasında kalıyor. İran, Yakın Doğu ve Orta Doğu arasında kalıyor. Uzak Doğu da işte Altay Dağlarının doğusu, Çin, Mançurya, Vietnam, Kamboçya, buralar Uzak Doğu... Şimdi bizim konuşma alanımız daha çok bu Yakın Doğu ile ilgili. Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında (www.kurdistan-post.eu, 15 Ocak 2012) bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ İsimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa Edildi” şeklindedir. Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma” ( Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da bu konuda dikkate değer özellikler taşımaktadır. Konuşmanın başında İttihat Terakki’ nin devlet projesinden, toplum projesinden söz etmiştik. Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek… Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde destekleniyor. İttihat Terakki’nin en yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya İçlerine, Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan, İngiliz sömürgesi Hindistan tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir. Bu proje, bir anlamda da Yakın Doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten başka halklar varsa onları şu veya bu şekilde imha edeceksiniz. Almanya bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası Alman görüşü. Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma. Kürdistan coğrafyası için de Sykes Picot’ta bir paylaşma söz konusu... Sykes Picot’ta da Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak. Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve İngiltere ve Fransa Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bugünkü Anadolu dediğimiz yerde yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor. Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay Şek hareketi… Bolşevik devriminin Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor. Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu kızılbaş - sayfa 25 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası. Bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik olarak devamı olduğu ise çok açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması, bugün örneğin Kilikya diye bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus diye bir sorun yok. Turabdin diye bir sorun yok... Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler söz konusu... Ezidiler söz konusu. Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha edildi. Yakın Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton halklar. Kimdir bunlar. İşte Süryaniler, Kürdler, Pontuslar, Rumlar, Ermeniler Yakın Doğu’nun otokton halkları. Bu Yakın Doğu’nun otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme, hakikat dediğimiz zaman soruna bir bütünlük içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürdler hepsi birden ele alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz zaman bu çerçevede bakmak gerekir. Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için… *Dersim 38 Paneli’nde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş şekli. Dersim 38 Paneli, 8 Nisan 2012 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Paneli, Tunceli Kaymaztepe ve Çevre Köyleri Derneği düzenlemiştir. Öbür panelistler, Cafer Demir, Kazım Gündoğan ve Gülay Kayacan’dır. Paneli Av. Miyase İlnur yönetmiştir. kaynak: http://www.gelawej.net Türk, Kürt, Ermeni, Çingene vs. hepimiz bu toprakların çocuklarıyız... Arda ile Aram'ın büyük dostluğu, Elif ananın, inandığı şeyler uğruna gözünü budaktan sakınmaması, Sarımsakçaldı'nın inanılmaz bağnazlığı, bir Çingene'nin aşkı için herşeyi göze alması, farklı etnik kökenlerde iki ailenin kaynaşmaları ve Doğu insanının saflığı, temizliği, misafirperverliği... Hüseyin Can tarafından kaleme alınan öykülerde; yurt topraklarından sıcak, inançlı, direnen insanların hikayelerini okuyacaksınız... ilişki adresi: tuma çelik +90 506 674 53 00 mardin: 0482 212 79 79 istanbul: edip aslan 0530 787 28 21 e-mail: [email protected] çerkes gazetesi İSTANBUL İLETİŞİM Yaşar Güven 0533 315 20 59 Serap Canbek 0532 461 57 96 - 0216 336 08 46 Fax. 0216 494 09 24 e-mail: [email protected] http://www.jinepsgazetesi.com kızılbaş - sayfa 26 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Emperyalist bir bahar: Libya, Suriye ve ötesi AIJAZ AHMAD Aijaz Ahmad'ın Samir Amin ile 'Arap Baharı' üzerine yaptığı röportaj Monthlyreview’de yayımlandı. Samir Amin, bölgede yaşanan gelişmeler sonrasında ön plana çıkan Müslüman Kardeşler'in İslam’ı bayrak olarak kullanan gerici bir parti olduğunun altını çiziyor - Körfez Konseyi ülkelerinin Arap Dünyasında müdahaleci bir güç olarak ortaya çıktığını ve sahip oldukları büyük miktarda parayla yeni Arap devlet sistemine egemen olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu ülkelerin NATO ile giderek güçlenen ittifakına, fiili entegrasyonuna tanık oluyoruz. Arap ayaklanmalarından önce Türkiye’de de bir dönüşüm yaşandı ve NATO’nun kendi İslamcıları orada bir anlamda yönetimi ele geçirdi. Şimdi Arap halkı hareketlilik gösterirken, Türkiye onları bir anlamda Erdoğan ve çevresinin sahip olduğu İslamcı yönelime doğru dönüştürmeye çalışıyor. Kuzey Afrika’da ve genel anlamda bölgedeki tüm bu çelişkiler, ABD’nin önderliğindeki -ve elbette bölgede kendi çıkarlarını gözeten İngilizlerin, Fransızların da başını çektiği- NATO’ya, Arap Dünyasına müdahale etme şansı veriyor. Şu ana kadar üstü kapalı bir şekilde sürdürülen Suriye’deki müdahale ya da daha dolaylı olan ama en az onun kadar kapsamlı olan Mısır’daki müdahale gibi. Bize bu gerici bloğun bölgesel düzeydeki yeniden örgütlenmesiyle ve özellikle de Libya ve Suriye’deki müdahaleleriyle ilgili neler söylersiniz? ABD ve onun ardından giden ittifakları -Avrupa devletleri ve bir NATO üyesi olarak Türkiye- Tunus’ta ve Mısır’da bir sürprizle karşılaşmış olmalarından kendilerine ders çıkarttılar: Diğer Arap ülkelerinde benzer hareketlerin ortaya çıkmasını engellemek ve hareketleri başlatma üstünlüğünü ellerinde tutarak bu hareketleri önceden ele geçirmek. Bu deneyimi, Libya’da başarılı bir şekilde sınadılar. Libya’da başlangıçta, Kaddafi’ye karşı geniş, sivil bir halk ayaklanmasının varlığından söz edemeyiz. Yalnızca küçük silahlı gruplar vardı. Bu noktada derhal sorgulanması gereken bu silahların nereden geldiğidir. Bu silahların en başından beri ABD ve Batı güçlerinin desteğiyle Körfez’den geldiğini biliyoruz. Bu gruplar, orduya, polise ve benzeri yerlere saldırılar düzenliyordu. Ertesi gün bile değil, aynı gün içinde kendilerini “Demokratik Kurtuluş Güçleri” olarak nitelendiren bu insanlar, Fransızlara ve NATO’ya kendilerini kurtarmaları çağrısında bulundular. Bu çağrı da, müdahaleye olanak tanıdı. Bu müdahale Kaddafi rejimini yıkması açısından başarılıydı. Peki, bu başarının sonucu neydi? Demokratik bir Libya mı? Yeni rejimin cumhurbaşkanının, Bulgar hemşireleri ölüm cezasına çarptıran kişiden başkası olmadığını bilen herhangi bir kimse bu soruyu gülünç bulacaktır. Ne acayip bir demokrasi! Ancak bu müdahale, aynı zamanda ülkenin Somali’nin yoluna girmesine de neden oldu. Yerel güçler -sözde “İslam” adına hareket eden savaş ağalarıülkeyi yıkıma uğrattı. Bu noktada bu müdahalenin amacının bu mu olduğu, yani ülkenin yıkıma uğratılması mı olduğu sorusu sorulmalıdır. Bu ana soruya tekrar geleceğim, çünkü aynı stratejiyi, yani daha en başından itibaren silahlı grupların ülkeye sokulması stratejisini, hemen ardından Suriye’de de uygulamaya çalıştılar. Silahlı gruplar ülkenin kuzeyinden, Türkiye üzerinden, özellikle de Hatay’dan geliyordu. Hatay’da sözde “mülteci kampı” denilen yerler aslında mülteci kampı değil. Orada çok az mülteci var ve bu kamplar Suriye’ye müdahale edecek askeri birliklerin eğitim yeri olarak kullanılıyor. Bu durum, Türk dostlarımız tarafından belgelendi. Bir NATO gücü olarak Türkiye de bu komplonun bir parçası. Benzer bir biçimde güneyden de Ürdün, İsrail’in tarafsızlığıyla değil aktif desteğiyle, Deraa’dan bu silahlı grupların Suriye’ye girmesini sağladı. Suriye’de nesnel olarak Mısır’dakine benzeyen bir durumla karşı karşıyayız. Çok uzun yıllar önce ulusal halkçı bir rejimken meşruiyetini Mısır’daki aynı nedenlere dayandıran bu rejim, bu meşruiyeti Hafız el-Esad döneminde neoliberalizme ve özelleştirmelere uyum sağlamasıyla yitirmiş ve Mısır’daki aynı toplumsal felaketi yaşamıştı. Dolayısıyla yaygın, popüler, demokratik ve toplumsal bir ayaklanmanın zemini vardı. Ancak Batılı emperyalist güçler bu hareketi, silahlı grupların askeri müdahalesiyle önleyerek demokratik halk hareketini çekimser bir konuma soktu. Halk hareketi ne Beşar el Esad’a karşı sözde “direnişe” katılmak istiyor, ne de Esad rejimini destekliyor. Bu durum, Beşar el Esad’ın Humus’taki ve kuzeyde Türkiye sınırındaki dış müdahaleyi sınırlamasını, sonlandırmasını mümkün hale getirdi. Fakat dış güçler tarafından desteklenen silahlı grupların gerçek terörünün karşısında devlet terörüne karşı çıkmak sorunun yanıtı değil. Sorunun asıl yanıtı, gerçek demokratik halk hareketiyle müzakereler yoluyla sistemde halk yararına köklü bir değişiklik yapılmasıdır. Esas zorluk buradadır ve esas sorulması gereken de budur. Gelişmelerin nasıl seyredeceğini bilmiyoruz, en azından ben bilmiyorum ve kimsenin de bildiğini sanmıyorum. Rejim veya rejimin içerisindeki insanlar, demokratik halk hareketiyle yapılacak müzakerelerden daha fazlasına, iktidar sisteminin yeniden bölüşümüne olanak tanıyarak gerçek reforma doğru yol alacak mı yoksa patlamaları bugüne kadar yapmış oldukları gibi gaddarca karşılamaya devam mı edecekler? Eğer böyle giderlerse sonunda yenilgiye uğrayacaklar ve bu yenilgi emperyalist güçlerin çıkarına olacak. Peki, emperyalizmin Suriye’deki ve bölgedeki gerçek hedefi ne? Bu hedef kesinlikle bölgeye demokrasi getirmek değil. Amaçları tıpkı Libya’da olduğu gibi, Irak’ta olduğu gibi toplumları parçalamaktır. Irak örneğini ele alalım, Irak’ta ne yaptılar? Saddam Hüseyin’in gerçek diktatörlüğünün yerine, daha kötü üç diktatörlük getirdiler: İkisi din adına Şii ve Sünni, diğeri de sözde “etnisite” adına Kürtler. Ülkeyi sistematik cinayetlerle parçaladılar. Binlerce insanın “insani” amaçlarla bombalanmasının yanında rejim kadrosu, ülkenin elit kesimini oluşturan biliminsan- kızılbaş - sayfa 27 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ları, doktorlar, mühendisler, üniversite profesörleri ve hatta şairler, sistematik bir şekilde katledildiler. Bu ülkeyi yıkıma uğratmaktır. Suriye için de hedef budur. Kendini “Özgür Suriye Ordusu” olarak adlandıranların programında ne var? Alevilerin, Dürzülerin, Hıristiyanların ve Şiilerin kökünü kazımalıyız diye bakıyorlar. O dört azınlığı topladığınızda, Suriye nüfusunun yüzde kırk beşi ediyor. Bu ne anlama geliyor? Bu demokrasi mi? Bu ülkenin parçalanması ve olası en kötü diktatörlüktür. Peki, bunda kimin çıkarı var? Bu durum üç yakın ittifakın ortak çıkarına: ABD, İsrail ve Körfez ülkeleri. Neden ABD? Çünkü bölgedeki toplumları parçalamak ikinci aşamayı hazırlamanın, İran’ı parçalamanın en iyi yolu. Böylelikle, başlıca “yükselen ülkelerin” yani Çin ve Rusya’nın -ve eğer çıkıntılık yaparsa potansiyel olarak Hindistan’ın- kuşatılmasına ve geriletilmesine ortam hazırlanacak. Hedef budur ve bu hedef, en başta İran olmak üzere Ortadoğu toplumlarının parçalanması anlamına geliyor. Bu lümpen bir kalkınmanın da eşlik ettiği toplumları parçalama projesi aynı zamanda İsrail’in de hedefi. Çünkü eğer Suriye dört, beş tane önemsiz, küçük din devletine bölünürse, İsrail’in bölgeyi sömürgeleştirme süreci kolaylaşacak. Ve bu hedefe Körfez ülkeleri de sahip. Katar Emiri’nin ve Suudi Arabistan Kralı’nın, Batılı Obama, Sarkozy ve Cameron ile yan yana demokrasi mü- cadelesinin önderleri rolüne soyunması maskaralıktan başka bir şey değil. Ancak bölgede İslam adına -adına diyorum çünkü farklı İslam anlayışları olabilir- hegemonya kurmaları, Mısır gibi ülkelerin yıkımı anlamına geliyor. Çünkü Nasır döneminden de bildiğimiz gibi, Mısır gibi ülkeler kendi ayaklarının üzerinde durduğunda Körfez ülkelerinin hegemonya kurması zorlaşır. Dolayısıyla bu üç gücün ortak hedefi budur. Bu hedef toplumlar içerisinde Müslüman Kardeşler tarafından desteklenmektedir. Müslüman Kardeşler’e İslamcı bir parti gözüyle bakmamalıyız. Örgütlenmeleri, partileri niteleme ve yargılama ölçütümüz, onların İslamcı veya laik olduklarına değil, gerici mi yoksa ilerici mi olduklarına dayanmalı. Müslüman Kardeşler’e baktığımızda, bütün sahici konularda gerici bir tutuma sahip olduklarını görüyoruz. İşçi sınıfının grevlerine, yoksul köylülerin direnişine karşı olduklarını, özelleştirmeden yana, kamu hizmetlerinin tasfiyesinden yana bir tutum sergilediklerini görüyoruz ve bu da en gerici güçlerle aynı çizgide oldukları anlamına geliyor. Müslüman kardeşler İslam’ı bayrak olarak kullanan gerici bir partidir. Ve bana göre emperyalizmin ve onun Ortadoğu toplumları içerisindeki gerici müttefiklerinin stratejik hedeflerinin ne olduğu ile ilgili genel resim budur. Monthlyreview’den BirGün için çeviren: OLGU KUNDAKÇI sipa rişler için: k izi lbasyay inev i@k izi lbas.biz kızılbaş - sayfa 28 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fikret Başkaya Yalan Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı 27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam tersi doğrudur. Bu gün günlük basın ve telgrafın bir günde yaydığı efsane, eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii çökertme demiyorlar “regime change” diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur, teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya kitle imha silahlarına sahiptir, ya da halkına zulmeden bir rejime sahiptir, demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara göz yumması, görmezlikten gelmesi, içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek için hareke geçiyor ve bir medyatik savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan sonra her yalan hakikâttir... Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğ- maya karar veren, köpeğinin kuduz olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler hakkında istedikleri yalanı üretme ve yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık insanlarını, bencil komuoylarını ve dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum” rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya “uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası “uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun dümen suyundaki AB ve Japonya’dan ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden başkası değildir... Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik NATO saldırısına karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki devletin “uluslararası topluma” karşı olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun %20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey zamandır ‘medeniyetler çatışması’ diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl, sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı. Elbette medeniyetler çatışması diye bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı” diye bir şey de olurdu... Şimdilerde Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun devamı için son derecede işlevseldir... Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bu- lunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin donda taşınabilecek kadar küçük ama son derece etkili bir silah ürettiği yalanı peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu olan tam bir CIA operasyonuydu... Her zamanki yalanların sonunucusuydu. Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz, Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu iddia etmek mümkün... Kendi şefini bile korumaktan aciz bir örgütün öyle etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu, El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları angaje eden bir sorun var. Eğer bu son teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi için her yolcunun soyunması zorunlu hale gelirse, bunun için de mesela her yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse, bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9 saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve havacılık şirketlerinin iflası demektir... Tabii buna söz konusu şirketlerinin evet demesi mümkün değildir... Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi. Benzer şeyler Somali ve Sudan için de geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra Libya’ya geldi ve artık orada geçerli olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye var ama çökertme kararı daha 2001 ‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yı- kızılbaş - sayfa 29 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kım için kollar sıvanmıştı. Amerikan, Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi... Suriye’de özellikle 2000’li yılların başından beri uygulanan neoliberal politikalar ve rejimin neoliberalizmle “uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye karşı, daha çok refah, insanca yaşama, demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu durum “rejim değiştirme” konusunda tecrübeli emperyalistler, başta ABD olmak üzere NATO cephesi ve tabii NATO’nun en sadık üyesi Türkiye [AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve pro-emperyalist Arap monarşisi varsa rejimi çökertmek için bu durumu fırsat saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi emperyalistler için yaşamasına izin verilmemesi gereken bir rejim olarak görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine ve zaaflarına rağmen emperyalizmin her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi, asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir. İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm... Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri tarafından amaca yabancılaştırıldı ve kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri, kadınları, çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi hunharca ketleden katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür olmayan bir katiller gürühu... Katar ve Suudi Arabistan’ın parası, emper- yalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz ediliyorlar ve medyanın yalanlarından ve diplomatik manevralarından güç alarak katletmeye devam ediyorlar... Bunların iktidara geldikleri durumu hayal edebiliyor musunuz? Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı söyleyen paralı askerler aslında bu işi emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar öldürülüyor... Medya tüm katilamların faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı: Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle sokağa dökülen, halkı katleden gözü dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve gerici Arap monarşilerinin demokrasi ve özgürlük diye bir dertleri var... Annan Planı bir oyundu... Suriye’yi çökertme planının yürümesi, terörün yoğunluğunun ve kapsamının artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu. Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski genel sekreteri Koffi Annan bir plan yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel sekreterlerinin aslında ABD’nin genel sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban kiMoon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni de, ikinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından yapılan her katliam hükümete fatura edilecek, bu amaçla medya utanmaz tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın da ateşi kesmesi değil midir? Tek ta- raflı ateskes olamayacağına göre... Son El Hula katliamının açıkça isyancılar tarafından yapıldığı bilindiği halde medya ağız birliği ederek onu rejimin üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği böylece “kanıtlanınca” artık “insânî yardım”, “insânî müdahale” cephesi kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar... Böylece Suriye’yi çömertme palınını bir adım daha öteye taşımış oldular... Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum... Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’, insanlık suçu işliyor AKP hükümeti Suriye’yi çökertme planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı yaparak... Bu hükümet neden komşu bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve aceleci davranıyor... Neden NATO bir an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin, AKP hükümetinin sahnelenen oyunun baş aktörü olmak istemesi, sadece onun bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz. Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006 da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede İran, Suriye, Irak ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Suriye’nin çökertilmesinin çantada keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta kızılbaş - sayfa 30 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var. Zira Akdeniz’in doğusunda denizde ve karada zengin doğal gaz rezervleri keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan nedenler ama asla insânî kaygılar söz konusu değil... Demokrasi ve özgürlük gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını anlamak için içeriye bakmak yeterli... Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana, AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir şey değil midir? Muhalefet Suriye konusunda sınıfta kaldı... Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar gür bir sesin çıkmamış olması büyük bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer, neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı, umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki ve politik nedenlerle, Suriye halkının yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak demeye geleceğini düşüyorsa, buna belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz. Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun? Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememin mazereti olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen hâlâ bir şeyler yapmak mümkün... İsmail Güner’in 2.ci Kitabı Okuruyla Buluştu Hüseyin CAN İsmail Güner’in bir süredir üzerinde çalıştığı “Dağın Öteki Yüzü-NURHAK” adlı romanı basımdan çıktı. İnsanlar doğduğu topraklardan, yerinden yurdundan, değerlerinden uzaklarda yaşasalar da kültürlerini yaşam biçimlerini, acılarını unutmadıkları bir gerçektir. Yıllardır her göçmen gibi yurdundan, sevdiklerinden uzaklarda yaşayan İsmail Güner’de yazdıklarıyla doğduğu topraklara, insani değerlerine sıkı sıkıya bağlılığını ifade ediyor. Güner, doğduğu topraklarda yaşanan acıları roman diliyle, nehir akışıyla dünyaya anlatmak istiyor. Güner, ikinci kitapta özellikle doğup büyüdüğü yöresini anlatmaktadır. Görmek istemeyenlere göstermek, duymak istemeyen monarşist kafalara dağın öteki yüzünde yaşananları şakır şakır, edebi dille duyurmaktadır. İsmail Güner, 1967 yılında Elbistan’nın Günaltı (Kîstîk) Köyü’nde, dünyaya gelir. Henüz çocukken, ailesi ile birlikte 12 Eylül Darbesi’nden nasibini alır. Kısa bir mahpusluk döneminden sonra, zorunlu olarak İsviçre’ye gelir. Bütün kitapçılarda... Muhalif basında fahri muhabirlik yaptı. Çeşitli yayın organlarında makale, şiir, öykü ve röportajları yayınlanmaktadır. Nasyonal ve enternasyonal basın kartına sahip olan yazar evli ve bir çocuk babasıdır. “Bir Mültecinin Anıları” adlı ilk eserinden sonra yayınlanan ikinci kitabı olan, “DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ NURHAK” adlı kitabı Ozan Yayıncılık tarafından yayınlandı. Güner dostlar diyarı, dağların şahı NURHAK’ı anlatırken yüreğindeki fırtınayı kitabın sayfalarından rahatlıkla duyuluyor. Avrupa’dan isteme adresi: http://www.kitapyurdu.eu Ankara Özgür Üniversite Adres: Merkez: Menekse Sokak 16/8 Kizilay - Çankaya - Ankara Tel: (0 312) 418 32 41 Faks: (0 312) 418 32 87 E-posta: [email protected] http://www.ozguruniversite.org s i p a r i ş i ç i n : n -y a l c i n k a y a @ w i n d ow sl i ve .c o m kızılbaş - sayfa 31 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontos Jenocidi 2. Bölüm : Direnişler Doğu Pontos Ali Sait Çetinoğlu 1916 da bölgenin Rus işgaline uğraması Pontos’u ikiye bölmüş ayrılan bölgelerin kaderleri de ayrı yönlerde gelişmiştir. Rus ordusu Gomoura’ya geldiğinde (Trabzon’un doğusunda, Pyxitis suyunun bir kaç kilometre ötesinde bugünkü Yomra) artık Trabzon’un düşmesi kaçınılmazdır.Gelişmeleri babası Pontos Parlamento üyesi olan, Pontos kökenli yazar Yorgo Andreadis şöyle anlatır: “Bu [Trabzon’un düşmesi] kesinleştiği için Türk yönetimi Başpiskopos Krisanthos’u ve Rum ileri gelenlerini çağırdı, kenti onların eline teslim etti, kaçma olanağı olmadığı için orada kalan, kentin yoksul Müslümanlarının kaderini de bu insanlara emanet etti. Tarihi bir gündü. Trabzon valisi Mehmet Cemal Azmi ve Jöntürk hükümetinin Trabzon temsilcisi Ali Rıza, kenti Başpiskopos Krisanthos başkanlığındaki geçici bir yönetime bıraktı. Bu geçici yönetim emniyet müdüründen, jandarma komutanından, G. Fostiropulos, P. Grammatikopulos ve G. Kogalidis’ten oluşuyordu. Kısa bir devir teslim töreninden sonra, Vali Azmi, Krisanthos’a şöyle dedi: Bu memleketi Rumlardan aldık, şimdi de Rumlara iade ediyoruz. O gün, yani 16 Ağustos 1916’da Ruslar Trabzon’a girdiklerinde, karşılarında bir Türk yönetimi değil, Rum yönetimi buldu. İş bu kadarla da kalmadı. Trabzon ve çevresindeki köylerde yaşayan tüm Hıristiyanlar gözyaşları içinde sokaklara dökülmüştü, yüzyıllardan beri besledikleri bir düş artık gerçekleşmişti. Başpiskopos Krisanthos 24 saat içinde Rusça dualar Öğrenmiş, Aya Gregori katedralinde, Trabzon’a giren Rus askerleri onuruna bir ayin düzenlemişti. Trabzonluların coşkusu o denli büyüktü ki, hepsi devletin kurtarıcıları ile konuşabilmek için bir iki kelime Rusça öğrendi. Doğuda Elenizm kutlanırken, Pontus’un batısında durum kötüleşti. Rus ordusu herhangi bir direnişle karşılaşmadan Tirebolu yakınlarındaki Harşit (Harsiotis) suyuna kadar ilerledi. Sürekli geri çekilen Türk ordusu, burada bir savunma hattı oluşturdu, Ruslar, Ekim Devrimine kadar buraya saplandı kaldı.” Rus ordusu Doğu Pontos’da kaldığı sürece Hıristiyan nüfusun görece olarak rahat olduğunu söyleyebiliriz buna Khrisanthos’un kişiliği de büyük bir etkendir. Khrisanthos, Ortodoks ki- lisesinin Bizansçı çizgisindedir. Rum topluluğunun Türk topluluğuyla işbirliği yaparak barışçıl bir şekilde ilerleyebileceğine ve böyle bir evrimin kaçınılmaz olarak İmparatorluk bünyesinde Rum öğesinin üstünlüğüne yol açacağına inanmaktadır. Bu ilkelerden yola çıkarak, göreve seçilir seçilmez, kendi topluluğuna yönelik yoğun bir kültürel gelişme ve Türk yetkililerle iyi geçinme politikası uygulamaya başlar. 1914 seferberliği sırasında Trabzon valisi Cemal Azmi Bey’le görüşerek şehrin silah altına alınan Rum halkının, Trabzon’da sivil görevlerde görevlendirilmesini sağlar ve böylece Rus vatandaşlığına geçmiş olan Rumların tehcire uğramasını önler. Doğu Pontos’ta Khrisanthos’un önderliğinde bir Pontos Parlamentosu oluşturulur ve Türklerin geri gelmesine kadar Doğu Pontos yönetimi bu Parlamentonun elindedir. “Gürcistan’daki Batum kentinde, Pontus’lular Ulusal Meclisi kuruldu, Pontus’u bağımsız bir devlet olarak ilan eden bu meclisin adı, Pontus Parlamentosuydu. Başpiskoposun gölgesi her yerde hazır ve nazırdı. Müslüman erkekler korkudan, muhacir olup, kaçıp gittiğinden aileleri ve küçük çocukları ise savunmasız kalmıştır. Baş rahip Müslüman çocuklara çorba dağıtan mutfaklar oluşturdu ve ilk kez Müslüman çocukları için belediyeye bağlı bir ilkokul yaptırdı. Baş rahip diplomasi yürüterek, geleceğin tüm toplumlarını kapsayacak eşitlikçi bir de-mokrasi için Pontus’a yeni bir ruh ve yeni politikalar getirmeğe çalıştı”. Doğu Pontos’taki bu yarı bağımsız yapı, 1917’de Trabzon Sovyeti’ne katılır. Sovyet Devriminden sonra Rusya’nın Kaf kasya cephesinin çökmesinin ardından, batılı müttefiklerin temsilcileri bu bölgede Türk ilerlemesini durduracak bir kuşak oluşturmaya çalışırlar; bu kuşağa kuzeyden güneye doğru Pontus Rumlarının, Gürcülerin, Ermenilerin ve Urmiye Nasturilerinin katılmaları söz konusudur. Pontos’un ulusal birliğinin oluşturulmasında başı çeken Khrisantos, müttefiklerin Tiflis’teki girişimlerine fazla bir başarı tanımadığından, 1917 yazında ve bölgenin iç kesimlerindeki köylüleri Rusların bıraktıkları silahlarla donatmaya girişir. Silahlı köylülerle Osmanlı ordusunun öncü güçlerini oluşturan Türk çete- kızılbaş - sayfa 32 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 leri arasında ilk çatışmalar başlayınca Hrisantos, Vehib Paşa’ya bir heyet göndererek, Türklerin geri dönme koşullarını müzakere etmeye karar verir. Bu sırada iç kesimlerde de silahlı Türk ve Rum köyleri arasında bir barış ya da ateşkes anlaşmasına varılmıştır. Çatışma alanında bu olaylar Rusya, Yunanistan ve Avrupa’ya dağılmış olan Pontos’lular arasında heyecan uyandırmaktadır. Trabzon Geçici Hükümeti ve Rusya da 1917 Mart Devrimi Khrisantos’un çizgisi, bağımsızlıkçı ya da eşitlikçi-otonomi çizgisi olarak nitelenmektedir. Trabzon’daki bu Pontos faktörü savaş boyunca gerek Türkler tarafından gerekse de İttifak güçlerince de resmi olarak tanınmışlardır. 16 Nisan 1916 da Trabzon valisi şehrin yönetimini Metropolit Khrisanthos’un başında olduğu üç kişilik heyete devredince şunları söyler: “Bu alanları Rumlardan aldık ve buğun yine Rumlara veriyoruz. Size camilere dönüştürdüğümüz kiliselerinizi de veriyoruz, uygun görürseniz yine kilise olarak da kulanın. 18 Nisan da Ruslar Trabzon’a girerler. Halk ve Metropolit Rus Ordusunu büyük bir coşkuyla karşılarlar. Pontos’lular baskı, şiddet ve ekonomik sömürü ile gecen 455 yıllık Türk iktidarından sonra ilk kez kendini özgür hissediyordu. Bundan dolayı Rus ordusuna büyük sempati gösterilir. Artık Trabzon da yeni bir yasam kurulmaya başlanmıştır. Pontos’luların kendilerine güveni yeniden gelmiştir. Ulusal duyguların gelişmesi öyle bir asamaya gelmişti ki Rus Ordusu ile birlikte gelen din adamlarının dini törenlerde kullanmak için Rus yönetiminden istedikleri Chrisokefalis kilisesinde, Rus din adamlarının kullanmasına karsı çıkacaklardır. Rusların faaliyetlerinden duydukları rahatsızlıkları ifade etmekten de çekinmezler. Bir Rus arkeologun Bizans’a ait mozaik örneklerini yerlerinden soküp Rusya’ya göndermesi girişimine karsı çıkarak onu geri adım atmaya dahi zorlamışlardır. Trabzon Geçici Hükümeti bölge devletlerinin de tanıdığı meşru bir güç olarak iki yıl iktidarını sürdürür. Bu iki yıllık süreç Trabzon Bizans ihtişamına benzer günler yasadı. Khrisanthos, Geçici Hükümet düşüncesinin ilham kaynağıdır. Kendisi “Doğu Partisi”nin görüşlerine yakındır ve bu görüşleri hayata geçirmektedir. Rum kimliğinin temel rol oynadığı bir Rum – Müslüman federasyonu düşüncesi kendisine çok çekici geliyordu. Bu politika Türklerle barışma ve çelişkileri törpüleme politikasıydı. Tam da bu politikadan dolayı Rusya’ya göçmüş olan Rumların geri dönme projesine karsı çıkıyordu. (bu göçlerin en önemli nedeni askerden kaçmak ve 1914 ta başlayan Türk saldırılarına karsı canını güvenceye almak içindir) Ancak Pontos’lu mülteciler Khrisanthos’un bu politikasını benimsemiyorlardı. İdeolojik düzeyde ise mülteciler daha liberal eğilimler taşıyorlardı, bu yüzden hem Khrisanthos un teokratik rejimi hem de Türk egemenliğini de reddediyorlardı. Sırasıyla Khrisanthos da Kaf kas kökenli Rumları, özellikle de Kars Rumlarını devrimden etkilenmişler olarak nitelendiriyordu. Trabzon’da çıkan Epoxi (mevsim) gazetesinde 1919 yılında Rusya’daki mültecilerin yazdığı bir yazıda şu cümleler yer almaktadır: “Rusya’da ne olduysa burada da o olacaktır, o yüzden dışarıya göç edenler için en iyisi buraya tekrar geri gelmeleridir.” Ancak savaştan çok daha önceleri Trabzon da sosyalist düşünceler kök salmaya başlamıştır. (Yazar Yorgos Fotiadis, Pontos’taki teokratik eğitim sistemini eleştirerek gençleri sağırlaştıran ve gözlerini kör eden bir eğitim sistemi olduğunu belirtiyor. Fotiadis, Yunanca ilk antikapitalist tiyatro oyununu yazmıştır) Keza İstanbul’da çıkan sosyalist Laos (Halk) gazetesi Pontos’ta da dağıtılmaktadır. Okuyucuların gönderdikleri yazılardan da anlaşıldığı üzere gazetenin büyük bir etkisi vardır. Pontos’taki sosyalist düşüncelerin önemli bir diğer göstergesi de daha 1910 yılında Trabzon da sosyalist bir gazetenin basılıyor olmasıdır. 1917 de Rusya’da yaşanan gelişmeler Pontos’u da dolaysız etkilemektedir. 1917 Martında Rusya’da Çarın mutlak egemenliğini sınırlayan burjuva devrimi, Pontos’ta da savaş cephesini de etkilemektedir. Zira Rus Ordusunun ilerlemesi durdurulacaktır. Rusya’daki geçici hükümetin başındaki Kerensky Trabzon’da Pontos’luların lehine olan siyasal koşulların korunmasından yana bir politika izlemektedir. Devrimle birlikte Sovyetlerin kontrolünde olan bütün alanlarda kendiliğinden isçi, köylü ve askeri birlikleri (Sovyetler) örgütlenecektir. Böylece Pontos’luların katılımıyla Trabzon’da da Sovyetler hayata geçirilecektir. İlginçtir, metropolit Khrisanthos’un kendisi de bu Sovyetlerde yer alacaktır. Orduda hizmet eden Kafkas Pontoslularının taşra niteliklerinden dolayı askeri Sovyetler de örgütlenecektir. Oluşturulan halk temsilcileri konseylerine böylece Pontoslular da katılır. Sovyetlerin en karakteristik örneklerden birisi de yönetimindeki dört komiser’in yani, bir Ermeni, bir Müslüman, bir Rus ve bir Pontoslunun üstlendiği Kars ilindeki yönetimdir. Pontos cemaatini dolaysız etkileyen düzenlemelerden (reform) biri de eğitim üzerindeki kilise etkisinin kaldırılarak devletleştirilme uygulamasıdır. Pontos’taki eğitim camiasında iki önemli siyasal eğilim gözlenmektedir: Birincisi toplumsal-devrimci ve ikincisi de liberal milliyetçi eğilimler. Aralarındaki en önemli farklardan biri de Türkler karsısındaki tutuma ilişkindir. Birinci gruptakiler (toplumsaldevrimci) tıpkı, aynı ideolojik geleneği savunan Ermeni benzerleri ve Menşevikler gibi Türk düşmanı bir politika izlemektedir, liberal milliyetçiler ise Türklere karsı daha ılımlıbir politika sahibiydi. Mart 1917 de Kurulan geçici hükümet bu anlayışa daha yakındır ve sonuçta bunlar daha baskın çıkacaktır. Batı Pontos Batı Pontos’da ise durum Doğudan farklıdır: 1916 yılının başında, Ruslar Karadeniz kıyısında Trabzon’un işgali ve Çarlık ordusunun Tirebolu yakınlarındaki Harşit nehrine kadar ilerlemesiyle sonuçlanan bir saldırı başlatırken, Londra’da Sir Mark Sykes ve François Georges Picot, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölüşülmesiyle ilgili taslağın son rötüşlarını yapar ve Rus hükümetinin onayını almak üzere Petrograd’a giderler. Görünüşte gafil avlanmış olan Rus hükümeti konuyla ilgili tavrını belirtmek amacıyla alelacele toplanır. Tartışılacak sorunlardan biride Anadolu’nun Karadeniz kıyısındaki Rus-Türk sınırıdır. 17 Mart 1916’da yapılan ilk bakanlar kızılbaş - sayfa 33 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kurulu toplantısında Donanma sınırın Sinop’tan başlamasını ister, fakat Kara Kuvvetleri gerisi sağlama alınmış olmayan çok uzun bir kıyı konusunda endişelidir. Sazanov Petrograd’daki Fransa elçisi Paleologue’a Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılmasıyla ilgili İngiliz- Fransız - Rus anlaşmalarında Trabzon’un batısında belirlenecek bir nokta ibaresine yer verilir. Bununla beraber 2. Nikola bu belgeye şu notu düşmüştür: İlk nokta hariç ( yukarıda belirtilen durum ) katılıyorum. Eğer ordumuz Sinop’a ulaşmayı başarırsa, sınırımız bu şehirden başlamalıdır. Demek ki söz silahlara bırakılmakta ve bu bağlamda Tirebolu ile Sinop arasında kalan topraklardaki yerel koşullar özel bir önem kazanmaktadır. Batı Pontos’ta kendiliğinden oluşmuş silahlı birliklerin mevcudiyetini yukarıda belirtmiştik. Bunlar az çok siyasi olgunluğa ulaşmışlardır. Trabzon’a yerleşen Rus İstihbaratı, yeni kurulmakta olan Pontos gerilla hareketinin en önemli şahsiyeti olan Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta’yla ilişkiye geçmekte tereddüt etmez. Batı Pontos’un kaderini artık silahlar belirleyecektir. Pontos Gerilla Hareketi Daha 1914’lerde Türk Ordusundan kaçan (ister bir dönem askerlik yapıp kaçan isterse de askere hiç gitmeyip kaçak durumda olan) birçok Pontus’lu dağlara sığınmışlardı. Ancak gerilla gruplarının oluşması Türklerin Batı Pontus Rumlarını yok etmeye başlamasından sonra özellikle de 1916 dan sonra baslar. İlk başlarda birbirinden habersiz ve daha çok köy savunma gruplarıydılar. İlk gerilla gruplarından birisi Vasili Anthopoulos’nun 3 Temmuz 1916 da Sivas ta oluşturduğu gruptur. Genel görüşe göre, Rusların ilerlemesiyle birlikte Pontos’ta bir genel devrim öngörülmektedir. Ancak Rus ordusunun çakılıp kalması ve Pontos bölgesini bütünüyle işgal edememesi Anthopoulos’un da bütün planlarını alt üst eder. Zamanla Anthopoulos ile Ruslar arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkar; Vasilis Anthopoulos hemen yapılacak müdahaleden, Ruslar ise Türk ordularının uzun dönemde oyalanmasından yanadır. Sonunda Rusların onu oyalamalarından endişe eden Vasilis Anthopoulos, 24 Eylül’de büyük bir darbe indirmeye karar verir. 80 adamıyla hem bir ceza- landırma eylemi hem de Rusları etkilemeyi amaçlayan bir eylem tasarlayarak harekatı başlatır. Vasilis Anthopoulos ve adamları Türk köylerinden geçerken Hıristiyanlara eziyet ettikleri varsayılan insanları öldürüp evlerini yakarlar. Ordu yakınlarında, Askeri birliklerle yapılan çatışmanın ardından Vasilis Anthopoulos’un birlikleri çatışmayı kaybederler ve Anthopoulos 9 adamı 18 Ekim’de Trabzon’a sığınır; Vasilis Anthopoulos, savaşın sonuna kadar Trabzon’da kalacaktır. Türklerin bu olaylara iki farklı tepkisi olacaktır: Türk çetelerinin giriştikleri karşı saldırılar ve sürgün. Bunlardan birincisi daha çok yerel kuvvetlerin eseri gibi görünmektedir. Müslümanlar arasında da Hıristiyanlar kadar asker kaçağı vardır ve İttihat ve Terakki Partisine bağlı eşraf, partinin milliyetçi ilkelerini uygulamaya koymaya hazırdır. “Giresun ve civarında Rumculuk Faaliyetlerini önleme görevi asker destekli sivil güçlere verilmiştir. Bunlar arasında en ünlüsü, İttihat ve Terakki mensubu Topal Osman ve yardımcılarıdır”. Osman Ağa, yerel eşraf ve yönetimin desteğiyle, hiç bir engellenme ile karşılaşmadan Hıristiyan nüfusu etnik arındırmaya tabi tutmaktadır. Bütün bu kanun kaçakları ve caniler, hiç bir yasaya aldırmadan serbestçe hareket etmektedir. Burada kısaca Topal Osman’ın bölgedeki faaliyetlerinden söz edelim: “Topal Osman’ın bu nevi faaliyetleri sırasında yaptığı uygulamalar, mülki makamlarda hoşnutsuzluk yaratmıştır. Başta Trabzon Valisi Cemal Azmi olmak üzere, Giresun Mutasarrıfı da Topal Osman’ın hükümet işlerine müdahale ettiğini ve 37. Fırkaca himaye olunduğunu belirterek, Osman’ın Giresun’dan kaldırılmasını isteyen şikâyet yazılarını 3. Orduya İletmişlerdir. Mülki makamların 37. Fırka’yı da suçlayan bu yazısından sonra Topal Osman, ifadesi alınmak üzere Sivas Divanı Harbi’ne çağrılmış ve onu getirmekle de Menzil Müfettişliği görevlendirilmiştir. Bu defa 37. Fırka Kafkas Kolordusu Komutanları, Orduya Topal Osman’ı müdafaa eden ve mülki makamları suçlayıcı yazılarıyla Osman’ı Divan-ı Harpten kurtarmak istemişlerdir. Bilhassa 37. Fırka Komutanı tarafından 3. Orduya yazılan yazıda onun Fırkaya pek çok hizmet ettiğini, Balkan Muharebesi esnasında aldığı yarası hala kapanmamışken, yaranın tesiriyle cansız bir ceset halinde sürüklediği bacağını, iştirak eylediği gaza için bir işaret sayan Osman’ın adî bir mücrim gibi görülmesinin doğru olmayacağı belirtilmiştir. [Osman Ağa’yı himaye eden Pertev Bey’dir. Pertev Bey, 1913-14 yıllarında Eğe’de Rum kökenli yurttaşlara uygulanan terör’ün elebaşılarından biridir. Pertev Bey (Demirhan) Kemalist dönemde generalliğe yükseltilecektir.] Bütün bu savunmalara rağmen Topal Osman’ın, 3. Ordu Komutanlığından ısrarla Sivas’a celbe dilmesi istenmiştir. 25 Ağustos 1936’da Sivas Divanı Harbi’nde muhakeme edilen Osman Ağa bir süre gözaltında kalmış, dönüşünde tekrar çetesinin başına geçen, Mütareke sırasında yeniden kovuşturmaya uğrayan Topal Osman devamlı kaçmak ve saklanmak zorunda kalmıştır. Karadeniz Bölgesindeki Pontoslular da yeni vasattan yararlanıp, bir Pontus devleti kurma hazırlıklarına girişmişlerdir. Bu defa da bölgede direniş teşkilatı kurmak isteyenler Topal Osman ve adamlarına müracaatla yardımını istemişlerdir. Topal Osman sert metodlarla Pontos çetelerini ezmiş, Giresun’dan Samsun’a kadar uzanan bölgenin hâkimi olmuştur. Bu olağanüstü dönemde 17–18 Ocak 1919 yılında toplanan Kars Kongresi’nde Giresun’da kurulması kararlaştırılan müdafaa örgütünün teşkiline Osman Ağa memur edilmiştir. Bu arada Belediye Başkanlığı’nı da uhdesine alan Topal Osman, 17 Mayıs’ta İzmir’in işgalinden iki gün sonra Giresun’da büyük bir miting tertip ettirmiştir. O sıralarda Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa tarafından Havza’da kendisiyle görüşüldüğü ve bu bölgenin emniyetinin sağlanmasıyla görevlendirildiği bazı kaynaklar tarafından tespit edilmiştir.” Topal Osman bölgede bir terör unsurudur. Öyle ki Giresun Alayının 3. taburunun Ordu Sancağına geleceğinin haber alınması bile eşrafı telaşa düşürmeye yetmiştir. Ordu Mutasarrıfı Merkez Ordusu kumandanı Nurettin Paşa’ya endişelerini bildirir. Ordu eşrafının Osman Ağa’dan korkuları boşuna değildir. Osman Ağa’nın teröründen Türkler de nasibini almaktadır. Osman Ağa birliklerinin Tokat’ta ve Mecitözü’nde de bir çok köye tecavüzleri şikayet konusu olur. Yine bölgede Rizeli Hafız Efendi idaresindeki kızılbaş - sayfa 34 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 150 kişilik müfrezenin uygulamaları Ordu’da şikayet konusu olur. Hafız tutuklandıysa da kısa süre sonra serbest bırakılıp Batı Cephesine yollanır. Düzenli birliklerin de uygulamaları Osman çetesinden farklı değildir. Yine Tokat’ta Jandarmaların erbab-ı şekavete rahmet okutturacak eylemleri Merkez Ordusuna şikayet edilir. Pontos silahlı birliklerinin basındaki en önemli isimlerinden (askeri lider de diyebiliriz) biri de Andon Paşa dır. Esi Pelagia ile birlikte Pontus gerilla birliklerini yöneten Andon Paşa Pontos köylerini savunurken, bir yandan Türk devletinin diğer yandan da Türk çetelerinin en önemli korkularından biri haline gelir. Türk devleti basına 50.000 lira ödül koymuştur. Andon Paşa gerilla birlikleri için birleştirici bir öğedir aynı zamanda. Kendisi 1917 yılında öldürülür ancak eşi (ki kaptan Pelagia olarak anılmaktadır) 1923 yılına kadar da yoluna devam eder. Sovyet yazar N. Novitsef “Vaprosi Istorii” adli kitabında Bati Pontos’da taşra devrimi hareketinin geliştiğinden bahsetmektedir. Pontosluların yani sıra Müslüman Çerkesler de kendi bağımsız gerilla hareketine ulaşmışlardır. Bu hareketlerin askeri teçhizat kaynakları ise Türk ordusundan ele geçirilenler silahlar ve esas itibariyle de Rusya’dan (gerek Rusya’daki Pontos’lulardan gerekse de Rus devletinden) gelen yardımlardır. Pontos gerilla hareketinin başından sonuna kadar otonom olduğu söylenir. Örgütlenmelerine baktığımızda bu durum açıkça görülmektedir: Sanda da Türk çetelerinin Rum köylerine saldırılarını arttırması üzerine 15 Aralık 1917 de yerleşim alanında kalanlarının hepsi genel kurula çağrılarak görüşleri istenir. Kurula hâkim olan slogan: “Hırsızlara ayni yöntemle cevap verelim”. Kurulda bir yürütme kurulu seçilerek mutlak yetkilerle donatılırlar. Bu yürütme kurulu askeri konseyi oluşturur ve bu konsey ayrıca 9 askeri sorumluyu daha atar. 18–50 arasındaki bütün erkekler yerleşim alanlarının savunması için günlük askeri eğitime başlarlar. Sanda yerleşim alanı olağanüstü koşulları yasayan askeri kamp gibi islemeye baslar. Pontos’un her bölgesinde böylece gizli örgütlenmeler oluşmaya baslar. Pontoslu metal çalışanları kendi olanaklarıyla silah yapmaya çalışırlar. (devamı gelecek sayıda) Arka Kapak Bu kitap, Karadeniz çevresinde beliren ilk yaşam izlerinden günümüze dek gerçekleşen tüm tarihî gelişmeleri jeopolitik odaklı değerlendiren bir tarih anlayışının yanı sıra; coğrafya, arkeoloji, etnoloji, folklor, hatta genetik kaynaklar da Lazların masal dünyasını keşfedin ! Lazların Masal Kitabı Çıktı ! Nurdoğan Demir Abaşişi'nin Laz masal derlemelerinden oluşan kitabı çıktı. Laz Halk Masalları, zaman alan titiz bir çalışma ve yılların birikimi ile okuyucunun beğenisine sunuluyor. Bugüne kadar yayımlanmamış 52 Laz kullanılarak oluşturulmuş disiplinlerarası bir çalışmadır. Karadeniz kıyısında ortaya çıkan yerleşimleri; otokton halklar ile istilacılar arasında doğal kaynakların paylaşımına paralel olarak gelişen yerleşim ve çatışma ilişkisini; Karadeniz'e egemen olmak isteyen güç odaklarının mücadele ve yönetim modellerini; zaman içinde yaşanan göç, sürgün ve çatışmaları; mümkün olduğunca 20. yüzyılın ideolojik kurgularından uzak durmaya çalışılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla Pontus: Antikçağ'dan Günümüze Karadeniz'in Etnik ve Siyasi Tarihi, Türk arşivlerindeki verileri pek alışılmadık bir biçimde İngiliz, Yunan, Ermeni ve Rus arşiv ile kaynaklarıyla kıyaslayarak ele alan, güncel makale ve bulguların yanı sıra yerel dil ile folklorik arşivleri de yorumlayarak kullanan devrimci bir çalışma olup tarih, arkeoloji ve etnoloji meraklıları kadar Karadeniz havzasının jeopolitiğini anlama bağlamında kapsamlı içeriğiyle siyaset öğrencilerine de özgün bir vizyon kazandıracak niteliktedir. halk masalından oluşan kitap Laz dili ve kültürünü yazıya geçirme çabalarına değerli bir katkı sağlıyor. Kitapta, masallar önce orijinal Lazca haliyle yazılmış, Türkçe özet çevirisinden sonra İngilizce çevirisi de yapılmıştır. Bu haliyle yapılmış ilk Laz masal kitabı olma özellğine de sahiptir. Yine bir ilk olarak kitapta yer alan masallardan oluşan bir MASAL CD'si ek olarak veriliyor. Abaşişi, kitabında Lazoğlu Alfabesini kullanarak Laz alfabesinin daha da pekişmesini sağlamıştır. Laz Halk Masalları, bundan böyle Lazlar, Karadeniz ve Kafkasya konularında yayınlar yapmayı amaçlayan KOLKHIS yayınlarının ilk kitabı Tüm Kitapçılarda. İletişim: Lazuri.com Kolkhis kitap Neşet Ömer Sokak Kadıköy İş Mrkz. No.: 1/105 Kadıköy/ İstanbul Tel: 0216 349 43 15 ISBN: 975-6481-68-4 kızılbaş - sayfa 35 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sachsenhausen’dan Aşkale’ye... 2 . BÖLÜ M Istanbullu Rum Z.’ye göre, Reisicumhur Ismet Inönü Yahudileri imha etme teknolojisini öğrenmesi için dönemin emniyet müdür muavinini Almanya’ya yollamıştı. Emniyet müdür muavini geri döndüğünde bu fırınları inşa etmişti.[34] Bir başka tanık, insan yakma fırınlarının nasıl çalıştıklarını öğrenmesi için Almanya’ya gönderilenin, isim zikrederek, Istanbul Emniyet Müdürü Halûk Pepeyi olduğunu söyleyecekti. Bu kişiye göre Pepeyi dönüşünde, ‘Ben bu işi yapamam, beceremem’ diyerek görevinden istifa etmişti.[35] Gazeteci Azmi Nihat Erman’a göre Nazilerin Türkiye’yi işgal etmeleri halinde de imha fırınları Sütlüce’de, Hasköy’ün kuzeyinde Imrahor ve Karaağaç yollarının kesiştiği noktanın doğusunda kalan meskûn olmayan geniş bir arazide inşa edilecekti. [36] Türk heyetinin Nazi toplama kampına özel istekle yaptığı ziyaret, İstanbullu Yahudilerin "Balat Fırınları" ya da "Toplama Kampları" hakkında duydukları kaygının hiç de yersiz olmadığını gösteriyor. Bali, geçtiğimiz yıl yayınlanan "Tabutluklar, Sansaryan Han ve İki Emniyet Müdürü" [37] kitabında da Haluk Nihat Pepeyi ile birlikte o dönemin (1942 - 44) İstanbul Emniyet Müdürlerinden Ahmet Demir'in biyografilerini ele aldı. Kitapta İstanbul Emniyet 1. Şubesinin bulunduğu Sansaryan Hanı'nında işkence gören Sabahattin Ali gibi "komünist" ve ya Reha Oğuz Türkkan gibi "Türkçü" tevkifatları sanıklarının ifadelerine yer veriliyor. Bu belgeler ideolojik karşıtlıklarına rağmen tutukluların, karşılaştıkları yeni işkence metotlarının kısa süre önce Nazi Almanyası'nda "mesleki incelemeler yapmış" olan Haluk Nihat Pepeyi tarafından ithal edildiğine inandıklarını ortaya koyuyor. İstanbul basını ise genel olarak bu gezinin o günlerde kamuoyuna yansımış olan, 1922 yılında Berlin'de bir Ermeni genci tarafından 1915 soykırımının sorumlusu tutularak vurulan Sadrazaman Talat Paşa'nın naaşının Almanya'dan getirilmesi amacıyla düzenlendiğini yazmaktadır. [38] Talat Paşa’nın kemikleri İstanbul’da... Bu korku atmosferi tamamlayan simgesel bir adım ise 1915 Soykırımının sorumlularından Sadrazam Talat Paşa’nın 1921 yılında Berlin’de öldürülmesinin sonra bozulmaması için özel olarak ilaçlanarak Müslüman mezarlığına gömülmüş olan cesedinin Türkiye’ye iade edilmiş olmasıdır. Bu isteğin şubat ayındaki ziyarette hükümet adına iletilmiş olması büyük ihtimal, değilse bile iade işlemlerinin ayrıntıları gibi konular çözüme kavuşturulmuş olabilir. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Emniyet veya MİT’in gizli arşivlerinde bulunabilir. Talat Paşa’nın cenazesinin istenme- Recep Maraşlı si veya iadesiyle ilgili yazışmalar, bugüne kadar açılmış veya yayınlanmış değildir. İadenin bu ziyaretle birlikte sonuçlanmış olduğunu kabul etmek için yeterince nedenimiz bulunuyor. Pepeyi ve Korkut’un Almanya ziyaretleri 8 Şubat’ta son bulurken Talat Paşa’nın cenazesi 22 Şubat tarihinde Berlin’den İstanbul’a yola çıkarılır ve 25 Şubat 1943’de İstanbul’da resmi ve gösterişli bir törenle karşılanarak, Şişli’deki Hürriyet-i Ebediye tepesinde hazırlanan mezara defnedilir.[39] Örneğin Orhon Seyfi’nin “Çınaraltı” dergisi’nde “Talat Paşa’nın kemikleri” başlıklı yazısında bu kararı övgüyle anarken tarih 6 Şubat [1943] tı. "Talât Paşa’nın kemikleri Almanya’dan anavatanına getiriliyor. Alman hükümeti bu idealist Türk vezirine borçlu olduğu son saygıyı gösteriyor. Zaten beklenen de buydu! Büyük harpte bizim taraf yenilince Talât paşa Almanya’ya gitti. Orada müşterek harpte, yüz binlerce Türk’ü müşterek maksat için ölüme gönderen eski bir Türk veziri olarak dost ve müttefik bir Almanya bekliyordu. Bunu bulamadı. Almanya korkunç bir ihtilâl içindeydi. Bir intikam kurşunu onu Berlin’de yere serdi. Asıl acı taraf bu değildir. O zamanki Alman adalet cihazı bu cinayeti sahte bir rüyaya bağışladı ve ondan sonrakilere tamamen kayıtsız kaldı. İşte Almanya bugün Talât Paşa’nın mazlum kemiklerine karşı gösterdiği saygı ile bu eski borcunu ödüyor ve bir acı hâtıra bununla büsbütün tarihe karışıyor.”[40] Tevfik Çavdar, Talat Paşa’nın cenazesi için yapılan töreni şöyle betimlemektedir: “Talât Paşa bu kere tabut içerisinde, nemli ve yarı karanlık diyebileceğimiz bir Şubat sabahı İstanbul’a geldi. Sandukayı taşıyan vagon trenin en arkasındaydı. Gamalı haç ve altın DR harşerinin işlendiği özel bir vagondu. Gazeteler vagon numarasını 105625 olarak bildirdiler. Karşılanışı askeri törenle oldu. Yakın dostları, Vali, Belediye Başkanı, protokole dahil kişilerden bazıları, eşi gardalar. Sirkeci garı onun defalarca İstanbul’a gelişini görmüştür... (...) İşte tören başlıyor. Önde bando. Arkasında merasim kıtası, top arabası, onun üzerinde sanduka... Onu çelenkler izliyor. En önde Cumhurbaşkanı İnönü’nün çelengi. Hani Bulgar barışının bağıtlandığı İstanbul konferansında askeri müşavir olarak çalışan genç “Erkan-ı Harp” İsmet Bey vardı ya, Cumhurbaşkanı İnönü o... Güzel, işte gençler gelmişler iktidara. Çelenklerin arkasında gene kalabalık, aralarında dostlar ve resmi görevliler var. İçlerinde en uzun boylusu, silindir şapkasıyla hepsinden ayrı olduğunu fark ettiriyor. İstanbul’un valisi bu.[Dr.Lütfü Kırdar] “ Hüseyin Cahit Yalçın eski dostu için şunla “Talât ... Memleketi kurtarmak için yapılabilecek bir şey kalmışsa onu temin çaresini aramak maksadıyla vatandan uzaklaşmak fedakârlığına katlanmak lüzumunu hissetti ve gitti. Almanya’ya gitti. Sadakat ve vefa beklemeye hakkı olduğu bu memlekette ölüm buldu. Müttefik memleketin mahkemesi onun katilini alkışlarla serbest bıraktı. Talât bu acıyı duymadı. Fakat onu biz hâlâ duyuyoruz. Bugün Talât Hürriyeti Ebediye tepesinde vatan topraklarına defnedilecek. Orada kendisi gibi temiz kanlarını yüksek kalplerini bu vatan uğrunda feda etmiş arkadaşlarını bulacaktır.” [41] Mithat Cemal’in Talat paşa’ya övgüler düzen Şiiri de Cumhuriyet Gazetesinin birinci sayfasında yayınlanmaktadır: “Takriben adamlık sana yetmezdi, tamamdın; Sen kütle-adam, millet-adam, bayrak adamdın. En sevdiğin insan senin en çıplak olandı, Şanlar, senin ölçünle, palavraydı, yalandı ..... Asla derişilmezdi vezir esbabı sende Sen zorla büyüktün ne kadar istemesende! En sonra eğildinse de kurşunla eğildin, Altınlar akarken de züğürt ölmeyi bildin...” [42] kızılbaş - sayfa 36 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Talat Pasa'nın İstanbul'da düzenlenen cenaze töreni 1915 soykırımın baş sorumlularından biri olan Talat Paşa’nın cenazesinin aradan 22 yıl geçtikten sonra Gamalı haçlı bir vagonla Türkiye’ye gönderilmesi ve görkemli bir törenle karşılanması, aynı anda gayrı müslimleri ekonomik olarak çökertmeyi amaçlayan Varlık Vergisi uygulamasına başlanıyor olması, Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer gayri müslimleri Almanya’dakine benzer çalışma kamplarına doldurmaya çalışan Türkiye’nin politik atmosferi hakkında yeterli bir fikir vermektedir. Bir anlamda Talat Paşa’nın cenazesi ile birlikte “soykırımcılık ruhu” da geri çağrılmış, kutsanmış; Almanya’nın Rusya’yı teslim almasının an meselesi olduğu düşünülerek bu “tarihi bir fırsat”la 1. Dünya savaşında yarım kalındığına inanılan etnik temizlik tamamlanmak istenmişti. Talat Paşa'nın kemiklerinin yurda getirilmesi konusu da, sembolik olarak, hem 1. dünya savaşında Alman ve Osmanlı İmparatorlukları arasındaki ittifaka gönderme yapması hem de gayrı-müslim yerli halklara karşı yürütülmüş olan amansız etnik tasfiye hareketini aklaması bakımından, oldukça çarpıcı mesajlar içermektedir Sonuç olarak Üst düzey iki Emniyet Müdürünün, savaşın tam ortasında Almanya'ya yaptıkları "mesleki tetkik" ziyaretinde bir toplama kampında özel istekle incelemelerde bulunmasının nedeninin çok fazla tartışma götürmediği kanısındayım. Saraçoğlu hükümeti henüz Kasım 1942'de özellikle gayrı-Müslim azınlıkları ekonomik hayattan tasfiye amacıyla çıkarılan Varlık Vergisi kanunuyla, vergisini ödemeyenlerin Çalışma Kamplarına gönderilmesini öngören bir yasayı meclisten geçirmişti. Almanya ve Almanya'nın işgali altındaki ülkelerde "mesleki tetkiklerde bulunmak" üzere gönderilen heyet Nazi toplama kampında incelemede bulunurken aynı anda zaten Toplama kampı uygulamalarının başlamıştı, kafilelerin sevk edilmekteydi, Dolayısıyla ortada soyut bir düşünce ve ya tasarım değil, yasal alt yapısı da oluşturulmuş somut bir uygulama bulunmaktadır. Kamp ziyaretinin Müdürlerin o anda akıllarına gelen özel bir merak olmadığı; spontane biçimde gelişmediği; ziyaret yer ve tarihinin çok önceden programlanmış olduğu belgelerden anlaşılmaktadır. Bu isteğin iki ülkenin istihbarat birimleri, emniyet güçleri, dış işleri bakanlıkları ve hükümetleri arasındaki yazışmalarla iletilmiş ve onaylanmış olduğu açıktır. Toplama kampını ziyaretle görevlendirilen Müdürlerin rast gele seçilmedikleri görülür: Korkut'un Emniyet Genel Müdürlüğünün Gayri-Müslim azınlık ve Yabancılarla ilgili dairesinin Şefi'dir. Bu hem ziyaret edilen hem de Türkiye'de faaliyete geçen kamplarla ilgili "görev ve uzmanlık alanı" olarak düşünüldüğünü gösterir. Keza İstanbul Emniyet Müdürlüğü mükelleflerin toplandığı ve sevk edildiği merkez üssü olarak kritik bir öneme sahiptir. Pepeyi'nin Almanya ziyaretini izleyen aylarda Çalışma Kamplarının bulunduğu Erzurum'a Vali olarak atanması da kamp uygulamasıyla ilgili kendisine özel bir misyon yüklenmiş olduğunu gösterir. EKLER: Çalışma kamplarını meşrulatırmaya dönük propagandalar Soz könusu belgelerde gezinin Talat Paşa'nın kemiklerinin Türkiye'ye getirilmesiyle ilgili özel bir ayrıntı veya bilgi bulunmamaktadır; fakat bu, gezinin Talat Paşa konusuyla hiç bir alakası olmadığını göstermez. Bu işlem neticede her iki ülkenin istihbarat ve güvenlik kuvvetlerinin işbirliğini gerektiren bir operasyon olduğuna göre; cenazenin sevk edileceği kentin en yüksek Emniyet görevlisinin bulunduğu bir düzeyde görüşmelerin olması son derece makuldür. Öte yandan yaklaşık üç hafta boyunca yapılan ziyaretlerde polis ve istihbarat birimleri arasında daha pek çok konunun, ayrıntının görüşülmüş olduğuna; bilgi alış verişi yapıldığına kuşku yoktur. Bunlar nelerdir? Herhalde bütün bu soruların cevabı kamp arşivinde hasbelkader ele geçen belgelerde yer almaz. Almanya ziyaretinde toplama kamplarına "özel bir ilgi" gösterilmesinin, Nazi yönetimine ideolojik-siyasal yakınlık anlamında verilmiş güçlü bir mesaj olduğunu söylemek mümkündür. Bunun Almanya'nın baskıları karşısında göstermelik bir girişim olduğunu söyleyemeyiz; çünkü bu dönemdeki uygulama ile gerçekten de hedefteki etnik gruplar ekonomik hayattan tamamen tasfiye edilmiş; ülkede üçüncü sınıf vatandaş ve hedef halinde oldukları kendilerine kuvvetli biçimde gösterilmiştir. Uygulamanın fiziki anlamda daha uç boyutlara varmamasını, aynı tarihlerde Almanya'nın ilerlemesinin durup, Rusya karşısında gerilemeye başlaması ve savaş rüzgarlarının Almanya aleyhine ters dönmeye başlamasıyla açıklamak daha makuldur. Ne var ki Türkiye’nin yöneticileri ellerini oğuşturarak bu planlarını uygulamaya koyarken, Almanların Stalingrad yenilgisi kamp uygulamasının da sonunu getirdi. Savaşın kaderinin değiştiğini gören Kemalist bürokrasi büyük bir U dönüşüyle bu politikaları rafa kaldırdı. 17 Eylül 1943'te toplanan TBMM borçları silmeye başladı. halen borçlu olan mükellefler affedildi. O tarihten itibaren de Varlık Vergisi uygulamadan kalkmaya başladı. Aşkale’dekiler bir bir evlerine dönüyorlardı. 15 Mart 1944'te çıkan bir kanunla Varlık Vergisi tamamen ortadan kalktı. Ama arkasında büyük bir sosyal, ekonomik, psikolojik çöküntü bırakarak... Sachsenhausen Toplama kampında ortaya çıkan belgeler, Almanya ziyareti ile ilgili kamuoyundaki algının büyük ölçüde isabetli olduğunu göstermektedir. Resmin Almanya kısmıyla ilgili belgeleri yerli yerine oturmaktadır. Eğer Türk emniyet ve istihbarat birimlerinin, dış işlerinin döneme ilişkin gizli yazışmaları incelemeye açılırsa buradaki karanlık noktalar da aydınlanabilir. AŞKALE’DE VARLIK VERGİSİ MÜKELLEFELERİ ÇALIŞIYORLAR: Mühendis - Aferin Bohoraçi, taşları güzel istif etmişsin. Bohor - Elbette paşa, İstanbul’da İstifçiydim!.. Karikatür mecmuası, 28 ikincikanun 1943, No: 370 20 Ocak 1942’de Wansee’de Toplanan Konferansta Yahudi Sorununun Nihai Çözümü hakkında alınan önlemler ve kararlar tutanağında tüm Avrupa'da hedefteki 11 milyon Yahudi nüfusuna „Türkiye (Avrupa kısmı) 55.500 Yahudi de dahildi.[43] Bu sırada Almanya, Ankara Büyükelçisi Von Papen aracılığıyla 'Türkiye'deki dostlara' dağıtılmak üzere 5 milyon mark gönderdi. Bu para büyük ölçüde basın kuruluşlarına verildi. Kimi gazeteler için Alman gemileri Hamburg'tan kâğıt taşımaya başlanmıştı. Yardım karşılığında açıkça Türk basınının Alman yanlısı ve antisemitik bir yayın anlayışını benimsemesi isteniyordu. Sedat Simavi’nin sahibi olduğu Karikatür mecmuasında Varlık Vergisi'nin gündemleştiği 1943 yılında yayımladığı karikatürlerde özellikle Yahudiler olmak üzere kızılbaş - sayfa 37 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gayrı-müslim vatandaşlar vurguncu, karaborsacı olarak işlemiş; verginin ve çalışma kamplarına gönderilmenin haklılığı anlatılmaya çalışılmıştı. - Hükümet varlık vergisini vermek istemiyenleri bugünden itibaren yola götürüyormuş... - Yola götürmüyor, yola getiriyor bayım!.. Karikatür mecmuası, 21 İkincikanun [Ocak] 1943 No: 369 lı seyahat programına genel bakışı o zaman nationalsozialitistichen Devlet Türkiye'nin tarafsızlığını korumaya çok olduğu gerçeğini açıklar. Sachsenhausen toplama kampını ziyaret sırasında mükellef bir öğle yemeği ikram edildi. (girişteki belgeye bakınız) (Belgede Öğle yemeği menüsünü gösteren yazının fotokopisi bulunuyor) Berlin'e Varış Necmi Rıza, Şaka, no.118 (4 Şubat 1943) Türk heyetinin ziyareti Kamp müzesinde Bugün Sachsenhausen Kampı müzesinde "Müttefik ve tarafsız devletlerden ziyaretçiler" ana başlığı altında Türk heyetinin ziyareti "Türk Güvenlik Şefleri; Haluk Pepeyi ve Selahattin Korkud" başlığıyla yer almaktadır... Müzedeki tanıtım yazısında Türk Polis Şeflerinin Toplama kampını "özel istek"le ziyaret ettikleri ve Aşkale Çalışma Kampı bağlantısını da vurgulanmaktadır. "Toplama kampına inceleme (Özel İstek)" (Bu başlığın yanında Rifat Bali Arşivin'den alınan, Pepeyi ve Korkud'un Berlin'de karşılanışını gösteren İstanbul'da yayınlanan Akşam Postası gazetesinin 12 Şubat Tarihli gazete küpürü yer almaktadır.) kadar İngiliz savaş esirlerinin kaldığı l. Kampın doktoru olarak çalıştı. 3 Ocak 1942’de “Station Z” (Zyklon B gazının kullanıldığı ölüm odaları) bölümü inşa ediliyor. Gaz odalarını idare eden ve Aynı zamanda SS şefi olan kamp doktoru Baumkötter, Mengele’den gibi tutsaklar üzerinde zalimane tıbbi deneyler yapmakla ünlü doktorlardan biri. Kampta ayakkabı üretimi yapılıyor ve ayrıca mahkumlar ayakkabıların sağlamlığının test edilmesi için her gün 700 metrelik yürüyüş bandı üzerinde uyumaksızın 40 km yürütülüyorlar. Mahkumlar üzerinde çeşitli uyuşturucu igneler kullanılarak yapılan testler; Sarılık hastalığı bulaştırılarak denenmesi ya da 2. veya 3. dereceden Fosfor yanıklarının test edilmesi bu deneylerden sadece bazıları. Berlin’de yapılan yargılamalarda, Baumkötter, Sovyet Askeri Mahkemesi tarafından zorunlu çalışma ve ömür boyu hapse mahkum edildi. Baumkötter 1947'den Ocak 1956 tarihine kadar Sovyetlerdeki Gulag ve Workuta çalışma kamplarında 10 yıl tutuklu kaldıktan sonra 1956 yılında affedilmeksizin Batı Almanya'ya iade edildi. 1962 yılında Münster Eyalet Mahkemesi hakkında yeniden dava başlattı. Toplama kampındaki tutukluların ölüm ve sakatlanmasına neden olmaktan ötürü 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ancak Sovyetler Birliğindeki tutukluluk süreleri hesaplanarak tahliye edildi ve daha sonra Batı Almanya’nın Iserlohn kenti St. Elizabeths Hospital’da 20 yıldan fazla doktorluk mesleğine devam etti. [44] Haluk Pepeyi gezi sırasında İstanbul Polis Şefiydi; Selahattin Korkud ise Ankarada Emniyet Genel Müdürlüğünün Gayri-Müslüm ve Yabancılarla ilgili bölümünün başkanıydı. Korkut ve Pepeyi seyahatlerinden kısa bir süre önce 1000 Yahudi'nin Aşkale'deki çalışma kamplarına gönderilmesinden kısmen sorumluydular. Dr. Heinz Baumkötter (1912-2001) Devlet Güvenlik Merkez Ofisi (RSHA) nin Himmler'e 7 Ocak 1943 tarihli telgrafı. (Çıktı) Federal Arşiv, Berlin Türk gizli servisi ve Türk polisinin iki önemli temsilcisi için gezi programı. Viyana'dan başlayan gezi Prag üzerinden Berlin, Lahey, Bordo, Krakov ve Kırım'dan Bükreş'e, "özel istek üzerine" Sachsenhausen Toplama kampına yapıldı. Gezinin son bölümü için bir uçak tahsis edildi. Kapsam- Dr. Heinz Baumkötter, 1935 yılından itibaren SS-Birliklerinde görev aldı. Önce Balkan bölgesindeki askeri birliklerde Mauthausen, Natzweiler ve Wewelsburg gibi toplama kamplarında tabiplik yaptı. Ağustos 1942'den itibaren Sachsenhausen toplama kampının Şefdokturu oldu. 1 Ocak 1943'den, kampın SS'ler tarafından "ölüm yolculuğu" ile tahliye edildiği 1945 yılına Devlet Güvenlik Ana Merkezi Haber-Ulaştırma Yıldırım RSHA AMT ROEM. 6 No 355 7.1.43. 1933=WE=SS Reichsfuhrer ve Alman Polis Teşkilatı Başkanı’na Berlin RFSS (Reichsfuhrer-SS) Kurmay Karargahı vasıtasıyla Gizli Konu: Türk İstihbarat Teşkilatı’ndan veya Türk polisinden iki görevlinin Almanya’ya ve işgal altındaki bölgelere yapacağı gezi. Türk İstihbarat Teşkilatı’nın veya Türk polisinin ileri gelen iki temsilcisinin ziya- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 reti ile ilgili son raporuma istinaden, SS Reichsführer’in talimatı uyarınca bazı kısımları değiştirilmiş olan ziyaret programını onaylanması ricasıyla aşağıda bildiriyorum: 14 Ocak. Akşam Viyana’ya varış. İstasyonda gayri resmi karşılama, gayri resmi yemek, opera. 15 Ocak. Viyana’da üst düzey SS ve siyasi yöneticiler veya Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı yönetimi tarafından kabul. Emniyet Müdürü’nü ziyaret ve Emniyet Müdürlüğü’nün bazı bölümlerinin gezilmesi. Üst düzey SS ve siyasi yöneticilerle öğle yemeği. Şehrin gezilmesi. 16 Ocak. Bruenn’deki silah fabrikası ile Bruenn yakınında Gurein’deki takım tezgâhları fabrikasının gezilmesi. 17 Ocak. Otomobille Prag’a gidiş. Protektora Başkan Yardımcısı, Grup Komutanı ve aynı zamanda Polis Şefi Daluege tarafından kabul. Emniyet Teşkilatı Komutanı ile akşam yemeği. 18 Ocak. Prag’ın gezilmesi. Otomobille Pilsen’e gidiş. Skoda fabrikalarının gezilmesi. 19 Ocak. Berlin. İstasyonda SS Staf. Schellenberg tarafından karşılama. Wannsee Konukevi’nde SS Staf. Schellenberg tarafından resepsiyon verilmesi. Potsdam. 20 Ocak. Kriminal Polis Müdürlüğü’nün gezilmesi. SS Grup Şefi Nebe tarafından kabul. Emniyet Teşkilatına ait idareci okulunu ziyaret. Oradaki orduevinde akşam yemeği. 21 Ocak. Yemek. Krupp fabrikalarının gezilmesi. 22 Ocak. Lahey. Üst düzey SS ve siyasi idareciler veya Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı yöneticileri tarafından kabul. 23 Ocak. Araba ile Antwerp’ten Brüksel’e gidiş. 24 Ocak. Paris. Şehrin gezilmesi. Üst düzey SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul, kahvaltı. Emniyet Teşkilatı yöneticileri ile akşam yemeği. 25 Ocak. Paris’te tatil günü. 26 Ocak. Bordo’da şehir, liman ve sahil tesislerinin gezilmesi. 27 Ocak. Otomobille Kuzey Fransa’ya gidiş. 28 Ocak. Paris’te veda ziyaretleri. 29 Ocak. Mannheim-Ludwigshafen’deki J.G.Farbenindustrie’ye ait fabrikaların gezilmesi. 30 Ocak. Berlin. Reichstag’ın oturumuna katılma. silci göndermeyi düşünmediğini belirtirim. Silah fabrikalarının gezilmesi için Alman Başkomutanlığı’ndan izin aldım. RSHA AMT ROEM.6 Adına imza Schellenberg, SS Staf. 31 Ocak. Rostock’ta Heinkel fabrikalarını ziyaret. 1 Şubat. Sachsenhausen Temerküz Kampı’nın gezilmesi (özel istek). 2 Şubat. SS Grup Şefi Kaltenbrunner tarafından kabul. Muhafız Alayı tesislerinin gezilmesi. Orduevinde SS Grup Şefi Juettner ile öğle yemeği. Akşam Wannsee Konukevi’nde Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı’nın başkanlığında büyük veda ziyareti. 3 Şubat. Uçakla (buradan itibaren uçak kullanılması gerekiyor) Posen’e gidiş. Üst düzey SS ve polis şefleri tarafından kabul. Yerleşim yeri ve inşaat uygulamaları vs.’nin görülmesi. Öğleden sonra uçakla Krakov’a gidiş. Akşam Krakov’daki üst düzey SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul. 4 Şubat. Krakov’un gezilmesi. Uçakla Kiev’e gidiş. Kiev’deki üst düzey SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul ve birlikte yemek yenilmesi. 5 Şubat. Kiev ve çevresinin gezilmesi. Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı yöneticisi tarafından kabul. 6 Şubat. Uçakla Kiev’den Kırım’a gidilmesi, yolda Saporoşye veya gezilmesi uygun başka bir yerde mola verilmesi. Kırım’daki SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul. 7 Şubat. Otomobille Kırım’ın güney sahiline gidiş. 8 Şubat. Uçakla Kırım’dan Bükreş ve Sofya’ya gidiş. Refakat eden Almanların vedalaşması ve gezinin resmi olarak sona erdirilmesi. Bu program çerçevesinde, gezi sırasında daha başka neler yapılacağı belirtilmemiştir. SS Grup Komutanı Daluege ve ilgili üst düzey SS ve siyasi yöneticilere doğrudan buradan haber verilip verilmemesi hususunda kararınızı ve ayrıca bir uçağın tahsis edilmesi için talimatınızı beklediğimizi de arz ederim. Hariciye Vekâleti Daire D2’nin bildirdiğine göre, Hariciye Vekili’nin geziyi ve programı onayladığını, ancak vekâletten bir tem- DİPNOTLAR [34] Mihal Vasilyadis ile 3 Eylül 1998 tarihli görüşme; Akt: Rıfat N. Bali, "İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Halûk Pepeyi’nin Almanya gezisi-2 Sachsenhausen temerküz kampı’nın Türk ziyaretçileri", Toplumsal Tarih, S:151, Temmuz 2006, s.43 [35] Cilda Kamhi ile 3 Şubat 2003 tarihli görüşme: Akt: Rıfat N. Bali, Yagy.s.43 [36] Azmi Nihad Erman, “Hitler’in Sütlüce’deki Yahudi Fırını”, Yıllar Boyu Tarih, Aralık 1978, S. 9, s. 21-23., Akt: Rıfat N. Bali, Yagy.s.43 [37] Rıfat N. Bali, "Tabutluklar, Sansaryan Han ve İki Emniyet Müdürü", Libra Kitap, 2011 İstanbul [38] “Talât Paşanın kemikleri 15 şubatta memleketimize getirilmiş olacak”, Haber Akşam Postası, 8 Şubat 1943. Akt; Rıfat N. Bali, Yagy. [39] Ayın Tarihi, Ankara, Şubat 1943, s.15; [40] Orhon Seyfi [Orhon], “Talât Paşa’nın kemikleri”, Çınaraltı, 6 Şubat 1943, S.76; Aktaran: Tevfik Çavdar, agy [41] H.Cahit Yalçın, “Talat Paşanın Cenazesinin Getirilmesi”, Yeni Sabah, 25 Şubat 1943 Yunus Nadi Abalıoğlu, “Talat Paşa Türk Vatanının Kucağında” Cumhuriyet, 26 Şubat 1943 [42] Mithat Cemal [Kuntay], Cumhuriyet, 25 Şubat 1943 [43] Wansee Konferansı Toplantı Tutanağı (20 Ocak 1942) [44] (Fotograf: Sanık Hans Heidrich Friedrich Baumkoetter (sağda) Berlin'de Sachsenhausen toplama kampı savaş suçları davasının duruşmasında görülüyor. Kaynak: USHMM -United States Holocaust Memorial Museum (ABD Holokost Anma Müzesi), courtesy of Central Archive of the Federal Security Service, Oct 23, 1947 - Nov 1, 1947, [Photograph #33629 - #33872] Bu yazı 10 Mart 2012 Tarihinde Agos'ta yayınlanmıştır Kaynak: http://www.agos.com.tr kızılbaş - sayfa 39 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 OBAMA AKP: ROBOSKİ Her ku cîhan dizîvire , civakê jî dikemilîne. Pêwendiyên xweza û jîndaran di feraseta mirov de ji her demî bêhtir wek pêdiviyek jiyanane cih digire. Mirovên ku bi navê olê, ji ola xwe derketine û digel tu olî nedipejirînin xwe wek pêşkêşên ol û baweriyên pîroz didin nîşandan, di vê heyamê de ji pêdiviyên guherîna civakê ve tên hejandin, pergala wan a dermirovî tê hilweşandin, tê têkbirin. Wisa ku di tu demî de nehatiye dîtin û jiyandin, ew jî mecbûrî guherînê dibin. Guherîn, wek bayê azadiyê, bayê vejîna jiyana nuh; jiyana azad, bi vîna azad, ji bo mirovahiyê tê xuluqandin. Bayê guherînê, arastekirina rasteqîniyê ye ji bo hemû kesî. Ew kes, mecbûrî lêpirsîna pergala xwe bi xwe dibin. Her wiha hemû durûtî û minafiqiyên nava pergala zilmê ya gemar derdikevin holê. Tu qirêjî veşarî namîne êdî. Lewre, afîrandina feraseta dîrokî ya lêpirsînker, dîsa li qada afîrandina jiyanê, wek rojê bilind dibe û mirovahiyê ronî dike. Digel hemû astengiyan ev ronîkirin her geş dibe û reşahiyên, gemariyên wek astengdar dikevin ber, tavilê dihelîne; ronî dike û zelal dike. Dema ku zelaliya mezin pêş dikeve, hêzên desthilatdar, ketiyên desthilatdariyê, dikevin tirs û xofa wendakirina desthilatdariya xwe ya gemar û bêdad û zilimkar. Dîroka mirovahiyê, bi vî rengê naveroka xwe her dubare kiribe jî, di vê dema me de mirovahî bi awayek cuda êdî tê ronîkirin. Pirsgirêkên mirovahiyê, bi naveroka afîrandina jiyanê ji nuh ve tê çareserkirin. Lewre ne rastlêhatin e ku warê mirovahî lê xuluqiye, dibe warê çareserkirina hemû mirovahiyê. Êdî mirovahiyek nuh diafire û hemû cîhanî vê yekê têgihîje. Bayê demokrasî û azadiyê ji Kurdistanê bilind dibe lê hêzên tarî yên cîhanî jî bi hevkarî di nava tevgera astengkirinê de ne. Wek hêza herî azadîxwaz ya dîrokê Tevgera Azadiyê ya Kurdistanê ku dikeve merhaleya pêşkêşiya azadiyê ya navnetewayî, hêzên navneteweyî jî li hember civaka Kurd, dijminantiya xwe ya hevbeş diyar kirin. Di hevdîtinekî de diyarki- Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu rina dijminantiya hevbeş, bala siyaseta cîhanê kişandibû. Lewre hêzên lîberal hîna li benda nermkirina pêvajoyê bûn. Ev diyarkirina dijminantiya hevbeş, ji bo hin kes û hêzan wek surprîz hate nirxandin. Lê pêvajoya pey, her di wê merhaleyê de berbiçav bû. Ji wê daxuyaniyê şûnde, di nêzkayiyên birêveberiya Amerîka û AKP’yê de, israrkirina di warê şer û pevçûnan de derkete pêş. Daxuyaniya dijminantiya hevbeş a dijberî Kurdan, hevparebûn û diyarkirina konseptek navdewletî ya li hember gelê Kurd diyar dikir. Û vê yekê jî bi rihekî têkçûyî, ceribandin bi hemû tundiya xwe. Û pêvajo li ser hîmê şerxwaziyê meşiya. Hetanî Roboskiyê, qirkirinên din jî pêkhatin ku di dîroka gelê Kurd de ewê cihekî girîng bigire. Roboskî; şanenavkirina hevkariya Obama û Erdoxan eşkere dike. Lê a balkêş ew e tevî ku Amerîka li xwe mikur hat jî, li Turkiyeyê berpirsiyarên vê qirkirinê, helwesta înkarkirinê dertînin pêş. Ji xwe bi rastî di Turkiyeyê de, di ht //t t p: ev yi ny a nl .c o i r a m derheqê civaka Kurd de ji înkarkirinê pêştir tu nêzîkayî nehatiye nişandan, hê jî ev yek berdewam dike. Ji ber înkarkirina kurdayetiyê pirsgirêka heyî girantir bû, kûrtir bû. Li hember vê rastiyê asta têkoşîna azadiyê ya civaka Kurd, Amerîka mecbûrî lixwemikurhatinê dike. Lê Kurd êdî bi gotinên vala û xapînok, naxapin. Ku emel li gor gotinê nîn be, tew lê nanihêrin, dizanin ku derew e, amûrê xapandinê ye. Ji ber ku di çavê Kurdan de îmaja xwe “xira neke!” Amerîka, pêwîstî bi lixwemikurhatinê dît. Hevkariya xwe ya di qirkirina Roboskiyê de anî ziman. Lê ev qasî ji xwe hemû kesî dizanibû, Ev ne bes e Amerîka! Ma kî nizane ku ev balefirên bê mirov hemû jî yên kê ne? Li xwe mikurhatina vê qirkirinê bi vî qasî pir kêm e, nabe nabe!.. Heke ev gotin hinek ji dil hatibe gotin, lazim e bi dîtin û girtina sûcdaran were temamkirin. Girtin û darizandin û cezakirina sûcdarên Qirkirina Roboskî, ji aliyê hêzên navnetewî de divê bê kirin. Ji bo vê yekê lijneyek lêpirsînê ya navneteweyî dikare bê avakirin û sûcdar her kî be; wezîr be jî, serfendar be jî, serokwezîr be jî, serokomar be jî divê vî hesabî bîdin; di dadgehek navneteweyî de werin darizandin û werin cezakirin. Lijneya Dadê ya Laheyê divê ji bo vê qirkirinê têkeve nava tevgerekî dîrokî. Bêguman ji bo vê yekê lazim e Amerîka, sûcên xwe ji dil bipejirîne, sûcdarên xwe pêşî kivş bike, wan bidadrizîne. Heke di derheqê civaka Kurd de Amerîka bi xwe re rû bi rû bibe, ewê gelek pirsgirêkên navneteweyî jî bikaribin bikevin riya çareseriyek demokratîk. Lewre Amerîka jî mecbûrî hilbijartinek bi vî rengî dibe. Riyên din ango; înkariya mafên gelan, tundiya leşkeri, kesên dijberên xwe weke terorîst binavkirin, ji êdî pêde tu tiştekî bi Amerîka nade karkirin. Êdî mecbur dibe ji xwe bipirse; “Gelo ma bi rastî jî kî terorîst e?!..” Di nava têkiliyên demokratîk û hevkariyên zelal û rêzdar de Amerîka bêhtir dikare kar bike. Ev yek jî li ser hîmê rûbirûbûna qirkirina Roboskî, veguherîna mirovane, dadyane, demokratîkxwaz heke pêk werîne, pêkan e ji bo Amerîka, heke na, mercên cîhanî ji bo pergala Amerîka her ku diçe teng dibin û Amerîka, ne di wê bîrê de be jî mecbûrî veguherînên radîkal dibe. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSİM 38'İN 1915'LE KOPMAZ BAĞLARI – 1 Hovsep Hayreni Not: Değerli okurlar, Bu makale geçtiğimiz 24 Nisan'da sunduğum “1915'in Denek Taşında Türk ve Kürt Siyaseti (1. ve 2. Bölüm)” başlıklı uzun yazının içinde bir alt başlıktı. Yazının bütünü Nisan sonu ve Mayıs başlarında Gelawej, Jarudiyar, Hyetert ve daha başka bazı internet sayfalarında yayınlanmıştı. İsteyenler ilgili sitelerin arşivlerinde bulup okuyabilir. Kızılbaş Dergisinin sayfalarına bütününü yansıtmak çok uzun sürecek ve bazı yönleriyle güncelliğini yitirecekti. Bu nedenle Kızılbaş için yazıdan en önemli gördüğüm tek bir başlığı ayırarak bağımsız bir makale şeklinde sunuyorum. Ki bu da yer darlığından dolayı iki bölüm olacak. 1915'in Dersim 38'e göre daha fazla çekince yaratma durumunu irdelerken ikisi arasındaki farklılıklardan hareket ettik. Burada ise daha çok benzerlik, ortaklık ve bağıntılarından yola çıkarak iki soykırım arasındaki devamlılığa dikkat çekmek istiyorum. 1937-38 imhası, 1915'in oldukça sınırlı bir alanda, fakat çapına göre muazzam yoğunlukta ve yine düşmanca bakılan dinsel, etnik, kültürel çeşitliliğe sahip halk grupları üzerindeki tekrarıdır. Ermenilerin tehcir ve kırımı için uydurulan “ihanet, isyan, düşmanla işbirliği” suçlamalarına benzer şekilde, Dersim Kızılbaş Zaza-Kürt ve Ermenilerinin imhasında da asılsız bir “isyan” imajı çizilmiş, halkın bölük-pörçük meşru savunma niteliğindeki direnişi buna kanıt gösterilmeye çalışılmıştır. Ermeni sorununda özerklik taleplerinden ve reform dayatmalarından kurtulma arayışının topyekün imha seçeneğini teşvik eden bir faktör olması gibi, Dersim sorununda da Osmanlı'dan beri gelen bölge halkının fiili özerkliğine son verme arzusu önemli rol oynamıştır. 1915'de aydınlar ve ileri gelen şahsiyetlerin ilk elden tutuklanması gibi Dersim'de de seyidler ve aşiret liderlerinin tutuklanmasına önem verilmiş, yine her ikisinde öncelikle silah toplama ihmal edilmemiş, böylece büyük imha sırasında halkın başsız ve direniş gücünden yoksun olması hedeflenmiştir. Bu benzerlikler bir yana, Dersim uygulamasındaki pek çok şey doğrudan 1915'in tecrübeleriyle hayata geçirilmiştir. İnsanları toplayıp ölüme götürmenin tuzak yöntemlerinden tutalım, işlenen cinayetlerin biçimlerine ve kurbanların trajik öykülerine kadar yığınla benzerlik görülür. Dersim'in kayıp kızları ve kaderleri de 1915'te Ermeni kızlarının başına getirilenlerin küçük çaplı bir tekrarıdır. Benzerlik birbiriyle bağıntısız olgular arasında da görülebilir. Burada ise sıkı sıkıya bir bağıntı var. Anlamak için biraz yakından bakalım: Fırat'ın iki büyük kolları arasında yer alan Dersim, 1915 Ermeni kırımlarının yoğun yaşandığı kazalar ve kanlı sürgün yollarıyla çevrilidir. Hemen kuzey sınırında Kemah Boğazı büyük sürgün kafilelerinin boğazlandığı bir yer olarak ünlenmiştir. Erzurum, Bayburt, Erzincan taraflarından getirilen Ermenilerin 25 bini burada kırılır. Fırat nehri Egin, Arapgir, Çemişgezek, Keban-Maden kırımlarını da yüklenerek aylar boyu aşağılara ceset taşır. Dersim'in doğu hatlarında Kiğı'dan Palu'ya, güney hatlarında Çarsancak ve Çemişgezek'ten Harput'a uzanan sürgün yolları aynı şekilde kanlıdır. Murat nehri üzerinde Palu'nun sekiz gözlü tarihi taş köprüsü devasa bir mezbaha gibi işletilir. Kiğı ve Oxu'dan getirilen sürgünlerle birlikte 10 bin kişi de burada kesilmiştir. Harput'ta Dzovk (Gölcük) gölü ve bir çok yer benzer katliamlara sahne olur ve burası da “mezbaha vilayet” olarak ünlenir. Devletin elinin erişebildiği ölçüde Dersim içlerinden de tehcire çıkarılan ve kırılanlar olur. Gelen felaketin büyüklüğü önceden kestirilemediği için Ermeni halkı gafil avlandığı gibi, Dersimli Kızılbaş dostları da tehcir sırasında onlara sahip çıkmada çekimser kalırlar. Hatırlatmakta yarar var ki, Taşnak ve Hınçak partilerinin örgütlü olduğu ve özsavunma hazırlıklarının azçok görüldüğü yerlerdeki Ermeni halkının direniş potansiyeli de genellikle harekete geçirilememiştir. Örneğin Dersim'e yakın Palu'nun Havav (Habab) köyü devletin direniş beklediği yerlerden biri iken şaşılacak şekilde pasifize olur. Bunda tehcir planının çok sinsi uygulanmasının rolü büyüktür. Dersim'e yakın diğer yörelerde bir tek Kıği'nin Xups (Hupus) köyü ve kısmen de Kemah'ın AşağıYukarı Pakariç (Pekeriç) köyleri silahlı direniş gösterebilmiştir. Yedi gün boyunca köy etrafında mevzilenerek çatışan Xupsluların önemli bir bölümünün Dersim'den göçle gelmiş Miraklı aileler olması dikkat çekicidir. Pakariç ise daha sonra Berlin'de Talat Paşa'yı cezalandıran Soğomon Teyleryan'ın köyüdür. Ama Dersim-Çarsancak köylerinde tek tek dağa çıkma örnekleri dışında tehcire karşı direniş olmamıştır. Buna karşılık tehciri takip eden aylarda Dersim kaçakların sığınağı haline gelir. Dersimlilerin büyük çoğunluğu Birinci Dünya savaşında Osmanlı ordusuna kızılbaş - sayfa 41 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 asker vermeyip Türk-Rus çatışmasında tarafsız davranmayı ve ancak kendi sınırlarını korumaya yönelik tedbirler almayı benimser. Bunun istisnası olarak, bölgenin daha çok kuzey-doğu hatlarında devlete milis vermekten Ermeni kırımına katılmaya kadar olumsuz rol oynayan aşiretler de vardır. Gül Ağa komutasında Osmanlı ordusuna yedeklenen Balaban aşireti, keza Çarekan, Şavalan, Kureşan, Hormek, Lolan gibi bazıları kısmen de olsa bu kapsamda anılabilir. Erzincan-Tercan arasındaki Balaban yöresi ile Pülümür ve Kiğı'nın büyük Ermeni köylerine yönelik katliamlarda devletin resmi güçleri yanında bunlardan yararlanıldığı anlatılır. Ama, o taraflardan kaçma imkanı bulan Ermeniler dahi Dersim'in iç bölümlerine güvenli bir liman gözüyle bakarlar. Özellikle geçişi kolay olan güney bölümlerinden Dersim'e firar olayı, para karşılığında kılavuzluk yapanların da olmasıyla kitlesel bir hal alır. Batı Dersim'de Ermenilere sahip çıkmasıyla tanınan etkili kişilerin başında Koçan aşireti lideri İdare İbrahim gelir. Harput, Arapkir, Egin ve Çemişgezek üzerinden bölgeye giriş yapan göçmenler Hozat ve Ovacık köylerine dağılır. Koçan, Şemkan, Karabalan, Ferhadan, Abbasan, Maksudan, Beytan, Kerikan ve daha başka onlarca aşiretin önde gelenleri ve halk yardımcı olur. Duruma göre ikili davranmış olan Diyab Ağa'nın bile önemli sayıda Ermenileri kendi köyünde sakladığı bilinen bir gerçektir. Güney-doğu Dersim sınırlarında Peri suyunun iki yakasına yayılmış Hizol (İzol) aşiretine bağlı onlarca köy Palu ve Oxu taraflarından perişan halde kaçan Ermenilere kucak açar. Bu mıntıkada sadece Gollanlı Aziz Ağa'nın himayesinde 250 Ermeni bulunduğuna tanıklık edenler var. Çarsancak ve Mazgirt üzerinden bir kısmı iç bölgelere geçerek Xıran, Alan, Yusufan, Haydaran, Demenan, Kureşan aşiretlerine ait köylerde barınma imkanı bulurlar. Bahsedilen dönem Dersim'de büyük bir devrimci kabarış yaşanır. Ermenilerin başına getirileni gören Dersimli Kızılbaşlar kendi gelecekleri için de endişelidir. Savaşın başından beri bekle gör pozisyonunda kalan Dersimlilerin önemli bir bölümü yaklaşan Rus ordusuyla ittifak ihtimalini de gözete- rek kendi bölgelerinde kontrolü ele geçirmek üzere silahlı bir kalkışma içine girer. Dersimli Miraklar ve sığınmacı Ermenilerden de katılanlar olur. Mart 1916'dan başlayarak Doğu kesimindeki bir dizi aşiret Mazgirt, Kızılkilise, Pah, Pertek, Peri merkezlerine saldırıp hükümet binalarını ve cephanelikleri ele geçirir. Batıda ise bir kısım aşiret güçleri Hozat'ı kuşatır. Yatıştırma yöntemleriyle sonuç alamayan İttihatçılar Miralay Deli Şevket kumandasında Harput'tan Dersim'e büyük bir askeri taarruz başlatırlar. Onlarca aşiretin direniş güçleri çarpışarak Xuti Dere ve benzeri dağlık alanlara çekilir. Dersimlilerin güçlerini toparlayıp ayaklanmayı sürdürmelerinden çekinen İttihatçı liderler gaddarlığıyla nam salan Deli Şevket Paşa'yı geri çeker ve tekrar sahte vaatlerle avutma taktiklerini devreye sokarlar. 1916 yazında Ruslar Erzincan'ı alınca Ermeni sığınmacıların Mercan dağlarından oraya aktarılma yolu açılır. Aynı zamanda Rus ve Ermeni komutanları ile Dersim ve Koçgiri Kızılbaş Kürt liderleri arasında görüşmeler olur. Bütün bunlar Türk yetkililerin istihbarat raporlarına girmekte gecikmez. Tehcir mağduru Ermenilere bireysel planda sahip çıkma örnekleri ülkenin dört bir yanından gösterilebilir. Ender bazı yerlerde aşiret veya sülale halinde, bir ağanın yada beyin ağırlığını koymasıyla koruyucu davrananlar da olmuştur. Ama bölge olarak kapsamlı korumanın yegâne örneğini verebilen Dersim’dir. İç Dersim’in yarı-bağımsız konumu bunun için elverişli bir zemin oluştururken, Kızılbaş-Zaza-Kürt aşiretlerin Ermenilerle görece iyi olan ilişkileri ve mazlumu kayırmaya yatkın hümanist özellikleri çekim merkezi olmasını sağlar. Sığınan Ermeniler bir yıl kadar güvendikleri aşiretler arasında korunur, sonra çokları halkın yardımıyla Rus denetimindeki Erzincan’a geçer ve Rusların savaştan çekilmesini takiben Ermeni gönüllü birlikleri eşliğinde Kaf kas bölgesine ulaşırlar. Bu şekilde kırımdan kurtulan Ermenilerin sayısı hakkında değişik tahminler yapılıyor. 30-40 bine varan tahminlerin abartılı olduğunu düşünebiliriz, çünkü yakın çevrelerden o kadar Ermeni nüfusun tehcirden kaçabilmiş olması pek mümkün değil. Ama bir kısım Dersimli Ermenilerle beraber 10 bin civarında sığınmacının Kürt aşiretleri arasında korunma bulduğunu söyleyen tanıklara inanmak gerekir. Bunu devletin Dersim raporları da doğruluyor. 1918 yılında 2. Kolordu Komutanı olarak Kâzım Karabekir'in hazırladığı Doğu Bölgesi Raporu'nda Dersim'in bütün önemli aşiret reisleri hakkında fişleme notları yer alır. Çok büyük bölümü devlet için güvenilmez sayılırken en fazla suçlama konusu yapılan fiil 1915'deki “Ermeni kaçakçılığı” olmuştur. Ermenilerin korunması ve Erzincan'a aşırılmasındaki rolünden uzunca söz edilen İdare İbrahim Ağa için sonunda şöyle fetva verilmiş: “Acımaksızın katli farz olan batı Dersim'in en hain, en şerir ve en şahsiyetsiz bir şakisidir” (Bkz: Faik Bulut, Dersim Raporları, s. 217). Raporda onlarca aşiretin bir dizi liderleri tehcirden kaçan Ermenilere yardımcı olmalarından dolayı suçlanmış ve fişlenmiştir. Raporun saydığı aşiret ve şahıs isimleri 1915'e tanıklık eden Ermenice kaynaklardaki isimlerle önemli ölçüde çakışıyor. Bu durum devletin sığınmacı Ermenileri Dersim içinden teslim alamadığı 1915-16 yıllarında yoğun bir istihbarat yaptığını gösteriyor. Hozat Mutasarrıfı Dersim aşiretlerinden “içlerindeki 10 bin Ermeniyi teslim etmelerini” iki defa yazılı olarak talep eder, Kormışka köyünde toplanan Batı Dersimli liderler bu çağrıları diplomatik dille olumsuz yanıtlayıp Ermenileri saklamakta kararlı davranırlar. Sonraki gelişmelerden anlıyoruz ki, devlet bunu ilerde hesaplaşmak üzere bir kenara yazmıştır. (Devam edecek) kızılbaş - sayfa 42 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni Soykırımı’nda Alman rolü Yazıma bir duyuru ile başlayayım. Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi, bizleri İstanbul’daki Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinin Çankırı’ya ve Ayaş’a doğru bir ölüm yolculuğuna çıkarıldığı o meşum günün 97. yıldönümü olan 24 Nisan 2012 günü saat 19:15’te Taksim’e davet ediyor. O gün orada olacağım. Bugün de, “Özür literatüründe Almanya ve Japonya örneği” (Taraf, 27.112012) başlıklı yazımda söz verdiğim gibi, 1915-1917 arasında tehcir adı altında yapılan soykırımda Alman uzmanların rolünü ele alacağım. Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan 1878 Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi uyarınca Doğu Anadolu’da Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı altı vilayette yapılması gereken Ermeni Islahatları’nın bir türlü yapılmaması üzerine ortaya çıkan gerilim sonucu 1894 yılında, Doğu Anadolu’da başlayan, ardından Orta Anadolu ve Karadeniz bölgesine yayılan ve 26 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası Baskını ve onu izleyen katliamların ardından 1909’a kadar sönümlenen toplumlararası çatışmalarda, bazı kaynaklara göre 80 bin, bazı kaynaklara göre 200 bin Ermeni hayatını kaybetmişti. Bu olaylar yüzünden Avrupalı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu izole etmesinden korkulduğu günlerde, Ortadoğu’da Alman hegemonyası ile ilgili gizli emelleri olan Kayzer II. Wilhelm, dönemin padişahı II. Abdülhamid’e imzalı bir aile fotoğrafını yaş günü hediyesi olarak gönderdi. Abdülhamid bu hediyeye çok sevinmiş, Kayzer’e tekrar tekrar teşekkür etmişti. 1897 yılında, Kayzer’in tavsiyesiyle İstanbul’a gelen ve Osmanlı ordusunu yeniden örgütleyen Goltz Paşa’nın hazırladığı planlar sayesinde Yunan ordusu bozguna uğratılınca, Abdülhamid Kayzer’i İstanbul’a davet etti. Kayzer’in 7.11.2010 tarihinde bu sayfalarda ayrıntılarıyla anlattığım 1898 tarihli Doğu Seyahati sırasında Milliyetçi liberal Alman gazetesi Badische Landeszeitung, Abdülhamid’i kastederek “Elleri Ermeni kanına bulanmış bir adamın elini Kayzer nasıl sıkacak? Bu gezide yatın kömür masraflarını ayşe hür haşmetmeab kendi tahsisatından mı, yoksa devlet kasasından mı ödüyor?” diye sert bir eleştiride bulunmuştu. Resmî ideolojiyi savunan Germania bu yazıya “Budala şaşkın liberallerin zırvası” diye cevap verirken, liberal gazete Constanzer Zeitung “Ermenilerin kendileri suçlu. Abdülhamid olmasa Türkiye ayakta duramaz. Abdülhamid akıllı bir diplomattır. Sınırları dışında bile halife olarak hürmet görür, İmparator’un böyle bir Sultan’a misafir olması önemli olaydır” diye cevap vermişti. Sosyalist ve komünistlerin tavrı Bu polemiklerin arkaplanında Bernstein ve Kautsky’nin liderliğini yaptığı Revizyonist Sosyalist Parti ile komünist Liebknecht’in başını çektiği Spartakistlerin çatışması vardı. İlginç biçimde, Revizyonistler Abdülhamid’in Ermeni politikalarını eleştirirken, Spartakistler 1853-1856 Kırım Savaşı’ndan beri, Çarlık Rusya’sına karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemeyi doğru bulan Karl Marx ve Friedrich Engels’in politikalarını izliyorlardı. Liebknecht’in yoldaşlarına göre Balkanlar ve İstanbul’da Çar’ı görmektense Sultan’ı görmek evlaydı. Kayzer de böyle düşünüyor olmalıydı ki, Almanlar Birinci Dünya Savaşı’na girerken, Osmanlı İmparatorluğu’nu İtilaf Devletleri’nin eline bırakmamak için kesenin ağzını açmışlardı. (1914’te Almanya ile kol kola nasıl Cihan Harbi’ne girdiğimizin hikâyesini de 18.9.2011’de bu sayfalarda anlattığımdan hızla devam ediyorum.) Önce Almanya’daki Almanların 19151917’de yaşananlara dair tavrına ilişkin küçük bir özet yapalım. Almanlar kamuoyuna yönelik açıklamalarında konudan habersiz gibi davranıyorlardı. Örneğin çok satan sol eğilimli Berliner Tageblatt gazetesi, günde üç dört baskı yaptığı halde, 24 Nisan 1915’te gayrı resmî olarak başlayan Ermeni Tehciri/ Soykırımı’na değinen haber sayısı sadece beş tane idi. Bunlardan üçü Talat Paşa, Enver Paşa ve Halil (Menteşe) Bey’le yapılmış röportajlardı. İkisi ise Osmanlı kaynaklı iki haberin tekrarıydı. Halbuki başka kaynaklardan bilindiği gibi, o sırada Almanya’da Anadolu’da nelerin olup bittiğini bilen çok kişi vardı. Örneğin, Sosyal Demokratların ve Hıristiyanların yayın organlarında çalışan uzmanlar, İstanbul’daki Doğu İstihbarat Bürosu’nun istihbaratçı şarkiyatçıları, Protestan Kilisesi’nin önde gelenleri, Alman Katolik Kilisesi’nin önde gelenleri ve Papa, Deutsche Bank’ın başkanı ve Reichstag’ın (Parlamento) bazı üyeleri Anadolu’da olanları biliyorlardı. Nitekim, basında bu konulara en fazla yer ayıranlar Hıristiyan gazeteleriydi. Ancak onlar da son derece dikkatli ve kontrollü bir dil kullanıyorlardı. Sosyalistler ise “savaştayız ve hükümet bu ittifakın bizim için önemli olduğunu düşünüyorsa, biz bu ittifakı devam ettireceğiz” diyorlardı. Madalyonun iki yüzü Osmanlı ülkesindeki Alman görevliler ise 1915’e kadarki dönemde merkezden gelen emirler uyarınca Ermeni taleplerini geri çevirmişlerdi. Çok sıkıştıkları zamanlarda ise, konuyu “savaştan sonra” görüşmek üzere savuşturmuşlardı. Nitekim Osmanlı Devleti’nde yaşayan Alman işadamları, bankerler, mühendisler ve diplomatlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni politikalarını protesto ederken, Kayzer: “Türkler ne yaparlarsa yapsınlar, bizim müttefikimiz onlardır, Ermeniler değil” diyordu. Taner Akçam’a göre Alman karar alıcılar, 1915 baharından beri İttihatçı liderlerin Ermeniler için yaptıkları planlardan haberdarlardı. Ancak Mart 1915’te Müttefiklerin Gelibolu Harekâtı başladığında Almanlar için durum hayat memat meselesine dönmüştü. Almanlar o sırada Belçika, kızılbaş - sayfa 43 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fransa, Galiçya ve Doğu cephesinde yaşananlarla da baş etmek zorundaydılar. Dolayısıyla Anadolu’da nelerin olup bittiğine pek dikkat etmiyorlardı. Örneğin 1890’lı yıllardan beri Doğu Anadolu’da görev yapan Protestan Rahibi Johannes Lepsius’un (biyografisi yanda) Almanya’ya gönderdiği raporları önemsenmiyordu. Biraz daha ayrıntıya girmek gerekirse, bugün Alman arşivleri üzerinde çalışan uzmanlar, 1915 Ermeni Tehciri/Soykırımı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’nda görevli Alman askerlerin, diplomatların (kısaca Alman uzmanların) rolleri konusunda ise ikiye ayrılıyorlar. Bazı araştırmacılara göre Alman uzmanlar Tehcir’in soykırıma dönüşmesinin asıl sebebiydi. Bazı araştırmacılara göre ise, Almanların merkezden yönlendirilen, sistematik bir tutumu yoktu. Daha çok kişisel yaklaşımlar sözkonusuydu. Dadrian’ın yorumu İlk gruba Alman tarihçiler Tessa Hoffman ve Wolfgang Gust, İsviçreli tarihçi Christoph Dinkel ve Ermeni araştırmacı Vahakn Dadrian giriyor. Bunlardan bizde daha iyi tanınan Dadrian’a göre Almanların Bakü petrol bölgesine ulaşma niyeti Pantürkizm’in kışkırtılmasına, Berlin-Bağdat demiryolu hattının güvenliği ve Almanların Ermeni burjuvazisinin yerine geçme düşünceleri de soykırıma giden yola döşenen taşlardı. Dadrian, Alman etkisini iki kategoride inceler: Biri tavsiye ve kolaylaştırma, diğeri de rıza ve icabet etme. Dadrian’a göre Alman askerî misyonuna bağlı görevlilerin bir kısmı kararları verirken, bir kısmı verilen kararları uygulamış, bir kısmı Ermenilere yapılan muamelelere rıza göstererek göz yummuştur. Dadrian’a göre katliama bizzat iştirak eden Alman görevliler de vardır. Örneğin Mart 1915’te isyan eden Zeytun’a Osmanlı birliklerinin gönderilmesi emrini bir Alman subay vermiştir. Ağustos 1915’te Musa Dağ’a saklanan Ermeni köylüleri kuşatan Osmanlı birliklerine bir Alman komu­t a ediyordu. Ekim 1915’te Urfa’da toplanan Ermeni sürgünlerin etrafının kuşatılmasını Suriye’deki Alman Kurmay Eberhard Graf Wolfskeel von Reihenberg yönetiyordu. Bağdat Demiryolları Şirketi ile Alman ordusu arasındaki ilişkileri sağlayan görevli Colonel Böttrich, şirketin bazı Ermeni işçilerinin tehcirine bizzat izin vermişti. Serdar Dinçer de, kaynakçada künyesini verdiğim kitabında Dadrian’ı destekleyen örnekler veriyor ve sürgün kafilelerine saldırılarda görev alan sabıkalı timleri örgütleyen Miralay Seyfi’ye propaganda çalışmalarında yardım eden “Kayzer’in Casusu” Max von Oppenheim’dan, “Türk hükümetine karşı tehlikeli bir ayaklanma içinde olan bir ahaliye biz yardım edemeyiz” diyen Osmanlı ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Schellendorf’tan, “Ermenilerin şimdi az ya da çok kökleri kazınıyor. Bu katıca, ancak yararlı” diyen Kayzer’in muteber adamı denizci Humann’dan, “Türkler Ermenilere karşı mümkün olduğunca sessiz ve radikal şekilde yürüyor. (Bunların dörtte üçü bertaraf edilmiş durumda.) Umarım bu dram yakında son bulur” diyen Amiral Suchon’dan, sürgünlerin acıklı durumlarını anlatan raporları sumen altı etmekle meşgul olan Büyükelçi Wangenheim’dan bahsediyor. Ancak Dadrian soykırıma tavır alıp belgeleyenlerin de yine bu misyon görevlileri olduğunu teslim eder. Bu işlevleri görenler arasında, İstanbul’daki Alman Büyükelçiliği Müsteşar Vekili Neurath, Almanya’nın Erzurum Konsolosu Scheubner-Richter (daha sonra Hitler’in en yakın adamı olacaktır) Teşkilat-ı Mahsusa’da görevli olan Albay Stange, Ege’de görevli von Sanders’in adını sayar. Anderson’un yorumu Alman arşivlerinde çalışan Amerikalı araştırmacı Margareth Anderson’a göre ise Dadrian gibi yazarlar durumu abartmaktadır. Osmanlı ordusundaki Alman askerler Alman Genelkurmayı’na bağlı olmadığı için (çoğu Prusya ordularından emekli olmuş, atılmış ikinci sınıf askerlerdi) benzer bir emri Ermeni Tehciri konusunda veremezdi. (Gerçekten de Enver Paşa’nın Erkân-ı Harbiye Reisliğine bizzat seçtiği, “vasatlığı ile tanınan” Schellendorf Enver Paşa’nın her dediğine evet diyecek biriydi. Ancak bu adam bile bazen “Türk hükümetine karşı tehlikeli bir ayaklanma içinde olan bu ahaliye biz yardım edemeyiz” derken bazen de Ermeni işçilerin sürülmesine karşı çıkmıştı.) Anderson’a göre, Almanya’nın elindeki tek silah, Osmanlı Devleti’ne söz verdiği beş milyon markı göndermekten vazgeçmesiydi ancak bu da genel stratejik hedefler açısından zararlı olurdu. Yine Anderson’a göre Osmanlı ülkesinde görevli Alman yetkililer İttihatçıların Ermenilere karşı eylemlerini büyük bir dikkatle izlediler, Ermenilerin büyük bir kısmının hain olmadığını tesbit ettiler, bunu hükümetlerine bildirdiler ancak olayları önlemek için bir şey yapmadılar. Bu da o dönemdeki bütün ülkelerin askerlerinin tavrından farklı değildi. Nitekim 1909-1917 arasında Almanya Şansölyesi (Başbakanı) olan Bethmann Hollweg bir raporunda şöyle yazmıştı: “Bizim tek hedefimiz, Türkiye’yi savaşın sonuna kadar kendi tarafımızda tutmaktır, bu arada Ermeniler mahvolur veya olmaz, fark etmez.” Ve bu politika uyarınca 1915’te İstanbul’a Alman Büyükelçisi olarak atanan Metternich, “Ermeni Tehciri hakkındaki gerçekleri fazla vurgulamaya başlayınca” 1916’da görevinden alınmıştı. Serdar Dinçer’in kitabından Anderson’u destekleyen birkaç olumlu örnek de verebiliriz: Trabzon’dan Bergfeld, Samsun’dan Kuckhoff, Musul’dan Holstein, Adana’dan Büge, Tekirdağ’dan Ziemke, Bağdat’tan Dr. Schact, Şam’dan Lytved-Hardegg, Halep’ten Niepage adlı görevliler sürgünlerin maruz kaldıkları korkunç muamele konusunda merkezi sürekli uyarmışlardı. Almanya’nın Halep Konsolosu Rössler 27 Temmuz 1915 tarihli uzun raporunda Tehcir’e dair öyle korkunç bilgiler vermişti ki, Almanya Dışişleri Dairesi Müsteşar Yardımcısı Zimmerman, savaş sonrasında Almanya’dan hesap sorulmasından korkmaya başlamış ve görevlilere Almanya’yı temize çıkaracak belgeler toplamaları için emir vermişti. Aynı şekilde Bağdat Demiryolları Şirketi’nin 2. Direktörü Günther başta olmak üzere şirketin bazı Alman çalışanları bazı Ermenileri saklamış, korumuşlar ve merkez ofisleri nezdinde olayı protesto etmişlerdi. Cemal Paşa’nın yardımcısı Albay (daha sonra General) von Kressenstein Suriye’de 400 Ermeni yetiminin hayatını kurtarmıştı. (Bu kitabın ekindeki belgeler, kötü tercümeyi gör- kızılbaş - sayfa 44 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mezden gelirseniz, 1915-1917 arasındaki vahşeti anlatan eşsiz bir kaynak, okumanızı şiddetle tavsiye ederim.) Sonsöz Yer olsaydı örnekleri daha da çoğaltabilirdim, ama tablo değişmezdi. Anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı ülkesindeki Alman askerî uzmanlar sonunda bir soykırıma dönüşen tehcir sırasında tek tip davranmamışlardı. Almanya ise savaş sonrasında da Enver, Talat ve Cemal gibi bu kanlı sürecin üç asli failine kol kanat gererek Kayzer’in mirasına sahip çıkmıştı. Ama en kötümser bakış açısıyla bile Ermenilerin başına gelenleri Almanların sırtına yıkıp İTC’yi ve onun seferber ettiği kesimleri temize çıkaramayız. Nitekim Talat Paşa bile anılarında “Bazı fena fikirli düşman propagandacıları Almanların Türkleri, Ermenileri ezmek hususunda teşci ettiklerini söylemek suretiyle Ermeni hadiseleri dolayısıyla Almanya’nın şerefine de tecavüz etmişlerdir. Hadiseler ise tamamıyla aksini ispat etmektedir” demişti. *** Lepsius kimdir? Bugün 1896-1915 yılları arasında Anadolu Ermenilere ne olduğunu en çok Johennes Lepsius adlı bir rahibin çalışmalarından biliyoruz. Entelektüel bir ailenin çocuğu olarak üniversitede matematik okumuş, doktorasını felsefe dalında almış olan Lepsius, misyonerlik faaliyeti yürütmek üzere Osmanlı ülkesine 1896 yılında gelmiş, aynı yıl Urfa’da Ermenilere Yardım Cemiyeti’ni kurmuştu. Örgütün adı dört yıl sonra “Alman Doğu Misyonu” olarak değiştirilmişti. Bu tarihten itibaren aralıksız olarak Osmanlı ülkesinde kalan Lepsius 16 Haziran 1914’te Türk-Alman Derneği’ni kurdu. Derneğin kuruluşu için yayımlanan çağrı mektubunu imzalayanlar arasında ünlü romancı Thomas Mann da vardı. (Dernek 1956 yılına kadar faaliyet gösterdi.) Oğlunun Doğu Cephesi’nde hayatını kaybetmesinden sadece beş gün sonra, Almanya Dışişleri Bakanı Zimmerman’ın görevlendirmesiyle İstanbul’a gelen Lepsius, 1915 temmuzunun sonlarında İstanbul’da Tokatlıyan Han’da Enver Paşa’yla görüştü ve ondan Ermenilere karşı insaflı olmasını rica etti. Ancak Ermenilerin büyük bir kısmının tehciri tamamlandığı için Lepsius’un ricaları işe yaramadı. Lepsius 1915-1917 sürecine ilişkin gözlemlerini “Türkiye’deki Ermenilerin Durumu Hakkında Rapor” adıyla ve yaklaşık 20.500 adet olarak 1916 yılında Almanya’da gizlice yayımladı. Alman hükümeti bunların büyük bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu yetkilileri duruma müdahale etmeden toplattı. Bu tarihten itibaren Lepsius’la Alman hükümetlerinin arası iyice açıldı, nihayet Lepsius Hollanda’da inzivaya çekildi. 1917 yılı sonbaharında Lepsius tekrar hatırlandı. “Başta Ermeniler olmak üzere Doğu’daki Hıristiyanlar için yapmış olduğu etkin çalışmaları” için Berlin Üniversitesi Teoloji Fakültesi tarafından “fahri doktora” payesi verilen Lepsius Almanya’ya dönerek hevesle çalışmaya başladı. Savaştan sonra Alman Dışişleri Bakanlığı’nın desteğiyle, arşiv belgeleriyle des- Kızılbaş Yayınevi Kitap-Dergi-Afiş-Dizgi Tasarım-Grafik Dijital ve Ofset baskı işleriniz itina ile yapılır. Tel: +49 (0) 177 502 88 53 [email protected] teklediği Almanya ve Ermenistan 1914-1918. Toplu Diplomatik Belgeler başlıklı kitabını ise Mayıs 1919’da yayımladı. Bu kitap, uzun yıllar, Lepsius, Almanları suçlu veya sorumlu gösterecek, Ermenileri suçlayan bazı belgeleri ve ifadeleri yayımlamadığı için Türk resmî tarihçileri tarafından kaynak olarak değersizleştirmeye çalışıldı. Ancak, hatıratın sansürsüz şeklini “Almanya ve Ermeniler” adı altında yayımlayan Alman tarihçi Wolfgang Gust, Lepsius’un atladığı belgelerin ve yaptığı tahrifatların işin esasını değiştirecek kadar önemli olmadığını ortaya koydu. Özet Kaynakça: Vahakn N. Dadrian, Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Toplu Makaleler, Kitap 1, Çeviren: Atilla Tuygan, Belge Yayınları, 2004; Dadrian, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, Toplu Makaleler, Kitap 2, Çeviren: Attila Tuygan, Belge Yayınları, 2005; Dadrian, İttifak Devletleri Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, Toplu Makaleler, Kitap 3, Çeviren: Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, 2006; Margareth Anderson’la Khatchig Mouradyan’ın yaptığı mülakatın İngilizce versiyonu için bkz. http:// headoverhat.blogspot.com/2007/06/ inter view-with-margaret-anderson. html; Mustafa Çolak, “Kaynak Kritiği ve Tehcir Olayında Belge Tahrifatı–Johannes Lepsius Örneği”, http://www. ttk.org.tr/templates/resimler/File/Makaleler/247/247_9/247_9.html; Serdar Dinçer, Alman Belgelerinde AlmanTürk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler, İletişim Yayınları, 2011. kızılbaş - sayfa 45 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Der Zor Cehenneminden TKP Teşkilat Bürosu´na: Salih Zeki (Zor) Der Zor´un Ermeniler için ne anlama geldiği konusuna değinmeyeceğim. Sadece iki Ermeni ağıtından alıntı yapacağım: “Der Zor dedikleri büyük kasaba / Kesilen Ermeni gelmez hesaba / Osmanlı efratı dönmüş kasapa.” Diğer ağıtta şöyle: “Der Zor çölünde şaşırdım kaldım / Yitirdim anamı, yitirdim babamı / Oy anam, oy anam, halimiz yaman! / Der Zor çölünde kaldığım zaman.“ Der Zor, kesilen Ermeni´nin hesabının bilinmediği, tüm Osmanlı´nın „kasap“ olduğu ve Der Zor, orada kalanın halinin yaman olduğu bir yer. Eğer Der Zor´da 1916 yılında olup bitenleri bilirseniz, bu ağıtların çok "hafif” kaldığını anlarsınız. 1916 yılında Der Zor´da ne olup bittiğini konsoloslardan öğrenmeye başlayalım. Amerika´nın Halep Konsolosu Jesse B. Jackson, Büyükelçi Henry Morgenthau’ya gönderdiği raporda, 3 Şubat 1916 tarihi itibariyle Halep ve Şam civarları ile Fırat nehri boyunca Der Zor’a kadar olan bölgede toplam 486.000 kişinin hayatta olduğunu bildirmekteydi. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Ermenilerin yeni yerleşim yerlerindeki toplam nüfusu, müslüman nüfusun % 10’unu aşamayacak şeklindeki emrini uygulamak için Der Zor’da yaz aylarında birçok katliam yapıldı. Yaklaşık 200.000 civarında Ermeni´nin imha edildiğini yazarlar tarihçiler. Bölgede olup bitenleri yakından izleyen Almanya’nın Aleppo (Halep) Konsolosu Rössler, 27 Nisan 1916´da, Der Zor Mutasarrıflığı için „20 Nisan tarihinde Der Zor’da görev yapan bir Türk subayından öğrendiğime göre, Der Zor mutasarrıfı yerli halkın % 10’u kadar Ermeni’yi orada (Der Zor’da) bırakıp gerisini Musul’a sürmek üzere emir almış „ şeklinde bir rapor gönderir. Rössler ayrıca Halep ve Der Zor hakkında ayrıntılı raporlar yazmış, 29 Temmuz 1916´da Alman Başbakanı Bethmann Hollveg’e gönderdiği raporda, Der Zor Mutasarrıflığı’ndaki Se lc uk Uzun Ermenilerin 17 Temmuz itibariyle bölgeyi terk etme emri aldıklarını bildirir. Merkezi Hükümet yerli nüfusun % 10’u kadar Ermeni’nin kalmasına karar vermiştir. Rössler „son geriye kalanların imha edilmeleri gerekecek“ der. Bu amaca uygun olarak Der Zor Mutasarrıfı Suad Bey görevden alınmış yerine „zalim bir kişi göreve atanmıştır.“ Rössler ayrıca „Fırat yakınlarına sürülen Ermenilerin yavaş yavaş imha sürecine ilişkin güvenilir bir kişinin raporu“ başlığını taşıyan bir rapor da gönderir. Rössler yüksek rütbeli Alman bir memurun tanıklıklarını aktarır: Bana 18 Temmuz’da SabkaHammam-Meskene yolunun parçalanmış elbise parçaları ile dolu olduğunu anlattı. Sanki oradan bir ordu geçmiş gibiydi. 6 aydır Meskene’de bulunan bir Türk eczacı, sadece Meskene’de 55.000 Ermeni’nin gömülü olduğunu söyledi. Aynı rakam ondan bağımsız Salih Zeki olarak bir Türk subay yardımcısı tarafından da söylenmişti. Der Zor’dan 16 Temmuz’da Ermenilerin tekrar sürgüne devam edeceği haberi geldi. Ayın 17.’sinde tüm dini liderler ile önde gelen erkekler tutuklandı. 22 Temmuz’a kadar tüm Ermeniler tekrar sürgüne gönderildiler. Daha önce merkez hükümetin, Ermenilerin oradaki yerlilerin % 10’unu geçmemeleri yönündeki emir, geride kalanların temizlenmesi ile uygulanacaktı. Ayrıca başka bir değişiklik te, büyük bir ihtimalle insancıl mutasarrıf Suat Bey’in Bağdat’a atanması ve yerine acımasız halefinin gelmesi. 23 Ekim 1916´da Konsolos Rössler, 1 yıldır Der Zor’da bulunan Antepli Hosep Sarkisyan’ın anlattıklarını şöyle aktarır: Zeki Bey’in gelmesi ile yeni sürgünler başladı. Temmuz ve Ağustos aylarında Sabka, Der Zor, Meyadin, Ana ve diğer yerlerdeki 15.000’den fazla sürgünü Marrat köyüne götürme oradan da 2-4 bin kişilik karavanlarla tekrar sürgüne gönderme emri verdi. Hosep’in kafilesi 1.700 kişiden oluşuyordu. Habur nehri kıyısındaki Şedadiye’de Çerkezler tarafından baskına uğrarlar. Tüm kafile elbiselerine kadar soyulur. Elbiseler Araplara dağıtılır. 3 saat sonra Karadağ mevkiinde Çerkesler tarafından ikinci kez baskına uğrarlar. Ve kafile katliama uğrar. Hossep bir arabaya binmiş mutasarrıf Zeki Beyi görür. Katliam yapan Çerkesleri „bravo“ haykırışları ile cesaretlendirmektedir. Çerkeslerin birçok kere baskınına ve katliamına maruz kalan kafileden 31 kişi sağ kalır. Beatrice Rohner’in raporunda da şunlar yazılıdır: 20 Nisan’da Meskene’ye vardığımda 3500 sürgün Ermeni ve 100 yetim çocuk buldum. Meskene geçici bir durak olmasına rağmen bazıları arabacı, fırıncı gibi işlerinde çalışıyor. Geriye kalanlar dileniyorlar. Hastalar çadırsız ve örtünecek birşey olmadan yakıcı sıcakta duruyorlar. Hükümet ne ekmek ne de çadır veriyor. Meskene’de iken Bab’tan bir kafile geldi. Anlatılamaz bir durumdaydılar.“ Rohner ayrıca hergün büyük kafileler halinde Ermenilerin Musul istikametine gönderildi- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğini yazar. 5 Eylül 1916´da Aleppo’dan Alman diplomat Hoffmann, İstanbul’daki Büyükelçiliğe şu raporu gönderir. Fırat kıyısından Der Zor’a kadar herbirinde 1-2 bin kişinin bulunduğu küçük kamplar var. Son seyahatimde gördüğüm 20-30 bin Ermeni insani düşünen mutasarrıf yönetiminde biraz nefes alabilmişlerdi. Ancak birkaç ay önce yeni atanan şimdiki acımasız mutasarrıf Çerkes Zeki Bey, birkaç zanaatkarın dışındaki herkesi ve 1.200 çocuğu tekrar sürgüne gönderdi. Duyduğuma göre Habur nehri civarlarında genel kanıya göre katledildiler veya herhangi bir şekilde öldüler. El-Hammam yakınlarında aileleri olmayan 6-700 Ermeni hükümete çalışıyorlar. Kış soğuğu gönderilenleri kesinlikle ortadan kaldıracaktır. Der Zor’dan resmi olarak Musul’a gönderilenlerin akibeti konusunda, son aylarda kaç kişinin oraya geldiğini Musul Konsolosundan sordum. Bana verilen bilgiye göre, 15 Nisan’da 19.000 kişilik 4 kafile iki ayrı yoldan Der Zor’dan çıktılar. Habur nehri kıyısındaki bir kampta birleştiler. 22 Mayıs’ta, yani 5 hafta sonra bu kafileden yaklaşık 2.500 kişi, aralarında birkaç yüz erkek Musul’a vardılar. Kadınların ve kızların bir kısmı yolda Bedevilere satıldı. Geri kalanlar açlık ve susuzluktan yolda öldüler. 3.5 aydan beri Musul’a yeni kafile gelmedi. Gerçek, Der Zor’daki halkın düşüncesine ve bunu kanıtlayan gerçek bilgilere göre yeni Çerkes mutasarrıfın hükümdarlığı altında, Der Zor’dan gönderilenlere Fırat-Habur üçgeninde kısa süren bir muamele yapıldığıdır. Ölenlerin çocukları için kurulan yetimhaneler henüz dağıtılmadı. Buradaki sürgün komiserinin yardımcısı yönetici hemşire resmi olarak, bu yetimlerin Konya’daki büyük ulusal yetimhaneye gönderileceklerini, Türk ismi alacaklarını ve Türk gibi (yani müslüman) yetiştirileceklerini açıkladı. Der Zor´da 1916 yılının sonuna kadar olup bitenleri konsoloslar böyle aktarıyorlar. 1915 yılının Ekim/Kasım ayında Ras Ül Ain ve Halep´e binlerce Ermeni kafilesi gelir. Bu aylarda Doğu Anadolu´da tehcir genelde sona ermiştir. 1916 yılının Ocak ayında Aleppo kuzeyindeki kamplar kapatılır ve burada kalanlar Der Zor´a gönderilmeye başlanır. Hergün sadece açlık ve has- talıktan 150-200 kişinin can verdiği Der Zor´a akın akın Ermeni kafileleri gelmeye başlar. 1916 yılının ortalarına kadar genellikle açlık ve hastalık nedeniyle ölümlerin hüküm sürdüğü toplama kamplarında, Anadolu´nun dört bir yanından gelen Ermeni kafileleri nedeniyle kapasitenin üzerinde bir yığılma olur. Bu durumdan kurtulmak için Ermeni kafileler Musul´a gönderilmeye başlanır. Çölün ortasına sürülen kafilelerin çoğu açlıktan ölürken, bir kısmı da yöredeki Çerkes, Çeçen ve Arap çeteleri tarafından katledilirler. Eldeki bilgilere göre 1916 Temmuz ayına kadar Der Zor Mutasarrıflığı yapan Ali Suad Bey, eldeki olanaklar ölçüsünde Ermenilere iyi davranır. Onlara iş imkanı sağlar, daha iyi yaşam koşulları için civardaki köylere dağıtır, elinde ne varsa adeta seferber eder. Talat Bey´in müslümanların % 10´u kadar Ermeni bulundurulması emrini bir çeşit görmezlikten gelir, genellikle uygulamaz, Ermenileri çeşitli yerlere dağıtır. Ancak Talat Bey´e „Ermenilere iyi davranıyor“ diye şikayet edilir. Talat Paşa, Halep ve Der Zor´a 1916 ortasında iki atama yapar. Halep`e Abdulahat Nuri, Der Zor´a Salih Zeki. Daha sonra „Zor“ soyadını kullanan Salih Zeki´nin 1913 yılında Alaşehir (Manisa) kaymakamlığı yaptığı ve bölgedeki Rum tehcirinde aktif rol aldığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Der Zor´a atanmadan önce ise Kayseri Everek (bugünkü Develi) kaymakamı idi. Ayhan Aktar´ın „Yüzbaşı Torosyan’ın hikayesi“ başlıklı yazısında, 1915 yazından itibaren Everek´ten Ermenilerin İttihatçı Zeki tarafından sürüldüğünü, şehrin biraz dışında kafilelerin çeteler tarafından önce soyulup sonra da öldürüldükleri anlatılır. Torosyan ailesi, oğulları subay olduğu için hemen tehcir edilmez. Sonra Kaymakam Zeki, oğullarının savaşta öldüğünü söyler ve Torosyan ailesini de çöle sürer. Sarkis Torosyan´ın ailesi İslahiye´de katliama uğrar yalnız kızkardeşi Bayzar kurtulur ve Suriye´ye ulaşır. Torosyan´ın daha sonraki hayatı kısaca bu yazıda anlatılmaktadır. Aslen Çerkes olan Salih Zeki´nin Der Zor´a atanmasıyla, burada Ermeniler için başka bir dönem başlar. Der Zor´daki toplama kampları yağma edilmeye başlanır. Çerkes, Çeçen ve Arap Bedevi çeteleri bizzat Salih Zeki´nin emirleri sonucu resmen katliama başlarlar. Katliamdan önce tutuklama, işkence, idamlar, soygun, gasp, tecavüz, salgın hastalık, açlık Ermenileri kırıp geçirir. Der Zor´daki Ermenilerin sayısı Talat Paşa´nın emrine göre müslüman nüfusun % 10´unundan fazladır. Salih Zeki 1916 sonuna kadar nüfus azaltma işini layıkıyla becerir. Yaklaşık 200 bine yakın Ermeni´nin katledildiği tahmin edilmektedir. Bölgede bulunan konsolosluklar, diğer yabancılar, Alman ve Ermeni tanıklar, Salih Zeki´nin özellikle gaddarlığını anlatırlar. Salih Zeki katliamlara özel arabasıyla eşlik eder, ortalık yerde Ermeniler kesilirken „bravo“ haykırışları ile onları teşvik eder. Der Zor Ermeniler için yok olmanın, inanılmaz acıların bir sembolü. Der Zor´da Salih Zeki, gaddarlığın, vahşetin, insan oğlunun varabileceği en uç barbarlığın bir sembolü olarak bilinir. Der Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Çeçen infazcılara „Rüşvete niye ihtiyacınız var? Şayet istediğiniz paraysa, evvela onları öldürün, sonra paralarını alın… Imparatora hizmet ediyorsunuz, bu sebepten, işiniz meşru.“ diye akıl verirken, Tasviri Ef kar muhabiri Agah Bey´in „ Senin için 10.000 Ermeni imha etti diyorlar“ demesine karşılık verdiği yanıt ta „meşhurdur“: “Benim namusum var. On bine tenezzül etmem. Daha çık bakalım.” Der Zor´da olup bitenleri Kevorkian , „soykırımın ikinci aşaması“ olarak nitelendirir ve Salih Zeki de “katliamın celladı” olarak anılır. Alman Ludvig Schraudenbach Muharebe adlı kitabında Salih Zeki´den „Avrupai şık giyimli vali bizi çok iyi karşıladı“ diye yazar ve „Ermeni çocukların kütüklere bağlanıp ateşe atılması“ dahil şoke edici mezalimlerin bu bölgede gerçekleştirildiğini anlatır. Der Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Kasım 1916’da İstanbul’a çağrıldığında, beraberinde Ermeni kurbanlarından rüşvet aldığı on binlerce altınla dolu sandıklar bulunduğu söylenir. Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde ikinci bir „Deyr-i Zor Tehciri“ davası, Salih Zeki hakkında açılır. Sanık firardadır. Dava kısa sürer ve 28 Nisan 1920´de Salih Zeki idam cezasına çarptırılır. Davanın karar sureti şöyledir: „Zor Sancağı´na tehcir edilen Ermenileri katl ve imha ve mallarını gasb ve yağma eylediği iddiasıyla sanık kızılbaş - sayfa 47 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olup, halen firarda bulunan eski Zor Mutasarrıfı Zeki Bey hakkında icra kılına muhakeme neticesinde, adı geçenin Osmanlı memleketlerinin muhtelif memleketlerinden Zor Sancağı´na tehcir ve iskan edilmiş olan birçok Ermenileri çetecilerden tertib ve teşkil eylediği atlı ve yaya çeteler marifetiyle ve tekrar tehcir bahanesiyle diğer bölgelere sevk ederek yolda giderlerken kendisinin de hazır bulunduğu halde mağdurlara alenan topluca hücum ve üzerlerinde bulunan nakitlerini ve mallarını yağmalamak ve birçoğunu da Habur Havtasının mecra yerlerinde feci surette katl ve imha ettirdiği ve gayri müslim birçok şahitlerin yemin ederek ve sırasıyla vaki olan şahitlikleri ve tahkikat evrağı içeriği ve kendisinin firarda bulunması gibi deliller ve kanuni ipuçlarından oluşan vicdani kanaat ile gerçeklik derecesine ulaştığından adı geçen Zeki Bey´in o yüzden gasb ve yağma ve insanları katletme alçaklığı gerektiren işin faili olmak üzere cezalandırılmasına ve (...) maddelerine uyarak idamına ve haczedilmiş mallarının usul dairesince idare ettirilmesi ve sözü geçen cinayetlerde dahl ve iştirakleri soruşturma evrakında açıklanan Zor eski Mebusu Nuri Efendi ve adı geçen Zeki Bey´in mutasarrıflığı zamanında Jandarma ve Nizamiye Kumandanlıklarında ve Polis komiserliğinde bulunmıuş olanlar ve zikredilen eylemler gözü önünde cereyan ettiği halde yasal girişimlerde bulunduğu anlaşılamayan mahalli savcısı haklarında yasal takibat yazılmasına gıyaben ve oybirliğiyle karar verilmiştir.“ (Tehcir ve Taktil, Divan-ı Harb-i Zabıtları, Vakahn N. Dadrian, Taner Akçam, Istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Aralık 2008) Salih Zeki yargılanması sırasında firardadır. 1918/19 yılında Bakü´de karşımıza çıkar. Kasım 1916`dan Bakü´de ortaya çıkışına kadar geçen sürede Salih Zeki hakkında bilgilere ulaşamadım. Büyük bir ihtimalle arandığını, tutuklanacağını ve yargılanacağını anladığı için, Mondros mütarekesinden sonra bir kısım Ittihatçıların yaptığı gibi Bakü`ye gittiği söylenebilir. Bu tarihten itibaren Salih Zeki´yi bambaşka bir yerde bambaşka bir ilişkiler içinde görüyoruz. Özellikle Salih Zeki merkezli bilgileri şöyle derlemek mümkün. 1918/19 ve sonraki yıllarında Bakü adeta İttihatçı kaynamaktadır. Halil (Kut) Paşa, Küçük Talat, Bahaeddin Şakir, Nuri (Kıllıgil) Paşa başta olmak üzere birçok İttihatçı bu bölgeye sığınmışlar hem de bu bölgede faaliyet göstermektedirler. 1920 yılının özellikle Mayıs ayından sonra Ittihatçılarla Türkiye Komünist Teşkilatı (TKT) nın yolları şu veya bu şekilde kesişmiştir. 1920 baharında Bakü´de „Türkiye Komünist Fırkası/Gruppası“ adını verdikleri İttihatçıların kurduğu oluşumun Azerbaycan´a Kızıl Ordu´nun girmesinden sonra Mustafa Suphi tarafından dağıtılması ve birçok İttihatçıyı uzaklaştırması ve Yeni Yol Gazetesini kapatması sonucunu doğurmuştur. Daha sonra İttihatçılarla TKF arasındaki ilişkiler gergin bir durum almıştır. Ancak kendi ifadesiyle „Türkiye teşkilatının telif ve tercüme şubesini idare“ eden başta Küçük Talat olmak üzere İttihatçıların bir kısmı hala TKF´dedirler. Küçük Talat, Cemal Paşa´ya gönderdiği 8 Eylül 1920 tarihli mektubunda „Mustafa Suphi ile kısmen eski aşinalık, kısmen bazı yoldaşların bana hürmet ve itimadı böyle bir faaliyette bulunmak imkanını veriyor.“ şeklinde yazmıştır. ( Emel Akal, „Dr. Şefik Hüsnü´nün bir konuşmasında ve İttihat ve Terakki Erkanının yazışmalarından Mustafa Suphi“ başlıklı yazı.) Salih Zeki ile ilgili doğrudan bir bilgi de Cemal Paşa´nın 5 Temmuz 1920 tarihli ve Talat Paşa´ya yazdığı mektupta bulunmaktadır: „ Bizim Türklerden bir takım gençler komünist namıyla ortaya atılmış. Bir vakit ki İf ham muhariri Mustafa Suphi Bey de bunların başına geçmiş. Bunlara ahiren bizim Küçük Talat ile Zor mutasarrıfı Salih Zeki Bey ve Darülfünun muallimlerinden oldukları haber verilen Ahmet Cevat ve Halim Sabit Beyler de iltihak etmişlerdir. Bu grup elyevm Bakü´de icrai faaliyet ediyor.“ (age) Tüstav Yayınları tarafından yayınlanan Süleyman Nuri´ nin „Uyanan Esirler“ adlı anı kitabında da Salih Zeki hakkında bilgiler vardır. Süleyman Nuri, Kızıl Ordu´nun Azerbaycan´a girmesinden önce ve daha sonra Türk komünistlerinin faaliyetlerinden bahsetmektedir. 1920 yılının Nisan/Mayıs ayları Azerbaycan´ın Kızıl Ordu´nun kontrolüne girdiği aylardır ve Mustafa Suphi henüz Bakü´ye gelmemiştir. Süleyman Nuri anılarında bu faaliyetlerde Doktor Fuat Sabit, Yakub ve diğer kömünist arkadaşlardan bahsetmektedir. Ancak Salih Zeki´nin adı geçmemesine rağmen büyük bir ihtimalle onun da bu grup içersinde yer aldığı söylenebilir. Çünkü Bakü ve Azerbaycan´da propaganda ve teşkilat işlerine hız verildiğini anlatan Süleyman Nuri, Azerbaycan Komünist Partisi yayın organı „Komünist“ gazetesinin 3 Mayıs 1920 tarihli nüshasında „Azerbaycan ve Bakü´de mevcut Osmanlı Türklerinden Komünist Partisi´ne yazılmak isteyenlerin Türk şair Feyzullah Sacid´e“ müracaatları hakkında bir ilan yayınlandığını anlatır. Aynı gazetenin 14 Mayıs 1920 tarihli nüshasında da“Umum Türkiyeli asker ve zabitana“ başlıklı bir bildiri yayınlanmıştır. Bu bildiride Türk Komünist askeri kıtası kurulacağı belirtilmiş ve programı da eklenmiştir. Bu bildirinin altında da Salih Zeki, Yakub, Abid Alimof ve Süleyman Nuri imzaları bulunmaktadır. Salih Zeki aynı zamanda Doğu Halkları Kurultayı delegesidir. Yine Süleyman Nuri´nin „Uyanan Esirler“ adlı anılarını anlattığı kitaptan devam edelim. „Türkiye Komünist Partisi Teşkilat Bürosunun Yeniden Teşkili ve Üçüncü Enternasyonal“ başlıklı bölümdeyiz. Süleyman Nuri anlatıyor: „Tiflis´te Orjonikidze´den aldığım talimat üzerine Bakü´ye geldim. Bakü´de mevcut Türk komünistleri arasında Azerbaycan Komünist Partisi merkez komitesinin birinci katibi Kirof´un yardım ve gösterisiyle Salih Zeki, Abid Alimof, İsmail Kadir ve İsmail Hakkı´nın (Kayserili) iştirakiyle benim de dahil olduğum beş üyeden ibaret bir Türkiye Komünist Partisi teşkilat bürosu teşekkül etti ve derhal faaliyete başladı. M.Suphi ve arkadaşlarının feci surette öldürülmelerinden sonra bunlardan boş kalan yerleri doldurmaya çalışmak ve Türkiye´deki mevcut teşkilatlarla bir an evvel rabıta kurmak lazımdı. Ilk iş olarak da M. Suphi ve arkadaşlarının feci akıbetlerinin intaç eden topluca Türkiye seyahatinden dersi ibret alınarak Türkiye Komünist Partisi teşkilat bürosu Saliyef Adil´i, Tairof Hayderi ve Müftüzade Salahiddin´i Balkanlara ve henüz işgal altında bulunan Istanbul´a ve bu yolla Türkiye´nin diğer yerlerine gönderdiler. Katibi olarak hizmetinde bulunduğum teşkilat bürosu Salih Zeki´yi ve beni Moskova´da toplanacak olan Komünist Enternas- kızılbaş - sayfa 48 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yonalinin Üçüncü Kongresi´ne delege olarak seçtiler ve 1921 Haziran ayı sonlarında emrimize verilen bir yük vagonu içinde 19-20 gün gayet ağır şartlar altında yolculuk ettikten sonra Moskova´ya geldik ve her ikimizi Gorki „Tverskoy“ caddesindeki lüks otelin beşinci katında iki yataklı odalardan birine yerleştirdiler. Daha henüz kongre açılmamıştı. Otel lokantasında kahvaltı ediyor, öçle ve akşam yemeklerimizi yiyor, boş vakitlerimizi de otelin kıraathanesinde mütalaa ile meşgul oluyorduk. Moskova´yı hiç bilmediğimiz için biz yalnızca dışarı çıkamıyor ve ancak topluca ekskursiyon gezintilerine katılıyorduk. Bir gün otel salonlarından birinde tanımadığım, Salih Zeki´nin tanıdığı bir adama rastladık; Salih Zeki´nin daha Türkiye´den tanıdığı bu adam kendisiyle biraz hoşbeş ettikten sonra Ankara Resmi Hükümet Partisinin Kominternin Üçüncü Kongresi´ne gönderdiği delegesi Tevfik Rüştü Aras olduğu anlaşıldı. M. Suphi ve arkadaşlarının daha henüz kanları kurumadan ve Ankara Halk Iştirakiyyun Partisi´nin bütün üyeleri cezaevlerinde ağır cezalar altında inlerken, Tevfik Rüştü Aras´ın Ankara Resmi Komünist Partisi´nin mümessili olarakMoskova´ya Komünist Enternasyonali Üçüncü Kongresi´ne delege olarak gelmesi bizim hemen dikkat nazarımızı çekti. Sonra arkadaşım Salih Zeki, Tevfik Rüştü Aras´ı ve onun aralarında bulunduğu Türkiye ve Ankara´daki çevreleri gayet iyi bildiği için de Tevfik Rüştü Aras hakkında müsbet herhangi bir fikir edinmemize imkan yoktu.“ 1921 yılının Ekim ayında Moskova ve Kars anlaşmalarının imzalanmasından sonra Bakü´de bulunan TKP teşkilat bürosu kendini fesh eder. Ve büroda çalışanlar çeşitli alanlara çalışmaya gönderilmiştir. Süleyman Nuri´nin anılarında Salih Zeki´nin adı bir daha geçmez. Salih Zeki faslını burada bitirmeden biraz geriye Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Türkiye´ye gelmesinden önceki döneme dönelim. 1920 yılının Temmuz ayında, Türkiye Komünist Teşkilatı Merkez Komitesi üyesi (Kayıt ve Tevzi Şubesi Müdürü olan ve Nahçıvan’da teşkilatın şubesini açmakla görevlendirilen) Salih Zeki´nin , TBMM Hükümeti ile işbirliğini sağlamak ve çalışmalar yapmak üzere Türkiye´ye gönderildiğini biliyoruz. Süleyman Sami de Ankara´ya doğru yola çıkmıştır. Salih Zeki ve arkadaşları Ağustos ayında Kazım Karabekir Paşa ile Erzurum'da görüşür. Salih Zeki, Bolşevik idare tarzının kabul edilmesi gerektiğini, bu amaçla 1 Eylül'de Bakü'de yapılacak olan Türk Komünistlerinin toplantısına Anadolu'dan sekiz-on delegenin gönderilmesini ve kendisine Erzurum'da teşkilat yapması için müsaade edilmesini ister. Kazım Karabekir bu konuda gizli olarak Albayrak Heyeti ile görüşmesini salık verir. Daha sonra Kazım Karabekir, Salih Zeki ile yaptığı görüşmeyi Mustafa Kemal´e aktarır. 3 Ağustos tarihli telgrafta Salih Zeki´nin söylediklerini şöyle özetler: „Varlığımızı korumak ancak Bolşevik sistemini kabul ile mümkündür. Anadolu’nun bazı yerlerinde komünist teşkilatına girmiş kimseler varmış. Erzurum’da açık veya gizli teşkilat yapması için kendisine müsaade etmeliymişim..." Kazım Karabekir "Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, emniyetle memleketimize gelmek için, Salih Zeki'nin ne tarzda karşılanacağını beklediklerini sanıyorum" diye de ekler. Kazım Karabekir, Salih Zeki´ye, Ankara’ya giderek hükümetle görüşmesini tavsiye eder. Erzurum ve civarında temaslarda bulunan Salih Zeki, daha sonra Ankara´ya gitmek üzere Trabzon´a hareket eder. Ancak Ankara´ya gitmez ve tekrar Bakü´ye döner. Yukarıda yazılanları ilk defa ben dile getiriyorum iddiasında değilim kuşkusuz. Daha önceleri Sait Çetinoğlu, Taner Akçam, Emrah Cilasun gibi yazar ve araştırmacılar bu konuya değinmişlerdi. TKP`nin kuruluşunda ve sonraki yıllarda İttihatçıların varlığı bir gerçek. 1918/21 yılları arasında Bakü´de „Türkiye Komünist Fırkası/Gruppası (TKF) adlı bir örgütlenmenin varlığı malum. Ve bu İttihatçıların kurduğu örgütün Mustafa Suphi tarafından dağıtıldığı, yerine Türkiye Komünist Teşkilatı (TKT) kurduğu da biliniyor. Ancak bu yeni teşkilatlanmada İttihatçıların hepsinin tasfiye edilmediği de ortada. En azından Küçük Talat´ın hala yeni teşkilatta varlığını sürdürebildiği de kendi ifadesinden anlaşılmakta. Eski Der Zor Mutasarrıfı Salih Zeki´nin de „kurucu“ üye, „Merkez Komitesi“ üyesi olduğu da tartışma götürmez bir durum. Öte yandan Salih Zeki´nin TKP adına Türkiye´ye gönderildiği, Kazım Karabekir olmak üzere birçok kişi ile görüştüğü de hem TKP açısından hem de “Milli Mücadele” cephesi tarafından bilinen bir durum. Yine öte yandan o yıllarda TKP adına hareket eden Süleyman Sami ve Mehmet Emin´in de durumları tam olarak aydınlığa kavuşmuş değil. Bu son iki kişi hakkında „ajan“, „İttihatçı ajan“, „Milli Mücadele´nin ajanı“ gibi sıfatlarla birçok suçlama da bilinmekte. Ayrıca bu iki kişinin Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesi olayından kurtuldukları da biliniyor. Öte yandan Mustafa Suphi´nin yanında Trabzon´a kadar götürdüğü içinde 8.000 altın olduğu iddia edilen bir bavuldan da söz edilmektedir. Hatta kimi yazarlar bu bavul nedeniyle öldürüldüğünü bile iddia edebilmektedirler. Aslında benim bu yazıyı yazmamın çıkış nedeni, 3-4 yıl önce başladığım Ermeni tehcirindeki sivil ve askeri yöneticilerin daha doğru bir deyimle tehcirde önemli görevler üstlenmiş olan İttihatçıların biyografileriyle ilgili idi. Salih Zeki adı beni 1916‘dan 1918/21 yıllarındaki TKP´ne götürdü. Esas amacım TKP tarihine ilişkin birşeyler yazmak değil. Son günlerde yeni TKP kurulması girişimlerini duyunca ve „Suphi´den Bilen´e Gelenek Yaşıyor“ pankartını da görünce, herşeyden önce „Dante´nin Cehennemi“nden TKP`ne giden yolda „TKP Merkez Komitesi üyesi“ Salih Zeki´yi hatırladım. “Der Zor dedikleri büyük kasaba / Kesilen Ermeni gelmez hesaba / Osmanlı efratı dönmüş kasapa.” Gerçek tam boyutuyla ve biraz da „tarihin acı bir cilvesi“ olarak karşımda durunca, sadece hatırladım ve eğer gerçeği söylemem gerekirse „içim burkuldu“. Belki biraz da duygusal nedenlerden dolayı. Sanırım sorun bir geleneğe ve/veya siyasi bir geçmişe sahip çıkarken, „kötüleri“ veya „işimize gelmeyenleri“ ayıklayıp, sadece „iyiye“ sahip çıkmaktaki „beceride“ yatmakta. Ancak tarihte olup bitenleri de yok saymak „siyasi bir etik“ olarak ne kadar doğru acaba? Bir dönem bu partinin saflarında yer alanlar olarak sırtımızda oldukça fazla bir yükün olduğu tartışma götürmez. Bu yükü nasıl sırtlayacağımız ve/veya bu yükün altından nasıl kalkacağımız ise meçhul. Kaynak: http://www.kuyerel.com kızılbaş - sayfa 49 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim Ermenileri etnografyası – 2 Gevorg Halaçyan / Çeviren: Miran Pırgic Gültekin Daştağ Kürt köyünün halkı Ağucanlar oçağındandır ve pirleri de Seyit Cafer’di. izin verdin? halk yapmakta.” “Kürtler deme itler de.” Şen’de, Ardapert’te hatta Mamezi’de ( Mamig prens’in köyü) Daştağ’lıların, özellikle’de Seyit Cafer’in olağan üstü zekası ve yönetiçi yeteneği konuşulurdu. Çok ender rastlanan bir durum olarak, okur yazardı. Kürtçenin dışında Ermenice ve türkçe konuşabiliyordu. “Nasıl?” “Mesela ne şekilde ve ne adına konuşalım? Unutmayın ki bu soygunlardan ağaların yanı sıra kendileride yararlanıyor”. Bunları çok önceleri duymuştum. Kendisi ile tanışmayı çok arzu ediyordum. Sonunda bu imkanı buldum. Ocakname Seyit biziotağında kabul etti. ”Mabı xerdi” ile omuz öpüldü ve tanışma faslına geçildi. Ardından anayı çağırdı, kim olduğumu bildirdikten sonra götürüp yıkamalarını istedi. Beş yaşında bir çocukmuşum gibi teknede yıkıyacaklardı beni. Büyük güçlükle sıyrılabildim bu badireden. Yaklaşık bir ay konuk edildim. Sık sık sohbet ediyorduk. “Pirim, okur yazar olduğunu duydum, hangi dilde okuyorsun? “Ermenice ve Kürtçe” “Kürtçe harfler yok, nasıl okuyorsun Kürtçeyi? “Ermenice harflerde Kürtçedeki en zor seslerin bile karşılığı var” “Çok basit, para, pul, mevki için Türklere satılmış Kürtler itlerden de aşağılık hainlerdir.” “Peki niye cezalandırmazsın böylelerini?” “Arkalarında Türk ordusu var. Şu sıralar aşiretler arası bir kavganın sırası değil. Türk fırsat kolluyor.” “Sizin önderi olduğunuz halkınbüyük çoğunluğu eskiden Ermeni olduğu doğrumu?” “Bu soruyu cevaplamak istemiyorum.” “Lütfen piro, benim için cok önemli. Mutlak bir suskunluk için yemin ederim. Derviş Gülabi ve Derviş Cemal ocakları adına yemin ederim.” ”Eerzincan’da akıllı adamlarınız var, bu fikri cimin Pırgçatağ, Galaris, Kartağ, Xorontağ Türklerine niye söylemiyorsunuz. Onların da ataları Ermenidir. Üstelik bunu biliyorlar da. Ama Ermenilere karşı Kürtlerden daha kıyıcılar. Hatta Türkleşmiş Ermenilerin çoğu soyadınıda koruyor. Keşişoğlu, Mergeloğlu, Torosoğlu, Eğsanoğlu vs. Siz burnunuzun dibindekilerden istemediğinizi bizlerden istiyorsunuz.” “O köylerin Ermenileri Türkleşmiş ve İslamiyete geçmiş dönmelerdir. Oysa Kürtler İslam değillerdir.” “Gerçi öyle değil ama, bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Ermenilerin ne cıkarı beklentisi olabilir tüm bunlardan?” “İslamlaşmişlar ise niye yıkmıyorlar Cimini veya Galaris’teki kiliselerini. Hıdır İlyas adı altında muhafaza ediyorlar atalarının mabetlerini. “Beklentimiz şu ki, eğer gerçekten de Dersim Kürtlerinin bir kısmı, şartların zorlaması ile geçmişte Kürtleşmiş Ermeniler ise, niçin Ermenilerin sömürülmesine, talan edilmesine ve kırılmasına izin veriyorsunuz?” Vartavar bayramını kutluyorlar. Su döküyorlarbirbirlerinin üzerine. Hatta bir an için söylediklerinizin doğru olduğunu düşünelim. Eğer şartların dayatması sonucu, atalarımız mecburen dinlerini değiştirmiş ve Kürtleşmiş, böylece hem varlığını hemde bağımsızlığını koruyabilmiş ise, söylermisiniz siyasi anlamda bugün ne farkımız var o tarihten? “ “Sizin hatırladığınız Ermenice harfli Kürtçe gramer kitabını getirdiler bana. Hem Ermenice okumayı, hem de Ermeni harfleri ile Kürtçe yazmayı öğrettiler. Bu da bazı durumlarda işleri yönetmeme cok yardımcı oldu” “Bu soruyu Türklere satılmış olan aşiret ağalarına sormalıydın. Türk hükümeti tarafından Ermenileri soymalarına, talan etmelerine, Kürt ve Ermeni özgürlük özgürlük hareketini doğuracak olan okulları yakmalarına izin verilen aşiretlere sormalıydın, bana veya SEYİT RIZA’ya değil. Onlar Ermenilerin olduğu kadar, Kürtlerinde düşmanlarıdır.” “Dini önder olarak, Ermeni harfleri ile Kürtçe eğitimi faydalı buluyorsan, son zamanlarda Dersim’de açılan okulların Kürtler tarafından yakılmasına niçin “Acaba dini acıdan, ağalar üzerinde olmasa bile, sıradan halk üzerinde bir etkiniz olmaz mı? Netiçede bu talan ve sömürüyü, ağaların izni ile sıradan “Ermenice konuşmanı anlayabilirim, ama yazdığını bilmiyordum.” “Atalarının Ermeni olduğunu alcak sesle de olsa söleyemezmisiniz”. Sohbetimiz esnasında Seyit Caferin heycandan titrediğini fark ettim. Konuyu değiştirmek istedim “Saklanmış kitaplar olduğunu duydum piro”. Atalardan kalmış emanetlermiş, Ama görmeme izin vermediler”. “Biliyorum. Bizim kitaplarımız onlar. Fakat niçin bu kadar meraklısınız? Araştırmalarınızla halkımız arasında kızılbaş - sayfa 50 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şüpheye yol açıyorsunuz. Duyduğuma göre Gağnud mağaralarında bir kitaplık görmüşsün. Kitapları görmene izin vermemişler. Ama sırf merakını gidermen için mağarayı göstermişler. Sen de yanlış yapmışsın, yeminlerine ihanet edip seni oraya götürenlerde” “Bir kitap veya kağıt için ne kadar hassasınız” “Atalarımız çok zekiymiş. Kitapları koruyabilmek için dinsel anlamda ant içirmişler insanlara. Aksi taktirde, avamın elinde bunlar zarar görebilir, yakılabilirdi. Allah daına, Hazireti Hıdır, Hazireti Ali, İmam Hüseyin, Hıdır İlyas adına yemin ederek, korumaya almışlar. Bunlar atalarımızın mirasıdır, pirlerin, ocakların korumasındadırlar. El sürenler derhal cezalandırılır. Ocağın piri, rehberi, seyidi dışında kimse onları evinde saklayamaz. Bunları pirinden saklayana yıldırım çarpar. Pirlerin büyük oğulları dışında kimsenin bunların varlığını bilmeye dahi hakkı yoktur. Bu yassakları ihlal edenler, yerini Türklere, hatta dostumuz Ermenilere söyleyenler aşiret tarafından cezalandırılır. Ocaktan kovulur. Bunları satmaya kalkanlara ölüm cezası verilir. Bu kağıtlar Hazireti Ali, İmam Hüseyin veya Hazireti Hıdır Pire Piranların okumasına izin verene kadar gizli kalacaklar. Buda ancak Türklerin boyunduruğundan kurtulduğumuz, özgür ülkemize kavuştuğumuz gün olacaktır.” Görüldüğü gibi, Seyit Cafer bu ge- leneğin asırlar boyunca nasıl bir duyarlılıkla babadan oğula aktarıldığını anlatıyordu. Ufak bir ihmal, bir boş vermişlikfelaketlere yol acabilrdi. Kime aitti o kitaplar?Hangi dille yazmışlardı? Ben bilmiyorum. Sizinde bilmemeniz daha hayırlı olur. Ta ki o gün gelip de ortaya çıkana kadar. Tanrının inayeti ile önderleri onları yazdıkları dilde okuyabilsinler. Artık bu konuda daha fazla konuşmak gereksizdi.” son bir soru daha” “Söyle bakalım, şimdi ne yumurlayacaksın”. “Derlerki Der Simon adındaki Ermeni piri, Celali akınları zamanında, 16041606 yıllarında kırımdan kurtulmak için “talp”larıyla(cemaati)ile birlikte Kürt olmuş vecemaatin kararını ceylan derisine yazıp, seninde dediğin gibi, pire piranın göreceği düşe kadar sır olarak saklanmasını buyurmuş.” “Madem ki herhangi bir şekilde öğrenmişsin bunları, şartlarıda biliyorsun, daha niye soruyorsun? Bana yeminimi bozdurmakmı istiyorsun? Benim haberim yok, görmemişim, bilmem. Belki de duymuşumdur sadece. Böylesi sırlar birine teslim edildiğinde yeminde ettirilir. konuşmamız böylece son buldu Dersim Eremenileri etnografyası Ermeni bilimler Akademisi Yayını, Yerevan, 1973. S. 250 – 252: Kaynak: http://akunq.net/tr/?p=2694 Halazur Geviş, 1938'de Dersim'de öldürülen yakınlarının nüfus ve tapu kayıtlarını istedi. Gelen yanıt ibretlikti: Onlar hiç varolmadılar. TARIK IŞIK Arşivi ANKARA- 83 yaşındaki Halazur Geviş’in, Dersim katliamında el konulan topraklarının peşine düşmesi bir trajediyi daha ortaya çıkarttı. Geviş, katliamda hayatını yitiren ailesi için başvurduğunda, aile üyelerine ait ne nüfus ne de tapu kaydı bulunabildi. Halazur Geviş, Dersim katliamısırasında bütün ailesini kaybettiğini, babasının arazilerine el konularak üzerine kışla inşa edildiğini, vârislerin ise bir ay içinde şüpheli şekilde öldüğünü iddia ediyor. Ailesi hakkında bilgi edinmek için Nüfus Müdürlüğü’ne de başvuran Geviş’e Aziz Nesin’lik bir cevap geldi. Halazur Geviş, Nüfus Müdürlüğü tarafından verilen nüfus kayıt örneğinde ailesinden hiç kimsenin ‘var olmadığını’ gördü. Kayıtlara göre, Geviş’in ailesinden hiç kimse yaşamamış. Geviş, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’ne ise, ailesinin elinden zorla alınan ve üzerine kışla yapılan arazilerle ilgili bilgi sordu. Ancak, ailesine ait olduğu Osmanlıca yazılan tapularla teyit edilen arazilerle ilgili olarak da Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nden herhangi bir kayıt çıkmadı. TBMM Dilekçe Komisyonu’na başvuran Halazur Geviş, ailesinin öldürülmekle kalınmayıp nüfus ve tapu kayıtlarındaki tüm bilgilerin de silindiğini belirterek gerekli işlemlerin yapılmasını istedi. Halazur nine, “Kendi olanaklarımla Hozat, Harput (Elazığ) ve Ankara’daki nüfus müdürlüklerine yaptığım başvurularda, aileme ait ne doğum tarihleri ne de ölüm tarihleri kayıtlarda bulunmamaktadır. Doğmamışlar, yaşamamışlar... Ne âlâ; isyan bahane, arazi şahane. Zamanın İttihat hükümeti ve Genelkurmay Başkanlığı’nın keyfi idaresi böyle buyurmuştur” dedi. Osmanlıca uzmanı yok Halazur Geviş, babasının el konulan arazileri ABD’de çalışarak kazandığı parayla aldığı yönündeki iddiasını ispatlamak için Dışişleri Bakanlığı’na da başvurarak 1907-1908’de Harput’tan ABD’ye giden vatandaşların isim listesini de talep etti. Ancak bakanlıktan gelen cevapta, arşivlerde Hüseyin Yaprak adında bir isme rastlanmadığı belirtilirken, “Arşivin 1907-1928 dönemini kapsayan kısıtlı sayıda evrakın Osmanlıca belgeler de içermekte olduğu, bu belgelerin layıkıyla incelenmesinin ancak uzman yardımıyla mümkün olabileceği kaydedilmiştir” denildi. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ÇERKESLERİN ERMENİLERE YAPILAN SOYKIRIMA KATILIMINA DAİR SORULAR "Kendi milletinin tarihini bilmek mutlu olmak için yeterlidir.” Çerkes Atasözü Elen düşünür Epiktetos "Bir insanın bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi imkânsızdır" sözünü ne zaman söylemiş bilmesem de, ifade edilenin zaman aşımı olmayan fikirlerden olduğunu yaşam bize göstermektedir. İstanbul'daki dostlarım sağolsunlar, ben mahpusanedeyken sevgili Hrant DİNK'in bizlere yadigârı AGOS'u birkaç ayda bir olmak üzere bana ulaştırmayı ihmal etmiyorlardı. Mahpuslukta basın-yayın postasının geldiği en çok beklenen o günler, bilgilenme açlığımın giderilmesine ayrılan, geceyle-gündüzümün karışıp da en az bir haftalığına uykusuz geçirdiğim zamanlara dönüşüyordu doğal olarak ! Buna "Hatspanian kaç gündür piyasada yok millet, mutlaka AGOS'ları gelmiştir" diye düşünmeye alıştırdığım mahpusane mahkûmlarıyla beraber, 2x3 metrekarelik tecrit hücremin duvarında en şerefli yere sahip olan ve o duvardan, tüm o mağduriyet döneminin acı ve eziyetlerini benimle birlikte çekiyormuşçasına sessizce beni izleyen -bilen bilir- hep benimle olan Hrant'ın Marmara'ya açılıp da balık tuttuğu o güzelim resmi de şahitti. Deniz kenarında doğma-büyüme olan bana, "artık denizleri olmayan" Ermenistan'ın bir mahpusane hücresine dahi girmeyi becererek denizin sularını getirmeyi beceren Hrant'a "ölümünden sonra bile" o kara günlerimde mavi sulara yelken açmamı sağlamış olmasından dolayı müteşekkirdim tabii ! Onun çok güzel 4 fotoğrafını bana daha mahpusluğumun ilk aylarından itibaren sıkça ziyaretime gelen Ermenistan Gugark Bölgesi Dini Lideri hısımım Sebuh episkopos Çulcuyan getirmiş ve bu ince davranışını da "okul arkadaşın sana zor günlerinde moral ve güç verir diye düşündüm" şeklinde açıklamıştı. Sebuh Srpazan sayesinde "o günden sonra Hrant'la bütün sorgulara da, mahkemelere de, bu mahpusaneden o mahpusaneye, bu hücreden öbürüne de hep beraber gidip-gelerek mahpusluğun üstesinden de geldik Sarkis Hatspanian işte" diyebildim. Sonuç olarak, 5 yıldan beri sadece bedenen aramızda olmayan Hrant'ın katledildiği 19.ocak.2007 günkü AGOS gazetesinde yayımlanan "Ruh halimin güvercin tedirginliği" başlıklı son yazısındaki "... gidersek nereye gidecektik? Ermenistan'a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?" anlatımına neredeyse % 100 uyan şahsımın son 23 yıllık Doğu Ermenistan biyografisiyle, vücudumun tüm hücreleriyle, 24 saat boyunca, hiç aralıksız ve derinden hissederek yaşadığım ruh halini yakından bilenler de "yoldaşlığımızın" şahididir ayrıca... Kendi tasavvuru olduğu halde, bana ait olmayan kelimelerle 'beni benden daha iyi anlatan' onun bu benzetmesi her aklıma geldiğinde yüzümde acı bir tebessüm belirir, elimde olmadan düşünceler denizine dalıp açılabildiğimce açılır, hiç yakalayamayacağımı bildiğim halde uzakların ufuklarına doğru kulaç atmamı sürdürürüm yine de... ve düşümdeki sonsuzluğun erişilmezliğine hayran olurum. Böylesi acı bir gerçeğin psikolojik tüm ağırlığını omuzlamış, kelimelerle anlatılması imkânsız denecek kadar zor "uğruna ölümlere gidip-geldiğim" vatanımın mahpusanelerinde politik tutsak olarak zincirlenmiş bir diaspora Ermenisi oluşumun ne anlam ifade ettiğini herhalde "bir ben bilirim, bir de hücremin kalın demir parmaklı penceresinden silüetine bakakalarak yıllarımı geçirdiğim ağzı var dili yok" 2 bin 800 yıllık Erebuni Kalesi ! Hayat, hani dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren, ileride taşımak zorunda kalacağımız acılara "peşinen" ağlamakla başlıyor ya, sonra sadece "gülüyoruz ağlanacak halimize" şekliyle de devam ediyor, inanın ! Bu tabire bire bir uyan duygularla "zamanında Diyojen elinde gece feneri güpegündüz sokaklara düşerek adam aramakla ne kadar doğru etmişmiş yahu" diye derin bir acı hissederek mahpusanenin havalandırmasında günlerce deli-divane volta atmış olduğum onlarca sebeplerden birini bugün yeniden anımsayıp «Adaletin bu mu dünya?» diye tekrar kızıp-kudurmamın nedeni, Facebook sayfama AGOS Web’ten ulaştırılan, 25.mart.2011 tarihli AGOS sayfalarında yayımlanmış ve benim cezaevinde olduğum zaman okumuş olduğum "Türkiye'deki Çerkeslerin önde gelen isimlerinden, Çerkes tarihi üstüne araştırmalarıyla tanınan araştırmacı-yazar Fuat Uğur ve Yaşar Güven adlı kişilerle yapılan bir söyleşi"yi (http://www. agos.com.t r/1915i- cerkesler-yapt idemek-yuzlesme-degil-inkrdir-1559. html) yeniden okuma bahtsızlığımdı. Sözkonusu söyleşinin koskoca puntolarla atılan "1915'i Çerkesler yaptı demek, yüzleşme değil inkârdır" başlığından tutun da, "o zaman iktidarda olan İttihad ve Terakki katliamları ordusu üstünden gerçekleştirdi"ye, oradan "Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de vardı" söyleminden "ama Ermenileri koruyup, saklayan Çerkes aileler de vardı"ya varan masumiyet (!) edebiyatı bana "tehlikeyi sezinlediğinde başını kabuğuna çeken kaplumbağa"yı anımsattı. Hele hele, buna bir de "bugün Fuat Uğur ya da Yaşar Güven'in birer Çerkes olarak 'Ermenilerden Özür Diliyoruz' kampanyasında imzası var ise zaten bu yüzleşmeye hazır, bu cesarete sahip Çerkesler de var demektir"i eklemeyi unutmasak da, içim "Yorumsuz" karikatürlere benzettiğim yukarıdaki söylemlerin suniliğini bir türlü sindiremedi gitti !... L.Tolstoy'un "Af dileyen kendi kendini itham eder" diye çok anlamlı bir sözü varsa da, ben bu ithamın değer kazan- kızılbaş - sayfa 52 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ma, yani insani-ahlâki ihtiyacının karşılanabilmesinde selameti Farabi'nin "Önce doğruyu bilmek gerekir; doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama önce yanlış bilinirse doğruya geç ulaşılır" sözlerinin içeriğinde aramakta buluyorum yine de ! Bu bağlamda, hangi halktan olursa olsun, "T.C." doğumlu olup da kendini aydın tanımlayan insanlardan birçoklarında ne yazık ki varolan en belirgin handikapın işte Farabi'nin bu "doğruyu bilmek" olarak formüle ettiği düşüncesinin o çevrelerce içselleştiril(e)meyişiyle ne denli doğrudan bağlı olduğunu görüyor ve o önemli engeli aşabilmenin tek yolu-yönteminin de yine Farabi'ye ait "Dosdoğru konuşun ! Kelimeleriniz güneşin ışığı gibi doğruca kalplerimize girsin" ahlâki öğüdünün bu insanlar tarafından ertelenmez bir görev olarak algılanıp, layıkıyla yerine getirilmesine bağlı olduğunu iddia ediyorum. Sözkonusu çevrelerin insanlarından çok çoklarının Ermeni lafının edildiği hiç bir yerde doğru, dosdoğru, şöyle namuslu bir duruşuna maalesef şahit olamıyoruz. Ve kolay rastlanmayan bu tavrın temelinde bence, bu topraklara 'at koşturarak gelen' halkların şimdi bulundukları yerlerin gerçek yerlisi olmamaları, toplumsal hafızalarında hep canlı kalan göçmen olma sendromunu hâlâ taşımaları, yani her şeye rağmen buralara bir türlü "yerleşememeleri", kendi kendileriyle "barışık olmayı becerememe" gerçeği yatmaktadır. Bunun en belirgin ve önemli bulduğum göstergelerinin başında, her soydan ve boydan insanın aydın geçinenlerinin bile Ermenilerin anavatanı Batı Ermenistan adı yerine, hiç belirgin olmayan Anadolu yahut ondan da kötüsü, çok muğlak bir sis perdesi ardına saklanarak, hemen herkesin diline neredeyse yapışkan sakız olmuş "bu coğrafya" tanımlamasını yeğlemesi dahi, onların daha en baştan "dosdoğru" olmaktan nasıl kaçındığını ve kaypaklığa saptığını gözlemleme bahtsızlığını yaşayan benim gibi yüzbinlercesinin yüreğindeki yarayı hem yeniden kanatıyor, hem de bu türden bir davranışta bulunanların 1915 mağduru mezarları bile olmayan milyonlarca Ermeni'ye saygısızlık ettiğini anlamaktan bile aciz olduğunu bence "dosdoğru" göstermektedir. AGOS gazetesinin F.Uğur-Y.Güven çiftiyle yapmış olduğu söyleşiden edindiğim intiba, pek üzülerek söylüyorum ama, onların kendi tarihlerini bilmediklerini ve fakat bilmedikleri hakkında öylesine pervasızca fikir yürütmekten de hiç çekinmediklerini görmek oldu. Onlar, bunu yaparken ille de yüzyıllar önce Montaigne'nin ifade etmiş olduğu "Ne tuhaf: İnsanlar en az bildikleri şeyler hakkında en fazla fikir yürütürler" sözlerinin ne kadar doğru olduğunu ispatlamak için biribirleriyle yarışıyorlarmış gibime geldi sanki... Bu söyleşi hakkında fazlasıyla öğretici olduğunu umut ettiğim sadece tek bir örnek üzerinde durarak, izninizle asıl söylemek istediğime varayım ve aşağıda parantez içinde sunacağım anlatımlardaki saçmalamaların açık ve net bir şekilde görülüp-anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışayım isterseniz. Ama bunu yapmadan önce, mutlaka Çerkes ve Ermeni halkları arasında Kuzey Kaf kasya dağlarında M.S. 1112.inci yüzyıllarda başlayan, 15.inci yüzyıldan itibaren gelişen ve günümüze kadar da varolup süregelen iyi komşuluk ilişkilerini kaydetmek gereklidir. Bugün de Çerkes topraklarında yaşayan yüzbinlerce Ermeni, bu iki halk arasında hiç bir sorun yaşanmaksızın barış içerisinde birarada varolup yaşayabilmenin iyi bir örneğini sergilemektedir. Rusların "Bradyaga-Razboy ni k- G ravapitsiGortsi"/"Göçebe-Talancı-Kan içiciDağlı" olarak tanımladığı Çerkeslerin "Zemledzelets-Skatavod-Trudalyubiviykh" yani "Toprağı işleyen rençberHayvan besleyen-Çalışkan"a dönüşmeleriyse yine pek yaygın Rusça bir halk deyimiyle "Etı byila blagadarya Armiyanam"/"Ermeniler sayesinde olmuştur" gerçeğinin tarihçesini bilmediğini sandığım bu ikilinin bir Ermeni gazetesiyle kıraathane sohbetlerine katılırcasına gayr-ı ciddi söyleşilerde bulunmasının işlenen bir gaf olmasından çok abesle iştigal halini hatırlatıyor olması düşündürücüdür. Konunun nesnel olarak irdelenmesi için onu bence, 1864 sonrası Tsarlık Rusyasınca işgal edilen anavatanları Çerkesya'dan zorla sürgün edilme mağduriyetini yaşamış olan Çerkeslerin, Kuzey Kaf kasya’da yüzyıllarca yan-yana, iç-içe, dostane ilişkiler içerisinde bulunarak yaşadığı Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan soydaşlarına karşı gerçekleştirilen kanlı katliamlara görülmemiş bir barbarlık sergileyerek ve çok aktif katılmalarını anla(ya)bilmenin imkânsız olduğunu kaydetmek ve eleştirilerimizin haklılığını işlenen bu vahşete katılımın açıklanamazlığında mutabık kalmayı becererek temellendirmek zorundayız. Bana göre bu muamma, Çerkes sürgünlüğünün 1864-1923 arasındaki 59 yıllık dönemini kapsayan zaman kesitinin çok detaylı olarak incelenip-araştırılması, karanlıkta kalmış bilinmeyenlerin en ince ayrıntılarına büyüteç altında bakılması, doğruların bulunması, bilinmesi ve varolan gerçekler hakkında herkesin bilgilenmesi yönünde yapılacak çalışmalar sayesinde ancak, o da sadece kısmen "anlaşılabilir" sanıyorum ! ICEBERG benzeri bu durumun, görülmeyen, karanlık kısmının aydınlanması dışında yapılacak hiç ama hiçbir şey, doğrudan yana tavır alıp, adaleti, hak ve haklıyı savunmak yerine, can çekişip-sürünmekte olan yanlışın suni teneffüsle yaşamını biraz daha uzatmaya çabalamak demektir ve bilinçli olarak sergilenen bu tür duruşlar bence, işlenmiş suçların tekrarlanmasına yeşil ışık yakmaktan başka bir işe de yaramazlar. Bu gerçeklikse bizlere bir kez daha F.Engels'in "Bir insanın kendisine sorması gereken öncül soru şudur; Gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim" sözünün haklılığını göstermesi bakımından çok önemlidir. Sahiden de, Marx, Engels, Lenin, Mao gibiler tarafından yaratılmış sosyalist literatürle tanışık ve barışık yaşamış, insanlığın kurtuluşu ve geleceği hakkında temiz ideallere gönül vermiş olan sayısız insan, Ermenilere karşı işlenmiş bu insanlık suçuyla ilgili çok açık ve net bir tavır, onurlu bir duruş sergilemesi gerekirken, neden klasik "3 maymun"u oynamaya eşdeğer "bin dereden su getirme" misali kıvırmalarla "kedi pisliğini örter" türü tavır takınmalara yeltenerek kendi kendilerini kandırmayı denerler anlamak hiç mümkün değil, inanın ! Engels'in deyişiyle tüm bu insanların "kendisine sorması gereken o öncül soru; gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim" gerçeğinden sözkonusu Çerkes araştırma-incelemecileriyle yapılan AGOS söyleşisi örneğinde olduğu gibi onların fersah fersah kaçmayı ya da başını kuma gömen devekuşuna özenmeyi denemeleri ne kadar abes ise, gazetecinin 'suça iştirakla ilgili' sorusunu kızılbaş - sayfa 53 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir isnad olarak kabullenip, tehlikeli virajları zararsız-ziyansız geçebilme niyetiyle sundukları bazı 'argümanlar' da bir o kadar komiktir. Gelin parantez içinde belirtilen bu argümanlardan birkaçına birlikte göz atalım isterseniz; [..."Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de vardı. Şimdi bu durumu bugün gündeme getirenler aslında şunu demek istiyor: 'Ermenileri Kürtler ve Çerkesler katletti. Beyaz Türkler masum.' Bu dürüst bir yaklaşım değil. Ben bir Çerkes olarak nasıl derim ki "Hayır, 1915'te Çerkesler yoktu", elbette diyemem. Keşke bir Çerkes subay çıkıp da 'Hayır, ben bu katliama katılmıyorum' deseydi, bugün onunla gurur duyardım. Ama şunu da biliyorum; o dönemde pek çok aile de Ermenileri ölümden kurtarmış, bunları okuyoruz. O zaman ben de şunu söyleyeyim; Çerkeslerin içinde de yapılan katliamlardan kurtarılan Ermeniler vardır. Kayseri ve çevresinde 1915'te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler var. Bu bize neyi gösteriyor; Katliamlarda subay olarak görev almış Çerkesler olduğu gibi, bu katliamlara karşı çıkan Çerkesler de olmuş demek ki... Çerkes subaylar Ermenileri katlederken, Çerkes aileler de komşularını, dostlarını kurtarmaya çalıştılar."] Söylenenlerden ben şunu anlıyorum. İki çeşit Çerkes var; biri subay olan, diğeri olmayan... Subay olan Ermeni halkını katlediyor, subay olmayan ise koruyor. Subay olan Çerkes'ten utanılıyor, subay olmayanlarla övünülüyor, gurur duyuluyor. Hani durum, biri kötü, biri iyi, neredeyse bire bir eşitmiş gibi gösteriliyor, böyle bir anlatımın şahidi oluyoruz. Çerkes cephesinde görülen resim bu !... Şimdi gelelim Ermeni cephesine; Katledilen, mezar yeri bile olmayan Ermeni ölüyor-yokediliyor, katledilmeyip de 'kurtarılan' Ermeni ise Çerkesleşiyor... Sonuçta, yani Ermeni, Ermeni olarak kalıp-yaşayamadığından yine yokoluyor, ama dini bütün bir müslüman Çerkes olarak hiç olmazsa ruhuna fatiha okunarak, mezar yeri belli oluyor ya, ne olmuş yani, bir problem mi var ? Gelin, varılan sonucu kaydedelim o halde; Çerkes cephesinde durum bir-bir, Er- meni cephesinde ise sıfıra sıfır, elde var sıfır ! İçinizde olur da "Fiziken katledilen Ermeniyle, fiziken katledilmeyen ama sonuçta yokedilen Ermeni arasında ne fark var peki ?" diye düşünenler olursa eğer, bunu soruya dönüştürüp, kendini Çerkes olarak tanımlayan Fuat Uğur'la Yaşar Güven'e yöneltiversinler lütfen !... Ancak, kendilerine yöneltilen bu soruyu yanıtlamadan önce birileri onlara Birleşmiş Milletler tarafından tanınan SOYKIRIM sözleşmesinde ne yazıldığını şöyle zahmet edip baştan-başa mutlaka okumalarını salık vermeyi de sakın unutmasınlar. Hatta, İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ ve ZAMAN AŞIMI OLMAYAN TEK SUÇ: SOYKIRIM tanımlamasının sadece 2.5 no’lu maddesini okumalarının bile sorulan sorunun yanıtını vermeye, yani pek gurur duydukları bu 'kurtarma'nın «kendi gönülleri dışında etnik bir insan grubundan bir başka etnik insan grubuna dahil edilmeye mecbur edilme şartlarında inanç ve kimlik kaybına sebep olma» hallerinin de soykırım suçunu işleyip-gerçekleştirmenin affedilmez bileşenlerinden olduğunu öğrenmeleri için yeterli olacaktır. İzninizle ifade edilene bir ekleme de ben yapayım; eğer bu soruya cevap vermesi gerekecek bu Çerkes arkadaşlar, olur ya es kazara o "Kayseri ve çevresinde 1915'te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler"den olurlarsa, bence çok daha iyi de olur. Böylece aynı şahıslar nezdinde, 1915'te ölmüş Ermeni'nin daha sonra nasıl yaşayan Çerkes olduğunun, olabilindiğinin de canlı şahidi olmuş olur ve BM Soykırım sözleşmesi temelinde, 1915’e kadar Ermeni, o tarihten sonra Çerkes olan bir yerine iki acıya şahitlik yapması gerekecek tek bir insanla İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNE hep beraber yollanırız artık ! Ancak söyleşide söylenenlerin satır aralarında olup, belki de sadece biz Ermenilerce görülen ve araştırma-incelemeci Çerkes arkadaşlar tarafından her nedense 'söylenmeyenler' beni bir insan olarak çok daha fazla rahatsız ettiğinden, sizinle aslında onları paylaşmak istiyorum. Yukarıda parmakla gösterilircesine resimlenen iki çeşit Çerkes'ten biri, daha dün değil evvelki gün, yani 1864’te kendi anavatanı Çerkesya’dan Osman- lı İmparatorluğu'na sürgün edildiği halde, başka halkların anavatanındaki köy ve topraklara, oraların yerlilerine yaşatılan sürgünler, acı ve gözyaşı pahasına emrivaki iskân ettirilen ve bu devletin ordusu için taze kan olma özelliğine sahip olduğundan, asker bile olmadan hemencecik subay olan, diğeriyse öyle olmayan, ama o orduya ardı arkası kesilmeyen kadro yetiştirendir. Bunlardan subay olan, 5 bin yıldan beri kesintisiz hep kendi atatoprağında yaşayan, üstelik Osmanlı tarafından da "millet-i sadıka" olarak kabul edilip-tanımlanan mazlum Ermeni halkının bebek, çocuk, kadın-erkek, genç, ihtiyar, masum sivillerini barbarca katlediyor, subay olmayan ise onlardan bazılarını koruyor, hatta bazen Çerkesleştiriyor. Subay olan Çerkesler, aynı orduda kendileri gibi subay ve asker olan Ermenileri, yani kendi meslektaşlarını sırf Ermeni oldukları için enselerine tek kurşun sıkarak katlediyor, böylece subaylığın da, askerliğin de namusuyla şerefini yerle bir ediyorken, bunu yapabildikleri, yani Osmanlı Yüksek Kapısının Ermenilere reva gördüğü acı sona yığınsal ve aktif bir katılımı sağladıkları için de eli kanlı iktidarın kendilerine ganimet niyetine bahşettiği "neo-millet-i sadıka" rolünü gönüllü olarak üstlenmeye razı olduklarını da gösteriyorlardı. Bu tesbit, Osmanlı iktidarlarının geleneksel olarak taşıdığı sınırsız bir vahşet ve görülmedik barbarlık karakteriyle çelişir özellikleri gözlemlenmeyen Çerkeslerin, hem padişahlık, hem de meşrutiyet dönemlerinde devletin varlığını böylesine kirli bir işlevi görmesiyle borçlu olduğu askeriyesinin en üst kademelerindeki yağlı pozisyonların ele geçirilmesini hedeflemelerinden dolayı, o güne kadar işlenmiş bütün suçlardan da daha korkuncu, daha insafsızcasıyla, daha ağırının işlendiği soykırım suçunun gönüllü ortağı olmaları karşılığında layık bulundukları ödüllendirmelere oldukça uygun, insana mahsus manevi değerlerden yoksun bir kimliği temsil etmelerini kanıtlıyor olması nedeniyle düşündürücüdür. Dünyanın hangi ülkesinde devletin ordusunun kendi vatandaşlarına, askeri bir güç teşkil etmeyen, karşı safta bulunmayan sivil insanlara azılı bir düşmanmış gözüyle bakıp görülmemiş bir saldırıda bulunmasının başka bir örne- kızılbaş - sayfa 54 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ği daha vardır bilmiyorum da, Ermenilere yapılan vahşetin çok az zaman sonra faşist Almanya tarafından Yahudilere de reva görüldüğü, yani tarihsel bir ilk gerçekleştirilerek, bir soykırımdan bir başka soykırımın fotokopisinin yapıldığı tüm insanlık tarafından bilinmektedir çoktan ! Ermenilerin katledilmesi için Ermeni olmanın dışında herhangi bir ölçüt olmadığından da, Ermeni asker, subay, memur, milletvekili, bakan, öğretmen, üniversiter, akademiker, müzisyen, din adamı, yazar, çizer, sanat ve zanaat adamı, zengin ya da fakir, amira, ağa veya işçi, köylü, emekçisi arasında hiç ama hiç bir fark bulunmayışı da işin kolaylaştırıcı tarafı olsa gerek ki, salt etnik aidiyet bu vahşeti gerçekleştirmek için yeterli sayılıyordu. Yani, Ermenilerin Çerkesler gibi iki çeşidi yoktu... tek tip elbise giydirilen ölüm mahkûmları misali onlar tek ve sadece TEK çeşittiler; ERMENİYDİLER ! Bu böyle olduğu için de Ermeni'yi katledenle, "kurtarıp" Çerkesleştirenler arasında nasıl bir fark olabilir, anlamak gerçekten mümkün değil ! Öyleki, AGOS söyleşisi kahramanlarının Çerkeslerin bir çeşidi yüzünden utanma, diğer çeşidi sayesinde gurur duymaya hiç ihtiyaçları olmadığı gibi hakları da yoktur. Dahası, 1864'te Osmanlı'ya sürgün edilen Çerkeslerin, kovuldukları anavatanlarındayken dost ve komşu oldukları, uygarlık düzeylerinden istifade ettikleri tek halk Ermenilerdi ve bu ilişkinin yüzyıllarca süregelmiş bir geçmişi vardı. Üstelik, o zamanlara ait olan "bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır" halk sözünün haklılığı temelinde, bu iki halk arasında en azından 750-800 yıllık bir "hatırı sayılırlık" da vardı. Osmanlı'da Çerkeslerin Ermeniler dışında yakınen tanıdığı, iyi bildiği, dost gördüğü başka da hiç ama hiç bir halk yoktu. Ermenilerin ne kadar barışçıl ve kim olursa olsun hiç kimseye zarar vermeyen, çalışkan, yaratıcı, Aras Yayıncılık İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430 İstanbul - Türkiye Tel: +90 (212) 252 65 18 Fax: +90 (212) 252 65 19 e-posta: [email protected] ekmeğini taştan çıkaran, yetenekli ve uygar insanlar olduğunu her kim-kim, ama Çerkesler kendi adlarından da çok iyi biliyorlardı. Acaip ve anlaşılmaz olan da zaten buydu işte ! 1864 sonrası geldikleri Osmanlı'da Ermenilerle yeniden karşılaşan bu insanlarla, onların evlatları sarmaş-dolaş olup da onlarla dost olacaklarına, 1894, 1896, 1905, 1909, 1912, 1915, 1918, 1920, 1922 ve 1923'lerde elleri nasıl gitti de o masum insanları boğazlayıp-kestiler, kesebildiler, hamile kadınların karnında henüz doğmamış bebeği dahi süngüleyip-öldürdüler, çocuk yaşta kızların ırzına geçtiler, yürümekten bile aciz ihtiyarları diri-diri yaktılar-yakabildiler, anlayabilmek mümkün değildir. Ve bu anlaşılmazın açıklanması için ter döküp, çaba göstermek de herkesten önce sürgün mağduru olduğundan Osmanlı’ya göçen Çerkeslerin günümüz aydınlarına düşmektedir. Bu, hem "Geçmişleriyle hesaplaşamamış halklar başkalarıyla barışamazlar" doğrusu, hem de "Cellat ile kurbanı, halk ve caniler arasında uzlaşma olmaz" diyen Arnavut asıllı İtalyan komünist A.Gramsci'nin sözlerinde ifadesini bulan gerçekliklere istinaden, onbinlerce Çerkes insanının alınlarına sürülen kara lekenin izlerini silmeyi denemenin de tek önkoşuludur. Her halkın tarihinde varolagelmiş gelenek-görenekleriyle, taşıdığı değerlerin ulusal kimliğine yansımasının, örf ve adetler hazinesinin göstergesi olan değerli sözleri vardır. Sosyo-kültürel çok zengin değerlerin bize ulaşmasında halk sözleri bazen manevi öğütlerin asıl taşıyıcıları olduklarından, onlar sayesinde sözkonusu halkın düşünme ve yaşam biçimiyle, değer yargılarını yakından tanıma olanağına da kavuşuruz. Çerkes atasözlerinden birinde “Zora düşen düşmanın da olsa yardım et” der, ancak 800 yıl birarada dostça yaşadığı Ermeni halkının en zora düştüğü zamanlarda, bırakın yardım etmeyi, ona düşmanca davranmış olması tezatının herşeyden önce taşıyıcısı oldukları kendi manevi değerlerine ihanet olduğunun bilincinde olan Çerkes aydınlarına, yine onlara ait “Eski yolu ve eski dostu terk etme” sözünü hatırlatarak yazımı noktalıyor, Ermenilere yapılan soykırıma katılımlarına dair sorularımın yanıtlarını edinene kadar bekleyeceğimi bildiriyorum. Yerevan – Doğu Ermenistan Onüç Tıp Öğrencisi Tutuklandı KCK operasyonları kapsamında üç gün önce gözaltına alınan öğrencilerden 13'ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. Gerekçe "örgüt üyesi" olmak... Serhat KORKMAZ [email protected] Ankara - BİA Haber Merkezi Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) operasyonları kapsamında 6 Haziran sabah saatlerinde gözaltına alınan ve dün Ankara Adliyesine getirilen 46 öğrenciden, 13'ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. Öğrenciler dün sabah saatlerinde adliyeye getirilmişti. Öğrencilerin savcılıktaki ifade ve işlemleri sabahın erken saatlerine dek sürdü. 13 öğrenci savcılık ifadelerinin ardından serbest bırakılırken, 33 öğrenci Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi Nöbetçi Hâkimliğine sevk edildi. Hâkim, "örgüt üyesi olmak" gerekçesiyle tutuklanmasına karar verdiği 13 öğrencinin isimleri şöyle: Zülküf Akelma, Birhat Şimşek, Ahmet Demirer, Mustafa Akın, Özgür Mert Bakan, Perişan Akan, Ahmet Karer, Recep Kar, Tuncay Gökçen, Mehmet Aydın, Mustafa Karakut, Fatih Sultan Altın, Mehmet Budak. (SK/HK) kızılbaş - sayfa 55 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ararat’da Batan Gemiler Erdem Özgül Türkiye'nin gündemi, Türkiye gibi, zorlayıcı, iç burkucu ve sürekli insan kimliğinden, değerlerinden alıp götüren maddelerle sıralanmış bir haber paketi gibi. Ama örneğin bu paket İsveç gündemi gibi steril olaylarla programlanmış da değil. Tarihin günümüze devrettiği kanlı bir değirmenede benziyor bu devinim. En önemlisi bütün kavgaların sonucu insan aklı bir çözüm arar. Türkiye'de de bu çözüm aranıyormuş gibi yapılıyor ama gerçekte hayata geçirilen proje daha fazla kan dökmek ve acı çektirmekle sonuçlanıyor. Tarih tekerrürden ibarettir benzetmesi herhalde dünya da en çok Türkiye tarihine uyuyor. Gündemin hiç soğutulmaması gereken iki konusu ve devamında getirdikleri bunun açıklaması gibidir. Birincisi Roboski'de Kürt köylülerinin uçaklarla katledilmesi ve bunun izahatıdır. "Terörist sandık, vurduk!" Velev ki Kürt köylüleri değil PKK gerillaları olsaydı sınırdan geçen, çok geniş bir kesimin mantığı Gerillanın vurulmasını hak görecekti. İkinci büyük tekerrür Hrant Dink davasında yaşandı. Mahkeme, sunulan belgeleri değerlendirmeden kararını verdi. Karar büyük bir tepkiyle karşılandı ve kararı verenler de dahil kararın arkasında duran bir Allahın kulu yok bugün karşımızda. Bu iki olay ve sonucu Cumhuriyetin, Osmanlı'nın çöküş devrinden bu yana sürdüregeldiği politikanın okunaklı bir neticesidir. Ermeniler yok edilmeli, Kürtler Türkleşmeli! Orgeneral Mustafa Muğlalı 33 Kürt köylüsünü kurşuna dizdirdiği için zindana atıldı, doğru düzgün soruşturul- madan zindanda kahrından öldü. Devletine hizmetinin karşılığı Muğlalı bir zindan karanlığına itildi. Kahrından ölmesi için yeterli nedendi. Muğlalı harcanabilirdi ama Muğlalı'nın pratiği asla! Van, Özalp'te bir kışlaya Orgeneral Mustafa Muğlalı kışlası adı verilerek anısı ve pratiği süreklileştirildi. Hrant Dink kararının öncesini izah etmeye gerek yok zaten. Dink'in halkının kendi topraklarından silinmesini geçtim, toprağın üzerindeki izleri dahi yok edildi. Kiliseler özenle yıkıldı. Mezarlıklar tahrip edildi. Bugün tarihsel Ermenistan'da ve Beth Nahrin'de ne Ermenilerin izlerine rastlayabiliyoruz kolay kolay, nede Süryanilerin. Roboski saldırısı ve Hrant Dink davası sırtını böylesi bir tarihselliğe dayıyor. Kıyametin kopmayış nedeni bu! Hava, toprak, su ve insan yüzyıldır zehirleniyor. Türkiye'de egemen devlet aklı muhalefete kesinlikle izin vermiyor. Yaşamasına göz yumduğu muhalif kesimlereyse kendi resmi ideolojisini şu veya bu şekilde şırınga etmeyi başarıyor. Bunun içindir ki 1984 sonrası başlayan gerilla mücadelesi devletin tüm kurgusunu dağıttı. İçeride politik açıdan değil ama pratiğiyle Türk devletini fazlasıyla zorlayan bir PKK ve Kürt hareketi gerçeği var. Çok cılız bir sol destek dışında Kürt gerilla mücadelesi ve halkı bu mücadele de bir başına. Bu sebeple de devletin bütün şimşeklerini üzerine çekiyor. Buna karşın Türk politikasını zora sokan bir de diaspora Ermenilerinin mücadelesi var. Bu mücadele dış politikada devletin elini ayağını bağlıyor. Ve diaspora Ermenileri, vatandaşı oldukları ülkelerde ne zaman bir başarı elde etseler, o zamandan sonra Avrupa, Amerika kamuoyu Türk devletinin anti-demokratik karakterini daha iyi kavrıyor. Söz konusu devletlerin, vatandaşları olan Ermenilerin taleplerini karşılaması Türkiye'de politikacısından, seyyar satıcısına, yediden yetmişe herkes tarafından büyük bir öf keyle karşılanıyor. Günümüzün nefret edilen ülkesi Fransa. Tepkiler dalga dalga geliyor Fransa'ya. "Mollier'in ülkesine yakışmadı", "Düşünce özgürlüğünün semboli ülke, düşünceye yasak getirdi", "Avrupa ait olduğu ortaçağ karanlığına geri dönüyor". Bunlar politikacıların tepkileri. Mollier'in ülkesine yakışmayan nedir, bunu anlamak güç yine de. Mollier'in ülkesi vatandaşı olan yüzbinlerce Ermeni'nin taleplerini görmezden gelemedi ve bir tarihsel haksızlığı inkar edenleri bir kanunla cezalandıracağını söyledi. Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy yasayı imzalayacak. Sarkozy yasayı imzaladıktan sonra, T.C. Hükümeti, Dışişleri Bakanlığı Fransa'da, Fransız parlamenterlerle yoğun bir mesai yapacağa benziyor, Eğer Türkiye 60 Fransız parlamenterin oyunu alabilirse yasayı Anayasa mahkemesinde iptal ettirebilir. İptali için her yolun denendiği yasanın içeriği şöyledir: "Kamuoyu önünde soykırım cinayetlerini, insanlığa karşı işlenen cinayetleri kabul etmeyen, reddeden, bayağılaştıranları veya savunanları Uluslararası Ceza Hukuku Statüsünün 6.,7.,8. bentleri ve Uluslararası Askeri Mahkeme'nin 6. bendinde ifade edildiği üzere 1 yıl hapis cezası ve 45.000 euro para cezası ile cezalandırmayı öngörür." Görüldüğü gibi yasa düşünce özgürlü- kızılbaş - sayfa 56 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ğüne herhangi bir sınırlama getirmiyor. Bu haliyle İstanbul Ermenilerinden bir kesimin T.C. Hükümet yetkilileriyle aynı dili konuşması ya yasanın içeriğini bilmemelerinden kaynaklanıyor, yada resmi ideoloji ve onun kurumlarıyla mücadele etmeyi göze alamamalarından. 2011 yılının son günlerinde yasa Fransa parlamentosunda oylandığında Hosrof Dink önce CNN Türk televizyonunda, sonra Hürriyet gazetesinde (GazeteninTürkiye Türklerindir logosunu unutmamak gerekir) açıklamalar yaptı. Hürriyet'e verdiği açıklamanın bir kısmına bakmak iyi olacak diye düşünüyorum: "Kendi soydaşlarıma sesleniyorum. Siz karşı çıkın buna kardeşim. Bizim onurumuzu, acımızı böyle insanların eline bırakmayın. Sonuçta Hrant’ın ölümüne neden olan bir yasa, Fransa’da aynı şekilde çıkarılmak isteniyor. Politik çıkarlar, insanların yaşamlarını zehir etmiş durumda. Belki akrabalarım kızacak. Ama böyle yaşamak çok zor birşey. Irkçılık ve milliyetçilik, insanın hayatını karartan bir şeydir. Oradan çıkacak bir yasa benim atalarımın acılarını hafifletmeyecek. Yurtdışındaki diasporanın duyarlı olması için kim, ne isterse yaparım."(**) Türkiye'de, özellikle devlet ve toplum arasında yasanın nefretle kınanması çok da anlaşılmaz değil. Bir bütün olarak toplumsal yapı, sınıfları, kastları ve katmanlarıyla Ermeni soykırımını inkarda birleşmiş durumda. Bunun içinde Fransa'da bir yasanın oylanması, bu kesimlerin reel dünyada soykırım gibi büyük suçlar işlediklerini yüzlerine çarpıyor ve yumruk yemiş gibi oluyorlar, kendilerine bile söyleyemediklerini Fransa dünyaya anlatıyor. Türkiye'deki bütünlüklü tepkinin bu nedenle anlaşılmaması için bir neden yok. Gerçek, "vatanı ve milletiyle Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne" zarar veriyor. Yoksa sokaktaki ortalama insanın dili dahi "kestik, yine keseriz" cümlesini olur olmaz tekrarlıyor zaten. Hosrof Dink ve onun sahip olduğu değerlere ne gibi bir karşıtlığı olabilir yasanın, bunu bilince çıkarmak oldukça zor. Hosrof Dink sorun bizim kendi aramızda çözelim gibi bir akıl yürütüyorsa örneğin, böyle bir lüksü yok. Fransa'da bu yasayı parlamento gündemine getiren bir Ermeni toplumu gerçeği var. Bunlar Fransız vatan- daşıdırlar. Ve Fransa'nın siyasi, ticari, kültürel ve toplumsal hayatında önemli roller üstlenmişlerdir. Ve bu yasayı Türk Ceza Kanununun 301. maddesine benzetmek demokratik mücadeleye, dahası hak kazanımına açık bir saldırıdır. Hele Francofon Ermeniler bu yasaya Hrant Dink cinayetinden sonra bu kadar ihtiyaç duymuşken. Hosrof Dink ve söz birliği yaptığı arkadaşları -deyim yerindeyse tabii - yasaya karşı çıkarken cinayet işlemenin yolunu hazırlayan bir yasa ile cinayetleri önlemeye yönelik bir yasayı bir birine karıştırmamalılar. Fransa parlamentosu, bir demokratik ülke olmanın gereğini yapıyor ve Francofon Ermenilerin taleplerini oylamaya sunuyor, onları görmezden gelemiyor. Evet bu oylama politikacıların beklentilerine de cevap veriyor. Ermeni toplumu sorunlarının çözümü karşılığında, çözüm getiren tarafa oy verecek, Fransız politikacılarının hesabı budur. Yaşadığımız dünyanın temel espirisi de bu yönde zaten, yeteri kadar paranız varsa karnınızı doyurursunuz, paranız yoksa aç kalırsınız. Dolayısıyla Fransız burjuvazisi ile Francofon Ermenilerin karşılıklı alışverişinden söz ediyoruz. Genel gidişatın aksine bu yasanın Türkiye'de olumlu yönde tartışılmasını hedeflememiz gerekir. Türkiye'de yargılandığımız, evlendiğimiz, boşandığımız bütün kanunlar batılı ülkelerden alınmış kanunlardır. Türk parlamentosunun batılı olan bu kanunu da değerlendirmesini dillendirmek gerekir, demokrasi ihtiyacımızın bir gereğidir bu. Örneğin BDP, bu yasanın arkasında durabilmeli, bir önerge sunabilmelidir TBMM'ye. Böylesi bir kararı bugünkü yapısıyla elbette TBMM yasalaştıramaz, hatta çok büyük bir tepkiylede karşılaşır. Ama bunun iki önemli sonucu olur, birincisi yasa Türkiye'de tartışılır ve geniş bir kesimin Ermeni soykırımı adını koyduğu bu gerçeğe bir adım daha yaklaşılır. İkinci neden Başbakan Dersim jenosidinden dolayı daha bir kaç ay önce özür dilemişti, -Yarım ağız da olsa- CHP, MHP hatta AKP'li faşist milletvekilleri, bu suçları övdüklerinde bu önerge hatırlatılabilir. Böylece hem Fransa'da oylanmış yasanın meşruyeti geniş bir kesim tarafından (Kürtler) savunulmuş olur, hem İstanbul Ermenileri kendilerini yalnız ve korumasız hissetmez ve diaspora Ermenilerini suçlamanın gereksizliğini anlarlar, hem de bir türlü konuşmaya cüret edilemeyen büyük sorunların daha anlamlı yöntemlerle tartışılması devreye girebilir. Bu anlamda Kürtler kendilerini Ermenilerin mücadelesinden soyutlayamazlar, Kürtlerin ve Ermenilerin gemisi aynı dağda, Ararat'ta Kürtlerin korsanlara verdiği koşulsuz destekle batırılmıştır, 1915 sonrası bundan dolayıdır ki Kürt sorunu terörize edilmiştir. Kürtler, insan ve topluluk haklarıyla değil, terörle anılır olmuşlardır. BDP'nin önünde tarihsel bir fırsat var, Ermeni soykırımını sistematik bir şekilde kamuoynun gözleri önüne serebilmelidir. Bu bereberinde bir mücadele birliğini de getirir. Artık anlaşılan odur ki, ne Kürdistan sorunu, Kürtlerin Türkiye ile beraber çözmek istemesiyle çözülür, nede Batı Ermenistan sorununda Batı Ermenileri Türklere yönelik politikalarında sonuç alabilirler. Sonuç alabilmenin bir tek yolu var, Ermeniler ve Kürtler ilişkilerini yeniden canlandırmalılar. Tarihsel Ermenistan'da bugün çok yoğun bir Kürt nüfusu yaşamaktadır. Kürtler, Kürdistan'ın aynı zamanda Ermenistan olduğu gerçeğini Ermeni halkına, Ermenistan'a, diasporaya teslim etmeliler. Türkiye Türklerin değildir. Kürdistan Kürtlerin olamaz. Batı Ermenistan sadece Batı Ermenilerinin değildir, bu ülkeler kendi içlerinde birde Beth Nahrin'le yaşarlar. Tarih 20. yüzyıla kadar bu halkların bir arada yaşamasına izin verdi, bu damar ne yazıkki 21. yüzyıla ulaşamadı, ama bu demek değil ki 21. yüzyıl tek uluslu, tek ülkeli halkların yüzyılıdır. Bu yüzyıl da bütün yüzyıllar gibi, bir arada yaşamanın, yaşam kalitesini artırmanın, kültürel ortaklığın yüzyılıdır. Sınırları kapalı bir Ermenistan, köklerinden sökülmüş 20 milyon Asuri, yaklaşık 10 milyon Ermeni ve 40 milyonu aşkın nüfusuyla temsiliyetsiz kalmış Kürt ulusu! 20. yüzyı'ın ve Medz Yeğhern'in insanlığa bıraktığı miras budur. Ortadoğu’nun ve Kafkasya'nın en köklü üç ulusu, dili, dini, folkloru, siyaseti ve diplomasisiyle ayakta kalma mücadelesi veriyor. Kürtlerin, Asurilerin ve Ermenilerin bütün varlığı yok olma tehdidi altında. Oysa ortak bir mücadeleyle bu sorunların aşılması çok kuvvetli bir ihtimaldir. Ama mücadelenin dinamiklerini dışlayıp, kızılbaş - sayfa 57 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 diaspora Ermenilerini emperyalist ülkelerden medet uman "tedavi edilmesi gereken" ruh hali bozuk insanlar olarak görmek, Ermeniler açısından Kürtlerin mücadelesine, “statü sahibi olurlarsa tarihsel anayurdumuzu tamamen kaybederiz” anlayışıyla yaklaşmak iki halkın politik temsilcilerinin de halklarını yok oluşa terk etmelerine neden olacak. Kürtlerin, Ermenilerin, Asurilerin birleşik mücadelesi çözüm kapısını aralayabilir. Fransa, Amerika ve Rusya'da diaspora Ermenileri diplomatik kanallarla belli sonuçlar alabiliyorlar, Ortadoğu'da Lübnan, Suriye, Irak gibi ülkelerde Asuri halkların büyük bir temsil gücü var, yine aynı ülkelerde Kürtler ve Ermeniler de etkinler. Türkiye'de Kürtler siyasal bir güce sahipler ve dünyaya seslerini duyurabildiklerinde, Türkiye'de rejimin faşist yüzünü Batıya anlatabildiklerinde daha fazla güçlenebilecekler. Türkiye 10 yıl önceki Türkiye değildir, ama bu çok ilerlediği sonucunu vermez, birleşik mücadelenin birçok şeyi değiştirebileceği sonucunu çıkarmamıza da engel olmaz. Hrant'ın Arkadaşları, on binlerle Hrant'ın anısına sahip çıktıklarını söylüyorlar. Hrant'ın bir mücadelesi vardı. Mücadelesini yaşatmak gerekir. Ermenistan sınırının açılması Hrant'ın mücadelesinin önemli bir ayağıydı. Bir insanın, bir mitosun anısı onun mücadelesine sahip çıkılarak yaşatılabilir. Hrant: "Türkiyeli bir Ermeni olarak kendi payıma düşen Kürtçemi istiyorum" diyordu. Kürtlerin ana dil talebine sahip çıkmak bu arkadaşlığın gereklerinden biridir. Yine tarihi derinliğine tartışmak gereklidir. Mahkeme günleri, ya da heryıl 19 Ocak'ta Agos'un önünde toplanmanın bir anlamı vardır, ama Kürdistan'da topraktan insan kemikleri fışkırıyorsa, Roboski'de Kürt köylüleri geleneksel bir devlet katliamına kurban gidiyorlarsa, Hrant bu katliamlardan birinde kurban edildiği için failler sahipleniliyorsa, en asgari talepler olan Ermenistan'ın sınır kapısının açılması ve Kürt dilinin tanınması taleplerine Hrant'ın arkadaşları sahip çıkmalıdır. Başka türlü, bir hoş seda almak dışında anlam taşımaz bu toplantı ve yürüyüşler. Başbakan'ın yasa oylandıktan sonraki açıklamaları, açıkça Kürt siyasetçilerinin, Hrant'ın Arkadaşlarının ve resmi ideolojiye karşıyım diyen herkesin gözlerinin içine baka baka onlarla dalga geçmesi anlamı taşıyor: "Bu karar sağduyuyu ortadan kaldırmaktadır. Bir yanlış yapıldığını kesin bir dille ifade ettik. Bu tasarıya karşı oy kullanan senatörler, yasayı Anayasa Konseyi'ne taşıyacak. 60 imza gerekiyor. Bu hatanın telafi edileceğine dair umudumuzu kaybetmiş değiliz." Yasa maddesini okuduk ve bu yasa defalarca oylandı. Düşünce özgürlüğüne halel getirdiği yönünde bir kuşkumuz var mı, yada bu yasanın sağduyuya zarar verdiğini söyleyebilir miyiz? Evet Başbakan söyleyebiliyor, çünkü yasayı kamuoyundan gizliyor, çünkü yaptıkları yorumlarla Türk televizyonları ve gazeteleri yasayı yeniden yazıyorlar, kendi yazdıkları yasa da ne yazık ki kendi bedbaht ruh hallerini yansıtıyor. Yasanın gerekliliğinin altını ne Hrant'ın Arkadaşları, ne Kürt siyasetçileri çizebiliyor, hal böyle olduğunda körler sağırlar dialoğu oluyor yaşanan. Konuşmasının devamında Başbakan ırkçılıktan dem vuruyor, düşünce özgürlüğünün ayaklar altına alınmasından: "Fransa Parlamentosu'ndaki sağ duyulu üyelere sesleniyorum, Fransız entelektüellere sesleniyorum: Bu karar aleni bir ırkçılık, düşünce özgürlüğü katliamıdır. Bu girişimlere karşı sessiz kalanlar Avrupa’da faşizmin ayak seslerini duymamak gibi bir vebalin altına girerler." İlahi Başbakan, dedim ben bu sözleri dinlediğimde. Değirmenleri, ahırları, kiliseleri, mezarlıkları, heykelleri, köşkleri, toprakları ve en son 1. 500.000 + Hrant Dink'i yok edilmiş bir ülkenin Başbakan'ı siz değil de Fransa Cumhurbaşkanıymış gibi konuşuyorsunuz. Karşınızda kimse konuşamadığı için istediğiniz gibi konuşabiliyorsunuz. Ama doğru olan bu değil, söylediğiniz değil. Doğru olanı Fransa parlamentosu bütün zorlamalarınıza, şantajlarınıza rağmen kabul etmek zorunda kaldı. Ermenilerin uğradığı bir haksızlık var, insanlığa karşı işlenmiş suçlar var ve bu Ermenilerin demokratik mücadelesi sonucu Fransa'da yasaklandı. Bu mu hukuka aykırı olan şey? Vazgeçtik Ermeni, Asuri, Kürt kıyımlarından, Çerkes kıyımını lanetleyen bir yasa çıkarın, aklı başında hiçbir ülke size bu absürd tepkiyi veremeyecektir, bunu herkes çok iyi biliyor. Katil yasa 301 ile cinayetler işlemiş bir ülkenin Başbakanının konuştuğunu unutamayız, Türk tarihini savaş görmemiş bir ülkenin tarihiyle karıştırıyorsunuz sık sık. Açık ki Fransız politikacılarına ettiğiniz sitemi, suçlamaları kendi hükümetinize, parlamentonuza ve milletvekillerinize yöneltmelisiniz. Fransa'da yaşanan, Türkiye'nin inkarını, Francofon Ermeni vatandaşlara karşı sorumluluğun bir gereği olarak kınamaktır. Aynı yasa Holokost için de vardı ve şimdi Ermenileri de koruyacak. Demokratik mücadele sonucu kazanılmış bu mevziyi mahkum etmek yerine demokratikleşme yönünde çaba gösterseydi Türkiye, Fransa'ya efelenmek yerine, kendisi böyle bir yasayı oylamaya sunacaktı. Türkiye'de Kürtler 30 yıldır bir mücadele veriyorlar, kanla, şiddetle, öldürerek bastırmaktan başka bir yöntem denenmiyor. Fransa'da Ermenilerin mücadelesini Fransız politikacılar görmezden gelemiyor, Fransa'nın sizin de sık sık bahsettiğiniz gibi demokrasiye beşiklik etmiş mücadelelerle dolu bir geçmişi var, bu mu Türkiye'yi zorlayan ? ‘Biz görmezden geliyoruz ey Fransa sana ne oluyor’ mudur Türkiye'nin tek sorusu ve sorunu. Fransız politikacıların kusuruna bakmayın sayın Başbakan, Roj TV'yi kapatmaya, Kürtlerin mücadelesini bastırmaya güçleri yetiyor, ama Ermenileri duymazdan gelemiyorlar. Erdem Özgül ______________ *Zohrab Sarkisyan ve Levon Ekmekçiyan, burada bu iki büyük devrimciyi uzun uzun anlatmayı düşünmüyorum, aşağıda vereceğim linklerde yeterince bilgi var zaten. Levon Ekmekçiyan, benim çocuk olduğum zamanın en çok karalanan insanlarından biriydi. Ben kendimi bildiğimde çoktan idam edilmişti, ama bir Levon Ekmekçiyan imgesi vardı, adeta Türkiye'yi, Türküyle, Kürdüyle, özellikle de Ermenileriyle rehin almıştı. Birinci saldırı nedeni, kendi içinde bir korkutmayı da taşıyordu: Bak sonun Levon Ekmekçiyan'ın sonu olur. Sürekli gündemde olduğunu hiç unutmuyorum. ASALA, ASALA militanları, sempatizanları, hiç bir zaman kendi anayurdunda, Batı Ermenistan'da, Türkiye'de, gerilla hareketini, nasıl şekillendiğini, nasıl kızılbaş - sayfa 58 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 eylemlere giriştiğini kamuoyu ile paylaşamadı. Bununla birlikte devrimci hareketler dahi ve onların liderleri dahi ASALA'yı araştırmadı, anlamaya çalışmadılar, ama ASALA ve Levon Ekmekçiyan hakkında, ömürlerinin en verimli yıllarını, Ekmekçiyan ile aynı zindanlara veren bu insanlar Ekmekçiyan'a karşı adeta Faşist cuntanın, devlet söyleminin sözcüsü durumuna düştüler. Örneğin Bülent Forta Birgün gazetesinde yayınlanan “Levon ve Ali Bülent” başlıklı yazısını MİT’i, devletin yalanlarını tamamen doğru kabul ederek yazmış ve MHP'nin faşist şidddeti ile ASALA'nın devrimci eylemini aynı kantarda tartacak kadar aşağılara düşürmüş kendini. (Forta'nın yazısı için b k z : h t t p: // w w w. b i r g u n . n e t / w r i t e r _ 2 0 0 5 _ i n d e x . p h p?c a t e g o r y _ code=1186603162&;news_code=111 6815905&year=2005&month= 05&d ay=23 Sarkis Hatspanin'ın Türk ve Kürt devrimci hareketinin umarsızlığını deşifre eden yazısı için bkz: http://www.gelawej.net/modules.php ?name= Content&;pa=show page&p id=3402 Sarkis Hatspanin'ın yazısı üzerine Samed Erdoğdu'nun kaleme aldığı makaleler için bkz: http://www.mesop.net/ osd/?app=izctrl&;archiv=220&izseq=i zartikel&artid=1722) http://www.mesop.net/osd/?app=izct rl&;archiv=204&izseq=izartikel&art id=1768) http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_print.php?id=1747) http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_print.php?id=1797) http://www.mesop.net/osd/?app=izct rl&;archiv=220&izseq=izartikel&art id=1874) http://www.mesop.net/osd/?app=izct rl&;archiv=220&izseq=izartikel&art id=1858) Bu tartışmada gözden kaçırdığım yazılar varsa peşinen bağışlanmamı dilerim. Hatspanian ve Erdoğdu'nun anla- tımlarının 29 yıl sonra bugün, Levon Ekmekçiyan'ın idam edildiği 28 Ocak gününün bize anlatabileceği, bizi değiştirebileceği çok şey olduğunu düşünüyorum. Sözü fazla uzatmadan ASALA, Garin hareketi, Zohrap Sarkisyan ve Levon Ekmekçiyan ile ilgili bir anımı anlatmak istiyorum burada. İzmit cezaevinde sol bir grubun üyesi, mapushane gediklisi bir arkadaşım vardı. 12 Eylül zindanlarını anlatırdı bana. 1985'de cezaevinden çıkmış Doğu Ermenistan'da Akhelek'te yaşamıştı bir süre. Hay, Kürt ve Türk soluna, tarihine hakim bir devrimciydi. Laf lafı açıyordu konuşurken. ASALA şiddeti, terör mü, devrimci eylem mi, konuşuyorduk bir ara, söz Ekmekçiyan ve Sarkisyan'a geldi. Yaptıkları eylem, eylem sonrası bildirileri, sivillere zarar vermeme gayretleri, buna karşı eylem alanını özel timin terörize etmesi vs, bunların hiç biri devrimci çevrelerin anlattığına uymuyordu. Bizim duyduğumuz ASALA ipe sapa gelmez, terörizme saplanmış bir gruptu. Levon Ekmekçiyan'ın idamını konuştuğumuzu hatırlıyorum, orada Hayri Argav'ın kitabından bahsetti Haik, öfkeyle iğrenç bir kitap dedi. Ama idam edilen devrimcileri anlatmıyor mu dedim. Hayır dedi, iğrenç, ırkçı bir kitap, çokta sinirlendi bunu söylerken, bir anlam veremedim, bilinçli Levon Ekmekçiyan'ı kitaba almamış dedi. Kitabı okumamıştım, bi şey diyemedim. Sonra Ümraniye cezaevine nakledildim, Ümraniye cezaevi çok büyük kütüphanelere sahipti. Orada 'O şafağın Atlıları'nı buldum, okudum, bir tek kerre adı bile geçmiyordu. Haik'e mektup yazdım, Levon Ekmekçiyan'ın itirafçılaşması mı sorun diye sordum, ne şartlar altında itirafçı olduğunu birlikte yattığı bütün Devrimciler biliyor, 12 Eylül'ün en ağır işkencelerini Garabet Demircioğlu, Garbis Altunoğlu ve Levon Ekmekçiyan'ın gördüğünden kuşkun olmasın diye cevap yazmıştı bana. ASALA'nın, Levon Ekmekçiyan'ın devrimci mirasına sahip çıktığını, aynı şartlar altında Türkiyeli devrimci arkadaşların da, itiraflarına rağmen idam edildiğini ama Argav'ın onları unutmadığını yazmıştı. Yani herhaliyle bir inkarın olduğuna ikimiz de adımız gibi emindik. 1999'dan 12 yıl sonra 2011'de bu kitap bu haliyle deşifre edildiğinde üzüldüm, keşke biz Kürt ve Türk bireyleri olarak bu kitabı deşifre edecek özgüvene sahip olabilsey- dik, bunu deşifre etmek Hatspanian'a kalmasaydı ama... (**) Hosrof Dink'in Hürriyet gazetesine yaptığı açıklama için bkz: http://www.haberdemeti.com/haber. php?haber_id=30226 . İstanbul Ermeni Patrikhanesinin bir açıklaması var yine buna ek olarak. Normal bir dünyada, normal şartlar altında bu tür açıklamaları ne Hosrof Dink'in yapması beklenir, ne de Patrikhane’nin. Bir suçlu psikozuyla yapılmış açıklamalar bunlar, "hata ettik bizi affedin" espirisi okunuyor bu metinlerde, nereden bakarsak bakalım. Yaşanan gelişmelerin herkesi incittiği belirtilen Patriklane’nin açıklamasında şu görüşlere yer veriliyor örneğin: “Her zaman söylediğimiz gibi, bu ülke hepimizin. Biz hep birlikte aynı havayı soluyor, aynı sudan içiyoruz. Geçen hafta Müslüman komşularımızın aşuresini paylaştık. Gelecek hafta Ermeniler aşure pişirecek, komşusundan gelen kabı aşureyle doldurup o berekete ortak edecek. O kap çok narin ve çok değerli. Hep birlikte sahip çıkmamız, onu kırmamak için özen göstermemiz gerekiyor. Oysa maalesef uluslararası camia bazen bu gerçeğe aldırış etmiyor. Yurtdışında birbiri ardına gelen bu tür gelişmeler tatsız bir kavgadan besleniyor. Hepimiz biliyoruz ki bu kavga ebediyete kadar süremez, sürmemeli. Bu kavgayı komşular bitirmeli, başkaları değil." kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 59 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkler’den özür diliyoruz özür dileriz. Alfabenizde olmayan, Q,X,W harflerini kullandık, alfabenizin huzurunu kaçırdık, özür dileriz. Ali Usta Onbinlerce eserimizi çalıp türkü diye millete yutturdunuz, müzik zevkinizi bozduk özür dileriz. Aidiyet duygusundan yoksun biz vefasız Kürtler, yüce Türk devletine ve aziz Türk halkına verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. ... Yüzlerce kez katliamdan, soykırım deneyimlerinden geçtik; ne 1839`da ne 1843`te ne 1878`de ne 1921`de, ne 1925`te ne 1926`da ne 1927`de, ne 1930`da, ne 1937`de öl öl bitemedik; hala 30 milyonuz, özür dileriz. 1071`de aynı dindeniz diye, Bizans`a karşı savaştık. Size kucak açıp yeni bir yurt edinmenizi sağladık, özür dileriz. Haçlı Ordusu`nu, bir daha bu toprakları ancak rüyasında ya da turistik gezilerde göreceği şekilde Kudüs`ten attık, büyük yanlış yaptık özür dileriz. Silistre`de, destanlarınıza konu olacak Kara Fatma`ları çıkarttık, özür dileriz. Çanakkale`de “Yedi Düvel”e karşı oluk oluk kan akıttık, Çanakkale`yi geçilmez kıldık, özür dileriz. Urfa`da, Maraş`ta, Antep`te tarihin gördüğü en büyük cesaret ve kahramanlık örneklerini sergileyerek Emperyalistleri bu coğrafyadan defettik, Faili-meçhul denen cinayetlerle binlerce evladımızı kaybedip, bir dönem gündeminizi faili-meçhullerle işgal ettik, özür dileriz. özür dileriz. Lozan`da iki devlete gerek yok, iki kardeş halk beraberce yaşar dedik, halt ettik, özür dileriz. Ki ne asıl kurucu nimetlerinden ne de azınlık haklarından yararlanabildik; Bu şarkı böyle değildi diye itiraz edip ukalalık yaptık özür dileriz. Herzaman emek ve özgürlük taleplerinizin yanında olduk, aynı hücrelerde çürüdük, aynı iplerde sallandık özür dileriz. Tüm yasaklamalara rağmen anamızın ak sütü gibi ak olan dilimizi konuşmaya devam ettik, çok yanlış ettik özür dileriz. Ülkemizin, şehirlerimizin, ilçelerimizin, köylerimizin, mezralarımızın, dağlarımızın, ovalarımızın, nehirlerimizin, taşlarımızın, ağaçlarımızın, çocuklarımızın ismini değiştiniz, o kadar emek harcadınız, biz yine de kendi isimlerimizi kullandık, affedin, Kutsal bayramımız Newroz`da Yaşasın halkların kardeşliği diyerek gürültü ve çevre kirliliği yarattık özür dileriz. Sizin de Nevruz diye bir bayramınız olduğunu bilmediğimizden cahillik ettik, özür dileriz. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası, devleti 39 kurşun zarara uğrattı, özür dileriz. 5 bin köyümüzü yerle bir ettiniz. Yüzbinlerce ton bombanızı heder ettik, özür dileriz. 8 kere kapattığınız, seçimlere koymamak için nice dümenler çevirdiğiniz, milletvekillerini yıllarca cezaevine kapattığınız partimiz bölgede birinci, Türkiye`de dördüncü parti oldu, sinirlerinizi bozduk özür dileriz. Tek taraflı aşkımıza yanıt vermediğiniz halde yine de yaşasın kardeşlik, türküsünü dilimizden düşürmüyoruz, özür diliyoruz... s at i s @ yaba e de bi yat . c om t e l / fa k s (0 212) 29 3 3 6 0 6 kızılbaş - sayfa 60 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hükümet Roboski Katliamının Sorumluluğunu Üstlenmiştir Roboski katliamının üzerinden 148 gün geçti. disine “özür” le ilgili sorulan bir soruya “özür dilenecek bir olay yoktur” şeklinde karşılık vermesi katledilen insanları ne kadar değersiz gördüğünün bir ifadesidir. Hani şu köyleri boşaltıldığı için taşınmak zorunda bırakılan, üzerinde yaşadıkları araziler mayınla döşenmiş olan, bir kısım toprakları ve akrabaları sınırın öteki tarafında bırakılan, kendilerine başka geçim yolu bırakılmadığı için yıllardır devletin bilgisi dâhilinde “kaçakçılık” yaparak geçimlerini sağlayan 19’u çocuk 34 sivil insan, “kaçağa” gittikleri bir gece ansızın katledilmişlerdi. Katliam, devlete ait savaş uçaklarından atılan devlete ait bombalarla, devletin içerisinde yetki verilmiş kimselerin emriyle ve devletin pilotlarının düğmeye basmasıyla gerçekleştirilmişti. Bu katliam, katledilen vatandaşlar dâhil olmak üzere; T.C’nde yaşayan vatandaşlardan alınan yetkiler ve vergilerden sağlanan imkânlarla gerçekleştirildi. kullanmıştır. Başbakanın veya başka bir siyasi yetkilinin bu güne kadar özür belirten herhangi açıklaması basına yansımadığı gibi, bu kadar vahim bir olayda Başbakanın kullandığı bu ifade biçimi, hangi açıdan bakılırsa bakılsın kabul edilemez ve sorunlu bir yaklaşımı ifade eder. Katliamın gerçekleşmesinin akabinde aydınlatıcı bir açıklama yapmaları beklenen siyasi yetkililer, en acılı gününde vatandaşının yanında olması gerekirken, “operasyon kazası” diyerek katliamı önemsizleştirme çabasında oldukları algısını oluşturmalarının yanı sıra; daha olay sıcaklığını korurken tazminatı gündeme getirmeleriyle de bizlerde, olayın üzerinin örtüleceği kaygısını oluşturmuştu. Başbakanın kendisini adeta soruşturma makamının yerine koyarak kullandığı “samimiyetle yapılan görev” ve hata” tanımlamaları “hüküm” niteliğinde olup, Türkiye’nin siyasi koşulları göz önüne alındığında bu sözün üzerine aksi yönde söz söyleyebilecek cesarete sahip, adaleti sağlamak görevli kişilerin olduğu konusunda ciddi kuşkular duymaktayız. Bu yaklaşım olası yargılama sürecini olumsuz etkileyecek niteliktedir. Katliamın gerçekleştiği tarihten itibaren kamuoyu faillerin bir an önce bulunup cezalandırılmasını beklerken, Roboski köyü adeta açık bir cezaevine dönüştürülerek, sürekli tutuklamalar ve gözaltılarla gündeme geldi. Soruşturmanın gizliliği gerekçesi ile kamuoyu beş aydır bilgilendirilmezken, nihayet “bu olayın Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmayacağını” söylemiş olan başbakan, geçtiğimiz günlerde herkesin vicdanını derinden yaralayan, yakınları katledilmiş, adalet taleplerine gölge düşürmemek adına söz konusu tazminatı almamış ailelerin acılarına saygısızlık anlamına gelebilecek bir üslupla “..tazminatsa tazminat!” “TSK görevini samimi şekilde yapmıştır.Hata da olabilir..” şeklinde ifadeler Başbakanın yaptığı açıklamanın hemen akabinde, bir tv programında konuşan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in ise, “bu olayın TSK’nin tecrübe hanesine yazıldığı” şeklindeki ifadesi, katledilen insanları deneme tahtası olarak gördüğünün bir ifadesi olup, aynı zamanda “PKKnın figüranı” nitelemesi ve ken- Yine geçtiğimiz günlerde, Wal Street Journal Gazetesinin istihbarat bilgilerinin ABD tarafından verildiği bilgisine karşılık, hükümetin beş aydan beridir istihbarat bilgilerinin milli kaynaklardan elde edildiği şeklindeki bilgilendirmenin birbiriyle çelişmesi karşısında Başbakan bu haberi ABD de seçim öncesinde Obama’yı zor durumda bırakmak için yapılan bir haber olduğunu söylemiş, ancak ABD Savunma Bakanı’nın, Wal Street Journal gazetesinin haberini, doğrulayıcı beyanları karşısında bir açıklama yapmamıştır. Son günlerde yaşan bu gelişmeler, olayın faillerinin açığa çıkarılıp cezalandırılacağına dair umutlarımızı yitirmemize neden olmuştur. Başbakan ve İçişleri Bakanının son yaptıkları açıklamalar faillerin kasten bulunmadığı soruşturmanın zamana yayılarak unutturulmaya çalışılacağı kanaatini kamuoyunda oluşturacak niteliktedir. Birkaç sene öncesinin kudretli generallerinin bugün yargılandığı bir ortamda, hükümet yetkililerinden, kendilerini sual olunmaz, hesap vermez bir konumda görme yanılgısına düşmemelerini, mazlumun ahının arşı titreteceğinin hususunun bilinmesini isteriz. Tel: +90 (312) 418 10 46 Faks: +90 (312) 418 70 93 MAZLUMDER olarak; toplumun yaralanmış adalet duygularını yeniden tesis edilmek üzere; emir komuta zinciri içerisinde işlenmiş olan bu katliamın faillerinin bir an önce açığa çıkarılıp yargı önün çıkarılmasını ve siyasi sorumluluğu elinde barındıran hükümetin Roboskili ailelerden geç kalınmış özrü dilemesini talep eder, ROBOSKİ İÇİN ADALET gerçekleşene kadar, bu sürecin takipçisi olacağımızı, kamuoyuna saygıyla bildiririz. Http: www.mazlumder.org.tr E-Posta: [email protected] Ahmet Faruk Ünsal MAZLUMDER Genel Başkanı GENEL MERKEZ Adres: Mithatpaşa Caddesi No: 62/4 Kızılay/ANKARA kızılbaş - sayfa 61 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kaybettiklerimiz Diller Büyük toplumsal degisim her alanda kendisini gösteriyor. Kaybettiklerimizin arasinda Çingene dilleri de var. Çingene dilleri dedigimizde pek çok arkadasimiz muhtemelen isyan edecekler. Dünyada geçtigimiz yüzyil boyunca Çingenelerin kökeni ile ilgili teoriler arasinda Hindistan'dan göç teorisi çok popüler oldu. Biz bu teoriye katilmiyoruz. Çingenelerin Hindistan'dan dünyaya yayilmis bir kavim degil; tarihin en basindan beri tüm toplumlarin arasinda yeralmis göçebe zanaatçiliga dayanan evrensel bir kültür olduguna inaniyoruz. Hindistan'dan göç teorisini savunan dostlarimizin en büyük kaniti Çingenelerin konustugu dillerden biri olan Romani dilinin Hint dilleri ile gösterdigi ciddi yakinliklardir. Bu dil Hint diline benzedigine göre Hindistan Çingenelerin anavatani olmalidir seklinde bir düsünce bu. Bu düsünceden hareket edenler sadece Romani dilini Çingene dili olarak kabul ederler. Dolayisiyla onlara göre sadece bir tek Çingene dili vardir. Romlar disinda kalan Çingene gruplari da gerçek Çingene degildir. Bizim böyle bir düsüncemiz yok. Dünyada göçebe zanaatçilar, Çingeneler tarafindan konusulan tüm dillerin Çingene kültürünün parçalarini olusturdugunu düsünüyoruz. Çingene dillerinden birkaç örnek verebiliriz burada. Irlanda Çingenelerinin dili Gammon, Norveç Çingenelerinin dili Rodi, Alman Çingenelerinin dili Yeniche, Rumen Çingenelerinin dili Rudari, Roman Çingenelerinin dili Romani, Abdal Çingenelerinin dili Abdoltili, Banu Sassan Çingenelerinin dili Lugha, Helebi Çingenelerinin dili Sim ilk olarak akla gelenler. Çingene dillerinin hem islevleri hem de olusumlari diger toplumlarin dillerinden farklidir. Genel olarak dil her toplum için iletisim aracidir. Çingeneler için ise dil hem bir iletisim araci hem de savunma aracidir. Göçebe zanaatçilik yapan atalarimiz kabileler halinde hareket ederken çesitli sorunlarla karsilasmaktaydilar. Bazi zamanlar içinde yasadiklari toplumlarin anlayamayacagi bir dil kullanmak, onlar için çok yararli olabiliyordu. Hem sir saklamak hem de kendilerini tehlikelerden koruyabilmek için. Bu yüzden göçebe zanaatçilar içinde yasadiklari toplumlardan farkli diller gelistirmisler ya da sahip olduklari dilleri koruyarak yasatmislardir. Bu dillerin yapisina baktigimiz zaman hepsinin farkli dillerden kelime hazneleri tasiyan karma bir özellik gösterdigini görüyoruz. Çingeneler gittikleri her yerde karsilarina çikan Çingene olmayan topluluklardan ve farkli Çingene gruplarindan kelime alisverisi yapmislardir. Özellikle farkli Çingene gruplari birbirlerinin dillerini paylasma çok konusunda çok basarilidirlar. Anadolu'nun kimi bölgelerinde Geygel Çingeneleri ve Romani Çingeneleri birlikte yasamaktadirlar. Buralarda Geygel Çingenelerinin diline çok sayida Romani sözcügün de girdigini görüyoruz. Buna benzer çok sayida örnek verilebilir. Kimi yerlerde Çingene gruplari içlerinde yasadiklari toplumla ayni gramer yapisina sahip olan diller kullanirlar. Örnegin Anadolu Türkçesi ile Abdal dili ayni kökten gelen Turani dillerdir. Ne var ki, Abdal Çingeneleri dillerini ayni zamanda bir savunma araci olarak kullandiklarindan bu dile zaman içerisinde Farsça, Lugha, Romani kökenli sözcükler girmistir. Bu sözcükler hemen hemen Anadolu Türkçesi ile ayni olan bir gramerle birlikte kullanilirlar. Ne var ki Abdal olmayanlar gramer yapisi ayni olsa da sözcük haznesi çok farkli oldugundan bu dili anlayamazlar. Yerlesik hayata geçisle beraber tüm Çingene gruplari gizli dillerini unutmaya baslarlar. Bu dünyanin her yerinde genel olarak isleyen bir süreçtir. Bunun en önemli gerekçesi göçebe zanaatçiliktan kaynaklanan ileri düzeydeki soyutlanmanin ortadan kalkmasi ve bir ölçüde de gizli dile olan ihtiyacin hafiflemesidir.. Bu noktada Çingene gruplari içinde yasadiklari toplumlarda çogunluk tarafindan kullanilan dili kullanmaya baslarlar. Türkiye'de yasayan Çingene gruplari günümüzde yaygin olarak Türkçe konusmaktadirlar. Romani, Abdoltili ya da Lomin gibi geleneksel dillerin kullaniminin büyük ölçüde azaldigini görüyoruz. Dil en çok da Çingene dilleri ihtiyaçla birlikte dogar ve gelisirler. Günümüzde ihtiyacin büyük ölçüde ortadan kalkmasiyla bu dillerin yaygin kullaniminin ortadan kalkmasi da büyük ölçüde dogal bir süreçtir. Bu konuda nasil bir tavir almamiz gerekiyor? Birincisi diller, insanligin ortak kültürel mirasini yansitan büyük hazinelerdir. Hiçbir dilin yok olmasi iyi bir durum degildir. Bu açidan bakildiginda, tüm Çingene dillerinin varligini sürdürmesini elbette bizler de samimi bir sekilde istemeliyiz. Özellikle de bu dillerin üzerinde akademik çalismalarin yapilmasi, dilbilimcilerin Çingene dilleri üzerinde çalismasi; geçmiste bu diller de hazirlanmis sözlü kültür ürünlerinin yazili hale getirilmesi çok yararli olacaktir. Öte yandan günümüz dünyasinin gerçegi önümüze bir baska zorunluluk da koymaktadir. Çingeneler artik büyük ölçüde yerlesikler ve Çingene olmayanlarla birlikte yasiyorlar. Toplumun diger kesimleriyle iliski kurmak ve kendimizi dogru bir sekilde yansitabilmek için ortak dili de en iyi biçimde kullanmak zorundayiz. Türkiye'de yasayan Çingeneler, Türkçe'yi de çok iyi kullanmak zorundalar. Bize yöneltilen önyargilara dayali suçlamalara, haksiz asagilamalara karsi; güçlü bir Türkçe'yle yanit verebilir ve bizi anlamak isteyenlere kendimizi anlatabiliriz. Sadece Çingene olmayanlarla iyi iliski kurmak için degil ayni zamanda farkli dilleri konusan Çingene gruplari arasinda da saglam bir iletisim kurulabilmesi için ortak dile hakimiyet büyük önem tasimaktadir. Romanlar, Abdallar, Elekçiler, Domlar, Lomlar, Mırtipler! Çingene olarak adlandırılan veya kendisini Çingene olarak kabul eden herkes! Burası sizin siteniz. ci nge ne y i z @ ya ho o.c om ht t p:// w w w.ci nge ne y i z .o r g kızılbaş - sayfa 62 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Nükleer Santral Karşıtı Kongre Faruk Çelik Mersin’de yapılacak olan Nükleer Santral Karşıtı Kongre’ye Antalya’dan da katılımın yoğun olması nedeniyle araç kaldırılacak. Konu ile ilgili açıklama yapan Elektrik Mühendisleri Odası Antalya Şube Başkan Yardımcısı ve Antalya NKP Sekretaryası İbrahim Kücü, “Hükümet tarafından 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya ile yapılan devletlerarası antlaşma ile Mersin Akkuyu’da nükleer santral projesi resmi olarak başlatılmıştı. Mart ve Nisan aylarında “Halkın Katılımı Toplantısı” ve “Özel Format Belirleme” toplantıları ile santral kurma sürecini işleten hükümet, Sinop’ta kurulacak nükleer santral içinde başka birçok ülke ile görüşmelerini devam ettiriyor” derken katılmak isteyenlerin Elektrik Mühendisleri Odası’na müracaat etmelerini istedi. ——— Elektrik Mühendisleri Odası Antalya Şube Başkan Yardımcısı ve Antalya NKP Sekretaryası İbrahim Kücü yaptığı açıklamada “Nükleer Santral Karşıtı Kongre” için Antalya’dan araç kaldırılacağını söyledi. İbrahim Kücü açıklamasında; “Hükümet tarafından 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya ile yapılan devletlerarası antlaşma ile Mersin Akkuyu’da nükleer santral projesi resmi olarak başlatılmıştı. Mart ve Nisan aylarında “Halkın Katılımı Toplantısı” ve “Özel Format Belirleme” toplantıları ile santral kurma sürecini işleten hükümet, Sinop’ta kurulacak nükleer santral içinde başka birçok ülke ile görüşmelerini devam ettiriyor. NKP ve ülkemizdeki tüm çevre hareketleri ile nükleer santrallere karşı güçlü bir mücadelenin ısrarla sürdürülmesine yönelik, tüm nükleer karşıtlarının çağrılı olduğu “Nükleer Karşıtı Kongre” 16 Haziran 2012 tarihinde Mersin’de gerçekleştirilecek. Bizde Antalya Nükleer Karşıtı Platform (NKP) üyeleri ve halkımızla birlikte 16 Haziran 2012 tarihinde Mersin’de yapılacak olan “Nükleer Santral Karşıtı Kongre” ye gitme kararı aldık. Kongreye ulaşım için EMO Antalya Şubesi önünden 15 Haziran 2012 Cuma günü 22:00’da araç kaldıracağız. NKP Kongresi; Açılış konuşmasının ardından Divan oluşturularak çalışmalar başlayıp, sonuç bildirgesi komisyonu‘nun oluşumunun ardından davetli konuşmacılara söz verilecek, yerel NKP‘ler sunumlarını yapacaklar. Bu kapsamda bende bir sunum yapacağım. Program kapsamında “Nükleer Karşıtı Mücadelede Nasıl Bir Örgütlülük” konusunun ele alınacağı forum yapılması planlanırken, sonuç bildirgesinin okunması ve düzenlenecek konser etkinliği ile kongre çalışmaları tamamlanacak. Mimarlar Odası Mersin Şube Konferans Salonu‘nda düzenlenecek olan Kongre 16 Haziran Cumartesi günü saat 9.30‘da başlayacak. Kücü açıklamasının sonunda şu ifadelere yer verdi; “Nükleer santraller, kirli, pahalı, atık sorunu çözülememiş, riskli bir enerji kaynağıdır. Ülkemizin yerli ve yenilenebilir kaynakları potansiyeli değerlendirilmeyi beklemektedir. Türkiye‘nin nükleer teknoloji ve nükleer santral sahibi olacağı iddiaları tamamen kandırmacadır. Yapılan anlaşma ile Türkiye değil, Rusya Türkiye‘de nükleer santral sahibi olacaktır. Nükleer santrallerden ucuz elektrik sağlanamamaktır. Nitekim ülkemiz için önerilen fiyat da diğer kaynaklardan elektrik üretim maliyetini katlamaktadır. TEDAŞ üzerinden verilen alım garantisi ile 51 milyar dolarlık kaynağın Rusya‘ya aktarılması söz konusudur. Akkuyu‘da kurulacak olan santral, 36 yıl önce 1976 yılında verilmiş olan yer lisansına dayanmaktadır. 36 yıl içindeki değişimleri hesaba katmayan bir yer lisansının kabulü mümkün değildir. Enerji üretiminde her zaman doğru seçenekler vardır. Bütün mesele yenilenebilir enerji kaynaklarımızı öne çıkaran doğru bir planlama ve kamusal anlayışın yaratılması, mevcut kaynaklarımızın çevreye uyumlu bir şekilde değerlendirilmesidir. Enerji alanında yaşanan özelleştirmeler ile Türkiye enerji yönetim erkini ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarına teslim etmiştir. Şimdi nükleer santral değil, enerji kaynaklarımızı kamu yararına devreye sokmak, enerji verimliliğini gerçek anlamda hayata geçirmek, enerjide toplumsal adaleti ve hukuku yaratmak zamanıdır.” kızılbaş - sayfa 63 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Puşu Davası’nda 11 yıl 3 ay hapis Kırmızıgül’ün “kaçma şüphesi, kuvvetli suç şüphesini gösteren olgu kriterinin devam etmesi, delilleri karartma ihtimalinin bulunması” nedenleriyle tutukluluğunun devamına karar vermişti. Ancak mahkeme heyeti, 23 Mart’ta Kırmızıgül’ün tutuklu kaldığı süreyi göz önüne alarak tahliyesine karar vermişti. Kamuoyunda ‘Poşu Davası’ olarak bilinen yargılamada, bir markete molotoflu saldırıya katılmakla suçlanan Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül, toplam 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı Ceza gerekçesi olan suçlamalar BURCU KARAKAŞ (milliyet) Kağıthane’de 20 Şubat 2010’da bir markete düzenlenen molotoflu saldırıya katıldığı iddiasıyla durakta otobüs beklerken gözaltına alınıp gizli tanık ifadesiyle tutuklanan Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 3. sınıf öğrencisi Cihan Kırmızıgül’ün (24) yargılandığı davada dün karar çıktı. Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde “silahlı terör örgütüne üye olmak, korku, kaygı veya panik yaratabilecek tarzda silahla ateş etme, tehlikeli maddeleri izinsiz bulundurma veya el değiştirme, görevi yaptırmamak için direnme” suçlarından 25 ay tutuklu kaldıktan sonra geçen celse tahliye edilen Kırmızıgül’e toplam 11 yıl 3 ay hapis cezası verildi. Mahkeme ayrıca, “Adli emanette kayıtlı 1 adet puşi tabir edilen bez parçasının suçta kullanıldığı anlaşıldığından TCK 54 maddesi gereği müsaderesine” karar verdi. İddianamede böyle anlatıldı Kamuoyunda “Poşu Davası” olarak bilinen davanın iddianamesinde, süreç şöyle anlatılmıştı: “Cihan Kırmızgül’ün PKK terör örgütü adına eylem yapmak amacıyla 20 Şubat 2010 saat 21.45 sıralarında Kağıthane Etibank Caddesi üzerinde toplanan grup içerisinde yer aldığı, toplananların yüzlerini poşu ile kapattıkları, ellerinde molotofkokteylleri olduğu halde Kürtçe sloganlar attıkları, Etibank Caddesi No: 52’de bulunan bir marketin camlarına 2-3 molotofkokteyli, daha sonra kaldırımın üzerine ve yola molotofkokteyli atıldığı ve gösteri yapanların üçerli ve dörderli gruplar halinde Beyoğlu ve Kağıthane’ye doğru kaçmaya başladıkları, market ve Etibank Caddesi’ne molotofkokteyli atan 170 santim boylarında, yüzü poşu ile kapalı, kahverenkli kapüşonlu kazak, yanlardan cepli siyah kanvas pantalon olan ve kahverenkli botlu şüpheli canlı takip neticesinde Cihan Kırmızıgül’ün yakalandığı, şüphelinin polis tarafından takibi sırasında dur ihtarına ve uyarı amaçlı havaya ateş açılmasına uymayıp kaçtığı, su hendeğine düşmesi üzerine polisin yakaladığı, bu esnada da direnip polisin silahını almaya çalıştığı...” Kırmızıgül’ün avukatı Sait Tanrıverdi ise itiraz ederek, polis tutanağında Kırmızıgül’ün üzerinde çıkan poşu dışında başka delil gösterilemediğini söylemişti. Kırmızıgül’ün molotof kokteyli attığını söyleyen bir gizli tanık daha sonra bu ifadesini değiştirerek Kırmızıgül’ün olay yerinde olmadığını, onu daha önce hiç görmediğini belirtmişti. Genişletme istemine ret 14 Eylül 2011’de görülen 5. duruşmada savcı Mustafa Çavuşoğlu, gizli tanığın beyanlarının çelişkili olduğunu belirterek, tahliye ve beraat istemiş, ancak mahkeme suç şüphesinin devam ettiğini belirterek talebi reddetmişti. 16 Kasım 2011’deki duruşmada ise savcı Çavuşoğlu’nun yerine görev alan savcı Hikmet Usta, Kırmızıgül’ün “terör örgütünü üyeliği, mala zarar verme ve patlayıcı madde bulundurma” gibi suçlardan 15 yıldan 45 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını istemişti. Avukat Sait Tanrıverdi’nin dava kapsamında yapılan incelemenin genişletilmesini istediiği bir sonraki duruşmada ise mahkeme bu talebi reddederek, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dün görülen, karar duruşmasında Kırmızıgül “örgüt çağrısı doğrultusunda yasadışı gösteriye katılmak, molotofkokteyli atmak ve örgüte yardımcı olmak” suçlarından 6 yıl 3 ay hapisle cezalandırıldı. Ayrıca, “patlayıcı madde bulundurmak” suçundan da 4 yıl 2 ay hapis ve 100 TL adli para cezası, olay tarihinde bir mağazaya taş ve molotofkokteyli atarak zarar verdiği gerekçesiyle ise 10 ay hapis cezası verildi. Yakınları ve arkadaşları tepkili: Temyiz edeceğiz Toplam 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan Cihan Kırmızıgül’ün Galatasaray Üniversitesi’nden hocaları, arkadaşları ve ailesi karara tepki gösterdi. Grup adına açıklama yapan Galatasaray Üniversitesi Öğretim üyesi Mehmet Karlı, “Bizimle dalga geçiyorlar. Bu işin peşini bırakacağımız zannedildi. Biz mücadeleyi bırakmadık, buradayız. O dosyada Cihan’ı suçlayacak bir delil bile yok. 22 yaşında genç bir çocuğun hayatıyla oynuyorlar” dedi. Baba Vahap Kırmızıgül de “Kararı beklemiyorduk, temyiz edeceğiz. Adalete güvenmek istiyorum” diye konuştu. Yargıtay kararı onarsa 6 yıl 1 ay daha yatacak Cihan Kırmızıgül hakkında 19 ile 61.5 yıl arasında hapis cezası istendi. Yargılama 1.5 yıl sürdü. Karar duruşmasında savcısı Hikmet Usta mütalaasını verdi ve 15 yıl ile 45 yıl arasında hapis istedi. Dün yapılan duruşmada Kırmızıgül, 3 ayrı suçtan toplam 13 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı. Yapılan indirimlerden sonra ceza 11 yıl 3 aya düştü. İnfaz Kanunu’na göre cezasının 4’te 3’ü kadar; yani 8 yıl 3 ay hapis yatması gereken Kırmızıgül’ün 25 ay tutuklu kaldığı süre bu cezadan düşülecek. Eğer Yargıtay bu kararı onarsa Kırmızıgül, 6 yıl 1 ay daha cezaevinde kalacak. kızılbaş - sayfa 64 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Milli Eğitim Bakanlığı özel Kuran kursları açılması için Hayrat Vakfı ile anlaştı. Hayrat Vakfı 900 Kuran kursu açacak ve denetimleri Diyanet değil MEB yapacak. Ayrıca vakfın açtığı kurslarda, Osmanlıca öğretilecek ve ücret alınmayacak. Eğitimde gericileşmeye dönük adımlar 4+4+4 ile atılırken bir yandan da kuran kurslarının sayısı arttırılmaya devam ediyor. Milli Eğitim Bakanlığı özel Kuran kursları açılması için Hayrat Vakfı ile anlaştı. 900 kurs açacak vakfı MEB denetleyebilecek. Diyanet denetleme yapamayacak Radikal gazetesinden Tarık Işık’ın haberine göre, 4+4+4 düzenlemesi Meclis’ten 30 Mart tarihinde geçmiş, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da 10 Nisan’da onaylanmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü ile Hayrat Vakfı arasında imzalanan protokol de 3 Nisan 2012 tarihini taşıyor. Protokol, Kuran öğretimine önemli değişiklikler getiriyor. Şimdiye kadar, kuran kurslarını Diyanet İşleri Başkanlığı açıyordu. Diyanet’in açtığı kursların denetimi MEB tarafından yapılıyordu. Ancak geçen aylarda yapılan düzenlemeyle Diyanet’in açtığı Kuran kurslarının denetimiMEB ’den alınarak Diyanet’e verilmişti. Hayrat Vakfı ile MEB arasında imzalanan protokolde ise Diyanet tamamen devre dışı bırakıldı. Diyanet, Hayrat Vakfı’nın açacağı kurslarda söz sahibi olmadığı gibi denetimini de yapamayacak. “Özel” kursların denetimi MEB ’de olacak. Protokol, MEB ile vakfın işbirliğinde Türkiye genelinde Osmanlı Türkçesi kursları, Osmanlı Türkçesi eğitimcinin eğitimi kursları, Kur’an-ı Kerim Okuma ve Tecvitli Okuma kurs ve seminerleri ile ilgili planlama, uygulama, organizasyon, belge tanzimine ilişkin esas ve yükümlülükleri kapsıyor. Osmanlı Türkçesi öğretilecek Protokole göre kursiyerlerden ücret alınmayacak. Her eğitim faaliyeti sonrasında kursu başarıyla bitirenlere belge verilecek. Vakıf, ilk aşamada 300 merkez açarak Osmanlıca ve Kuran eğitimi vermeyi planlıyor. Vakfın amacı bu rakamı kademeli olarak arttırarak 900’e çıkarmak. Tüm Türkiye’deki Halk Eğitimi Merkezleri de bu amaçla kullanılabilecek. Ücret alınmayacak Vakıf, Refahyol döneminde de kurs açmıştı Hayrat Vakfı, 1974’te Bediüzzaman Said Nursi’nin öğrencilerinden Ahmet Hüsrev Altınbaşak tarafından kuruldu. Hayrat Vakfı, 1997 yılında Refahyol hükümeti döneminde de Kültür Bakanlığı ile işbirliği yaparak 52 il merkezinde Osmanlıca kursları açmıştı. sol.org - 16 mayıs 2012