asimilasyona hayır!

advertisement
kızılbaş
H a z i r a n 2 012 s a y ı 15
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
a s i m i l a s y o n a h ay ı r !
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
[email protected]
tel: 01774577978
Stuttgart temsilcisi:
ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres:
bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 Haziran 2012 sayı: 15
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindekiler:
Sayfa: 4 : ‘Takiye’……..................................…….... Ali Ülger
Sayfa: 5 : İNSAN TANRISI HIZIR ...... ADNAN CANGÜDER
Sayfa: 10 : AKP, CHP'NiN ASiMiLASYON POLiTiKALA
RINI UYGULUYOR! …….....…….. Ünsal Öztürk
Sayfa: 12 : Cennette cinsel hayat nasıl olacak
Sayfa: 13 : Tarihe tanık belgeler
Sayfa: 14 : ZAZACA DERS 4 ……….........……. İlhami Sertkaya
Sayfa: 15 : Se beno no halê ma? ……….........……… X. Çelker
Sayfa: 16 : WEQFA ÎSMAÎL BEŞÎKCÎ ÇIMA HATE
DAMEZRANDIN?
Sayfa: 18 : Palu Harput ………...........……… Boğos Natanyan
Sayfa: 20 : Seçenekler ….........................………. Bedros Dağlıyan
Sayfa: 21 : Dersim Tartışmaları …….......… dr. ismail beşikçi
Sayfa: 26 : Emperyalist bir bahar: Libya, Suriye ve ötesi
…......................................................... AIJAZ AHMAD
Sayfa: 28 : Yalan ..........................................… Fikret Başkaya
Sayfa: 31 : Pontos Jenocidi ….....................….. Ali Sait Çetinoğlu
Sayfa: 35 : Sachsenhausen’dan Aşkale’ye(2) .... Recep Maraşlı
Sayfa: 39 : OBAMA AKP: ROBOSKİ …… Mahdi Tanrıkulu
Sayfa: 40 : DERSİM 38'İN 1915'LE KOPMAZ BAĞLARI – 1
….................................................... Hovsep Hayreni
Sayfa: 42 : Ermeni Soykırımı’nda Alman rolü … Ayşe Hür
Sayfa: 45 : Der Zor CehennemindenTKP Teşkilat Bürosu´na:
Salih Zeki (Zor) …........................….. Selçuk Uzun
Sayfa: 49 : Dersim Ermenileri etnografyası – 2
.............................................….....….. Gevorg Halaçyan
Sayfa: 51 : ÇERKESLERİN ERMENİLERE YAPILAN
SOYKIRIMA KATILIMINA DAİR SORULAR
..............................................… Sarkis Hatspanian
Sayfa: 54 : Onüç Tıp Öğrencisi Tutuklandı
Sayfa: 55 : Ararat’da Batan Gemiler …........…. Erdem Özgül
Sayfa: 59 : Türkler’den özür diliyoruz .. Ali Usta
Sayfa: 60 : Hükümet Roboski Katliamının Sorumluluğunu
Üstlenmiştir ….................................... Mazlumder
Sayfa: 61 : Kaybettiklerimiz Diller …. Çingenelerin Sitesi
Sayfa: 62 : Nükleer Santral Karşıtı Kongre ….... Faruk Çelik
Sayfa: 63 : Puşu Davası’nda 11 yıl 3 ay hapis
..............................................……. BURCU KARAKAŞ
Sayfa: 64 : Milli Eğitim Bakanlığı özel Kuran kursları
açılması için Hayrat Vakfı ile anlaştı.
DUYURU
Kızılbaş Dergisini
kağıda basılmış olarak
almak isteyenler.
Abone ücretini
300 23 23 29 BLZ: 350 5000
Sparkasse Duisburg
hesabına yatıranlara
her ay düzenli olarak
dergi gönderilecektir.
6 sayı 60 tl. / 12 sayı 120 tl.
6 sayı 30 € / 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘Takiye’
Bulunduğumuz coğrafyada bir yanımızdan İran Şiiliği, diğer yandan
Osmanlı ve devamı TC sünniliğinin
müslümanlaştırma siyaseti karşısında bin bir dona girmişiz.
Kendimizi, dilimizi dinimizi gizlemişiz görülmek istediğimiz gibi
davranmaya çalışmışız. Ne şii taifesini ne de sünni taifesini kandıramamışız...
İslamın Peygamberini, halife Ali’sini ve Ehlibeyti revize ederek kendi
ihtiyaçlarımıza uygun hale getirmişiz. Kızılbaş-Alevi inanç guruplarının içinde halen yaşatılan
Muhammet Mustafa ile Merdan Ali
İslama da Kuranı Kerimine de aykırıdır.
Atalarımızın yaptığı bu siyasetin
adı ‘takiye’dir. Yapılan ‘takiye’ ile
bir şeyleri de başarmışız ama... ne
yazıktır ki muktedir olamamışız...
Ancak bu ‘takiye’ yoluyla üretilen
bu ‘siyaset,’ zaman içinde inanılır
hale gelmiştir.
Yapılan ‘takiye’nin sonucu oluşan
bu mit dönemin ‘siyasi’ ihtiyaçlarından dolayı üretildiğinden dönemin ‘siyasi’ ihtiyacının ürünüdür.
Oysa bu dönemin ihtiyacı farklıdır.
Muktedir olabilmek için bu ihtiyacın kavranması hayati öneme haizdir.
21. yy bilgi çağında kendini yenileyip demokratikleştiremeyen toplumsal kesimler çürümekten kendini kurtaramaz. Bu çürüme biz
Kızılbaş-Aleviler içinde geçerlidir.
Bundan dolayıdır ki biz Kızılbaş
-Aleviler var olan sorunlarımız ve
bu sorunların çözümlerine yönelik
olarak gerçekçi olmak ve objektif
davranmak zorundayız. Bu yaklaşım dışında her davranış inkara ve
can
cana
ali ülger
asimilasyona hizmet eder. Bugün
Alevi dernek ve vakıf ‘siyasetçilerinin’/bürokratlarının yaptıkları işte
tam da budur. Beyaz Aleviciliktir...
Bu dernek ve vakıf bürokratlarının
sorunlarımızı çözebileceğini ummanın, hayalin ötesinde ahmaklık
olduğunun farkına varmanın zamanı geçmektedir.
Biz Kızılbaş-Alevilerin ortak toplumsal ve özgül sorunlarımızın
tümü dün olduğu gibi bugünde
siyasidir. Bundan dolayı sorunlarımızın çözümlerini de siyasetin
içinde aramalıyız. Bunun içindir ki
Kızılbaş-Alevilerin siyasi örgütlenmelerine ihtiyaç vardır. Asıl ana
görev, bu amaca yönelik görüş ve
önerilerin somutlaştırılarak siyasal arenaya çıkılmasıdır. Önümüzdeki en yakıcı sorun demokratik
bir partinin elbirliğiyle oluşturulması olduğunu artık anlamalıyız.
Bu hayati öneme sahip sorumluluktan kaçmak herkesi ebediyen el
kapısında maraba bırakır. Yabancılaşmaya, inkara ve asimilasyona
çanak tutar...
Toplumsal sorunlarımıza yönelik
görüş ve önerilerimizi istek ve taleplerimizi de artık açık ve de yüksek sesle ifade etmeliyiz.
Bu yönde sağlıklı ve başarılı adımlar atabilmek için içinde bulunduğumuz koşullara objektif yaklaşmak zorundayız. Var olan farklı
toplumsal kesimler ile sağlıklı açık
model ve de demokratik ilişkiler
kurmalıyız. Kendimizin yapmadıklarını başkalarından istemekten
vazgeçip, bunu öncelikle biz ger-
çekleştirmeliyiz.
Ağır sıkıntıların yaşandığı bu dönemde son derece mütevazi ve
demokratik davranılarak bir çok
tabuyu açmanın mümkün olacağı
kanısındayız.
Örneğin; Ermeni, Elen, Süryani
ve Pontus soykırımında, Koçgiri,
Şeyh Said, Dersim, Çorum, Maraş,
Madımak....
Soykırım ve katliamlarındaki siyasi tutum her bir kesim için hayati
öneme sahiptir. Burada açık ve
samimi davranmayanlarla sağlıklı
dostlukların kurulması, demokratik bir toplum üretilmesi asla mümkün olamayacağı kanısındayız.
Biz, Kızılbaş-Alevilerin de yakın
tarihimizle yüzleşerek, demokratikleşmenin yolunu, bu yoldaki inadımız ve tutarlılığımızla açabiliriz..
Bu aynı zamanda kendi özgül toplumsal sorunlarımızın çözümüne
yönelik siyasetimizin oluşturulmasına da kapı açmış olacaktır.
Yani siyasallaşmamız özgül sorunlarımızın çözümüne yönelik görüş
ve önerilerin de hızla geliştirilmesine katkı sunacaktır...
Elbirliği ile kendi sorunlarımıza
sahip çıkmak, sorunlarımızı siyasal alana taşıyacak partiyi yine elbirliğiyle oluşturmak can alıcı sorunlarımızın başında gelmektedir.
Toplumumuzun bir parçası olacak
ve toplumumuzu temsil edecek partimizi örgütlememiz halinde sorunlarımızı siyasal alana taşıyabileceğimizi ve bu sorunlarımıza başarılı
ve kalıcı bir çözüm bulabileceğimizi bir an bile unutmamalıyız.
Demokratik toplumun oluşturulmasına katıldığımız oranda kendimizi yaşatabiliriz...
CAN CANA
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ADNAN CANGÜDER
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (2)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
2 . B ölü m:
mez.
Küçük Çile günleriyle birlikte Hızır
erkânı başlar: Hızır Bâtınilikte, simgesel anlamda, doğuran doğanın doktorudur.
Alevi inancındakı hızır ve boz atının
kutsallığı tek tanrılı dinlerdeki kutsallığından çok daha fazladır. Ve bu
kutsallık günümüze kadar kendisini
koruyarak gelmiştir. Alevlikte boz atlı
Hızır bir yardım meleğidir ve tüm bu
yardımlarının karşılığında insanlardan
sadece kalp temizliği ister. Hızır yolda
kalanların yoldaşı, darda kalanların
yardımcısı, gençlere kısmet ve kıtlıkta
bereket olarak bilinir. En büyük yardımcısı ise boz atıdır, insan yada başka bir kutsal şahsiyet değildir gideceği
yada ulaşması gereken noktalara boz
atı ile gider. Hızırın boz atı ise kendisi
gibi ölümsüzdür, tarihi efsanelerde anlatılan kanatlı uçan at Pegasusu çağrıştırır. Hızırın boz atı uçarak yada sıçrayarak çok uzun mesafeleri alabilmekte
zorda ve darda olanlara yetişebilmektedir. Buna verebileceğimiz en güzel
örnek ise hızırın Hace Bektaşı ziyaret
etmesi esnasında Karadenizde batmakta olan gemiyi kurtarmak için aniden
boz atıyla yola çıkmasıdır
Hızır koruyucu ve iyilik meleğidir.
Bunun için “neden savaşa katılmadı”
şeklindeki söylemler ve sorular, barış,
dostluk ve sevgiden yana olan kurtarıcı
Hızır için doğal karşılanabilir.
Alevi inancında hızır Ali konumunda, Alide can bulmuş olarak kabul
görürken tek tanrılı dinlerde ölümlü
bir fani olarak algılanır ve Ali ile bir
tutulmaz. Alevi inancında olan don değiştirme veya dondan dona geçme ise
tek tanrılı dinlerde asla kabul görmez
ve yoktur. Alevilerde hızır ve Ali aynı
noktada görülmüş hızırın ve Alinin ruhunun aynı olduğundan dolayı Hakk
ile bütünleştirmişlerdir.Alevilerde hızır allah ve Muhammetten çok daha
fazla çağrılır ve anılır. Hızır daha çok
mazlum, fakir,dilenci ve yaşlı bir erkek
ihtiyar olarak görülür. Kadınlık yada
dişilik hızıra uygun görülmez bunun
nedeni ise erkeğin kadından daha güçlü
ve kuvvetli olmasıdır. Tek tanrılı dinlerde hızırın adının geçtiği hiç birşey
yok iken alevi inancı hızırsız olmaz.
Hızıra söylenen beyitler ve deyişler en
kutsal ve en değerli olanıdır. Alevilikte
yasayan Ali bir yerde hızırdır. Dondan
dona girer ve yardıma koşar
Alevi inancında adı gülbenklerde muhakkak geçerken tek tanrılı dinlerin
dualarında adı hiç gecmez veya yaşanılan olay sonrasında gerektiğinde adı
pek nadiren geçer. Alevi gülbenkleri
kendi ulularının adı ile anılıp biterken
asla amin ile bitmez ve bu terim inancta
aslada yer bulmadığı gibi kabulde gör-
Alevilikte adına yeminler edilir cemler
tutulur yemekler yapılır ve özel günlerde eğlence yada şükran günleri yapılır.
Alevilerin yoğun yaşadığı Dersimde
adına oruç tutulur cem yürütülür kurban kesilir lokma verilir,mezarlar ve
kutsal yerler ziyaret edilir. Bayramlık
yeni ve temiz elbiseler giyilir. Bereketi temsil eder yeniden taze çekilmiş
buğdaydan un yemeği (Kavut) yapılarak hızırdan işaret beklenir bu nedenle Dersimdeki en yüce kutsal var edici
baş tanrıda denilebilir.
Alevilikte yaşamın başlangıc yada tabiat ananın yeniden yeşermesi nedeniyle cemleri tutulup ibadeti ve anması
yapılırken gelen yeni güne ve yeşilli-
ğe bir ön hazırlık olarakta düşünülür.
Yaşamda beklentilerin gerçekleşmesi
sonucu genç erkeklerin ve kızların
dileklerinin ve niyetlerinin zamanını
hızır zamanına göre ayarlar ve o şekilde hızırı beklerler Hızırın yaşam alanı
yeşillik ve sulaktır. Ve insanın kendisinin rahat edebileceği ve yaşayabileceği yerlere bir borç yada şükran olarak
ortaya çıkmış olduğu bunun sonucunda
yaşamın devamında toplumun bu insansal devamlılığı kutsaması nedeniyle bayramlaştırmasıdır. Unutulmasın
ki geçmiş zamanlarda insanın yerleşik
hayata geçmesi sonucu yaşanılan güvenli yerlerin azlığı ve sahiplenilmesi,
coğrafi koşullar nedeniyle deprem yangın, yanardag, savaşlar,vahşi hayvanların av alanı gibi ekolojik döneme ait
dengelerin tam yerine oturmadığı bir
dönemin sonucu kurtarıcı kılınması ve
adına anmaların yapılması hızır inancını ve kutsiyetini ortaya çıkarmışda
diyebiliriz.
Aleviliğin batıni anlamında Abu hayat
suyu, ledün ilmi, hakikat yada gerçek
ilim, bilgi, irfan, feyiz ,aşk ,söz ve akıl
olarak inanc içinde algılanır. Alevilikte
Abu hayat suyunun batıni anlamı bilim,
ilim akıl,mantık ile insanın kendini bilmesidir. Lokman hekimin ölümsüzlük
otu ile hızırın ölümsüzlük suyunu yani
Abu hayat-ı içmesi aynı coğrafyanın
farklı zamanlarda ortaya çıkmış farklı
efsaneleridir. Hızırın Abu hayat (bengi su) içerek ölümsüzlüğe ulaştığına
inanılır. Tanrısal özellikleri sayesinde
insanlara gözükmesi ile yaşayan insan
tanrıda diyebiliriz. İnsanoğlunun tarih
sahnesine çıkışında yaşamının 40 ile
50 yıl olarak sürmesi abu hayat yani
ölümsüzlük suyu efsanesini ortaya çıkarmış olabilir. Ölümsüzlüğün insan
iradesinde ortaya çıkışı ve bunun dile
gelişi her toplumda ve inancta ilk or-
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
taya çıkışından sonra farklı varyantlarda degiserek halk icinde yaşamaya
ve taşınmaya degişik anlamlarda olsa
bile devam etmiştir. Bunun yanında tek
tanrılı kitabi dinlerin tasavvuf inancında farklı olsada abu hayat suyu değerlendirilir ve yorumlarda bulunulur.
Alevilikte şubatın 13-14-15 inde hızır
orucu tutulur ve devamında cemi yapılır kurbanı kesilir bu nedenle alevilerde
tek tanrılı dinlere göre perşembe gününün akşamı kutsal akşamdır. Ertesi
gün Cuma olduğundan Cuma akşamı
olarak halk arasında anılır ve o şekilde isimlendirilmiştir. Özellikle islamda olmayan mum yakma ve perşembe
günü lokma pişirme gülbeng okuma
kutsal yerleri ve mezarların ziyaret
edilmesi de aslında aleviliğinde islamdan özgün ayrı bir inanc olduğunun
göstergelerinden biridir.Alevilerde bölgelere göre hızır cemini farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yapılmasının
altında yatan neden cemi yürüten pirin yada mürşidin her yerde aynı anda
ve aynı zamanda olamayacağından ve
hizmeti yerine getiremeyeceğinden
dolayı farklı zaman dilimleri içerisinde ama kış mevsimi süresince yerine
getirilir. Alevilerde (Dersim özelinde)
hızır günü 1 ay boyunca 4 hafta süre
ile 3 er gün ile devam eder aşiretlerin
ve bölgelerin yapısına göre bu zamanlar değişmektedir. Ayrıca 12 İmamlar
yas-ı matem orucu 12 gün olarak çift
sayı olarak hesaplanıp tutulurken hızır
orucu tek sayı üzerinden 1 gün yada 3
gün üzerinden tutularak hesaplanır. 6
mayısta hızır ile ilyas yaşamın başlangıç yeri tabiatın yeniden doğuşu için bir
gül ağacı dibinde buluştuğu ve görenlerin ise her dileğe kavuştuguna inanılır.
Kimi söylentilerde ise deniz kıyısıda
denilmektedir
Takvim yılı olarak rumi 31 ocak ile 2
şubat arası 3 gün oruc tutulurken miladi takvimde ise 13-14-15 subatta oruc
tutulur. Anadoluda 6 mayıs- 8 kasım
yaz günleri 186 gündür. 8 kasım -6 mayıs ise kış günleridir. 6 mayısta hızır
günlerinin başlangıcında bülbülün güle
kavuştuğunada inanılır. Hızır inancı
anadolu ve mezopotamya eski inanclarında kökleri bulunmakla birlikte bunun yanında orta asya, suriye, balkanlar, ırak,mısır ve iran gibi ülkelere ve
coğrafyaya daha sonraki zamanlarda
yayılmıış ve kendisine yer bulmuştur.
Doganin şekillenmesi zamansal ve me-
kansal farklılık gösterdiğinden dolayı
hızır inancının farklı zamanlarda ve
mekanlarda ama değişik isimlerle yapılması gayet normaldir.
Dersim’de Hızır Orucu, bir ay boyunca
dönüşümlü olarak devam eder.
Miladi Takvime göre Ocak ayının ikinci yarısında başlayıp Şubat ayının ortalarında sona ermektedir. Rumi takvime
göre ise durum, Ocak ayının başından
sonlarına kadar dört hafta sürer demektir. Yaşlılarımızın, (‘hesavê ma ra’)
ya da eski hesapla (‘hesavo khan ra’)
dedikleri bu tarihleme aslında Rum-i
Takvime göre yapılmaktadır. Rumi
takvim ile Miladi takvim arasında ise
13 günlük bir fark vardır.
Bu durumda Rumi 1 Ocak ile Miladi 14
Ocak aynı gün ve tarihe karşılık gelir.
Rumi takvime göre Hızır Orucu, Hızır
ayı da denilen Ocak (‘Çele’) ayının,
tam olan birinci haftasında başlar. Eğer
birinci hafta, tam değil de yarım olarak
ayın başına tekabül ederse, bu durum
da bir hafta sarkma olur ve Oruç ayın
ikinci haftasında başlar.Halk takviminde yıl öncelikle soğuk-yarı ve sıcak-yarı olmak üzere ikiye ayrılır.Yılın soğuk
yarısı, 8 Kasımda başlar ve 179 gün
boyunca devam eder; 21 Martta, yani
Nevruz’da, doğanın doğum gününde
son bulur. 8 Kasımda başlayıp 22 Aralıkta biten 45 günlük süreye Kasım;
22 Aralıkta başlayıp 5 Şubat’ta biten
45 günlük süreye Zemheri; 5 Şubat’ta
başlayıp 21 Mart’ta biten 50 günlük(ya
da 45 günlük) süreye de Hamsin adı verilir.
kalmayacaktır. Çağrımıza uyup dünyayı ziyaret eden Hızır, kor-ateş anlamında cemre kimliğine bürünür ve 20
Şubat’ta havaya düşer, yani havayı döller; 27 Şubat’ta suya, 6 Mart’ta toprağa
düşer, yani onları döller. 20 Şubat’ta
hava bayramı, 27 Şubat’ta su bayramı
ve 6 Mart’ta toprak bayramı kutlanır.
13 Mart’ta ise sıcaklık yürüyen hava,
su ve toprak ısınır ateş olur. Bu nedenle
bugün de ateş bayramı olarak kutlanır.
21 Mart’ta, yani Nevruz’da, daha önce
ateşle buluşup gebe kalan hava, su ve
toprak doğurur.
5-6 mayıs sonrası bahar mevsimine
geçişten sonra yapılmaz ve bu zamana
kadarda bırakılmaz ve ertelenmez. Hızır cemi yürütülmesinden sonraki günün başlangıcında uyanıldığında evden
çıkıldığında ilk yapılan ibadet güneşe
dönüp hızır gülbengi okunduktan sonra devamında yine en yakın ağaca veya
taşa niyaz edilip gülbeng okunmasıdır.
Tek tanrılı dinlerde ise bu yoktur. Hızır
orucu 12 imamlar yas-ı matem orucu
gibi tutulmakta ama yas-ı matemi içeren davranış ve uygulamalar yapılmamakla birlikte günü geceyi geçirmeden
yani sahur olayı olmadan ki alevilerin oruçlarında sahur olayı kesinlikle
yoktur ve yapılmaz. Ayrıca tek tanrılı
dinlerdeki gibi iftar,namaz zekat gibi
terimler kullanılmadığı gibi aynı şekilde sadece alevi inancında olan oruç
açma terimide islamda asla yoktur ve
kullanılmaz.
Cemaat sunni terimdir, alevi inanc dili
ise cem-i cümlemiz kelimesini kullanır.
10-20 Kasım arası Koç Katımı’dır. 21
Aralık kışın başlangıcıdır. 21 Aralıkta başlayıp 30 Ocak’ta sona eren 40
günlük süre Büyük Çile(Erbain); 30
Ocak’ta başlayıp 20 Şubat’ta sona eren
20 günlük süre Küçük Çile adıyla anılır.
Güneş battığında gün kararmaya başlayınca oruç açılır, su içilir sadece son
gün bekar olan genc erkekler ve kızlar
tuzlu yiyecekler yiyerek hangi evde rüyalarında yemek yerlerse o evden yada
o aileden biriyle evleneceklerine inanırlar.
Büyük Çile karakıştır; 6-9 Ocak arasında Zemheri Fırtınası olur. Küçük
Çile günlerinin 13-14 ve 15 Şubat günleri, her şeyden önce Hızır’ı çağırmayı
ya da O’na seslenmeyi hak etmek için
üç gün oruç tutulur.
Alevilerde hızır orucu bölgelere göre
pazartesi, salı,çarşamba veya perşembe günü olacak şekilde 3 günlük süre
ile yerine göre ise 1 gün önceden tutulup beklenilir, varsa kurbanı kesilir ve
lokmaları dağıtılır ve cemi yürütülür.
Hızır kurbanına özel bir ilgi ve alaka
gösterilir bakımı yapılır. Nevroz gibi
hızır günlerindede ateş yakılır ve üzerinden atlanılıp kötülüklerden ve uğursuzluktan kurtulacağı ve o yılın iyi ve
17-18-19 Şubat günleri Hızır’ın dünyayı ziyaret günleri olarak algılanır.
Hızır orucunu tutanlar artık Hızır’ı
çağırabilir: Hızır bu çağrıya ilgisiz
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
uğurlu gececeğine inanılır. Tahtacılar,
çepniler, abdallar, hurufiler, kalenderiler, kızılbaşlar, bektaşiler ve nusayriler
gibi aleviliği oluşturan topluluklarda
bulundukları yerlerde de hızır inancının ritüelleri yerine getirirler.
Alevilerde hızır Ali ile bir tutulmuş islamda ise sadece bir insan,4. Halife ve
allahın kulu iken Aleviler Ali+Hakk
eşittir Hızır+Hakk noktasında tutup
aynı konumda yaşatmışlar ve inanmışlardır. Alevilerde hızır ne ise olaylara
göre Alide odur ve her tür birlemesi
yani hızır Ali birlemesini değişik beyitlerinde ve deyişlerinde yazıp söylerler. Anadolu aleviliğinde bozatlı hızır
yoldaşın olsun denilmiş ve bu cümle
yalnızca aleviler için kullanılmış günümüze kadar gelmiş ve halende geçerliliğini korumuştur. Zor anlarda hızır imdata çağrılır ve yardım beklenir,
kendisine teslim edilen emanetlerin
kendisinden yine aynı şekilde zarar
görmeden sağ salim istenir. Bir yerde
hızır sağlam ve güvenilir bir emanetçidir. Bunun olması içinde hızırı güzel
günlerde kutlama, şükran ve borçluluk
duyulan ibadetler ve etkinlikler yapılarak adı anılır. Hızır dar günlerde ve
zor zamanlarda cağrıldığında yardım
etmezse kınanır ve suçlanır. Topluluk
tepki göstererek küser ve kızar. Dersim
1937-38 katliamlarında hızır katliama
engel olmadığı için kınanmış ve tepkide görmüştür. Alevi Bektaşi ve Nusayri inançlarında hz Ali ile Hızır ve İlya
özdeşleştirilmektedir. Batınılikte Ali
ile Muhammedin özdeşliğinden dolayı
Muhammedte peygamberlik konumundan soyutlanarak kırklar meclisinin bir
üyesi noktasında Hızır ve İlya olur.
Alevilerde hızır ve misafir aynı derecede görülmüş ve hızır Ali konumunda
misafir kabul görmüş bunun nedeni ise
misafir gitmeyen evin ocağının söneceğine ve bereketin biteceğine yok olacağına inanılması, uğursuzluk olacağı
inancınıda kendilerinde taşırlar. Alevi
inancında bulunan kutsallıktaki üçleme Dersim Raa Hakk inancında Hızıra
helas, Hızır nebi ve hızır ilas olması nedeniyle 3 gün tutulan orucun bir yerde
buna bağlandığı söylenmektedir. Misafir için Aleviler Ali derler. Bunu da
mihman Ali'dir sözüyle dile getirirler.
Arap alevilerinde de misafir çok değerlidir ve misafire Ali gözüyle bakılır.
Ötesinde Hızır orucu, doğanın döllenmesi, Hızır ile İlyas’ın buluşması, Hz
Hasan ile Hz Hüseyin hastalandığında
üç gün yemek yemeyen Hz Fatma ile
Hz Ali’nin eylemlerinin hatırlanması
anısınada tutulur.
Alevilerin yoğun yaşadığı iki şehir
olan Dersim ve Hatayda en cok hızır tapınakları ve yerleri ile hızırın en kutsal
olduğu bölgelerdir öyleki önce hızır ve
daha sonra yine hızır gelir.
Hızır özüyle, Anadolu’daki tüm Alevilerde yaşanır. Sadece lokma ve dilek
tutma zaman bakımından, bazı yöresel farklılıklar gösterebilir. Kadirli ve
Göksun’da yaşayan alevi toplumunun
boz atlı Hızır inancına ek olarak birde
Seyyid Hanların Hızır’ı vardır.
Alevi inancında kulluk yoktur. Buda
kuranı(osmanı musaf) dışlar ve kabul
etmez. Ehl kehf suresinde yaşananlar çok daha önceki Hristıyanlığın bir
hikayesi olmakla birlikte inanctaki
hızırın tersi karakterde ve yapıdadır.
Iki ayrı karakter ve varlık konuşulmaktadır. Inanctaki ve günümüzdeki
hızır tarifine uymaz ve aslada kabul
görmez nedeni ise hızırı insani bir kul
konumunda görmesi ve insani ölümlü
bir canlı konumuna indirerek yorumlamasıdır. Bu ise inanctaki ve düşüncedeki hızır anlatımına ve tanımına
terstir. Ehl kehf suresi ise Hristiyanlık
din tarihindeki kutsal 7 uyuyanlar efsanesinin bir başla değişik versiyonudur. Yani islam dinine Hrıstiyanlıktan
girme,öncesinde ise Roma devletinin
Hrıstiyanlığı resmi din kabul etmemesi
neticesinde mağaraya saklanan 7 kişinin hikayesinin alıntısıdır, zaten ehl
kehf in anlamıda mağara demektir.
Aleviler her kutsallıklarında hızırı
kabul etmiş ve beraber anmışlardır,
hızırsız hiç bir işleri ve kutsallıkları
ve mekanları yoktur, hızır her dili konuşabilir ve bütün insanları anlayarak
yardımlarına koşabilir.
Alevilikte konumu baş tanri iken tek
tanrılı dinlerde kul, nebi ve peygamber
konumda yani ölümlü bir insan dünyevi bir canlı motifindedir. Alevilikte
Doğa tanrının insan tanrı halini alıp
ve insana görünmesine hızır da denilebilir. Doga tanrının ve insan tanrının
yaşamdaki sembolü hızırdır, tek tanrı
inancına karşı en büyük sembol ve var
edici güç hızırdır. Bu dönemler içerisinde anadolu ve me-
zopotamya alevi kaçar,konar göçleri
geliş ve gidişleri hızır inancının daha
çok kökleşmesini ve kendisine ait has
özel yerini bulmasını sağlamıştır. Toplulukların zaman içinde göçleri ve
yaşamsal coğrafi etkilenmeleri hızır
inancınıda bir bölgeden diğer bir bölgeye taşımış ve taşındığı bölgede yada
coğrafyada gücü oranında kendi kutsal
inancının hikayesini ve efsanesini içine almış etkilemiş veya etkilenmiştir.
Barışcıldır savaşcı ve can alıcı, yok
edici yada zalim konumunda değildir.
Iyilik ve yardım severliği asıl görevidir.
Islam inancındaki sunni yorumlardaki
gibi hızır müslümanlığı korumakla
görevlendirilmemiştir. Bilakis hızırın
varlığı kurana(osmanı musaf) ve islama terstir. Kuranda(osmanı musaf) adı
bir kez bile geçmeyen bir varlığın görevi nasıl olurda müslümanlığı korumak
olabilir. Bu sadece tek tanrılı dinlerin
kendinden önceki kutsallıkları kendi
içlerine alma halidir. Bilindiği gibi, insanlar dardayken yardımına koşan birisine, Hızır gibi yetiştin derler.
Hızır, halk inancında darda kalanların,
başı sıkışanların yardımına koşan, insanlara bereket ve Iyilik getiren ölümsüz var eden güçtür, zaman zaman ortaya çıkar, birdenbire gözden kaybolur.
İyileri ödüllendirip, bereket ve bolluğa
kavuşturur. Sahipsiz bırakma ve yardım etmeme kötüleri cezalandırma
yöntemidir.
Hızır ve Hakk tan sonra tanrının sembolü olarak güneş, ay ve Alide tanrı
olarak kabul edilir ve kutsal ve zor zamanlarda çağrılarak anılırlar. Bunun
yanında zamanında yaşamış ve mucize göstermiş kişiler ve ulularda kutsal yerlerde hızır mekanı yada Hakk
mekanı olarak kabul görür. Yarı tanrı
yada hızırın insani şekli veya hızırın
yoldaşı olarakta kutsal ocakların kurucularıda hızırın kutsallığı içinde görülürler. Baba Mansur,Kureyş Baba,Hace
Bektaş ve Hubyar Sultan gibi kutsal
yerlerde hızır ile anılır ve gülbenklerle
çağrılarak kendisinden yardım ve iyilik istenir. En cok güneş, ışık, aydınlık
veya ateş ile sembolize edilmiş ve bu
sembolize edilmeler yaşanılan bölge ve
coğrafyalara göre değişmiştir. Anadoluda ve mezopotamyada hızırı gören
veya hızırla karşılaşan insanlar hızır
gibi hürmet ve kutsallık görür. Bir nevi
dokunulmazlığa ulaşır ve kendisiden
yardım istenilen ve zorluklardan kurta-
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ran bir konuma gelir ve getirilir.
Alevi inancındaki hızır başına buyruk
ve özgürdür, herhangi bir canlıya güce
yada tanrıya bağlı değildir. Özellikle
Yunus Emrenin hızır üzerine yazdıkları toplum tarafından inanctaki batınilik
bazında daha derinlenmesine anlaşılmalı ve araştırılmalıdır.
Hızır inancı anadolu ve mezopotamyadan uzaklaştıkca hızırın değeri azalır
ve önemsizleşmeye başlar bunu Balkanlarda ve Arabistan toprakları ile
Hindistan yada uzakdoğu asyadaki
müslüman ülkelerde çok rahat biçimde
görmekteyiz. Örneğin hızır orucu, kurbanı yada lokması yemeği gibi tapınma
ritüellerini göremeyiz. Anadoluda ise
kimi bölgelere göre ocak ayından 21
marta kadar günümüzdeki bahar temizliğide denilen hazırlıklar yapılır.
İlk olarak Nuh tufanında, tufandan
kurtulmak icin gemidekilerin adını çağırması ile adı anılır. Tek tanrılı dinlere Yetiş ya hızır sözü ile insanların
inancsal ve dinsel ibadetlerinin içine
girmiştir. Nuhun gemisi hikayesi gılgamış destanından alınmadır ki. Hızır çok daha önce vardır ve kurtarıcı
olarak anılmaktadır, yoksa gemideki
insanlar neden allah değilde hızırı kurtarıcı olarak çağırmışlardır. Insanın ortaya çıkışının devamında peşinden çok
tanrılı ve tanrıcalı inancların her yerde ve bütün zamanlardaki sürec içinde
daha sonra tek tanrılı dinlere evrilmesi
sonucu ilk tanrı yada baş tanrı hızırdır diyebiliriz. Gılgamış destanındaki
ölümsüzlük otu yani ölümsüzlük ilacı
arama ve lokman hekimin ölümsüzlük
otu yani ölümsüzlük ilacı arama ve
lokman hekimin ölümsüzlük çiceğini
bulması ve sonrasında köprü üzerinde
rüzgarın ölümsüzlük ilacının reçetesini suya savurması sonucu sele verdim
sözünün anlamını bulması ile bir derde deva arama savaşı ölüme karşı mücadele insanın bu mücadeleyi gerçek
yaşamda kazanma isteğinin insan bedeninde ortaya çıkışı ve binlerce yıldır
devam etmesinin adıdır hızır.
Ötesinde kendisinden hırka giyilen,
yani el alınan, ab-u hayattan içmiş
ölümsüz mürşittir; yeniden dirilmenin,
canlanmanın, dönüşen zamanın simgesidir.
Umut nasıl en son yok olmaz yada tükenmezse hızırda umudun bir diğer
adıdır bir yerde sona ererken baska bir
yerde ve zamanda farklı şekilde yaşamaya devam eder. Bir yerde bilim ve
aklın insanda ortaya çıkışı yani tezahürüdür hızır.
Meleklerden çok daha üstün konumdadır, her meleğin bir görevi ve görev
süresi var iken hızır zamansız ve mekansızdır. Emir alan değil emir veren
konumdadır. Kadere karşı eylemde
ve harekette bulunan kaderi reddeden
değiştiren ve dönüştüren konumdadır. Tek tanrılı dinlerde yer almaması
veya sıradanlaşması aslında tek tanrılı
dinlerdeki kaderciliğe karşı çıkması ve
kabul etmemesininde rolü vardır. Hızır
dünyevidir bu dünyada vardır, cennet
veya cehennem gibi tek tanrılı inancların öbür dünya olgusunda yer almaz.
Hızır her durumda olayların içinde ve
bir noktada hareketi değiştirip dönüştürendir. Tanrı gibi olaylara seyirci kalmaz. Olmuş ile ölmüş ün işlerine karışır bir yerde tanrıdan farkıda budur.
Ölüyü canlandırma, olmuş olanı ise
değiştirme gücüne sahiptir.
Halk arasında daha çok yaşlı insan görünümünde ortaya çıkar. Olaylara göre
bazen kurtarıcı bir hayvan, bir ağac
dalı yada küçük bir çocuk, yani doğa
tanrı veya insan tanrı olarak ortaya çıktığı söylenir.
Yaşamin doğuşu ve kutsanması kendisini doğa tanrı konumunda hızır ile
bulur.
Hızır karadaki bitki, bereketin insanların ilyas ise deniz ve hayvanların kurtarıcısıdır.
Hızır daha çok fakirlerin ve zorda kalanların kurtarıcısıdır zenginlerin ve
kötülerin yanına uğramaz ve o konumdada kabul görmez
Hızırın özellikleri ve görevleri aslında
hızırın tek tanrılı dinlerden çok daha
önce çok tanrılı ve tanrıcalı inanclarda
var olduğunu gösterir.
Hızır türbelerinin diğer türbelerden
daha kutsal ve üstün olması hızırı tanrı
katına çıkarmış diğer bütün kutsallıkları gölgeleyerek ikinci plana itmiştir.
Ilyasın giyimi hakkında, mavi giysili deriden kaftan ve elinde değnek ile
sembolize edildiği yazılır ve söylenir.
Erkek cinsiyetindedir kadın olarak an-
latılmamış ve görülmemiştir. Buda bir
yerde hızırın erkek egemen gücün temsili olarak tek tanrılı dinlere geçişinin
göstergesidir. Çok tanrılı inanclarda
dişil ve erkeksi tanrıcaların kutsallıkları tek tanrılı dinlere geçişde sadece
erkeksi eril tanrıların devamı ile sürmüştür. Bunun nedeni ise bir yerde tek
tanrılı dinlerin peygamberlerinin erkek
olması ve erkek egemen gücü temsil
etmeleridir. Insanı biçimde tasvir edilir ve söylenir daha cok yaşlı aydınlık
yüzlü sakallı ve yeşil elbiseli kırmızı
ayakkabılıdır. Kadın olarak kabul görmez. Hızır’ın belirli bir yaşının olmadığı, hangi çağdaysa o çağın yaşı ve
görüntüsü içinde olduğu,yani çocuk
veya yaşlıda olabilir. Kişilik yapısının
temel özelliği, barışseverlik, olgunluk
ve aşırı merhamettir. Boz atlı, yeşil
giysili,nur yüzlü, ak saçlı, ak sakallı,
kırmızı çarıklı bir derviş veya dilenci kılığındadır. Onu tanımak zordur;
ancak tanımak için bazı belirtiler de
vardır. İşaret parmağı orta parmağıyla
aynı boydadır,bir parmağı kemiksizdir.
Sıkıntıdaki kulun imdadına gelenin
Hızır olup olmadığını anlamanın tek
bir yolu vardır: Hızır'ın sağ elinin başparmağının kemiksiz, her iki elindeki
işaret ve orta parmaklarının aynı boyda
olduğu ve ayrıca da ayak bastığı yerin
yeşerdiği söylenir. Dolayısıyla Hızır’la
karşılaştığına inanan kimse, onun ellerine ve ayağını bastığı yere bakmalıdır.
Ama hikayelerde genellikle Hızır kaybolup gittikten sonra kişi onun kim olduğunu anlamaktadır.
Devleti, dini, ırkı, dili yoktur. İktidar
olmak yada yönetmekten, hükmetmekten daha çok hükmedilen ve yönetilene
yani bir yerde ezilene ve sömürülene
yardım eder. Umudun diğer adıda denilebilinir. Devletlerin tek tanrılı dinsel sistemine halkın karşı koyuşunun
ve eski çok tanrılı kadim inanclarının
değişik adla günümüze gelmiş halide
diyebiliriz.
Kırım türkleri 6 mayısı dini bayram
olarak kutlarlar. Makedonyada ederlez
adında, kosovada hedirles ve zaman
içinde hristiyanlarla ortak bir inanç
bayramı olarak 6 mayısta kutlanır.
Iranda 40 gün önceden hazırlığa başlanır ve evler temizlenir. Azerbaycanda
alevi inancına sahip olanlar tarafindan
hızır hazırlığı yapılır ve şiirler okunarak hızır anılır ve yardıma çağrılır.
Eski türklerde dede korkut hikayelerin-
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
de dirse hanın oğlu boğaçı yine bozatlı
hızır ölümden kurtarır. Buda bize eski
türklerın tek tanrılı dinlerden önce çok
tanrılı inanclarda hızırın olduğunu ve
hızıra kutsallık verdiklerinin göstergesidir. Bununla birlikte yine eski türklerin inanclarındaki ritüellerde tek
tanrılı dinlerin etkisine rağmen kendisini belli oranda korumuş ve günümüze
taşımıştır. Havanın ve suyun ısınması
yani doğanın tabiatın yaşama geçmesi
doğanın kutsanması ve bayram olarak
algılanması eski halklardan günümüze
taşınmıştır. Eski türklerde bozatlı yol
tengrisi yada yol iyesi olarak anılırdı.
islamdan sonra ise hızır nebi yada hızır ilyas olarak islamda kendisine yer
bulmuştur. Eski türklerin at üstündeki
göçebe yaşamları gözönüne alınınca
boz atlı hızır inancını orta asya göçebe türklerde başka adlarla anılması ve
inanılması gayet normaldir. Atalar kültü yani inancı ile mezarların ve kutsal
yerlerin ziyaret edilmesi ve anılması ve
hızırın öteki dünya ile tabir edilen yere
iyilik ve kolaylık ve yardim etmesinin
istenmesi yine çok tanrılı inanclarda
karşımıza çıkmaktadır. Tunguzlar ise
bu merasimleri her yıl Mayıs ayında yapmaktaydılar. Onlar bu törenler
sayesinde atalara, göğe, yeryüzüne
takdimler yapar, beyaz kısraklar kurban eder, toprağa taze kımız döker ve
ortaklaşa kımız içerlerdi. Uno Harva,
eski Çinliler, Moğollar, Kalmuklar ve
Buryatlar’ın da böyle bahar veya yaz
törenleri yaptığını belirmektedir. Şüphesiz bunlar yüzyıllar boyunca süregelen adetlerdi. Dolayısıyla orta asya
kavimlerinin daha Anadolu’ya gelmeden gerek Orta Asya’daki kendi inanç,
kültür ve çalışma hayatları içerisinde,
gerekse Zerdüştlük ve benzeri yabancı
dinleri kabul ettikten sonra bunlardaki
bahar ve yaz törenlerini çok iyi tanıdıkları rahatça söylenebilir. Ancak bu
törenlerin Mart, Nisan, Mayıs gibi değişik aylara rastladıkları gözden uzak
tutulmamalıdır.Kısacası eski kavimler,
yaz mevsimi başlangıcına ait inanç,
adet ve gelenekleriyle Anadolu’ya
yerleştiler. Ve burada da bahar ve yaz
başlangıcı törenlerinin Hristiyanlaşmış
şekliyle karşılaştılar.
Hızır inancı Hristiyanlıkta hristiyanlığı kabul etmemiş toplumların hristiyanlığı kabul etmesi sonucu kendi
dinlerinde kutlanmış ve daha sonra
hristiyanlığa geçişte aya yorgi saint
georges adı verilerek aziz kabul edilip
hızırın adı değişmiş ama işlevi konumu
ve kutsiyetinde hiç bir şekilde değişiklik olmamıştır. Hristiyanlıkta hızır değişimi ve kendi içine alıp kabul etmesi
tipik tek tanrılı kitabi dinlerin karakteristiğidir. Aya Yorgi (Saint Georges)
Anadolu’daki Hristiyanlığın çok önem
verdiği, adına kilise ve manastır inşa
ettikleri bir azizdir. Bununla birlikte
Avrupalı ve Doğulu gezginlerin anlattıkları hikayelerden, bu iki şahsiyetin
Aya Yorgi’de Hızır-İlyas’ı, özleşleştirdikleri anlaşılmaktadır.
Hızır yahut Hızır-İlyas ve bu aziz arasındaki söz konusu özdeşleştirmenin,
oldukça erken devirlerde Hristiyan yazarlarınca da gözlendiği anlaşılmaktadır. Hristiyan bir yazar olan Wensinck
Maracci’nin Hızır kıssasına dair yazdığı bir yazıda şöyle der:
Müslümanlar Hızır’ın, Harun’un torunu Elazarus’un oğlu Phias ile aynı kimse olduğunu rivayet ederler. Onun ruhu
ilk önce İlyas’a, ondan Aya Yorgi’ye
(Saint George) geçmiştir. Bu azize
Müslümanlar bundan dolayı çok saygı
gösterirler.
Görüldüğü gibi Maracci, Hızır’ın adını
ayrıca açıklamaya gerek görmeden Aya
Yorgi (Saint George) koyuvermiştir.
Kendisi ile ilgili hikayelerde tıpkı Hızır
gibi uğradığı eve bereket ve bolluk getirdiği, kuru tahtaları, ağaçları yeşertip
ulu ağaç haline getirdiği, hastaları iyileştirdiği hikaye edilir.
Bazı araştırmacılar Anadolu’da Aya
Yorgi diye anılan Saint George’un aslında Hristiyanlık öncesi (Hitit) Anadolu’sunun efsanevi bir Tanrısının
Hristiyanlaştırılmış şekli olduğu kanaatindedirler. Bu birleştirmeye önayak
olan sebep ise halk inançlarında iki
şahsiyet arasındaki benzer fonksiyon
ve özellikler olmuştur.
Anlatılan hikayerde Hızır Aleyhisselam’ın dokunduğu şeylerin veya oturduğu yerlerin yeşillendiğinden bahsedilir. Aynı şekilde Aya Yorgi kültü
Yunanistan’da da Yeşil Yorgi (yahut
Georgevert) adıyla anılır. Her iki kültürde de ortak kutlama tarihi 6 Mayıs
olarak belirlenmiştir.
Hızır ayrıca Hristiyanlıkta circus peygambere mahsus bir tanımlamayıda
içerir
SERÊ SALÊ
‘Sarê salê binê salê
Xızır mêvanê vê malê’
Daxwaza xêr û xweşiyê
Ev daniya kal û pîrê
Ek pîrik e,ek Xızır e
Danî daniştî ser êre
Herkes hilgirt para xwe
Mîna xwîşk û bira ne
Xızır tîne daniyê
Pîrikê rû keniye
Çaxanî girtiye şa bûn
Le pisiyê dûr û ne
Çaxan û xewa we xweş
Çaxan û xewla we xweş
Xızır dibê pîrêk dibê
Ji were xêr û xweş
Ahmet Güven
* * * *
Ya Hızır ya Hızır
Benim sevdiğimin şirin sözleri
Büyüdü gözümde ne bağlar oldu
Karınca yükünü fil çekmez oldu
Azdı zaman azdı ne çağlar oldu
Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu
Talip gelmez oldu Pir nefesine
Elin alıp gitmez oldu yasına
Dağlar sindi tepeler gölgesine
Büyüdü tepeler ne dağlar oldu
Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu
Nesimi yüzüldü Mansur asıldı
Ali düldüle bindi küffar basıldı
Nice uluslar haktan kesildi
Aktı kör pınarlar ne çaylar oldu
Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu
Gönül turnam uçtu gitti gölünden
Bülbül vazgeçer mi gonca gülünden
Abdal Pir Sultan'ım çarkın elinden
Dideler yaş döktü kan ağlar oldu
Ya Hızır ya Hızır ne çağlar oldu
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AKP, CHP'NiN ASiMiLASYON
POLiTiKALARINI UYGULUYOR!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran
kadrolar CHP kadrolarıdır. İlkokullarda Zorunlu Din Dersi, Köy Kanunu,
Tevhid-i Tedrisat, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi... anayasa maddesi ve özel
kanun yapan, bunları uygulamaya koyan CHP kadrolarıdır. Bu konu nettir
ve hiçbir kuşku yoktur. CHP şu tarihte
bu tarihte kuruldu gibi gereksiz tartışmalar gerçeği değiştirmez. CHP, Atatürk öncülüğünde 9 Eylül 1923’te önce
“Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur.
1924 yılında “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935 yılında ise “Cumhuriyet Halk
Partisi” adını almıştır.) CHP politikaları her zaman devletin temel politikaları olarak karşımıza çıkmıştır. CHP,
daima Alevileri kurban etmiştir, günümüzde de çoğunluğun problemleriyle,
örneğin türban problemiyle ilgileniyor.
Asimilasyona karşı mücadele sadece
AKP’ye, AKP politikalarına karşı mücadele değildir. Çünkü AKP’nin asimilasyon politikaları CHP’nin temel
politikalarıdır. Türk Devleti’nin temel
kuruluş felsefesi olan, Tek Dil-Tek Din
anlayışını CHP kadroları getirmiştir,
AKP uygulamaktadır. CHP’nin devletin kuruluş felsefesine hiçbir eleştirisi
yoktur. CHP’nin temel politikalarındaki değişiklik devletin temel politikalarındaki değişiklik anlamına gelecektir. Görüldüğü gibi günümüzde CHP
Alevilerin talepleri karşısında, sessiz,
kaskatı durmaktadır. Çünkü İlahiyat
Fakülteleri, Kuran Kursları, İmam Hatip Okulları, Diyanet İşleri Başkanlığı,
Zorunlu Din Dersleri… gibi kurumları
CHP kurmuştur. Dolayısıyla Alevilerin talepleri CHP’nin, yani devletin temel anlayışı ile çatışmaktadır. Çok acı
bir gerçek var. Alevilerin, diğer dinlerin ve dinsizlerin toplumsal yaşamını
çok yakından ilgilendiren politikalar
CHP tarafından yürürlüğe konmasına rağmen Aleviler CHP’de politika
yapmaktadır, CHP’ye oy vermektedir,
onun arka bahçesi durumundadır. Müthiş bir çelişkidir bu. Devlet ve CHP
kadroları Alevileri perişan etmiştir.
CHP kadroları ve devlet felsefesi Alevileri kuşatmıştır. CHP Sünni İslamın
temel kurumlarını kurmuş, temel politikalarını üretmiş, Alevilere yaşam
alanı bırakmamıştır, diğer taraftan
arkasında, CHP yöneticilerinin duyamayacağı yerlerde konuşuyorlar, televizyonlara çıktıklarında ise CHP politikaları doğrultusunda konuşuyorlar.
Onlar milletvekili, belediye başkanı,
meclis üyesi olsunlar… bu yeterlidir.
ünsal öztürk
ise Alevileri şeriatla korkutmaktadır.
CHP, Alevileri zaaflı bir toplum haline
getirmiştir. CHP ve devlet kadrolarının
çok ustaca yaptıkları propaganda, dinci gericilikten rahatsız olan Alevileri
CHP’yi kurtarıcı olarak görme noktasına getirmiştir. Zorunlu Din Derslerini kim koydu, Köy Kanunu’nu kim
yaptı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kim
kurdu, Tevhid_i Tedrisat Kanunu’nu
kim yaptı diye sormak Alevilerin akıllarına gelmemektedir. Bu kadar ustaca
üretilmiş perdeleme ve kandırma ciddi
incelemeye tabi olmalıdır. Alevilerin
günlük faaliyetlerinde CHP örgütü ile
birebir ilişkileri zaaflıdır. Bazı Aleviler, CHP’de aktif politika yapıyor
veya belediyelerinde avukat, danışman, meclis üyesi olarak çalışıyor…
CHP ile ilişkili olan o kadar çok Alevi
var ki bu yazıdan çok kişinin rahatsız
olacağı açıktır. Seçimler yaklaştığında CHP’de kuyruğa giren dernek yöneticileri, televizyon sunucuları, CHP
mitinglerinde CHP Genel Başkanı’nın
arkasında duran dernek başkanları bile
var. (Aleviliği dert edinmiş, sancılı arkadaşlar konu dışıdır. Yazdığım yazı
belediyelerde memur ve işçi olarak çalışan emekçilere yönelik de değildir.)
CHP’de, parti örgütünde çalışan Aleviler, Atatürkçü, çağdaş olduklarını da
iddia etmektedir. Onlara göre çağdaş
olmak CHP’li olmaktır. Yukarıda sayılan bir dizi, Alevi’nin yaşamını doğrudan belirleyen, örneğin camisiz yere
köy denmez gibi Köy Kanun’larının
altında Atatürk’ün imzasının bulunup
bulunmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığı hakkındaki kanunun altında kimin
imzasının bulunduğunu tartışmamaktadırlar. Tartışanlar ise kapalı kapılar
DİN DERSİ:
EŞİ GÖRÜLMEMİŞ ZULÜM
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, referandum sırasında yaptığı
mitinglerde türban sorunundan söz
etmiştir. Bu sorunu kendilerinin çözebileceğini vurgulamıştır. Yaşadığımız
günlerin baş konusu, en çok konuşulan konusu da türbandır. CHP ilk kez
Abant’ta toplantı yapmış ve yine türban sorununu konuşmuştur. CHP’nin
başına getirilen Dersimli ve Alevi
Kemal Kılıçdaroğlu yine çoğunluğun
sorunlarını çözmek için faaliyettedir.
Oysa Alevilerin çok büyük rahatsızlıkları vardır. Din dersi gibi başlarında
büyük bir bela vardır. Alevi çocuklarının ruhu kırılmaktadır, ezilmektedir;
Alevi çocukları yanlış karşısında tepkisizleşmektedir,
kimlikleri-kişilikleri zedelenmektedir. Çocuklarımıza
Kuran sureleri ezberletilmeye, abdest
aldırılmaya, namaz kıldırılmaya çalışılıyor. Aileler evlerde, “Aman oğlum,
aman kızım, tartışmaya girmeyin,
Alevi olduğunuzu söylemeyin, öğreniyormuş gibi yapın” diyorlar. Çocuklarımız bu derslerde dudaklarını ısırıp
kanatıyorlar. Kendi kendilerini yiyip
bitiriyorlar. Biz, evlerimizde, hayır
ve şer yoktur, Hakk’ın vücudu vardır,
Hakk insandadır, diyoruz. Çocuklarımız bunu biliyor. Okulda ise günah,
sevap, çamurdan insan yaratılması
çocuklarımıza öğretilmeye çalışılıyor.
Çocuklarımız onlara evde, cemde öğrettiklerimizi düşünerek kendilerine
ve Alevi toplumuna ihanet ettiklerini
düşünüyorlar. Konuşamıyorlar, tembihliler çünkü. Bu büyük bir zulümdür. Bu, eşi benzeri görülmemiş bir
zulümdür. İşte CHP bu zulme bilinçlice sessiz kalmaktadır. Çünkü bu politikaları, temel politikaları onlar üretti,
onlar gerçekleştirdi. Kaldı ki din dersi
konusu sadece Alevileri de ilgilendirmemektedir. Demokrat, devrimci çok
insan var. Onlar da dini dayatmayı
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kabul etmemektedirler. Devlet onları
da Sünni Müslüman olarak kabul etmekte, okullarda onların çocuklarına
da din dersi vermeyi doğal hak olarak
görmektedir. Kendisi de Alevi olan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu Alevilerin sorunlarından hiç söz etmemektedir. Şu
çok açık bir gerçektir: CHP’ye yönetici
olmak kendini inkâr etmek, devletin
temel politikalarını savunmak demektir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun tepki vermemesi bundandır. Bu gerçek, devlet
partisi CHP’ye yönetici olan, orada politika yapan herkes için geçerlidir.
HUKUKA
KARŞI HİLE DÜŞÜNMEK
Gerek hükümet, gerek diğer düzen
partileri, özellikle CHP, Alevilerin
talepleri konusunda sessizliğe bürünmüştür. Hükümet cephesi Hasan Zengin ile ilgili AİHM’in verdiği kararı
nasıl tersine çevirebilirim anlayışı ile
hareket etmektedir. Müfredat değiştirme düşüncesi bunun içindir. Hükümetin bu işlerle ilgili Bakanı Sayın Faruk
Çelik, Hasan Zengin’in başvurusu ile
oluşan AİHM kararını kendine göre
yorumlayarak okullardaki müfredat
ile ilgili çalışma yaptıklarını söylerken, şunu söylemek istemektedir: Aslında biz AİHM kararlarına saygılı
bir hükümetiz! AİHM’nin kararlarını
tanıyoruz ve ona uygun olarak hareket
ediyoruz! Sayın Bakan’ın düşüncesinin ve eyleminin gerçeği yansıtmadığı
ortadadır. Çünkü Sinan Işık’ın nüfus
cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması ya da Alevi yazılması başvurusu
hakkında AİHM’nin verdiği karar çok
açıktır. Nettir. Kuşkusuzdur. Sinan
Işık şahsında demokratik mücadelede bir zaferdir. Şöyle söylenmektedir
kararda:“Başvuran, kendisine verilen
sürede adil tatmin talebinde bulunmamıştır. Bu nedenle AİHM, kendisine bu yönde bir tazminat ödenmesi
gerekmediği kanısındadır. (Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi İkinci Daire, Sinan Işık, Başvuru No: 21924/05,
Strazburg, 2 Şubat 2010) AİHM, diğer
taraftan, mevcut davada, vatandaşların
dininin nüfus kütüklerinde ya da nüfus
cüzdanlarında yazılmasının dini açığa
vurmama özgürlüğüyle bağdaşmadığına karar verdiğini gözlemlemektedir. Varılan bu sonuçlar başlı başına
gösteriyor ki, başvuranın AİHS’nin 9.
maddesinde teminat altına alınan hakkıyla ilgili ihlal tespiti, nüfus cüzdanı üzerine dinin –zorunlu veya isteğe
bağlı olarak– yazılmasından kaynaklanan bir soruna dayanmaktadır. Bu
bağlamda AİHM, dine ayrılan hanenin
iptal edilmesinin tespit edilen ihlalin telafisi için uygun bir çözüm yolu
oluşturacağı kanaatine varmaktadır.”
Kararda dikkatinizi çekmiştir, AİHM,
“AİHM, dine ayrılan hanenin iptal
edilmesinin tespit edilen ihlalin telafisi
için uygun bir çözüm yolu oluşturacağı kanaatine varmaktadır” denilmektedir. Sayın Bakan Faruk Çelik’e şunu
sormak gerekiyor: AİHM kararlarını
irdeleyen, sorumluluklarınızı yerine
getiren bir hükümet olarak Sinan Işık
ile ilgili AİHM’nin verdiği kararı uygulamak için ne bekliyorsunuz, neyi
bekliyorsunuz? Süreniz Ağustos 2010
tarihinde dolmasına rağmen neden
gereklerini yerine getirmediniz? Neden nüfus cüzdanlarından din hanesini kaldırmadınız? Aynı soru Sayın
Kemal Kılıçdaroğlu’na da sorulabilir.
Siz neyi bekliyorsunuz? Partinizde
Aleviler var. Siz de bir Alevi’siniz.
Grup toplantınızı hiç kaçırmayan, sizi
dinleyen, hatta gözünüze görünmek,
aynı fotoğraf karesine girebilmek için
gayret gösteren, çok yakınınızda olan
Aleviler de var. Alevilerden milletvekilleriniz de var. Onlar sizi uyarmıyor
mu? Bu hukuksuzluğa, AKP hükümetinin AİHM kararlarını uygulamamasına neden sessiz kalıyorsunuz?
KAMUSAL ALAN
TARTIŞMASI
CHP Genel Başkanı ve partisi “Kamusal Alan”da türbanın takılmaması konusunda çok dikkatli! Cumhurbaşkanının vereceği 29 Ekim resepsiyonunu
tartışmalı hale getirdiler. CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu geçtiğimiz günlerde gizlice Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nu Diyanet İşleri’nde
ziyaret etti. Haberlere göre Kemal
Kılıçdaroğlu ile Ali Bardakoğlu'nun
görüşmesi 11 Ekim 2010 Pazartesi akşamı Diyanet İşleri Başkanlığı'ndaki
akşam yemeğinde gerçekleşti. Yemeğe, CHP'den Kılıçdaroğlu'nun yanı sıra
Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç
ve Bilim Yönetim Platformu Başkanı
Prof. Dr. Sencer Ayata da katıldı. Yemekte Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan
bazı bürokratları da vardı. Acaba
Kemal Kılıçdaroğlu, Diyanet İşleri
Başkanlığı’na girip çıkarken, Diyanete gelip gidenleri görmüş müdür? Onların giyim kuşamlarına dikkat etmiş
midir? Ya da birkaç kişi bile olsa bayan
çalışanlar gözüne tatılmış mıdır? Diyanet çalışanları arasında başı açık bir
kişi var mıdır? Diyanet İşleri Başkanlığı da kamu kurumu olduğuna göre
neden başka kamu kurumlarındaki giyim kuşama dikkat eden Kılıçdaroğlu
ve partisi Diyanet İşleri Başkanlığı’na
dikkat çekmemektedir? Bu, politikaya
çifte standartlı politika denmez mi?
Diğer taraftan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 16 Ekim 2010 günü
İstanbul’da, Swiss Otel’de bazı sivil
toplum örgütü temsilcileri, aydınlar ve
sanatçıların katıldığı bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya Cumhuriyetçi
Eğitim Vakfı Başkanı İzzettin Doğan
da çağrılmıştı. Prof. Dr. İzzettin Doğan, basın mensuplarına şunları söyledi: "Türban, Kürt sorunu gündeme
gelecek mi onu bilemiyorum. Hiçbir
bilgim yok. Resepsiyon krizi filan artık bu tür şeyleri aşmamız gerekiyor.
Bunlar krize dönüşmemeli. Türkiye'de
daha ciddi konular da var. Türkiye
daha ciddi konularla ilgilenmeli. Şekle kıyafete bağlı gibi konuların artık
Türkiye'de aşılması lazım. Bu konuda
da bir tartışma açılırsa orada da kanaatlerimizi söyleriz.” CHP Genel Başkanı, Prof. Dr. İzzettin Doğan’ı Alevileri temsilen toplantıya çağırmıştır.
Sokaklarda olan, alanlara çıkan, hak
isteyen İzzettin Doğan değildir? Alevilerin temsilcileri alanlardadır. Anlaşılmaktadır ki Kemal Kılıçdaroğlu klasik
politikayı uygulamaktadır.
İzzettin Doğan’ın Alevi toplumunu
temsil ettiği gerçek değildir. Konuşacakları Alevilerin değil, devletin sıkıntıları olacaktır.
SONUÇ OLARAK
Sonuç olarak şunu söylemek isterim: Başımıza gelen felaketlerin baş
sorumlusudur CHP. Böyle olmasına
rağmen halkımızın büyük çoğunluğu
yine CHP’ye oy vermektedir. Aleviler, CHP’ye yönelebilmeleri için dinci-şeriatçı ve faşist partiler üzerinden
korkutulmaktadır. CHP’de çalışan,
milletvekili olmak için CHP politikalarını savunan, ikili ilişkilere giren kişiler var. Ayrıca bu kişiler birey olarak,
kendi kararlarıyla CHP’ye gitmektedir.
Oysa CHP, Alevileri toplumsal olarak
adam yerine koymamaktadır. Bu durum, bizim kendi gücümüzün farkına
varmadığımızdan kaynaklanmaktadır.
Toplumumuz kendine sahip değildir.
Örgütlenmiş değildir. Örgütlülük demek kalabalık olmak demek değildir.
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İrade birliğidir. İrade birliği taleplerini ortaya koyar. Gerekirse bir seçime
katılmaz, Alevilerin taleplerine sessiz
kalanlar, Alevileri yok saymayı anlarlar. Doğrusu şöyle olmalıdır: Aleviler
tarihte olduğu gibi, ocak sistemi etrafında toplanırlar. Dedeler ve talipler
toplanır. Mürşit ocakları, mürşit ocaklarına bağlı Pir ocakları canlandırılır. Tarihte başımıza gelen felaketler
tekrardan bilince çıkartılır. Kişilerin
Alevileri kullanarak kendi kişisel çıkarlarını gözetmelerine son verilir.
Dedelerimiz ve yöneticilerimiz hiçbir
partinin kapısını çalmaz. İsteyen partiler dedelerimizin ve yöneticilerimizin kapısını çalar. Başımıza gelenler,
yapılanlar, yapanların yüzlerine karşı
söylenir. Büyük ve yüksek bir bilinçle
söylenir. Taleplerimiz onlara bildirilir.
Partilere milletvekili verilecekse bile
toplumun kararı ile verilir. Unutmayalım ki en az 3 milyon oyumuz var.
Örgütlenmiş irade gerekirse, bazı seçimlerde, partilere oy vermek yerine
bağımsız milletvekilleri çıkartır. Bir
rahatsızlığımı belirtmek isterim: Bazı
derneklerden arkadaşlar problemlerle
ilgili partileri ziyarete gidiyorlar. Televizyonlardan izliyoruz. AKP ile görüşmeye giderken arkadaşların çok ciddi,
dikkatli, soğuk bir tarzları var. Ancak
CHP’ye gittiklerinde kravatlarını çıkarıyorlar ya da gevşetiyorlar, yüzlerine
gülücükler konduruyorlar, rahat bir
tarzları var. Bu tutum tarihsel bilgiye
sahip olamama, problemlerin kaynağını bilememe, başta Kürt sorunu olmak
üzere bugün kangren olan bütün problemlerin CHP’nin eseri olduğunu anlayamama anlamına gelmektedir.
SOYTARILARIN, SURTUKLERIN DINLI IMANLI KURANLI
KITAPLI, PEYGAMBERLI SEX
FETVALARINA BI BAKINIZ!
KADIN ERKEK YATAK ODALARINA BILE HUKMEDEN
CINSELLIK VE SEX FETVALARI VEREN, HUKMEDEN AHLAKSIZLARDIR SIZIN ITIBAR
ETTIKLERINIZ!
NE DIN MIS; BU BOYLE ISI
GUCU SEX FETVALARI VERMEK VE FUHUS YASALARINI
KERHANELERLE CENNET GIBI
SUNMAK!
HAYYAMIN DEDIGI GIBI ULA
SURTUK SIZIN CENNETINIZ
RESMEN KERHANEYE DONMUS HABERINIZ YOK !
YANI BUYRUN KERHANELERE
DIYORLAR!
AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı
Ahmet Misbah Demircan’ın, “imam
ve hatip”(!) olan babası Ali Rıza
Demircan‘ın “İslama göre cinsel
hayat” adlı kitabından alınmıştır:
“Cennette bekar kişi kalmayacaktır.
Cennetliklerin en alt derecesine
günde 72 kadın verilecektir. Tam
mümin ise günde 100 bakire ile
cinsi münasebette bulunacaktır.
Cennette kadınlar cinsi mü...
nasebette bulunduktan sonra yine
bakire olacaklardır.
Cennette erkeğe 100 erkek kuvveti
verilecektir.
Cennete girenlr 33 yaşına döndürülecektir.
Cennettelik erkekler, cennette vücutları kılsız, yüzleri sakalsız, gözleri
sürmeli olarak gireceklerdir.
Cennete giden kadın, dünyada din
uğruna şehit olan erkeklere verilecek,
fakat kadın orada beş erkek isteyemeyecek, sadece bir erkek isteyecek ama
o adamın 5 erkek gücü olacak, ona
her türlü zevki tattıracak.
Cennete giden erkeklerin cinsel uzuvları eğilmez, hep dik kalır.
Erkek, hem karısıyla, hem de hurileriyle sabahtan akşama kadar sürekli
cima (seks) yapabilecek.
Aktaran: Semra Eren
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tarihe tanık belgeler
BOSNALI ACEMİ
OĞLANLARIN
DEVŞİRİLMESİ
YAZI: 13 Safer sene 973 (Ağustos
1565), Padişah Kanunî dönemi,
Sadrâzam: Sokollu Mehmet Paşa,
İran’da I. Tahmasb’tır. O yıl, Türk
donanması Malta’yı kuşattı.
KİMDEN: Padişah’tan
KİME: Bosna Beğlerbeği ve Kilis
Sancakları Kadılarına HÜKÜM
KONU: Acemi oğlanı için devşirilen efradın sünetliler olduğu,
bunlar eğer Bosnalılar ise bunların
alınmasında bir sakınca olmadığı.
BELGENİN MEÂLİ
Muhzıra virildi
Bosna ve Hersek ve Kilis Sancakları Kadıları’na HÜKÜM Kİ,
Taht–ı kazânızda şimdiye dekkin
Acemi Oğlanı için alınu gelen oğ-
lanların ekserisi sünnetlü olmağla
sünnetlü olanları dahi alınu gelinmediğin hâliya acemi oğlan
cem’ine varan Yayabaşısı’na sünnetlü oğlan almağa mâni oldığınız
i’lâm olınmağın BUYURDIMKİ,
(boş bırakılmış) varıcak şöyle ki,
sünnetlü olan oğlanlar kadîmden
(önce) evvel yerlü olub mücerred
acemi oğlan olmak içün sonradan
varmış olmayanlar ve yahud acemi
oğlanı alınmamak içün sünnetlü
olmıya onun gibi sünnetlü olanları
almak Murad itdikde mâni olmayub aldırasın amma bu bahâne ile
tezvîr ve telbîs (hile aldatma) ile
hâricden varan sünnetlü oğlan yazılmakdan hazer (sakınma) olınub
şimdiye dekkin alınugeldüği üzere
kadîmi (önce) yerlü olan sünnetlü
oğlanlardan yararın cem itdiresin.
BELGE:
BOA – Mühimme Defteri, cilt: 5/1
s. 96/220
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ilhami sertkaya
ZAZACA DERS 4
DERS -12SİYASİ- HUKUK DİLİNDEN BAZI
KELİMELER- ZONÉ SÎYASETHUQUQÎ DE TAYÉ ÇEKUYÎ
A-Siyaset dilinden- Zonê sîyasetî de
Rojeve (m)-Gündem Bîyer(n) olay,
gelişme
Partîye(m)- parti Bîyerî- olaylar,
gelişmeler
Fikir (n) düşünce-fikir Temsîl(n)
Temsil
Verhukum(n)- Önyargı Temsilkar/etemsilci
Kombîyene(m)- Toplanmak Bı zaneBilinçlice, bilerek
Kombîyayîş(n)toplantı Bê zane- Bilinçsizce, bilmeden
Numayene(m)-(Toplu) yürümek
Derheqê...-...Alanında, hakkında
Numayîş (n)-yürüyüş Derheqê babete
ra- Konu hakkında
Weçînitene(m)-Seçmek Derheqê babete de-Konu hakkından
Weçînitîş(n)-Seçim Rayber-e- Yol gösteren, öncü, lider
Rakerdene(m) açmak Newe ra- yenide
Rakerdîş(n) Açılış Newe de-Yeniden
Wesênayene(m) duyurmak Newe kerdene- Yenilemek
Wesênayîş(n)- Duyuru Pers(n)- Soru
Vilavoke(m)- Bildiri Perse(m)- Sorun,
mesele, problem
Eşkera (m)-Açık, aleni Persa ma- Bizim sorunumuz
Rey(n) Oy Çare(n)- Çare,çözüm
Namzet/e- Aday Çareserîye(m)Çözümlemek
Rayber/e- Yol gösteren,lider,Önder
Çareser- Çözmek
Serok/e- Başkan Bandor(n) eğemenlik
Serdestîye(m) egemenlik
Bindestîye(m)Eğemenlik altı
Serdest/e-Eğemen
Serkewtene(m)- Üstün gelmek, üstün
olmak
Serkewt/e- Üstün gelen, üstün olan
Demoqrasîye(m) Demokrasi
Bindest/e-Egemenlik altında olan
Merhale(n)- İçinde bulunaan durum,
seyredilen seviye, aşama
Şermezar(n)Utandırmak, protesto
etmek
Dîplomasîye(m)- Diplomasi
Serbestîye(m) serbestlik, özgürlük
B- Hukuk dilinden- Zonê huquqî de
Heq(n)- hak Îfade(n)- İfade
Bi heq/e- Haklı Suç(n) Suç
Neheq/e- haksız Suçdar kerdene- Suçlamak
Dawa(m)-Dava Gunekar kerdeneSuçlamak
Dawakar/e- Davacı Suçadarîye(m)Suçlamak
Dawayîn-e Davalı Gunekarîye(m)Suçlamak
Awuqat/e- Avukat Suçdarkerde/yeSuçlanan
Şeveknayene(m)- savunmak
Gunekarkerde/a- Suçlanan
Şeveknayîş(n)- Savunuş, savunum
Suçkerdox/e- Suçlayan
Îqaz(n)- İkaz Gunekarderdox/e- Suçlayan
Tepya estene (m)- Ertelemek
Qeyde(n)- Kural
Marum(m) Mahrum Fekkî (n)- Sözlü
Marum/e-Mahrum kalan Îfadeyê
fekkî- Sözlü ifade
Dosya(m)- Dosya Nusnekî (n)- Yazılı
Tomete (m)- Töhmet İfadeyê NusnekiYazılı ifade
Mehkeme(m)- Mahkeme Het(n)- Taraf
Ronîştîş(n)- Celse Hetkar/e- taraftar
Ceza(m)- Ceza Qerar(n)-Karar
Têduştîye(m)- Eşitlik Persayene(m)Sorgulamak
Têduşte(m) Eşit Persayîş(n) sorgulma
DERS -13BAZI COGRAFİK KELİMELER
VE CÜMLE İÇİNDE YAZILIMLARI- TAYE ÇEKUYÉ COXARAFÎ U
CUMLA DE NUSNAYÎŞ
Ko (n) dağ
Deşte (m) Ova-Düzlük alan
Çewt(N)- Eğri
Çewtin(n) Eğimli
Tîmuk(n) Tümsek
Gil(n)Zirve, uc nokta
Qîyame(n)- Dik yokuş
Davacor(n)-Yamaç, yukarı
Davacêr(n)Yamaç, aşağı
Virade(n)-Paralel şekil
Neqeb(n) vadi
Korte(m)Birleştiric boyun şekli
Çale(m)-Çukur
Xorî (n)-derin
Gole(m)- Göl
Çem(n) Irmak
Kemerin(n)-Taşlık
Garane(m)- Büyük baş hayvanların
otak yeri
Mexel(n) Koyun-keçi gibi küçük baş
hayvanların otak yeri
Kela(m)- Kale
Gîrawe(m)-Ada
Veroj(n)- Güneş alan yamaç
Zîndan(n)- uçurum
Zime(n)- Az güneş alan yamaç
Kaş(n)- Yamaç
Dere(n)- Dere
Maxe(n)- Birikim, Yığın, yığıntı
Maxa kemeran-Taş yığını
Maxa koliyan- Odun yığını
Xendek(n)- Dar boğaz şekli
B- Bazı örnekler- Tayê numuneyî
1-Tîmukê koyê Muzirî de, vare
nêhelîna- Munzur dağının zirvesinde,
kar erimez
2-Şilîye îta kerda çale- yağmur burayı
çukur etmiş
3- O ca, zaf kemerin o- Orası çok
taşlıktır
4-Laserî, maxa kemeran virasto- Sel,
taş yığını yapmış
5-Çale, zaf xorî ya- Çukur çok derindir
6- Dewa ma, a korte der a- bizim köy,
o (dağın birleştiği) boyun kısmındadır.
7-Azebe, xo zîndan ra este- Yetişkin
kız, kendisini uçurumda attı.
8-Awa dereyî, german ver, miçiqîyaDerenin suyu, sıcaklardan dolayı
kurumuş
9-No welat de, zaf gîrawî es tê- Bu
ülkede, çok adalar vardır(lar)
10-Gola Wanî, zê derya wo- Van gölü,
deniz gibidir
11-Ez ko ra, davacêr nê, virade amaben dağda (dikce) aşağıya değil,
paralel geldim
12-Çemê Muradî, deşta Çewligî der oMurat ırmağı, Çewlik ovasındadır
13-No ko de, di zimî est ê- Bu dağda,
iki (güneş az gören) yer var
14-Ko berz o, davcor meso, qefelînaDağ yüksektir, (yukarıya doğru dik
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gitme), yorulursun
15-Dêrsim de, neqebî zaf ê- Dersım de
vadiler çoktur(lar)
DERS -14BİLEŞİK FİİLERLE İLGİLİ BAZI
ÇEKİM ÖRNEKLERİ- DERHEQÉ
KARANÉ PİRANAYENAN DE, ANTENA RA TAYÉ NUMUNEYÎ
1-A-Peyda kerdene- Temin etmek
Şimdiki zaman(olumlu hal)- Demê
nikayî (halo pozîtîf)
Ez peyda kena- Ben temin ediyorum
Ti peyda kena- Sen temin ediyorsun
O peyda keno- O temin ediyor
A peyda kena- O temin ediyor
Ma peyda kenime- Biz temin ediyoruz
Şima peyda kenê- Siz temin ediyorsunuz
Înan peyda kenê- Onlar temin ediyorlar
B- B- Nesne dişil olursa da, şimdiki
zaman çekimi aynıdır-Çî ke makî bo,
antene, zê demê nikayî yo.
C-Dili geçmiş zaman(Nesne eril
olursa)-Demo vîyartîyo dîyar (Çî ke
nerî bo)
Mi peyda kerd- Ben tenin ettim
To peyda kerd-Sen temin etttin
O peyda kerd-O temin etti
A peyda kerde- O temin etti.
Ma peyda kerd- Biz temin ettik
Şima peyda kerd- Şiz temin ettiniz
Înan peyda kerd- Onlar temin ettiler
D- Dili geçmiş zaman(nesne dişil
olursa)- Demo vîyartîyo dîyar(Çî ke
makî bi bo)
Mi peyda kerde- Ben Temin ettim
To peyda kerde- Sen temin ettin
Éy peyda kerde- O temin etti
Aye peyda kerde- o temin etti
Ma peyda kerde- Biz temin ettik
Şima peyda kerde- Siz temin ettiniz
Înan peyda kerde- Onlar temin ettiler
Se beno no halê ma?
E- MİSLİ GEÇMİŞ ZAMAN- DEMO
VÎYARTEYO NEDÎYAR
(Nesne eril olursa, fiilin sonuna ‘o’
gelir- Çî ke nerî bo, kar, herfa ‘o’yî
gêno pê xo)
Mi peyda kerdo- Ben temin etmişim
To peyda kerdo- Sen temin etmişsin
O peyda keerdo- O temin etmiş
Ma peyda kerdo- Biz temin etmişiz
Şima peyda kerdo- siz temin etmişsiniz
Înan peyda kerdo- Onlar temin etmişler
X. Çelker
(Nesne dişil olursa, fiil sonuna ‘a’
harfi alır- Çî ke makî bo, kar, herfa ‘a’
gêno pê xo)
Örnek- Numune
Mi peyda kerda- ben temin etmişim
To peyda kerda- Sen temin etmişsin
Éy peyda kerda- o temin etmiş
Ma peyda kerda- Biz temin etmişiz
Şima peyda kerda- Siz temin etmişsiniz
Înan peyda kerda- Onlar temin etmişler
F-SANAL GEÇMİŞ ZAMAN(DA)/
GELECEK ZAMAN HİKAYESİ-DEMO VÎYARTÎ (DE) NÎYETÉ DEMÉ
AMEYOXÎ
Mi peyda kerdêne- ben temin edecektim
To peyda kerdêne- Sen temin edecektin
Éy peyda kerdêne- O temin edecekti
Aye peyda kerdêne- O temin edecekti
Ma peyda kerdêne- Biz temin edecektik
Şima peyda kerdêne- Siz temin edecektiniz
Înan peyda kerdêne- Onlar temin
edeceklerdi
"Vas, koka xo ser roeno
Theyr, zonê xode waneno
Kamo ke eslê xo inkar kêno
Toz erzeno rêça xo, sono"
Se beno no halê ma?
Ewro, 1ê Gulane de, ez be olvaza
xora şime caê Têareamaena gurekara. Ca Mannheim de meydanê
verê bonê DGBy (Sendika) bi. Mı
olvaza xora pers kerd ke kami ra
pia kortej de ca bıcêrime.
Aê va, domananê mara pia. Şime
wertê domananê ma. Nas u dosata ra kêf u halê jumini pers kerd.
Waxtê ra tepia ina jü pankarte kerde ra. Sero khaleka resmê İbrahim
Kaypakaya, Lenin, Marks, Engelsi
de resmê Mao be Stalini ra ki bi. Mı
olvaza xora va, ita caê ma niyo. Ez
nêvazena bınê siya diktatoro de ze
Stalini be Maoy de şorine. Bê ma
şıme lewê cirananê ma Kurda. Axiri
oca ki xêlê mıletê ma esto.
Nêtê mı olvazê ke cematê Komkari
derê inara pia kortej de caguretene
biye. Axiri şime lewê ina. Waxto ke
ma jümini ra kêf u halê jümini pers
kerdêne, dı gami ma verde resmê
Abdulah Öcalani bi ra berz.
Mı olvaza xode nia da, aê mıde nia
da, ma jümini fam kerd.
Bınê siya leyrê Ergenekoni de çı
karê ma bıbone ke?
Ma oca ra ki kewtime duri, şime...
Coka şairê welati Sey Qaji vato:
Vas, koka xo ser roeno
Theyr, zonê xode waneno
Kamo ke eslê xo inkar kêno
Toz erzeno rêça xo, sono
(...)
01.05.2012
kaynak:
http://www.jarudiyar.com/
yazarlar/1393-x-celker-se-beno-nohale-ma.html
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
WEQFA ÎSMAÎL BEŞÎKCÎ
ÇIMA HATE DAMEZRANDIN?
Ji bo fêmkirina egera damezrandina Weqfa Îsmaîl Beşîkçî ku me di 7
Rêbendan 2012’yan de damezrandina
wê ragîhandibû, pêwîstî bi naskirina
Îsmaîl Beşîkçî heye. Beşîkçî (paşnavê
Îsmaîl Beşîkçî di resmîyetê de wek
“Beşîkcî” hatiye tomarkirin. Di vê
nivîsê de me xwest em paşnavê wî yê
ku em elimîne, bi kar bînin) hez nake
qala xwe bike. Ji ber vê jî me serî
li pirtûka bi navê Îsmaîl Beşîkçî ya
ku Bariş Unlu û Ozan Deger berhev
kiribûn û di sala 2011’yan de ji hêla
weşanxaneya Îletîşîmê hate weşandin,
kir. Di gotara ku birêz Bariş Unlu
nivîsandiye de (Berhema Navborî, r.
11-44) serpêhatiyên jiyana Beşîkçî
hene.
1-ÎSMAÎL BEŞÎKÇÎ KÎ YE?
Îsmaîl Beşîkçî di 7 Rêbendan
1939’an de li navçeya Îskîlîpê ku
girêdayî Çorumê ye, ji dayik bû. Bi
gotina Bariş, ew zarokê malbateke
Tirk û Hanefî ye. Bavê wî Hûsnû
(1899-1978) di dema Osmaniyan
de mamostetî û di salên 1930’an de
jî dikandarî kiriye û navê diya wî
Zahîde ye (1898-1987). Ew biçûkê
malê ye. Bi navê Vasfî û Muhîddîn du
birayên wî û bi navê Sati jî xwîşkeke
wî heye.
Wî dibistana seretayî li Îskîlîpê di
dibistanên Azm-î Mîllî û Misak-î
Mîllî de, dibistana navendî jî li Dibistana Navendî ya Îskîlîpê xwendiye.
Beşîkçî dibistana amadeyiyê jî di
Dibistana Amadeyî ya Çorumê (navê
vê dibistanê niha Amadeyiya Ataturk
e) de xwendiye. Di sala 1958’an de
bi puanên bilind ketiye Fakulteya
Zanistên Siyasî. Ji ber vê serketinê
bursa Wezareta Karê Navxweyî girtiye. Di sala 1962’an de beşa îdarî ya
Fakulteya Zanistên Siyasî qedandiye.
Beşîkçî cara ewil di sala 1961’an de
li rastî Kurdan hatiye. Wê demê di
fakulteyê de ji pola sîsêyan derbasî
pola çaran bûye. Ji bo stajê bi daxwaza xwe çûye Elezîzê. Li gel parêzer
û qaymekaman staj kiriye. Li Bedlîs
û Şemzînanê jî leşkerî kiriye. Bi vî
awayî bêtir derfeta naskirina Kurdan
bi dest xistiye. Di sala 1964’an de li
Erziromê di Zanîngeha Ataturkê de
di beşa sosyolojiyê de bûye asîstan.
Di sala 1965’an de li ser rewşa civakî
ya eşîra koçer a Alîkan dest bi
nivîsandina teza xwe ya doktorayê
kiriye, teza wî hatiye qebûlkirin û bi
vî awayî nasnavê doktoriyê girtiye.
Îsmaîl Beşîkçî li ser civaka Kurd
ku akademîsyen nediwêrîn ji xwe
re bikin mijara lêkolînê, lêkolînên
xwe kiriye, di vê mijarê de berhem
afirandine û her wisa jî dijberiya
hinan jî kişandiye ser xwe. Li gor
îdeolojiya fermî mileteke bi navê
Kurd û zimanekî bi navê Kurdî tune
bû. Ma çawa yek dê derketa derveyî
vê îdeolojiya fermî? Divê hesab jê
bihata xwestin!
Her wisa di serî de ji hêla endamên
zanîngehê ve derheqê wî de gelek
gilî hatine kirin. Ji ber van giliyan
derheqê Beşîkçî de lêpirsîneke îdarî
hatiye kirin. Di 20 Tîrmeh 1970’an
de ji ber “nivîsandina pirtûk û
nivîsên dijberê makezagonê...” ji kar
hatiye dûrxistin. Li ser vê biryara
îdarî, Beşîkçî serî li şûraya dewletê
daye. Şûraya dewletê biryara rawestandina biryara îdarî daye, lê belê
zanîngeh ev biryar pêk neaniye. Li
ser vê jî Beşîkçî bi rêya ezmûnekê di
destpêka sala 1971’an de di Zanîngeha
Enqereyê de di Fakulteya Zanistên
Siyasî de dest bi kar kiriye.
Di pêvajoya 12’yê Adarê de ji ber eynî
dosyeya lêpirsînê ji fermandariyên
rewşa awarte re gilî hatine kirin. Ji
ber van giliyan derheqê Beşîkçî de ji
hêla Fermandariya Rewşa Awarte ya
Diyarbekirê lêpirsînek hatiye kirin
û bêyî ku ew lê hazir be, biryara
girtina wî hatiye dayîn. Beşîkçî di 19
Pûşper 1971’an de hatiye girtin. Wê
demê Beşîkçî di Fakulteya Zanistên
Siyasî de bûye. Di fakulteyê de hatiye
binçavkirin û ji bo Diyarbekirê hatiye
şandin.
Fermandariya Rewşa Awarte ya
Diyarbekirê ji ber van giliyan mîna
sedan Kurdan Beşîkçî jî binçav kiriye
û dest bi darizandina wî kiriye. Bi vî
awayî pêvajoya girtîgeh û darizandina Beşîkçî dest pê kiriye. Wê ji ber
nivîsên xwe 17 salên xwe di girtîgehê
de derbas kirine. Wî helwesteke ku li
zanyaran tê, nîşan daye. Digel zilma
ku lê hatiye kirin, wî serê xwe netewandiye. Ji rêya zanistê derneketiye û
tim wek zanyarak tevgeriye.
2- PÊVAJOYA DAMEZRANDÎNA
WEQFÊ
Beşîkçî ji ber xebatên xwe yên zanistî
tenê 17 salên xwe li girtîgehê derbas nekirine, ew di heman demê de
ji karê xwe jî bûye. Careke din wî
nekariye ku vegere zanîngehê. Dev ji
zanîngehê berdin, derûdorên “çepgir” û “lîberal” jî ku di bin serweriya
îdeolojiya Kemalîst de ne ew tecrîd
kir. Mîna ku ew bi nexweşiya webayê
ketibe, ji wî reviyan. Mînaka herî
berçav a vê yekê gotinên Azîz Nesîn
e ku di desteya giştî ya Yekîtiya
Nivîskarên Tirkiyê de wî derheqê
Beşîkçî de gotine. Di kongreyê de
dema ku Beşîkçî behsa Kurdan kiriye,
Azîz Nesîn jê re wiha gotiye: “Di
Şerê Rizgariyê de jî sîxurên mîna te
porzer û çavşîn li hawîrdorê digeriyan
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
û dixwestin dewleteke Kurdan ava
bikin!”
İsmail Beşikçi, ji aliyê ev kesên ku di
tesira ideolojîya fermi de mabûn ve
dihat tecrîdkirin, Kurd bûbûn heyranê
wî û wan rêz lê digirt. Wan wisa
dizanî ku Beşîkçî yekî ji wan e. Vêca
ev weqf wek encama vê rêzgirtin û
minetdariyê hate damezrandin.
Mamoste Beşîkçî şêst sal pîrtûk, kovar û rojname girtibûn û veşartibûn.
Hejmara pirtûkan nêzikî 20 hezar,
hejmara bergên kovar û cîldê rojnameyan jî nêzikî 3 hezarî bû. Wî li ba
heval û derûdora xwe ji bo paşeroja
pirtûkên xwe gelek caran qal, gazinc
û xem dikirin. Îbrahîm Gurbuz ku
yek ji van kesan bû ku ev gazinc
bihîstibû wiha gotiye: “Mamoste, tu
xeman nexwe. Em ê bi ser navê te
pirtûkxaneyekê ava bikin, eger hewce
bû em ê weqfekê damezrînin.”
Dema ku Ruşen Arslan di sala
2004’an de ji Ewrupayê ku lê sirgûn
bû vedigere, Îbrahîm Gurbuz jê re vê
meseleyê dibêje. Ew jî dibêje ku ew ê
ji dil piştgiriya vê xebatê bike.
Ji bo damezrandina weqfê, aborî û
kadro hewce ne. Beşîkçî û Îbrahîm
Gurbuz ji bo danîna weqfê li gel
komekê peywendî danîbû. Îbrahîm
Gurbuz li ser pêşketinan Ruşen
Arslan agahdar dikir. Vê peywendî
nêzikî du salan kişand. Hin fikr
dihatin gotin û di nav xwe de digotin
ku “Weqf li Amedê yan jî li Bazîdê
bila were avakirin.” Bi vî awayî ne
pêkan bû ku encamek bihata bidestxistin. Carekê Îbrahîm Gurbuz gaveke
berbiçav avêt. Ji mamoste Beşîkçî re
wiha got: “Li Stenbolê, li Beyoxluyê
avahiyekye min heye. Ez ê du qatên
wê ji bo pirtûkxaneyê bibexşînim. Du
qatên wê jî ez ê ji bo weqfa ku em ê
damezrînin bibexşînim. Em vî karî
zêde taloq nekin.”
Mamoste qane bûbû. Xebata bi
wê komê re kar bê encam dihişt.
Li gor pêşniyara mamoste desteya
damezrêner a weqfê ku ji mirovên
ku ji hevûdu fêm dikin pêk dihat,
hate sazkirin. Di vê desteyê de Îsmaîl
Beşîkçî, Îbrahîm Gurbuz, Îshak Tepe,
Talat Înanç û Abdullah Baran hebûn.
Îsmaîl Beşîkçî du xaniyên xwe yên
li Enqerê û Îskîlîpê, hemû pirtûkên
xwe û bergên weşanên biperîyod ku
wî di nav şêst salan de kom kiribûn,
arşîva xwe ya taybet, mafê telîfê yê
37 pîrtûkên xwe dan weqfê. Îbrahîm
Gurbuz jî du daîreyên xwe dan weqfê.
Hevalên din; Talat Înanç 20 hezar TL,
Abdullah Baran 20 hezar TL û İshak
Tepe jî 10 hezar TL tahsis kirin!
Di 18 Sibat 2011’an de seneda weqfê
di noterê de hate nivîsandin. Li
gor seneda weqfê desteya wextî ya
rêveberiyê ji van kesan pêk dihat:
Serok Îsmaîl Beşîkçî, alîkarê serok
Îbrahîm Gurbuz, hejmaryar Îshak
Tepe, endam Ahmet Onal û Ruşen
Arslan. Peywira qedandina karên
damezrandinê, pejirandina dadgehan
jî ji Ruşen Aslan re hate dayîn.
Ji bo pejirandina damezrandina weqfê
hema serî li dadgehê hate dan. Doza
pejirandinê di demeke kin de bi dawî
bû. Biryar di 27 Sermawez 2011’an de
di Rojnameya Resmî de hate weşandin û pêvajoya pejirandinê qediya.
Lê belê me damezrandina weqfê
di 7 Rêbendan 2012’an de ku roja
jidayikbûna mamoste bû, ji raya giştî
re ragîhand.
Paşê bi ser daxwaza mamoste Beşîkçî
di rêveberiyê de hin guhertin hatin
kirin. Ji bo serokatiyê Îbrahîm Gurbuz, ji bo alîkarê serokatiyê Ruşen
Arslan, ji bo hejmaryariyê Îshak Tepe
hatin destnîşankirin. Îsmaîl Beşîkçî
û Ahmet Onal bûn endamên desteya
rêveberiyê. Îsmaîl Beşîkçî wek serokê
rûmetiyê yê weqfa me hate qebûl
kirin.
3-TIŞTÊN KU WEQFA ME KIRINE Û DÊ BIKE
Çawa ku biryara damezrandina weqfê
hate dayîn, xebata restorekirinê ya
cihê ku ji bo pirtûkxaneyê hatibû bexşandin, hema dest pê kir. Du daîreyên
ku li ser hev bûn, wek dubleks bi hev
ve hatin girêdan. Piştî ku dîzayna
nav daîreyan qediya, ji Enqerê pîrtûk
û bergên kovar û rojnameyan hatin
veguhastin. Di pirtûkxaneyê de xebatkareke ku ji beşa pirtûkxanekariyê
ya zanîngehan mezûn bûye, dest
bi xebatê kir. Ji bo pirtûkxaneyê
bernameyên nûjen hatin kirîn û karê
katalogkirinê dest pê kir. Danîna
katalogên pirtûkan ber bi qedinê ye.
Hemû karên katalogkirinê di dawiya
meha Avrêlê de dê biqede.
Bi vî awayî PIRTÛKXANEYA
LÊKOLÎNÊ YA ÎSMAÎL BEŞÎKCÎ
li gel pirtûkxaneyên dinyayê cihê
xwe bigire. Pirtûkxane di 5 Gulan
2012’an de di saet 12:00’an de bi tevî
merasîmekê dest bi kar bike.
Weqfa me dê navendeke arşîv û
dokumentasyonê ava bike. Di serî de
arşîva Îsmaîl Beşîkçî, her cure agahî
û belgeyên derheqê Kurdan de wek
datayên dîjîtal werin tomarkirin û
bi vî awayî bankeke zanyariyê were
sazkirin.
Berhemên Îsmaîl Beşîkçî careke din
ewil bi Tirkî, paşê jî bi Kurdî (bi
hemû diyalektan), Îngîlîzî, Almanî û
Frensî werin çapkirin. Ji ber vê jî me
Şîrketa Sînordar Ronî ji bo Çap, Weşan, Belavkirin û Bazirganiya Derve
ava kir. Ev weşanxane pirtûkên din ên
ku pêwîst dibîne jî dê biweşîne. Weqfa me li gel weşangeriya pirtûkan,
kanalên din ên weşangeriyê jî dê bi
kar bîne û bi vî awayî dê toreke girîng
a gengeşî û rewşenbîriyê biafirîne.
Du salê carek di serî de li ser
sosyolojiyê û di gelek qadan de ji
bo handana lêkolînan Xelata Îsmaîl
Beşîkçî were dayîn.
Ji bo lêkolîner û xwendevanên serketî
burs werin dayîn.
Em dixwazin li Amedê Navenda
Çandê ya Îsmaîl Beşîkcî ava bikin.
Ji bo destnîşankirina cih xebatên me
didomin.
Armanca me ya dûr jî avakirina
Zanîngeha Îsmaîl Beşîkçî ye.
Em niha hîn di merhaleya destpêkê
de ne. Armanca me danîna weqfeke
wisa ye ku bi tevî rêveberî, muhasebe
û xebatên xwe nûjen û şefaf be. Em
ê di nav pêvajoyê de vê armancê pêk
bînin.
Weqfa me hêza xwe ji gelê me û ji her
kesê ku rêz li Îsmaîl Beşîkçî digire
û jê hez dike, digire. Weqfa me dê bi
alîkariyên wan ên maddî, entelektuelî
û di heman demê de jî bi alîkariyên
wan ên dokumenterî xebata xwe
bidomîne. Bêguman rêveberiya weqfê
ji çend kesan pêk tê. Lê belê em dizanin ku weqfa me dê bi dilwazên xwe
li ser piyan bimîne.
Em wek damezrêner û rêvebirên ewil
ên weqfê eger me karî Weqfa Îsmaîl
Beşîkcî bikin saziyeke mayînde û
karîger em ê gelek kêfxweş bin û ev
kêfxweşî dê bibe xelata me ya herî
mezin.
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Palu Harput
1878 II. Cilt, sayfa:144-150
Boğos Natanyan
Elinizdeki eser, önemli bir yerel tarihi
mikro düzeyde vermektedir ve kapsadığı ayrıntılar daha sonra tarihçiler
tarafından Balkanlar, Anadolu, Arap
vilayetleri gibi bir çok coğrafyayı
içinde barındıran geniş kapsamlı bir
Osmanlı tarihi yazımında kullanılabilir.
Okuyucular elimizdeki bu iki cildi,
zengin ve önemli Osmanlı tarihinin araştırılmasına yardımcı olacak
olağanüstü gereçler olarak kullanabileceklerdir.”
Donald Quataert
BOĞOS NATANYAN Kıdemli Ermeni ruhbanı’nın kitabından alıntılar:
RAPORLAR
Palu yedi eyalete(1) bölünmüştür;
Karaçor, Bulanık, Okhu, Oşin, Karabegyan, Sivan ve Gökdere. Bunları
Palu idaresi yönetir. Halk Ermeni,
Türk, Kürtlerden (sırasıyla dediğimiz
gibi) oluşmaktadır. Diğer Kürtler ise
iki çeşittir. Zaza ve Kırmançi(2) diye
adlandırılıyorlar. Dilleri farklı ancak
dinleri aynı Müslümanlar. Palu’nun
etrafına yerleşmiş olan Kürtlerin ortasında kırk altı Ermeni köyü bulunuyor. Bunlardan yirmi altısı tamamen
Ermenilerden oluşurken geri kalanlar
Kürtlerle karışıktır. Böyle bir durumda Ermeniler nasıl rahat bir hayat sürebilirler ki ! Bu noktayı okuyanların
adilane takdirine bırakıyorum.
Palu’nun Yedi Eyaleti Hakkında Ayrıntılı Bilgi
Şehrin kuzey tarafında batıya doğru,
elli kadar köyden oluşan Karaçor’da
Kırmançi denilen Kürtler bulunmaktadır. Beş yüz hanedirler ve sayıları
bin yüz kadardır.
Oşin ise şehrin güney-doğu kısmında, yirmi beş kadar köyden ibarettir.
Buranın halkı da Kırmançidir. İki
yüz elli hane ve bin iki yüz elli kişi
bulunmaktadır.
Şehrin doğu tarafına yayılmış yirmi
kadar köyden oluşan Karabegyan’da
da Kırmançi Kürtleri bulunuyor. İki
yüz hane olan Kırmançilerin nüfusu
bin kişidir. Yukarıda adı geçen vilayet
ve köylerdeki Kırmançi Kürtlerinin
köy, hane ve nüfus sayısı şu şekildedir:
Köy: 95, Hane: 950, Toplam Nüfus:
4.350
Irkları ayrı olsa da dinleri aynı yani
Müslümandırlar.
Palu’nun geriye kalan dört eyaleti
şunlardır:
Bulanık: Şehrin kuzey-doğu kısmına
yerleşmiş bulunan Bulanık’ta kırk altı
tane Zaza Köyü var. Kırmançilerden
farklı bir Kürt ırkı olan Zazalar, bin
üç yüz seksen kadar haneye ve altı
bin dokuz yüz kişilik nüfusa sahipler.
Şehrin kuzey tarafına yerleşmiş
bulunan Okhu’da yirmi bir Zaza Köyü
var. Üç yüz otuz haneli köyün nüfusu
bin altı yüz elli kişiden ibarettir.
Gökdere: Şehrin güneyine yerleşmiş
olan Gökdere kırk kadar köyden oluşmaktadır. Zaza ve Kürt karışık bin iki
yüz hane bulunan Gökdere’nin nüfusu
6000 kişidir.
Sivan: Şehrin kuzey tarafında yirmi
beş köyden oluşan Sivan’da yine
Zazalar bulunuyor. Bin beş yüz altmış
hanesi ve yedi bin sekiz yüz kişilik
nüfusu vardır.
Adı geçen bu dört eyalette ikamet
eden Zaza adlı Kürtlerin köy, hane
ve toplam nüfusu şöyle dağılmıştır:
Köy:122, Hane:4470, Toplam Nüfus:22.350
Yukarıda zikrettiğimiz üzere bunların
dinleri Müslüman olmasına karşın dil
ve ırk olarak Kırmançi Kürtlerinden
farklıdırlar. Yedi eyalette ikamet eden
Kürtler Palu’daki on üç beyin emri altındadırlar. Yerel hükümetten ziyade
bu beylerin etkisindedirler.
Palu’daki yedi vilayetin dışında
kalan yerlerdeki aşiret denilen Kürtler
şunlardır;
İzoltiler, Şadeliler, Khıranlılar, Kureşanlılar, Şeyhmahmudlular, Karsenliler, Khubatanlılar, Çarekanlılar, Bılecanlılar, Kuzucanlılar, Haydaranlılar,
Şeyhhasanlılar, Temranlılar, Arevliler
veya Arevdzikler(3) (Şınorhali Sırpazanın bahsettiği güneşe tapanlar),
Alanlılar, Mısdanlılar, Vostanlılar,
Surinliler, Pirvanklılar veya Pilvanklılar, Cibranlılar vs’dir. Bunların
eski Ermeni soylarından olduğu fark
ediliyor. Ben bu Kürt soylarını şahsen
ziyaret etmedim. Ancak onları saygıdeğer cemaat üyelerime tanıtabilmek
için, bilgi toplamak üzere özel bir
adam gönderdim.
İzol halkının ayrı bir sınırı var.
Burada yaşayan köylülere aşiret(4)
deniyor. Devlete tabi olmadan
yaşıyor, vergi vermiyorlar. Oldukça
kalabalıklar. Aralarında bin kadar
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
silahlı adam var. İzol, Palu şehrinden
üç saat uzaklıkta ve kuzey tarafında
bulunuyor. Halkı Kırmançi denilen
Kürtlerdendir.
Şadeliler aşireti de belli bir bölgenin içinde ikamet ediyor. Bunların
arasından da bin beş yüz silahlı adam
çıkar. Halkı Kırmançidir ve şehirden
altı saatlik mesafede kuzeye doğru bir
yerde ikamet etmektedirler.
Khırani Aşireti de şehrin kuzey
tarafında sekiz saatlik bir mesafede
yaşamaktadır. Üç binden fazla silahlı
adamı var. Bunlar da Kırmançidir.
Geri kalan Kırmançi denilen Kürt
soyları da aynı olduğundan burada
tek tek söylemeye gerek duymuyorum. Dersim hariç. Çünkü yukarıda
adı geçen on dokuz soy Kırmançi denilen Kürtlerdendir ve hepsi birbirine
sınır komşusudur. Aynı zamanda da
Dersim’e sınır komşusudurlar. Hepsi
de ara sıra tarım yapar. Ancak birbirleriyle düşman olduklarından kendilerini koruyabilmek için sürekli silahlı
dolaşmak zorundadırlar. Ama diğer
taraftan hırsızlık etmekten de geri
durmazlar. Talan için Palu murahhaslık bölgesine kadar gelirler.
Yerel hükümet onlara engel olamıyor.
Zira birbirleriyle ne kadar kavgalı
olurlarsa olsunlar, devlet kendilerini
bastırmak için bir ordu gönderdiğinde
düşmanlığı bir tarafa bırakıp hemen
birleşiyor ve özgürlükleri için beraber
çarpışıyorlar. Bu nokta bizim millete
iyi bir örnek olabilir.
Onlar bunca vahşilikleriyle özgürlüğü, ömür boyu sürecek saygınlığa
tercih ederken, onların yanında medeni bir millet olarak görülen bizler
geleceğimizi korumak için çok daha
fazla mücadele etmeliyiz. Üstelik
onlar vergi de ödemiyorlar. Hepsi de
sağlam, cesur ve gururlu insanlar, suratları kırmızı, uzun boylular. Yiyecekleri tereyağ, yoğurt ve süt ürünleri. İkamet ettikleri yerler dağlık. Her
bir köyün bahçeleri, bağları, ormanı,
tatlı soğuk suları var. Havası sağlıklı
ve iyi bir iklimde yaşıyorlar.
Bu insanlar Kızılbaş denen ırkın bir
çeşididirler. Şarap içerler, Türkler
gibi namahrem bilmedikleri için
birbirlerinden kaçmazlar, kadınları
Hıristiyan kadınlarına benzer. Çocukluklarından itibaren başları açık
gezmek alışkanlık olmuştur. Dünya
dertlerinden uzaktırlar. Güneşe o
kadar alışkındırlar ki, tenleri karadır.
Aynı şekilde soğuğa da alışkındırlar.
Aralarında konuşurken özellikle de
kadınları Ermenice kelimeler kullanırlar. Hıristiyanlara yakındırlar.
Hıristiyanlığa benzer ayinleri vardır.
Dua için camiye gitmezler. Irk ve din
olarak Türklerden ayrıdırlar. Türkler
onları kâfir, onlar da Türkleri yezid
olarak adlandırırlar. Seyit (Seyyid)
adı verilen dini liderleri vardır. Ona
büyük saygı gösterir, elini öperler vs.
Onun emirleri hemen yerine getirilir.
Türkler devlet sahibi olduğu için,
gösterişte Türklük satarlar. Ancak
Ermeni manastırlarına gider, bazen
de meyve ve başka hediyeler götürürler. Aynı zamanda dua da ederler,
kiliseyi kutsal sayarlar. Dua kitapları
yoktur. Dini liderlerinin emrettiği her
şeyi din kuralı olarak kabul ederler.
Yani sağlam bir temele dayalı dinleri
yoktur. Lokma ayini denilen gizli
yaptıkları bir ayinleri vardır. Sünnetleri yoktur. Namaz duası bilmezler.
Bir şey yenip içtiğinde afiyet olsun
diyene kızarlar. “Şifa olsun” denmesi
gerekir.
Kızılbaş denen grubun içinde sayıları
az olan bir grup vardır ki, onlar aynı
Hıristiyanlar gibi İsa’ya inanırlar.
Nitekim rastladığım pek çoğundan
bu sözleri kulaklarımla duydum.
Beni davet edip sofralarını kutsattılar. Türklerin elinden kurtulup da
özgürce Hıristiyanlığı yaşayacakları
günü beklediklerini söylediler. “Eğer
Hıristiyanlardan güçlü bir koruyucumuz olursa ona tabi oluruz” diye de
eklediler. Ne zaman bir Ermeni rahibi
görseler büyük saygı gösterip elini
öpüyorlar.
DERSİM
Bu büyük eyalet, Palu şehrinin kuzey
tarafında birbirine yapışık sıradağlar
üzerine yerleşmiştir. Dağa ulaşmak
on iki saat kadar sürmektedir. Sınırları komşu Çarsancak, Harput, Kiğı,
Çemişgezek -bir ucu Sivas’a kadar
uzanır- Mendzgerd ve Mendzgert’ten
de Kızıl Kilise denilen yere kadar
uzanır. Dersim ve Çarsancak’ı bir
sayacak olursak nüfus yüz kırk bin
kadardır. Bunun yüz bini Kürt, on
bini Türk, otuz bini ise Ermenidir.
Buradaki Ermeniler yukarda anlattığımız Kürtler gibi talanla veya çobanlık ederek ya da çiftçilikle yaşarlar.
Dersim’in içinde sadece beş altı bin
Ermeni var. Bunlar Kürtlerle yoğrulduklarından, bazen zorla bazen de
ilgisizlikten milliyetlerini ve dinlerini kaybetmek üzereler. Dersimliler
Ermenileri seviyor ve kendileriyle
alışveriş eden küçük tüccara ve
zanaatkârlara zarar vermiyor, onlara
misafirperverlik gösteriyorlar. Oysa
diğerleri tam tersi, her zaman soymaya hazırlar. Dersimlilerin dini, edebiyatı ve kitapları yok. Adı geçen diğer
Kürtler gibi seyyid adlı din başkanları var. Dinleri geleneklere dayanıyor.
Bunların bir kısmı Hıristiyan ayinlerini örnek alırken, bir kısmı da Hz.
Ali’nin dinini takip ediyor. Büyük
kısmının Ermenilerden türediğini
söylersek sanırım yanılmış olmam.
Çünkü aralarında kullanılan isimlerin
çoğu Ermenicedir. Özellikle de kadın
isimleri, mesela; Maryam, Sırpuk,
Markırit vs. Belki de bu zavallılar
zamanında zorla, veya gördükleri
eziyetler sonucu ya da cehaletten
dillerini, dinlerini ve alışkanlıklarını
değiştirmek zorunda kalmış olabilirler. Ermenilere yakınlık gösteriyor,
Ermeniliği ve Hıristiyanlığı kabule
sıcak bakıyor gibi görünüyorlar.
Dersim’in içinde eskiden kalma yarı
yıkık ya da tamamen harap olmuş,
ince bir mimari zevkle inşa edilmiş
muhteşem manastırlar ve kiliseler
bulunuyor. Bu yerleri hâlâ saygıyla ve
hediyelerle ziyaret ediyorlar. Eski ve
yeni mezarlıklar da var. Hepsinin üstüne haçlar oyulmuş. Bir Dersimliye
“sen hangi dindensin?” diye sorulacak
olursa haçtan başka şey tanımadığını
söyler. Dersim’in çok yüksek kayaları
ve dağları, sık ormanları, bahçeleri,
bağları, dağların tepelerinden akıp
gelen tatlı suları, temiz havası ve
ender bulunan bir iklimi var. İnsanları genellikle kırmızı suratlı, geniş
omuzlu, kalın pazulu, uzun boylu, iri
ve sağlıklılar. Hafızaları da oldukça
kuvvetli.
Dersim doğal güzellikleriyle güzel
bir manzara arz eder. Ağaçlarla kaplı
bölgeleri vardır. Bu bölgelerden biri
olan Hasan Çelebi, şayet Dersim iki
tarafından kuşatılacak olursa korunmak için ideal bir yerdir.
Okuyucular, Ermenistan’da geliştirilmesi, eğitilmesi, dini açıdan aydınlatılması ve Ermeni ruhuyla beslenmesi
gereken bunca bilinmeyen yer ve ırk
olduğunu gördükçe hiç kuşkusuz şaşıracaklardır. Gerçek Ermeni evlatları
yetiştirilsin diye okullar açılmalı.
Mevcut cemaat okulları pek de ümit
verici bir durumda değiller. Eğer yeni
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir cemiyet sayesinde kısa sürede
Ermenistan’da gelişmiş okullar görme
şansına nail olamazsak, arzularımıza
çok geç ulaşacağımızdan korkarım.
Seçenekler
(1): Yazar her ne kadar eyalet sözcüğü
kullanmışsa da bahsettiği yerler birer
nahiyedir.
(2): Kırmançi, Kürt erkek çocuğu
demektir. Ermeniler eskiden kızdıkları zaman birbirlerine “Kürt mançı”,
“Kürt çocuğu” derlermiş. Daha sonra
telaffuzu değişerek Kırmançi olmuş.
Söylence böyle demektedir.
(3): Arevliler veya Arevdzikler (Arevortik) 7. yüzyılda Ermenistan’da çok
güçlenmiş olan Pavlikyanların daha
sonraki dönemlerdeki devamı olarak
kabul edilirler. Hatta Yezidilerin de
onların soyundan olduğu kabul edilir.
9. yüzyılda imparator fermanıyla
kıyıma uğratıldılar.
(4): Aşiret, grup anlamındadır.
DOKUN DİLE GELSİN ACILAR
"Çalışmamın çıkış noktası, ne yazık
ki, iki acı kelime olan gözyaşı ve
sefalettir. Daha acı olan ise, okuyucuların öğrenecekleri her şeyin
inkâr edilemez gerçekler oluşudur.
Okuyucular Rapor’umdaki bazı sayfaları gözyaşlarını güçlükle tutarak
okuyacaklardır. Soydaşlarının ve
çocuklarının katlanılmaz ve çekilmez
sefaletini göreceklerdir. Onlar sanki
bu eziyetlere sessiz sedasız katlanmaya mahkûm edilmişlerdir. Sürekli
tekrarlanıp duran bu sefaletleri insan
kendi gözleriyle yakında gördüğünde,
kulaklarıyla duyup elleriyle hissettiğinde gerçekten şaşıp kalıyor. Beyler
ve kardeşlerim, bu acı dayanılmaz.”
Bedros Dağlıyan
Bağlamanın teline bir dokunursun
Feryat figan dile gelir acılar
Analar ağlar, kızlar ağlar.
Lal olur babaların dilleri
Bir dokunursun; ah’ı Diyarbekir’den
gelir.
Bingöl’den ses verir can uykuda
ceylânlar.
Âşık bağlamayla döker yüreğini,
Döker aşkını Karacaoğlanlar, Pir
Sultanlar
Pir aşkına, yar aşkına hu çeker
dervişler
Dengbejler köy köy gezer anlatır
Garabet Haço Kürtçe dile gelir
Dile gelir Aram Dikran, Şéroye Biro
Mehmed Uzun dili olur, sazı olur
insanların
Bir dokunur Torosların âşıkları,
abdalları
Efsaneler dillenir, dağları mesken
tutar yiğitler
Bir dokunursun tellere; tehcirleri
anlatır dizeler.
Kadınların, çocukların sesi ünlenir
dağlarda
Munzur’un rengi kan olur, kan olur
Pülümür’ün deresi.
Dersim’den kadınların acı dolu zıl
gıtları yükselir
İnce sazlar feryat figan
Meriç, Tunca inler gibi akarken
Balkanlardan sessiz bir göç başlar
Sarı tıraşlı çocukların çipil gözle
rinde
İpilenir gözyaşları
Neneler ki Mushafları koynunda
Dualarla göçerler onca yoldan.
Diyarbekir’in dar küçelerinden
çıkılır
Viran olmuş Surp Giragos Kilisesi’ne
Boş ve sessiz avlusunda, dilsiz
hikâyeleri yetimlerin
Sesler fısıldaşırken, kan olur
sokaklar
Ve Hamravat suyu sessizce temizler
acıları
Duvardaki bağlamanın sapından
akar
Kıyılan canların kanları.
Kırklar Kilisesi, Deyrulzaferan ve
Deyrul-Umur
İlâhîlerle biz varız der
Kadim Süryanîleri, Mardin’in,
Aziz Mor Hadbşabo yine dillenir
Kollarda ziynet telkârîleri
Süryanîlerin
Sabah şafağında, güneşe el açar,
Batman, Harran ve Mardin’in
Güneş ve ateşin sessiz Ezidileri
Her şey, evler, insanlar rükû içinde
Yakarırlar Melek-i Tavus’a
Mushaf-ı Reş ile seslenir
Şeyh Adiy’in müritleri,
Harran’ın yitmiş Sabileri
Anadolu’nun Rumları tarihe karışır
Bir bir yok olur kiliseleri, yer isimleri
Bağlamanın, udun tellerine bir
dokunursun
Feryat figan dile gelir acılar
Ve Anadolu türkülerle
Ağlar…
Ağlar…
Ağlar…
İstanbul, 17 Haziran 2010
PENCERE YAYINLARI
Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy İSTANBUL
Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41
E-mail: [email protected]
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim Tartışmaları*
Ermenilerin ve Rumların taşınmaz
mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek…
Dersim 1937-1938’e gelmeden önce
tarihsel geçmişe kısaca bakmak gerekir. İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı
İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek
gibi bir sorunu vardı. Bu İttihat ve
Terakki’yi en çok uğraştıran, İttihat ve
Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur.
İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman
bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı
İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi.
Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki
Rumlar -Pontuslar, Ege’deki Rumlar,
Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün
edilmeye başlandılar.
Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk
imparatorluğu. Ama bu imparatorluk
içinde Türk’ten başka bir etni olmayacak. Tamamen Türklerde oluşacak bir
imparatorluk.
Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk
sınırları içindeki Hıristiyan halklar,
Ermeniler, Rumlar, Süryaniler … bu
anlayış karşısında önemli pürüzler
olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz
Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir.
Müslüman olan ama Türk olmayan
Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar,
Çerkesler… yine önemli bir pürüz
oluşturmaktadır.
Türk ya da Kürd olan ama Müslüman
olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da çok
önemli bir sorundur.
İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek
istediği ikinci bir durum daha vardı.
İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye
birikimine, ekonomik kaynaklara el
koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına
geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük
burjuvazinin zenginliğinin kaynağı
Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır.
Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının,
aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin
zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
İttihat ve Terakki bu düşüncelerini
yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan
Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı.
Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı
kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin
dr. ismail beşikçi
ve eylemin Osmanlıyı, kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli
bir dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı.
Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman
yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle
kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki,
Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege
adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen
çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan
Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı
tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe
asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere
de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek.Tehcir edilen
1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran
aylarında, 3-4 ay içinde, bir- birbuçuk
milyon Ermeni,
tehcir adı altında
soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü
kendilerince çözmüş oldular. Bu arada, Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular.
İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu.
Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı
1915-1916 Alman Belgeleri, Alman
Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri bu konuda önemli bir kaynaktır.
(Çev. Zekiye Hasançebi- A.Takcan,
Belge Yayınları, Ocak 2012)
Rumlara, Pontuslara, Süryanilere,
Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım,
Rumlara-Pontuslara sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır.
Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki
1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da,
1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin
Osmanlı tarafında kanlı bir şekilde
ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda
İttihatçılara cesaret vermiştir.
Asimilasyon Politikaları ve Uygulamaları
Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu,
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan
bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok
daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular.
Devlet, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek için çok
yoğun önlemler alıyor. Kürdlerin
inkârı, Kürdçe’nin inkarı gündeme
geliyor. Kürd, Kürdçe, Kürdistan gibi
sözcükleri kullanma, Kürdçe konuşma yasaklanıyor. Türkiye’de yaşayan
herkesin Türk olduğu vurgulanıyor.
Kürdlerin, Türklerin bir boyu olduğu
dile getiriliyor. Kürdlere, Oğuzlarla
birlikte gelen Türkler, Kürd boyu deniyor. Kart-kurt hikâyeleri anlatılıyor.
Kürdçe diye bir dil olmadığı söyleniyor. Kürdçeye, Türkçenin ilkel bir ağzıdır, deniyor.
Kürdçe yasakları yoğun bir şekilde
yaşama geçiriliyor. Kürdlerin, Kürdçenin inkarıyla ilgili resmi ideoloji
oluşturuluyor.
Asimilasyon, yasaklar, nasıl uygulanıyor? Önce yasalar var. Örneğin eğitim Türk diliyle yapılacaktır, deniyor.
Bu, Kürd adı geçmeden, Kürdlerden
hiç söz etmeden Kürdleri, Kürdçeyi, Kürd varlığı ile ilgili açıklamaları
yasaklamak anlamına geliyor. Medya
resmi ideolojinin en önemli kurumu…
Resmi ideolojiyi uygulayan, kökleştiren, yaygınlaştıran önemli bir kurum.
Okullar şüphesiz önemli. Okullar, asimilasyonu yaşama geçirmede, yasakları yaygınlaştırmada , yaşama geçirmede temel bir kurum.. Okul aslında
yeni nesillere toplumsal bilgiyi aktaran bir kurum. Ama okul cumhuriyette Kürd bölgelerinde, Kürdistan’da
dil kırımını gerçekleştiren bir kurum
olarak karşımıza çıkıyor. İşte Kürdçe
yasak, Kürd diliyle konuşmak, yazmak yasak… Okullarda Kürdçenin
unutturulması ve Türkçenin yaygınlaştırılması konusunda çok yoğun bir
çaba var.
Bunun yanında arkadaşlar, işte asker ocağı. Kürdçenin unutturulması, Türkçenin yaygınlaştırılmasında
asker ocağının önemli bir işlevi var.
Dinsel kurumlar aynı şekilde bu doğrultuda çalıştırılıyor. Ve bunlardan
daha önemli olan toponin ve antroponin dediğimiz süreç. Yani isimle-
rin yasaklanması, Kürdçe isimlerin
yasaklanması, Kürdçe yer isimlerinin
yasaklanması. Bunlar yoğun bir şekilde, sistematik bir şekilde sürdürülüyor. Dersim’de de bu böyle. 1920’lerde
Koçgiri, daha sonra Şeyh Sait direnişi,
daha sonra Ağrı. Tüm o süreçte resmi ideoloji, Kürdçenin yasaklanması
sistematik bir şekilde yoğun bir şekilde sürdürülüyor. Arada işte Dersim
kalıyor. Dersim için özel bir yasa çıkarılıyor. 1937-38’de yoğun bir askeri
harekât var Dersimde.
Tek Parti döneminde Kürdistan genel
müfettişliklerle yönetiliyor. Birinci
Genel Müfettişlik Kasım 1927’de, Bakanlar Kurulu kararıyla kuruluyor ve
Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Ağrı,
Bitlis, Muş, Elazığ, Van, Hakkari illerini kapsıyor.
İkinci Genel Müfettişlik, Şubat 1934’
de kuruluyor ve Çanakkale, Edirne,
Tekirdağ, Kırklareli illerini kapsıyor.
İkinci Genel Müfettişlik, Kürd bölgelerinden, bu illere sürgün edilen Küdlerin yeni yerlerine uyum sağlamalarıyla ilgileniyor.
Üçüncü Genel Müfettişlik,
Eylül
1935’de kuruluyor ve Erzincan, Erzurum, Kars, Gümüşhane, Çoruh, Trabzon ve Rize illerini kapsıyor. Ağrı’da,
Birinci Genel Müfettişlikten alınarak
Üçüncü Genel Müfettişlik bünyesine
dahil ediliyor.
Dördüncü Genel Müfettişlik, Ocak
1936’da, yani Tunceli Kanunu’nun kabulünden bir hafta kadar sonra kuruluyor. Tunceli, Elazığ, Erzincan, Bingöl
illerini kapsıyor. Elazığ Birinci Genel
Müfettişlikten alınarak Dördüncü Genel Müfettişlik bünyesine alınıyor.
Tunceli Kanunu 1935 ve Dersim’de
Soykırım
1935 yılı sonlarında kabul edilen Tunceli Kanunu, Dersim’de gerçekleştirilecek soykırım için önemli zemin
oluşturuyor. Dördüncü Genel Müfettiş
olarak atanan General Abdullah Alpdoğan, bölgedeki en yüksek rütbeli
komutandır. Sanıklara iddianame verilmemektedir. Sanıklar avukat tutamamaktadır. Tercüman yoktur. Karar
kesindir. Karar temyiz edilemez. Dördüncü Genel Müfettiş, savcıdır, aynı
zamanda yargıçtır. Dördüncü Genel
Müfettiş, TBMM’nin yetkilerine sahiptir. İdam hükümlerini infaza yetkilidir. İnsanları, aileleri yerlerinden
yurtlarından koparıp sürgün edebilir.
Dördüncü müfettişlik bölgesinde, illerin, ilçelerin, köylerin sınırlarını değiştirebilir.
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması ile İlgili Birleşmiş Milletler Sözleşmesi var ya... Bu sözleşmede dile getirilen unsurlar Dersim’de
tam anlamıyla yaşanıyor. Herhangi bir
etnik grubu, ırksal grubu, dinsel grubu
tümüyle veya belirli bir bölümünü yok
etmek kastıyla yapılan eylemler. Örneğin grup içinde çok yoğun öldürmeler
söz konusu ise. Veya grubun zihinsel
ve bedensel yıkımını sağlamak amacıyla, gruba zihinsel, bedensel zararlar verilmesi. Veya yine grubun, bir
kesimini yok etmek kastıyla toplumsal
bakımdan yıkıma uğratmak kastıyla
ona bazı yaşam koşullarını dayatmak.
Örneğin, sürgün ediyorsunuz. İşte
tehcir dediğimiz sürgün… Sürgünlerin soykırımın bir parçası olduğu vurgulanıyor. Bunun yanında grupta doğumların önlenmesi gene soykırımın
gerçekleştiğini ortaya koyan bir olgu
oluyor. Bunun yanında çocukların
başka bir gruba nakledilmesi. Bütün
bunlar Dersim’de 1937’de, 38’de yoğun bir şekilde yaşanıyor. Bu bakımdan Dersim elbette bir soykırımdır.
Dersimde yapılanlar bir soykırımdır.
Soykırımla ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Kadınlar, çocuklar,
işte askeri operasyonlar karşısında
Dersim’de dağlara sığınıyorlar, mağaralara sığınıyorlar ve bu mağaralara zehirli gaz sıkılıyor. Tabi soykırımın önemli bir göstergesi bu... Bunu
1986’da İhsan Sabri Çağlayangil
1938’de Emniyet görevlisi İhsan Sabri
Çağlayangil Cumhuriyet Halk Partisi
Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na
anlatıyor. İşte mağaralara sığındılar,
kadınlar çocuklar, yaşlılar mağaralara sığındılar. Mağaralara sığınan bu
gruplara karşı zehirli gazlar kullanıldı. Onları fareler gibi zehirledik. Böyle şeyler anlatıyor.
2011 yılının sonlarında Geliya.
Teyyare’de, devlet Kürd gerillalara
karşı yine zehirli gazlar kullandı. Bunun da önemli bir politika olduğunu
düşünüyorum. Yani devletin sistematik bir politikası… Bu olayları, arka-
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
daşlar, Toplumsal Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Necmettin Sahir
Sılan arşivi de açıklıyor. Bu arşivde
Kürdlere Dersimde, Alevi Kürdlere
Dersimde zehirli gazlar kullanıldığını,
bu Necmettin Sahir Sılan arşivinde de
görmek mümkün. Örneğin Necmettin
Sahir Sılan Arşivi 3, Kürd Sorunu ve
Devlet, Tedip ve Tenkil Politikaları
(1925-1947) Derleyen Tuğba Yıldırım,
Mayıs 2011, kitabında bu süreci izlemek mümkündür.
Necmettin Sahir Silan Arşivi’nin 4.
kitabında da bu süreci izlemek mümkündür. Dördüncü cildin adı, “Dersim
Harekatı ve Cumhuriyet Bürokratları
(1936-1950) adını taşımaktadır.
(Derleyenler, Tuba Akekmekçi-Muazzez Pervan, Ekim 2011)
Necmettin Sahir Sılan arşivinde şöyle
bir belirleme de var arkadaşlar. Yöneticiler, örneğin, Genelkurmay Başkanı, örneğin Başbakan, örneğin Cumhurbaşkanı şöyle söylüyor: Bunlara
yani Dersimlilere müstemleke muamelesi yapmalıyız. Böyle şeyler söylüyorlar. Arkadaşlar bu konuda da küçük
bir şey söylemek istiyorum. Müstemleke. Hiçbir sömürgeci güç arkadaşlar
kendi sömürgesinde insanlara zehirli
gaz kullanmamıştır. Ne Hindistan’da,
ne de Tanzanya, Uganda, Kenya gibi
sömürgelerinde vs. Büyük Britanya, zehirli gaz kullanmıştır… Fransa
Gana’da, Senegal’de, Cezayir’de vs.
zehirli gaz kullanma yoluna başvurmamıştır. Veya Portekiz, Angola’da,
Mozambik’te, Gine Bissau’da böyle
şeyler yapmamıştır. Zehirli gaz örneğin Türkiye işte çok yakın bir şekilde
görüyoruz, Kürdlere karşı bunu hem
1938’de yaptı hem de 1911’de veya
daha öncesinde yaptı. Buradan Güney
Kürdistan’a gelmek istiyorum. Örneğin Saddam Hüseyin 1988’de Kürdlere
karşı çok yoğun zehirli gaz kullandı.
Yani İngiltere, Fransa, Portekiz bunları yapamıyor. Niyeti olduğu halde yapamıyor, çünkü uluslararası baskılardan çekiniyor. Ama işte Türkiye veya
Irak veya İran diyelim Kürdlere karşı
bunu gayet kolay bir şekilde yapıyor.
Çünkü Kürdler söz konusu olduğu zaman, uluslararası baskılar gündeme
gelmiyor. Bu da Kürdleri müştereken
baskı altında tutan devletlere cesaret
veriyor.
16 Mart 1988’de Kürdlere zehirli gaz
kullanıldığında, soykırım yapıldığında, İslam Konferansı, Kuveyt’te
toplantı halindeydi. Ama İslam Konferansı sonuç bildirisinde bu olaya hiç değinmedi. Bu bilmezlikten,
duymazlıktan, görmezlikten gelen
bir tavırdı. Bu toplantıda Türkiye’yi,
Cumhurbaşkanı Kenan Evren temsil
ediyordu. Sonuç bildirisinde, örneğin,
Bulgaristan’da, Türklere Bulgar isimleri verilmesi operasyonlarından dolayı Bulgaristan Devleti ve hükümeti
eleştiriliyordu. Ama Kürd soykırımına
karşı böyle bir duyarsızlık vardı. Bu
duyarsızlık, elbette dünya için de söz
konusu. Bu duyarsızlık, Kürdistan’ı
müşterek bir şekilde sömürge altında
tutan devletlere büyük bir cesaret veriyor.
Dersim toplantılarının, bu konu üzerinde yapılan tartışmaların çok önemli
faydaları var. Şöyle bir faydası daha
var arkadaşlar… Kürdler bu kadar büyük bir zulüm altındayken, bu kadar
büyük zulüm görüyorken ve bu kadar
mazlumken dünya neden Kürdlerin bu
mazlumiyetini görmüyor. . Neden görmüyor?. Veya Kürdler neden bu kadar
mazlum oldukları halde, bu kadar baskı yaşadıkları halde bir destek, uluslararası bir destek bulamıyorlar. Bu
da tabi yeni bir konudur. Uluslararası
ilişkiler bakımından Kürd sorunu nerede duruyor. Kürdler nerede duruyor
yeni bir konudur. Bunun da ayrıca konuşulması, tartışılması gerekiyor.
Bu süreçte tarihsel geçmişe bir kere
daha kısaca bakmakta yarar var. Dersim 1937- 38, bir bakıma, 1915’teki
Ermeni soykırımının bir devamı.
1915’de,
Ermenilere, Süryanilere,
Rumlara, Pontuslara karşı yapılmış.
1937’de, 38’de Kürdlere yapılıyor.
Hatta Hitler’in bir sözü var. Hepimiz
biliyoruz onu. Hitler 1940’larda, Yahudilere karşı soykırım düzenlerken,
böyle operasyon gündeme gelince bazı
Almanlar, Naziler, Hitler’e diyor ki
böyle yaparsak dünya bize karşı olur.
Dünya bizi eleştirir. Dış dünyanın
karşısında suçlu oluruz. Böyle şeyler
söylemeye çalışıyorlar Hitler’e. Hitler
şunu söylüyor. 1915’te Ermenilere bu
kadar baskı zulüm, soykırım oldu da
kim buna bir şey söyledi. Hiç kimse
bir şey söylemedi. Burada da kimse
bir şey söylemez. Bu da çok önemli bir
ayrıntı...
Bu elbette soykırım arkadaşlar.
Günümüzde,1937-38’de
yaşananlar
hakkında, epey tartışmalar oluyor
soykırım konusunda. Dersim’de uygulanan soykırım konusunda tartışmalar
oluyor. Soykırım neden yapıldı? Bazı
Dersimli aydınlar, arkadaşlarımız şöyle söylüyorlar. Bu bizim inancımıza
yapıldı. Yani Kürdlere değil, Kürdlere,
Kürd sorununa karşı bir soykırım değil
bu. Bu bizim inancımıza karşı yapıldı… Benim kanımca bu doğru değil.
Şu bakımdan doğru değil. Dersim’de
bu soykırımdan sonra kalanların yaşayanların sürgünü söz konusu. Sürgün
nereye yapılıyor? Örneğin Çorum’a yapılıyor, Maraş’a yapılıyor, Balıkesir’e
yapılıyor, Tokat’a yapılıyor değil mi...
Buralarda da Aleviler var. Buralarda
da Kızılbaşlar var. Ve 1937-38 sadece
Dersim’de görülüyor. Dersim Alevilerine, Kürd Alevilere yapılan bir operasyon. Bununu yanında Çorum’daki
Alevilere veya Tokat’taki Alevilere
Maraş’taki Balıkesir’deki, Denizli’deki Alevilere karşı herhangi bir sorun
söz konusu değil. Bu elbette Kürdlere
karşı yapılan bir operasyondur. Kürdlerin asimilasyonu doğrultusunda yapılan bir operasyondur. Asimile olmak
istemeyenlerin imhası da bu anlayışın
önemli bir sonucudur.
Burada bir de şu söyleniyor. İlk tartışmalar sırasında gördük bunu. Cumhuriyet Halk Partisi çevresi söylüyor.
Ya diyorlar, işte kalanlar şu veya bu
şekilde, hani çocukların başka bir
gruba nakledilmesinden söz ettik ya,
işte asker aileleri o çocukları aldılar,
onları terbiye ettiler. İşte medenileştirdiler. Bu tam anlamıyla sömürgeci
bir anlayış arkadaşlar. Tam anlamıyla
sömürgeci bir süreç… Batı, diyelim
Büyük Britanya, diyelim Hindistan’da
veya Fransa Cezayir’de veya Portekiz
işte Angola’da Mozambik’te hep bu
halkları medenileştirdiklerinden söz
ederler. O halklara medeniyet götürdüklerinden söz ederler. Burada da
böyle bir inanç var. Dersimliler de
çocuklar, işte anaları babaları öldürülmüş. Belki çocukların gözleri önünde
öldürülmüş, yok edilmiş. Sonra o çocuklar asker ailelerine dağıtılmış. İşte
bunlara nasıl hizmetçilik yapacakları
öğretiliyor. Yani Türklere hizmetçilik
yapacaksınız. Nasıl yapacaksınız bunu
öğretiyorlar. Buna medeniyet diyorlar.
Öyle değil tabi. Burada arkadaşlar
bir sorun daha var. Önemli bir so-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
run. İnançla ilgili, Alevi inancıyla
ilgili... Arkadaşlar, Kerbela’da, 680
senesinde, Kerbela’da 72 kişi öldürüldü. Dersim’de on binlerce ölüm var.
Belki elli bin, belki altmış bin, belki
daha da fazla. On binlerce ölüm. Ben
burada şunu ifade etmeye çalışıyorum. Dersimliler bunu unutmuş. 72
kişinin öldürülmesini Dersimliler hiç
unutmuyor. Durmadan onu, Hüseyin’i
anıyorlar. Hâlbuki Kerbela Kürd tarihiyle ilgili bir olay değildir. Bu, İslam içerisindeki bir iktidar kavgasıdır.
Dersimlilerle hiçbir ilgisi yoktur. Şu
bakımdan ilgisi olabilir. Peygamberin
torunları zulme uğramaktadır. Hani
Aleviliğin, Alevi inancının temelinde
insan var ya, insaniyet var ya. Bu insaniyet duygusundan dolayı, bu insan
anlayışından dolayı zulme uğrayanlara karşı bir muhabbet göstermek, onları desteklemeye çalışmak. Onların
acılarını hissetmek… Böyle bir ilişki
olabilir ama Alevilik elbette çok farklı, yani İslam inancı değildir. O bakımdan diyoruz, Müslümanlaştırma
söz konusu. Alevilerin, Kızılbaşların
Müslümanlaştırılması söz konusu…
Benim kanımca Sünnileştirilme kavramı doğru değil. Müslümanlaştırılma
kavramını kullanmak lazım. Bu bir
eleştiridir arkadaşlar. Dersimlilere bir
eleştiridir.
Aslında şöyle söylemek daha doğru
olur. Kürdleri Türklüğe asimile etmek, Alevileri Müslümanlığa asimile
etmek… Devlet Dersim operasyonlarıyla her ikisini de birlikte gerçekleştirmeye çalışıyor.
Başbakan’ın Özrü ve Yakındoğu
Şimdi, arkadaşlar, hakikat ile yüzleşmeden söz ediyoruz. Biliyorsunuz
başbakanın bir özür dilemesi söz konusu oldu Dersimlilerden... Benim kanımca bu özür dileme çok yanlış bir
özür dilemeydi. Şöyle yanlış. Özür dileme, geçmişte kötü şeyler oldu, bundan sonra böyle şeyler olmayacaktır,
anlamına geliyor. Hâlbuki başbakanın
özür dilediği günlerde, işte Kürdistan
dağlarında yine bombalamalar vardı,
gerillalara karşı yine operasyonlar
vardı. Örneğin Geliya Teyare’de değil
mi? 500 kiloluk, 1 tonluk bombalar
kullanılıyordu aynı günlerde. O bakımdan sağlıklı bir özür dileme değil. Bunun yanında Cumhuriyet Halk
Partisi başkanı şöyle söylemişti baş-
bakana: Sen bu gidişle Ermenileri de
tanırsın. Başbakan, Cumhuriyet Halk
Partisi Başkanı’na karşı şöyle söyledi:
Türkiye Cumhuriyeti’nde hiç kimse
böyle bir şerefsizlik yapmaz. Dolayısıyla Kürdlerden özür diliyorsun ama
Ermeniler konusunda yine çok büyük
bir yanlış yapıyorsun. O bakımdan hakikat ve yüzleşme söz konusu olduğu
zaman Anadolu’da kimler yaşıyorsa
hepsinin birlikte göz önüne alınması gerekiyor. Bu konuda ben bir şey
söylemek istiyorum arkadaşlar. Yani
bütün halklarla birlikte, onlar dikkate
alınarak bir özür, yüzleşme.
Arkadaşlar, Bizans İmparatorluğu,
Bizansı, İstanbul’u, dünyanın merkezi, yani kendini dünyanın merkezi
sayıyordu. Ve dünyanın merkezinden
doğuya doğru coğrafyayı şöyle kategorileştirmişler: Yakın Doğu, Orta
Doğu, Uzak Doğu. Yakın Doğu Anatolia... Ama bu Anatolia Kızılırmak’ın
batısı. Kızılırmak’ın batısına Anatolia diyorlar. Orta Karadeniz Pontus…
Doğu Karadeniz Lazistan. Bugün
Çukurova dediğimiz yerler Kilikya.
İşte Pontus’un Lazistan’ın güneyi Ermenistan. Van Gölü’nün kuzeyi Ermenistan, güneyi Kürdistan… Mezopotamya, örneğin, Turabdin… Bunlar
Bizans döneminde Yakın Doğu denen
coğrafyadaki ülkeler, ülke adları.
Bunlar kullanılıyor. Benim kanımca
Osmanlılarda da böyle bir kategorileştirme var. Avrupalılar da bu coğrafi
kavramları kullanıyorlar. Orta Doğu
denildiği zaman arkadaşlar, Mısır’dan
Hindistan’a kadar, Kuzey Rusya’dan
Umman denizine kadar coğrafya. İran
bu ikisi arasında kalıyor. İran, Yakın
Doğu ve Orta Doğu arasında kalıyor.
Uzak Doğu da işte Altay Dağlarının
doğusu, Çin, Mançurya, Vietnam,
Kamboçya, buralar Uzak Doğu... Şimdi bizim konuşma alanımız daha çok
bu Yakın Doğu ile ilgili.
Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla
Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında (www.kurdistan-post.eu, 15 Ocak
2012) bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ İsimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa Edildi” şeklindedir.
Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu
Merkezci Yabancılaşma” ( Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da bu
konuda dikkate değer özellikler taşımaktadır.
Konuşmanın başında İttihat Terakki’ nin devlet projesinden, toplum
projesinden söz etmiştik. Osmanlıyı
Türk esasına göre yeniden organize etmek… Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin, İttihat
Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde destekleniyor. İttihat Terakki’nin en yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin
Adriyatik’ten, Orta Asya İçlerine,
Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan,
İngiliz sömürgesi Hindistan tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir.
Bu proje, bir anlamda da Yakın Doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü Türk esasına göre yeni bir devlet
kuracaksınız. O sınırlar içerisinde
Türk’ten başka halklar varsa onları
şu veya bu şekilde imha edeceksiniz.
Almanya bunu çok yoğun bir şekilde
destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası
Alman görüşü.
Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve
Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma diye bir sorunu var.
İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes
Picot görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani
Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma. Kürdistan coğrafyası için de
Sykes Picot’ta bir paylaşma söz konusu... Sykes Picot’ta da Kürdistan’ın
paylaşılması da var, ülke olarak, halk
olarak. Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim
hareketi İngiltere’nin ve Fransa’nın
bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve İngiltere ve Fransa Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek için yeni projeler
oluşturmak durumunda kalıyorlar.
İşte benim kanımca bugünkü Anadolu
dediğimiz yerde yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor.
Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay
Şek hareketi…
Bolşevik devriminin Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle
projeler oluşturuluyor.
Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli olarak yaşama geçiyor. Bu, şu
anlama geliyor benim kanımca, İttihat
ve Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası. Bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor.
Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin
organik olarak devamı olduğu ise çok
açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması, bugün örneğin Kilikya diye bir
sorun yok. Veya ne bileyim Pontus
diye bir sorun yok. Turabdin diye bir
sorun yok... Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da
soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin
Süryaniler söz konusu... Ezidiler söz
konusu. Buralarda da soykırım var.
Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha
edildi. Yakın Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton halklar. Kimdir bunlar. İşte Süryaniler, Kürdler, Pontuslar,
Rumlar, Ermeniler Yakın Doğu’nun
otokton halkları. Bu Yakın Doğu’nun
otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte
biz de yüzleşme, hakikat dediğimiz
zaman soruna bir bütünlük içerisinde
bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler,
Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürdler
hepsi birden ele alınması gerekiyor.
Hepsinin birlikte değerlendirilmesi
gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz
zaman, hakikat dediğimiz zaman bu
çerçevede bakmak gerekir. Bunun için
her şeyden önce ifade özgürlüğünün
sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi
gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için…
*Dersim 38 Paneli’nde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş şekli. Dersim 38 Paneli, 8 Nisan 2012 tarihinde
Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Paneli,
Tunceli Kaymaztepe ve Çevre Köyleri
Derneği düzenlemiştir. Öbür panelistler, Cafer Demir, Kazım Gündoğan ve
Gülay Kayacan’dır.
Paneli Av. Miyase İlnur yönetmiştir.
kaynak: http://www.gelawej.net
Türk, Kürt, Ermeni, Çingene vs. hepimiz bu toprakların çocuklarıyız...
Arda ile Aram'ın büyük dostluğu,
Elif ananın, inandığı şeyler uğruna
gözünü budaktan sakınmaması,
Sarımsakçaldı'nın inanılmaz bağnazlığı, bir Çingene'nin aşkı için herşeyi
göze alması, farklı etnik kökenlerde
iki ailenin kaynaşmaları ve Doğu
insanının saflığı, temizliği, misafirperverliği...
Hüseyin Can tarafından kaleme
alınan öykülerde; yurt topraklarından sıcak, inançlı, direnen insanların
hikayelerini okuyacaksınız...
ilişki adresi:
tuma çelik +90 506 674 53 00
mardin: 0482 212 79 79
istanbul: edip aslan 0530 787 28 21
e-mail: [email protected]
çerkes gazetesi
İSTANBUL İLETİŞİM Yaşar Güven 0533 315 20 59 Serap Canbek 0532 461 57 96 - 0216 336 08 46
Fax. 0216 494 09 24 e-mail: [email protected] http://www.jinepsgazetesi.com
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Emperyalist
bir bahar:
Libya,
Suriye
ve ötesi
AIJAZ AHMAD
Aijaz Ahmad'ın Samir Amin ile
'Arap Baharı' üzerine yaptığı röportaj
Monthlyreview’de yayımlandı. Samir
Amin, bölgede yaşanan gelişmeler
sonrasında ön plana çıkan Müslüman
Kardeşler'in İslam’ı bayrak olarak kullanan gerici bir parti olduğunun altını
çiziyor
- Körfez Konseyi ülkelerinin Arap
Dünyasında müdahaleci bir güç olarak
ortaya çıktığını ve sahip oldukları büyük miktarda parayla yeni Arap devlet
sistemine egemen olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu ülkelerin NATO ile
giderek güçlenen ittifakına, fiili entegrasyonuna tanık oluyoruz. Arap ayaklanmalarından önce Türkiye’de de bir
dönüşüm yaşandı ve NATO’nun kendi
İslamcıları orada bir anlamda yönetimi ele geçirdi. Şimdi Arap halkı hareketlilik gösterirken, Türkiye onları bir
anlamda Erdoğan ve çevresinin sahip
olduğu İslamcı yönelime doğru dönüştürmeye çalışıyor. Kuzey Afrika’da ve
genel anlamda bölgedeki tüm bu çelişkiler, ABD’nin önderliğindeki -ve
elbette bölgede kendi çıkarlarını gözeten İngilizlerin, Fransızların da başını
çektiği- NATO’ya, Arap Dünyasına
müdahale etme şansı veriyor. Şu ana
kadar üstü kapalı bir şekilde sürdürülen Suriye’deki müdahale ya da daha
dolaylı olan ama en az onun kadar kapsamlı olan Mısır’daki müdahale gibi.
Bize bu gerici bloğun bölgesel düzeydeki yeniden örgütlenmesiyle ve özellikle de Libya ve Suriye’deki müdahaleleriyle ilgili neler söylersiniz?
ABD ve onun ardından giden ittifakları -Avrupa devletleri ve bir NATO üyesi olarak Türkiye- Tunus’ta ve Mısır’da
bir sürprizle karşılaşmış olmalarından kendilerine ders çıkarttılar: Diğer
Arap ülkelerinde benzer hareketlerin
ortaya çıkmasını engellemek ve hareketleri başlatma üstünlüğünü ellerinde
tutarak bu hareketleri önceden ele geçirmek.
Bu deneyimi, Libya’da başarılı bir şekilde sınadılar. Libya’da başlangıçta,
Kaddafi’ye karşı geniş, sivil bir halk
ayaklanmasının varlığından söz edemeyiz. Yalnızca küçük silahlı gruplar
vardı. Bu noktada derhal sorgulanması
gereken bu silahların nereden geldiğidir.
Bu silahların en başından beri ABD ve
Batı güçlerinin desteğiyle Körfez’den
geldiğini biliyoruz. Bu gruplar, orduya,
polise ve benzeri yerlere saldırılar düzenliyordu. Ertesi gün bile değil, aynı
gün içinde kendilerini “Demokratik
Kurtuluş Güçleri” olarak nitelendiren
bu insanlar, Fransızlara ve NATO’ya
kendilerini kurtarmaları çağrısında
bulundular. Bu çağrı da, müdahaleye
olanak tanıdı.
Bu müdahale Kaddafi rejimini yıkması
açısından başarılıydı. Peki, bu başarının sonucu neydi? Demokratik bir Libya mı? Yeni rejimin cumhurbaşkanının, Bulgar hemşireleri ölüm cezasına
çarptıran kişiden başkası olmadığını
bilen herhangi bir kimse bu soruyu gülünç bulacaktır. Ne acayip bir demokrasi!
Ancak bu müdahale, aynı zamanda
ülkenin Somali’nin yoluna girmesine
de neden oldu. Yerel güçler -sözde “İslam” adına hareket eden savaş ağalarıülkeyi yıkıma uğrattı. Bu noktada bu
müdahalenin amacının bu mu olduğu,
yani ülkenin yıkıma uğratılması mı olduğu sorusu sorulmalıdır.
Bu ana soruya tekrar geleceğim, çünkü
aynı stratejiyi, yani daha en başından
itibaren silahlı grupların ülkeye sokulması stratejisini, hemen ardından
Suriye’de de uygulamaya çalıştılar. Silahlı gruplar ülkenin kuzeyinden, Türkiye üzerinden, özellikle de Hatay’dan
geliyordu. Hatay’da sözde “mülteci
kampı” denilen yerler aslında mülteci
kampı değil. Orada çok az mülteci var
ve bu kamplar Suriye’ye müdahale edecek askeri birliklerin eğitim yeri olarak
kullanılıyor. Bu durum, Türk dostlarımız tarafından belgelendi. Bir NATO
gücü olarak Türkiye de bu komplonun
bir parçası. Benzer bir biçimde güneyden de Ürdün, İsrail’in tarafsızlığıyla
değil aktif desteğiyle, Deraa’dan bu
silahlı grupların Suriye’ye girmesini
sağladı.
Suriye’de nesnel olarak Mısır’dakine
benzeyen bir durumla karşı karşıyayız.
Çok uzun yıllar önce ulusal halkçı bir
rejimken meşruiyetini Mısır’daki aynı
nedenlere dayandıran bu rejim, bu meşruiyeti Hafız el-Esad döneminde neoliberalizme ve özelleştirmelere uyum
sağlamasıyla yitirmiş ve Mısır’daki
aynı toplumsal felaketi yaşamıştı. Dolayısıyla yaygın, popüler, demokratik
ve toplumsal bir ayaklanmanın zemini
vardı.
Ancak Batılı emperyalist güçler bu
hareketi, silahlı grupların askeri müdahalesiyle önleyerek demokratik halk
hareketini çekimser bir konuma soktu.
Halk hareketi ne Beşar el Esad’a karşı
sözde “direnişe” katılmak istiyor, ne de
Esad rejimini destekliyor. Bu durum,
Beşar el Esad’ın Humus’taki ve kuzeyde Türkiye sınırındaki dış müdahaleyi
sınırlamasını, sonlandırmasını mümkün hale getirdi.
Fakat dış güçler tarafından desteklenen silahlı grupların gerçek terörünün karşısında devlet terörüne karşı
çıkmak sorunun yanıtı değil. Sorunun
asıl yanıtı, gerçek demokratik halk hareketiyle müzakereler yoluyla sistemde halk yararına köklü bir değişiklik
yapılmasıdır. Esas zorluk buradadır
ve esas sorulması gereken de budur.
Gelişmelerin nasıl seyredeceğini bilmiyoruz, en azından ben bilmiyorum
ve kimsenin de bildiğini sanmıyorum.
Rejim veya rejimin içerisindeki insanlar, demokratik halk hareketiyle yapılacak müzakerelerden daha fazlasına,
iktidar sisteminin yeniden bölüşümüne
olanak tanıyarak gerçek reforma doğru
yol alacak mı yoksa patlamaları bugüne kadar yapmış oldukları gibi gaddarca karşılamaya devam mı edecekler?
Eğer böyle giderlerse sonunda yenilgiye uğrayacaklar ve bu yenilgi emperyalist güçlerin çıkarına olacak.
Peki, emperyalizmin Suriye’deki ve
bölgedeki gerçek hedefi ne? Bu hedef
kesinlikle bölgeye demokrasi getirmek
değil. Amaçları tıpkı Libya’da olduğu
gibi, Irak’ta olduğu gibi toplumları
parçalamaktır. Irak örneğini ele alalım,
Irak’ta ne yaptılar? Saddam Hüseyin’in
gerçek diktatörlüğünün yerine, daha
kötü üç diktatörlük getirdiler: İkisi din
adına Şii ve Sünni, diğeri de sözde “etnisite” adına Kürtler. Ülkeyi sistematik cinayetlerle parçaladılar. Binlerce
insanın “insani” amaçlarla bombalanmasının yanında rejim kadrosu, ülkenin elit kesimini oluşturan biliminsan-
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ları, doktorlar, mühendisler, üniversite
profesörleri ve hatta şairler, sistematik
bir şekilde katledildiler. Bu ülkeyi yıkıma uğratmaktır.
Suriye için de hedef budur. Kendini
“Özgür Suriye Ordusu” olarak adlandıranların programında ne var? Alevilerin, Dürzülerin, Hıristiyanların ve
Şiilerin kökünü kazımalıyız diye bakıyorlar. O dört azınlığı topladığınızda,
Suriye nüfusunun yüzde kırk beşi ediyor. Bu ne anlama geliyor? Bu demokrasi mi? Bu ülkenin parçalanması ve
olası en kötü diktatörlüktür.
Peki, bunda kimin çıkarı var? Bu durum üç yakın ittifakın ortak çıkarına:
ABD, İsrail ve Körfez ülkeleri. Neden
ABD? Çünkü bölgedeki toplumları
parçalamak ikinci aşamayı hazırlamanın, İran’ı parçalamanın en iyi yolu.
Böylelikle, başlıca “yükselen ülkelerin” yani Çin ve Rusya’nın -ve eğer
çıkıntılık yaparsa potansiyel olarak
Hindistan’ın- kuşatılmasına ve geriletilmesine ortam hazırlanacak. Hedef
budur ve bu hedef, en başta İran olmak
üzere Ortadoğu toplumlarının parçalanması anlamına geliyor. Bu lümpen
bir kalkınmanın da eşlik ettiği toplumları parçalama projesi aynı zamanda
İsrail’in de hedefi. Çünkü eğer Suriye dört, beş tane önemsiz, küçük din
devletine bölünürse, İsrail’in bölgeyi
sömürgeleştirme süreci kolaylaşacak.
Ve bu hedefe Körfez ülkeleri de sahip.
Katar Emiri’nin ve Suudi Arabistan
Kralı’nın, Batılı Obama, Sarkozy ve
Cameron ile yan yana demokrasi mü-
cadelesinin önderleri rolüne soyunması maskaralıktan başka bir şey değil.
Ancak bölgede İslam adına -adına diyorum çünkü farklı İslam anlayışları
olabilir- hegemonya kurmaları, Mısır
gibi ülkelerin yıkımı anlamına geliyor. Çünkü Nasır döneminden de bildiğimiz gibi, Mısır gibi ülkeler kendi
ayaklarının üzerinde durduğunda Körfez ülkelerinin hegemonya kurması
zorlaşır.
Dolayısıyla bu üç gücün ortak hedefi
budur. Bu hedef toplumlar içerisinde
Müslüman Kardeşler tarafından desteklenmektedir. Müslüman Kardeşler’e
İslamcı bir parti gözüyle bakmamalıyız. Örgütlenmeleri, partileri niteleme ve yargılama ölçütümüz, onların
İslamcı veya laik olduklarına değil,
gerici mi yoksa ilerici mi olduklarına dayanmalı. Müslüman Kardeşler’e
baktığımızda, bütün sahici konularda gerici bir tutuma sahip olduklarını
görüyoruz. İşçi sınıfının grevlerine,
yoksul köylülerin direnişine karşı olduklarını, özelleştirmeden yana, kamu
hizmetlerinin tasfiyesinden yana bir
tutum sergilediklerini görüyoruz ve
bu da en gerici güçlerle aynı çizgide
oldukları anlamına geliyor. Müslüman
kardeşler İslam’ı bayrak olarak kullanan gerici bir partidir. Ve bana göre
emperyalizmin ve onun Ortadoğu toplumları içerisindeki gerici müttefiklerinin stratejik hedeflerinin ne olduğu
ile ilgili genel resim budur.
Monthlyreview’den BirGün için çeviren: OLGU KUNDAKÇI
sipa rişler için:
k izi lbasyay inev i@k izi lbas.biz
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Fikret Başkaya
Yalan
Marx, Ludwig Kugelmann’e yazdığı
27 Temmuz 1871 tarihli mektupta, Paris Komünü’yle ilgili olarak: “Şimdiye
kadar, Roma İmparatorluğu zamanında Hrıstiyanlığın bu kadar çok efsane
yaratması matbaanın henüz keşfedilmemesine yorulurdu. Oysa, bunun tam
tersi doğrudur. Bu gün günlük basın
ve telgrafın bir günde yaydığı efsane,
eskiden bir yüzyılda yaratılandan daha
fazladır”, diyordu. Acaba yaşıyor olsaydı bu günkü sefil manzara hakkında ne derdi? Emperyalist burjuvazinin
bu ölçüde yalan, ikiyüzlülük ve çifte
standart üretebilmesiyle, iletişim teknolojisindeki devasa gelişme arasında
bağ kurar mıydı? Şimdilerde yeryüzünün egemenlerinin iktidarı sadece ekonomik/finansal/politik ve militer güce
dayanmıyor. Aynı zamanda medyatik
iktidara da dayanıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında savaşlar önce
medyatik alanda kazanılıyor... Önce bir
devleti çökertme kararı veriliyor [ tabii
çökertme demiyorlar “regime change”
diyorlar]. Ardından medyatik yalanlar
devreye sokuluyor. Çökertilmesi gereken devlet ya teröre destek veriyordur,
teröristleri koruyup/ destekliyordur, ya
kitle imha silahlarına sahiptir, ya da
halkına zulmeden bir rejime sahiptir,
demokrasi özürlüdür... Tabii ‘uygar
dünyanın’ böyle sevimsiz durumlara
göz yumması, görmezlikten gelmesi,
içine sindirmesi beklenemez... Özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının
timsâli olan kapitalist-emperyalist-kolonyalist Batı, kötülüğü bertaraf etmek
için hareke geçiyor ve bir medyatik
savaş başlatılıyor... Artık o aşamadan
sonra her yalan hakikâttir...
Bir Fransız atasözü: “Köpeğini boğ-
maya karar veren, köpeğinin kuduz
olduğunu söyler“ der. Şimdilerde emperyalist ABD ve müttefikleri, çökertmeye karar verdikleri devletler
hakkında istedikleri yalanı üretme ve
yayma, kendi beyinsizleştirilmiş, alık
insanlarını, bencil komuoylarını ve
dünyanın geri kalanındaki çoğunluğu
aldatma ve kandırma yeteteğine sahipler... Önce bir Üçüncü Dünya ülkesindeki durumdan “Uluslararası toplum”
rahatsızlık duymaya başlıyor... Medya
“uluslararası toplumun” oradaki duruma sessiz kalamayacağına dair yayınlar yapıyor, üretilen yalanı büyütüyor
ve hızla yayıyor. Kimse şu lânet olası
“uluslarası toplumun” kimlerden oluştuğunu pek merak etmiyor... “Uluslararası toplum” denilen ABD ve onun
dümen suyundaki AB ve Japonya’dan
ibarettir. Aslında NATO’cu cepheden
başkası değildir... Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nde, Rusya ve Çin,
Suriye’ye yönelik NATO saldırısına
karşı çıkıp, karar tasarısını veto ettiklerinde, küresel egemen medya bu iki
devletin “uluslararası topluma” karşı
olduğunu duyurdu. Öyle bir uluslarası
toplum ki, nerdeyse dünya nüfusunun
%20’sini oluşturan bu iki büyük devlet ona dahil değil... Daha doğrusu tüm
Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri denklemin dışında... Medyatik iktidar ve ideolojik egemenlik, şeylerin
gerçeğini anlamayı engelliyor. Epey
zamandır ‘medeniyetler çatışması’
diye bir yalan üretildi. Ve insanlar bu
yalana inandırıldı. Oysa, asgari akıl,
sağduyu ve muhakeme yeteneğine sahip bir insanın, medeniyetlerin çatışması diye bir şeyin saçma olduğunu
bilmesi gerekirdi!. Türkiye hükümetleri, özellikle neoliberalizmin sadık neferi AKP hükümeti bu yalanı çok sevdi
ve sahnelenen oyunda aktif rol aldı.
Elbette medeniyetler çatışması diye
bir şey olursa, “medeniyetler ittifakı”
diye bir şey de olurdu... Şimdilerde
Türkiye başta olmak üzere, medeniyetler ittifakının tesisi için yoğun çaba
harcanıyor... Medeniyetlerin çatışması
eşyanın tabiatine aykırıdır ve orada çatışan çıkarlardır, iktidar ve hegemonya
mücadelesidir, son tahlilde de sınıfsal
bir mücadele söz konusudur ama böylesi bir yalan emperyalist statükonun
devamı için son derecede işlevseldir...
Yakın zamanda Yemen’de bir El- Kaide militanının yakalandığı, üzerinde
hava alanlarındaki dedektöre yakalanmayan, metal olmayan bir bomba bu-
lunduğu, bombanın içi çamaşırı içinde
taşınabildiğini, velhasıl El- Kaide’nin
donda taşınabilecek kadar küçük ama
son derece etkili bir silah ürettiği yalanı
peydahlandı ve egemen medya tarafından servis edildi... Yalan duyulduğunda da “gerçek oldu”... Oysa, söz konusu
olan tam bir CIA operasyonuydu... Her
zamanki yalanların sonunucusuydu.
Aslında bizzat El- Kaide denilen de bir
CIA ürünü, made in USA bir yalan değil miydi? İşin esasına bakılırsa ortada
El- Kaide diye bir örgüt gerçekten var
mı yokmu belli değil... ABD, İngiliz,
Fransız, Alman, İsrail, vb. istihbarat
örgütlerinin peydahladığı, yönlendirdiği, kullandığı terör çetelerine verilen ortak ad, bir tür paravan olduğunu
iddia etmek mümkün... Kendi şefini
bile korumaktan aciz bir örgütün öyle
etkili bir silah üretmesi mümkün müdür? Eğer bu yalana itibar edilirse, bu,
El- Kaidenin dünyanın en gelişmiş, en
donanımlı laboratuvarına sahip olduğu demeye gelecektir... Lâkin yalanla
ilgili kâr alanını, ekonomik çıkarları
angaje eden bir sorun var. Eğer bu son
teknoloji harikası silah bahane edilerek, hava alanlarında don muayenesi
için her yolcunun soyunması zorunlu
hale gelirse, bunun için de mesela her
yolcu için 3 dakika soyunma/giyinme
zamanı gerekirse ve insanlar bu aşağılanmaya ve kepazeliğe itiraz etmezse,
bu, 180 yolcu taşıyan bir uçağın havalanması için 540 dakika, yani tam 9
saat gecikme, kârların uçup gitmesi ve
havacılık şirketlerinin iflası demektir...
Tabii buna söz konusu şirketlerinin
evet demesi mümkün değildir...
Fakat emperyalist yalanlarla ilgili rahatsız edici bir şey daha var: Sanki insanlar yalana doymuyor... Irak’a birinci emperyalist saldırı için “uluslararası
hukuk” bahane edildi. Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal etmişti, bu bir saldırı
nedeni sayıldı...Elbette benzer işgaller
başka yerlerde olduğunda kimse “uluslararası hukuku” hatırlamadı... Çünkü işler ikiyüzlülük ve çifte standart
üzerinden yürüyordu... Sonra El- Kaide liderini saklıyor diye Afganistan’a
saldırdılar. Ardından kitle imha silahlarına sahip diye Irak’a ikinci bir saldırı yapıldı ve güzelim ülke çökertildi.
Benzer şeyler Somali ve Sudan için de
geçerliydi ve sonuç mâlûm... Sonra sıra
Libya’ya geldi ve artık orada geçerli
olan terör ve kaos... Ve sırada Suriye
var ama çökertme kararı daha 2001
‘de verilmişti ve 2008 sonrasında yı-
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kım için kollar sıvanmıştı. Amerikan,
Fransız, İngiliz ve İsrail... ajanları gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldüler. Arap Baharıyla Suriye’yi çökertme
planı için koşulların olgunlaştığına karar verildi ve hareket geçildi...
Suriye’de özellikle 2000’li yılların
başından beri uygulanan neoliberal
politikalar ve rejimin neoliberalizmle
“uyumlanma” tercihi, gelir dağılımı
dengesizliğini, yoksulluğu ve sefaleti büyütmüştü. Tunus’da ve Mısır’da
patlayan devrimlerin Suriye’de yankılanmaması mümkün değildi. Halk hem
sosyal kötüleşmeye hem de otokrasiye
karşı, daha çok refah, insanca yaşama,
demokrasi ve özgürlük talebiyle sokağa döküldü. Tepkisini şiddet içermeyen bir şekilde ortaya koydu. İşte bu
durum “rejim değiştirme” konusunda
tecrübeli emperyalistler, başta ABD
olmak üzere NATO cephesi ve tabii
NATO’nun en sadık üyesi Türkiye
[AKP hükümeti densin], Siyonist İsrail
ve başta Suudiler ve Katar olmak üzere
Ortadoğu’nun ne kadar pro-siyonist ve
pro-emperyalist Arap monarşisi varsa
rejimi çökertmek için bu durumu fırsat
saydılar... Herşeye rağmen Esat rejimi
emperyalistler için yaşamasına izin
verilmemesi gereken bir rejim olarak
görülüyordu. Zira, tüm eksikliklerine
ve zaaflarına rağmen emperyalizmin
her isteğini yapmayan bir rejim söz konusuydu. Daha önce de yazdığım gibi,
asıl amaç İran’ı çökertmekti ve İran’ı
çökertmenin yolu Suriye’den geçiyordu... Suriye’yi çökertmek Lübnan Hizbullahını da etkisizleştirmek demektir.
İranı çökertmek, Rusya’yı, Hindistan’ı
ve Çin’i kuşatma planının bir aşaması
olarak görülüyor. Neden kuşatmak istedikleri de mâlûm...
Barışcıl amaçlı gösteriler, hızla Türkiye, Lübnan ve Ürdün’den Suriye’ye
sokulan ve içerdeki dinci fanatiklerle
buluşan, özellikle Afganistan, Irak ve
Libya’da savaş deneyimi edinmiş fanatik paralı askerler, katliam timleri
tarafından amaca yabancılaştırıldı ve
kitle geri çekildi. Sokak, devlet görevlilerini, polisleri, askerleri, kadınları,
çocukları, yaşlı-genç, ayrım gözetmeksizin herkesi hunharca ketleden
katillere kaldı. İşte ‘Özgür Suriye Ordusu” denilen bu çapulcu taifesinden
oluşuyor. Aslında tamı tamına Türkiye
tarafından yönetilen, Türkiye tarafından silahlandırılıp eğitilen, asla özgür
olmayan bir katiller gürühu... Katar
ve Suudi Arabistan’ın parası, emper-
yalistlerin sofistike sihahlarıyla teçhiz
ediliyorlar ve medyanın yalanlarından
ve diplomatik manevralarından güç
alarak katletmeye devam ediyorlar...
Bunların iktidara geldikleri durumu
hayal edebiliyor musunuz? Bu cinayetleri Müslümanlık adına yaptığı
söyleyen paralı askerler aslında bu işi
emperyalizm, siyonist İsrail , Türkiye
ve gerici bölge monarşileri adına yapıyorlar... Lâkin çelişik ve rahatsız edici
bir şey var: Bunlar ne kadar çok katliam yaparsa, bu “insanî yardım” için
bir gerekçe oluşturuyor... “İnsani yardımı” gerekçelendirmek için insanlar
öldürülüyor... Medya tüm katilamların
faili olarak, Beşar Esad’ın askerini ve
polisini gösteriyor. Velhasıl yalan makinası üzerine düşeni iyi yapıyor... Ve
kısa zamanda şöyle bir algı yaratıldı:
Orada özgürlük ve demokrasi talebiyle
sokağa dökülen, halkı katleden gözü
dönmüş bir diktatör var. Bu diktatör
gitmeli ve demokratik bir rejim kurulmalıdır... Sanırsınız ki, emperyalistlerin, Türkiye’nin, Siyonist İsrail’in ve
gerici Arap monarşilerinin demokrasi
ve özgürlük diye bir dertleri var...
Annan Planı bir oyundu...
Suriye’yi çökertme planının yürümesi,
terörün yoğunluğunun ve kapsamının
artışına endeksliydi. Fakat emperyalist saldırıyı gerekçelendirmek için de
diplomatik ‘ara adımlar’ gerekiyordu.
Plan şu idi: Bir ateşkes için BM eski
genel sekreteri Koffi Annan bir plan
yapmakla görevlendirildi. Lâkin, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] kurulduğu günden beri, tüm BM genel
sekreterlerinin aslında ABD’nin genel
sekreteri olduğunun bilinmesi gerekir. Uzağa gitmeye gerek yok, Ban kiMoon’a bakmak yeter. Zaten BM örgütünün asıl misyonu ve varlık nedeni
de, ikinci emperyalistler arası savaş
sonrasında oluşan statükoyu meşrulaştırıp-sürdürmekti. Dolayısıyla örgüt
her zaman yapılanları müşrulaştırmanın hizmetindeydi. Plan ateşkes öngörüyordu ama katillere asla silah bıkakmamaları emredilmişti. Tam tersine
silah personel ve para sevkiyatı artırıyordu. Böylece, isyancılar tarafından
yapılan her katliam hükümete fatura
edilecek, bu amaçla medya utanmaz
tavrını sürdürecekti. Ve “uluslararası
toplum” artık şunu söylebilirdi: “Görüyorsunuz, Beşar Esad ateşkese uymuyor. Sivil halkı katletmeye devam
ediyor...” Ateşkes demek iki tarafın
da ateşi kesmesi değil midir? Tek ta-
raflı ateskes olamayacağına göre... Son
El Hula katliamının açıkça isyancılar
tarafından yapıldığı bilindiği halde
medya ağız birliği ederek onu rejimin
üstüne attı... Egemen medya yalanı büyütüp yayma konusunda elinden geleni
yaptı... Oysa Annan’ı davet eden Beşar
Esad’dı. Çatışma ortamına dair gerçeği anlamasını dünyaya duyurmasını
istiyordu. Aslında Esad’ın bu girişimi,
olmayan duaya amin demek gibi bir
şeydi... Bu amaçla Annan’ı davet eden
biri onun gelişinden bir gün önce böyle bir katliam yapar mıydı? Başta yürümemesi istenen planın yürümediği
böylece “kanıtlanınca” artık “insânî
yardım”, “insânî müdahale” cephesi
kolları sıvayabilirdi. Utanmazca diplomatik ayıp işlediler, Suriye’nin diplomatik personelini ülkelerinden attılar...
Böylece Suriye’yi çömertme palınını
bir adım daha öteye taşımış oldular...
Aslında Suriye’de olup bitenler insanlığın ve uygarlığın sefil durumu hakkında da bir fikir veriyor... İnsanı insanlığından utandıran sefil bir durum...
Türkiye ‘yardım ve yataklık yapıyor’,
insanlık suçu işliyor
AKP hükümeti Suriye’yi çökertme
planının en hevesli uygulayıcılarından biri. Topraklarını katillere bir üs
olarak kullandırarak, “mülteci kampı” görüntüsü altında eğitim kampları
oluşturarak, silah ve savaşcı sevkiyatını kolaylaştırarak, her türlü yardımı
yaparak... Bu hükümet neden komşu
bir ülkenin halkına karşı yürütülen bu
uğursuz savaşta bu kadar hevesli ve
aceleci davranıyor... Neden NATO bir
an önce saldırsın diye çırpınıyor? Öyle
görünüyor ki, bu işte NATO’cu dostları, gerici Arap Monarşileri ve Siyonist
İsrail tarafından Türkiye’ye başrol verilmiş... NATO’cu bir ülke olan, topraklarında ne kadar Amerikan üssü olduğunu kendilerinin bile bilmediği bir
rejimin böyle bir görevi severek üstlenmesi anlaşılır bir şey. Lâkin, AKP
hükümetinin sahnelenen oyunun baş
aktörü olmak istemesi, sadece onun
bağnaz NATO’culuğuyla açıklanamaz.
Özellikle Irak’ın parçalanması ve 2006
da Lübnan Hizbullahı’nın İsrail saldırısını püskürtmesinden sonra, bölgede
İran, Suriye, Irak ve Hizbullah’tan oluşan bir eksen oluştu. Türkiye bu ekseni
kendisi için bir tehdit olarak görüyor.
Suriye’nin çökertilmesinin çantada
keklik olduğu düşüncesinden hareketle, çökertilmiş Suriye’de söz hakkına
kavuşacağını düşünüyor. Ve oluşmakta
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olan bu Şii eksen karşısında Arap monarşileriyle bir Sunni eksen oluşturmayı arzuluyor... Bir de enerjiyle, özellikle de doğal gazla ilgili kaygılar var.
Zira Akdeniz’in doğusunda denizde
ve karada zengin doğal gaz rezervleri
keşefedilmiş durumda... Bütün bunlar hütümetin şahin tavrını açıklayan
nedenler ama asla insânî kaygılar söz
konusu değil... Demokrasi ve özgürlük
gibi kaygılarsa asla... Öyle olmadığını
anlamak için içeriye bakmak yeterli...
Bu vesileyle Türkiye’deki devlet dininin çapı da bir defa daha ortaya çıkmış
oldu... Bizim müslümanlar Suriye ve
başka yerlerde “kardeşlerinin” emperyalistler tarafından katledilmesi karşısında kıllarını kapırdatmak bir yana,
AKP’nin şahin politikasını destekliyorlar... Devlet dini de zaten böyle bir
şey değil midir?
Muhalefet Suriye konusunda sınıfta
kaldı...
Türkiye’de sol muhalefet yazık ki, Suriye sınavında başarısız oldu. Oyanan
oyunu, yapılan hesapları, gerçek niyetleri teşhir etmeye yanaşmadı. Yapması
gerekenleri yapmadı... Bu güne kadar
gür bir sesin çıkmamış olması büyük
bir talihsizliktir. Sol, bütün bir bölgeyi yakacak, üstelik bir dünya savaşını
bile tetikleme potansiyeli taşıyan emperyalist komployu dert etmezse eğer,
neyi dert edecek? Bu duyarsızlığı,
umursamazılığı, yok saymayı kim nasıl açıklayabilir? Oysa, insânî, ahlâki
ve politik nedenlerle, Suriye halkının
yanında yer aldığını, onu desteklediğini yüksek sesle dosta düşmana duyurması gerekiyordu... Bazı sol çevreler
tuhaf bir şekilde, savaşa karşı çıkmanın otokrasininin safında yer almak
demeye geleceğini düşüyorsa, buna
belki kendileri inanabilirler ama başkalarını inandırmak mümkün olmaz.
Emperyalist saldırıya karşı çıkmak neden rejimin safında yer almak olsun?
Aslında bu atalet, olsa olsa bir şey yapmamanın, yapmak istememin mazereti
olabilir ancak... Fakat herşeye rağmen
hâlâ bir şeyler yapmak mümkün...
İsmail Güner’in
2.ci Kitabı
Okuruyla Buluştu
Hüseyin CAN
İsmail Güner’in bir süredir üzerinde
çalıştığı “Dağın Öteki Yüzü-NURHAK” adlı romanı basımdan çıktı.
İnsanlar doğduğu topraklardan,
yerinden yurdundan, değerlerinden
uzaklarda yaşasalar da kültürlerini
yaşam biçimlerini, acılarını unutmadıkları bir gerçektir.
Yıllardır her göçmen gibi yurdundan,
sevdiklerinden uzaklarda yaşayan İsmail Güner’de yazdıklarıyla doğduğu topraklara, insani değerlerine sıkı
sıkıya bağlılığını ifade ediyor.
Güner, doğduğu topraklarda yaşanan acıları roman diliyle, nehir
akışıyla dünyaya anlatmak istiyor.
Güner, ikinci kitapta özellikle doğup
büyüdüğü yöresini anlatmaktadır.
Görmek istemeyenlere göstermek,
duymak istemeyen monarşist kafalara dağın öteki yüzünde yaşananları
şakır şakır, edebi dille duyurmaktadır.
İsmail Güner, 1967 yılında
Elbistan’nın Günaltı (Kîstîk)
Köyü’nde, dünyaya gelir. Henüz
çocukken, ailesi ile birlikte 12 Eylül
Darbesi’nden nasibini alır. Kısa
bir mahpusluk döneminden sonra,
zorunlu olarak İsviçre’ye gelir.
Bütün kitapçılarda...
Muhalif basında fahri muhabirlik
yaptı. Çeşitli yayın organlarında
makale, şiir, öykü ve röportajları
yayınlanmaktadır. Nasyonal ve enternasyonal basın kartına sahip olan
yazar evli ve bir çocuk babasıdır.
“Bir Mültecinin Anıları” adlı ilk
eserinden sonra yayınlanan ikinci
kitabı olan, “DAĞIN ÖTEKİ YÜZÜ
NURHAK” adlı kitabı Ozan Yayıncılık tarafından yayınlandı.
Güner dostlar diyarı, dağların şahı
NURHAK’ı anlatırken yüreğindeki
fırtınayı kitabın sayfalarından rahatlıkla duyuluyor.
Avrupa’dan isteme adresi:
http://www.kitapyurdu.eu
Ankara Özgür Üniversite
Adres:
Merkez: Menekse Sokak 16/8
Kizilay - Çankaya - Ankara
Tel: (0 312) 418 32 41
Faks: (0 312) 418 32 87
E-posta:
[email protected]
http://www.ozguruniversite.org
s i p a r i ş i ç i n : n -y a l c i n k a y a @ w i n d ow sl i ve .c o m
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontos
Jenocidi
2. Bölüm : Direnişler
Doğu Pontos
Ali Sait Çetinoğlu
1916 da bölgenin Rus işgaline uğraması
Pontos’u ikiye bölmüş ayrılan bölgelerin kaderleri de ayrı yönlerde gelişmiştir. Rus ordusu Gomoura’ya geldiğinde
(Trabzon’un doğusunda, Pyxitis suyunun bir kaç kilometre ötesinde bugünkü Yomra) artık Trabzon’un düşmesi kaçınılmazdır.Gelişmeleri babası
Pontos Parlamento üyesi olan, Pontos
kökenli yazar Yorgo Andreadis şöyle anlatır: “Bu [Trabzon’un düşmesi]
kesinleştiği için Türk yönetimi Başpiskopos Krisanthos’u ve Rum ileri
gelenlerini çağırdı, kenti onların eline
teslim etti, kaçma olanağı olmadığı
için orada kalan, kentin yoksul Müslümanlarının kaderini de bu insanlara
emanet etti. Tarihi bir gündü. Trabzon
valisi Mehmet Cemal Azmi ve Jöntürk
hükümetinin Trabzon temsilcisi Ali
Rıza, kenti Başpiskopos Krisanthos
başkanlığındaki geçici bir yönetime
bıraktı. Bu geçici yönetim emniyet
müdüründen, jandarma komutanından, G. Fostiropulos, P. Grammatikopulos ve G. Kogalidis’ten oluşuyordu.
Kısa bir devir teslim töreninden sonra,
Vali Azmi, Krisanthos’a şöyle dedi: Bu
memleketi Rumlardan aldık, şimdi de
Rumlara iade ediyoruz. O gün, yani
16 Ağustos 1916’da Ruslar Trabzon’a
girdiklerinde, karşılarında bir Türk
yönetimi değil, Rum yönetimi buldu.
İş bu kadarla da kalmadı. Trabzon ve
çevresindeki köylerde yaşayan tüm Hıristiyanlar gözyaşları içinde sokaklara
dökülmüştü, yüzyıllardan beri besledikleri bir düş artık gerçekleşmişti.
Başpiskopos Krisanthos 24 saat içinde
Rusça dualar Öğrenmiş, Aya Gregori
katedralinde, Trabzon’a giren Rus askerleri onuruna bir ayin düzenlemişti.
Trabzonluların coşkusu o denli büyüktü ki, hepsi devletin kurtarıcıları ile
konuşabilmek için bir iki kelime Rusça
öğrendi. Doğuda Elenizm kutlanırken,
Pontus’un batısında durum kötüleşti.
Rus ordusu herhangi bir direnişle karşılaşmadan Tirebolu yakınlarındaki
Harşit (Harsiotis) suyuna kadar ilerledi. Sürekli geri çekilen Türk ordusu,
burada bir savunma hattı oluşturdu,
Ruslar, Ekim Devrimine kadar buraya
saplandı kaldı.”
Rus ordusu Doğu Pontos’da kaldığı
sürece Hıristiyan nüfusun görece olarak rahat olduğunu söyleyebiliriz buna
Khrisanthos’un kişiliği de büyük bir
etkendir. Khrisanthos, Ortodoks ki-
lisesinin Bizansçı çizgisindedir. Rum
topluluğunun Türk topluluğuyla işbirliği yaparak barışçıl bir şekilde ilerleyebileceğine ve böyle bir evrimin
kaçınılmaz olarak İmparatorluk bünyesinde Rum öğesinin üstünlüğüne yol
açacağına inanmaktadır. Bu ilkelerden
yola çıkarak, göreve seçilir seçilmez,
kendi topluluğuna yönelik yoğun bir
kültürel gelişme ve Türk yetkililerle iyi geçinme politikası uygulamaya başlar. 1914 seferberliği sırasında
Trabzon valisi Cemal Azmi Bey’le görüşerek şehrin silah altına alınan Rum
halkının, Trabzon’da sivil görevlerde
görevlendirilmesini sağlar ve böylece
Rus vatandaşlığına geçmiş olan Rumların tehcire uğramasını önler.
Doğu Pontos’ta Khrisanthos’un önderliğinde bir Pontos Parlamentosu oluşturulur ve Türklerin geri gelmesine
kadar Doğu Pontos yönetimi bu Parlamentonun elindedir. “Gürcistan’daki
Batum kentinde, Pontus’lular Ulusal
Meclisi kuruldu, Pontus’u bağımsız bir
devlet olarak ilan eden bu meclisin adı,
Pontus Parlamentosuydu. Başpiskoposun gölgesi her yerde hazır ve nazırdı.
Müslüman erkekler korkudan, muhacir olup, kaçıp gittiğinden aileleri ve
küçük çocukları ise savunmasız kalmıştır. Baş rahip Müslüman çocuklara
çorba dağıtan mutfaklar oluşturdu ve
ilk kez Müslüman çocukları için belediyeye bağlı bir ilkokul yaptırdı. Baş
rahip diplomasi yürüterek, geleceğin
tüm toplumlarını kapsayacak eşitlikçi
bir de-mokrasi için Pontus’a yeni bir
ruh ve yeni politikalar getirmeğe çalıştı”. Doğu Pontos’taki bu yarı bağımsız
yapı, 1917’de Trabzon Sovyeti’ne katılır.
Sovyet Devriminden sonra Rusya’nın
Kaf kasya cephesinin çökmesinin ardından, batılı müttefiklerin temsilcileri
bu bölgede Türk ilerlemesini durduracak bir kuşak oluşturmaya çalışırlar;
bu kuşağa kuzeyden güneye doğru
Pontus Rumlarının, Gürcülerin, Ermenilerin ve Urmiye Nasturilerinin katılmaları söz konusudur. Pontos’un ulusal
birliğinin oluşturulmasında başı çeken
Khrisantos, müttefiklerin Tiflis’teki
girişimlerine fazla bir başarı tanımadığından, 1917 yazında ve bölgenin iç
kesimlerindeki köylüleri Rusların bıraktıkları silahlarla donatmaya girişir.
Silahlı köylülerle Osmanlı ordusunun
öncü güçlerini oluşturan Türk çete-
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
leri arasında ilk çatışmalar başlayınca Hrisantos, Vehib Paşa’ya bir heyet
göndererek, Türklerin geri dönme koşullarını müzakere etmeye karar verir.
Bu sırada iç kesimlerde de silahlı Türk
ve Rum köyleri arasında bir barış ya da
ateşkes anlaşmasına varılmıştır. Çatışma alanında bu olaylar Rusya, Yunanistan ve Avrupa’ya dağılmış olan
Pontos’lular arasında heyecan uyandırmaktadır.
Trabzon Geçici Hükümeti ve Rusya
da 1917 Mart Devrimi
Khrisantos’un çizgisi, bağımsızlıkçı
ya da eşitlikçi-otonomi çizgisi olarak
nitelenmektedir. Trabzon’daki bu Pontos faktörü savaş boyunca gerek Türkler tarafından gerekse de İttifak güçlerince de resmi olarak tanınmışlardır.
16 Nisan 1916 da Trabzon valisi şehrin
yönetimini Metropolit Khrisanthos’un
başında olduğu üç kişilik heyete devredince şunları söyler: “Bu alanları
Rumlardan aldık ve buğun yine Rumlara veriyoruz. Size camilere dönüştürdüğümüz kiliselerinizi de veriyoruz,
uygun görürseniz yine kilise olarak da
kulanın.
18 Nisan da Ruslar Trabzon’a girerler.
Halk ve Metropolit Rus Ordusunu büyük bir coşkuyla karşılarlar. Pontos’lular baskı, şiddet ve ekonomik sömürü
ile gecen 455 yıllık Türk iktidarından
sonra ilk kez kendini özgür hissediyordu. Bundan dolayı Rus ordusuna büyük sempati gösterilir.
Artık Trabzon da yeni bir yasam kurulmaya başlanmıştır. Pontos’luların
kendilerine güveni yeniden gelmiştir.
Ulusal duyguların gelişmesi öyle bir
asamaya gelmişti ki Rus Ordusu ile
birlikte gelen din adamlarının dini
törenlerde kullanmak için Rus yönetiminden istedikleri Chrisokefalis kilisesinde, Rus din adamlarının kullanmasına karsı çıkacaklardır. Rusların
faaliyetlerinden duydukları rahatsızlıkları ifade etmekten de çekinmezler. Bir Rus arkeologun Bizans’a ait
mozaik örneklerini yerlerinden soküp
Rusya’ya göndermesi girişimine karsı
çıkarak onu geri adım atmaya dahi zorlamışlardır.
Trabzon Geçici Hükümeti bölge devletlerinin de tanıdığı meşru bir güç olarak
iki yıl iktidarını sürdürür. Bu iki yıllık
süreç Trabzon Bizans ihtişamına benzer günler yasadı. Khrisanthos, Geçici
Hükümet düşüncesinin ilham kaynağıdır. Kendisi “Doğu Partisi”nin görüşlerine yakındır ve bu görüşleri hayata
geçirmektedir. Rum kimliğinin temel
rol oynadığı bir Rum – Müslüman federasyonu düşüncesi kendisine çok
çekici geliyordu. Bu politika Türklerle
barışma ve çelişkileri törpüleme politikasıydı. Tam da bu politikadan dolayı Rusya’ya göçmüş olan Rumların
geri dönme projesine karsı çıkıyordu.
(bu göçlerin en önemli nedeni askerden kaçmak ve 1914 ta başlayan Türk
saldırılarına karsı canını güvenceye
almak içindir) Ancak Pontos’lu mülteciler Khrisanthos’un bu politikasını
benimsemiyorlardı. İdeolojik düzeyde
ise mülteciler daha liberal eğilimler
taşıyorlardı, bu yüzden hem Khrisanthos un teokratik rejimi hem de Türk
egemenliğini de reddediyorlardı. Sırasıyla Khrisanthos da Kaf kas kökenli
Rumları, özellikle de Kars Rumlarını
devrimden etkilenmişler olarak nitelendiriyordu. Trabzon’da çıkan Epoxi (mevsim) gazetesinde 1919 yılında
Rusya’daki mültecilerin yazdığı bir
yazıda şu cümleler yer almaktadır:
“Rusya’da ne olduysa burada da o olacaktır, o yüzden dışarıya göç edenler
için en iyisi buraya tekrar geri gelmeleridir.”
Ancak savaştan çok daha önceleri
Trabzon da sosyalist düşünceler kök
salmaya başlamıştır. (Yazar Yorgos
Fotiadis, Pontos’taki teokratik eğitim
sistemini eleştirerek gençleri sağırlaştıran ve gözlerini kör eden bir eğitim
sistemi olduğunu belirtiyor. Fotiadis, Yunanca ilk antikapitalist tiyatro
oyununu yazmıştır) Keza İstanbul’da
çıkan sosyalist Laos (Halk) gazetesi
Pontos’ta da dağıtılmaktadır. Okuyucuların gönderdikleri yazılardan da
anlaşıldığı üzere gazetenin büyük bir
etkisi vardır. Pontos’taki sosyalist düşüncelerin önemli bir diğer göstergesi
de daha 1910 yılında Trabzon da sosyalist bir gazetenin basılıyor olmasıdır.
1917 de Rusya’da yaşanan gelişmeler
Pontos’u da dolaysız etkilemektedir.
1917 Martında Rusya’da Çarın mutlak
egemenliğini sınırlayan burjuva devrimi, Pontos’ta da savaş cephesini de
etkilemektedir. Zira Rus Ordusunun
ilerlemesi durdurulacaktır. Rusya’daki
geçici hükümetin başındaki Kerensky
Trabzon’da Pontos’luların lehine olan
siyasal koşulların korunmasından yana
bir politika izlemektedir.
Devrimle birlikte Sovyetlerin kontrolünde olan bütün alanlarda kendiliğinden isçi, köylü ve askeri birlikleri
(Sovyetler) örgütlenecektir. Böylece
Pontos’luların katılımıyla Trabzon’da
da Sovyetler hayata geçirilecektir. İlginçtir, metropolit Khrisanthos’un
kendisi de bu Sovyetlerde yer alacaktır. Orduda hizmet eden Kafkas Pontoslularının taşra niteliklerinden dolayı askeri Sovyetler de örgütlenecektir.
Oluşturulan halk temsilcileri konseylerine böylece Pontoslular da katılır.
Sovyetlerin en karakteristik örneklerden birisi de yönetimindeki dört
komiser’in yani, bir Ermeni, bir Müslüman, bir Rus ve bir Pontoslunun
üstlendiği Kars ilindeki yönetimdir.
Pontos cemaatini dolaysız etkileyen
düzenlemelerden (reform) biri de eğitim üzerindeki kilise etkisinin kaldırılarak devletleştirilme uygulamasıdır.
Pontos’taki eğitim camiasında iki
önemli siyasal eğilim gözlenmektedir: Birincisi toplumsal-devrimci ve
ikincisi de liberal milliyetçi eğilimler.
Aralarındaki en önemli farklardan biri
de Türkler karsısındaki tutuma ilişkindir. Birinci gruptakiler (toplumsaldevrimci) tıpkı, aynı ideolojik geleneği
savunan Ermeni benzerleri ve Menşevikler gibi Türk düşmanı bir politika
izlemektedir, liberal milliyetçiler ise
Türklere karsı daha ılımlıbir politika
sahibiydi. Mart 1917 de Kurulan geçici
hükümet bu anlayışa daha yakındır ve
sonuçta bunlar daha baskın çıkacaktır.
Batı Pontos
Batı Pontos’da ise durum Doğudan
farklıdır: 1916 yılının başında, Ruslar Karadeniz kıyısında Trabzon’un
işgali ve Çarlık ordusunun Tirebolu
yakınlarındaki Harşit nehrine kadar
ilerlemesiyle sonuçlanan bir saldırı
başlatırken, Londra’da Sir Mark Sykes
ve François Georges Picot, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölüşülmesiyle
ilgili taslağın son rötüşlarını yapar
ve Rus hükümetinin onayını almak
üzere Petrograd’a giderler. Görünüşte gafil avlanmış olan Rus hükümeti
konuyla ilgili tavrını belirtmek amacıyla alelacele toplanır. Tartışılacak
sorunlardan biride Anadolu’nun Karadeniz kıyısındaki Rus-Türk sınırıdır.
17 Mart 1916’da yapılan ilk bakanlar
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kurulu toplantısında Donanma sınırın
Sinop’tan başlamasını ister, fakat Kara
Kuvvetleri gerisi sağlama alınmış olmayan çok uzun bir kıyı konusunda
endişelidir. Sazanov Petrograd’daki
Fransa elçisi Paleologue’a Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılmasıyla ilgili
İngiliz- Fransız - Rus anlaşmalarında
Trabzon’un batısında belirlenecek bir
nokta ibaresine yer verilir. Bununla
beraber 2. Nikola bu belgeye şu notu
düşmüştür: İlk nokta hariç ( yukarıda
belirtilen durum ) katılıyorum. Eğer
ordumuz Sinop’a ulaşmayı başarırsa,
sınırımız bu şehirden başlamalıdır.
Demek ki söz silahlara bırakılmakta
ve bu bağlamda Tirebolu ile Sinop arasında kalan topraklardaki yerel koşullar özel bir önem kazanmaktadır. Batı
Pontos’ta kendiliğinden oluşmuş silahlı
birliklerin mevcudiyetini yukarıda belirtmiştik. Bunlar az çok siyasi olgunluğa ulaşmışlardır. Trabzon’a yerleşen
Rus İstihbaratı, yeni kurulmakta olan
Pontos gerilla hareketinin en önemli
şahsiyeti olan Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta’yla ilişkiye geçmekte tereddüt
etmez. Batı Pontos’un kaderini artık
silahlar belirleyecektir.
Pontos Gerilla Hareketi
Daha 1914’lerde Türk Ordusundan
kaçan (ister bir dönem askerlik yapıp
kaçan isterse de askere hiç gitmeyip
kaçak durumda olan) birçok Pontus’lu
dağlara sığınmışlardı. Ancak gerilla
gruplarının oluşması Türklerin Batı
Pontus Rumlarını yok etmeye başlamasından sonra özellikle de 1916 dan
sonra baslar. İlk başlarda birbirinden
habersiz ve daha çok köy savunma
gruplarıydılar. İlk gerilla gruplarından birisi Vasili Anthopoulos’nun 3
Temmuz 1916 da Sivas ta oluşturduğu
gruptur. Genel görüşe göre, Rusların
ilerlemesiyle birlikte Pontos’ta bir genel devrim öngörülmektedir.
Ancak Rus ordusunun çakılıp kalması ve Pontos bölgesini bütünüyle işgal
edememesi Anthopoulos’un da bütün
planlarını alt üst eder. Zamanla Anthopoulos ile Ruslar arasında bir görüş
ayrılığı ortaya çıkar; Vasilis Anthopoulos hemen yapılacak müdahaleden,
Ruslar ise Türk ordularının uzun dönemde oyalanmasından yanadır. Sonunda Rusların onu oyalamalarından
endişe eden Vasilis Anthopoulos, 24
Eylül’de büyük bir darbe indirmeye
karar verir. 80 adamıyla hem bir ceza-
landırma eylemi hem de Rusları etkilemeyi amaçlayan bir eylem tasarlayarak
harekatı başlatır. Vasilis Anthopoulos ve adamları Türk köylerinden geçerken Hıristiyanlara eziyet ettikleri
varsayılan insanları öldürüp evlerini
yakarlar. Ordu yakınlarında, Askeri
birliklerle yapılan çatışmanın ardından Vasilis Anthopoulos’un birlikleri
çatışmayı kaybederler ve Anthopoulos
9 adamı 18 Ekim’de Trabzon’a sığınır;
Vasilis Anthopoulos, savaşın sonuna
kadar Trabzon’da kalacaktır.
Türklerin bu olaylara iki farklı tepkisi
olacaktır: Türk çetelerinin giriştikleri
karşı saldırılar ve sürgün. Bunlardan
birincisi daha çok yerel kuvvetlerin
eseri gibi görünmektedir. Müslümanlar arasında da Hıristiyanlar kadar asker kaçağı vardır ve İttihat ve Terakki
Partisine bağlı eşraf, partinin milliyetçi ilkelerini uygulamaya koymaya
hazırdır. “Giresun ve civarında Rumculuk Faaliyetlerini önleme görevi
asker destekli sivil güçlere verilmiştir. Bunlar arasında en ünlüsü, İttihat
ve Terakki mensubu Topal Osman ve
yardımcılarıdır”. Osman Ağa, yerel
eşraf ve yönetimin desteğiyle, hiç bir
engellenme ile karşılaşmadan Hıristiyan nüfusu etnik arındırmaya tabi tutmaktadır. Bütün bu kanun kaçakları ve
caniler, hiç bir yasaya aldırmadan serbestçe hareket etmektedir.
Burada kısaca Topal Osman’ın bölgedeki faaliyetlerinden söz edelim:
“Topal Osman’ın bu nevi faaliyetleri
sırasında yaptığı uygulamalar, mülki
makamlarda hoşnutsuzluk yaratmıştır. Başta Trabzon Valisi Cemal Azmi
olmak üzere, Giresun Mutasarrıfı da
Topal Osman’ın hükümet işlerine müdahale ettiğini ve 37. Fırkaca himaye olunduğunu belirterek, Osman’ın
Giresun’dan kaldırılmasını isteyen
şikâyet yazılarını 3. Orduya İletmişlerdir. Mülki makamların 37. Fırka’yı
da suçlayan bu yazısından sonra Topal Osman, ifadesi alınmak üzere Sivas Divanı Harbi’ne çağrılmış ve onu
getirmekle de Menzil Müfettişliği
görevlendirilmiştir. Bu defa 37. Fırka
Kafkas Kolordusu Komutanları, Orduya Topal Osman’ı müdafaa eden ve
mülki makamları suçlayıcı yazılarıyla
Osman’ı Divan-ı Harpten kurtarmak
istemişlerdir. Bilhassa 37. Fırka Komutanı tarafından 3. Orduya yazılan
yazıda onun Fırkaya pek çok hizmet
ettiğini, Balkan Muharebesi esnasında
aldığı yarası hala kapanmamışken, yaranın tesiriyle cansız bir ceset halinde
sürüklediği bacağını, iştirak eylediği
gaza için bir işaret sayan Osman’ın
adî bir mücrim gibi görülmesinin doğru olmayacağı belirtilmiştir. [Osman
Ağa’yı himaye eden Pertev Bey’dir.
Pertev Bey, 1913-14 yıllarında Eğe’de
Rum kökenli yurttaşlara uygulanan
terör’ün elebaşılarından biridir. Pertev Bey (Demirhan) Kemalist dönemde generalliğe yükseltilecektir.]
Bütün bu savunmalara rağmen Topal
Osman’ın, 3. Ordu Komutanlığından
ısrarla Sivas’a celbe dilmesi istenmiştir. 25 Ağustos 1936’da Sivas Divanı
Harbi’nde muhakeme edilen Osman
Ağa bir süre gözaltında kalmış, dönüşünde tekrar çetesinin başına geçen,
Mütareke sırasında yeniden kovuşturmaya uğrayan Topal Osman devamlı
kaçmak ve saklanmak zorunda kalmıştır. Karadeniz Bölgesindeki Pontoslular da yeni vasattan yararlanıp,
bir Pontus devleti kurma hazırlıklarına girişmişlerdir. Bu defa da bölgede direniş teşkilatı kurmak isteyenler
Topal Osman ve adamlarına müracaatla yardımını istemişlerdir. Topal Osman sert metodlarla Pontos çetelerini
ezmiş, Giresun’dan Samsun’a kadar
uzanan bölgenin hâkimi olmuştur. Bu
olağanüstü dönemde 17–18 Ocak 1919
yılında toplanan Kars Kongresi’nde
Giresun’da kurulması kararlaştırılan
müdafaa örgütünün teşkiline Osman
Ağa memur edilmiştir. Bu arada Belediye Başkanlığı’nı da uhdesine alan
Topal Osman, 17 Mayıs’ta İzmir’in işgalinden iki gün sonra Giresun’da büyük bir miting tertip ettirmiştir. O sıralarda Samsun’a çıkan Mustafa Kemal
Paşa tarafından Havza’da kendisiyle
görüşüldüğü ve bu bölgenin emniyetinin sağlanmasıyla görevlendirildiği
bazı kaynaklar tarafından tespit edilmiştir.”
Topal Osman bölgede bir terör unsurudur. Öyle ki Giresun Alayının 3.
taburunun Ordu Sancağına geleceğinin haber alınması bile eşrafı telaşa
düşürmeye yetmiştir. Ordu Mutasarrıfı Merkez Ordusu kumandanı Nurettin Paşa’ya endişelerini bildirir. Ordu
eşrafının Osman Ağa’dan korkuları
boşuna değildir. Osman Ağa’nın teröründen Türkler de nasibini almaktadır.
Osman Ağa birliklerinin Tokat’ta ve
Mecitözü’nde de bir çok köye tecavüzleri şikayet konusu olur. Yine bölgede Rizeli Hafız Efendi idaresindeki
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
150 kişilik müfrezenin uygulamaları
Ordu’da şikayet konusu olur. Hafız tutuklandıysa da kısa süre sonra serbest
bırakılıp Batı Cephesine yollanır. Düzenli birliklerin de uygulamaları Osman çetesinden farklı değildir. Yine
Tokat’ta Jandarmaların erbab-ı şekavete rahmet okutturacak eylemleri Merkez Ordusuna şikayet edilir.
Pontos silahlı birliklerinin basındaki
en önemli isimlerinden (askeri lider
de diyebiliriz) biri de Andon Paşa dır.
Esi Pelagia ile birlikte Pontus gerilla
birliklerini yöneten Andon Paşa Pontos köylerini savunurken, bir yandan
Türk devletinin diğer yandan da Türk
çetelerinin en önemli korkularından
biri haline gelir. Türk devleti basına
50.000 lira ödül koymuştur. Andon
Paşa gerilla birlikleri için birleştirici
bir öğedir aynı zamanda. Kendisi 1917
yılında öldürülür ancak eşi (ki kaptan
Pelagia olarak anılmaktadır) 1923 yılına kadar da yoluna devam eder. Sovyet
yazar N. Novitsef “Vaprosi Istorii” adli
kitabında Bati Pontos’da taşra devrimi
hareketinin geliştiğinden bahsetmektedir. Pontosluların yani sıra Müslüman
Çerkesler de kendi bağımsız gerilla
hareketine ulaşmışlardır. Bu hareketlerin askeri teçhizat kaynakları ise Türk
ordusundan ele geçirilenler silahlar
ve esas itibariyle de Rusya’dan (gerek
Rusya’daki Pontos’lulardan gerekse de
Rus devletinden) gelen yardımlardır.
Pontos gerilla hareketinin başından
sonuna kadar otonom olduğu söylenir.
Örgütlenmelerine baktığımızda bu durum açıkça görülmektedir: Sanda da
Türk çetelerinin Rum köylerine saldırılarını arttırması üzerine 15 Aralık
1917 de yerleşim alanında kalanlarının
hepsi genel kurula çağrılarak görüşleri istenir. Kurula hâkim olan slogan:
“Hırsızlara ayni yöntemle cevap verelim”. Kurulda bir yürütme kurulu
seçilerek mutlak yetkilerle donatılırlar. Bu yürütme kurulu askeri konseyi
oluşturur ve bu konsey ayrıca 9 askeri
sorumluyu daha atar. 18–50 arasındaki bütün erkekler yerleşim alanlarının
savunması için günlük askeri eğitime
başlarlar. Sanda yerleşim alanı olağanüstü koşulları yasayan askeri kamp
gibi islemeye baslar. Pontos’un her
bölgesinde böylece gizli örgütlenmeler
oluşmaya baslar. Pontoslu metal çalışanları kendi olanaklarıyla silah yapmaya çalışırlar. (devamı gelecek sayıda)
Arka Kapak
Bu kitap, Karadeniz çevresinde
beliren ilk yaşam izlerinden günümüze dek gerçekleşen tüm tarihî
gelişmeleri jeopolitik odaklı değerlendiren bir tarih anlayışının yanı
sıra; coğrafya, arkeoloji, etnoloji,
folklor, hatta genetik kaynaklar da
Lazların masal dünyasını keşfedin !
Lazların Masal Kitabı Çıktı !
Nurdoğan Demir Abaşişi'nin Laz masal derlemelerinden oluşan kitabı çıktı.
Laz Halk Masalları, zaman alan titiz bir çalışma ve yılların birikimi ile
okuyucunun beğenisine sunuluyor.
Bugüne kadar yayımlanmamış 52 Laz
kullanılarak oluşturulmuş disiplinlerarası bir çalışmadır. Karadeniz
kıyısında ortaya çıkan yerleşimleri;
otokton halklar ile istilacılar arasında doğal kaynakların paylaşımına
paralel olarak gelişen yerleşim ve
çatışma ilişkisini; Karadeniz'e egemen olmak isteyen güç odaklarının
mücadele ve yönetim modellerini;
zaman içinde yaşanan göç, sürgün
ve çatışmaları; mümkün olduğunca
20. yüzyılın ideolojik kurgularından
uzak durmaya çalışılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla
Pontus: Antikçağ'dan Günümüze
Karadeniz'in Etnik ve Siyasi Tarihi, Türk arşivlerindeki verileri
pek alışılmadık bir biçimde İngiliz,
Yunan, Ermeni ve Rus arşiv ile
kaynaklarıyla kıyaslayarak ele alan,
güncel makale ve bulguların yanı
sıra yerel dil ile folklorik arşivleri
de yorumlayarak kullanan devrimci
bir çalışma olup tarih, arkeoloji ve
etnoloji meraklıları kadar Karadeniz
havzasının jeopolitiğini anlama bağlamında kapsamlı içeriğiyle siyaset
öğrencilerine de özgün bir vizyon
kazandıracak niteliktedir.
halk masalından oluşan kitap Laz dili
ve kültürünü yazıya geçirme çabalarına değerli bir katkı sağlıyor. Kitapta,
masallar önce orijinal Lazca haliyle yazılmış, Türkçe özet çevirisinden
sonra İngilizce çevirisi de yapılmıştır.
Bu haliyle yapılmış ilk Laz masal kitabı olma özellğine de sahiptir.
Yine bir ilk olarak kitapta yer alan
masallardan oluşan bir MASAL CD'si
ek olarak veriliyor.
Abaşişi, kitabında Lazoğlu Alfabesini
kullanarak Laz alfabesinin daha da
pekişmesini sağlamıştır. Laz Halk Masalları, bundan böyle Lazlar, Karadeniz ve Kafkasya konularında yayınlar
yapmayı amaçlayan KOLKHIS yayınlarının ilk kitabı Tüm Kitapçılarda.
İletişim: Lazuri.com
Kolkhis kitap Neşet Ömer Sokak Kadıköy İş Mrkz. No.: 1/105 Kadıköy/
İstanbul
Tel: 0216 349 43 15
ISBN: 975-6481-68-4
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sachsenhausen’dan Aşkale’ye...
2 . BÖLÜ M
Istanbullu Rum Z.’ye göre, Reisicumhur
Ismet Inönü Yahudileri imha etme teknolojisini öğrenmesi için dönemin emniyet
müdür muavinini Almanya’ya yollamıştı.
Emniyet müdür muavini geri döndüğünde
bu fırınları inşa etmişti.[34]
Bir başka tanık, insan yakma fırınlarının nasıl çalıştıklarını öğrenmesi için
Almanya’ya gönderilenin, isim zikrederek,
Istanbul Emniyet Müdürü Halûk Pepeyi olduğunu söyleyecekti. Bu kişiye göre Pepeyi
dönüşünde, ‘Ben bu işi yapamam, beceremem’ diyerek görevinden istifa etmişti.[35]
Gazeteci Azmi Nihat Erman’a göre Nazilerin Türkiye’yi işgal etmeleri halinde de
imha fırınları Sütlüce’de, Hasköy’ün kuzeyinde Imrahor ve Karaağaç yollarının kesiştiği noktanın doğusunda kalan meskûn
olmayan geniş bir arazide inşa edilecekti.
[36]
Türk heyetinin Nazi toplama kampına özel
istekle yaptığı ziyaret, İstanbullu Yahudilerin "Balat Fırınları" ya da "Toplama
Kampları" hakkında duydukları kaygının
hiç de yersiz olmadığını gösteriyor.
Bali, geçtiğimiz yıl yayınlanan "Tabutluklar, Sansaryan Han ve İki Emniyet Müdürü" [37] kitabında da Haluk Nihat Pepeyi
ile birlikte o dönemin (1942 - 44) İstanbul
Emniyet Müdürlerinden Ahmet Demir'in
biyografilerini ele aldı. Kitapta İstanbul
Emniyet 1. Şubesinin bulunduğu Sansaryan
Hanı'nında işkence gören Sabahattin Ali
gibi "komünist" ve ya Reha Oğuz Türkkan
gibi "Türkçü" tevkifatları sanıklarının ifadelerine yer veriliyor. Bu belgeler ideolojik
karşıtlıklarına rağmen tutukluların, karşılaştıkları yeni işkence metotlarının kısa
süre önce Nazi Almanyası'nda "mesleki incelemeler yapmış" olan Haluk Nihat Pepeyi tarafından ithal edildiğine inandıklarını
ortaya koyuyor.
İstanbul basını ise genel olarak bu gezinin
o günlerde kamuoyuna yansımış olan, 1922
yılında Berlin'de bir Ermeni genci tarafından 1915 soykırımının sorumlusu tutularak
vurulan Sadrazaman Talat Paşa'nın naaşının Almanya'dan getirilmesi amacıyla düzenlendiğini yazmaktadır. [38]
Talat Paşa’nın kemikleri İstanbul’da...
Bu korku atmosferi tamamlayan simgesel
bir adım ise 1915 Soykırımının sorumlularından Sadrazam Talat Paşa’nın 1921
yılında Berlin’de öldürülmesinin sonra
bozulmaması için özel olarak ilaçlanarak
Müslüman mezarlığına gömülmüş olan cesedinin Türkiye’ye iade edilmiş olmasıdır.
Bu isteğin şubat ayındaki ziyarette hükümet adına iletilmiş olması büyük ihtimal,
değilse bile iade işlemlerinin ayrıntıları
gibi konular çözüme kavuşturulmuş olabilir. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler Dışişleri
Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Emniyet veya MİT’in gizli arşivlerinde bulunabilir. Talat Paşa’nın cenazesinin istenme-
Recep Maraşlı
si veya iadesiyle ilgili yazışmalar, bugüne
kadar açılmış veya yayınlanmış değildir.
İadenin bu ziyaretle birlikte sonuçlanmış
olduğunu kabul etmek için yeterince nedenimiz bulunuyor.
Pepeyi ve Korkut’un Almanya ziyaretleri 8 Şubat’ta son bulurken Talat Paşa’nın
cenazesi 22 Şubat tarihinde Berlin’den
İstanbul’a yola çıkarılır ve 25 Şubat 1943’de
İstanbul’da resmi ve gösterişli bir törenle
karşılanarak, Şişli’deki Hürriyet-i Ebediye
tepesinde hazırlanan mezara defnedilir.[39]
Örneğin Orhon Seyfi’nin “Çınaraltı” dergisi’nde “Talat Paşa’nın kemikleri” başlıklı
yazısında bu kararı övgüyle anarken tarih 6
Şubat [1943] tı.
"Talât Paşa’nın kemikleri Almanya’dan
anavatanına getiriliyor. Alman hükümeti bu idealist Türk vezirine borçlu olduğu
son saygıyı gösteriyor. Zaten beklenen de
buydu!
Büyük harpte bizim taraf yenilince Talât
paşa Almanya’ya gitti. Orada müşterek
harpte, yüz binlerce Türk’ü müşterek maksat için ölüme gönderen eski bir Türk veziri
olarak dost ve müttefik bir Almanya bekliyordu. Bunu bulamadı. Almanya korkunç
bir ihtilâl içindeydi. Bir intikam kurşunu
onu Berlin’de yere serdi. Asıl acı taraf bu
değildir. O zamanki Alman adalet cihazı bu
cinayeti sahte bir rüyaya bağışladı ve ondan
sonrakilere tamamen kayıtsız kaldı.
İşte Almanya bugün Talât Paşa’nın mazlum
kemiklerine karşı gösterdiği saygı ile bu
eski borcunu ödüyor ve bir acı hâtıra bununla büsbütün tarihe karışıyor.”[40]
Tevfik Çavdar, Talat Paşa’nın cenazesi için
yapılan töreni şöyle betimlemektedir:
“Talât Paşa bu kere tabut içerisinde, nemli
ve yarı karanlık diyebileceğimiz bir Şubat
sabahı İstanbul’a geldi. Sandukayı taşıyan
vagon trenin en arkasındaydı. Gamalı haç
ve altın DR harşerinin işlendiği özel bir vagondu. Gazeteler vagon numarasını 105625
olarak bildirdiler. Karşılanışı askeri törenle
oldu. Yakın dostları, Vali, Belediye Başkanı, protokole dahil kişilerden bazıları,
eşi gardalar. Sirkeci garı onun defalarca
İstanbul’a gelişini görmüştür... (...) İşte tören başlıyor. Önde bando. Arkasında merasim kıtası, top arabası, onun üzerinde
sanduka... Onu çelenkler izliyor. En önde
Cumhurbaşkanı İnönü’nün çelengi. Hani
Bulgar barışının bağıtlandığı İstanbul konferansında askeri müşavir olarak çalışan
genç “Erkan-ı Harp” İsmet Bey vardı ya,
Cumhurbaşkanı İnönü o... Güzel, işte gençler gelmişler iktidara.
Çelenklerin arkasında gene kalabalık, aralarında dostlar ve resmi görevliler var. İçlerinde en uzun boylusu, silindir şapkasıyla
hepsinden ayrı olduğunu fark ettiriyor.
İstanbul’un valisi bu.[Dr.Lütfü Kırdar] “
Hüseyin Cahit Yalçın eski dostu için şunla
“Talât ... Memleketi kurtarmak için yapılabilecek bir şey kalmışsa onu temin çaresini
aramak maksadıyla vatandan uzaklaşmak
fedakârlığına katlanmak lüzumunu hissetti
ve gitti. Almanya’ya gitti. Sadakat ve vefa
beklemeye hakkı olduğu bu memlekette
ölüm buldu. Müttefik memleketin mahkemesi onun katilini alkışlarla serbest bıraktı.
Talât bu acıyı duymadı. Fakat onu biz hâlâ
duyuyoruz.
Bugün Talât Hürriyeti Ebediye tepesinde
vatan topraklarına defnedilecek. Orada
kendisi gibi temiz kanlarını yüksek kalplerini bu vatan uğrunda feda etmiş arkadaşlarını bulacaktır.” [41]
Mithat Cemal’in Talat paşa’ya övgüler düzen Şiiri de Cumhuriyet Gazetesinin birinci
sayfasında yayınlanmaktadır:
“Takriben adamlık sana yetmezdi, tamamdın;
Sen kütle-adam, millet-adam, bayrak
adamdın.
En sevdiğin insan senin en çıplak olandı,
Şanlar, senin ölçünle, palavraydı, yalandı
.....
Asla derişilmezdi vezir esbabı sende
Sen zorla büyüktün ne kadar istemesende!
En sonra eğildinse de kurşunla eğildin,
Altınlar akarken de züğürt ölmeyi bildin...”
[42]
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Talat Pasa'nın İstanbul'da düzenlenen cenaze töreni
1915 soykırımın baş sorumlularından biri
olan Talat Paşa’nın cenazesinin aradan 22
yıl geçtikten sonra Gamalı haçlı bir vagonla Türkiye’ye gönderilmesi ve görkemli bir
törenle karşılanması, aynı anda gayrı müslimleri ekonomik olarak çökertmeyi amaçlayan Varlık Vergisi uygulamasına başlanıyor olması, Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer
gayri müslimleri Almanya’dakine benzer
çalışma kamplarına doldurmaya çalışan
Türkiye’nin politik atmosferi hakkında yeterli bir fikir vermektedir. Bir anlamda Talat Paşa’nın cenazesi ile birlikte “soykırımcılık ruhu” da geri çağrılmış, kutsanmış;
Almanya’nın Rusya’yı teslim almasının an
meselesi olduğu düşünülerek bu “tarihi bir
fırsat”la 1. Dünya savaşında yarım kalındığına inanılan etnik temizlik tamamlanmak
istenmişti.
Talat Paşa'nın kemiklerinin yurda getirilmesi konusu da, sembolik olarak, hem 1.
dünya savaşında Alman ve Osmanlı İmparatorlukları arasındaki ittifaka gönderme
yapması hem de gayrı-müslim yerli halklara karşı yürütülmüş olan amansız etnik
tasfiye hareketini aklaması bakımından,
oldukça çarpıcı mesajlar içermektedir
Sonuç olarak
Üst düzey iki Emniyet Müdürünün, savaşın tam ortasında Almanya'ya yaptıkları
"mesleki tetkik" ziyaretinde bir toplama
kampında özel istekle incelemelerde bulunmasının nedeninin çok fazla tartışma
götürmediği kanısındayım.
Saraçoğlu hükümeti henüz Kasım 1942'de
özellikle gayrı-Müslim azınlıkları ekonomik hayattan tasfiye amacıyla çıkarılan
Varlık Vergisi kanunuyla, vergisini ödemeyenlerin Çalışma Kamplarına gönderilmesini öngören bir yasayı meclisten geçirmişti.
Almanya ve Almanya'nın işgali altındaki
ülkelerde "mesleki tetkiklerde bulunmak"
üzere gönderilen heyet Nazi toplama kampında incelemede bulunurken aynı anda
zaten Toplama kampı uygulamalarının
başlamıştı, kafilelerin sevk edilmekteydi,
Dolayısıyla ortada soyut bir düşünce ve ya
tasarım değil, yasal alt yapısı da oluşturulmuş somut bir uygulama bulunmaktadır.
Kamp ziyaretinin Müdürlerin o anda akıllarına gelen özel bir merak olmadığı; spontane biçimde gelişmediği; ziyaret yer ve tarihinin çok önceden programlanmış olduğu
belgelerden anlaşılmaktadır. Bu isteğin iki
ülkenin istihbarat birimleri, emniyet güçleri, dış işleri bakanlıkları ve hükümetleri
arasındaki yazışmalarla iletilmiş ve onaylanmış olduğu açıktır.
Toplama kampını ziyaretle görevlendirilen
Müdürlerin rast gele seçilmedikleri görülür: Korkut'un Emniyet Genel Müdürlüğünün Gayri-Müslim azınlık ve Yabancılarla
ilgili dairesinin Şefi'dir. Bu hem ziyaret
edilen hem de Türkiye'de faaliyete geçen
kamplarla ilgili "görev ve uzmanlık alanı"
olarak düşünüldüğünü gösterir. Keza İstanbul Emniyet Müdürlüğü mükelleflerin
toplandığı ve sevk edildiği merkez üssü
olarak kritik bir öneme sahiptir. Pepeyi'nin
Almanya ziyaretini izleyen aylarda Çalışma Kamplarının bulunduğu Erzurum'a Vali
olarak atanması da kamp uygulamasıyla
ilgili kendisine özel bir misyon yüklenmiş
olduğunu gösterir.
EKLER:
Çalışma kamplarını meşrulatırmaya dönük
propagandalar
Soz könusu belgelerde gezinin Talat
Paşa'nın kemiklerinin Türkiye'ye getirilmesiyle ilgili özel bir ayrıntı veya bilgi
bulunmamaktadır; fakat bu, gezinin Talat
Paşa konusuyla hiç bir alakası olmadığını
göstermez. Bu işlem neticede her iki ülkenin istihbarat ve güvenlik kuvvetlerinin işbirliğini gerektiren bir operasyon olduğuna
göre; cenazenin sevk edileceği kentin en
yüksek Emniyet görevlisinin bulunduğu bir
düzeyde görüşmelerin olması son derece
makuldür.
Öte yandan yaklaşık üç hafta boyunca yapılan ziyaretlerde polis ve istihbarat birimleri arasında daha pek çok konunun, ayrıntının görüşülmüş olduğuna; bilgi alış verişi
yapıldığına kuşku yoktur. Bunlar nelerdir?
Herhalde bütün bu soruların cevabı kamp
arşivinde hasbelkader ele geçen belgelerde
yer almaz.
Almanya ziyaretinde toplama kamplarına
"özel bir ilgi" gösterilmesinin, Nazi yönetimine ideolojik-siyasal yakınlık anlamında verilmiş güçlü bir mesaj olduğunu söylemek mümkündür. Bunun Almanya'nın
baskıları karşısında göstermelik bir girişim
olduğunu söyleyemeyiz; çünkü bu dönemdeki uygulama ile gerçekten de hedefteki
etnik gruplar ekonomik hayattan tamamen
tasfiye edilmiş; ülkede üçüncü sınıf vatandaş ve hedef halinde oldukları kendilerine
kuvvetli biçimde gösterilmiştir.
Uygulamanın fiziki anlamda daha uç boyutlara varmamasını, aynı tarihlerde
Almanya'nın ilerlemesinin durup, Rusya
karşısında gerilemeye başlaması ve savaş
rüzgarlarının Almanya aleyhine ters dönmeye başlamasıyla açıklamak daha makuldur.
Ne var ki Türkiye’nin yöneticileri ellerini
oğuşturarak bu planlarını uygulamaya koyarken, Almanların Stalingrad yenilgisi
kamp uygulamasının da sonunu getirdi. Savaşın kaderinin değiştiğini gören Kemalist
bürokrasi büyük bir U dönüşüyle bu politikaları rafa kaldırdı. 17 Eylül 1943'te toplanan TBMM borçları silmeye başladı. halen
borçlu olan mükellefler affedildi. O tarihten itibaren de Varlık Vergisi uygulamadan kalkmaya başladı. Aşkale’dekiler bir
bir evlerine dönüyorlardı. 15 Mart 1944'te
çıkan bir kanunla Varlık Vergisi tamamen
ortadan kalktı. Ama arkasında büyük bir
sosyal, ekonomik, psikolojik çöküntü bırakarak...
Sachsenhausen Toplama kampında ortaya
çıkan belgeler, Almanya ziyareti ile ilgili
kamuoyundaki algının büyük ölçüde isabetli olduğunu göstermektedir. Resmin Almanya kısmıyla ilgili belgeleri yerli yerine
oturmaktadır. Eğer Türk emniyet ve istihbarat birimlerinin, dış işlerinin döneme
ilişkin gizli yazışmaları incelemeye açılırsa
buradaki karanlık noktalar da aydınlanabilir.
AŞKALE’DE VARLIK VERGİSİ
MÜKELLEFELERİ ÇALIŞIYORLAR:
Mühendis - Aferin Bohoraçi, taşları güzel
istif etmişsin.
Bohor - Elbette paşa, İstanbul’da İstifçiydim!..
Karikatür mecmuası, 28 ikincikanun 1943,
No: 370
20 Ocak 1942’de Wansee’de Toplanan Konferansta Yahudi Sorununun Nihai Çözümü
hakkında alınan önlemler ve kararlar tutanağında tüm Avrupa'da hedefteki 11 milyon
Yahudi nüfusuna „Türkiye (Avrupa kısmı)
55.500 Yahudi de dahildi.[43]
Bu sırada Almanya, Ankara Büyükelçisi
Von Papen aracılığıyla 'Türkiye'deki dostlara' dağıtılmak üzere 5 milyon mark gönderdi. Bu para büyük ölçüde basın kuruluşlarına verildi. Kimi gazeteler için Alman
gemileri Hamburg'tan kâğıt taşımaya başlanmıştı. Yardım karşılığında açıkça Türk
basınının Alman yanlısı ve antisemitik bir
yayın anlayışını benimsemesi isteniyordu.
Sedat Simavi’nin sahibi olduğu Karikatür
mecmuasında Varlık Vergisi'nin gündemleştiği 1943 yılında yayımladığı karikatürlerde özellikle Yahudiler olmak üzere
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gayrı-müslim vatandaşlar vurguncu, karaborsacı olarak işlemiş; verginin ve çalışma
kamplarına gönderilmenin haklılığı anlatılmaya çalışılmıştı.
- Hükümet varlık vergisini vermek istemiyenleri bugünden itibaren yola götürüyormuş...
- Yola götürmüyor, yola getiriyor bayım!..
Karikatür mecmuası, 21 İkincikanun
[Ocak] 1943 No: 369
lı seyahat programına genel bakışı o zaman
nationalsozialitistichen Devlet Türkiye'nin
tarafsızlığını korumaya çok olduğu gerçeğini açıklar. Sachsenhausen toplama kampını ziyaret sırasında mükellef bir öğle yemeği ikram edildi.
(girişteki belgeye bakınız)
(Belgede Öğle yemeği menüsünü gösteren
yazının fotokopisi bulunuyor)
Berlin'e Varış
Necmi Rıza, Şaka, no.118 (4 Şubat 1943)
Türk heyetinin ziyareti Kamp müzesinde
Bugün Sachsenhausen Kampı müzesinde
"Müttefik ve tarafsız devletlerden ziyaretçiler" ana başlığı altında Türk heyetinin
ziyareti "Türk Güvenlik Şefleri; Haluk Pepeyi ve Selahattin Korkud" başlığıyla yer
almaktadır... Müzedeki tanıtım yazısında
Türk Polis Şeflerinin Toplama kampını
"özel istek"le ziyaret ettikleri ve Aşkale
Çalışma Kampı bağlantısını da vurgulanmaktadır.
"Toplama kampına inceleme (Özel İstek)"
(Bu başlığın yanında Rifat Bali Arşivin'den
alınan, Pepeyi ve Korkud'un Berlin'de karşılanışını gösteren İstanbul'da yayınlanan
Akşam Postası gazetesinin 12 Şubat Tarihli
gazete küpürü yer almaktadır.)
kadar İngiliz savaş esirlerinin kaldığı l.
Kampın doktoru olarak çalıştı.
3 Ocak 1942’de “Station Z” (Zyklon B gazının kullanıldığı ölüm odaları) bölümü inşa
ediliyor. Gaz odalarını idare eden ve Aynı
zamanda SS şefi olan kamp doktoru Baumkötter, Mengele’den gibi tutsaklar üzerinde zalimane tıbbi deneyler yapmakla ünlü
doktorlardan biri. Kampta ayakkabı üretimi yapılıyor ve ayrıca mahkumlar ayakkabıların sağlamlığının test edilmesi için her
gün 700 metrelik yürüyüş bandı üzerinde
uyumaksızın 40 km yürütülüyorlar. Mahkumlar üzerinde çeşitli uyuşturucu igneler
kullanılarak yapılan testler; Sarılık hastalığı bulaştırılarak denenmesi ya da 2. veya 3.
dereceden Fosfor yanıklarının test edilmesi
bu deneylerden sadece bazıları.
Berlin’de yapılan yargılamalarda, Baumkötter, Sovyet Askeri Mahkemesi tarafından zorunlu çalışma ve ömür boyu hapse
mahkum edildi. Baumkötter 1947'den Ocak
1956 tarihine kadar Sovyetlerdeki Gulag ve
Workuta çalışma kamplarında 10 yıl tutuklu kaldıktan sonra 1956 yılında affedilmeksizin Batı Almanya'ya iade edildi. 1962 yılında Münster Eyalet Mahkemesi hakkında
yeniden dava başlattı. Toplama kampındaki
tutukluların ölüm ve sakatlanmasına neden
olmaktan ötürü 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ancak Sovyetler Birliğindeki tutukluluk süreleri hesaplanarak tahliye edildi ve
daha sonra Batı Almanya’nın Iserlohn kenti
St. Elizabeths Hospital’da 20 yıldan fazla
doktorluk mesleğine devam etti. [44]
Haluk Pepeyi gezi sırasında İstanbul Polis
Şefiydi; Selahattin Korkud ise Ankarada
Emniyet Genel Müdürlüğünün Gayri-Müslüm ve Yabancılarla ilgili bölümünün başkanıydı. Korkut ve Pepeyi seyahatlerinden
kısa bir süre önce 1000 Yahudi'nin Aşkale'deki çalışma kamplarına gönderilmesinden kısmen sorumluydular.
Dr. Heinz Baumkötter (1912-2001)
Devlet Güvenlik Merkez Ofisi (RSHA) nin
Himmler'e 7 Ocak 1943 tarihli telgrafı.
(Çıktı) Federal Arşiv, Berlin
Türk gizli servisi ve Türk polisinin iki
önemli temsilcisi için gezi programı.
Viyana'dan başlayan gezi Prag üzerinden
Berlin, Lahey, Bordo, Krakov ve Kırım'dan
Bükreş'e, "özel istek üzerine" Sachsenhausen Toplama kampına yapıldı. Gezinin son
bölümü için bir uçak tahsis edildi. Kapsam-
Dr. Heinz Baumkötter, 1935 yılından itibaren SS-Birliklerinde görev aldı. Önce
Balkan bölgesindeki askeri birliklerde
Mauthausen, Natzweiler ve Wewelsburg
gibi toplama kamplarında tabiplik yaptı.
Ağustos 1942'den itibaren Sachsenhausen
toplama kampının Şefdokturu oldu. 1 Ocak
1943'den, kampın SS'ler tarafından "ölüm
yolculuğu" ile tahliye edildiği 1945 yılına
Devlet Güvenlik Ana Merkezi Haber-Ulaştırma Yıldırım RSHA AMT ROEM. 6 No
355 7.1.43. 1933=WE=SS Reichsfuhrer ve
Alman Polis Teşkilatı Başkanı’na
Berlin RFSS (Reichsfuhrer-SS) Kurmay
Karargahı vasıtasıyla
Gizli
Konu: Türk İstihbarat Teşkilatı’ndan veya
Türk polisinden iki görevlinin Almanya’ya
ve işgal altındaki bölgelere yapacağı gezi.
Türk İstihbarat Teşkilatı’nın veya Türk
polisinin ileri gelen iki temsilcisinin ziya-
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
reti ile ilgili son raporuma istinaden, SS
Reichsführer’in talimatı uyarınca bazı kısımları değiştirilmiş olan ziyaret programını onaylanması ricasıyla aşağıda bildiriyorum:
14 Ocak. Akşam Viyana’ya varış. İstasyonda gayri resmi karşılama, gayri resmi yemek, opera.
15 Ocak. Viyana’da üst düzey SS ve siyasi
yöneticiler veya Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı yönetimi tarafından kabul.
Emniyet Müdürü’nü ziyaret ve Emniyet
Müdürlüğü’nün bazı bölümlerinin gezilmesi. Üst düzey SS ve siyasi yöneticilerle öğle
yemeği. Şehrin gezilmesi.
16 Ocak. Bruenn’deki silah fabrikası ile
Bruenn yakınında Gurein’deki takım
tezgâhları fabrikasının gezilmesi.
17 Ocak. Otomobille Prag’a gidiş. Protektora Başkan Yardımcısı, Grup Komutanı ve
aynı zamanda Polis Şefi Daluege tarafından
kabul. Emniyet Teşkilatı Komutanı ile akşam yemeği.
18 Ocak. Prag’ın gezilmesi. Otomobille
Pilsen’e gidiş. Skoda fabrikalarının gezilmesi.
19 Ocak. Berlin. İstasyonda SS Staf. Schellenberg tarafından karşılama. Wannsee
Konukevi’nde SS Staf. Schellenberg tarafından resepsiyon verilmesi. Potsdam.
20 Ocak. Kriminal Polis Müdürlüğü’nün
gezilmesi. SS Grup Şefi Nebe tarafından
kabul. Emniyet Teşkilatına ait idareci okulunu ziyaret. Oradaki orduevinde akşam
yemeği.
21 Ocak. Yemek. Krupp fabrikalarının gezilmesi.
22 Ocak. Lahey. Üst düzey SS ve siyasi idareciler veya Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat
Teşkilatı yöneticileri tarafından kabul.
23 Ocak. Araba ile Antwerp’ten Brüksel’e
gidiş.
24 Ocak. Paris. Şehrin gezilmesi. Üst düzey
SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul,
kahvaltı. Emniyet Teşkilatı yöneticileri ile
akşam yemeği.
25 Ocak. Paris’te tatil günü.
26 Ocak. Bordo’da şehir, liman ve sahil tesislerinin gezilmesi.
27 Ocak. Otomobille Kuzey Fransa’ya gidiş.
28 Ocak. Paris’te veda ziyaretleri.
29 Ocak. Mannheim-Ludwigshafen’deki
J.G.Farbenindustrie’ye ait fabrikaların gezilmesi.
30 Ocak. Berlin. Reichstag’ın oturumuna
katılma.
silci göndermeyi düşünmediğini belirtirim.
Silah fabrikalarının gezilmesi için
Alman Başkomutanlığı’ndan izin aldım.
RSHA AMT ROEM.6 Adına
imza Schellenberg, SS Staf.
31 Ocak. Rostock’ta Heinkel fabrikalarını
ziyaret.
1 Şubat. Sachsenhausen Temerküz Kampı’nın gezilmesi (özel istek).
2 Şubat. SS Grup Şefi Kaltenbrunner tarafından kabul. Muhafız Alayı tesislerinin gezilmesi. Orduevinde SS Grup Şefi
Juettner ile öğle yemeği. Akşam Wannsee
Konukevi’nde Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı’nın başkanlığında
büyük veda ziyareti.
3 Şubat. Uçakla (buradan itibaren uçak
kullanılması gerekiyor) Posen’e gidiş. Üst
düzey SS ve polis şefleri tarafından kabul.
Yerleşim yeri ve inşaat uygulamaları vs.’nin
görülmesi. Öğleden sonra uçakla Krakov’a
gidiş. Akşam Krakov’daki üst düzey SS ve
siyasi yöneticiler tarafından kabul.
4 Şubat. Krakov’un gezilmesi. Uçakla
Kiev’e gidiş. Kiev’deki üst düzey SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul ve birlikte
yemek yenilmesi.
5 Şubat. Kiev ve çevresinin gezilmesi. Emniyet Teşkilatı ve İstihbarat Teşkilatı yöneticisi tarafından kabul.
6 Şubat. Uçakla Kiev’den Kırım’a gidilmesi, yolda Saporoşye veya gezilmesi uygun
başka bir yerde mola verilmesi. Kırım’daki
SS ve siyasi yöneticiler tarafından kabul.
7 Şubat. Otomobille Kırım’ın güney sahiline gidiş.
8 Şubat. Uçakla Kırım’dan Bükreş ve
Sofya’ya gidiş. Refakat eden Almanların
vedalaşması ve gezinin resmi olarak sona
erdirilmesi.
Bu program çerçevesinde, gezi sırasında
daha başka neler yapılacağı belirtilmemiştir.
SS Grup Komutanı Daluege ve ilgili üst
düzey SS ve siyasi yöneticilere doğrudan
buradan haber verilip verilmemesi hususunda kararınızı ve ayrıca bir uçağın tahsis
edilmesi için talimatınızı beklediğimizi de
arz ederim.
Hariciye Vekâleti Daire D2’nin bildirdiğine
göre, Hariciye Vekili’nin geziyi ve programı onayladığını, ancak vekâletten bir tem-
DİPNOTLAR
[34] Mihal Vasilyadis ile 3 Eylül 1998 tarihli görüşme; Akt: Rıfat N. Bali, "İstanbul
Emniyet Müdürü Nihat Halûk Pepeyi’nin
Almanya gezisi-2 Sachsenhausen temerküz
kampı’nın Türk ziyaretçileri", Toplumsal
Tarih, S:151, Temmuz 2006, s.43
[35] Cilda Kamhi ile 3 Şubat 2003 tarihli
görüşme: Akt: Rıfat N. Bali, Yagy.s.43
[36] Azmi Nihad Erman, “Hitler’in Sütlüce’deki Yahudi Fırını”, Yıllar Boyu Tarih,
Aralık 1978, S. 9, s. 21-23., Akt: Rıfat N.
Bali, Yagy.s.43
[37] Rıfat N. Bali, "Tabutluklar, Sansaryan
Han ve İki Emniyet Müdürü", Libra Kitap,
2011 İstanbul
[38] “Talât Paşanın kemikleri 15 şubatta
memleketimize getirilmiş olacak”, Haber
Akşam Postası, 8 Şubat 1943. Akt; Rıfat N.
Bali, Yagy.
[39] Ayın Tarihi, Ankara, Şubat 1943, s.15;
[40] Orhon Seyfi [Orhon], “Talât Paşa’nın
kemikleri”, Çınaraltı, 6 Şubat 1943, S.76;
Aktaran: Tevfik Çavdar, agy
[41] H.Cahit Yalçın, “Talat Paşanın Cenazesinin Getirilmesi”, Yeni Sabah, 25 Şubat
1943
Yunus Nadi Abalıoğlu, “Talat Paşa Türk
Vatanının Kucağında” Cumhuriyet, 26 Şubat 1943
[42] Mithat Cemal [Kuntay], Cumhuriyet,
25 Şubat 1943
[43] Wansee Konferansı Toplantı Tutanağı
(20 Ocak 1942)
[44] (Fotograf: Sanık Hans Heidrich Friedrich Baumkoetter (sağda) Berlin'de Sachsenhausen toplama kampı savaş suçları davasının duruşmasında görülüyor. Kaynak:
USHMM -United States Holocaust Memorial Museum (ABD Holokost Anma Müzesi), courtesy of Central Archive of the Federal Security Service, Oct 23, 1947 - Nov 1,
1947, [Photograph #33629 - #33872]
Bu yazı 10 Mart 2012 Tarihinde Agos'ta yayınlanmıştır
Kaynak: http://www.agos.com.tr
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
OBAMA AKP:
ROBOSKİ
Her ku cîhan dizîvire , civakê jî
dikemilîne. Pêwendiyên xweza û
jîndaran di feraseta mirov de ji her
demî bêhtir wek pêdiviyek jiyanane
cih digire. Mirovên ku bi navê olê,
ji ola xwe derketine û digel tu olî
nedipejirînin xwe wek pêşkêşên ol û
baweriyên pîroz didin nîşandan, di
vê heyamê de ji pêdiviyên guherîna
civakê ve tên hejandin, pergala wan a
dermirovî tê hilweşandin, tê têkbirin.
Wisa ku di tu demî de nehatiye dîtin
û jiyandin, ew jî mecbûrî guherînê
dibin. Guherîn, wek bayê azadiyê,
bayê vejîna jiyana nuh; jiyana azad, bi
vîna azad, ji bo mirovahiyê tê xuluqandin. Bayê guherînê, arastekirina
rasteqîniyê ye ji bo hemû kesî. Ew
kes, mecbûrî lêpirsîna pergala xwe
bi xwe dibin. Her wiha hemû durûtî
û minafiqiyên nava pergala zilmê ya
gemar derdikevin holê. Tu qirêjî veşarî
namîne êdî. Lewre, afîrandina feraseta dîrokî ya lêpirsînker, dîsa li qada
afîrandina jiyanê, wek rojê bilind dibe
û mirovahiyê ronî dike. Digel hemû
astengiyan ev ronîkirin her geş dibe û
reşahiyên, gemariyên wek astengdar
dikevin ber, tavilê dihelîne; ronî dike
û zelal dike. Dema ku zelaliya mezin
pêş dikeve, hêzên desthilatdar, ketiyên
desthilatdariyê, dikevin tirs û xofa
wendakirina desthilatdariya xwe ya
gemar û bêdad û zilimkar.
Dîroka mirovahiyê, bi vî rengê naveroka xwe her dubare kiribe jî, di
vê dema me de mirovahî bi awayek
cuda êdî tê ronîkirin. Pirsgirêkên
mirovahiyê, bi naveroka afîrandina
jiyanê ji nuh ve tê çareserkirin. Lewre
ne rastlêhatin e ku warê mirovahî
lê xuluqiye, dibe warê çareserkirina
hemû mirovahiyê. Êdî mirovahiyek
nuh diafire û hemû cîhanî vê yekê
têgihîje.
Bayê demokrasî û azadiyê ji
Kurdistanê bilind dibe lê hêzên tarî
yên cîhanî jî bi hevkarî di nava tevgera astengkirinê de ne. Wek hêza herî
azadîxwaz ya dîrokê Tevgera Azadiyê
ya Kurdistanê ku dikeve merhaleya
pêşkêşiya azadiyê ya navnetewayî,
hêzên navneteweyî jî li hember civaka
Kurd, dijminantiya xwe ya hevbeş
diyar kirin. Di hevdîtinekî de diyarki-
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
rina dijminantiya hevbeş, bala siyaseta
cîhanê kişandibû. Lewre hêzên lîberal
hîna li benda nermkirina pêvajoyê
bûn. Ev diyarkirina dijminantiya hevbeş, ji bo hin kes û hêzan wek surprîz
hate nirxandin. Lê pêvajoya pey, her
di wê merhaleyê de berbiçav bû. Ji
wê daxuyaniyê şûnde, di nêzkayiyên
birêveberiya Amerîka û AKP’yê de,
israrkirina di warê şer û pevçûnan de
derkete pêş. Daxuyaniya dijminantiya
hevbeş a dijberî Kurdan, hevparebûn
û diyarkirina konseptek navdewletî ya
li hember gelê Kurd diyar dikir. Û vê
yekê jî bi rihekî têkçûyî, ceribandin bi
hemû tundiya xwe.
Û pêvajo li ser hîmê şerxwaziyê
meşiya. Hetanî Roboskiyê, qirkirinên
din jî pêkhatin ku di dîroka gelê Kurd
de ewê cihekî girîng bigire. Roboskî;
şanenavkirina hevkariya Obama û
Erdoxan eşkere dike. Lê a balkêş ew e
tevî ku Amerîka li xwe mikur hat jî, li
Turkiyeyê berpirsiyarên vê qirkirinê,
helwesta înkarkirinê dertînin pêş.
Ji xwe bi rastî di Turkiyeyê de, di
ht
//t
t p:
ev
yi
ny a
nl
.c o
i
r
a
m
derheqê civaka Kurd de ji înkarkirinê
pêştir tu nêzîkayî nehatiye nişandan,
hê jî ev yek berdewam dike.
Ji ber înkarkirina kurdayetiyê
pirsgirêka heyî girantir bû, kûrtir bû.
Li hember vê rastiyê asta têkoşîna
azadiyê ya civaka Kurd, Amerîka
mecbûrî lixwemikurhatinê dike. Lê
Kurd êdî bi gotinên vala û xapînok,
naxapin. Ku emel li gor gotinê nîn be,
tew lê nanihêrin, dizanin ku derew e,
amûrê xapandinê ye.
Ji ber ku di çavê Kurdan de îmaja
xwe “xira neke!” Amerîka, pêwîstî
bi lixwemikurhatinê dît. Hevkariya
xwe ya di qirkirina Roboskiyê de anî
ziman. Lê ev qasî ji xwe hemû kesî
dizanibû, Ev ne bes e Amerîka! Ma
kî nizane ku ev balefirên bê mirov
hemû jî yên kê ne? Li xwe mikurhatina vê qirkirinê bi vî qasî pir kêm e,
nabe nabe!.. Heke ev gotin hinek ji dil
hatibe gotin, lazim e bi dîtin û girtina
sûcdaran were temamkirin. Girtin
û darizandin û cezakirina sûcdarên
Qirkirina Roboskî, ji aliyê hêzên
navnetewî de divê bê kirin. Ji bo vê
yekê lijneyek lêpirsînê ya navneteweyî
dikare bê avakirin û sûcdar her kî be;
wezîr be jî, serfendar be jî, serokwezîr
be jî, serokomar be jî divê vî hesabî
bîdin; di dadgehek navneteweyî de
werin darizandin û werin cezakirin.
Lijneya Dadê ya Laheyê divê ji bo
vê qirkirinê têkeve nava tevgerekî
dîrokî. Bêguman ji bo vê yekê lazim e
Amerîka, sûcên xwe ji dil bipejirîne,
sûcdarên xwe pêşî kivş bike, wan
bidadrizîne. Heke di derheqê civaka Kurd de Amerîka bi xwe re rû
bi rû bibe, ewê gelek pirsgirêkên
navneteweyî jî bikaribin bikevin
riya çareseriyek demokratîk. Lewre
Amerîka jî mecbûrî hilbijartinek bi vî
rengî dibe. Riyên din ango; înkariya
mafên gelan, tundiya leşkeri, kesên
dijberên xwe weke terorîst binavkirin, ji êdî pêde tu tiştekî bi Amerîka
nade karkirin. Êdî mecbur dibe ji xwe
bipirse; “Gelo ma bi rastî jî kî terorîst
e?!..” Di nava têkiliyên demokratîk û
hevkariyên zelal û rêzdar de Amerîka
bêhtir dikare kar bike. Ev yek jî li ser
hîmê rûbirûbûna qirkirina Roboskî,
veguherîna mirovane, dadyane,
demokratîkxwaz heke pêk werîne,
pêkan e ji bo Amerîka, heke na,
mercên cîhanî ji bo pergala Amerîka
her ku diçe teng dibin û Amerîka,
ne di wê bîrê de be jî mecbûrî
veguherînên radîkal dibe.
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSİM 38'İN 1915'LE KOPMAZ
BAĞLARI – 1
Hovsep Hayreni
Not: Değerli okurlar,
Bu makale geçtiğimiz 24 Nisan'da sunduğum “1915'in Denek Taşında Türk ve Kürt Siyaseti (1. ve 2. Bölüm)”
başlıklı uzun yazının içinde bir alt başlıktı. Yazının bütünü Nisan sonu ve Mayıs başlarında Gelawej, Jarudiyar,
Hyetert ve daha başka bazı internet sayfalarında yayınlanmıştı. İsteyenler ilgili sitelerin arşivlerinde bulup okuyabilir.
Kızılbaş Dergisinin sayfalarına bütününü yansıtmak çok uzun sürecek ve bazı yönleriyle güncelliğini yitirecekti.
Bu nedenle Kızılbaş için yazıdan en önemli gördüğüm tek bir başlığı ayırarak bağımsız bir makale şeklinde sunuyorum.
Ki bu da yer darlığından dolayı iki bölüm olacak.
1915'in Dersim 38'e göre daha fazla
çekince yaratma durumunu irdelerken
ikisi arasındaki farklılıklardan hareket
ettik. Burada ise daha çok benzerlik,
ortaklık ve bağıntılarından yola çıkarak iki soykırım arasındaki devamlılığa dikkat çekmek istiyorum.
1937-38 imhası, 1915'in oldukça sınırlı
bir alanda, fakat çapına göre muazzam
yoğunlukta ve yine düşmanca bakılan
dinsel, etnik, kültürel çeşitliliğe sahip
halk grupları üzerindeki tekrarıdır. Ermenilerin tehcir ve kırımı için uydurulan “ihanet, isyan, düşmanla işbirliği”
suçlamalarına benzer şekilde, Dersim
Kızılbaş Zaza-Kürt ve Ermenilerinin
imhasında da asılsız bir “isyan” imajı
çizilmiş, halkın bölük-pörçük meşru
savunma niteliğindeki direnişi buna
kanıt gösterilmeye çalışılmıştır. Ermeni sorununda özerklik taleplerinden
ve reform dayatmalarından kurtulma
arayışının topyekün imha seçeneğini
teşvik eden bir faktör olması gibi, Dersim sorununda da Osmanlı'dan beri gelen bölge halkının fiili özerkliğine son
verme arzusu önemli rol oynamıştır.
1915'de aydınlar ve ileri gelen şahsiyetlerin ilk elden tutuklanması gibi
Dersim'de de seyidler ve aşiret liderlerinin tutuklanmasına önem verilmiş,
yine her ikisinde öncelikle silah toplama ihmal edilmemiş, böylece büyük
imha sırasında halkın başsız ve direniş
gücünden yoksun olması hedeflenmiştir.
Bu benzerlikler bir yana, Dersim uygulamasındaki pek çok şey doğrudan
1915'in tecrübeleriyle hayata geçirilmiştir. İnsanları toplayıp ölüme götürmenin tuzak yöntemlerinden tutalım, işlenen cinayetlerin biçimlerine
ve kurbanların trajik öykülerine kadar
yığınla benzerlik görülür. Dersim'in
kayıp kızları ve kaderleri de 1915'te
Ermeni kızlarının başına getirilenlerin
küçük çaplı bir tekrarıdır. Benzerlik
birbiriyle bağıntısız olgular arasında
da görülebilir. Burada ise sıkı sıkıya
bir bağıntı var. Anlamak için biraz yakından bakalım:
Fırat'ın iki büyük kolları arasında yer
alan Dersim, 1915 Ermeni kırımlarının
yoğun yaşandığı kazalar ve kanlı sürgün yollarıyla çevrilidir. Hemen kuzey
sınırında Kemah Boğazı büyük sürgün
kafilelerinin boğazlandığı bir yer olarak
ünlenmiştir. Erzurum, Bayburt, Erzincan taraflarından getirilen Ermenilerin
25 bini burada kırılır. Fırat nehri Egin,
Arapgir, Çemişgezek, Keban-Maden
kırımlarını da yüklenerek aylar boyu
aşağılara ceset taşır. Dersim'in doğu
hatlarında Kiğı'dan Palu'ya, güney hatlarında Çarsancak ve Çemişgezek'ten
Harput'a uzanan sürgün yolları aynı
şekilde kanlıdır. Murat nehri üzerinde
Palu'nun sekiz gözlü tarihi taş köprüsü
devasa bir mezbaha gibi işletilir. Kiğı
ve Oxu'dan getirilen sürgünlerle birlikte 10 bin kişi de burada kesilmiştir.
Harput'ta Dzovk (Gölcük) gölü ve bir
çok yer benzer katliamlara sahne olur
ve burası da “mezbaha vilayet” olarak
ünlenir. Devletin elinin erişebildiği
ölçüde Dersim içlerinden de tehcire
çıkarılan ve kırılanlar olur. Gelen felaketin büyüklüğü önceden kestirilemediği için Ermeni halkı gafil avlandığı gibi, Dersimli Kızılbaş dostları da
tehcir sırasında onlara sahip çıkmada
çekimser kalırlar. Hatırlatmakta yarar
var ki, Taşnak ve Hınçak partilerinin
örgütlü olduğu ve özsavunma hazırlıklarının azçok görüldüğü yerlerdeki
Ermeni halkının direniş potansiyeli
de genellikle harekete geçirilememiştir. Örneğin Dersim'e yakın Palu'nun
Havav (Habab) köyü devletin direniş
beklediği yerlerden biri iken şaşılacak
şekilde pasifize olur. Bunda tehcir planının çok sinsi uygulanmasının rolü
büyüktür. Dersim'e yakın diğer yörelerde bir tek Kıği'nin Xups (Hupus)
köyü ve kısmen de Kemah'ın AşağıYukarı Pakariç (Pekeriç) köyleri silahlı
direniş gösterebilmiştir. Yedi gün boyunca köy etrafında mevzilenerek çatışan Xupsluların önemli bir bölümünün Dersim'den göçle gelmiş Miraklı
aileler olması dikkat çekicidir. Pakariç
ise daha sonra Berlin'de Talat Paşa'yı
cezalandıran Soğomon Teyleryan'ın
köyüdür. Ama Dersim-Çarsancak köylerinde tek tek dağa çıkma örnekleri
dışında tehcire karşı direniş olmamıştır. Buna karşılık tehciri takip eden
aylarda Dersim kaçakların sığınağı
haline gelir.
Dersimlilerin büyük çoğunluğu Birinci Dünya savaşında Osmanlı ordusuna
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
asker vermeyip Türk-Rus çatışmasında
tarafsız davranmayı ve ancak kendi
sınırlarını korumaya yönelik tedbirler
almayı benimser. Bunun istisnası olarak, bölgenin daha çok kuzey-doğu
hatlarında devlete milis vermekten Ermeni kırımına katılmaya kadar olumsuz rol oynayan aşiretler de vardır. Gül
Ağa komutasında Osmanlı ordusuna
yedeklenen Balaban aşireti, keza Çarekan, Şavalan, Kureşan, Hormek, Lolan
gibi bazıları kısmen de olsa bu kapsamda anılabilir. Erzincan-Tercan arasındaki Balaban yöresi ile Pülümür ve
Kiğı'nın büyük Ermeni köylerine yönelik katliamlarda devletin resmi güçleri yanında bunlardan yararlanıldığı
anlatılır. Ama, o taraflardan kaçma imkanı bulan Ermeniler dahi Dersim'in iç
bölümlerine güvenli bir liman gözüyle
bakarlar.
Özellikle geçişi kolay olan güney bölümlerinden Dersim'e firar olayı, para
karşılığında kılavuzluk yapanların
da olmasıyla kitlesel bir hal alır. Batı
Dersim'de Ermenilere sahip çıkmasıyla tanınan etkili kişilerin başında Koçan aşireti lideri İdare İbrahim gelir.
Harput, Arapkir, Egin ve Çemişgezek
üzerinden bölgeye giriş yapan göçmenler Hozat ve Ovacık köylerine dağılır. Koçan, Şemkan, Karabalan, Ferhadan, Abbasan, Maksudan, Beytan,
Kerikan ve daha başka onlarca aşiretin
önde gelenleri ve halk yardımcı olur.
Duruma göre ikili davranmış olan Diyab Ağa'nın bile önemli sayıda Ermenileri kendi köyünde sakladığı bilinen
bir gerçektir. Güney-doğu Dersim sınırlarında Peri suyunun iki yakasına
yayılmış Hizol (İzol) aşiretine bağlı
onlarca köy Palu ve Oxu taraflarından
perişan halde kaçan Ermenilere kucak
açar. Bu mıntıkada sadece Gollanlı
Aziz Ağa'nın himayesinde 250 Ermeni
bulunduğuna tanıklık edenler var. Çarsancak ve Mazgirt üzerinden bir kısmı
iç bölgelere geçerek Xıran, Alan, Yusufan, Haydaran, Demenan, Kureşan
aşiretlerine ait köylerde barınma imkanı bulurlar.
Bahsedilen dönem Dersim'de büyük
bir devrimci kabarış yaşanır. Ermenilerin başına getirileni gören Dersimli
Kızılbaşlar kendi gelecekleri için de
endişelidir. Savaşın başından beri bekle gör pozisyonunda kalan Dersimlilerin önemli bir bölümü yaklaşan Rus
ordusuyla ittifak ihtimalini de gözete-
rek kendi bölgelerinde kontrolü ele geçirmek üzere silahlı bir kalkışma içine
girer. Dersimli Miraklar ve sığınmacı
Ermenilerden de katılanlar olur. Mart
1916'dan başlayarak Doğu kesimindeki bir dizi aşiret Mazgirt, Kızılkilise,
Pah, Pertek, Peri merkezlerine saldırıp
hükümet binalarını ve cephanelikleri
ele geçirir. Batıda ise bir kısım aşiret
güçleri Hozat'ı kuşatır. Yatıştırma yöntemleriyle sonuç alamayan İttihatçılar
Miralay Deli Şevket kumandasında
Harput'tan Dersim'e büyük bir askeri
taarruz başlatırlar. Onlarca aşiretin direniş güçleri çarpışarak Xuti Dere ve
benzeri dağlık alanlara çekilir. Dersimlilerin güçlerini toparlayıp ayaklanmayı sürdürmelerinden çekinen İttihatçı liderler gaddarlığıyla nam salan
Deli Şevket Paşa'yı geri çeker ve tekrar sahte vaatlerle avutma taktiklerini
devreye sokarlar. 1916 yazında Ruslar
Erzincan'ı alınca Ermeni sığınmacıların Mercan dağlarından oraya aktarılma yolu açılır. Aynı zamanda Rus
ve Ermeni komutanları ile Dersim ve
Koçgiri Kızılbaş Kürt liderleri arasında görüşmeler olur. Bütün bunlar Türk
yetkililerin istihbarat raporlarına girmekte gecikmez.
Tehcir mağduru Ermenilere bireysel
planda sahip çıkma örnekleri ülkenin
dört bir yanından gösterilebilir. Ender
bazı yerlerde aşiret veya sülale halinde, bir ağanın yada beyin ağırlığını
koymasıyla koruyucu davrananlar da
olmuştur. Ama bölge olarak kapsamlı
korumanın yegâne örneğini verebilen
Dersim’dir. İç Dersim’in yarı-bağımsız
konumu bunun için elverişli bir zemin
oluştururken, Kızılbaş-Zaza-Kürt aşiretlerin Ermenilerle görece iyi olan
ilişkileri ve mazlumu kayırmaya yatkın hümanist özellikleri çekim merkezi
olmasını sağlar. Sığınan Ermeniler bir
yıl kadar güvendikleri aşiretler arasında korunur, sonra çokları halkın yardımıyla Rus denetimindeki Erzincan’a
geçer ve Rusların savaştan çekilmesini
takiben Ermeni gönüllü birlikleri eşliğinde Kaf kas bölgesine ulaşırlar. Bu
şekilde kırımdan kurtulan Ermenilerin
sayısı hakkında değişik tahminler yapılıyor. 30-40 bine varan tahminlerin
abartılı olduğunu düşünebiliriz, çünkü
yakın çevrelerden o kadar Ermeni nüfusun tehcirden kaçabilmiş olması pek
mümkün değil. Ama bir kısım Dersimli Ermenilerle beraber 10 bin civarında
sığınmacının Kürt aşiretleri arasında
korunma bulduğunu söyleyen tanıklara inanmak gerekir. Bunu devletin
Dersim raporları da doğruluyor.
1918 yılında 2. Kolordu Komutanı olarak Kâzım Karabekir'in hazırladığı
Doğu Bölgesi Raporu'nda Dersim'in
bütün önemli aşiret reisleri hakkında fişleme notları yer alır. Çok büyük
bölümü devlet için güvenilmez sayılırken en fazla suçlama konusu yapılan fiil 1915'deki “Ermeni kaçakçılığı”
olmuştur. Ermenilerin korunması ve
Erzincan'a aşırılmasındaki rolünden
uzunca söz edilen İdare İbrahim Ağa
için sonunda şöyle fetva verilmiş: “Acımaksızın katli farz olan batı Dersim'in
en hain, en şerir ve en şahsiyetsiz bir
şakisidir” (Bkz: Faik Bulut, Dersim
Raporları, s. 217). Raporda onlarca aşiretin bir dizi liderleri tehcirden kaçan
Ermenilere yardımcı olmalarından dolayı suçlanmış ve fişlenmiştir. Raporun
saydığı aşiret ve şahıs isimleri 1915'e
tanıklık eden Ermenice kaynaklardaki
isimlerle önemli ölçüde çakışıyor. Bu
durum devletin sığınmacı Ermenileri Dersim içinden teslim alamadığı
1915-16 yıllarında yoğun bir istihbarat
yaptığını gösteriyor. Hozat Mutasarrıfı Dersim aşiretlerinden “içlerindeki
10 bin Ermeniyi teslim etmelerini” iki
defa yazılı olarak talep eder, Kormışka
köyünde toplanan Batı Dersimli liderler bu çağrıları diplomatik dille olumsuz yanıtlayıp Ermenileri saklamakta
kararlı davranırlar. Sonraki gelişmelerden anlıyoruz ki, devlet bunu ilerde
hesaplaşmak üzere bir kenara yazmıştır.
(Devam edecek)
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni Soykırımı’nda Alman rolü
Yazıma bir duyuru ile başlayayım.
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi, bizleri İstanbul’daki Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinin Çankırı’ya
ve Ayaş’a doğru bir ölüm yolculuğuna
çıkarıldığı o meşum günün 97. yıldönümü olan 24 Nisan 2012 günü saat
19:15’te Taksim’e davet ediyor. O gün
orada olacağım. Bugün de, “Özür literatüründe Almanya ve Japonya örneği”
(Taraf, 27.112012) başlıklı yazımda söz
verdiğim gibi, 1915-1917 arasında tehcir adı altında yapılan soykırımda Alman uzmanların rolünü ele alacağım.
Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan 1878 Berlin Antlaşması’nın 61.
maddesi uyarınca Doğu Anadolu’da
Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı altı
vilayette yapılması gereken Ermeni
Islahatları’nın bir türlü yapılmaması
üzerine ortaya çıkan gerilim sonucu
1894 yılında, Doğu Anadolu’da başlayan, ardından Orta Anadolu ve Karadeniz bölgesine yayılan ve 26 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası Baskını
ve onu izleyen katliamların ardından
1909’a kadar sönümlenen toplumlararası çatışmalarda, bazı kaynaklara göre
80 bin, bazı kaynaklara göre 200 bin
Ermeni hayatını kaybetmişti.
Bu olaylar yüzünden Avrupalı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu
izole etmesinden korkulduğu günlerde, Ortadoğu’da Alman hegemonyası ile ilgili gizli emelleri olan Kayzer
II. Wilhelm, dönemin padişahı II.
Abdülhamid’e imzalı bir aile fotoğrafını yaş günü hediyesi olarak gönderdi.
Abdülhamid bu hediyeye çok sevinmiş,
Kayzer’e tekrar tekrar teşekkür etmişti. 1897 yılında, Kayzer’in tavsiyesiyle
İstanbul’a gelen ve Osmanlı ordusunu
yeniden örgütleyen Goltz Paşa’nın hazırladığı planlar sayesinde Yunan ordusu bozguna uğratılınca, Abdülhamid
Kayzer’i İstanbul’a davet etti.
Kayzer’in 7.11.2010 tarihinde bu sayfalarda ayrıntılarıyla anlattığım 1898
tarihli Doğu Seyahati sırasında Milliyetçi liberal Alman gazetesi Badische
Landeszeitung, Abdülhamid’i kastederek “Elleri Ermeni kanına bulanmış
bir adamın elini Kayzer nasıl sıkacak?
Bu gezide yatın kömür masraflarını
ayşe hür
haşmetmeab kendi tahsisatından mı,
yoksa devlet kasasından mı ödüyor?”
diye sert bir eleştiride bulunmuştu.
Resmî ideolojiyi savunan Germania bu
yazıya “Budala şaşkın liberallerin zırvası” diye cevap verirken, liberal gazete Constanzer Zeitung “Ermenilerin
kendileri suçlu. Abdülhamid olmasa
Türkiye ayakta duramaz. Abdülhamid akıllı bir diplomattır. Sınırları dışında bile halife olarak hürmet görür,
İmparator’un böyle bir Sultan’a misafir
olması önemli olaydır” diye cevap vermişti.
Sosyalist ve komünistlerin tavrı
Bu polemiklerin arkaplanında Bernstein ve Kautsky’nin liderliğini yaptığı
Revizyonist Sosyalist Parti ile komünist Liebknecht’in başını çektiği Spartakistlerin çatışması vardı. İlginç biçimde, Revizyonistler Abdülhamid’in
Ermeni
politikalarını
eleştirirken, Spartakistler 1853-1856 Kırım
Savaşı’ndan beri, Çarlık Rusya’sına
karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklemeyi doğru bulan Karl Marx ve
Friedrich Engels’in politikalarını izliyorlardı. Liebknecht’in yoldaşlarına
göre Balkanlar ve İstanbul’da Çar’ı
görmektense Sultan’ı görmek evlaydı.
Kayzer de böyle düşünüyor olmalıydı
ki, Almanlar Birinci Dünya Savaşı’na
girerken, Osmanlı İmparatorluğu’nu
İtilaf Devletleri’nin eline bırakmamak
için kesenin ağzını açmışlardı. (1914’te
Almanya ile kol kola nasıl Cihan
Harbi’ne girdiğimizin hikâyesini de
18.9.2011’de bu sayfalarda anlattığımdan hızla devam ediyorum.)
Önce Almanya’daki Almanların 19151917’de yaşananlara dair tavrına ilişkin küçük bir özet yapalım. Almanlar
kamuoyuna yönelik açıklamalarında
konudan habersiz gibi davranıyorlardı.
Örneğin çok satan sol eğilimli Berliner
Tageblatt gazetesi, günde üç dört baskı
yaptığı halde, 24 Nisan 1915’te gayrı
resmî olarak başlayan Ermeni Tehciri/
Soykırımı’na değinen haber sayısı sadece beş tane idi. Bunlardan üçü Talat
Paşa, Enver Paşa ve Halil (Menteşe)
Bey’le yapılmış röportajlardı. İkisi
ise Osmanlı kaynaklı iki haberin tekrarıydı. Halbuki başka kaynaklardan
bilindiği gibi, o sırada Almanya’da
Anadolu’da nelerin olup bittiğini bilen
çok kişi vardı. Örneğin, Sosyal Demokratların ve Hıristiyanların yayın
organlarında çalışan uzmanlar, İstanbul’daki Doğu İstihbarat Bürosu’nun
istihbaratçı şarkiyatçıları, Protestan
Kilisesi’nin önde gelenleri, Alman
Katolik Kilisesi’nin önde gelenleri ve
Papa, Deutsche Bank’ın başkanı ve
Reichstag’ın (Parlamento) bazı üyeleri Anadolu’da olanları biliyorlardı.
Nitekim, basında bu konulara en fazla
yer ayıranlar Hıristiyan gazeteleriydi.
Ancak onlar da son derece dikkatli ve
kontrollü bir dil kullanıyorlardı. Sosyalistler ise “savaştayız ve hükümet bu
ittifakın bizim için önemli olduğunu
düşünüyorsa, biz bu ittifakı devam ettireceğiz” diyorlardı.
Madalyonun iki yüzü
Osmanlı ülkesindeki Alman görevliler
ise 1915’e kadarki dönemde merkezden
gelen emirler uyarınca Ermeni taleplerini geri çevirmişlerdi. Çok sıkıştıkları zamanlarda ise, konuyu “savaştan
sonra” görüşmek üzere savuşturmuşlardı. Nitekim Osmanlı Devleti’nde
yaşayan Alman işadamları, bankerler,
mühendisler ve diplomatlar, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ermeni politikalarını protesto ederken, Kayzer: “Türkler ne yaparlarsa yapsınlar, bizim müttefikimiz onlardır, Ermeniler değil”
diyordu. Taner Akçam’a göre Alman
karar alıcılar, 1915 baharından beri İttihatçı liderlerin Ermeniler için yaptıkları planlardan haberdarlardı.
Ancak Mart 1915’te Müttefiklerin Gelibolu Harekâtı başladığında Almanlar
için durum hayat memat meselesine
dönmüştü. Almanlar o sırada Belçika,
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Fransa, Galiçya ve Doğu cephesinde
yaşananlarla da baş etmek zorundaydılar. Dolayısıyla Anadolu’da nelerin
olup bittiğine pek dikkat etmiyorlardı.
Örneğin 1890’lı yıllardan beri Doğu
Anadolu’da görev yapan Protestan Rahibi Johannes Lepsius’un (biyografisi
yanda) Almanya’ya gönderdiği raporları önemsenmiyordu.
Biraz daha ayrıntıya girmek gerekirse, bugün Alman arşivleri üzerinde
çalışan uzmanlar, 1915 Ermeni Tehciri/Soykırımı sırasında Osmanlı
İmparatorluğu’nda görevli Alman askerlerin, diplomatların (kısaca Alman
uzmanların) rolleri konusunda ise ikiye ayrılıyorlar. Bazı araştırmacılara
göre Alman uzmanlar Tehcir’in soykırıma dönüşmesinin asıl sebebiydi. Bazı
araştırmacılara göre ise, Almanların
merkezden yönlendirilen, sistematik
bir tutumu yoktu. Daha çok kişisel
yaklaşımlar sözkonusuydu.
Dadrian’ın yorumu
İlk gruba Alman tarihçiler Tessa Hoffman ve Wolfgang Gust, İsviçreli tarihçi
Christoph Dinkel ve Ermeni araştırmacı Vahakn Dadrian giriyor. Bunlardan
bizde daha iyi tanınan Dadrian’a göre
Almanların Bakü petrol bölgesine
ulaşma niyeti Pantürkizm’in kışkırtılmasına, Berlin-Bağdat demiryolu hattının güvenliği ve Almanların Ermeni
burjuvazisinin yerine geçme düşünceleri de soykırıma giden yola döşenen
taşlardı.
Dadrian, Alman etkisini iki kategoride
inceler: Biri tavsiye ve kolaylaştırma,
diğeri de rıza ve icabet etme. Dadrian’a
göre Alman askerî misyonuna bağlı görevlilerin bir kısmı kararları verirken,
bir kısmı verilen kararları uygulamış,
bir kısmı Ermenilere yapılan muamelelere rıza göstererek göz yummuştur.
Dadrian’a göre katliama bizzat iştirak
eden Alman görevliler de vardır. Örneğin Mart 1915’te isyan eden Zeytun’a
Osmanlı birliklerinin gönderilmesi
emrini bir Alman subay vermiştir.
Ağustos 1915’te Musa Dağ’a saklanan
Ermeni köylüleri kuşatan Osmanlı birliklerine bir Alman komu­t a ediyordu.
Ekim 1915’te Urfa’da toplanan Ermeni sürgünlerin etrafının kuşatılmasını
Suriye’deki Alman Kurmay Eberhard
Graf Wolfskeel von Reihenberg yönetiyordu. Bağdat Demiryolları Şirketi
ile Alman ordusu arasındaki ilişkileri
sağlayan görevli Colonel Böttrich, şirketin bazı Ermeni işçilerinin tehcirine
bizzat izin vermişti.
Serdar Dinçer de, kaynakçada künyesini verdiğim kitabında Dadrian’ı
destekleyen örnekler veriyor ve sürgün kafilelerine saldırılarda görev alan
sabıkalı timleri örgütleyen Miralay
Seyfi’ye propaganda çalışmalarında
yardım eden “Kayzer’in Casusu” Max
von Oppenheim’dan, “Türk hükümetine karşı tehlikeli bir ayaklanma içinde
olan bir ahaliye biz yardım edemeyiz”
diyen Osmanlı ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Schellendorf’tan,
“Ermenilerin şimdi az ya da çok kökleri kazınıyor. Bu katıca, ancak yararlı” diyen Kayzer’in muteber adamı
denizci Humann’dan, “Türkler Ermenilere karşı mümkün olduğunca sessiz
ve radikal şekilde yürüyor. (Bunların
dörtte üçü bertaraf edilmiş durumda.)
Umarım bu dram yakında son bulur”
diyen Amiral Suchon’dan, sürgünlerin
acıklı durumlarını anlatan raporları
sumen altı etmekle meşgul olan Büyükelçi Wangenheim’dan bahsediyor.
Ancak Dadrian soykırıma tavır alıp
belgeleyenlerin de yine bu misyon görevlileri olduğunu teslim eder. Bu işlevleri görenler arasında, İstanbul’daki
Alman Büyükelçiliği Müsteşar Vekili Neurath, Almanya’nın Erzurum
Konsolosu Scheubner-Richter (daha
sonra Hitler’in en yakın adamı olacaktır) Teşkilat-ı Mahsusa’da görevli
olan Albay Stange, Ege’de görevli von
Sanders’in adını sayar.
Anderson’un yorumu
Alman arşivlerinde çalışan Amerikalı araştırmacı Margareth Anderson’a
göre ise Dadrian gibi yazarlar durumu abartmaktadır. Osmanlı ordusundaki Alman askerler Alman
Genelkurmayı’na bağlı olmadığı için
(çoğu Prusya ordularından emekli olmuş, atılmış ikinci sınıf askerlerdi)
benzer bir emri Ermeni Tehciri konusunda veremezdi. (Gerçekten de Enver
Paşa’nın Erkân-ı Harbiye Reisliğine
bizzat seçtiği, “vasatlığı ile tanınan”
Schellendorf Enver Paşa’nın her dediğine evet diyecek biriydi. Ancak bu
adam bile bazen “Türk hükümetine
karşı tehlikeli bir ayaklanma içinde
olan bu ahaliye biz yardım edemeyiz”
derken bazen de Ermeni işçilerin sürülmesine karşı çıkmıştı.) Anderson’a
göre, Almanya’nın elindeki tek silah,
Osmanlı Devleti’ne söz verdiği beş
milyon markı göndermekten vazgeçmesiydi ancak bu da genel stratejik hedefler açısından zararlı olurdu.
Yine Anderson’a göre Osmanlı ülkesinde görevli Alman yetkililer İttihatçıların Ermenilere karşı eylemlerini
büyük bir dikkatle izlediler, Ermenilerin büyük bir kısmının hain olmadığını tesbit ettiler, bunu hükümetlerine
bildirdiler ancak olayları önlemek için
bir şey yapmadılar. Bu da o dönemdeki
bütün ülkelerin askerlerinin tavrından
farklı değildi. Nitekim 1909-1917 arasında Almanya Şansölyesi (Başbakanı)
olan Bethmann Hollweg bir raporunda şöyle yazmıştı: “Bizim tek hedefimiz, Türkiye’yi savaşın sonuna kadar
kendi tarafımızda tutmaktır, bu arada
Ermeniler mahvolur veya olmaz, fark
etmez.” Ve bu politika uyarınca 1915’te
İstanbul’a Alman Büyükelçisi olarak
atanan Metternich, “Ermeni Tehciri
hakkındaki gerçekleri fazla vurgulamaya başlayınca” 1916’da görevinden
alınmıştı.
Serdar
Dinçer’in
kitabından
Anderson’u destekleyen birkaç olumlu örnek de verebiliriz: Trabzon’dan
Bergfeld,
Samsun’dan
Kuckhoff,
Musul’dan Holstein, Adana’dan Büge,
Tekirdağ’dan Ziemke, Bağdat’tan Dr.
Schact, Şam’dan Lytved-Hardegg,
Halep’ten Niepage adlı görevliler sürgünlerin maruz kaldıkları korkunç
muamele konusunda merkezi sürekli uyarmışlardı. Almanya’nın Halep
Konsolosu Rössler 27 Temmuz 1915
tarihli uzun raporunda Tehcir’e dair
öyle korkunç bilgiler vermişti ki, Almanya Dışişleri Dairesi Müsteşar
Yardımcısı Zimmerman, savaş sonrasında Almanya’dan hesap sorulmasından korkmaya başlamış ve görevlilere
Almanya’yı temize çıkaracak belgeler
toplamaları için emir vermişti. Aynı şekilde Bağdat Demiryolları Şirketi’nin
2. Direktörü Günther başta olmak üzere şirketin bazı Alman çalışanları bazı
Ermenileri saklamış, korumuşlar ve
merkez ofisleri nezdinde olayı protesto
etmişlerdi. Cemal Paşa’nın yardımcısı
Albay (daha sonra General) von Kressenstein Suriye’de 400 Ermeni yetiminin hayatını kurtarmıştı. (Bu kitabın
ekindeki belgeler, kötü tercümeyi gör-
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
mezden gelirseniz, 1915-1917 arasındaki vahşeti anlatan eşsiz bir kaynak,
okumanızı şiddetle tavsiye ederim.)
Sonsöz
Yer olsaydı örnekleri daha da çoğaltabilirdim, ama tablo değişmezdi. Anlaşıldığı kadarıyla, Osmanlı ülkesindeki
Alman askerî uzmanlar sonunda bir
soykırıma dönüşen tehcir sırasında tek
tip davranmamışlardı. Almanya ise savaş sonrasında da Enver, Talat ve Cemal gibi bu kanlı sürecin üç asli failine
kol kanat gererek Kayzer’in mirasına
sahip çıkmıştı. Ama en kötümser bakış
açısıyla bile Ermenilerin başına gelenleri Almanların sırtına yıkıp İTC’yi ve
onun seferber ettiği kesimleri temize
çıkaramayız. Nitekim Talat Paşa bile
anılarında “Bazı fena fikirli düşman
propagandacıları Almanların Türkleri, Ermenileri ezmek hususunda teşci
ettiklerini söylemek suretiyle Ermeni
hadiseleri dolayısıyla Almanya’nın şerefine de tecavüz etmişlerdir. Hadiseler ise tamamıyla aksini ispat etmektedir” demişti.
***
Lepsius kimdir?
Bugün 1896-1915 yılları arasında
Anadolu Ermenilere ne olduğunu en
çok Johennes Lepsius adlı bir rahibin
çalışmalarından biliyoruz. Entelektüel bir ailenin çocuğu olarak üniversitede matematik okumuş, doktorasını
felsefe dalında almış olan Lepsius,
misyonerlik faaliyeti yürütmek üzere
Osmanlı ülkesine 1896 yılında gelmiş,
aynı yıl Urfa’da Ermenilere Yardım
Cemiyeti’ni kurmuştu. Örgütün adı
dört yıl sonra “Alman Doğu Misyonu”
olarak değiştirilmişti. Bu tarihten itibaren aralıksız olarak Osmanlı ülkesinde kalan Lepsius 16 Haziran 1914’te
Türk-Alman Derneği’ni kurdu. Derneğin kuruluşu için yayımlanan çağrı
mektubunu imzalayanlar arasında ünlü
romancı Thomas Mann da vardı. (Dernek 1956 yılına kadar faaliyet gösterdi.)
Oğlunun Doğu Cephesi’nde hayatını kaybetmesinden sadece beş gün
sonra, Almanya Dışişleri Bakanı
Zimmerman’ın
görevlendirmesiyle
İstanbul’a gelen Lepsius, 1915 temmuzunun sonlarında İstanbul’da Tokatlıyan Han’da Enver Paşa’yla görüştü ve
ondan Ermenilere karşı insaflı olmasını rica etti. Ancak Ermenilerin büyük
bir kısmının tehciri tamamlandığı için
Lepsius’un ricaları işe yaramadı.
Lepsius 1915-1917 sürecine ilişkin
gözlemlerini “Türkiye’deki Ermenilerin Durumu Hakkında Rapor” adıyla
ve yaklaşık 20.500 adet olarak 1916
yılında Almanya’da gizlice yayımladı.
Alman hükümeti bunların büyük bir
kısmı Osmanlı İmparatorluğu yetkilileri duruma müdahale etmeden toplattı. Bu tarihten itibaren Lepsius’la Alman hükümetlerinin arası iyice açıldı,
nihayet Lepsius Hollanda’da inzivaya
çekildi. 1917 yılı sonbaharında Lepsius tekrar hatırlandı. “Başta Ermeniler
olmak üzere Doğu’daki Hıristiyanlar
için yapmış olduğu etkin çalışmaları”
için Berlin Üniversitesi Teoloji Fakültesi tarafından “fahri doktora” payesi
verilen Lepsius Almanya’ya dönerek
hevesle çalışmaya başladı. Savaştan
sonra Alman Dışişleri Bakanlığı’nın
desteğiyle, arşiv belgeleriyle des-
Kızılbaş Yayınevi
Kitap-Dergi-Afiş-Dizgi
Tasarım-Grafik
Dijital ve Ofset baskı
işleriniz itina ile yapılır.
Tel: +49 (0) 177 502 88 53
[email protected]
teklediği Almanya ve Ermenistan
1914-1918. Toplu Diplomatik Belgeler başlıklı kitabını ise Mayıs 1919’da
yayımladı. Bu kitap, uzun yıllar, Lepsius, Almanları suçlu veya sorumlu
gösterecek, Ermenileri suçlayan bazı
belgeleri ve ifadeleri yayımlamadığı
için Türk resmî tarihçileri tarafından
kaynak olarak değersizleştirmeye çalışıldı. Ancak, hatıratın sansürsüz şeklini “Almanya ve Ermeniler” adı altında
yayımlayan Alman tarihçi Wolfgang
Gust, Lepsius’un atladığı belgelerin ve
yaptığı tahrifatların işin esasını değiştirecek kadar önemli olmadığını ortaya
koydu.
Özet Kaynakça: Vahakn N. Dadrian,
Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Toplu Makaleler, Kitap 1, Çeviren: Atilla Tuygan, Belge Yayınları,
2004; Dadrian, Türk Kaynaklarında
Ermeni Soykırımı, Toplu Makaleler,
Kitap 2, Çeviren: Attila Tuygan, Belge Yayınları, 2005; Dadrian, İttifak
Devletleri Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, Toplu Makaleler, Kitap 3, Çeviren: Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları,
2006; Margareth Anderson’la Khatchig Mouradyan’ın yaptığı mülakatın
İngilizce versiyonu için bkz. http://
headoverhat.blogspot.com/2007/06/
inter view-with-margaret-anderson.
html; Mustafa Çolak, “Kaynak Kritiği
ve Tehcir Olayında Belge Tahrifatı–Johannes Lepsius Örneği”, http://www.
ttk.org.tr/templates/resimler/File/Makaleler/247/247_9/247_9.html; Serdar
Dinçer, Alman Belgelerinde AlmanTürk Silah Arkadaşlığı ve Ermeniler,
İletişim Yayınları, 2011.
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Der Zor Cehenneminden
TKP Teşkilat Bürosu´na: Salih Zeki (Zor)
Der Zor´un Ermeniler için ne anlama
geldiği konusuna değinmeyeceğim.
Sadece iki Ermeni ağıtından alıntı yapacağım: “Der Zor dedikleri büyük kasaba / Kesilen Ermeni gelmez hesaba /
Osmanlı efratı dönmüş kasapa.” Diğer
ağıtta şöyle: “Der Zor çölünde şaşırdım kaldım / Yitirdim anamı, yitirdim
babamı / Oy anam, oy anam, halimiz
yaman! / Der Zor çölünde kaldığım zaman.“ Der Zor, kesilen Ermeni´nin hesabının bilinmediği, tüm Osmanlı´nın
„kasap“ olduğu ve Der Zor, orada kalanın halinin yaman olduğu bir yer. Eğer
Der Zor´da 1916 yılında olup bitenleri
bilirseniz, bu ağıtların çok "hafif” kaldığını anlarsınız.
1916 yılında Der Zor´da ne olup bittiğini konsoloslardan öğrenmeye başlayalım.
Amerika´nın Halep Konsolosu Jesse B. Jackson, Büyükelçi Henry
Morgenthau’ya gönderdiği raporda, 3
Şubat 1916 tarihi itibariyle Halep ve
Şam civarları ile Fırat nehri boyunca Der Zor’a kadar olan bölgede toplam 486.000 kişinin hayatta olduğunu bildirmekteydi. İttihat ve Terakki
Hükümeti’nin Ermenilerin yeni yerleşim yerlerindeki toplam nüfusu, müslüman nüfusun % 10’unu aşamayacak
şeklindeki emrini uygulamak için Der
Zor’da yaz aylarında birçok katliam
yapıldı. Yaklaşık 200.000 civarında
Ermeni´nin imha edildiğini yazarlar
tarihçiler.
Bölgede olup bitenleri yakından izleyen Almanya’nın Aleppo (Halep) Konsolosu Rössler, 27 Nisan 1916´da, Der
Zor Mutasarrıflığı için „20 Nisan tarihinde Der Zor’da görev yapan bir Türk
subayından öğrendiğime göre, Der Zor
mutasarrıfı yerli halkın % 10’u kadar
Ermeni’yi orada (Der Zor’da) bırakıp
gerisini Musul’a sürmek üzere emir almış „ şeklinde bir rapor gönderir.
Rössler ayrıca Halep ve Der Zor hakkında ayrıntılı raporlar yazmış, 29
Temmuz 1916´da Alman Başbakanı
Bethmann Hollveg’e gönderdiği raporda, Der Zor Mutasarrıflığı’ndaki
Se lc uk Uzun
Ermenilerin 17 Temmuz itibariyle bölgeyi terk etme emri aldıklarını bildirir. Merkezi Hükümet yerli nüfusun %
10’u kadar Ermeni’nin kalmasına karar
vermiştir. Rössler „son geriye kalanların imha edilmeleri gerekecek“ der. Bu
amaca uygun olarak Der Zor Mutasarrıfı Suad Bey görevden alınmış yerine
„zalim bir kişi göreve atanmıştır.“
Rössler ayrıca „Fırat yakınlarına sürülen Ermenilerin yavaş yavaş imha
sürecine ilişkin güvenilir bir kişinin
raporu“ başlığını taşıyan bir rapor
da gönderir. Rössler yüksek rütbeli Alman bir memurun tanıklıklarını
aktarır: Bana 18 Temmuz’da SabkaHammam-Meskene yolunun parçalanmış elbise parçaları ile dolu olduğunu
anlattı. Sanki oradan bir ordu geçmiş
gibiydi. 6 aydır Meskene’de bulunan
bir Türk eczacı, sadece Meskene’de
55.000 Ermeni’nin gömülü olduğunu
söyledi. Aynı rakam ondan bağımsız
Salih Zeki
olarak bir Türk subay yardımcısı tarafından da söylenmişti. Der Zor’dan 16
Temmuz’da Ermenilerin tekrar sürgüne devam edeceği haberi geldi. Ayın
17.’sinde tüm dini liderler ile önde gelen erkekler tutuklandı. 22 Temmuz’a
kadar tüm Ermeniler tekrar sürgüne
gönderildiler. Daha önce merkez hükümetin, Ermenilerin oradaki yerlilerin % 10’unu geçmemeleri yönündeki
emir, geride kalanların temizlenmesi
ile uygulanacaktı. Ayrıca başka bir
değişiklik te, büyük bir ihtimalle insancıl mutasarrıf Suat Bey’in Bağdat’a
atanması ve yerine acımasız halefinin
gelmesi.
23 Ekim 1916´da Konsolos Rössler, 1
yıldır Der Zor’da bulunan Antepli Hosep Sarkisyan’ın anlattıklarını şöyle
aktarır: Zeki Bey’in gelmesi ile yeni
sürgünler başladı. Temmuz ve Ağustos
aylarında Sabka, Der Zor, Meyadin,
Ana ve diğer yerlerdeki 15.000’den
fazla sürgünü Marrat köyüne götürme oradan da 2-4 bin kişilik karavanlarla tekrar sürgüne gönderme emri
verdi. Hosep’in kafilesi 1.700 kişiden
oluşuyordu. Habur nehri kıyısındaki
Şedadiye’de Çerkezler tarafından baskına uğrarlar. Tüm kafile elbiselerine
kadar soyulur. Elbiseler Araplara dağıtılır. 3 saat sonra Karadağ mevkiinde
Çerkesler tarafından ikinci kez baskına uğrarlar. Ve kafile katliama uğrar.
Hossep bir arabaya binmiş mutasarrıf
Zeki Beyi görür. Katliam yapan Çerkesleri „bravo“ haykırışları ile cesaretlendirmektedir. Çerkeslerin birçok
kere baskınına ve katliamına maruz
kalan kafileden 31 kişi sağ kalır.
Beatrice Rohner’in raporunda da şunlar yazılıdır: 20 Nisan’da Meskene’ye
vardığımda 3500 sürgün Ermeni ve
100 yetim çocuk buldum. Meskene geçici bir durak olmasına rağmen bazıları
arabacı, fırıncı gibi işlerinde çalışıyor.
Geriye kalanlar dileniyorlar. Hastalar
çadırsız ve örtünecek birşey olmadan
yakıcı sıcakta duruyorlar. Hükümet ne
ekmek ne de çadır veriyor. Meskene’de
iken Bab’tan bir kafile geldi. Anlatılamaz bir durumdaydılar.“ Rohner ayrıca
hergün büyük kafileler halinde Ermenilerin Musul istikametine gönderildi-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğini yazar.
5 Eylül 1916´da Aleppo’dan Alman diplomat Hoffmann, İstanbul’daki Büyükelçiliğe şu raporu gönderir. Fırat kıyısından Der Zor’a kadar herbirinde 1-2
bin kişinin bulunduğu küçük kamplar
var. Son seyahatimde gördüğüm 20-30
bin Ermeni insani düşünen mutasarrıf
yönetiminde biraz nefes alabilmişlerdi. Ancak birkaç ay önce yeni atanan
şimdiki acımasız mutasarrıf Çerkes
Zeki Bey, birkaç zanaatkarın dışındaki
herkesi ve 1.200 çocuğu tekrar sürgüne gönderdi. Duyduğuma göre Habur
nehri civarlarında genel kanıya göre
katledildiler veya herhangi bir şekilde
öldüler. El-Hammam yakınlarında aileleri olmayan 6-700 Ermeni hükümete
çalışıyorlar. Kış soğuğu gönderilenleri
kesinlikle ortadan kaldıracaktır. Der
Zor’dan resmi olarak Musul’a gönderilenlerin akibeti konusunda, son aylarda kaç kişinin oraya geldiğini Musul
Konsolosundan sordum. Bana verilen
bilgiye göre, 15 Nisan’da 19.000 kişilik 4 kafile iki ayrı yoldan Der Zor’dan
çıktılar. Habur nehri kıyısındaki bir
kampta birleştiler. 22 Mayıs’ta, yani
5 hafta sonra bu kafileden yaklaşık
2.500 kişi, aralarında birkaç yüz erkek
Musul’a vardılar. Kadınların ve kızların bir kısmı yolda Bedevilere satıldı.
Geri kalanlar açlık ve susuzluktan yolda öldüler. 3.5 aydan beri Musul’a yeni
kafile gelmedi. Gerçek, Der Zor’daki
halkın düşüncesine ve bunu kanıtlayan
gerçek bilgilere göre yeni Çerkes mutasarrıfın hükümdarlığı altında, Der
Zor’dan gönderilenlere Fırat-Habur
üçgeninde kısa süren bir muamele yapıldığıdır. Ölenlerin çocukları için kurulan yetimhaneler henüz dağıtılmadı.
Buradaki sürgün komiserinin yardımcısı yönetici hemşire resmi olarak, bu
yetimlerin Konya’daki büyük ulusal
yetimhaneye gönderileceklerini, Türk
ismi alacaklarını ve Türk gibi (yani
müslüman) yetiştirileceklerini açıkladı.
Der Zor´da 1916 yılının sonuna kadar
olup bitenleri konsoloslar böyle aktarıyorlar. 1915 yılının Ekim/Kasım
ayında Ras Ül Ain ve Halep´e binlerce
Ermeni kafilesi gelir. Bu aylarda Doğu
Anadolu´da tehcir genelde sona ermiştir. 1916 yılının Ocak ayında Aleppo
kuzeyindeki kamplar kapatılır ve burada kalanlar Der Zor´a gönderilmeye
başlanır. Hergün sadece açlık ve has-
talıktan 150-200 kişinin can verdiği
Der Zor´a akın akın Ermeni kafileleri
gelmeye başlar. 1916 yılının ortalarına
kadar genellikle açlık ve hastalık nedeniyle ölümlerin hüküm sürdüğü toplama kamplarında, Anadolu´nun dört bir
yanından gelen Ermeni kafileleri nedeniyle kapasitenin üzerinde bir yığılma
olur. Bu durumdan kurtulmak için Ermeni kafileler Musul´a gönderilmeye
başlanır. Çölün ortasına sürülen kafilelerin çoğu açlıktan ölürken, bir kısmı da yöredeki Çerkes, Çeçen ve Arap
çeteleri tarafından katledilirler. Eldeki
bilgilere göre 1916 Temmuz ayına kadar Der Zor Mutasarrıflığı yapan Ali
Suad Bey, eldeki olanaklar ölçüsünde
Ermenilere iyi davranır. Onlara iş imkanı sağlar, daha iyi yaşam koşulları
için civardaki köylere dağıtır, elinde ne
varsa adeta seferber eder. Talat Bey´in
müslümanların % 10´u kadar Ermeni
bulundurulması emrini bir çeşit görmezlikten gelir, genellikle uygulamaz,
Ermenileri çeşitli yerlere dağıtır. Ancak Talat Bey´e „Ermenilere iyi davranıyor“ diye şikayet edilir. Talat Paşa,
Halep ve Der Zor´a 1916 ortasında iki
atama yapar. Halep`e Abdulahat Nuri,
Der Zor´a Salih Zeki.
Daha sonra „Zor“ soyadını kullanan
Salih Zeki´nin 1913 yılında Alaşehir
(Manisa) kaymakamlığı yaptığı ve bölgedeki Rum tehcirinde aktif rol aldığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır. Der
Zor´a atanmadan önce ise Kayseri Everek (bugünkü Develi) kaymakamı idi.
Ayhan Aktar´ın „Yüzbaşı Torosyan’ın
hikayesi“ başlıklı yazısında, 1915 yazından itibaren Everek´ten Ermenilerin
İttihatçı Zeki tarafından sürüldüğünü,
şehrin biraz dışında kafilelerin çeteler
tarafından önce soyulup sonra da öldürüldükleri anlatılır. Torosyan ailesi,
oğulları subay olduğu için hemen tehcir edilmez. Sonra Kaymakam Zeki,
oğullarının savaşta öldüğünü söyler ve
Torosyan ailesini de çöle sürer. Sarkis
Torosyan´ın ailesi İslahiye´de katliama
uğrar yalnız kızkardeşi Bayzar kurtulur ve Suriye´ye ulaşır. Torosyan´ın
daha sonraki hayatı kısaca bu yazıda
anlatılmaktadır.
Aslen Çerkes olan Salih Zeki´nin Der
Zor´a atanmasıyla, burada Ermeniler için başka bir dönem başlar. Der
Zor´daki toplama kampları yağma
edilmeye başlanır. Çerkes, Çeçen
ve Arap Bedevi çeteleri bizzat Salih
Zeki´nin emirleri sonucu resmen katliama başlarlar. Katliamdan önce tutuklama, işkence, idamlar, soygun, gasp,
tecavüz, salgın hastalık, açlık Ermenileri kırıp geçirir. Der Zor´daki Ermenilerin sayısı Talat Paşa´nın emrine
göre müslüman nüfusun % 10´unundan
fazladır. Salih Zeki 1916 sonuna kadar
nüfus azaltma işini layıkıyla becerir.
Yaklaşık 200 bine yakın Ermeni´nin
katledildiği tahmin edilmektedir. Bölgede bulunan konsolosluklar, diğer
yabancılar, Alman ve Ermeni tanıklar,
Salih Zeki´nin özellikle gaddarlığını
anlatırlar. Salih Zeki katliamlara özel
arabasıyla eşlik eder, ortalık yerde
Ermeniler kesilirken „bravo“ haykırışları ile onları teşvik eder. Der Zor
Ermeniler için yok olmanın, inanılmaz
acıların bir sembolü. Der Zor´da Salih
Zeki, gaddarlığın, vahşetin, insan oğlunun varabileceği en uç barbarlığın
bir sembolü olarak bilinir. Der Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Çeçen infazcılara
„Rüşvete niye ihtiyacınız var? Şayet
istediğiniz paraysa, evvela onları öldürün, sonra paralarını alın… Imparatora hizmet ediyorsunuz, bu sebepten, işiniz meşru.“ diye akıl verirken,
Tasviri Ef kar muhabiri Agah Bey´in
„ Senin için 10.000 Ermeni imha etti
diyorlar“ demesine karşılık verdiği yanıt ta „meşhurdur“: “Benim namusum
var. On bine tenezzül etmem. Daha çık
bakalım.” Der Zor´da olup bitenleri
Kevorkian , „soykırımın ikinci aşaması“ olarak nitelendirir ve Salih Zeki de
“katliamın celladı” olarak anılır. Alman Ludvig Schraudenbach Muharebe
adlı kitabında Salih Zeki´den „Avrupai
şık giyimli vali bizi çok iyi karşıladı“
diye yazar ve „Ermeni çocukların kütüklere bağlanıp ateşe atılması“ dahil
şoke edici mezalimlerin bu bölgede
gerçekleştirildiğini anlatır.
Der Zor Mutasarrıfı Salih Zeki, Kasım
1916’da İstanbul’a çağrıldığında, beraberinde Ermeni kurbanlarından rüşvet
aldığı on binlerce altınla dolu sandıklar bulunduğu söylenir.
Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde
ikinci bir „Deyr-i Zor Tehciri“ davası, Salih Zeki hakkında açılır. Sanık
firardadır. Dava kısa sürer ve 28 Nisan 1920´de Salih Zeki idam cezasına
çarptırılır. Davanın karar sureti şöyledir: „Zor Sancağı´na tehcir edilen Ermenileri katl ve imha ve mallarını gasb
ve yağma eylediği iddiasıyla sanık
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olup, halen firarda bulunan eski Zor
Mutasarrıfı Zeki Bey hakkında icra
kılına muhakeme neticesinde, adı geçenin Osmanlı memleketlerinin muhtelif memleketlerinden Zor Sancağı´na
tehcir ve iskan edilmiş olan birçok Ermenileri çetecilerden tertib ve teşkil
eylediği atlı ve yaya çeteler marifetiyle
ve tekrar tehcir bahanesiyle diğer bölgelere sevk ederek yolda giderlerken
kendisinin de hazır bulunduğu halde mağdurlara alenan topluca hücum
ve üzerlerinde bulunan nakitlerini ve
mallarını yağmalamak ve birçoğunu
da Habur Havtasının mecra yerlerinde feci surette katl ve imha ettirdiği
ve gayri müslim birçok şahitlerin yemin ederek ve sırasıyla vaki olan şahitlikleri ve tahkikat evrağı içeriği
ve kendisinin firarda bulunması gibi
deliller ve kanuni ipuçlarından oluşan
vicdani kanaat ile gerçeklik derecesine ulaştığından adı geçen Zeki Bey´in
o yüzden gasb ve yağma ve insanları
katletme alçaklığı gerektiren işin faili
olmak üzere cezalandırılmasına ve (...)
maddelerine uyarak idamına ve haczedilmiş mallarının usul dairesince idare
ettirilmesi ve sözü geçen cinayetlerde
dahl ve iştirakleri soruşturma evrakında açıklanan Zor eski Mebusu Nuri
Efendi ve adı geçen Zeki Bey´in mutasarrıflığı zamanında Jandarma ve Nizamiye Kumandanlıklarında ve Polis
komiserliğinde bulunmıuş olanlar ve
zikredilen eylemler gözü önünde cereyan ettiği halde yasal girişimlerde bulunduğu anlaşılamayan mahalli savcısı
haklarında yasal takibat yazılmasına
gıyaben ve oybirliğiyle karar verilmiştir.“ (Tehcir ve Taktil, Divan-ı Harb-i
Zabıtları, Vakahn N. Dadrian, Taner
Akçam, Istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Aralık 2008)
Salih Zeki yargılanması sırasında firardadır. 1918/19 yılında Bakü´de karşımıza çıkar. Kasım 1916`dan Bakü´de
ortaya çıkışına kadar geçen sürede
Salih Zeki hakkında bilgilere ulaşamadım. Büyük bir ihtimalle arandığını,
tutuklanacağını ve yargılanacağını anladığı için, Mondros mütarekesinden
sonra bir kısım Ittihatçıların yaptığı
gibi Bakü`ye gittiği söylenebilir.
Bu tarihten itibaren Salih Zeki´yi bambaşka bir yerde bambaşka bir ilişkiler içinde görüyoruz. Özellikle Salih
Zeki merkezli bilgileri şöyle derlemek
mümkün.
1918/19 ve sonraki yıllarında Bakü
adeta İttihatçı kaynamaktadır. Halil
(Kut) Paşa, Küçük Talat, Bahaeddin
Şakir, Nuri (Kıllıgil) Paşa başta olmak üzere birçok İttihatçı bu bölgeye
sığınmışlar hem de bu bölgede faaliyet göstermektedirler. 1920 yılının
özellikle Mayıs ayından sonra Ittihatçılarla Türkiye Komünist Teşkilatı
(TKT) nın yolları şu veya bu şekilde
kesişmiştir. 1920 baharında Bakü´de
„Türkiye Komünist Fırkası/Gruppası“ adını verdikleri İttihatçıların kurduğu oluşumun Azerbaycan´a Kızıl
Ordu´nun girmesinden sonra Mustafa
Suphi tarafından dağıtılması ve birçok
İttihatçıyı uzaklaştırması ve Yeni Yol
Gazetesini kapatması sonucunu doğurmuştur. Daha sonra İttihatçılarla TKF
arasındaki ilişkiler gergin bir durum
almıştır. Ancak kendi ifadesiyle „Türkiye teşkilatının telif ve tercüme şubesini idare“ eden başta Küçük Talat olmak üzere İttihatçıların bir kısmı hala
TKF´dedirler. Küçük Talat, Cemal
Paşa´ya gönderdiği 8 Eylül 1920 tarihli
mektubunda „Mustafa Suphi ile kısmen eski aşinalık, kısmen bazı yoldaşların bana hürmet ve itimadı böyle bir
faaliyette bulunmak imkanını veriyor.“
şeklinde yazmıştır. ( Emel Akal, „Dr.
Şefik Hüsnü´nün bir konuşmasında ve
İttihat ve Terakki Erkanının yazışmalarından Mustafa Suphi“ başlıklı yazı.)
Salih Zeki ile ilgili doğrudan bir bilgi
de Cemal Paşa´nın 5 Temmuz 1920 tarihli ve Talat Paşa´ya yazdığı mektupta
bulunmaktadır: „ Bizim Türklerden bir
takım gençler komünist namıyla ortaya atılmış. Bir vakit ki İf ham muhariri
Mustafa Suphi Bey de bunların başına
geçmiş. Bunlara ahiren bizim Küçük
Talat ile Zor mutasarrıfı Salih Zeki
Bey ve Darülfünun muallimlerinden
oldukları haber verilen Ahmet Cevat
ve Halim Sabit Beyler de iltihak etmişlerdir. Bu grup elyevm Bakü´de icrai
faaliyet ediyor.“ (age)
Tüstav Yayınları tarafından yayınlanan Süleyman Nuri´ nin „Uyanan Esirler“ adlı anı kitabında da Salih Zeki
hakkında bilgiler vardır. Süleyman
Nuri, Kızıl Ordu´nun Azerbaycan´a
girmesinden önce ve daha sonra Türk
komünistlerinin faaliyetlerinden bahsetmektedir. 1920 yılının Nisan/Mayıs
ayları Azerbaycan´ın Kızıl Ordu´nun
kontrolüne girdiği aylardır ve Mustafa
Suphi henüz Bakü´ye gelmemiştir. Süleyman Nuri anılarında bu faaliyetlerde
Doktor Fuat Sabit, Yakub ve diğer kömünist arkadaşlardan bahsetmektedir.
Ancak Salih Zeki´nin adı geçmemesine
rağmen büyük bir ihtimalle onun da bu
grup içersinde yer aldığı söylenebilir.
Çünkü Bakü ve Azerbaycan´da propaganda ve teşkilat işlerine hız verildiğini anlatan Süleyman Nuri, Azerbaycan
Komünist Partisi yayın organı „Komünist“ gazetesinin 3 Mayıs 1920 tarihli
nüshasında „Azerbaycan ve Bakü´de
mevcut Osmanlı Türklerinden Komünist Partisi´ne yazılmak isteyenlerin
Türk şair Feyzullah Sacid´e“ müracaatları hakkında bir ilan yayınlandığını
anlatır. Aynı gazetenin 14 Mayıs 1920
tarihli nüshasında da“Umum Türkiyeli
asker ve zabitana“ başlıklı bir bildiri
yayınlanmıştır. Bu bildiride Türk Komünist askeri kıtası kurulacağı belirtilmiş ve programı da eklenmiştir. Bu
bildirinin altında da Salih Zeki, Yakub, Abid Alimof ve Süleyman Nuri
imzaları bulunmaktadır.
Salih Zeki aynı zamanda Doğu Halkları Kurultayı delegesidir. Yine Süleyman Nuri´nin „Uyanan Esirler“ adlı
anılarını anlattığı kitaptan devam edelim. „Türkiye Komünist Partisi Teşkilat
Bürosunun Yeniden Teşkili ve Üçüncü
Enternasyonal“ başlıklı bölümdeyiz.
Süleyman Nuri anlatıyor: „Tiflis´te
Orjonikidze´den aldığım talimat üzerine Bakü´ye geldim. Bakü´de mevcut
Türk komünistleri arasında Azerbaycan Komünist Partisi merkez komitesinin birinci katibi Kirof´un yardım
ve gösterisiyle Salih Zeki, Abid Alimof, İsmail Kadir ve İsmail Hakkı´nın
(Kayserili) iştirakiyle benim de dahil
olduğum beş üyeden ibaret bir Türkiye Komünist Partisi teşkilat bürosu teşekkül etti ve derhal faaliyete başladı.
M.Suphi ve arkadaşlarının feci surette
öldürülmelerinden sonra bunlardan
boş kalan yerleri doldurmaya çalışmak
ve Türkiye´deki mevcut teşkilatlarla
bir an evvel rabıta kurmak lazımdı. Ilk
iş olarak da M. Suphi ve arkadaşlarının
feci akıbetlerinin intaç eden topluca
Türkiye seyahatinden dersi ibret alınarak Türkiye Komünist Partisi teşkilat
bürosu Saliyef Adil´i, Tairof Hayderi
ve Müftüzade Salahiddin´i Balkanlara ve henüz işgal altında bulunan
Istanbul´a ve bu yolla Türkiye´nin diğer yerlerine gönderdiler. Katibi olarak
hizmetinde bulunduğum teşkilat bürosu Salih Zeki´yi ve beni Moskova´da
toplanacak olan Komünist Enternas-
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yonalinin Üçüncü Kongresi´ne delege
olarak seçtiler ve 1921 Haziran ayı
sonlarında emrimize verilen bir yük
vagonu içinde 19-20 gün gayet ağır
şartlar altında yolculuk ettikten sonra
Moskova´ya geldik ve her ikimizi Gorki „Tverskoy“ caddesindeki lüks otelin
beşinci katında iki yataklı odalardan
birine yerleştirdiler. Daha henüz kongre açılmamıştı. Otel lokantasında kahvaltı ediyor, öçle ve akşam yemeklerimizi yiyor, boş vakitlerimizi de otelin
kıraathanesinde mütalaa ile meşgul
oluyorduk. Moskova´yı hiç bilmediğimiz için biz yalnızca dışarı çıkamıyor
ve ancak topluca ekskursiyon gezintilerine katılıyorduk. Bir gün otel salonlarından birinde tanımadığım, Salih
Zeki´nin tanıdığı bir adama rastladık;
Salih Zeki´nin daha Türkiye´den tanıdığı bu adam kendisiyle biraz hoşbeş
ettikten sonra Ankara Resmi Hükümet Partisinin Kominternin Üçüncü
Kongresi´ne gönderdiği delegesi Tevfik Rüştü Aras olduğu anlaşıldı. M.
Suphi ve arkadaşlarının daha henüz
kanları kurumadan ve Ankara Halk
Iştirakiyyun Partisi´nin bütün üyeleri cezaevlerinde ağır cezalar altında
inlerken, Tevfik Rüştü Aras´ın Ankara Resmi Komünist Partisi´nin mümessili olarakMoskova´ya Komünist
Enternasyonali Üçüncü Kongresi´ne
delege olarak gelmesi bizim hemen
dikkat nazarımızı çekti. Sonra arkadaşım Salih Zeki, Tevfik Rüştü Aras´ı ve
onun aralarında bulunduğu Türkiye ve
Ankara´daki çevreleri gayet iyi bildiği için de Tevfik Rüştü Aras hakkında
müsbet herhangi bir fikir edinmemize
imkan yoktu.“
1921 yılının Ekim ayında Moskova ve
Kars anlaşmalarının imzalanmasından
sonra Bakü´de bulunan TKP teşkilat
bürosu kendini fesh eder. Ve büroda
çalışanlar çeşitli alanlara çalışmaya
gönderilmiştir. Süleyman Nuri´nin
anılarında Salih Zeki´nin adı bir daha
geçmez. Salih Zeki faslını burada bitirmeden biraz geriye Mustafa Suphi
ve arkadaşlarının Türkiye´ye gelmesinden önceki döneme dönelim.
1920 yılının Temmuz ayında, Türkiye
Komünist Teşkilatı Merkez Komitesi
üyesi (Kayıt ve Tevzi Şubesi Müdürü
olan ve Nahçıvan’da teşkilatın şubesini açmakla görevlendirilen) Salih
Zeki´nin , TBMM Hükümeti ile işbirliğini sağlamak ve çalışmalar yapmak
üzere Türkiye´ye gönderildiğini biliyoruz. Süleyman Sami de Ankara´ya
doğru yola çıkmıştır. Salih Zeki ve
arkadaşları Ağustos ayında Kazım
Karabekir Paşa ile Erzurum'da görüşür. Salih Zeki, Bolşevik idare tarzının
kabul edilmesi gerektiğini, bu amaçla 1 Eylül'de Bakü'de yapılacak olan
Türk Komünistlerinin toplantısına
Anadolu'dan sekiz-on delegenin gönderilmesini ve kendisine Erzurum'da
teşkilat yapması için müsaade edilmesini ister. Kazım Karabekir bu konuda
gizli olarak Albayrak Heyeti ile görüşmesini salık verir. Daha sonra Kazım Karabekir, Salih Zeki ile yaptığı
görüşmeyi Mustafa Kemal´e aktarır. 3
Ağustos tarihli telgrafta Salih Zeki´nin
söylediklerini şöyle özetler: „Varlığımızı korumak ancak Bolşevik sistemini kabul ile mümkündür. Anadolu’nun
bazı yerlerinde komünist teşkilatına
girmiş kimseler varmış. Erzurum’da
açık veya gizli teşkilat yapması için
kendisine müsaade etmeliymişim..."
Kazım Karabekir "Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının, emniyetle memleketimize gelmek için, Salih Zeki'nin ne
tarzda karşılanacağını beklediklerini sanıyorum" diye de ekler. Kazım
Karabekir, Salih Zeki´ye, Ankara’ya
giderek hükümetle görüşmesini tavsiye eder. Erzurum ve civarında temaslarda bulunan Salih Zeki, daha sonra
Ankara´ya gitmek üzere Trabzon´a hareket eder. Ancak Ankara´ya gitmez ve
tekrar Bakü´ye döner.
Yukarıda yazılanları ilk defa ben dile
getiriyorum iddiasında değilim kuşkusuz. Daha önceleri Sait Çetinoğlu, Taner Akçam, Emrah Cilasun gibi yazar
ve araştırmacılar bu konuya değinmişlerdi. TKP`nin kuruluşunda ve sonraki
yıllarda İttihatçıların varlığı bir gerçek. 1918/21 yılları arasında Bakü´de
„Türkiye Komünist Fırkası/Gruppası
(TKF) adlı bir örgütlenmenin varlığı malum. Ve bu İttihatçıların kurduğu örgütün Mustafa Suphi tarafından
dağıtıldığı, yerine Türkiye Komünist
Teşkilatı (TKT) kurduğu da biliniyor.
Ancak bu yeni teşkilatlanmada İttihatçıların hepsinin tasfiye edilmediği
de ortada. En azından Küçük Talat´ın
hala yeni teşkilatta varlığını sürdürebildiği de kendi ifadesinden anlaşılmakta. Eski Der Zor Mutasarrıfı Salih
Zeki´nin de „kurucu“ üye, „Merkez
Komitesi“ üyesi olduğu da tartışma
götürmez bir durum. Öte yandan Salih
Zeki´nin TKP adına Türkiye´ye gönderildiği, Kazım Karabekir olmak üzere
birçok kişi ile görüştüğü de hem TKP
açısından hem de “Milli Mücadele”
cephesi tarafından bilinen bir durum.
Yine öte yandan o yıllarda TKP adına
hareket eden Süleyman Sami ve Mehmet Emin´in de durumları tam olarak
aydınlığa kavuşmuş değil. Bu son iki
kişi hakkında „ajan“, „İttihatçı ajan“,
„Milli Mücadele´nin ajanı“ gibi sıfatlarla birçok suçlama da bilinmekte.
Ayrıca bu iki kişinin Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının katledilmesi olayından
kurtuldukları da biliniyor. Öte yandan
Mustafa Suphi´nin yanında Trabzon´a
kadar götürdüğü içinde 8.000 altın olduğu iddia edilen bir bavuldan da söz
edilmektedir. Hatta kimi yazarlar bu
bavul nedeniyle öldürüldüğünü bile iddia edebilmektedirler.
Aslında benim bu yazıyı yazmamın
çıkış nedeni, 3-4 yıl önce başladığım
Ermeni tehcirindeki sivil ve askeri yöneticilerin daha doğru bir deyimle tehcirde önemli görevler üstlenmiş olan
İttihatçıların biyografileriyle ilgili idi.
Salih Zeki adı beni 1916‘dan 1918/21
yıllarındaki TKP´ne götürdü. Esas
amacım TKP tarihine ilişkin birşeyler
yazmak değil. Son günlerde yeni TKP
kurulması girişimlerini duyunca ve
„Suphi´den Bilen´e Gelenek Yaşıyor“
pankartını da görünce, herşeyden önce
„Dante´nin Cehennemi“nden TKP`ne
giden yolda „TKP Merkez Komitesi
üyesi“ Salih Zeki´yi hatırladım. “Der
Zor dedikleri büyük kasaba / Kesilen
Ermeni gelmez hesaba / Osmanlı efratı
dönmüş kasapa.” Gerçek tam boyutuyla ve biraz da „tarihin acı bir cilvesi“
olarak karşımda durunca, sadece hatırladım ve eğer gerçeği söylemem
gerekirse „içim burkuldu“. Belki biraz
da duygusal nedenlerden dolayı. Sanırım sorun bir geleneğe ve/veya siyasi
bir geçmişe sahip çıkarken, „kötüleri“
veya „işimize gelmeyenleri“ ayıklayıp,
sadece „iyiye“ sahip çıkmaktaki „beceride“ yatmakta. Ancak tarihte olup
bitenleri de yok saymak „siyasi bir
etik“ olarak ne kadar doğru acaba? Bir
dönem bu partinin saflarında yer alanlar olarak sırtımızda oldukça fazla bir
yükün olduğu tartışma götürmez. Bu
yükü nasıl sırtlayacağımız ve/veya bu
yükün altından nasıl kalkacağımız ise
meçhul.
Kaynak: http://www.kuyerel.com
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim Ermenileri etnografyası – 2
Gevorg Halaçyan / Çeviren: Miran Pırgic Gültekin
Daştağ Kürt köyünün halkı Ağucanlar oçağındandır ve pirleri de Seyit
Cafer’di.
izin verdin?
halk yapmakta.”
“Kürtler deme itler de.”
Şen’de, Ardapert’te hatta Mamezi’de (
Mamig prens’in köyü) Daştağ’lıların,
özellikle’de Seyit Cafer’in olağan üstü
zekası ve yönetiçi yeteneği konuşulurdu. Çok ender rastlanan bir durum olarak, okur yazardı. Kürtçenin dışında
Ermenice ve türkçe konuşabiliyordu.
“Nasıl?”
“Mesela ne şekilde ve ne adına konuşalım? Unutmayın ki bu soygunlardan
ağaların yanı sıra kendileride yararlanıyor”.
Bunları çok önceleri duymuştum. Kendisi ile tanışmayı çok arzu ediyordum.
Sonunda bu imkanı buldum. Ocakname Seyit biziotağında kabul etti.
”Mabı xerdi” ile omuz öpüldü ve tanışma faslına geçildi.
Ardından anayı çağırdı, kim olduğumu
bildirdikten sonra götürüp yıkamalarını istedi. Beş yaşında bir çocukmuşum
gibi teknede yıkıyacaklardı beni. Büyük güçlükle sıyrılabildim bu badireden.
Yaklaşık bir ay konuk edildim.
Sık sık sohbet ediyorduk.
“Pirim, okur yazar olduğunu duydum,
hangi dilde okuyorsun?
“Ermenice ve Kürtçe”
“Kürtçe harfler yok, nasıl okuyorsun
Kürtçeyi?
“Ermenice harflerde Kürtçedeki en zor
seslerin bile karşılığı var”
“Çok basit, para, pul, mevki için Türklere satılmış Kürtler itlerden de aşağılık hainlerdir.”
“Peki niye cezalandırmazsın böylelerini?”
“Arkalarında Türk ordusu var. Şu sıralar aşiretler arası bir kavganın sırası
değil. Türk fırsat kolluyor.”
“Sizin önderi olduğunuz halkınbüyük
çoğunluğu eskiden Ermeni olduğu
doğrumu?”
“Bu soruyu cevaplamak istemiyorum.”
“Lütfen piro, benim için cok önemli.
Mutlak bir suskunluk için yemin ederim. Derviş Gülabi ve Derviş Cemal
ocakları adına yemin ederim.”
”Eerzincan’da akıllı adamlarınız var,
bu fikri cimin Pırgçatağ, Galaris, Kartağ, Xorontağ Türklerine niye söylemiyorsunuz. Onların da ataları Ermenidir. Üstelik bunu biliyorlar da. Ama
Ermenilere karşı Kürtlerden daha kıyıcılar. Hatta Türkleşmiş Ermenilerin
çoğu soyadınıda koruyor.
Keşişoğlu, Mergeloğlu, Torosoğlu, Eğsanoğlu vs. Siz burnunuzun dibindekilerden istemediğinizi bizlerden istiyorsunuz.”
“O köylerin Ermenileri Türkleşmiş ve
İslamiyete geçmiş dönmelerdir. Oysa
Kürtler İslam değillerdir.”
“Gerçi öyle değil ama, bir an için doğru olduğunu kabul edelim. Ermenilerin
ne cıkarı beklentisi olabilir tüm bunlardan?”
“İslamlaşmişlar ise niye yıkmıyorlar
Cimini veya Galaris’teki kiliselerini.
Hıdır İlyas adı altında muhafaza ediyorlar atalarının mabetlerini.
“Beklentimiz şu ki, eğer gerçekten de
Dersim Kürtlerinin bir kısmı, şartların
zorlaması ile geçmişte Kürtleşmiş Ermeniler ise, niçin Ermenilerin sömürülmesine, talan edilmesine ve kırılmasına izin veriyorsunuz?”
Vartavar bayramını kutluyorlar. Su
döküyorlarbirbirlerinin üzerine. Hatta
bir an için söylediklerinizin doğru olduğunu düşünelim. Eğer şartların dayatması sonucu, atalarımız mecburen
dinlerini değiştirmiş ve Kürtleşmiş,
böylece hem varlığını hemde bağımsızlığını koruyabilmiş ise, söylermisiniz siyasi anlamda bugün ne farkımız
var o tarihten? “
“Sizin hatırladığınız Ermenice harfli
Kürtçe gramer kitabını getirdiler bana.
Hem Ermenice okumayı, hem de Ermeni harfleri ile Kürtçe yazmayı öğrettiler. Bu da bazı durumlarda işleri
yönetmeme cok yardımcı oldu”
“Bu soruyu Türklere satılmış olan aşiret ağalarına sormalıydın. Türk hükümeti tarafından Ermenileri soymalarına, talan etmelerine, Kürt ve Ermeni
özgürlük özgürlük hareketini doğuracak olan okulları yakmalarına izin
verilen aşiretlere sormalıydın, bana
veya SEYİT RIZA’ya değil. Onlar Ermenilerin olduğu kadar, Kürtlerinde
düşmanlarıdır.”
“Dini önder olarak, Ermeni harfleri ile
Kürtçe eğitimi faydalı buluyorsan, son
zamanlarda Dersim’de açılan okulların
Kürtler tarafından yakılmasına niçin
“Acaba dini acıdan, ağalar üzerinde
olmasa bile, sıradan halk üzerinde bir
etkiniz olmaz mı? Netiçede bu talan
ve sömürüyü, ağaların izni ile sıradan
“Ermenice konuşmanı anlayabilirim,
ama yazdığını bilmiyordum.”
“Atalarının Ermeni olduğunu alcak
sesle de olsa söleyemezmisiniz”.
Sohbetimiz esnasında Seyit Caferin
heycandan titrediğini fark ettim. Konuyu değiştirmek istedim “Saklanmış
kitaplar olduğunu duydum piro”.
Atalardan kalmış emanetlermiş, Ama
görmeme izin vermediler”.
“Biliyorum. Bizim kitaplarımız onlar.
Fakat niçin bu kadar meraklısınız?
Araştırmalarınızla halkımız arasında
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şüpheye yol açıyorsunuz.
Duyduğuma göre Gağnud mağaralarında bir kitaplık görmüşsün. Kitapları görmene izin vermemişler. Ama
sırf merakını gidermen için mağarayı
göstermişler. Sen de yanlış yapmışsın,
yeminlerine ihanet edip seni oraya götürenlerde”
“Bir kitap veya kağıt için ne kadar hassasınız”
“Atalarımız çok zekiymiş. Kitapları
koruyabilmek için dinsel anlamda ant
içirmişler insanlara. Aksi taktirde,
avamın elinde bunlar zarar görebilir,
yakılabilirdi. Allah daına, Hazireti
Hıdır, Hazireti Ali, İmam Hüseyin,
Hıdır İlyas adına yemin ederek, korumaya almışlar. Bunlar atalarımızın
mirasıdır, pirlerin, ocakların korumasındadırlar. El sürenler derhal cezalandırılır. Ocağın piri, rehberi, seyidi
dışında kimse onları evinde saklayamaz. Bunları pirinden saklayana yıldırım çarpar. Pirlerin büyük oğulları
dışında kimsenin bunların varlığını
bilmeye dahi hakkı yoktur. Bu yassakları ihlal edenler, yerini Türklere, hatta
dostumuz Ermenilere söyleyenler aşiret tarafından cezalandırılır. Ocaktan
kovulur. Bunları satmaya kalkanlara
ölüm cezası verilir. Bu kağıtlar Hazireti Ali, İmam Hüseyin veya Hazireti
Hıdır Pire Piranların okumasına izin
verene kadar gizli kalacaklar. Buda
ancak Türklerin boyunduruğundan
kurtulduğumuz, özgür ülkemize kavuştuğumuz gün olacaktır.”
Görüldüğü gibi, Seyit Cafer bu ge-
leneğin asırlar boyunca nasıl bir duyarlılıkla babadan oğula aktarıldığını
anlatıyordu. Ufak bir ihmal, bir boş
vermişlikfelaketlere yol acabilrdi.
Kime aitti o kitaplar?Hangi dille yazmışlardı? Ben bilmiyorum. Sizinde
bilmemeniz daha hayırlı olur. Ta ki o
gün gelip de ortaya çıkana kadar. Tanrının inayeti ile önderleri onları yazdıkları dilde okuyabilsinler. Artık bu
konuda daha fazla konuşmak gereksizdi.” son bir soru daha”
“Söyle bakalım, şimdi ne yumurlayacaksın”.
“Derlerki Der Simon adındaki Ermeni
piri, Celali akınları zamanında, 16041606 yıllarında kırımdan kurtulmak
için “talp”larıyla(cemaati)ile birlikte
Kürt olmuş vecemaatin kararını ceylan derisine yazıp, seninde dediğin
gibi, pire piranın göreceği düşe kadar
sır olarak saklanmasını buyurmuş.”
“Madem ki herhangi bir şekilde öğrenmişsin bunları, şartlarıda biliyorsun,
daha niye soruyorsun? Bana yeminimi
bozdurmakmı istiyorsun?
Benim haberim yok, görmemişim, bilmem. Belki de duymuşumdur sadece.
Böylesi sırlar birine teslim edildiğinde
yeminde ettirilir. konuşmamız böylece
son buldu
Dersim Eremenileri etnografyası
Ermeni bilimler Akademisi Yayını,
Yerevan, 1973. S. 250 – 252:
Kaynak:
http://akunq.net/tr/?p=2694
Halazur Geviş, 1938'de
Dersim'de öldürülen yakınlarının nüfus ve tapu kayıtlarını istedi. Gelen yanıt ibretlikti: Onlar hiç varolmadılar.
TARIK IŞIK Arşivi
ANKARA- 83 yaşındaki Halazur
Geviş’in, Dersim katliamında el konulan
topraklarının peşine düşmesi bir trajediyi
daha ortaya çıkarttı. Geviş, katliamda hayatını yitiren ailesi için başvurduğunda,
aile üyelerine ait ne nüfus ne de tapu kaydı bulunabildi.
Halazur Geviş, Dersim katliamısırasında bütün ailesini kaybettiğini, babasının
arazilerine el konularak üzerine kışla inşa
edildiğini, vârislerin ise bir ay içinde şüpheli şekilde öldüğünü iddia ediyor.
Ailesi hakkında bilgi edinmek için Nüfus
Müdürlüğü’ne de başvuran Geviş’e Aziz
Nesin’lik bir cevap geldi. Halazur Geviş,
Nüfus Müdürlüğü tarafından verilen nüfus kayıt örneğinde ailesinden hiç kimsenin ‘var olmadığını’ gördü. Kayıtlara
göre, Geviş’in ailesinden hiç kimse yaşamamış. Geviş, Tapu ve Kadastro Genel
Müdürlüğü’ne ise, ailesinin elinden zorla
alınan ve üzerine kışla yapılan arazilerle
ilgili bilgi sordu. Ancak, ailesine ait olduğu Osmanlıca yazılan tapularla teyit
edilen arazilerle ilgili olarak da Tapu ve
Kadastro Genel Müdürlüğü’nden herhangi bir kayıt çıkmadı. TBMM Dilekçe
Komisyonu’na başvuran Halazur Geviş,
ailesinin öldürülmekle kalınmayıp nüfus
ve tapu kayıtlarındaki tüm bilgilerin de
silindiğini belirterek gerekli işlemlerin
yapılmasını istedi. Halazur nine, “Kendi
olanaklarımla Hozat, Harput (Elazığ) ve
Ankara’daki nüfus müdürlüklerine yaptığım başvurularda, aileme ait ne doğum
tarihleri ne de ölüm tarihleri kayıtlarda
bulunmamaktadır. Doğmamışlar, yaşamamışlar... Ne âlâ; isyan bahane, arazi
şahane. Zamanın İttihat hükümeti ve Genelkurmay Başkanlığı’nın keyfi idaresi
böyle buyurmuştur” dedi.
Osmanlıca uzmanı yok
Halazur Geviş, babasının el konulan arazileri ABD’de çalışarak kazandığı parayla aldığı yönündeki iddiasını ispatlamak
için Dışişleri Bakanlığı’na da başvurarak
1907-1908’de Harput’tan ABD’ye giden vatandaşların isim listesini de talep
etti. Ancak bakanlıktan gelen cevapta,
arşivlerde Hüseyin Yaprak adında bir
isme rastlanmadığı belirtilirken, “Arşivin 1907-1928 dönemini kapsayan kısıtlı sayıda evrakın Osmanlıca belgeler de
içermekte olduğu, bu belgelerin layıkıyla
incelenmesinin ancak uzman yardımıyla
mümkün olabileceği kaydedilmiştir” denildi.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ÇERKESLERİN ERMENİLERE YAPILAN
SOYKIRIMA KATILIMINA DAİR SORULAR
"Kendi milletinin tarihini bilmek
mutlu olmak için yeterlidir.”
Çerkes Atasözü
Elen düşünür Epiktetos "Bir insanın
bildiğini zannettiği bir şeyi öğrenmesi
imkânsızdır" sözünü ne zaman söylemiş bilmesem de, ifade edilenin zaman
aşımı olmayan fikirlerden olduğunu yaşam bize göstermektedir. İstanbul'daki
dostlarım sağolsunlar, ben mahpusanedeyken sevgili Hrant DİNK'in bizlere
yadigârı AGOS'u birkaç ayda bir olmak
üzere bana ulaştırmayı ihmal etmiyorlardı. Mahpuslukta basın-yayın postasının geldiği en çok beklenen o günler,
bilgilenme açlığımın giderilmesine
ayrılan, geceyle-gündüzümün karışıp
da en az bir haftalığına uykusuz geçirdiğim zamanlara dönüşüyordu doğal
olarak ! Buna "Hatspanian kaç gündür
piyasada yok millet, mutlaka AGOS'ları gelmiştir" diye düşünmeye alıştırdığım mahpusane mahkûmlarıyla beraber, 2x3 metrekarelik tecrit hücremin
duvarında en şerefli yere sahip olan ve
o duvardan, tüm o mağduriyet döneminin acı ve eziyetlerini benimle birlikte çekiyormuşçasına sessizce beni
izleyen -bilen bilir- hep benimle olan
Hrant'ın Marmara'ya açılıp da balık
tuttuğu o güzelim resmi de şahitti.
Deniz
kenarında
doğma-büyüme
olan bana, "artık denizleri olmayan"
Ermenistan'ın bir mahpusane hücresine dahi girmeyi becererek denizin sularını getirmeyi beceren Hrant'a "ölümünden sonra bile" o kara günlerimde
mavi sulara yelken açmamı sağlamış
olmasından dolayı müteşekkirdim tabii ! Onun çok güzel 4 fotoğrafını bana
daha mahpusluğumun ilk aylarından
itibaren sıkça ziyaretime gelen Ermenistan Gugark Bölgesi Dini Lideri hısımım Sebuh episkopos Çulcuyan getirmiş ve bu ince davranışını da "okul
arkadaşın sana zor günlerinde moral
ve güç verir diye düşündüm" şeklinde
açıklamıştı. Sebuh Srpazan sayesinde
"o günden sonra Hrant'la bütün sorgulara da, mahkemelere de, bu mahpusaneden o mahpusaneye, bu hücreden
öbürüne de hep beraber gidip-gelerek
mahpusluğun üstesinden de geldik
Sarkis Hatspanian
işte" diyebildim. Sonuç olarak, 5 yıldan
beri sadece bedenen aramızda olmayan Hrant'ın katledildiği 19.ocak.2007
günkü AGOS gazetesinde yayımlanan
"Ruh halimin güvercin tedirginliği"
başlıklı son yazısındaki "... gidersek
nereye gidecektik? Ermenistan'a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne
kadar katlanacaktı? Orada başım daha
büyük belalara girmeyecek miydi?"
anlatımına neredeyse % 100 uyan şahsımın son 23 yıllık Doğu Ermenistan
biyografisiyle, vücudumun tüm hücreleriyle, 24 saat boyunca, hiç aralıksız ve derinden hissederek yaşadığım
ruh halini yakından bilenler de "yoldaşlığımızın" şahididir ayrıca... Kendi
tasavvuru olduğu halde, bana ait olmayan kelimelerle 'beni benden daha
iyi anlatan' onun bu benzetmesi her
aklıma geldiğinde yüzümde acı bir tebessüm belirir, elimde olmadan düşünceler denizine dalıp açılabildiğimce
açılır, hiç yakalayamayacağımı bildiğim halde uzakların ufuklarına doğru
kulaç atmamı sürdürürüm yine de... ve
düşümdeki sonsuzluğun erişilmezliğine hayran olurum.
Böylesi acı bir gerçeğin psikolojik
tüm ağırlığını omuzlamış, kelimelerle
anlatılması imkânsız denecek kadar
zor "uğruna ölümlere gidip-geldiğim"
vatanımın mahpusanelerinde politik
tutsak olarak zincirlenmiş bir diaspora
Ermenisi oluşumun ne anlam ifade ettiğini herhalde "bir ben bilirim, bir de
hücremin kalın demir parmaklı penceresinden silüetine bakakalarak yıllarımı geçirdiğim ağzı var dili yok" 2 bin
800 yıllık Erebuni Kalesi !
Hayat, hani dünyaya ilk geldiğimiz andan itibaren, ileride taşımak zorunda
kalacağımız acılara "peşinen" ağlamakla başlıyor ya, sonra sadece "gülüyoruz ağlanacak halimize" şekliyle de
devam ediyor, inanın ! Bu tabire bire
bir uyan duygularla "zamanında Diyojen elinde gece feneri güpegündüz
sokaklara düşerek adam aramakla ne
kadar doğru etmişmiş yahu" diye derin
bir acı hissederek mahpusanenin havalandırmasında günlerce deli-divane
volta atmış olduğum onlarca sebeplerden birini bugün yeniden anımsayıp
«Adaletin bu mu dünya?» diye tekrar
kızıp-kudurmamın nedeni, Facebook
sayfama AGOS Web’ten ulaştırılan,
25.mart.2011 tarihli AGOS sayfalarında yayımlanmış ve benim cezaevinde olduğum zaman okumuş olduğum
"Türkiye'deki Çerkeslerin önde gelen
isimlerinden, Çerkes tarihi üstüne araştırmalarıyla tanınan araştırmacı-yazar
Fuat Uğur ve Yaşar Güven adlı kişilerle yapılan bir söyleşi"yi (http://www.
agos.com.t r/1915i- cerkesler-yapt idemek-yuzlesme-degil-inkrdir-1559.
html) yeniden okuma bahtsızlığımdı.
Sözkonusu söyleşinin koskoca puntolarla atılan "1915'i Çerkesler yaptı
demek, yüzleşme değil inkârdır" başlığından tutun da, "o zaman iktidarda olan İttihad ve Terakki katliamları
ordusu üstünden gerçekleştirdi"ye,
oradan "Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes subaylar vardı, Kürtler de
vardı" söyleminden "ama Ermenileri
koruyup, saklayan Çerkes aileler de
vardı"ya varan masumiyet (!) edebiyatı
bana "tehlikeyi sezinlediğinde başını
kabuğuna çeken kaplumbağa"yı anımsattı. Hele hele, buna bir de "bugün
Fuat Uğur ya da Yaşar Güven'in birer
Çerkes olarak 'Ermenilerden Özür Diliyoruz' kampanyasında imzası var ise
zaten bu yüzleşmeye hazır, bu cesarete
sahip Çerkesler de var demektir"i eklemeyi unutmasak da, içim "Yorumsuz"
karikatürlere benzettiğim yukarıdaki
söylemlerin suniliğini bir türlü sindiremedi gitti !...
L.Tolstoy'un "Af dileyen kendi kendini
itham eder" diye çok anlamlı bir sözü
varsa da, ben bu ithamın değer kazan-
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ma, yani insani-ahlâki ihtiyacının karşılanabilmesinde selameti Farabi'nin
"Önce doğruyu bilmek gerekir; doğru
bilinirse yanlış da bilinir, ama önce
yanlış bilinirse doğruya geç ulaşılır"
sözlerinin içeriğinde aramakta buluyorum yine de ! Bu bağlamda, hangi
halktan olursa olsun, "T.C." doğumlu
olup da kendini aydın tanımlayan insanlardan birçoklarında ne yazık ki
varolan en belirgin handikapın işte
Farabi'nin bu "doğruyu bilmek" olarak
formüle ettiği düşüncesinin o çevrelerce içselleştiril(e)meyişiyle ne denli
doğrudan bağlı olduğunu görüyor ve
o önemli engeli aşabilmenin tek yolu-yönteminin de yine Farabi'ye ait
"Dosdoğru konuşun ! Kelimeleriniz
güneşin ışığı gibi doğruca kalplerimize girsin" ahlâki öğüdünün bu insanlar
tarafından ertelenmez bir görev olarak
algılanıp, layıkıyla yerine getirilmesine bağlı olduğunu iddia ediyorum.
Sözkonusu çevrelerin insanlarından
çok çoklarının Ermeni lafının edildiği
hiç bir yerde doğru, dosdoğru, şöyle
namuslu bir duruşuna maalesef şahit
olamıyoruz. Ve kolay rastlanmayan bu
tavrın temelinde bence, bu topraklara
'at koşturarak gelen' halkların şimdi
bulundukları yerlerin gerçek yerlisi olmamaları, toplumsal hafızalarında hep
canlı kalan göçmen olma sendromunu
hâlâ taşımaları, yani her şeye rağmen
buralara bir türlü "yerleşememeleri",
kendi kendileriyle "barışık olmayı becerememe" gerçeği yatmaktadır. Bunun en belirgin ve önemli bulduğum
göstergelerinin başında, her soydan ve
boydan insanın aydın geçinenlerinin
bile Ermenilerin anavatanı Batı Ermenistan adı yerine, hiç belirgin olmayan
Anadolu yahut ondan da kötüsü, çok
muğlak bir sis perdesi ardına saklanarak, hemen herkesin diline neredeyse
yapışkan sakız olmuş "bu coğrafya"
tanımlamasını yeğlemesi dahi, onların
daha en baştan "dosdoğru" olmaktan
nasıl kaçındığını ve kaypaklığa saptığını gözlemleme bahtsızlığını yaşayan
benim gibi yüzbinlercesinin yüreğindeki yarayı hem yeniden kanatıyor,
hem de bu türden bir davranışta bulunanların 1915 mağduru mezarları bile
olmayan milyonlarca Ermeni'ye saygısızlık ettiğini anlamaktan bile aciz olduğunu bence "dosdoğru" göstermektedir.
AGOS
gazetesinin
F.Uğur-Y.Güven
çiftiyle yapmış olduğu söyleşiden
edindiğim intiba, pek üzülerek söylüyorum ama, onların kendi tarihlerini
bilmediklerini ve fakat bilmedikleri hakkında öylesine pervasızca fikir
yürütmekten de hiç çekinmediklerini
görmek oldu. Onlar, bunu yaparken ille
de yüzyıllar önce Montaigne'nin ifade
etmiş olduğu "Ne tuhaf: İnsanlar en az
bildikleri şeyler hakkında en fazla fikir
yürütürler" sözlerinin ne kadar doğru
olduğunu ispatlamak için biribirleriyle yarışıyorlarmış gibime geldi sanki...
Bu söyleşi hakkında fazlasıyla öğretici
olduğunu umut ettiğim sadece tek bir
örnek üzerinde durarak, izninizle asıl
söylemek istediğime varayım ve aşağıda parantez içinde sunacağım anlatımlardaki saçmalamaların açık ve net bir
şekilde görülüp-anlaşılmasına yardımcı olmaya çalışayım isterseniz.
Ama bunu yapmadan önce, mutlaka
Çerkes ve Ermeni halkları arasında
Kuzey Kaf kasya dağlarında M.S. 1112.inci yüzyıllarda başlayan, 15.inci
yüzyıldan itibaren gelişen ve günümüze kadar da varolup süregelen
iyi komşuluk ilişkilerini kaydetmek
gereklidir. Bugün de Çerkes topraklarında yaşayan yüzbinlerce Ermeni, bu iki halk arasında hiç bir sorun
yaşanmaksızın barış içerisinde birarada varolup yaşayabilmenin iyi bir
örneğini sergilemektedir. Rusların
"Bradyaga-Razboy ni k- G ravapitsiGortsi"/"Göçebe-Talancı-Kan
içiciDağlı" olarak tanımladığı Çerkeslerin
"Zemledzelets-Skatavod-Trudalyubiviykh" yani "Toprağı işleyen rençberHayvan besleyen-Çalışkan"a dönüşmeleriyse yine pek yaygın Rusça bir
halk deyimiyle "Etı byila blagadarya
Armiyanam"/"Ermeniler sayesinde olmuştur" gerçeğinin tarihçesini bilmediğini sandığım bu ikilinin bir Ermeni
gazetesiyle kıraathane sohbetlerine katılırcasına gayr-ı ciddi söyleşilerde bulunmasının işlenen bir gaf olmasından
çok abesle iştigal halini hatırlatıyor
olması düşündürücüdür. Konunun nesnel olarak irdelenmesi için onu bence,
1864 sonrası Tsarlık Rusyasınca işgal
edilen anavatanları Çerkesya'dan zorla
sürgün edilme mağduriyetini yaşamış
olan Çerkeslerin, Kuzey Kaf kasya’da
yüzyıllarca yan-yana, iç-içe, dostane
ilişkiler içerisinde bulunarak yaşadığı
Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içinde yaşayan soydaşlarına
karşı gerçekleştirilen kanlı katliamlara
görülmemiş bir barbarlık sergileyerek
ve çok aktif katılmalarını anla(ya)bilmenin imkânsız olduğunu kaydetmek
ve eleştirilerimizin haklılığını işlenen
bu vahşete katılımın açıklanamazlığında mutabık kalmayı becererek temellendirmek zorundayız.
Bana göre bu muamma, Çerkes sürgünlüğünün 1864-1923 arasındaki 59
yıllık dönemini kapsayan zaman kesitinin çok detaylı olarak incelenip-araştırılması, karanlıkta kalmış bilinmeyenlerin en ince ayrıntılarına büyüteç
altında bakılması, doğruların bulunması, bilinmesi ve varolan gerçekler
hakkında herkesin bilgilenmesi yönünde yapılacak çalışmalar sayesinde ancak, o da sadece kısmen "anlaşılabilir"
sanıyorum ! ICEBERG benzeri bu durumun, görülmeyen, karanlık kısmının aydınlanması dışında yapılacak hiç
ama hiçbir şey, doğrudan yana tavır
alıp, adaleti, hak ve haklıyı savunmak
yerine, can çekişip-sürünmekte olan
yanlışın suni teneffüsle yaşamını biraz
daha uzatmaya çabalamak demektir
ve bilinçli olarak sergilenen bu tür duruşlar bence, işlenmiş suçların tekrarlanmasına yeşil ışık yakmaktan başka
bir işe de yaramazlar. Bu gerçeklikse
bizlere bir kez daha F.Engels'in "Bir
insanın kendisine sorması gereken öncül soru şudur; Gerçeğin ne kadarına
tahammül edebilirim" sözünün haklılığını göstermesi bakımından çok önemlidir. Sahiden de, Marx, Engels, Lenin,
Mao gibiler tarafından yaratılmış sosyalist literatürle tanışık ve barışık yaşamış, insanlığın kurtuluşu ve geleceği
hakkında temiz ideallere gönül vermiş
olan sayısız insan, Ermenilere karşı
işlenmiş bu insanlık suçuyla ilgili çok
açık ve net bir tavır, onurlu bir duruş
sergilemesi gerekirken, neden klasik
"3 maymun"u oynamaya eşdeğer "bin
dereden su getirme" misali kıvırmalarla "kedi pisliğini örter" türü tavır
takınmalara yeltenerek kendi kendilerini kandırmayı denerler anlamak
hiç mümkün değil, inanın ! Engels'in
deyişiyle tüm bu insanların "kendisine
sorması gereken o öncül soru; gerçeğin ne kadarına tahammül edebilirim"
gerçeğinden sözkonusu Çerkes araştırma-incelemecileriyle yapılan AGOS
söyleşisi örneğinde olduğu gibi onların fersah fersah kaçmayı ya da başını kuma gömen devekuşuna özenmeyi
denemeleri ne kadar abes ise, gazetecinin 'suça iştirakla ilgili' sorusunu
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir isnad olarak kabullenip, tehlikeli
virajları zararsız-ziyansız geçebilme
niyetiyle sundukları bazı 'argümanlar'
da bir o kadar komiktir.
Gelin parantez içinde belirtilen bu argümanlardan birkaçına birlikte göz
atalım isterseniz;
[..."Evet, Osmanlı ordusu içinde Çerkes
subaylar vardı, Kürtler de vardı. Şimdi
bu durumu bugün gündeme getirenler
aslında şunu demek istiyor: 'Ermenileri Kürtler ve Çerkesler katletti. Beyaz
Türkler masum.' Bu dürüst bir yaklaşım değil. Ben bir Çerkes olarak nasıl
derim ki "Hayır, 1915'te Çerkesler yoktu", elbette diyemem. Keşke bir Çerkes
subay çıkıp da 'Hayır, ben bu katliama
katılmıyorum' deseydi, bugün onunla
gurur duyardım. Ama şunu da biliyorum; o dönemde pek çok aile de Ermenileri ölümden kurtarmış, bunları
okuyoruz. O zaman ben de şunu söyleyeyim; Çerkeslerin içinde de yapılan
katliamlardan kurtarılan Ermeniler
vardır. Kayseri ve çevresinde 1915'te
ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını sürdüren Çerkesleşmiş
Ermeniler var. Bu bize neyi gösteriyor;
Katliamlarda subay olarak görev almış
Çerkesler olduğu gibi, bu katliamlara
karşı çıkan Çerkesler de olmuş demek
ki... Çerkes subaylar Ermenileri katlederken, Çerkes aileler de komşularını,
dostlarını kurtarmaya çalıştılar."]
Söylenenlerden ben şunu anlıyorum.
İki çeşit Çerkes var; biri subay olan,
diğeri olmayan... Subay olan Ermeni
halkını katlediyor, subay olmayan ise
koruyor. Subay olan Çerkes'ten utanılıyor, subay olmayanlarla övünülüyor,
gurur duyuluyor. Hani durum, biri
kötü, biri iyi, neredeyse bire bir eşitmiş
gibi gösteriliyor, böyle bir anlatımın
şahidi oluyoruz. Çerkes cephesinde
görülen resim bu !...
Şimdi gelelim Ermeni cephesine; Katledilen, mezar yeri bile olmayan Ermeni ölüyor-yokediliyor, katledilmeyip de
'kurtarılan' Ermeni ise Çerkesleşiyor...
Sonuçta, yani Ermeni, Ermeni olarak
kalıp-yaşayamadığından yine yokoluyor, ama dini bütün bir müslüman Çerkes olarak hiç olmazsa ruhuna fatiha
okunarak, mezar yeri belli oluyor ya,
ne olmuş yani, bir problem mi var ? Gelin, varılan sonucu kaydedelim o halde;
Çerkes cephesinde durum bir-bir, Er-
meni cephesinde ise sıfıra sıfır, elde var
sıfır ! İçinizde olur da "Fiziken katledilen Ermeniyle, fiziken katledilmeyen
ama sonuçta yokedilen Ermeni arasında ne fark var peki ?" diye düşünenler
olursa eğer, bunu soruya dönüştürüp,
kendini Çerkes olarak tanımlayan Fuat
Uğur'la Yaşar Güven'e yöneltiversinler lütfen !... Ancak, kendilerine yöneltilen bu soruyu yanıtlamadan önce
birileri onlara Birleşmiş Milletler tarafından tanınan SOYKIRIM sözleşmesinde ne yazıldığını şöyle zahmet
edip baştan-başa mutlaka okumalarını
salık vermeyi de sakın unutmasınlar.
Hatta, İNSANLIĞA KARŞI İŞLENMİŞ ve ZAMAN AŞIMI OLMAYAN
TEK SUÇ: SOYKIRIM tanımlamasının sadece 2.5 no’lu maddesini okumalarının bile sorulan sorunun yanıtını
vermeye, yani pek gurur duydukları bu
'kurtarma'nın «kendi gönülleri dışında
etnik bir insan grubundan bir başka
etnik insan grubuna dahil edilmeye
mecbur edilme şartlarında inanç ve
kimlik kaybına sebep olma» hallerinin
de soykırım suçunu işleyip-gerçekleştirmenin affedilmez bileşenlerinden
olduğunu öğrenmeleri için yeterli olacaktır. İzninizle ifade edilene bir ekleme de ben yapayım; eğer bu soruya
cevap vermesi gerekecek bu Çerkes arkadaşlar, olur ya es kazara o "Kayseri
ve çevresinde 1915'te ölümden kurtarılmış, Çerkes köylerinde yaşamlarını
sürdüren Çerkesleşmiş Ermeniler"den
olurlarsa, bence çok daha iyi de olur.
Böylece aynı şahıslar nezdinde, 1915'te
ölmüş Ermeni'nin daha sonra nasıl yaşayan Çerkes olduğunun, olabilindiğinin de canlı şahidi olmuş olur ve BM
Soykırım sözleşmesi temelinde, 1915’e
kadar Ermeni, o tarihten sonra Çerkes
olan bir yerine iki acıya şahitlik yapması gerekecek tek bir insanla İNSAN
HAKLARI MAHKEMESİNE hep beraber yollanırız artık !
Ancak söyleşide söylenenlerin satır
aralarında olup, belki de sadece biz
Ermenilerce görülen ve araştırma-incelemeci Çerkes arkadaşlar tarafından
her nedense 'söylenmeyenler' beni bir
insan olarak çok daha fazla rahatsız
ettiğinden, sizinle aslında onları paylaşmak istiyorum.
Yukarıda parmakla gösterilircesine resimlenen iki çeşit Çerkes'ten biri, daha
dün değil evvelki gün, yani 1864’te
kendi anavatanı Çerkesya’dan Osman-
lı İmparatorluğu'na sürgün edildiği
halde, başka halkların anavatanındaki
köy ve topraklara, oraların yerlilerine yaşatılan sürgünler, acı ve gözyaşı
pahasına emrivaki iskân ettirilen ve
bu devletin ordusu için taze kan olma
özelliğine sahip olduğundan, asker bile
olmadan hemencecik subay olan, diğeriyse öyle olmayan, ama o orduya ardı
arkası kesilmeyen kadro yetiştirendir.
Bunlardan subay olan, 5 bin yıldan
beri kesintisiz hep kendi atatoprağında
yaşayan, üstelik Osmanlı tarafından da
"millet-i sadıka" olarak kabul edilip-tanımlanan mazlum Ermeni halkının bebek, çocuk, kadın-erkek, genç, ihtiyar,
masum sivillerini barbarca katlediyor,
subay olmayan ise onlardan bazılarını koruyor, hatta bazen Çerkesleştiriyor. Subay olan Çerkesler, aynı orduda kendileri gibi subay ve asker olan
Ermenileri, yani kendi meslektaşlarını
sırf Ermeni oldukları için enselerine
tek kurşun sıkarak katlediyor, böylece
subaylığın da, askerliğin de namusuyla şerefini yerle bir ediyorken, bunu
yapabildikleri, yani Osmanlı Yüksek
Kapısının Ermenilere reva gördüğü
acı sona yığınsal ve aktif bir katılımı
sağladıkları için de eli kanlı iktidarın
kendilerine ganimet niyetine bahşettiği "neo-millet-i sadıka" rolünü gönüllü
olarak üstlenmeye razı olduklarını da
gösteriyorlardı. Bu tesbit, Osmanlı iktidarlarının geleneksel olarak taşıdığı
sınırsız bir vahşet ve görülmedik barbarlık karakteriyle çelişir özellikleri
gözlemlenmeyen Çerkeslerin, hem padişahlık, hem de meşrutiyet dönemlerinde devletin varlığını böylesine kirli bir işlevi görmesiyle borçlu olduğu
askeriyesinin en üst kademelerindeki
yağlı pozisyonların ele geçirilmesini
hedeflemelerinden dolayı, o güne kadar işlenmiş bütün suçlardan da daha
korkuncu, daha insafsızcasıyla, daha
ağırının işlendiği soykırım suçunun
gönüllü ortağı olmaları karşılığında
layık bulundukları ödüllendirmelere
oldukça uygun, insana mahsus manevi
değerlerden yoksun bir kimliği temsil
etmelerini kanıtlıyor olması nedeniyle
düşündürücüdür.
Dünyanın hangi ülkesinde devletin ordusunun kendi vatandaşlarına, askeri
bir güç teşkil etmeyen, karşı safta bulunmayan sivil insanlara azılı bir düşmanmış gözüyle bakıp görülmemiş bir
saldırıda bulunmasının başka bir örne-
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ği daha vardır bilmiyorum da, Ermenilere yapılan vahşetin çok az zaman
sonra faşist Almanya tarafından Yahudilere de reva görüldüğü, yani tarihsel
bir ilk gerçekleştirilerek, bir soykırımdan bir başka soykırımın fotokopisinin
yapıldığı tüm insanlık tarafından bilinmektedir çoktan ! Ermenilerin katledilmesi için Ermeni olmanın dışında
herhangi bir ölçüt olmadığından da,
Ermeni asker, subay, memur, milletvekili, bakan, öğretmen, üniversiter, akademiker, müzisyen, din adamı, yazar,
çizer, sanat ve zanaat adamı, zengin
ya da fakir, amira, ağa veya işçi, köylü, emekçisi arasında hiç ama hiç bir
fark bulunmayışı da işin kolaylaştırıcı
tarafı olsa gerek ki, salt etnik aidiyet
bu vahşeti gerçekleştirmek için yeterli
sayılıyordu. Yani, Ermenilerin Çerkesler gibi iki çeşidi yoktu... tek tip elbise
giydirilen ölüm mahkûmları misali onlar tek ve sadece TEK çeşittiler; ERMENİYDİLER !
Bu böyle olduğu için de Ermeni'yi katledenle, "kurtarıp" Çerkesleştirenler
arasında nasıl bir fark olabilir, anlamak gerçekten mümkün değil ! Öyleki,
AGOS söyleşisi kahramanlarının Çerkeslerin bir çeşidi yüzünden utanma,
diğer çeşidi sayesinde gurur duymaya
hiç ihtiyaçları olmadığı gibi hakları
da yoktur. Dahası, 1864'te Osmanlı'ya
sürgün edilen Çerkeslerin, kovuldukları anavatanlarındayken dost ve komşu
oldukları, uygarlık düzeylerinden istifade ettikleri tek halk Ermenilerdi ve
bu ilişkinin yüzyıllarca süregelmiş bir
geçmişi vardı. Üstelik, o zamanlara ait
olan "bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı
vardır" halk sözünün haklılığı temelinde, bu iki halk arasında en azından
750-800 yıllık bir "hatırı sayılırlık" da
vardı. Osmanlı'da Çerkeslerin Ermeniler dışında yakınen tanıdığı, iyi bildiği,
dost gördüğü başka da hiç ama hiç bir
halk yoktu. Ermenilerin ne kadar barışçıl ve kim olursa olsun hiç kimseye zarar vermeyen, çalışkan, yaratıcı,
Aras Yayıncılık
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas
No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430
İstanbul - Türkiye
Tel: +90 (212) 252 65 18
Fax: +90 (212) 252 65 19
e-posta: [email protected]
ekmeğini taştan çıkaran, yetenekli ve
uygar insanlar olduğunu her kim-kim,
ama Çerkesler kendi adlarından da çok
iyi biliyorlardı.
Acaip ve anlaşılmaz olan da zaten
buydu işte ! 1864 sonrası geldikleri Osmanlı'da Ermenilerle yeniden
karşılaşan bu insanlarla, onların evlatları sarmaş-dolaş olup da onlarla
dost olacaklarına, 1894, 1896, 1905,
1909, 1912, 1915, 1918, 1920, 1922 ve
1923'lerde elleri nasıl gitti de o masum insanları boğazlayıp-kestiler, kesebildiler, hamile kadınların karnında
henüz doğmamış bebeği dahi süngüleyip-öldürdüler, çocuk yaşta kızların
ırzına geçtiler, yürümekten bile aciz
ihtiyarları diri-diri yaktılar-yakabildiler, anlayabilmek mümkün değildir.
Ve bu anlaşılmazın açıklanması için
ter döküp, çaba göstermek de herkesten önce sürgün mağduru olduğundan
Osmanlı’ya göçen Çerkeslerin günümüz aydınlarına düşmektedir.
Bu, hem "Geçmişleriyle hesaplaşamamış halklar başkalarıyla barışamazlar"
doğrusu, hem de "Cellat ile kurbanı,
halk ve caniler arasında uzlaşma olmaz" diyen Arnavut asıllı İtalyan komünist A.Gramsci'nin sözlerinde ifadesini bulan gerçekliklere istinaden,
onbinlerce Çerkes insanının alınlarına
sürülen kara lekenin izlerini silmeyi
denemenin de tek önkoşuludur.
Her halkın tarihinde varolagelmiş gelenek-görenekleriyle, taşıdığı değerlerin ulusal kimliğine yansımasının, örf
ve adetler hazinesinin göstergesi olan
değerli sözleri vardır. Sosyo-kültürel
çok zengin değerlerin bize ulaşmasında halk sözleri bazen manevi öğütlerin
asıl taşıyıcıları olduklarından, onlar
sayesinde sözkonusu halkın düşünme
ve yaşam biçimiyle, değer yargılarını
yakından tanıma olanağına da kavuşuruz. Çerkes atasözlerinden birinde
“Zora düşen düşmanın da olsa yardım
et” der, ancak 800 yıl birarada dostça
yaşadığı Ermeni halkının en zora düştüğü zamanlarda, bırakın yardım etmeyi, ona düşmanca davranmış olması
tezatının herşeyden önce taşıyıcısı oldukları kendi manevi değerlerine ihanet olduğunun bilincinde olan Çerkes
aydınlarına, yine onlara ait “Eski yolu
ve eski dostu terk etme” sözünü hatırlatarak yazımı noktalıyor, Ermenilere
yapılan soykırıma katılımlarına dair
sorularımın yanıtlarını edinene kadar
bekleyeceğimi bildiriyorum.
Yerevan – Doğu Ermenistan
Onüç
Tıp
Öğrencisi
Tutuklandı
KCK operasyonları kapsamında üç
gün önce gözaltına alınan öğrencilerden 13'ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. Gerekçe "örgüt
üyesi" olmak...
Serhat KORKMAZ
[email protected]
Ankara - BİA Haber Merkezi
Kürdistan Topluluklar Birliği
(KCK) operasyonları kapsamında 6
Haziran sabah saatlerinde gözaltına
alınan ve dün Ankara Adliyesine
getirilen 46 öğrenciden, 13'ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı.
Öğrenciler dün sabah saatlerinde
adliyeye getirilmişti. Öğrencilerin
savcılıktaki ifade ve işlemleri sabahın erken saatlerine dek sürdü. 13
öğrenci savcılık ifadelerinin ardından serbest bırakılırken, 33 öğrenci
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi
Nöbetçi Hâkimliğine sevk edildi.
Hâkim, "örgüt üyesi olmak" gerekçesiyle tutuklanmasına karar verdiği 13 öğrencinin isimleri şöyle:
Zülküf Akelma, Birhat Şimşek, Ahmet Demirer, Mustafa Akın, Özgür
Mert Bakan, Perişan Akan, Ahmet
Karer, Recep Kar, Tuncay Gökçen,
Mehmet Aydın, Mustafa Karakut,
Fatih Sultan Altın, Mehmet Budak.
(SK/HK)
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ararat’da
Batan
Gemiler
Erdem Özgül
Türkiye'nin gündemi, Türkiye gibi,
zorlayıcı, iç burkucu ve sürekli insan
kimliğinden, değerlerinden alıp götüren maddelerle sıralanmış bir haber
paketi gibi. Ama örneğin bu paket İsveç gündemi gibi steril olaylarla programlanmış da değil. Tarihin günümüze
devrettiği kanlı bir değirmenede benziyor bu devinim. En önemlisi bütün
kavgaların sonucu insan aklı bir çözüm
arar. Türkiye'de de bu çözüm aranıyormuş gibi yapılıyor ama gerçekte hayata
geçirilen proje daha fazla kan dökmek
ve acı çektirmekle sonuçlanıyor.
Tarih tekerrürden ibarettir benzetmesi herhalde dünya da en çok Türkiye
tarihine uyuyor. Gündemin hiç soğutulmaması gereken iki konusu ve
devamında getirdikleri bunun açıklaması gibidir. Birincisi Roboski'de Kürt
köylülerinin uçaklarla katledilmesi
ve bunun izahatıdır. "Terörist sandık,
vurduk!" Velev ki Kürt köylüleri değil
PKK gerillaları olsaydı sınırdan geçen,
çok geniş bir kesimin mantığı Gerillanın vurulmasını hak görecekti. İkinci
büyük tekerrür Hrant Dink davasında
yaşandı. Mahkeme, sunulan belgeleri
değerlendirmeden kararını verdi. Karar büyük bir tepkiyle karşılandı ve kararı verenler de dahil kararın arkasında
duran bir Allahın kulu yok bugün karşımızda.
Bu iki olay ve sonucu Cumhuriyetin,
Osmanlı'nın çöküş devrinden bu yana
sürdüregeldiği politikanın okunaklı bir
neticesidir.
Ermeniler yok edilmeli, Kürtler Türkleşmeli!
Orgeneral Mustafa Muğlalı 33 Kürt
köylüsünü kurşuna dizdirdiği için zindana atıldı, doğru düzgün soruşturul-
madan zindanda kahrından öldü. Devletine hizmetinin karşılığı Muğlalı bir
zindan karanlığına itildi. Kahrından
ölmesi için yeterli nedendi. Muğlalı
harcanabilirdi ama Muğlalı'nın pratiği
asla! Van, Özalp'te bir kışlaya Orgeneral Mustafa Muğlalı kışlası adı verilerek anısı ve pratiği süreklileştirildi.
Hrant Dink kararının öncesini izah etmeye gerek yok zaten. Dink'in halkının kendi topraklarından silinmesini
geçtim, toprağın üzerindeki izleri dahi
yok edildi. Kiliseler özenle yıkıldı.
Mezarlıklar tahrip edildi. Bugün tarihsel Ermenistan'da ve Beth Nahrin'de ne
Ermenilerin izlerine rastlayabiliyoruz
kolay kolay, nede Süryanilerin. Roboski saldırısı ve Hrant Dink davası sırtını
böylesi bir tarihselliğe dayıyor.
Kıyametin kopmayış nedeni bu! Hava,
toprak, su ve insan yüzyıldır zehirleniyor.
Türkiye'de egemen devlet aklı muhalefete kesinlikle izin vermiyor. Yaşamasına göz yumduğu muhalif kesimlereyse kendi resmi ideolojisini şu veya
bu şekilde şırınga etmeyi başarıyor.
Bunun içindir ki 1984 sonrası başlayan gerilla mücadelesi devletin tüm
kurgusunu dağıttı. İçeride politik açıdan değil ama pratiğiyle Türk devletini
fazlasıyla zorlayan bir PKK ve Kürt
hareketi gerçeği var. Çok cılız bir sol
destek dışında Kürt gerilla mücadelesi
ve halkı bu mücadele de bir başına. Bu
sebeple de devletin bütün şimşeklerini üzerine çekiyor. Buna karşın Türk
politikasını zora sokan bir de diaspora Ermenilerinin mücadelesi var. Bu
mücadele dış politikada devletin elini
ayağını bağlıyor. Ve diaspora Ermenileri, vatandaşı oldukları ülkelerde ne
zaman bir başarı elde etseler, o zamandan sonra Avrupa, Amerika kamuoyu
Türk devletinin anti-demokratik karakterini daha iyi kavrıyor. Söz konusu
devletlerin, vatandaşları olan Ermenilerin taleplerini karşılaması Türkiye'de
politikacısından, seyyar satıcısına, yediden yetmişe herkes tarafından büyük
bir öf keyle karşılanıyor.
Günümüzün nefret edilen ülkesi
Fransa. Tepkiler dalga dalga geliyor
Fransa'ya. "Mollier'in ülkesine yakışmadı", "Düşünce özgürlüğünün semboli ülke, düşünceye yasak getirdi",
"Avrupa ait olduğu ortaçağ karanlığına
geri dönüyor". Bunlar politikacıların
tepkileri. Mollier'in ülkesine yakışmayan nedir, bunu anlamak güç yine
de. Mollier'in ülkesi vatandaşı olan
yüzbinlerce Ermeni'nin taleplerini
görmezden gelemedi ve bir tarihsel
haksızlığı inkar edenleri bir kanunla
cezalandıracağını söyledi. Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy yasayı imzalayacak. Sarkozy yasayı imzaladıktan
sonra, T.C. Hükümeti, Dışişleri Bakanlığı Fransa'da, Fransız parlamenterlerle
yoğun bir mesai yapacağa benziyor,
Eğer Türkiye 60 Fransız parlamenterin
oyunu alabilirse yasayı Anayasa mahkemesinde iptal ettirebilir. İptali için
her yolun denendiği yasanın içeriği
şöyledir: "Kamuoyu önünde soykırım
cinayetlerini, insanlığa karşı işlenen
cinayetleri kabul etmeyen, reddeden,
bayağılaştıranları veya savunanları
Uluslararası Ceza Hukuku Statüsünün
6.,7.,8. bentleri ve Uluslararası Askeri
Mahkeme'nin 6. bendinde ifade edildiği üzere 1 yıl hapis cezası ve 45.000
euro para cezası ile cezalandırmayı öngörür."
Görüldüğü gibi yasa düşünce özgürlü-
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğüne herhangi bir sınırlama getirmiyor.
Bu haliyle İstanbul Ermenilerinden bir
kesimin T.C. Hükümet yetkilileriyle
aynı dili konuşması ya yasanın içeriğini bilmemelerinden kaynaklanıyor,
yada resmi ideoloji ve onun kurumlarıyla mücadele etmeyi göze alamamalarından. 2011 yılının son günlerinde
yasa Fransa parlamentosunda oylandığında Hosrof Dink önce CNN Türk
televizyonunda, sonra Hürriyet gazetesinde (GazeteninTürkiye Türklerindir
logosunu unutmamak gerekir) açıklamalar yaptı. Hürriyet'e verdiği açıklamanın bir kısmına bakmak iyi olacak
diye düşünüyorum: "Kendi soydaşlarıma sesleniyorum. Siz karşı çıkın buna
kardeşim. Bizim onurumuzu, acımızı
böyle insanların eline bırakmayın. Sonuçta Hrant’ın ölümüne neden olan bir
yasa, Fransa’da aynı şekilde çıkarılmak isteniyor. Politik çıkarlar, insanların yaşamlarını zehir etmiş durumda. Belki akrabalarım kızacak. Ama
böyle yaşamak çok zor birşey. Irkçılık
ve milliyetçilik, insanın hayatını karartan bir şeydir. Oradan çıkacak bir
yasa benim atalarımın acılarını hafifletmeyecek. Yurtdışındaki diasporanın
duyarlı olması için kim, ne isterse yaparım."(**)
Türkiye'de, özellikle devlet ve toplum
arasında yasanın nefretle kınanması
çok da anlaşılmaz değil. Bir bütün olarak toplumsal yapı, sınıfları, kastları ve
katmanlarıyla Ermeni soykırımını inkarda birleşmiş durumda. Bunun içinde Fransa'da bir yasanın oylanması, bu
kesimlerin reel dünyada soykırım gibi
büyük suçlar işlediklerini yüzlerine
çarpıyor ve yumruk yemiş gibi oluyorlar, kendilerine bile söyleyemediklerini Fransa dünyaya anlatıyor. Türkiye'deki bütünlüklü tepkinin bu nedenle
anlaşılmaması için bir neden yok. Gerçek, "vatanı ve milletiyle Türkiye'nin
bölünmez bütünlüğüne" zarar veriyor.
Yoksa sokaktaki ortalama insanın dili
dahi "kestik, yine keseriz" cümlesini
olur olmaz tekrarlıyor zaten.
Hosrof Dink ve onun sahip olduğu
değerlere ne gibi bir karşıtlığı olabilir
yasanın, bunu bilince çıkarmak oldukça zor. Hosrof Dink sorun bizim
kendi aramızda çözelim gibi bir akıl
yürütüyorsa örneğin, böyle bir lüksü
yok. Fransa'da bu yasayı parlamento
gündemine getiren bir Ermeni toplumu gerçeği var. Bunlar Fransız vatan-
daşıdırlar. Ve Fransa'nın siyasi, ticari,
kültürel ve toplumsal hayatında önemli
roller üstlenmişlerdir.
Ve bu yasayı Türk Ceza Kanununun
301. maddesine benzetmek demokratik
mücadeleye, dahası hak kazanımına
açık bir saldırıdır. Hele Francofon Ermeniler bu yasaya Hrant Dink cinayetinden sonra bu kadar ihtiyaç duymuşken. Hosrof Dink ve söz birliği yaptığı
arkadaşları -deyim yerindeyse tabii
- yasaya karşı çıkarken cinayet işlemenin yolunu hazırlayan bir yasa ile cinayetleri önlemeye yönelik bir yasayı bir
birine karıştırmamalılar.
Fransa parlamentosu, bir demokratik ülke olmanın gereğini yapıyor ve
Francofon Ermenilerin taleplerini oylamaya sunuyor, onları görmezden gelemiyor. Evet bu oylama politikacıların
beklentilerine de cevap veriyor. Ermeni toplumu sorunlarının çözümü karşılığında, çözüm getiren tarafa oy verecek, Fransız politikacılarının hesabı
budur. Yaşadığımız dünyanın temel
espirisi de bu yönde zaten, yeteri kadar
paranız varsa karnınızı doyurursunuz,
paranız yoksa aç kalırsınız. Dolayısıyla Fransız burjuvazisi ile Francofon Ermenilerin karşılıklı alışverişinden söz
ediyoruz.
Genel gidişatın aksine bu yasanın
Türkiye'de olumlu yönde tartışılmasını
hedeflememiz gerekir. Türkiye'de yargılandığımız, evlendiğimiz, boşandığımız bütün kanunlar batılı ülkelerden
alınmış kanunlardır. Türk parlamentosunun batılı olan bu kanunu da değerlendirmesini dillendirmek gerekir, demokrasi ihtiyacımızın bir gereğidir bu.
Örneğin BDP, bu yasanın arkasında
durabilmeli, bir önerge sunabilmelidir
TBMM'ye. Böylesi bir kararı bugünkü
yapısıyla elbette TBMM yasalaştıramaz, hatta çok büyük bir tepkiylede
karşılaşır. Ama bunun iki önemli sonucu olur, birincisi yasa Türkiye'de
tartışılır ve geniş bir kesimin Ermeni
soykırımı adını koyduğu bu gerçeğe
bir adım daha yaklaşılır. İkinci neden
Başbakan Dersim jenosidinden dolayı
daha bir kaç ay önce özür dilemişti,
-Yarım ağız da olsa- CHP, MHP hatta
AKP'li faşist milletvekilleri, bu suçları
övdüklerinde bu önerge hatırlatılabilir.
Böylece hem Fransa'da oylanmış yasanın meşruyeti geniş bir kesim tarafından (Kürtler) savunulmuş olur, hem
İstanbul Ermenileri kendilerini yalnız
ve korumasız hissetmez ve diaspora
Ermenilerini suçlamanın gereksizliğini anlarlar, hem de bir türlü konuşmaya cüret edilemeyen büyük sorunların
daha anlamlı yöntemlerle tartışılması
devreye girebilir. Bu anlamda Kürtler kendilerini Ermenilerin mücadelesinden soyutlayamazlar, Kürtlerin
ve Ermenilerin gemisi aynı dağda,
Ararat'ta Kürtlerin korsanlara verdiği
koşulsuz destekle batırılmıştır, 1915
sonrası bundan dolayıdır ki Kürt sorunu terörize edilmiştir. Kürtler, insan ve
topluluk haklarıyla değil, terörle anılır
olmuşlardır. BDP'nin önünde tarihsel
bir fırsat var, Ermeni soykırımını sistematik bir şekilde kamuoynun gözleri
önüne serebilmelidir. Bu bereberinde bir mücadele birliğini de getirir.
Artık anlaşılan odur ki, ne Kürdistan
sorunu, Kürtlerin Türkiye ile beraber
çözmek istemesiyle çözülür, nede Batı
Ermenistan sorununda Batı Ermenileri Türklere yönelik politikalarında
sonuç alabilirler. Sonuç alabilmenin
bir tek yolu var, Ermeniler ve Kürtler
ilişkilerini yeniden canlandırmalılar.
Tarihsel Ermenistan'da bugün çok
yoğun bir Kürt nüfusu yaşamaktadır.
Kürtler, Kürdistan'ın aynı zamanda
Ermenistan olduğu gerçeğini Ermeni
halkına, Ermenistan'a, diasporaya teslim etmeliler. Türkiye Türklerin değildir. Kürdistan Kürtlerin olamaz. Batı
Ermenistan sadece Batı Ermenilerinin
değildir, bu ülkeler kendi içlerinde birde Beth Nahrin'le yaşarlar. Tarih 20.
yüzyıla kadar bu halkların bir arada
yaşamasına izin verdi, bu damar ne
yazıkki 21. yüzyıla ulaşamadı, ama
bu demek değil ki 21. yüzyıl tek uluslu, tek ülkeli halkların yüzyılıdır. Bu
yüzyıl da bütün yüzyıllar gibi, bir arada yaşamanın, yaşam kalitesini artırmanın, kültürel ortaklığın yüzyılıdır.
Sınırları kapalı bir Ermenistan, köklerinden sökülmüş 20 milyon Asuri,
yaklaşık 10 milyon Ermeni ve 40 milyonu aşkın nüfusuyla temsiliyetsiz kalmış Kürt ulusu! 20. yüzyı'ın ve Medz
Yeğhern'in insanlığa bıraktığı miras
budur. Ortadoğu’nun ve Kafkasya'nın
en köklü üç ulusu, dili, dini, folkloru, siyaseti ve diplomasisiyle ayakta
kalma mücadelesi veriyor. Kürtlerin,
Asurilerin ve Ermenilerin bütün varlığı yok olma tehdidi altında. Oysa ortak
bir mücadeleyle bu sorunların aşılması çok kuvvetli bir ihtimaldir. Ama
mücadelenin dinamiklerini dışlayıp,
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
diaspora Ermenilerini emperyalist ülkelerden medet uman "tedavi edilmesi
gereken" ruh hali bozuk insanlar olarak görmek, Ermeniler açısından Kürtlerin mücadelesine, “statü sahibi olurlarsa tarihsel anayurdumuzu tamamen
kaybederiz” anlayışıyla yaklaşmak iki
halkın politik temsilcilerinin de halklarını yok oluşa terk etmelerine neden
olacak.
Kürtlerin, Ermenilerin, Asurilerin
birleşik mücadelesi çözüm kapısını aralayabilir. Fransa, Amerika ve
Rusya'da diaspora Ermenileri diplomatik kanallarla belli sonuçlar alabiliyorlar, Ortadoğu'da Lübnan, Suriye, Irak
gibi ülkelerde Asuri halkların büyük
bir temsil gücü var, yine aynı ülkelerde Kürtler ve Ermeniler de etkinler.
Türkiye'de Kürtler siyasal bir güce
sahipler ve dünyaya seslerini duyurabildiklerinde, Türkiye'de rejimin faşist yüzünü Batıya anlatabildiklerinde
daha fazla güçlenebilecekler. Türkiye
10 yıl önceki Türkiye değildir, ama bu
çok ilerlediği sonucunu vermez, birleşik mücadelenin birçok şeyi değiştirebileceği sonucunu çıkarmamıza da
engel olmaz.
Hrant'ın Arkadaşları, on binlerle
Hrant'ın anısına sahip çıktıklarını
söylüyorlar. Hrant'ın bir mücadelesi
vardı. Mücadelesini yaşatmak gerekir.
Ermenistan sınırının açılması Hrant'ın
mücadelesinin önemli bir ayağıydı. Bir
insanın, bir mitosun anısı onun mücadelesine sahip çıkılarak yaşatılabilir.
Hrant: "Türkiyeli bir Ermeni olarak
kendi payıma düşen Kürtçemi istiyorum" diyordu. Kürtlerin ana dil talebine sahip çıkmak bu arkadaşlığın gereklerinden biridir. Yine tarihi derinliğine
tartışmak gereklidir. Mahkeme günleri, ya da heryıl 19 Ocak'ta Agos'un
önünde toplanmanın bir anlamı vardır,
ama Kürdistan'da topraktan insan kemikleri fışkırıyorsa, Roboski'de Kürt
köylüleri geleneksel bir devlet katliamına kurban gidiyorlarsa, Hrant bu
katliamlardan birinde kurban edildiği
için failler sahipleniliyorsa, en asgari
talepler olan Ermenistan'ın sınır kapısının açılması ve Kürt dilinin tanınması taleplerine Hrant'ın arkadaşları
sahip çıkmalıdır. Başka türlü, bir hoş
seda almak dışında anlam taşımaz bu
toplantı ve yürüyüşler.
Başbakan'ın yasa oylandıktan sonraki
açıklamaları, açıkça Kürt siyasetçilerinin, Hrant'ın Arkadaşlarının ve resmi ideolojiye karşıyım diyen herkesin
gözlerinin içine baka baka onlarla dalga geçmesi anlamı taşıyor: "Bu karar
sağduyuyu ortadan kaldırmaktadır. Bir
yanlış yapıldığını kesin bir dille ifade
ettik. Bu tasarıya karşı oy kullanan
senatörler, yasayı Anayasa Konseyi'ne
taşıyacak. 60 imza gerekiyor. Bu hatanın telafi edileceğine dair umudumuzu
kaybetmiş değiliz." Yasa maddesini
okuduk ve bu yasa defalarca oylandı.
Düşünce özgürlüğüne halel getirdiği
yönünde bir kuşkumuz var mı, yada bu
yasanın sağduyuya zarar verdiğini söyleyebilir miyiz? Evet Başbakan söyleyebiliyor, çünkü yasayı kamuoyundan
gizliyor, çünkü yaptıkları yorumlarla
Türk televizyonları ve gazeteleri yasayı yeniden yazıyorlar, kendi yazdıkları
yasa da ne yazık ki kendi bedbaht ruh
hallerini yansıtıyor. Yasanın gerekliliğinin altını ne Hrant'ın Arkadaşları, ne
Kürt siyasetçileri çizebiliyor, hal böyle
olduğunda körler sağırlar dialoğu oluyor yaşanan.
Konuşmasının devamında Başbakan
ırkçılıktan dem vuruyor, düşünce özgürlüğünün ayaklar altına alınmasından: "Fransa Parlamentosu'ndaki sağ
duyulu üyelere sesleniyorum, Fransız
entelektüellere sesleniyorum: Bu karar
aleni bir ırkçılık, düşünce özgürlüğü
katliamıdır. Bu girişimlere karşı sessiz kalanlar Avrupa’da faşizmin ayak
seslerini duymamak gibi bir vebalin
altına girerler." İlahi Başbakan, dedim
ben bu sözleri dinlediğimde. Değirmenleri, ahırları, kiliseleri, mezarlıkları, heykelleri, köşkleri, toprakları ve
en son 1. 500.000 + Hrant Dink'i yok
edilmiş bir ülkenin Başbakan'ı siz değil de Fransa Cumhurbaşkanıymış gibi
konuşuyorsunuz. Karşınızda kimse
konuşamadığı için istediğiniz gibi konuşabiliyorsunuz. Ama doğru olan bu
değil, söylediğiniz değil. Doğru olanı
Fransa parlamentosu bütün zorlamalarınıza, şantajlarınıza rağmen kabul
etmek zorunda kaldı. Ermenilerin
uğradığı bir haksızlık var, insanlığa
karşı işlenmiş suçlar var ve bu Ermenilerin demokratik mücadelesi sonucu
Fransa'da yasaklandı. Bu mu hukuka
aykırı olan şey? Vazgeçtik Ermeni,
Asuri, Kürt kıyımlarından, Çerkes kıyımını lanetleyen bir yasa çıkarın, aklı
başında hiçbir ülke size bu absürd tepkiyi veremeyecektir, bunu herkes çok
iyi biliyor. Katil yasa 301 ile cinayetler
işlemiş bir ülkenin Başbakanının konuştuğunu unutamayız, Türk tarihini
savaş görmemiş bir ülkenin tarihiyle karıştırıyorsunuz sık sık. Açık ki
Fransız politikacılarına ettiğiniz sitemi, suçlamaları kendi hükümetinize,
parlamentonuza ve milletvekillerinize
yöneltmelisiniz. Fransa'da yaşanan,
Türkiye'nin inkarını, Francofon Ermeni vatandaşlara karşı sorumluluğun bir
gereği olarak kınamaktır. Aynı yasa
Holokost için de vardı ve şimdi Ermenileri de koruyacak. Demokratik mücadele sonucu kazanılmış bu mevziyi
mahkum etmek yerine demokratikleşme yönünde çaba gösterseydi Türkiye,
Fransa'ya efelenmek yerine, kendisi
böyle bir yasayı oylamaya sunacaktı.
Türkiye'de Kürtler 30 yıldır bir mücadele veriyorlar, kanla, şiddetle, öldürerek bastırmaktan başka bir yöntem
denenmiyor. Fransa'da Ermenilerin
mücadelesini Fransız politikacılar görmezden gelemiyor, Fransa'nın sizin de
sık sık bahsettiğiniz gibi demokrasiye
beşiklik etmiş mücadelelerle dolu bir
geçmişi var, bu mu Türkiye'yi zorlayan
? ‘Biz görmezden geliyoruz ey Fransa
sana ne oluyor’ mudur Türkiye'nin tek
sorusu ve sorunu. Fransız politikacıların kusuruna bakmayın sayın Başbakan, Roj TV'yi kapatmaya, Kürtlerin
mücadelesini bastırmaya güçleri yetiyor, ama Ermenileri duymazdan gelemiyorlar.
Erdem Özgül
______________
*Zohrab Sarkisyan ve Levon Ekmekçiyan, burada bu iki büyük devrimciyi
uzun uzun anlatmayı düşünmüyorum,
aşağıda vereceğim linklerde yeterince
bilgi var zaten. Levon Ekmekçiyan,
benim çocuk olduğum zamanın en çok
karalanan insanlarından biriydi. Ben
kendimi bildiğimde çoktan idam edilmişti, ama bir Levon Ekmekçiyan imgesi vardı, adeta Türkiye'yi, Türküyle,
Kürdüyle, özellikle de Ermenileriyle
rehin almıştı. Birinci saldırı nedeni,
kendi içinde bir korkutmayı da taşıyordu: Bak sonun Levon Ekmekçiyan'ın
sonu olur. Sürekli gündemde olduğunu hiç unutmuyorum. ASALA, ASALA militanları, sempatizanları, hiç
bir zaman kendi anayurdunda, Batı
Ermenistan'da, Türkiye'de, gerilla
hareketini, nasıl şekillendiğini, nasıl
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
eylemlere giriştiğini kamuoyu ile paylaşamadı. Bununla birlikte devrimci
hareketler dahi ve onların liderleri
dahi ASALA'yı araştırmadı, anlamaya çalışmadılar, ama ASALA ve Levon Ekmekçiyan hakkında, ömürlerinin en verimli yıllarını, Ekmekçiyan
ile aynı zindanlara veren bu insanlar
Ekmekçiyan'a karşı adeta Faşist cuntanın, devlet söyleminin sözcüsü durumuna düştüler. Örneğin Bülent Forta
Birgün gazetesinde yayınlanan “Levon
ve Ali Bülent” başlıklı yazısını MİT’i,
devletin yalanlarını tamamen doğru
kabul ederek yazmış ve MHP'nin faşist şidddeti ile ASALA'nın devrimci
eylemini aynı kantarda tartacak kadar
aşağılara düşürmüş kendini. (Forta'nın
yazısı için
b k z : h t t p: // w w w. b i r g u n . n e t / w r i t e r _ 2 0 0 5 _ i n d e x . p h p?c a t e g o r y _
code=1186603162&;news_code=111
6815905&year=2005&month= 05&d
ay=23
Sarkis Hatspanin'ın Türk ve Kürt devrimci hareketinin umarsızlığını deşifre
eden yazısı için bkz:
http://www.gelawej.net/modules.php
?name= Content&;pa=show page&p
id=3402
Sarkis Hatspanin'ın yazısı üzerine Samed Erdoğdu'nun kaleme aldığı makaleler için bkz: http://www.mesop.net/
osd/?app=izctrl&;archiv=220&izseq=i
zartikel&artid=1722)
http://www.mesop.net/osd/?app=izct
rl&;archiv=204&izseq=izartikel&art
id=1768)
http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_print.php?id=1747)
http://www.mesop.net/osd/soft/zeitung_print.php?id=1797)
http://www.mesop.net/osd/?app=izct
rl&;archiv=220&izseq=izartikel&art
id=1874)
http://www.mesop.net/osd/?app=izct
rl&;archiv=220&izseq=izartikel&art
id=1858)
Bu tartışmada gözden kaçırdığım yazılar varsa peşinen bağışlanmamı dilerim. Hatspanian ve Erdoğdu'nun anla-
tımlarının 29 yıl sonra bugün, Levon
Ekmekçiyan'ın idam edildiği 28 Ocak
gününün bize anlatabileceği, bizi değiştirebileceği çok şey olduğunu düşünüyorum.
Sözü fazla uzatmadan
ASALA, Garin hareketi, Zohrap Sarkisyan ve Levon Ekmekçiyan ile ilgili
bir anımı anlatmak istiyorum burada.
İzmit cezaevinde sol bir grubun üyesi, mapushane gediklisi bir arkadaşım
vardı. 12 Eylül zindanlarını anlatırdı bana. 1985'de cezaevinden çıkmış
Doğu Ermenistan'da Akhelek'te yaşamıştı bir süre. Hay, Kürt ve Türk soluna, tarihine hakim bir devrimciydi.
Laf lafı açıyordu konuşurken. ASALA
şiddeti, terör mü, devrimci eylem mi,
konuşuyorduk bir ara, söz Ekmekçiyan
ve Sarkisyan'a geldi. Yaptıkları eylem,
eylem sonrası bildirileri, sivillere zarar
vermeme gayretleri, buna karşı eylem
alanını özel timin terörize etmesi vs,
bunların hiç biri devrimci çevrelerin
anlattığına uymuyordu. Bizim duyduğumuz ASALA ipe sapa gelmez,
terörizme saplanmış bir gruptu. Levon Ekmekçiyan'ın idamını konuştuğumuzu hatırlıyorum, orada Hayri
Argav'ın kitabından bahsetti Haik,
öfkeyle iğrenç bir kitap dedi. Ama
idam edilen devrimcileri anlatmıyor
mu dedim. Hayır dedi, iğrenç, ırkçı bir
kitap, çokta sinirlendi bunu söylerken,
bir anlam veremedim, bilinçli Levon
Ekmekçiyan'ı kitaba almamış dedi. Kitabı okumamıştım, bi şey diyemedim.
Sonra Ümraniye cezaevine nakledildim, Ümraniye cezaevi çok büyük kütüphanelere sahipti. Orada 'O şafağın
Atlıları'nı buldum, okudum, bir tek
kerre adı bile geçmiyordu. Haik'e mektup yazdım, Levon Ekmekçiyan'ın itirafçılaşması mı sorun diye sordum, ne
şartlar altında itirafçı olduğunu birlikte yattığı bütün Devrimciler biliyor, 12
Eylül'ün en ağır işkencelerini Garabet
Demircioğlu, Garbis Altunoğlu ve Levon Ekmekçiyan'ın gördüğünden kuşkun olmasın diye cevap yazmıştı bana.
ASALA'nın, Levon Ekmekçiyan'ın
devrimci mirasına sahip çıktığını,
aynı şartlar altında Türkiyeli devrimci arkadaşların da, itiraflarına rağmen
idam edildiğini ama Argav'ın onları
unutmadığını yazmıştı. Yani herhaliyle bir inkarın olduğuna ikimiz de
adımız gibi emindik. 1999'dan 12 yıl
sonra 2011'de bu kitap bu haliyle deşifre edildiğinde üzüldüm, keşke biz Kürt
ve Türk bireyleri olarak bu kitabı deşifre edecek özgüvene sahip olabilsey-
dik, bunu deşifre etmek Hatspanian'a
kalmasaydı ama...
(**) Hosrof Dink'in Hürriyet gazetesine yaptığı açıklama için bkz:
http://www.haberdemeti.com/haber.
php?haber_id=30226 .
İstanbul Ermeni Patrikhanesinin bir
açıklaması var yine buna ek olarak.
Normal bir dünyada, normal şartlar
altında bu tür açıklamaları ne Hosrof Dink'in yapması beklenir, ne de
Patrikhane’nin. Bir suçlu psikozuyla
yapılmış açıklamalar bunlar, "hata ettik bizi affedin" espirisi okunuyor bu
metinlerde, nereden bakarsak bakalım.
Yaşanan gelişmelerin herkesi incittiği
belirtilen Patriklane’nin açıklamasında şu görüşlere yer veriliyor örneğin:
“Her zaman söylediğimiz gibi, bu ülke
hepimizin. Biz hep birlikte aynı havayı soluyor, aynı sudan içiyoruz. Geçen
hafta Müslüman komşularımızın aşuresini paylaştık. Gelecek hafta Ermeniler aşure pişirecek, komşusundan gelen kabı aşureyle doldurup o berekete
ortak edecek. O kap çok narin ve çok
değerli. Hep birlikte sahip çıkmamız,
onu kırmamak için özen göstermemiz
gerekiyor. Oysa maalesef uluslararası
camia bazen bu gerçeğe aldırış etmiyor. Yurtdışında birbiri ardına gelen bu
tür gelişmeler tatsız bir kavgadan besleniyor. Hepimiz biliyoruz ki bu kavga
ebediyete kadar süremez, sürmemeli.
Bu kavgayı komşular bitirmeli, başkaları değil."
kaynak: http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkler’den
özür diliyoruz
özür dileriz.
Alfabenizde olmayan, Q,X,W harflerini kullandık, alfabenizin huzurunu
kaçırdık, özür dileriz.
Ali Usta
Onbinlerce eserimizi çalıp türkü diye
millete yutturdunuz, müzik zevkinizi
bozduk özür dileriz.
Aidiyet duygusundan yoksun biz vefasız Kürtler, yüce Türk devletine ve
aziz Türk halkına verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.
... Yüzlerce kez katliamdan, soykırım
deneyimlerinden geçtik; ne 1839`da
ne 1843`te ne 1878`de ne 1921`de, ne
1925`te ne 1926`da ne 1927`de, ne
1930`da, ne 1937`de öl öl bitemedik;
hala 30 milyonuz, özür dileriz.
1071`de aynı dindeniz diye, Bizans`a
karşı savaştık. Size kucak açıp yeni
bir yurt edinmenizi sağladık, özür dileriz.
Haçlı Ordusu`nu, bir daha bu toprakları ancak rüyasında ya da turistik gezilerde göreceği şekilde Kudüs`ten attık,
büyük yanlış yaptık özür dileriz.
Silistre`de, destanlarınıza konu olacak
Kara Fatma`ları çıkarttık, özür dileriz.
Çanakkale`de “Yedi Düvel”e karşı
oluk oluk kan akıttık, Çanakkale`yi
geçilmez kıldık, özür dileriz.
Urfa`da, Maraş`ta, Antep`te tarihin
gördüğü en büyük cesaret ve kahramanlık örneklerini sergileyerek Emperyalistleri bu coğrafyadan defettik,
Faili-meçhul denen cinayetlerle binlerce evladımızı kaybedip, bir dönem
gündeminizi faili-meçhullerle işgal
ettik, özür dileriz.
özür dileriz.
Lozan`da iki devlete gerek yok, iki
kardeş halk beraberce yaşar dedik,
halt ettik, özür dileriz.
Ki ne asıl kurucu nimetlerinden ne de
azınlık haklarından yararlanabildik;
Bu şarkı böyle değildi diye itiraz edip
ukalalık yaptık özür dileriz.
Herzaman emek ve özgürlük taleplerinizin yanında olduk, aynı hücrelerde
çürüdük, aynı iplerde sallandık özür
dileriz.
Tüm yasaklamalara rağmen anamızın
ak sütü gibi ak olan dilimizi konuşmaya devam ettik, çok yanlış ettik özür
dileriz.
Ülkemizin, şehirlerimizin, ilçelerimizin, köylerimizin, mezralarımızın,
dağlarımızın, ovalarımızın, nehirlerimizin, taşlarımızın, ağaçlarımızın,
çocuklarımızın ismini değiştiniz, o
kadar emek harcadınız, biz yine de
kendi isimlerimizi kullandık, affedin,
Kutsal bayramımız Newroz`da Yaşasın halkların kardeşliği diyerek gürültü ve çevre kirliliği yarattık özür
dileriz. Sizin de Nevruz diye bir bayramınız olduğunu bilmediğimizden
cahillik ettik, özür dileriz.
12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve babası,
devleti 39 kurşun zarara uğrattı, özür
dileriz.
5 bin köyümüzü yerle bir ettiniz. Yüzbinlerce ton bombanızı heder ettik,
özür dileriz.
8 kere kapattığınız, seçimlere koymamak için nice dümenler çevirdiğiniz,
milletvekillerini yıllarca cezaevine
kapattığınız partimiz bölgede birinci,
Türkiye`de dördüncü parti oldu, sinirlerinizi bozduk özür dileriz.
Tek taraflı aşkımıza yanıt vermediğiniz halde yine de yaşasın kardeşlik,
türküsünü dilimizden düşürmüyoruz,
özür diliyoruz...
s at i s @ yaba e de bi yat . c om
t e l / fa k s (0 212) 29 3 3 6 0 6
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Hükümet
Roboski Katliamının Sorumluluğunu Üstlenmiştir
Roboski katliamının üzerinden 148
gün geçti.
disine “özür” le ilgili sorulan bir soruya “özür dilenecek bir olay yoktur”
şeklinde karşılık vermesi katledilen insanları ne kadar değersiz gördüğünün
bir ifadesidir.
Hani şu köyleri boşaltıldığı için taşınmak zorunda bırakılan, üzerinde yaşadıkları araziler mayınla döşenmiş olan,
bir kısım toprakları ve akrabaları sınırın öteki tarafında bırakılan, kendilerine başka geçim yolu bırakılmadığı için
yıllardır devletin bilgisi dâhilinde “kaçakçılık” yaparak geçimlerini sağlayan
19’u çocuk 34 sivil insan, “kaçağa” gittikleri bir gece ansızın katledilmişlerdi.
Katliam, devlete ait savaş uçaklarından
atılan devlete ait bombalarla, devletin
içerisinde yetki verilmiş kimselerin
emriyle ve devletin pilotlarının düğmeye basmasıyla gerçekleştirilmişti. Bu
katliam, katledilen vatandaşlar dâhil
olmak üzere; T.C’nde yaşayan vatandaşlardan alınan yetkiler ve vergilerden
sağlanan imkânlarla gerçekleştirildi.
kullanmıştır.
Başbakanın veya başka bir siyasi yetkilinin bu güne kadar özür belirten
herhangi açıklaması basına yansımadığı gibi, bu kadar vahim bir olayda
Başbakanın kullandığı bu ifade biçimi,
hangi açıdan bakılırsa bakılsın kabul
edilemez ve sorunlu bir yaklaşımı ifade eder.
Katliamın gerçekleşmesinin akabinde
aydınlatıcı bir açıklama yapmaları beklenen siyasi yetkililer, en acılı gününde
vatandaşının yanında olması gerekirken, “operasyon kazası” diyerek katliamı önemsizleştirme çabasında oldukları algısını oluşturmalarının yanı sıra;
daha olay sıcaklığını korurken tazminatı gündeme getirmeleriyle de bizlerde, olayın üzerinin örtüleceği kaygısını
oluşturmuştu.
Başbakanın kendisini adeta soruşturma
makamının yerine koyarak kullandığı
“samimiyetle yapılan görev” ve hata”
tanımlamaları “hüküm” niteliğinde
olup, Türkiye’nin siyasi koşulları göz
önüne alındığında bu sözün üzerine
aksi yönde söz söyleyebilecek cesarete
sahip, adaleti sağlamak görevli kişilerin olduğu konusunda ciddi kuşkular
duymaktayız. Bu yaklaşım olası yargılama sürecini olumsuz etkileyecek
niteliktedir.
Katliamın gerçekleştiği tarihten itibaren kamuoyu faillerin bir an önce bulunup cezalandırılmasını beklerken,
Roboski köyü adeta açık bir cezaevine
dönüştürülerek, sürekli tutuklamalar
ve gözaltılarla gündeme geldi.
Soruşturmanın gizliliği gerekçesi ile
kamuoyu beş aydır bilgilendirilmezken, nihayet “bu olayın Ankara’nın
derin dehlizlerinde kaybolmayacağını” söylemiş olan başbakan, geçtiğimiz
günlerde herkesin vicdanını derinden
yaralayan, yakınları katledilmiş, adalet
taleplerine gölge düşürmemek adına
söz konusu tazminatı almamış ailelerin
acılarına saygısızlık anlamına gelebilecek bir üslupla “..tazminatsa tazminat!”
“TSK görevini samimi şekilde yapmıştır.Hata da olabilir..” şeklinde ifadeler
Başbakanın yaptığı açıklamanın hemen
akabinde, bir tv programında konuşan
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in ise,
“bu olayın TSK’nin tecrübe hanesine
yazıldığı” şeklindeki ifadesi, katledilen
insanları deneme tahtası olarak gördüğünün bir ifadesi olup, aynı zamanda
“PKKnın figüranı” nitelemesi ve ken-
Yine geçtiğimiz günlerde, Wal Street
Journal Gazetesinin istihbarat bilgilerinin ABD tarafından verildiği bilgisine karşılık, hükümetin beş aydan
beridir istihbarat bilgilerinin milli
kaynaklardan elde edildiği şeklindeki
bilgilendirmenin birbiriyle çelişmesi
karşısında Başbakan bu haberi ABD
de seçim öncesinde Obama’yı zor durumda bırakmak için yapılan bir haber
olduğunu söylemiş, ancak ABD Savunma Bakanı’nın, Wal Street Journal
gazetesinin haberini, doğrulayıcı beyanları karşısında bir açıklama yapmamıştır.
Son günlerde yaşan bu gelişmeler, olayın faillerinin açığa çıkarılıp cezalandırılacağına dair umutlarımızı yitirmemize neden olmuştur.
Başbakan ve İçişleri Bakanının son
yaptıkları açıklamalar faillerin kasten
bulunmadığı soruşturmanın zamana
yayılarak unutturulmaya çalışılacağı
kanaatini kamuoyunda oluşturacak niteliktedir. Birkaç sene öncesinin kudretli generallerinin bugün yargılandığı
bir ortamda, hükümet yetkililerinden,
kendilerini sual olunmaz, hesap vermez bir konumda görme yanılgısına
düşmemelerini, mazlumun ahının arşı
titreteceğinin hususunun bilinmesini
isteriz.
Tel: +90 (312) 418 10 46
Faks: +90 (312) 418 70 93
MAZLUMDER olarak; toplumun yaralanmış adalet duygularını yeniden tesis edilmek üzere; emir komuta zinciri
içerisinde işlenmiş olan bu katliamın
faillerinin bir an önce açığa çıkarılıp
yargı önün çıkarılmasını ve siyasi sorumluluğu elinde barındıran hükümetin Roboskili ailelerden geç kalınmış
özrü dilemesini talep eder, ROBOSKİ
İÇİN ADALET gerçekleşene kadar, bu
sürecin takipçisi olacağımızı, kamuoyuna saygıyla bildiririz.
Http: www.mazlumder.org.tr
E-Posta: [email protected]
Ahmet Faruk Ünsal
MAZLUMDER Genel Başkanı
GENEL MERKEZ
Adres: Mithatpaşa Caddesi
No: 62/4 Kızılay/ANKARA
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kaybettiklerimiz Diller
Büyük toplumsal degisim her alanda
kendisini gösteriyor. Kaybettiklerimizin arasinda Çingene dilleri de
var. Çingene dilleri dedigimizde pek
çok arkadasimiz muhtemelen isyan
edecekler.
Dünyada geçtigimiz yüzyil boyunca
Çingenelerin kökeni ile ilgili teoriler
arasinda Hindistan'dan göç teorisi çok
popüler oldu. Biz bu teoriye katilmiyoruz. Çingenelerin Hindistan'dan
dünyaya yayilmis bir kavim degil; tarihin en basindan beri tüm toplumlarin
arasinda yeralmis göçebe zanaatçiliga
dayanan evrensel bir kültür olduguna
inaniyoruz. Hindistan'dan göç teorisini
savunan dostlarimizin en büyük kaniti
Çingenelerin konustugu dillerden biri
olan Romani dilinin Hint dilleri ile
gösterdigi ciddi yakinliklardir. Bu dil
Hint diline benzedigine göre Hindistan
Çingenelerin anavatani olmalidir seklinde bir düsünce bu. Bu düsünceden
hareket edenler sadece Romani dilini
Çingene dili olarak kabul ederler.
Dolayisiyla onlara göre sadece bir tek
Çingene dili vardir. Romlar disinda
kalan Çingene gruplari da gerçek Çingene degildir.
Bizim böyle bir düsüncemiz yok.
Dünyada göçebe zanaatçilar, Çingeneler tarafindan konusulan tüm dillerin Çingene kültürünün parçalarini
olusturdugunu düsünüyoruz. Çingene
dillerinden birkaç örnek verebiliriz
burada. Irlanda Çingenelerinin dili
Gammon, Norveç Çingenelerinin
dili Rodi, Alman Çingenelerinin dili
Yeniche, Rumen Çingenelerinin dili
Rudari, Roman Çingenelerinin dili
Romani, Abdal Çingenelerinin dili
Abdoltili, Banu Sassan Çingenelerinin
dili Lugha, Helebi Çingenelerinin dili
Sim ilk olarak akla gelenler.
Çingene dillerinin hem islevleri hem
de olusumlari diger toplumlarin dillerinden farklidir. Genel olarak dil her
toplum için iletisim aracidir. Çingeneler için ise dil hem bir iletisim araci
hem de savunma aracidir. Göçebe
zanaatçilik yapan atalarimiz kabileler halinde hareket ederken çesitli
sorunlarla karsilasmaktaydilar. Bazi
zamanlar içinde yasadiklari toplumlarin anlayamayacagi bir dil kullanmak,
onlar için çok yararli olabiliyordu.
Hem sir saklamak hem de kendilerini
tehlikelerden koruyabilmek için.
Bu yüzden göçebe zanaatçilar içinde
yasadiklari toplumlardan farkli diller
gelistirmisler ya da sahip olduklari
dilleri koruyarak yasatmislardir. Bu
dillerin yapisina baktigimiz zaman
hepsinin farkli dillerden kelime hazneleri tasiyan karma bir özellik gösterdigini görüyoruz. Çingeneler gittikleri
her yerde karsilarina çikan Çingene
olmayan topluluklardan ve farkli
Çingene gruplarindan kelime alisverisi
yapmislardir. Özellikle farkli Çingene
gruplari birbirlerinin dillerini paylasma çok konusunda çok basarilidirlar.
Anadolu'nun kimi bölgelerinde Geygel
Çingeneleri ve Romani Çingeneleri
birlikte yasamaktadirlar. Buralarda
Geygel Çingenelerinin diline çok
sayida Romani sözcügün de girdigini
görüyoruz. Buna benzer çok sayida örnek verilebilir. Kimi yerlerde Çingene
gruplari içlerinde yasadiklari toplumla
ayni gramer yapisina sahip olan diller
kullanirlar. Örnegin Anadolu Türkçesi
ile Abdal dili ayni kökten gelen Turani
dillerdir. Ne var ki, Abdal Çingeneleri
dillerini ayni zamanda bir savunma
araci olarak kullandiklarindan bu
dile zaman içerisinde Farsça, Lugha,
Romani kökenli sözcükler girmistir.
Bu sözcükler hemen hemen Anadolu
Türkçesi ile ayni olan bir gramerle
birlikte kullanilirlar. Ne var ki Abdal
olmayanlar gramer yapisi ayni olsa da
sözcük haznesi çok farkli oldugundan
bu dili anlayamazlar.
Yerlesik hayata geçisle beraber
tüm Çingene gruplari gizli dillerini
unutmaya baslarlar. Bu dünyanin
her yerinde genel olarak isleyen bir
süreçtir. Bunun en önemli gerekçesi
göçebe zanaatçiliktan kaynaklanan
ileri düzeydeki soyutlanmanin ortadan
kalkmasi ve bir ölçüde de gizli dile
olan ihtiyacin hafiflemesidir.. Bu noktada Çingene gruplari içinde yasadiklari toplumlarda çogunluk tarafindan
kullanilan dili kullanmaya baslarlar.
Türkiye'de yasayan Çingene gruplari
günümüzde yaygin olarak Türkçe
konusmaktadirlar. Romani, Abdoltili
ya da Lomin gibi geleneksel dillerin
kullaniminin büyük ölçüde azaldigini görüyoruz. Dil en çok da Çingene
dilleri ihtiyaçla birlikte dogar ve
gelisirler. Günümüzde ihtiyacin büyük
ölçüde ortadan kalkmasiyla bu dillerin
yaygin kullaniminin ortadan kalkmasi
da büyük ölçüde dogal bir süreçtir.
Bu konuda nasil bir tavir almamiz
gerekiyor? Birincisi diller, insanligin
ortak kültürel mirasini yansitan büyük
hazinelerdir. Hiçbir dilin yok olmasi iyi bir durum degildir. Bu açidan
bakildiginda, tüm Çingene dillerinin
varligini sürdürmesini elbette bizler de
samimi bir sekilde istemeliyiz. Özellikle de bu dillerin üzerinde akademik
çalismalarin yapilmasi, dilbilimcilerin
Çingene dilleri üzerinde çalismasi;
geçmiste bu diller de hazirlanmis sözlü
kültür ürünlerinin yazili hale getirilmesi çok yararli olacaktir.
Öte yandan günümüz dünyasinin gerçegi önümüze bir baska zorunluluk da
koymaktadir. Çingeneler artik büyük
ölçüde yerlesikler ve Çingene olmayanlarla birlikte yasiyorlar. Toplumun
diger kesimleriyle iliski kurmak ve
kendimizi dogru bir sekilde yansitabilmek için ortak dili de en iyi biçimde
kullanmak zorundayiz. Türkiye'de
yasayan Çingeneler, Türkçe'yi de çok
iyi kullanmak zorundalar. Bize yöneltilen önyargilara dayali suçlamalara,
haksiz asagilamalara karsi; güçlü bir
Türkçe'yle yanit verebilir ve bizi anlamak isteyenlere kendimizi anlatabiliriz. Sadece Çingene olmayanlarla iyi
iliski kurmak için degil ayni zamanda
farkli dilleri konusan Çingene gruplari
arasinda da saglam bir iletisim kurulabilmesi için ortak dile hakimiyet
büyük önem tasimaktadir.
Romanlar, Abdallar, Elekçiler,
Domlar, Lomlar, Mırtipler! Çingene
olarak adlandırılan veya kendisini
Çingene olarak kabul eden herkes!
Burası sizin siteniz.
ci nge ne y i z @ ya ho o.c om
ht t p:// w w w.ci nge ne y i z .o r g
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Nükleer
Santral
Karşıtı
Kongre
Faruk Çelik
Mersin’de yapılacak olan Nükleer Santral Karşıtı Kongre’ye Antalya’dan da
katılımın yoğun olması nedeniyle araç
kaldırılacak.
Konu ile ilgili açıklama yapan Elektrik
Mühendisleri Odası Antalya Şube Başkan Yardımcısı ve Antalya NKP Sekretaryası İbrahim Kücü, “Hükümet tarafından 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya
ile yapılan devletlerarası antlaşma ile
Mersin Akkuyu’da nükleer santral projesi resmi olarak başlatılmıştı. Mart
ve Nisan aylarında “Halkın Katılımı
Toplantısı” ve “Özel Format Belirleme”
toplantıları ile santral kurma sürecini
işleten hükümet, Sinop’ta kurulacak
nükleer santral içinde başka birçok
ülke ile görüşmelerini devam ettiriyor”
derken katılmak isteyenlerin Elektrik
Mühendisleri Odası’na müracaat etmelerini istedi.
———
Elektrik Mühendisleri Odası Antalya
Şube Başkan Yardımcısı ve Antalya
NKP Sekretaryası İbrahim Kücü yaptığı açıklamada “Nükleer Santral Karşıtı
Kongre” için Antalya’dan araç kaldırılacağını söyledi.
İbrahim Kücü açıklamasında; “Hükümet tarafından 12 Mayıs 2010 tarihinde
Rusya ile yapılan devletlerarası antlaşma ile Mersin Akkuyu’da nükleer
santral projesi resmi olarak başlatılmıştı. Mart ve Nisan aylarında “Halkın
Katılımı Toplantısı” ve “Özel Format
Belirleme” toplantıları ile santral kurma sürecini işleten hükümet, Sinop’ta
kurulacak nükleer santral içinde başka
birçok ülke ile görüşmelerini devam ettiriyor. NKP ve ülkemizdeki tüm çevre
hareketleri ile nükleer santrallere karşı
güçlü bir mücadelenin ısrarla sürdürülmesine yönelik, tüm nükleer karşıtlarının çağrılı olduğu “Nükleer Karşıtı
Kongre” 16 Haziran 2012 tarihinde
Mersin’de gerçekleştirilecek. Bizde Antalya Nükleer Karşıtı Platform (NKP)
üyeleri ve halkımızla birlikte 16 Haziran 2012 tarihinde Mersin’de yapılacak
olan “Nükleer Santral Karşıtı Kongre”
ye gitme kararı aldık. Kongreye ulaşım
için EMO Antalya Şubesi önünden 15
Haziran 2012 Cuma günü 22:00’da araç
kaldıracağız.
NKP Kongresi; Açılış konuşmasının ardından Divan oluşturularak çalışmalar başlayıp, sonuç bildirgesi
komisyonu‘nun oluşumunun ardından
davetli konuşmacılara söz verilecek,
yerel NKP‘ler sunumlarını yapacaklar.
Bu kapsamda bende bir sunum yapacağım. Program kapsamında “Nükleer
Karşıtı Mücadelede Nasıl Bir Örgütlülük” konusunun ele alınacağı forum
yapılması planlanırken, sonuç bildirgesinin okunması ve düzenlenecek
konser etkinliği ile kongre çalışmaları
tamamlanacak. Mimarlar Odası Mersin
Şube Konferans Salonu‘nda düzenlenecek olan Kongre 16 Haziran Cumartesi
günü saat 9.30‘da başlayacak.
Kücü açıklamasının sonunda şu ifadelere yer verdi; “Nükleer santraller,
kirli, pahalı, atık sorunu çözülememiş,
riskli bir enerji kaynağıdır. Ülkemizin
yerli ve yenilenebilir kaynakları potansiyeli değerlendirilmeyi beklemektedir.
Türkiye‘nin nükleer teknoloji ve nükleer santral sahibi olacağı iddiaları tamamen kandırmacadır. Yapılan anlaşma
ile Türkiye değil, Rusya Türkiye‘de
nükleer santral sahibi olacaktır. Nükleer santrallerden ucuz elektrik sağlanamamaktır. Nitekim ülkemiz için
önerilen fiyat da diğer kaynaklardan
elektrik üretim maliyetini katlamaktadır. TEDAŞ üzerinden verilen alım
garantisi ile 51 milyar dolarlık kaynağın Rusya‘ya aktarılması söz konusudur. Akkuyu‘da kurulacak olan santral, 36 yıl önce 1976 yılında verilmiş
olan yer lisansına dayanmaktadır. 36
yıl içindeki değişimleri hesaba katmayan bir yer lisansının kabulü mümkün
değildir. Enerji üretiminde her zaman
doğru seçenekler vardır. Bütün mesele
yenilenebilir enerji kaynaklarımızı öne
çıkaran doğru bir planlama ve kamusal
anlayışın yaratılması, mevcut kaynaklarımızın çevreye uyumlu bir şekilde
değerlendirilmesidir. Enerji alanında
yaşanan özelleştirmeler ile Türkiye
enerji yönetim erkini ulusal ve uluslararası sermayenin çıkarlarına teslim
etmiştir. Şimdi nükleer santral değil,
enerji kaynaklarımızı kamu yararına
devreye sokmak, enerji verimliliğini
gerçek anlamda hayata geçirmek, enerjide toplumsal adaleti ve hukuku yaratmak zamanıdır.”
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Puşu Davası’nda
11 yıl 3 ay hapis
Kırmızıgül’ün “kaçma şüphesi, kuvvetli suç şüphesini gösteren olgu kriterinin devam etmesi, delilleri karartma
ihtimalinin bulunması” nedenleriyle
tutukluluğunun devamına karar vermişti. Ancak mahkeme heyeti, 23
Mart’ta Kırmızıgül’ün tutuklu kaldığı
süreyi göz önüne alarak tahliyesine karar vermişti.
Kamuoyunda ‘Poşu Davası’ olarak bilinen yargılamada, bir markete molotoflu saldırıya katılmakla suçlanan Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan
Kırmızıgül, toplam 11 yıl 3 ay hapis
cezasına çarptırıldı
Ceza gerekçesi olan suçlamalar
BURCU KARAKAŞ (milliyet)
Kağıthane’de 20 Şubat 2010’da bir
markete düzenlenen molotoflu saldırıya katıldığı iddiasıyla durakta otobüs
beklerken gözaltına alınıp gizli tanık
ifadesiyle tutuklanan Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 3. sınıf
öğrencisi Cihan Kırmızıgül’ün (24)
yargılandığı davada dün karar çıktı.
Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde “silahlı terör örgütüne üye olmak, korku, kaygı
veya panik yaratabilecek tarzda silahla
ateş etme, tehlikeli maddeleri izinsiz
bulundurma veya el değiştirme, görevi yaptırmamak için direnme” suçlarından 25 ay tutuklu kaldıktan sonra
geçen celse tahliye edilen Kırmızıgül’e
toplam 11 yıl 3 ay hapis cezası verildi.
Mahkeme ayrıca, “Adli emanette kayıtlı 1 adet puşi tabir edilen bez parçasının
suçta kullanıldığı anlaşıldığından TCK
54 maddesi gereği müsaderesine” karar
verdi.
İddianamede böyle anlatıldı
Kamuoyunda “Poşu Davası” olarak bilinen davanın iddianamesinde, süreç
şöyle anlatılmıştı:
“Cihan Kırmızgül’ün PKK terör örgütü adına eylem yapmak amacıyla
20 Şubat 2010 saat 21.45 sıralarında
Kağıthane Etibank Caddesi üzerinde
toplanan grup içerisinde yer aldığı,
toplananların yüzlerini poşu ile kapattıkları, ellerinde molotofkokteylleri
olduğu halde Kürtçe sloganlar attıkları,
Etibank Caddesi No: 52’de bulunan bir
marketin camlarına 2-3 molotofkokteyli, daha sonra kaldırımın üzerine ve
yola molotofkokteyli atıldığı ve gösteri
yapanların üçerli ve dörderli gruplar
halinde Beyoğlu ve Kağıthane’ye doğru
kaçmaya başladıkları, market ve Etibank Caddesi’ne molotofkokteyli atan
170 santim boylarında, yüzü poşu ile
kapalı, kahverenkli kapüşonlu kazak,
yanlardan cepli siyah kanvas pantalon
olan ve kahverenkli botlu şüpheli canlı
takip neticesinde Cihan Kırmızıgül’ün
yakalandığı, şüphelinin polis tarafından takibi sırasında dur ihtarına ve
uyarı amaçlı havaya ateş açılmasına
uymayıp kaçtığı, su hendeğine düşmesi
üzerine polisin yakaladığı, bu esnada
da direnip polisin silahını almaya çalıştığı...”
Kırmızıgül’ün avukatı Sait Tanrıverdi ise itiraz ederek, polis tutanağında
Kırmızıgül’ün üzerinde çıkan poşu
dışında başka delil gösterilemediğini söylemişti. Kırmızıgül’ün molotof
kokteyli attığını söyleyen bir gizli tanık
daha sonra bu ifadesini değiştirerek
Kırmızıgül’ün olay yerinde olmadığını, onu daha önce hiç görmediğini belirtmişti.
Genişletme istemine ret
14 Eylül 2011’de görülen 5. duruşmada
savcı Mustafa Çavuşoğlu, gizli tanığın
beyanlarının çelişkili olduğunu belirterek, tahliye ve beraat istemiş, ancak
mahkeme suç şüphesinin devam ettiğini belirterek talebi reddetmişti.
16 Kasım 2011’deki duruşmada ise
savcı Çavuşoğlu’nun yerine görev alan
savcı Hikmet Usta, Kırmızıgül’ün “terör örgütünü üyeliği, mala zarar verme
ve patlayıcı madde bulundurma” gibi
suçlardan 15 yıldan 45 yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılmasını istemişti.
Avukat Sait Tanrıverdi’nin dava kapsamında yapılan incelemenin genişletilmesini istediiği bir sonraki duruşmada ise mahkeme bu talebi reddederek,
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
dün görülen, karar duruşmasında Kırmızıgül “örgüt çağrısı doğrultusunda
yasadışı gösteriye katılmak, molotofkokteyli atmak ve örgüte yardımcı olmak” suçlarından 6 yıl 3 ay hapisle cezalandırıldı. Ayrıca, “patlayıcı madde
bulundurmak” suçundan da 4 yıl 2 ay
hapis ve 100 TL adli para cezası, olay
tarihinde bir mağazaya taş ve molotofkokteyli atarak zarar verdiği gerekçesiyle ise 10 ay hapis cezası verildi.
Yakınları ve arkadaşları tepkili: Temyiz
edeceğiz
Toplam 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan Cihan Kırmızıgül’ün Galatasaray Üniversitesi’nden hocaları, arkadaşları ve ailesi karara tepki gösterdi.
Grup adına açıklama yapan Galatasaray Üniversitesi Öğretim üyesi Mehmet
Karlı, “Bizimle dalga geçiyorlar. Bu işin
peşini bırakacağımız zannedildi. Biz
mücadeleyi bırakmadık, buradayız. O
dosyada Cihan’ı suçlayacak bir delil
bile yok. 22 yaşında genç bir çocuğun
hayatıyla oynuyorlar” dedi. Baba Vahap
Kırmızıgül de “Kararı beklemiyorduk,
temyiz edeceğiz. Adalete güvenmek istiyorum” diye konuştu.
Yargıtay kararı onarsa 6 yıl 1 ay daha
yatacak
Cihan Kırmızıgül hakkında 19 ile 61.5
yıl arasında hapis cezası istendi. Yargılama 1.5 yıl sürdü. Karar duruşmasında savcısı Hikmet Usta mütalaasını
verdi ve 15 yıl ile 45 yıl arasında hapis
istedi. Dün yapılan duruşmada Kırmızıgül, 3 ayrı suçtan toplam 13 yıl 9 ay
hapis cezasına çarptırıldı. Yapılan indirimlerden sonra ceza 11 yıl 3 aya düştü.
İnfaz Kanunu’na göre cezasının 4’te 3’ü
kadar; yani 8 yıl 3 ay hapis yatması gereken Kırmızıgül’ün 25 ay tutuklu kaldığı süre bu cezadan düşülecek. Eğer
Yargıtay bu kararı onarsa Kırmızıgül, 6
yıl 1 ay daha cezaevinde kalacak.
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 15 - haziran 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Milli Eğitim Bakanlığı özel Kuran
kursları açılması için Hayrat Vakfı ile anlaştı.
Hayrat Vakfı 900 Kuran kursu açacak
ve denetimleri Diyanet değil MEB yapacak. Ayrıca vakfın açtığı kurslarda,
Osmanlıca öğretilecek ve ücret alınmayacak.
Eğitimde gericileşmeye dönük adımlar
4+4+4 ile atılırken bir yandan da kuran
kurslarının sayısı arttırılmaya devam
ediyor. Milli Eğitim Bakanlığı özel Kuran kursları açılması için Hayrat Vakfı
ile anlaştı. 900 kurs açacak vakfı MEB
denetleyebilecek.
Diyanet denetleme yapamayacak
Radikal gazetesinden Tarık Işık’ın
haberine göre, 4+4+4 düzenlemesi
Meclis’ten 30 Mart tarihinde geçmiş,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından da 10 Nisan’da onaylanmıştı. Milli
Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü ile Hayrat Vakfı
arasında imzalanan protokol de 3 Nisan
2012 tarihini taşıyor. Protokol, Kuran
öğretimine önemli değişiklikler getiriyor.
Şimdiye kadar, kuran kurslarını Diyanet İşleri Başkanlığı açıyordu.
Diyanet’in açtığı kursların denetimi
MEB tarafından yapılıyordu. Ancak
geçen aylarda yapılan düzenlemeyle
Diyanet’in açtığı Kuran kurslarının
denetimiMEB ’den alınarak Diyanet’e
verilmişti. Hayrat Vakfı ile MEB arasında imzalanan protokolde ise Diyanet
tamamen devre dışı bırakıldı. Diyanet,
Hayrat Vakfı’nın açacağı kurslarda söz
sahibi olmadığı gibi denetimini de yapamayacak. “Özel” kursların denetimi
MEB ’de olacak.
Protokol, MEB ile vakfın işbirliğinde
Türkiye genelinde Osmanlı Türkçesi
kursları, Osmanlı Türkçesi eğitimcinin
eğitimi kursları, Kur’an-ı Kerim Okuma ve Tecvitli Okuma kurs ve seminerleri ile ilgili planlama, uygulama, organizasyon, belge tanzimine ilişkin esas
ve yükümlülükleri kapsıyor.
Osmanlı Türkçesi öğretilecek
Protokole göre kursiyerlerden ücret
alınmayacak. Her eğitim faaliyeti sonrasında kursu başarıyla bitirenlere belge verilecek. Vakıf, ilk aşamada 300
merkez açarak Osmanlıca ve Kuran
eğitimi vermeyi planlıyor. Vakfın amacı bu rakamı kademeli olarak arttırarak 900’e çıkarmak. Tüm Türkiye’deki
Halk Eğitimi Merkezleri de bu amaçla
kullanılabilecek.
Ücret alınmayacak
Vakıf, Refahyol döneminde de kurs açmıştı
Hayrat Vakfı, 1974’te Bediüzzaman
Said Nursi’nin öğrencilerinden Ahmet
Hüsrev Altınbaşak tarafından kuruldu.
Hayrat Vakfı, 1997 yılında Refahyol
hükümeti döneminde de Kültür Bakanlığı ile işbirliği yaparak 52 il merkezinde Osmanlıca kursları açmıştı.
sol.org - 16 mayıs 2012
Download