Haftalık Bülten - Sorularla İslamiyet

advertisement
Haftalık Bülten
14 Ekim 2011
www.sorularlaislamiyet.com
1
İçindekiler
Duanın kabul olmadığının bilimsel olarak kanıtlandığı iddiasına ne dersiniz? Aksini ispat
eden bilimsel açlışmalar var mıdır? ........................................................................................... 3
"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip
ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacak..." (Nur 24/55) ayetini
açıklar mısınız? ............................................................................................................................ 6
Bize Allah’ı hatırlatan kişiye mümin mi yoksa veli mi diyeceğiz? Konuyla ilgili hadis var
mıdır? ........................................................................................................................................... 8
Ruh, nefs, can, nefes, ego (benlik, kendilik), duygu, karakter, kimlik kavramlarını
açıklayabilir misiniz? Bunların birbiriyle ilişkisi nedir? ............................................................ 9
Zinnuni Mısrî hakkında bilgi verir misiniz? Ona neden Hz. Yunus'un lakabı olan Zinnun
denilmiştir?................................................................................................................................ 11
Tarihimizde Alfabe değişikliğinin üzerimizdeki yararı ve zararı nedir? Okuma yazma oranı
arttı ama, bir gün önce alim olan değişimden sonra okuma yazma bilmeyen cahil
durumuna düşmedi mi? ........................................................................................................... 13
Mağara arkadaşlarıyla ilgili olarak ayette geçen, “İçlerinden biri, ne kadar kaldınız, dedi”
(Kehf, 19) sözünü diyen onlardan başka birisi midir? Onlardan biriyse neden “ne kadar
kaldık” demiyor da “ne kadar kaldınız” diyor?....................................................................... 14
"Kim Arab'ı aldatırsa şefaatime giremez ve sevgim de ona ulaşmaz." anlamına gelen hadis
sahih midir? ............................................................................................................................... 15
“Din yok, bilim var” sloganıyla hareket eden İlluminati örgütü tüm İslam´a ve tüm
Dünya´ya karşıdır. İslam’ın ona karşı hareket alması gerekmiyor mudur? Bu tarikat
Deccâl´in tarikatı mıdır? ........................................................................................................... 16
“Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 67) ayetine rağmen, Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in vefat nedeninin, daha önceki zehirlenme olmasını nasıl açıklarsınız? ....... 18
Allah, Peygamberlerin anneleri, babaları gibi insanların kalplerini rahatlatmak için
"Korkmayın Allah sizinle beraberdir" dediği halde, bizim gibi aciz ve günahkar insanların
kalplerini neden tatminsiz bırakıyor? ..................................................................................... 19
Ashab-ı Kehf ile ilgili hadisler hangileridir? İsimlerinin kağıda yazılıp da şifa bulunduğu ve
kötülüklerden sakınıldığı gibi rivayet edilen hadis sahih midir? .......................................... 21
Allah neden insanı bu kadar çok şempanzeye benzer yaratmış? Bu benzemedeki hikmet
nedir? ......................................................................................................................................... 23
"Ramazan Ayının Cuma günleri, normal cuma günlerinden yetmiş kat büyüktür" anlamına
gelen bir hadis var mıdır? Varsa nasıl anlamalıyız? ................................................................ 24
Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yapmış mıdır?................................................................... 25
Abdestli olarak vefat edenin cenazesine Cebrail'in de katılacağı doğru mudur? Abdestlı
olarak ölmenin faziletini açıklar mısınız? ................................................................................ 27
2
Duanın kabul olmadığının bilimsel olarak kanıtlandığı
iddiasına ne dersiniz? Aksini ispat eden bilimsel
açlışmalar var mıdır?
"Rabbiniz dedi ki: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten
büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak
gireceklerdir." (Mümin, 60)
"Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" anlamlarına gelen dua, Kuran'a
göre "insanın içten bir kalp ile Allah'a yönelmesi, O'na muhtaç bir varlık
olduğunun bilinci ile sonsuz güç sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah'tan yardım
dilemesi"dir. Hastalık anları da insanın bu acizliğini daha net hissettiği, Allah'a
yakınlaştığı anlardan biridir. Ayrıca hastalıklar Allah'ın takdiriyle gerçekleşen çok
hikmetli bir imtihan, dünya hayatının geçici ve kusurlu olduğunu hatırlatan bir uyarı,
sabreden ve tevekkül edenler için ahirette bir ecir ve mükafat kaynağıdır.
İman etmeyen kimseler ise, bir hastalıkla muhatap olduklarında kendilerini iyileştirecek
olanın, doktorlar, ilaç veya hastanenin üstün teknolojik imkanları olduğunu düşünürler.
Sağlıklıyken vücutlarındaki sistemi çalıştıranın, hastalandıklarında şifa verenin, gerekli
ilacı, doktoru var edenin Allah olduğunu düşünmezler. Pek çok kişi ancak doktor ve
ilaçların yetersiz kaldığına kanaat getirince, Allah'a yönelir. Böyle bir durumdaki kişi,
içinde bulunduğu zor durumdan onu ancak Allah'ın kurtarabileceğini anlayarak, yalnızca
Allah'tan yardım diler. Allah, bu ahlakı bir ayette şöyle bildirmektedir:
"İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken bize
dua eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan
zarara bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta
oldukları böyle süslenmiştir." (Yunus, 12)
Halbuki insanın sağlıklıyken ya da bir zorluk, sıkıntı içinde olmadığında da dua etmesi,
Allah'ın kendisine verdiği rahatlık, sağlık ve diğer tüm nimetler için şükretmesi gerekir.
Dua ile ilgili çok önemli bir konu da şudur: Sözlü duanın yanı sıra kişinin fiili dua olarak
çaba sarf etmesi de son derece önemlidir. Fiili dua, kişinin herhangi bir isteğine ulaşmak
için elinden gelen her şeyi yapmasıdır. Örneğin hasta bir kişinin sözlü duanın yanı sıra
mutlaka uzman bir doktora başvurması, kendisi için faydalı ilaçları kullanması, gerekli
ise hastanede tedavi görmesi, hassas bir bakım altında olması da gerekebilir. Çünkü Allah
dünyada meydana gelen tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Dünyadaki ve evrendeki
her şey Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara göre işler. Dolayısıyla kişinin de bu
sebeplere uygun olarak gerekli tedbirleri alması, ancak bunları etkili kılacak olanın Allah
olduğunu bilerek, tevekkül, teslimiyet ve sabırla sonucunu Allah'tan beklemesi gerekir.
İmanın ve duanın hastaların üzerindeki olumlu etkisi, tedavi sürecini hızlandırması
doktorların da dikkatlerini çeken, tavsiye olarak dile getirdikleri bir konudur. ABD'de
yayınlanan ünlü haber dergisi Newsweek, 10 Kasım 2003 sayısında "Allah ve Sağlık:
Din İyi Bir İlaç mı? Bilim Neden İnanmaya Başlıyor?" (God & Health: Is Religion
Good Medicine? Why Science is Starting to Believe?) başlığı altında dinin iyileştirici
etkisini kapak konusu yaptı. Allah inancının insanın moralini yükseltip hastalıktan daha
3
kolay kurtulmasını sağladığına değinilen makalede, bilimin de inançlı insanların
hastalıkları daha kolay ve çabuk atlattığına inanmaya başladığını bildirdi. Newsweek'in
anketine göre, insanların %72'si dua ederek hastalıktan daha çabuk kurtulduklarına,
duanın iyileşmeyi kolaylaştırdığına inanmaktadırlar. ABD ve İngiltere'de yapılan
araştırmalarda da, hastalar için dua etmenin, hastaların rahatsızlık belirtilerini azalttığı ve
iyileşme sürecini hızlandırdığı sonucu elde edilmiştir.
Michigan Üniversitesi'nin araştırmasına göre, dindarlarda depresyon ve stres daha az
görülürken, Chicago'daki Rush Üniversitesi'nin araştırmasına göre, düzenli olarak ibadet
ve dua edenlerin erken ölüm oranı, dine bağlı olmayanlara göre yüzde 25 daha az olarak
tespit edilmiştir. Duke Üniversitesi'nin anjiyo operasyonu geçiren 750 hasta üzerinde
yaptığı bir başka araştırmada da, "duanın iyileştirici gücü" bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Dua okuyan kalp hastalarının, ameliyattan sonraki birkaç yıl içinde ölüm oranlarının
yüzde 30 daha az olduğu tespit edilmiştir.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği dualardan bir kısmı şöyledir:
"Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni
sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın." Böylece onun duasına
icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona Katımız'dan bir rahmet ve ibadet
edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik."
(Enbiya, 83-84)
"Balık sahibi (Yunus'u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı
kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar
içinde: "Senden başka İlah yoktur, Sen Yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden
oldum" diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu
üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız." (Enbiya, 87-88)
"Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Rabbim, beni yalnız başıma
bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın." Onun duasına icabet ettik, kendisine
Yahya'yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar
hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi. Bize derin saygı
gösterirlerdi." (Enbiya, 89-90)
"Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik." (Saffat, 75)
Dua sadece hastalıktan ya da dünyevi sıkıntılardan, zorluklardan kurtulmak için
olmamalıdır. Samimi iman eden bir kişi, her zaman Allah'a dua etmeli ve Allah'tan
gelecek her karşılığa razı olmalıdır. Kuran'da pek çok ayetle bildirilen dua ibadeti,
günümüzde bilimsel olarak da faydalarının ispatlanması Kuran'ın mucizevi özelliğini bir
kez daha göstermektedir:
"Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana
dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim
çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu
bulmuş) olurlar." (Bakara Suresi, 186)
bk. Said Alpsoy, Kur’an En Büyük Mucize, Duanın Hastaların Tedavisini Hızlandırması.
4
İlave bilgi için tıklayınız:
Dua hastayı iyileştirir mi iyileştirmez mi? Bazı yazarlar, bir araştırma sonucunu
yayınlayarak, 'Dua'nın hastaların iyileşmesi üzerinde etkisi olmadığını yazmıştı.
Peki gerçekten böyle mi? Dua konusunda yapılan bilimsel araştırmalar gerçekte ne
diyor?
Duanın kabul olmamasının sebebi nedir?
5
"Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara,
kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları
da yeryüzüne sahip ve hakim kılacak..." (Nur 24/55)
ayetini açıklar mısınız?
"Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi,
onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli
yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar
Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden
kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır." (Nur 24/55)
Ayetin nüzul sebebi hakkında şu olay nakledilmiştir. Resulullah (s.a.v), yüce Allah kendisine
vahyi bildirdikten sonra, on yıl Mekke'de kendisi ve ashabı korku içerisinde kaldılar. Gizli ve açık Allah'ın yoluna davet ettiler. Sonra Allah Resulüne Medine'ye hicret etmesi
emri verildi. Orada da korku içindeydiler, sabah-akşam silahla beraberdiler. Bir adam: Ey
Allah'ın Resulü dedi, içinde güvenlik duyacağımız ve silahımızı bırakacağımız bir gün
görecek miyiz? Peygamber (s.a.v): "Aradan fazla zaman geçmeyecek; öyle ki sizden
herhangi bir adam pek büyük bir topluluk arasında üzerinde silah namına bir şey
bulunmaksızın oturmuş olacaktır" diye buyurdu ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce
Allah da peygamberini Arap yarımadasının tamamında hakim kıldı. Silahlarını bıraktılar
ve güvenlik duydular.(el-Vâhîdî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'an, s, 338; Suyûtî, ed-Durru'lMensûr, VI, 217; İbn Kesîr, VI, 85-86)
Hicretten sonra bu âyetin geldiği günlerde müslümanlar geleceklerinden emin değillerdi,
devamlı düşman korkusu içinde huzursuz bir hayat sürüyorlardı. Bu ilâhî vaad çok
geçmeden gerçekleşmiş, Hudeybiye Antlaşmasından itibaren müslümanları tehdit eden
düşman ve savaş tehlikesi gittikçe azalmış, Mekke fethini yeni fetihler izlemiş, İslâm
toplumu korkan değil, kötülerin kendisinden çekindiği bir güç haline gelmiş, İslâm
gittikçe yayılıp kökleşmiş, bir büyük medeniyete ve evrensel değerlere kaynak olmuş,
yeryüzünde müslümanlann egemen olduğu topraklar günümüze kadar hep var
olagelmiştir.
"Bu, Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez." (Zümer, 39/20) buyurduğu gibi, bu
vaadini de yerine getirmiştir. Arap yarımadasında müslümanları hakim kılmıştır. Daha
sonra müslümanlar doğu-batı ülkelerini feth etmişler, kisraların (İran hükümdarlarının)
mülkünü ve hazinelerini ele geçirmişler, kayserlerin (Rum imparatorlarının) ülkesini ve
daha bir çok memleketi fethetmişlerdir.
en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah (s.a.v)'ın peygamberliğine açık bir delâlet
vardır, Çünkü yüce Allah, ona vermiş olduğu bu vaadi yerine getirmiştir. O halde bu
âyet-i kerime peygamberlik mucizelerinden birisidir, zira ileride olacakları haber
vermektedir ve böyle olmuştur. Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzü benim önüme getirildi. Doğularını ve batılarını gördüm. Benim
ümmetimin mülkü bana yeryüzünün gösterilen her tarafına yayılacaktır." (Müslim,
Fiten 19; Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizl, Fiten 14; İbn Mâce, Fiten 9, v.d.)
Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a andolsun ki Allah bu işi
tamamlayacaktır, O kadar ki süvari, San'a'dan, Hadramevt'e kadar yol alacak da
ancak Allah'tan ve kurdun koyunlarına saldıracağından korkacaktır. Fakat sizler
acele ediyorsunuz."(Buhârî, Menâkıb 25, Menâkıhu'l-Ensâr 29, İkrah 1; Müsned, V,
111, VI, 395) Tıpkı Resulullah (s.a.v)ın haber verdiği gibi olmuştur.
Daha sonra içine düştükleri iç savaş günlerine kadar Hz. Ebû Bekir (ra), Ömer (ra) ve Osman
(ra)'ın hilâfetlerinde aynı huzur ve güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu günlere
6
girdiler, korunaklar ve korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını değiştirdiler, bu
yüzden içinde bulundukları huzur da değişip yok oldu.
Ayette verilmesi vaad edilen hilâfet mülkiyet ve egemenlik mânasında
değerlendirilebilir. Burada egemenlik ve mülkiyet konusu olan yeryüzü dünyanın tamamı
değil, her bir ümmet, kavim ve grubun hâkim olduğu bölgedir, yeryüzü parçasıdır. Belli
bir toprak parçasını göz önüne alarak âyeti yorumlamak gerekirse şöyle denilebilir: Oraya
sizden önce de birçok kavim ve nesıl egemen oldular, biri gitti yerine diğeri geldi, sonra
gelen öncekinin halefi (halifesi) oldu. Şimdi de siz buna lâyık olduğunuz için veya
imtihan vesilesi olarak aynı topraklara mâlik ve hâkim olacaksınız.
Hakim olmak için iman ve sâlih amel vurgusu yapılması sebep ve şart olmaktan ziyade, vakıa
ve amaç olarak öngörülmektedir. Çünkü inanmayanlar da sebeplere riayet etmeleri
halinde belli bir bölgeye egemen olabilirler. Bu âyet geldiğinde ona doğrudan muhatap
olan müminlerin din ve dünya işleri düzgündür, ilâhî kanunlara göre istedikleri sonucun
sebeplerini ve şartlarını yerine getirmektedirler. Ayrıca müminlere bu nimetin
bahşedilmesinin sonucu imanın ve sâlih amelin korunup yayılması olmalıdır, egemenlik
bu amaç için kullanılması gerektiği ikazı da vardır.(bkz. Kur’an Yolu: IV/112-114).
7
Bize Allah’ı hatırlatan kişiye mümin mi yoksa veli mi
diyeceğiz? Konuyla ilgili hadis var mıdır?
Bu konuda değişik hadis rivayetleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Birlikte oturduğunuz dostlarınızın en hayırlısı, görünüşüyle size Allah’ı hatırlatan,
sohbetiyle sizin güzel amellerinizi arttıran, salih ameliyle/güzel fiil ve
davranışlarıyla size ahireti hatırlatan kimsedir”(Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/14). Suyutî,
İbn Abbas’tan rivayet edilen bu hadisin sahih olduğunu belirtmiştir(a.g.y).
"Dostun hayırlısı; Allah'ı zikrettiğinde sana yardım eden, Onu unuttuğunda sana
hatırlatandır”(Suyutî, Camiu’s-sağir, 2/11). İbn Ebî’d-dünya’nın Hasan-ı Basrî’den
rivayet ettiği bu hadis mürseldir(bk. a.g.y).
“Bazı insanlar Zikrullahın anahtarlarıdır. Bunlar görülünce, Allah zikredilir
/hatırlanır /anılır.” (Mecmau’z-Zevaid, 10/78).
Bu hadislerdeki ortak tema şudur: İnsanların en büyük görevi Allah’ı tanımak, ona kulluk
etmek, onu sevmek onu saymaktır. Bunların yerine getirilmesi de için sık sık Allah’ı
hatırlamakla mümkündür.
Allah’ı hatırlatan, onu zikretmeye vesile olan şeyler güzel unsurlardır. O halde, Allah’ı
hatırlatanlar da insanların en hayırlısıdır.
Allah’ı hatırlatmak, tevhit inancını, onun azamet ve yüceliğini, manevi cemal ve
kemalini, Allah’ın kitabını, emir ve yasaklarını hatırlatmakla olur.
Buna göre, söz ve ifadeleriyle, fiil ve davranışlarıyla, emir ve yasaklara riayet ettiğini
gösteren duruşuyla insanlara Allah’ı hatırlatan kimseler, gerçekten çok önemli
insanlardır.
Hadislerde, sözlü, fiili-kavli, ameli olarak Allah’a kul olduğunu göstermenin değerine işaret
edilmiştir. Bu özelliklere sahip olan bir kimse de, elbette hem hakiki bir mümin hem
hakiki bir dost hem de Allah'ın sevgili kullarından bir velidir.
8
Ruh, nefs, can, nefes, ego (benlik, kendilik), duygu, karakter,
kimlik kavramlarını açıklayabilir misiniz? Bunların
birbiriyle ilişkisi nedir?
Ruh; kendisine haricî bir vücut giydirilen, başına şuur takılan, alem-i emirden gelen, mahiyeti
bizce meçhul bir kanun-u emrîdir. Diğer bir ifadeyle: “Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî,
vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanunu
emrîdir.”(Sözler/29. söz/2. maksad).
Ruh, irade sıfatının hakim olduğu emir aleminden gelen bir komut ve emirdir veya bir
kanundur. Bu emir ve kanuna da kudret sıfatı harici bir vücut ve ceset vererek onu somut
ve görünür hale getirmiştir. Aynı zamanda başına da şuur takarak hem harici vücudu olan
hem de başında şuuru olan bir kanun olmuştur.
İnsan mahiyetinin aslı ve esası ruhtur. Ruh bütün hasse ve duyguların efendisi ve yaşam
kaynağıdır. Ceset, ruh ile varlığını devam ettirir ve ona tabidir. Ruhsuz ceset olamaz, ama
cesetsiz ruh olabilir. Ruh basittir, bölünmez, parçalanmaz, eskimez, pörsümez, ölmez,
dağılmaz, yaşlanmaz; ceset ise sayılan vasıfların tam aksidir.
Vicdan; vicdan ise insanın fıtratına derç edilmiş olan, doğuştan gelen hakikatlerin bir
miyarıdır. Vicdan bir nevi insanın iç aleminin mizanlarını kalbe gönderen bir iç kanaldır.
Bu iki kanaldan gelen veriler ve malumatlar kalp denilen latifede depolanır ve kalp bu
verilere göre gelişir ve şekillenir. Vicdan hak ve hakikatlerin hissedilmesini sağlayan ve
insana ihtar eden bir mekanizmadır. Vicdan, manevi alemlerin esası ve haritası
konumundadır. Hakikatlerin uçlarının odak noktası olan bir aynadır. Hem ahlaki
değerlerin hem de doğruluğun ana üssü gibidir. İnsan yanılsa bile vicdan yanılmaz.
Can; Türkçe bir sözcük olup RUH manasında kullanılır. Ayrıca ruh ve can kelimeleri metafor bir unvan olarak- biyolojik canlılık manasında da kullanılır.
Nefs; terim olarak insanın bedenine bağlı arzu ve isteklerin kaynağı olan bir
mekanizmadır. Yeme-içme-evlenme arzusu gibi hayatî önem taşıyan duygular yanında,
hırsızlık yapmak, adam öldürmek, içki içmek gibi kötü arzuların da barındığı bir
mekanizmadır. Duygusal tarafı fazla olduğu için kötü arzulara da rehberlik etmekte ve bu
açıdan “Nefs-i emmare=Kötüyü emreden nefis” unvanını almaktadır. Nefsin kötü
taraflarını törpülemek, onu mutmainne mertebesine/ilahî mesajların doğruluğu konusunda
-tereddütsüz iman edip- itminan mertebesine çıkarmak için, İslamî terbiye rahlesinde
pedagojik formasyonu kazanmak gerekir.
Nefes; canlılığın en bariz alameti olan havayı teneffüs etmek, oksijen alıp karbondioksit
vermek manasında nefes alıp-vermek anlamına gelir. Bunun için “her bir nefes alıpvermede Allah’a iki kere şükretmek gerekir” denilmiştir.
Ego; Kişinin öz benliği manasına gelen batılı bir kavramdır. Bizim literatürümüzde bu
kavram “Ene/Enaniyet” olarak geçer. Aslında “benlik” duygusu, normal şartlarda kişinin
insanlık onuruna yakışan bir konumda olduğunu ifade eder.
Fakat aşırı güvenmekten kaynaklanan benlik duygusu, aşırısı anormal bir renge bürünür,
9
kişinin gerçek kişiliğinin, benliğinin ötesinde hayalî ve yapmacık bir kişiliği karakterize
eder. Bu ise, ciddiyet, samimiyet, dürüstlük gibi güzel duyguları altüst edip ciddiyetsiz,
samimiyetsiz, ikiyüzlü bir sahtecilik olduğundan insanı aldatan, gurura sevk eden, hakiki
kişiliğin sınırını taşan, haddini aşan bir uçurma mahiyetindedir.
Duygu; insanın cismanî tarafının bir özelliği olan, sevgi, saygı, kin, nefret gibi hissiyatı
seslendirdiği olgulardır. Bunların en bariz karakterleri, akıbeti düşünmemek, kör gibi
hareket etmek, mevcut lezzetin peşini bırakmamak, at gözlüğünü takmışçasına haz
duyduğu yolun dışında bir alternatife yer vermemek gibi fevrî hareketlerdir.
Karakter; kişinin dışa yansıyan bütün/veya ağırlıklı tutum ve davranışlarının iç
alemindeki parametresidir. Son zamanlarda iş dünyasında yeni bir kavram olarak ortaya
çıkan “toplam kalite” diye bir şey vardır. Yani, insanın başarı ölçüsü, sadece iş yerinde
gösterdiği performansa bağlı olmayıp, aynı zamanda, evinde, iş çevresinde,
arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde, sosyal faaliyetlerinde gösterdiği başarının toplamından
oluşan bir kalite söz konusudur.
Bunun gibi, ahlakî cephesiyle, kişinin her alanda gösterdiği performans, onun
karakteridir. Parametresi toplam kaliteyi gösteren kimsenin karakteri, mükemmeldir,
güzeldir. Bu toplam kalitede kusurlar varsa karakterde zafiyet var demektir. Hayatın
büyük çoğunluğu itibariyle kötü bir yekün/toplam kalitesizlik varsa, bu kişi
karaktersizdir, denilir.
Bediüzzaman hazretlerinin aşağıdaki sözleri de “toplam kalite” çerçevesinde
değerlendirilebilir:
“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye,
herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin
muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü
tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata
sevkeder.”(Hutbe-i Şamiye/2. zeyl/2. kısım).
Allah’ın insana verdiği her özelliğin mutlaka kullanım alanları vardır. Örneğin iradesini,
Allah’a ibadet etmede; Zihnini, Allah’ı tanımada; hissiyatını Allah’ı sevmede; latifesini
de her şeyde Allah’ın varlığını ve birliğini görmede kullanmalıdır
Kimlik, kişinin dışa yansıttığı karakter dolayısıyla kazandığı kişilik adıdır. Tabii ki
burada sözkonusu ettiğimiz kimlik, ahlakî değerler bakımından şahsiyet üzerinde durulan
bir değerlendirmedir.
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, bu kavramlar arasında yakın veya uzak bir ilişki
söz konusudur. Bütün bu hasletlerin bire bir yakın ilişkide bulundukları unsur ruhtur. Ruh
olmazsa, hayat olmaz, hayat olmazsa bu hasletlerin, fenomenlerin hiç birisi olmaz..
İlave bilgi için tıklayınız:
Ruh nedir, ruhun mahiyeti anlaşılabilir mi? Ruh beyinden mi ibarettir? Ruh ile beden
arasındaki ilgi nasıldır?
10
Zinnuni Mısrî hakkında bilgi verir misiniz? Ona neden Hz.
Yunus'un lakabı olan Zinnun denilmiştir?
Zinnûn-i Mısri, Mısır’da yetişen büyük velilerdendir. İsmi Sevban bin İbrahim, künyesi Ebü’l
Feyz, lakabı Zünnün, nisbesi Mısri’dir. H.155 / M.772 tarihinde doğdu. H.245 / M.859
tarihinde Mısır’da vefat etti. Ashab-ı kiramdan Amr bin As Hz. yanına defnedildi. Maliki
mezhebinin imamı Malik bin Enes’in talebesidir.
Zünnûn, hak yolu âşıklarından ehl-i hadis, seyyah, sûfilerin piri sayılacak derecede
yolculuk yapmış, sözleriyle, menkıbeleriyle tasavvuf dünyasında gizemli bir şahsiyettir.
“Zünnûn” ismi, “balık sâhibi adam” anlamında olup, Kur’an’da ismi geçmekte olan
Hz. Yunus Peygamberin (as) adıdır ve bir lakaptır.
Zünnûn lakabının Ebu’l-Feyz Sevban Mısri’ye verilmesi ise, bir deniz yolculuğu sırasında,
bindiği gemide bir tüccara ait mücevher dolu bir kesenin kayıp olmasıyla ilgili olay
nedeniyledir. Gemide bulunanlar, sen aldın diyerek ona iftira edip, hakarete ve işkence
yapmaya başlarlar. Suçsuz olduğundan, dua ederek kurtulmak ister. Allaha sığınıp dua
edince, hemen suyun yüzüne, ağızlarında birer mücevher bulunan binlerce balık çıkar. O
balıkların ağzındaki mücevherlerden bir tane alıp gemidekilere verir. Bu durumu gören
asıl hırsız keseyi getirip teslim eder. Bunun üzerine Zünnün-i Mısri işkenceden kurtulur.
Bu sebeple ismine, balık sahibi, balıkçı manasında “Zünnûn” (Zinnûn, Zennûn)
denilmiştir.
Birçok kimsenin dünya ve ahiret saadetine kavuşmasına vesile olan Zünnun hazretleri, bir
Hak aşığı, darda kalanların dostu, dehşet içinde olanların tesellisi ve hasrette kalanların
arzusuydu.
Onun ibretli sözlerinden bazıları şöyledir:
Fesadın altı sebebi vardır:
- Ahiret işindeki niyetin zayıflığı.
- Bedenin şeytana esir olmasıdır.
- Ecelin yakın olmasına rağmen uzun emelin galip gelmesi.
– Kulun rızasını Allahın rızasından önde tutmak, heva ve hevese uyup sünneti terk etmek.
- Öne geçenlerin iyiliklerini söylemeyip kusurlarını araştırmak.
"Üç şeyin üç şeyle birlikte bulunmamasına üzülür ve şöyle derdi:”İlim var amel yok.
Amel var ihlâs yok. İhlâs var teslimiyet yok.”
Bozulan kalbi düzeltmek için ne yapmak lazımdır? diye sorduklarında: “Beş şey
yapılmalıdır. Helal ve az yemek, Kur’an-ı kerim okumak, Salihlerle sohbet, gece ibadet
etmek, seher vaktinde ağlamak” cevabını verir.
Kalbini en güzel koruyan kimdir? diye sorduklarında:”Diline en çok hakim olan.” der.
“İnsanı arzularından kurtaran dost ikidir. Gözü ve kulağı muhafaza etmektir.”
“Kalbin hasta olmasının alameti dörttür. Birincisi; ibadetten tat, haz almaz. İkincisi;
Allahtan korkmaz. Üçüncüsü; eşyaya, mahlûkata ibret gözüyle bakmaz. Dördüncüsü;
dinlediği ilim ve nasihatten istifade etmez.”
11
“Öyle birisiyle dostluk kur ki, senin değişmenle değişmesin.”
“Her azanın tövbesi vardır. Kalp ve gönlün tövbesi, şehveti terk etmektir. Gözün tövbesi,
harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fena söz söylemekten, gıybet etmekten çekinmektir.
Kulağın tövbesi, kötü sözleri dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten
kendini korumaktır.”
"Kul hangi sebeple Cennet'e girer?" diye sorulunca; “Beş şey ile: Eğrilik bulunmayan bir
doğruluk, gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli âşikâr Allahü teâlâyı anmak (murâkabe
etmek), yol hazırlığı yapıp, ölüme hazırlanarak, ölümü beklemek, hesaba çekilmeden
önce kendini hesâba çekmek” buyurdu.
Muhyiddin-i Arabî’nin, Zünnûn-ı Mısrî’nin hayatını anlatan “el-Kevkebu’d-Durrî fî
Menâkıbı Zinnûn el-Mısrî” isimli bir kitabı vardır. Zünnûn-ı Mısrî’nin menkıbelerinden
ve sözlerinden seçilerek hazırlanan bu eser, Dr. Ali Vasfi Kurt Topkapı Sarayı
Kütüphanesi ve Leiden Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunan yazmaları esas alarak
yayına hazırlamış ve "Bir Sûfi'nin Portresi- Zünnûn-ı Mısrî" adıyla yayınlamıştır.
Kaynak:
Evliyalara Ansiklopedisi, 12/385, İhlâs G.Holding a.ş.
Hilyet-ül-Evliyâ, 9/333.
Tezkiret-ül-Evliyâ, s. 23.
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, 3/337.
Bir Sufi’nin Portresi – İbn Arabi – Gelenek Yayınları.
12
Tarihimizde Alfabe değişikliğinin üzerimizdeki yararı ve
zararı nedir? Okuma yazma oranı arttı ama, bir gün önce
alim olan değişimden sonra okuma yazma bilmeyen
cahil durumuna düşmedi mi?
Bu gibi değerlendirmeler kişilerin dünya görüşlerine paralel olarak kendini gösterecektir. Bu
sebeple, bir mümin olarak bizim değerlendirmemiz bazı kesimlerin değerlendirmesine
uymayabilir.
Her batıl ve yanlış olan işlerde de bazı güzel yönlerinin olması mümkündür. Bu bakımından
latin harflerinin ülkemize yerleşmesinin de bazı güzel taraflarının olması doğaldır. Bu yüzden
İslam yazısı ile latin yazısı arasında bir kategorik değerlendirme yapmayı uygun görmeyiz.
Bize göre, İslam yazısının ortadan kaldırılmasının arkasındaki niyetler, İslam dininin kökünü
kazımak ve yeni neslin kıblesini Kâbe’den alıp Batıya çevirmek, insanların -İslam dini ile
ilgili depoladıkları bilgi kırıntılarının dahi hatırlamamaları için eski hafızalarını bütün
kayıtlarını silip süpürmek, kalp, akıl ve hatta vicdanları dahi eski kültür lehine şahitlik
yapabilecek bütün argümanları ellerinden almak, adeta beyin harddiskini tamamen silip
yepyeni bir batı-laik formatıyla formatlamayı amaçlamıştır.
Türk halkının -eskiye göre-okuma- yazıyı daha fazla öğrenmeleri, yeni yazısının İslam
yazısından daha kolay olduğunu göstermez. Bilakis, bu konuda yapılan büyük çabaların bir
sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Sabahleyin herkesin cahil olarak yatağından kalktığı
bir ülkede okuma-yazma kadar ihtiyaç duyulan başka bir şey olmaması gerekir. İhtiyaç ise,
ilmin, öğrenmenin önemli bir faktörüdür. Aynı şiddette bir ihtiyaç hissedilip Allah’ın
kelamını herkese öğretme çabası söz konusu olsaydı, İslam yazısında çok daha fazla başarı
elde edilebilirdi.
Kaldı ki, Allah’ın kelamı Arapça inmiş ve Arap harfleriyle yazılmıştır. İman şuurunu taşıyan
hangi vicdan Allah’ın tarihe kazınmış bu mesajını, bu ilahî hatırasını, bu kutsal kitabının
hatırını göz ardı eder? Nitekim, Hz. Ali, Urcuze kasidesinde bu harf inkılabına değinmekte,
bunun 1438(1928) te gerçekleşeceğini -ebced hesabıyla- bildirmekte ve bu İslam yazısının
yerine latin harflerinin kabulünü İslam’dan uzaklaşmanın bir alameti olarak görmektedir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, bu gün artık latin harfli eserleri okumama lüksümüz yoktur.
Alfabeler, tarihi kültür ve görgüyü, ilim ve irfanı taşıyan birer boru mesabesindedir. Her
alfabe, hususî bir kültür suyunun borusu olmasına rağmen, bir şehir hükmüne geçmiş
bugünkü dünyada farklı kültür ab-ı hayatları da taşıyabilirler.
Farklı içerikler için uygun ambalajlar kullanmak en makulü olmakla beraber, fazla uygun
olmayan ambalajlarla da aynı içerikler taşınabilir.
Aslında bu konuda vurgulanması gereken önemli bir nokta da şudur: Milletimize pek zararlı
düşen şey, Latin alfabesinin öğrenilmesi değil, İslam yazısının yasak edilmesidir.
13
Mağara arkadaşlarıyla ilgili olarak ayette geçen, “İçlerinden
biri, ne kadar kaldınız, dedi” (Kehf, 19) sözünü diyen
onlardan başka birisi midir? Onlardan biriyse neden “ne
kadar kaldık” demiyor da “ne kadar kaldınız” diyor?
”İçlerinden biri: ‘Ne kadar kaldınız?’ dedi” ifadesinin sahibi ashab-ı kehften/mağara
arkadaşlarından biridir. Bu konuda alimlerin ittifakı vardır.
Ayette özellikle kullanılan ve “içlerinden biri” manasına gelen “minhum” sözcüğü
gramer açısından soran kişinin sorulan kimselerle aynı macerayı paylaşan kişinin
olmasını zorunlu kılmaktadır.
Tefsirlerde bu soruyu soran kişinin “Mukeslimina/Meksilmina” adındaki en büyükleri
olduğu belirtilmektedir. Buna göre, “ne kadar kaldık?” yerine “ne kadar kaldınız?”
ifadesinin tercih edilmesi, ağabey durumunda olan bir kişinin pozisyonuna ve misyonuna
uygun bir üsluptur.
Örneğin, aynı otelde birlikte yatan birkaç arkadaştan birinin, özellikle ağabey durumunda olan
yaşlı birinin “arkadaşlar, geceyi nasıl geçirdiniz? Rahat uyuyabildiniz mi?"
şeklindeki ifadesi, onun otelde olmadığını, dışarıdan biri olduğunu göstermez.
Keza ev sahibinin misafirlerine aynı soruları sorması da onun -dışarıdan- eve yeni geldiğini
değil, sorumluluk makamında olan ve bu sorumluluğunu idrak eden bir kişiliğe sahip
olduğunu gösterir.
Bazı tefsirlerde ayetin “ne kadar kaldınız?” mealindeki ifadesi doğrudan “ne kadar
kaldık?” şeklinde açıklanması da(ör. bk. Vahidi, el-Veciz) bu ifadenin herhangi bir
tereddüde yer vermeyecek şekilde anlaşılabilen bir üslup olduğunun göstergesidir.
İlave bilgi için tıklayınız: ASHÂBU'L-KEHF
14
"Kim Arab'ı aldatırsa şefaatime giremez ve sevgim de ona
ulaşmaz." anlamına gelen hadis sahih midir?
Osman b. Affân (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Arab’ı aldatan
benim şefaatime nail olamaz ve benim sevgim ona ulaşmaz.” (Tirmizi, Menakıb, 69, 3924)
Tirmizî, bu hadisin garib olup sadece Husayn b. Ömer el Ahmesî’nin, Muharîk’den rivâyeti
ile bilinmekte olduğunu belirtir ve hadisin senedinde geçen Husayn’ın, hadisçiler tarafından
zayıf kabul edildiğini belirtir. Yani bu rivayet zayıftır. (bk. Tirmizi, a.y.)
Hadiste geçen aldatma, Arapların hidayete ermelerine engel olmak veya onların
Peygamber efendimizden uzaklaşmalarına neden olacak şeyler yapmak şeklinde
açıklanmıştır. Böyle yapanlar, Araplar ile Peygamber efendimiz arasındaki bağı koparmış
olurlar. Bu nedenle de Onun sevgisinden ve şefaatinden mahrum kalırlar. (bk. Münziri,
Feyzü’l-Kadir, 6/185)
Konuya bu açıdan bakınca, bunları Arap olmayan kimselere yapanlar da aynı şekilde Hz.
Peygamber aleyhissalatü vesselamın sevgisinden ve şefaatinden mahrum kalırlar.
Diğer taraftan, Müslümanlar kardeştirler, birbirlerini sevecekler, aralarında buğz, kin ve
düşmanlığa yer vermeyecekler, birbirlerini aldatmayacaklar. Müslümanlar arasında bunlar
haram olmakla birlikte, Hz Peygamberin Arap, Kur’an’ın Arapça ve ilk Müslümanların
çoğunluğunun da Arap olup İslam’ın onların eliyle Dünya’ya yayılması nedeniyle, bu
düşmanlıkların Araplara karşı yapılması daha büyük bir günahı gerektirmektedir.
Şu halde meşru bir sebep olmadan Arab'a karşı alınan tavır İslâm'a ve Kur’an’a karşı alınmış
bir tavırdır. Elbette böyle bir tavır, Hz. Peygamberin sevgisinden ve şefaatinden mahrum
eder.
15
“Din yok, bilim var” sloganıyla hareket eden İlluminati
örgütü tüm İslam´a ve tüm Dünya´ya karşıdır. İslam’ın
ona karşı hareket alması gerekmiyor mudur? Bu tarikat
Deccâl´in tarikatı mıdır?
Bu konuda bir kaç ilkeyi arz etmekte fayda olduğunu düşünüyoruz:
İslam inancına aykırı yüzlerce, binlerce doktrin ve düşünce vardır. Bütün bunlara cevap
yetiştirmeye çalışmak ciddi bir zaman israfı olur. İmam Sekkakî’nin manzum olarak ifade
ettiği gibi, “eğer her ürüyen köpeğe bir taş atmaya kalkarsan, yeryüzünde taş kalmaz”
Bir davada tez sahibi olmak, anti tez sahibi olmaktan çok daha iyidir. Anti tez sahipleri her
zaman tez sahiplerinin değirmenine su taşımak zorunda kalır. Çünkü anti tezle konuya
yaklaştığımız zaman önce tezi ortaya koymamız gerekir. Bu ise, karşı tezin varsa güçlü
noktaları bazı saf gönüller üzerinde olumsuz etki bırakır. “Batılı tasvir, safi zihinleri
idlaldır” şeklindeki Bediâne vecize bu gerçeği altını çizmiştir.
Bir dane-i hakikat batmanlarca hayalleri bir anda yıkabilir. O halde, hakikat erbabına düşen
görev, başkasının kötü ve yanlış taraflarını değil, kendi sabitelerini/davalarının hakikate
dayalı ölçülerini ortaya koymaktır. “Müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek”
düsturunun bir anlamı da budur.
Sorunun cevabı olarak diyoruz ki, “Evet, İslam’a karşı olan fikirlerle Müslümanların
mücadele etmesi farzdır..” Fakat bunun yegâne metodu silahı iyi kullanmaktır. Düşmanın
silahının çürük olduğunu, bir işe yaramadığını, tutukluluk yaptığını söylemek ve yüzlerce
sene bunu dünya-aleme ilan etmekle meşgul olmak değerli zamanı heba etmekten başka bir
işe yaramaz. Çünkü zafer düşmanın silahından çok, bizim silahı iyi kullanıp
kullanmadığımıza bağlıdır.
Bu asırdaki cihad, manevîdir; fikir ve bilgi silahıyla yapılmaktadır. Eğer biz dinimizi gereği
gibi bilmiyor, onun gerçeklerini ortaya koyacak donanıma sahip olmuyor, asrın silahıyla
silahlanmıyorsak insanlık adına zafer kazanmamız mümkün değildir.
Evet bu gibi cahil ve saldırgan dinsiz akımlara karşı cihad edeceğiz, mücadele edeceğiz..
Ancak, metodunu iyi kullanacağız. Fiilen güzel ahlakımızla, ağırbaşlı duruşumuzla
yapacağız.. Sözlü olarak da, güzel bir edebiyatımızla, meramı ifade den güzel fesahatimizle,
konuyu aydınlatan güzel bilgilerimizle donanmış olacağız.
Özetle, bütün yönlerimizle Allah’ın dinini, Kur’an’ın güzelliğini, İslam’ın evrensel ahlakını
göstermiş olacağız. “Karanlığa sövmek yerine bir ışık yakacağız..”
İşte bütün gücümüzle yakacağımız bir ışığa sahip olmaya çalışacağız.
Deccalizme hizmet eden her kişi veya gurup Deccal olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla
bu kuruluşunda hedefi İslam'ın nurunu söndürmek isteyen Deccalizme hizmet etmek
olduğunu söyleyebiliriz.
Dünyada Yahudilerin kurduğu ve dünyaya hükmetme emellerini gerçekleştirmek isteyen
16
kuruluşlar vardır. Nitekim ikiz kulelerin yıkımının planlı olduğu hususunda medyada bir çok
açıklamalar yer edinmiştir.
Küçük çaplı depremlerin olması mümkün olsa da bu şiddetteki depremin onlar tarafından
yapıldığını iddia etmek pek de makul olmaz.
Japonya da sık sık depremler olan bir ülkedir. Dolayısıyla depremle ilgili kartların olması
gaybı bilmek anlamına gelmez.
Daha önce bir çok senaryolar dillendirilmiş ancak İslamiyete darbe vuramamışlardır. Onların
planları varsa Allah'ın da planı vardır. Allah'ın iradesi olmadan hiç kimse bir şey yapamaz.
İnşallah 2012 yılı İslamiyetin daha büyük inkişafına vesile olacaktır.
Bunlar içinde kafir cinlerle irtibata geçen kısımları da olabilir. Bu mümkündür. Ancak kafir
cinler gaybı bilemezler. Bazı tahminleri tutsa da bu binde bir ölçüdedir.
Siyonistlerin bu senaryolarını gözümüzde büyütmemek gerekir. Ancak onların emellerini
boşa çıkarmak için de her müslümanın maddi ve manevi yönden terakki etmesi lazımdır.
17
“Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 67) ayetine
rağmen, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in vefat
nedeninin, daha önceki zehirlenme olmasını nasıl
açıklarsınız?
Hz. Peygamber Hayber savaşı sırasında zehirlenmiştir. Bu savaş Hicrî 7. yılın başlarında vuku
bulmuştur. (el-Butî, Fıkhu’s-Sîre, s. 329)
Hz. Enes ve Hz. Aişe’den yapılan rivayetlere göre, Hz. Peygamber bu zehirlemeden
sonra hayatı boyunca zaman zaman bu zehirin etkisiyle hasta oluyordu, vücuduna ateş
basıyor, acı hissediyor ve sıkıntı çekiyordu. (İbn Hacer, 10/247)
Hz. Aişe’nin rivayetinde şu ifadelere yer verilmiştir: “Resulullah(a.s.m) ölüm hastalığı
içinde iken bana ‘Ey Aişe! Hayberde yediğim(zehirli) yemeğin acısını hep
hissedegeldim. Şimdi ise, onun tesiriyle sırtımın/şahdamarımın koptuğunu
hissediyorum’ buyurdu”(Buharî, Magazî, 83; İbn Hacer, 8/131).
Buna göre, Hz. Peygamber bu zehirlemeden yaklaşık üç-dört yıl sonra vefat etmiştir. Bu
da Hz. Peygamberin korumasını vâd eden Maide Suresinin 67. ayetinin bir mucize
olduğunun ayrı bir yansımasıdır. Çünkü bir zehir ki, üç-dört yıl sonra dahi tesirini
göstermişse, dört yıl boyunca sebepler dairesinde olması gereken bu öldürücü tesirini
askıya alan ancak Allah olabilir. Bu ise onun verdiği sözünü yerine getirdiğinin bir
göstergesidir.
Bu aynı zamanda sebeplerin bağımsız olarak hiç bir etkilerinin olmadığını, Allah’ın izni
olmadan onların hiç bir şeyin oluşmasına katkılarının bulunmayacağını göstermektedir.
Kim bilir belki de Rahman ve Rahim olan Allah, habib-i ekremine nübüvvet, velayet ve
şahadet mertebesini bir araya toplayarak huzuruna almak istediği için o zehirin etkisini
de vefatına bir vesile kılmıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Maide suresi 67. ayette Allah-u Teala Peygamberimiz'i koruyacağını vaad ediyor ancak
Uhud harbinde Peygamberimiz'in dişi kırılmıştır. Bu durumu açıklar mısınız?
18
Allah, Peygamberlerin anneleri, babaları gibi insanların
kalplerini rahatlatmak için "Korkmayın Allah sizinle
beraberdir" dediği halde, bizim gibi aciz ve günahkar
insanların kalplerini neden tatminsiz bırakıyor?
Allah gerek maddî, gerek manevî alanda olsun yaptığı işleri bir hikmet zincirine bağlamıştır.
Mutlak kudreti hiç bir sebebe bağlı kalmadan her şeyi yapabilir. Fakat Hakîm ismi,
kudretin alanını hikmetle sınırlandırıyor. Allah hikmetsiz hiç bir işi -yapabildiği haldeyapmaz. Yağmuru buluttan, yavruları rahimden, meyveleri ağaçtan, bitkileri tanedençekirdekten yaratması, bu değişmez ilahî sünnetin hikmet boyutunu gösterir.
Bunun gibi, midenin doyması yemek yemekle olur. Gözün tatmin olması nesnelere bakıp
görmekle olur. Kulakların tatmin olması seslere kulak verip işitmekle olur. Şehevî
duyguların tatmin olması evlenmekle olur. Evrenin çift/ikili bir sistem üzerine kurulması,
sebep ile müsebbeb/sebebe dayanan varlıklar arasında hikmet bağlantısını kurmaya
yöneliktir.
Bundan anlaşılıyor ki, hikmet bağlantısını kurmadan Allah’tan -özellikle imtihanın bel
kemiğini teşkil eden- tatmin konusunda torpil istemek öğrencinin tembelliğinin
göstergesi olduğu gibi, haddi aşmanın da bir işaretidir. Daha ilkokulu okumadan
üniversite adaylığına soyunmak ne kadar abesle iştigal ise, nefs-i emmarenin “emmare”
mertebesini geçmeden “nefs-i mutmainne”nin bir sertifikası olan “tatmin” belgesini
almaya heveslenmek de o kadar gayr-ı ciddidir.
Unutulmamalıdır ki, ilim olmadan amel yapılmaz, amel olmadan ilim fayda vermez. İlim
ile amel arasındaki bağ, doktor ile tedavi arasındaki bağ gibidir. Doktor olmayan reçete
yazamaz. Reçete yazmayan bir doktorun varlığı ile yokluğu müsavidir.
Peki, “bizim gibi günahkâr insanların” tedavisi nasıl olmalıdır?
Bu sorunun cevabı bellidir; bizim doktorumuz Allah ve resulüdür/Kur’an ve Sünnettir, bir de
bu iki kaynaktan yararlanarak bizim için en faydalı reçeteyi sunan İslam alimleridir.
Hastalar genellikle ami insanlardır. Kendi reçetelerini tıp kitaplarından öğrenip de
yazamazlar. Onun içindir ki, tıbbî kaynakları bilen doktorlara gidip onların reçetelerini
kullanırlar. Din sahası, tıp sahasından daha geniştir. Çünkü din hem dünya hem de ahiret
hayatının sağlıklı olmasını amaçlayan bir reçetedir.
Kur’an da kalplerin tatmin reçetesini sunmuştur: “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak
Allah’ı zikretmekle/hatırlamakla tatmin olur”(Rad, 13/28).
Özetlersek; insanların imtihandaki başarıları onların teorik bilgi ve uygulamalı
becerilerine bağlıdır. Bu bilgiyi hazmeden ve onu yerli yerince uygulayan bir kimse ile,
bunların her ikisini veya birini başaramayan kimseye aynı notu vermek adalet anlayışıyla
ters düştüğü gibi, gece- gündüz Allah’ı düşünüp bütün saniyelerini onun rızasını
kazanmaya, onun izni olmayan hiç bir yere ayak basmamaya gayret gösteren takva sahibi
insanlara Allah’ın lütfettiği kalbî tatmin mertebesine göz dikmek, bedavacılık mesleğine
aday olmak demektir.
19
İmtihanın âdil olması adına, Allah’ın külli iradesi kulun cüzî iradesini takip eder. Kutsi
hadislerde ifade edildiği gibi, önce kul Allah’a doğru bir adım atar da yola çıkarsa, Allah
da o kuluna dört adım yaklaşır(yani rahmetini ona yakın eder). Kul - yavaş adımlarla da
olsa-Allah’a yürüse, Allah ona koşarak gelir(rahmetini imdadına koşturur).
Bunun manası şudur. Kul yemek yer Allah onu doyurur, su içer Allah susuzluğunu
giderir, evlenir Allah’a ona evlat bahşeder. Allah’ı yakından tanımak için, onun isim ve
sıfatlarını ders veren, marifetullah zirvesine doğru yol aldıran eserleri okursa, Allah da
ona kendini tanıttır. Allah’ı hakkıyla tanıyan onu mutlaka sever. Onu seven onsuz
yaşayamaz, hayatının bütün saniyelerini onu zikretmekle geçirir; onu hatırlamakla
hatırını sayar. Bu devamlı irtibat-yukarıda söz konusu edilen ayette ifade edildiği gibikalbin tatminini sağlar.
İnşallah hepimiz Allah’ı daha fazla tanımaya, onu sevmeye-saymaya, onu zikretmeye,
hatırlamaya, rızasını kazanmaya gayret edeceğiz. Bu da Onun izni dairesinde bir
hayat sürmekle olacaktır. O da -ata, lütuf ve keremiyle- kalbimizi tatmin edecek
hakikatlerin çiçekleriyle bizi güldürecektir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Kur'an-ı Kerimde “Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur.” buyrulmaktadır.
Zikirden kasdedilen nedir? Kalbi nasıl tatmin eder ?
20
Ashab-ı Kehf ile ilgili hadisler hangileridir? İsimlerinin kağıda
yazılıp da şifa bulunduğu ve kötülüklerden sakınıldığı
gibi rivayet edilen hadis sahih midir?
Ashab-ı Kehf, bir mağarada yıllarca uyuduktan sonra tekrar uyandıkları Kur'ân-ı Kerim'de
haber verilen arkadaş grubudur.
Ashâb-ı Kehf kıssasının özünü teşkil eden ve ölümden sonra dirilişin bir misali olan uzun
süre mağarada uyuyup yeniden uyanma hadisesi, İslâm'ın dışındaki diğer bazı dinlerde ve
çeşitli efsanelerde de yer almaktadır. (bk. DİA İslam Ansiklopedisi, Ashab-ı Kehf md.)
Ashâb-ı Kehf kıssasının anlatıldığı Kur'ân-ı Kerîmin on sekizinci Suresine, bu kıssanın
önemi dolayısıyla “Kehf" adı verilmiştir. Sûrenin 9-26. âyetlerinde bildirildiğine göre,
putperest bir kavmin içinde Allah'ın varlığına ve birliğine inanan birkaç genç bu
inançlarını açıkça dile getirip putperestliğe karşı çıkmış, taşlanarak öldürülmekten veya
zorla din değiştirmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlardır. Yanlarındaki
köpekleriyle birlikte orada derin bir uykuya dalan gençler muhtemelen 309 yıl sonra
uyanmışlardır. Bu süre Kur'ân-ı Kerîm'de, “Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar,
dokuz da ilâve ettiler” şeklinde belirtilmektedir. 300 yıla 9 ilâvesi, şemsî takvimle
belirtilen sürenin kamerî takvime göre ifadesi olmalıdır. Mağarada “Bir gün kadar”
uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini gümüş bir para vererek yiyecek almak üzere
şehre gönderirler. Böylece onların durumuna muttali olanlar Allah'ın vaadinin hak
olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini anlarlar, mağaranın bulunduğu yere bir
mescid yapmaya karar verirler.
Kur'ân-ı Kerîm Ashâb-ı Kehf'in sayısı hakkında ihtilâf olduğunu bildirmekte,
köpekleriyle beraber dört veya altı olduklarına dair tahminleri “Karanlığa taş atma”
diye nitelendirmektedir. (Kehf: 18/22) “Yedi kişiydiler, sekizincisi köpekleri idi”
diyenler hakkında aynı ifade kullanılmadığına göre bu görüşün gerçeğe daha yakın
olduğu düşünülmüşse de onların sayısını Allah'ın bileceğini belirten âyet-i kerîme, bu
konuda fikir yürütmenin bir sonuç vermeyeceğini ortaya koymaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'in takip ettiği metot gereği bu ve benzeri kıssalarda, verilmek istenen
mesajı ikinci plana itecek ve kıssanın asıl gayesini gölgeleyecek ayrıntı türünden bilgilere
yer verilmemiştir. Mağaradakilerin kaç kişi oldukları, ne zaman ve nerede yaşadıkları ve
kaç yıl uykuda kaldıkları gibi alınacak ders bakımından önemli olmayan bilgilerden
ziyade üzerinde düşünülmesi, ibret alınması gereken hususlar ön plana çıkarılmıştır.
Taberî’nin İbn İshak tarikiyle Hz. İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre, Ashab-ı Kehf’in
isimleri sekiz olup şunlardır: Meksilmîna, Muhsimilnîna, Yemliha, Mertûs, Keşvetûş,
Bîrûns, Dînmûs, Yatnûskalûs(bk. Taberî, Kehf, 18/10. ayetin tefsiri).
Burada sekiz adet olarak sayılan isimler, Ashab-ı Kehf’in meşhur olan yedi sayısına
aykırıdır.
Kurtubî’nin Taberi’den naklen verdiği isimlerde “Yetnûs”un ikinci parçası olan “Kaluns”
sözcüğü yoktur. Kurtubî ashab-ı Kehf’ın isimleriyle ilgili söz konusu edilen rivayetin
“VÂHİ” diyerek çok zayıf olduğuna dikkat çekmiştir. (bk. Kurtubî, ilgili ayetin tefsiri)
21
Bundan anlaşılıyor ki, Asahab-ı Kehfin isimleri ve dolayısıyla bu isimlerin bir tılsım
olarak kullanılmasına dair herhangi sahih bir hadis rivayeti söz konusu değildir.
Kur'ân-ı Kerîm'de özlü olarak anlatılan Ashâb-ı Kehf kıssasıyla müminlere verilmek
istenen mesaj; ana hatlarıyla, iman küfür mücadelesinin öteden beri hep var olduğu,
inananların her devirde zulme uğramalarına rağmen bâtılın hakka asla galebe
çalamadığı, samimiyetle iman edip inançlarının gereğini yaşayanları Allah'ın
mutlaka başarıya ulaştırdığı ve nihayet her şeyi yoktan var eden Allah'ın insanları
yeniden diriltmeye muktedir bulunduğudur.
İlave bilgi çin tıklayınız:
Kehf Suresi 22. ayette geçen olay kafamı karıştırdı. Neden hala Ashab-ı Kehf'e 7
uyurlar diyorlar?
22
Allah neden insanı bu kadar çok şempanzeye benzer
yaratmış? Bu benzemedeki hikmet nedir?
Her bir canlının yaratılışında, bir değil, belki binlerce hikmet var. Biz o canlının yaratılışına
ait tek hikmetini biliyoruz. Ama onun yaratılışında Allah’ın bin bir ismi adedince
yaratılış hikmetleri olabilir.
İmtihanda doğru sorunun yanında, çeldirme soruları diye isimlendirilen ve dikkatli tetkik
edilmezse, doğru soruya benzerliğinden insanı yanıltan sorular vardır.
Sanki bu benzerlik de, tabiatta ve sebeplerde boğulan günümüz insanının en büyük
sorusu gibi.
Bazı kimseler, maymunun bu benzerliğinden hareketle, insanı maymunla aynı kategoriye
koymakta ve maymunu insanın atası olarak almaktadırlar.
Allah’ın insanı en güzel şekilde yarattığını, ilk insanı topraktan, onun neslini de bir damla
su olarak adlandırılan meniden yarattığını bildirmesini dikkate almayıp, insan-maymun
benzerliğinden hareketle, insanı maymuna bağlayanlar için yeterli bir sebep değil mi?
Prof. Dr. Adem Tatlı
23
"Ramazan Ayının Cuma günleri, normal cuma günlerinden
yetmiş kat büyüktür" anlamına gelen bir hadis var
mıdır? Varsa nasıl anlamalıyız?
Doğrudan bu anlama gelecek bir hadis rivayeti bulamadık. Ancak dolaylı olarak bunu
destekleyen bir rivayet şöyledir:
"Ey insanlar! Yüce ve mübarek bir ay'ın gölgesi üzerinize bastı. O ayda bir gece vardır ki
bin aydan daha hayırlıdır. Allah o ayda oruç tutmayı farz kıldı. Geceleyin ibadet yapmayı
(teravih) kılmayı nafile kıldı. O ayda bir hayır işleyen kimse diğer aylarda bir farz
işlemiş gibi olur. O ayda bir farz işleyen ise diğer aylarda yetmiş farz işleyen gibidir.
O, sabır ay'ıdır, sabrın karşılığı ise Cennettir. O, yardımlaşma ay'ıdır. O ayda müminin
rızkı bollaştırılır… (et-Tergîb, 2/94-95)
Buna göre, Ramazan ayındaki Cuma günü, diğer aylardaki Cuma günlerinden
yetmiş kat daha faziletlidir, denilebilir.
Ayrıca, “Ramazan Ayının Cuma günlerinin diğer aylardaki Cuma günlerine
üstünlüğü, Ramazan Ayının diğer aylara olan üstünlüğü gibidir” (Deylemi, Daru’lKitap, 1987, 3/150; Münavi, Feyzu’l-Kadir, 4/430; anlamındaki hadis de soruda geçen
konuya destek vermektedir. Bu rivayet zayıf kabul edilmiş (bk. Feyzu’l-Kadir, a.y.) ise
de, amellerin fazileti ile ilgili konularda zayıf hadisle amel edilebilir.
Buna göre ise, Ramazan ayındaki Cuma günü, diğer aylardaki Cuma günlerinden
yetmiş kattan daha fazla faziletli olabilir.
Buradaki fazilet ve üstünlük, bu günlerde yapılan ibadetlerin, diğer günlerde yapılan
ibadetlerden daha sevaplı olduğudur. Bu durum bütün ibadetler için geçerlidir.
Allah, toprağa atılan bir buğday tanesini bire 30, mısırı bire yediyiz, haşhaşı bir binler,
incir çekirdeğini de bire milyonlar verip bereketlendirdiği, ibadetlerimizin sevaplarını da
kat kat artırabilir.
İşte Ramazan ayı adeta âhiret ticareti için gayet kârlı bir fuar ve Pazar; uhrevî hasılat
için gayet verimli ve bereketli bir tarla; amellerin artması ve büyümesi için bahar
mevsimindeki nisan yağmuru gibidir.
Demek ki böyle bir Ay’da yapılacak ibadetlerin sevapları diğer aylara göre nasıl daha
sevaplı ise, bu ay içerisindeki Cuma günlerinde yapılacak ibadetler de diğer cumalarda
yapılacak ibadetlere göre daha bereketli ve daha sevaplı olacaktır. Allah dilerse, bu
bereketi de bire yetmiş, yediyüz, yedibin.. yapabilir.
24
Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yapmış mıdır?
Osmanlı Padişahları Müslümandırlar ve kendi idare ettikleri devlette de İslâm Hukukunu
tatbik etmişlerdir. İslâm Hukukunda ise, kâfirlerle yapılan savaşlarda dahi katliam yani
soykırım yapmak haramdır. Zira Hz. Peygamber, savaş halinde dahi, çocuklar, kadınlar,
din adamları ve yaşlılar gibi yedi grup insanı katletmenin caiz olmadığını bütün
komutanlarına talimat olarak vermiştir. Mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı
yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba
karşı yapmış olması mümkün değildir. Ancak tarihî olayları doğru olarak öğrenmek
şarttır. Şöyle ki;
Erdebil Şeyhlerinden Şeyh Cüneyd şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak
olamayarak 1460 yılında katl edilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi
devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şî’alaştırmak metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek
istemiştir. Kucaklarında büyüdüğü Akkoyunlu Devletine de hıyanet edince, Yakub Bey
tarafından 1488 yılında o da öldürülmüştür. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları
veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, hem Anadolu’yu Şî’alaştırmayı ve hem de
böylece Anadolu’yu hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir. Nitekim
temkinli davranmayan Akkoyunlu Devleti, torunları olan Şah İsmail tarafından ortadan
kaldırılmıştır.
Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği ve hem de şahlığıyla Anadolu üzerine
yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemekte
maalesef muvaffak olmuştur. 1507 yılında üzerine yürüdüğü Alâüddevle Bey’in
mağlubiyeti üzerine Elbistan, Harput ve Diyarbekir’i yakmış ve yıkmıştır. Bu arada
Erdebil Sofuları da Anadolu’da anarşi çıkarmaya başlamışlardır. Şah İsmail’in taraftarları
olan askerler, kırmızı çuhadan taçlar giydiklerinden dolayı onun taraftarı olan herkese
Sürhser yani Kızılbaş denmiştir. Şah İsmail’in halifelerinden olan Rumiyeli Nur Ali
Halife başkanlığındaki Erdebil sofu ve müritleri, Tokat’a saldırmışlar ve yüzlerce insanı
kılıçtan geçirmişlerdir. Maalesef Şehzade Ahmed üzerlerine ordu göndermişse de
muvaffak olamamıştır.
Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle
Şeytan Kulu (Şahkulu Baba Tekeli veya Karabıyıkoğlu da denmektedir) eliyle
Anadolu’daki Alevileri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır.
Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzade Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da
yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdî ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir.
Bundan sonra sırasıyla Kızılcakaya, İstanos, Elmalı, Burdur ve Keçiborlu kasabalarını
yakıp yıkan Şahkulu Kütahya’ya kadar gelmiştir. Anadolu beylerbeyisi Karagöz Ahmed
Paşa da öldürülenler arasındadır. Amasya’da bir araya gelen 20 bin Erdebil Sofuları
çevreye dehşet saçmaya başlamışlardır. Bunların yaptığı katliamla Erzurum ve Erzincan
20-30 yıl harabe olarak kalmıştır. Çubukova’da 1511 yılında Şahkulu’nun bir okla
öldürülmesinden sonra da Şiî’lerin Anadolu’daki tahribatları devam etmiştir. Bunların
Müslümanları nasıl kırıp geçirdiklerini, Diyarbekir ve çevresindeki Kürt beylerinin
mektuplarından da anlıyoruz.
Şu cümleler bunlardan sadece biridir: "Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım
edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır.
Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece
İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin
zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz
kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız"
İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak üzere Padişah olan Yavuz,
Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, yukarıdan beri vesikalar ışığında anlattığımız
25
olayları biliyordu ve Anadolu’daki Şii Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de
farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir
Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu
toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılmasını kararlaştırmıştır. İbn-i Kemal gibi bir
âlimden de gerekli fetvayı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı
altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik
olunarak, uslanmayanlarının kati edilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise haps
edilmelerini emretmiştir. Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve
bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların
bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün
gibi ortadadır. Olayı inceleyen Uzunçarşılı, Kızılbaşların ne kadar insan öldürdüğüne dair
binleri bulan rakamlar verdikten sonra, Yavuz’un başka çaresi yoktu demektedir.
Şunu da belirtmeliyiz ki, Osmanlı Devleti, herkesi zorla Sünnî yapmak için zorlamamıştır.
Ancak dinî inançlar kullanılarak devletin arkadan vurulması tehlikesi karşısında tedbirler
almıştır. Hem Şiiler ve hem de Sünnîler için, idarecilerinin yaptıkları hata ve zulümleri
tamim etmek çok yanlıştır.
Kaynaklar: Topkapı sarayı müzesi Arşivi, nr. 6522, 6636, 5321, 5035, 3062, 5812;
Solakzade, 359 vd; Âli, Künh'ül Ahbâr, Es'ad Efendi, nr. 2162, vrk. 233/a vd; Hoca
Sa'deddin Efendi, Tâc'üt-Tevârih,c. II, sh. 245 vd.; Koca Müverrih, Bedayi', c. II, vrk.
452/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 225-231, 253-270.
Bilinmeyen Osmanlı, Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, Doç. Dr. Said Öztürk; Osmanlı
Araştırmalar Vakfı
26
Abdestli olarak vefat edenin cenazesine Cebrail'in de
katılacağı doğru mudur? Abdestlı olarak ölmenin
faziletini açıklar mısınız?
Soruda geçen anlamda bir hadis rivayeti bulamadık.
Hz. Peygamber (asm), "Ölüm meleği geldiğinde abdestli olan kimseye şehitlik sevabı
verilir.” buyurmuştur. (Suyuti, Şerhu's-Sudur. v. 13, el yazma, Konya Yusufağa Küt. Nr.
7253 ve 7371/3)
Ayrıca rivayetlerde, ölürken abdestli olanlara ölümün kolay geleceği ve Kelime-i
Şehâdeti getireceği bildirilmiştir. (Mustafa b. Muhammed el-Hanefî, Zübdetül-Hakayık,,
v.140b-141 a, el yazma , Konya Yusufağa Kut. Nr. 54)
Diğer taraftan alimlerimiz, daima abdestli bulunmanın ve ölürken abdestli olarak
ölmenin kabrin aydınlanmasına ve nurlanmasma sebep olacağını belirtmişlerdir.
(Mustafa b. Muhammed el Hanefi, Zübdetü'l-Hakayık, v. 140 b-141 a; bk bk. Süleyman
TOPRAK, Kabir Hayatı)
Ölümün ne zaman geleceği belli olmayacağına göre, müminin her zaman abdestli olması,
bu nimetten yararlanmasına vesile olur.
27
Download