spekülasyon bilim olunca •spekulatıon als wıssenschaft?

advertisement
Perspektif
JUNI / HAZİRAN 2009 • Jg./Yıl: 15, Nr./Sayı: 174
•RADİKALİZM SENARYOLARININ NESNESİ OLMAK...
•„VERTRAUENSBILDENDE MAßNAHMEN“
İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı
•SPEKÜLASYON BİLİM OLUNCA
•SPEKULATION ALS WISSENSCHAFT?
IGMG
Perspektif
EDİ TÖR
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI
JUNI / HAZİRAN 2009
Yıl/Jg.: 15, Sayı/Nr.: 174
AD RES · ANSC HRIFT
IGMG • Perspektif
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
www.igmg.de E-Mail: [email protected]
YAYINCI · HERAUSGEBER
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
IGMG e.V.
Amtsgericht Bonn, VR 6621
Vertreten durch den Vorstand:
Osman Döring, Vorsitzender
Oguz Ücüncü, Generalsekretär
Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender
GENEL YAYIN YÖNETMENİ · CHEFREDAKTEUR
Oğuz Üçüncü
(V.i.S.d.P)
DİZGİ-LAYOUT
İlhan BİLGÜ
BASKI · DRUCK
Yavuzsöhne-Duisburg
Yayınlanan makale ve fikir yazılarının
sorumlulukları yazarlarına aittir.
•
Die in der Zeitschrift veröffentlichten
Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG.
İLAN SER Vİ Sİ · AN ZE IGEN SER VI CE
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555
E-Mail: [email protected]
ABO NE SER VİSİ · ABON NE MENT
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Lastschriftabteilung
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555
E-Mail: [email protected]
Yıllık abone ücreti: 59,-EURO
Jahresabonnement: 59,-EURO
IGMG Genel Merkez Üyelerine Ücretsizdir
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos
Der Bezugspreis ist im Mitgliedsbeitrag enthalten
HESAP NO · BANKVERBINDUNG
DENIZ BANK AG
Kontonr.: 20 41 27 45 50
BLZ: 500 307 00
Seçim yılı
Sayın Horst Köhler’in yeniden Federal Almanya Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan seçim süreci, 7 Haziran’daki Avrupa Parlamentosu ve Eylül ayındaki Federal
seçimlerle devam edecek. Sayın Köhler’i yeni dönem için
tebrik ediyoruz. Cumhurbaşkanı olarak sayın Köhler’in,
genelde göçmenlerle, özelde de Müslümanlarla ilgili meselelerde
daha aktif olmasını beklerken, kriz döneminde siyasîlere
sosyal refah konusundaki uyarıcı yol göstericiliğinin de devamını diliyoruz. Oy kullanma hakkı bulunan göçmenler
elbette ki, oyları ile siyasilerin karnelerine notlarını yazacaklardır. Onun için, seçmenlerin oy kullanmaları önemli bir
görevdir.
Bu sayımızda Filistin’de barış sürecini gündeme getiriyoruz. Dünya, ABD Başkanı Obama’nın, İsrail Başbakanı
Netanyahu’ya barış yolunda baskı yapmasını beklerken,
görüşmenin pek de etkili olmadığı anlaşılıyor. Şimdi, Filistin kanadında Hamas’ın uzlaşma arayışlarına kapı araladığı gözlemlenirken, İsrail’in yeni yönetiminin ise, işgal
politikasını sürdüreceği gözlemleniyor. İsrail’in bu tutumu,
Şam’da yapılan İslam ülkeleri dışişleri bakanları toplantısında da eleştirildi. Öte yandan aynı toplantıda, dünyada,
hususen de Avrupa ve ABD’de yaygınlaşan İslam düşmanlığına (Islamophobia) karşı tedbirlerin alınması istendi.
Bu arada, yavaş yavaş bir izin dönemi daha yaklaşıyor.
Eğitim Başkanlığımız, her yıl olduğu gibi bu yıl da, bu yaz
tatili dönemini pek çok eğitim programı ile değerlendirmeyi planladı. Eğitim öğretmenleri ve programların yapılacağı yerler tesbit edilerek tüm hazırlıklar tamamlandı.
Yaz tatilinde Avrupa’da kalacak olan ebeveynlerin, çocuklarını bu programlara göndermelerini bir kez daha hatırlatıyoruz.
Mübarek Ramazan ayının habercisi olan üç aylarınızı
tebrik ederek, gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a
emanet olun.
• Oğuz ÜÇÜNCÜ
JUNI / HAZİRAN 2009
İÇİNDEKİLER
• YORUM
• Kalkınma yardımlarında sömürgeci hesap . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .5
• Radikalizm senaryolarının nesnesi olmak... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .6
.
• TEŞKILAT
12
• IGMG Kadın Kolları “Dünden bugüne idareciler günü” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .10
• IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması yapıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12
• "Kamuoyunda var olmak" - Genel Sekreterlik birimleri toplandı . . . . . . . . . . . .13
• İSLAM VE HAYAT
• Aileyi korumak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .14
• Evliliğin önündeki engeller . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .16
• Spekülasyon bilim olunca . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .18
10
• DÜNYA
• Filistin’de değişen dengeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .20
• Hamas’sız bir Ortadoğu Barışı mümkün mü? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .22
• Filistin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .26
18
• KÜLTÜR
• Süleymaniye Kütüphânesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .28
• Barajlar ve yel değirmenleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .30
28
• ISLAM UND LEBEN
• Spekulation als Wissenschaft? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .32
• KOMMENTAR
• „Vertrauensbildende Maßnahmen“
Muslime als Objekte von Terrorprävention . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .34
• „Neokoloniale Entwicklungspolitik“ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .38
IGMG • PERSPEKTİF
38
yorum
Kalkınma yardımlarında sömürgeci hesap
İlhan BİLGÜ • [email protected]
A
lmanya, bazı batılı ülkelerin aksine, sömürgeciliği bir devlet politikası olarak kullanmayan ülkelerin başında geliyor. 19. yüzyılda başlayan Afrika macerasından kısa sürede vazgeçen ülke, sömürge politikası uygulamadığ halde, teknoloji ve kalitesi ile
dünya ekonomisinde söz sahibi oldu. Almanya, Nazi dönemi
hariç, ABD, İngiltere ve Fransa gibi, hammadde kaynaklarını
askerî ya da siyasî olarak ele geçirme yerine, teknoloji ve kalitesi ile konumunu güçlendirdi.
Dünyada hammadde kaynaklarının giderek azalması üzerine ise Almanya sanayii şimdi, ülkenin sömürgecilik türü politikalara yönelme girişimlerinde bulunmasını istiyor. Bir kaç
yıl öncesinde, Almanya Sanayi Birliği’nin (BDI) girişimleri
ile “Hammadde Kongresi” veya “Hammadde Forumu” adı altında başlayan bu süreç, kendisini doğrudan siyasetin içinde
görücüye çıkarmış durumda. Son olarak, Hristiyan birlik partilerinin (CDU/ CSU) Meclis Grubu’ndan üyelerin katılımı ile
bir toplantı yapan Alman Sanayi Birliği, Almanya’nın uzun
süreden beri insanî amaçlı yaptığı “Kalkınma Yardımları”nı,
endüstriyel ürünlerin hammaddelerini güvence altına alacak
bir politika üzerine oturtulmasını istiyor. Bunun için de, söz
konusu kalkınma yardımlarının özellikle, hammadde kaynakları bulunan ülkelere kaydırılması düşünülüyor.
Hristiyan birlik partilerinin temsilcilerinin de bu politikaya destek verecekleri anlaşılıyor. Küresel malî krizin derinlemesine devam ettiği bir zamanda, Alman sanayiinin böylesi
bir politika değişikliğini istemesi, Almanya’nın kalkınma yardımlarında köklü bir siyaset değişikliğine gidebileceğini gösteriyor. Halbuki, Almanyanın kalkınma yardımı politikalarının temel noktalarını, tüm dünyada “yoksullukla mücadele,
barışın güvence altına alınması, demokrasinin yerleşmesi, küreselleşmenin adilane bir şekilde organize edilmesi ve çevrenin korunması” 1 oluşturuyordu.
Almanya kalkınma yardımlarını, “Her yıl 11 milyon çocuğun beşinci yaş gününde önce açlık, hastalık, şiddet ve savaş sebebiyle öldüğü, bir milyardan fazla insanın, günde 1 dolardan daha az bir gelirle yaşamak zorunda kaldığı” 2 dünyada, küresel bir görev olarak görüyordu. Bu yüzdendir ki, kalkınma yardımlarındaki mahiyet değişikliği, önemli bir çelişki
olacaktır. Kalkınma yardımlarını bir taraftan küresel bir görev
olarak gören Almanya’nın bir başka çelişkisi ise, dünya silah
satışında ABD ve Rusya’nın ardından üçüncü sıraya yükselmesidir.
3
Stokholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) yayınladığı bir rapora göre Almanya, son yıllarda silah satışlarında diğer Avrupa ülkelerinin önüne geçmiş bulunuyor.
Başta Körfez ülkeleri olmak üzere dünya silah ticaretinde önemli bir yer edinen Almanya, bir yandan kalkınma yardımlarını sür-
dürürken, bir yandan da, ölüm makinalarının satışı ile ekonomisini geliştiriyor. Silahlanmaya nerdeyse 1.5 trilyon dolar
harcayan dünya,4 bu harcamanın yüzde 10’unu yoksul ülkelere yardım yapsa, yoksulluğu kısa sürede ortadan kaldırabilecek
durumdadır.
Almanya’nın böyle bir çelişkili politika ile dünya barışına
katkı yapması beklenemez. Kalkınma yardımlarının özelliğini değiştirmesi ise, yoksul ülkelerdeki fakirliği daha da artıracaktır. Zaten, ABD ve diğer kalkınmış ülkelerin dizginlenmemiş finans sistemindeki kriz sebebiyle, yoksul ülkler daha da
yoksullaşacaktır.5 Öte yandan kriz sebebiyle yoksul ülkelerdeki temel gıda ve ihtiyaç maddelerinde önemli oranda bir artış söz konusudur. Böylece giderek yoksullaşan ülkelerin hammadde kaynaklarına, kalkınma yardımları adı altında göz konulması, bu yardımların, insanî yardım olma vasfını kaybettirmektedir. Bu haliyle, küresel malî krizin çarpıklıklarını hissettirmemeye yönelik olan yardımlar, aynı zamanda, küresel güçlerin ayıplarını örtme enstrümanı olarak kullanılamaz. Almanya’nın kalkınma yardımlarında, böyle bir politika değişikliği söz konusu olacaksa, hammadde kaynakları bakımından
zengin olan yoksul ülkeler, daha çok kalkınma yardımı alacak; diğerleri ise, kendi yoksullukları ile başbaşa kalalacak ve
küreselleşmenin etkisiyle daha da yoksullaşacaktır.
Kalkınma yardımları insanî bir yardımdır. Teknik ve malî
yardımlarla, yoksullukla mücadelenin yerinde yapılmasını
amaçlar. Ki böylece, yardım alan ülkelerin, kendine yetebilir
seviye gelmesi hedeflenir. Kalkınma yardımlarında, hammadde
kaynakları olan ülkelerin tercih edilmesi ise, bu insanî yardımın, çıkar amaçlı yapıldığını gösterir. Geliştirilmek istenen bu
yeni politikanın sömürgeci bir temele dayandığını söylemek
yanlış olmaz. Nitekim, bu yöndeki bir kalkınma yardımı politikası, başta Afrika olmak üzere, bu bölgelerdeki krizleri daha
da artıracaktır. Almanya’nın izlemeyi düşündüğü yeni kalkınma politikası ile, kanayan bu yaralara yardımcı olamayacağı da
ortadır. Dünyanın, yeni paylaşımlara, böylece yeni çatışmaların artmasına değil, makul politikalarla desteklenen insanî sorumluluğa ihtiyacı vardır. Almanya, Rusya ile yaşanan gaz krizi ve petrol fiyatlardındaki astronomik artışları göz önünde bulundurarak, yeni politikalar üretmek durumundadır. Ancak bu
politika, yalnızca hammaddelere erişimi hedef alan bir sömürgecilik izlenimi vermemelidir.
1
http://www.bmz.de/de/ziele/deutsche_politik/index.html
http://www.bmz.de/de/ziele/grundsaetze/index.html
3
http://yearbook2008.sipri.org/files/SIPRIYB08summary.pdf
4
http://www.globalissues.org/article/75/world-military-spending
5
http://siteresources.worldbank.org/INTGLOMONREP2009/Resources/5924349-1239742507025/GMR09_book.pdf
2
JUNI / HAZİRAN 2009
5
yorum
Radikalizm senaryolarının
nesnesi olmak...
“Güvenlik Diyaloğu” adı altında başlatılan projeyi, bu çerçevede örnek olarak gösterebiliriz.
Bu çalışma ile, Polis teşkilatına bağlı yerel ve
bölgesel güvenlik birimlerinin cami cemiyetleriyle ve Federal güvenlik birim ve kurullarının
da Müslüman çatı kuruluşlarıyla karşılıklı işbirliği kastedilmektedir.
Mustafa YENEROĞLU • [email protected]
B
ugün Almanya’da İslam ve Müslümanlar ile
ilgili gündemin en temel konusu güvenlik ve
terörizm tedbiridir. Siyasetçiler ve güvenlik
birimleri, New York, Madrid ve Londra’da
gerçekleştirilen, Almanya’da ise engellenebilen terör
saldırılarına dikkat çekerek, bu olayların toplum içinde
korku ve bu endişeye sebep olduğunu sürekli tekrarlayıp, kamuoyundaki güvensizlik hissiyatına cevap vermeleri gerektiğini belirtmekteler.
Varolduğu iddia edilen toplumsal güvensizlik duygusu, güvenlik birimleri tarafından ortaya atılan somut
ya da soyut tehdit senaryolarından kaynaklanmamaktadır. Güvenlik konusu, giderek Müslümanların entegrasyon sorunu ve toplum içerisindeki konumları ile de
ilişkilendirilmektedir. Özellikle Müslüman cemaatlerin, güvenlik projelerine dahil olmaları, bu kuruluşların ve mensuplarının entegrasyonları bakımından zorunluluk olarak ortaya konulmaktadır.
Bu tutuma somut bir örnek verilecek olursa, siyasilerin ve güvenlik birimlerinin sürekli bir şekilde talep ettikleri Müslümanlar ve güvenlik birimleri arasında “Güvenlik Diyaloğu” gösterilebilir. Bu çalışma ile, Polis
teşkilatına bağlı yerel ve bölgesel güvenlik birimleri-
6
IGMG • PERSPEKTİF
nin cami cemiyetleriyle, Eyalet ve Federal güvenlik birimlerinin de Müslüman çatı kuruluşlarıyla karşılıklı işbirliği kastedilmektedir. Bu projede, işbirliği kapsamı ve
daha da önemlisi, esas alınacak kavramların tanımları ise
güvenlik birimleri tarafından tek taraflı olarak belirlenmektedir. Uygulama, toplumsal barış açısından çok
ciddi sorunlara vesile olduğu gibi, Müslümanlar üzerindeki genel kuşkuyu ortadan kaldırma hedefinin tersine, kuşkuları artırdığı ortadadır.
“Önleyici tedbirler” ne anlama gelmektedir?
Bu projelerin temel mantığını, kamu kurumlarının
Müslümanlarla olan münasebetinde esas aldıkları radikalizmi önleme tedbirleri oluşturmaktadır. “Önleyici
tedbirler”, suçun oluşması veya suça teşebbüs edilmesi durumundaki uygulamaları değil, suç işlenme ihtimali ya da, bir suç oluşma risk ihtimaline karşı alınacak önlemleri içermektedir. Önlemler, suçlara ve suçlulara yönelik değil, aksine suçlu olabileceği varsayılan kişi ve bu tip suçluları içinden çıkarma ihtimali olduğu düşünülen çevrelere veya düşünce tarzlarına yönelik
olmaktadır.
Dolayısıyla, güvenlik birimleri, senaryolarını muh-
yorum
temel tertipler ve radikalleşme senaryoları bağlamında
hazırlamaktalar. Bu tür aksiyonların çerçevesi zaman
ve mekân açısından belirlenebilir muhtemel tahribatlara göre tespit edilmiyor. Daha ziyade, en azından, gerçekleşmesini önlemek istedikleri riskler kadar, müphem
ve öngörülemez kalıyorlar. Terör tehlikesinin büyüklüğüne göre, hukuki değerlerin tartılması gerektiği ifade
edilmekte. Söylenmek istenen, varolabileceği farzedilen
tehlike ciddi ise, temel hukuki ilkelerin, muhtemel tehlikeyi önlemek için uygulamada gözardı edilebileceğidir. Bu çerçevede temel haklara yönelik müdahalelerin
“meşru” kabul edilebileceği öne sürülmektedir. Yani
burada, soyut, tamamen ihtimaller üzerine üretilmiş senaryoya göre, önceden somut uygulamalar ile temel insan haklarını ihlale yol açabilecek bir yaklaşım tarzından bahsediyoruz.
Bu mekanizma ile önceden tipolojisi çizilmiş “problemli” düşünce tarif edilip, hedef alınmaktadır. “Ekstremist” tarifi de buna göre yapılmaktadır. Ve “suça ve
suçluya” yönelik olması gereken önleyici tedbirler, güvenlik birimleri tarafından tanımlanmış ve senaryolandırılmış “aşırılara karşı” önleyici müdaheleye dönüşmektedir. Senaryolarda, güvenlik birimlerinin temel aldığı tanımlar, Anayasayı Koruma Dairesinin çalışmalarıdır. Bu ise, hukuki açıdan en problemli alanı oluşturmaktadır. Çünkü Anayasayı Koruma Daireleri’nin, anayasayı koruma kanunlarında yer alan çabaların özetlendiği kavramlarla çalışmaları normal karşılanabilirse
de, buna karşılık güvenlik birimlerinin esas dayanak
noktası hukuki kavramlar olmak zorundadır. Esasında,
hukuki belirsizliği nedeniyle Anayasayı Koruma Dairesi’nin terminolojisi de problemlidir. Güvenlik birimleri, kolluk kuvvetleri olarak görev yaptıkları, represif
uygulama ve operasyon yetki ve sorumlulukları olduğu
için, yürülükteki kanunlara göre hareket etmek zorundadırlar. Güvenlik birimlerinin, Anayasayı Koruma Dairesi’nin soyut kavramlarına göre hareket etmesi, temel
hakları ihlal eden ciddi müdahale riski içermektedir.
Anayasayı koruma kanunları “ekstremist” kavramını tanımlamıyor. Yani burada söz konusu olan bir hukuk kavramı değilken, güvenlik birimleri bu kavramı, anayasal demokratik devlete yönelik bir tehdit, bir anti tez
olarak tanımlıyor. Bunun içerisinde dolayısıyla Anayasayı Koruma Daireleri’nin sorumlukları dâhilinde özgürlükçü demokratik temel düzeni hedef alan “belirli
politik amaç ve hedefleri olan” eğilimler yer alıyor.
Esasen kendisi müphem olan “Politik ekstremizm”
(politik aşırılık) kavramından yola çıkan Anayasayı Koruma Dairesi, kavramsal bir ayrıma giderek “İslam” ve
“İslamcılık” ya da “Müslümanlar” ve “İslamcılar” ayrımı ile “İslamcılığı” “politik ekstremizmin” bir tezahürü olarak değerlendirmekte. Güvenlik birimleri de bu
terminolojiye göre hareket ederek “diyalog” projesi gibi görüşmelerde bu terminolojiyi, tanımlayabilme ko-
“Muhammed Peygamber’in dinî yaşamı” ifadesi ve bu ifadenin “tavizsiz, yeniliklere kapalı ve mutaassıp”
bir İslam olarak değerlendirilmesi
ise, Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı
olan herkesin “tüm davranışlarını
inancının gerektirdiği şekilde belirlemesi ve inandığı şekilde yaşaması” hakkı ile uyuşmamaktadır.
nusundaki tüm zorlukların farkında olmalarına rağmen,
bu tanımlamayı değişmez bir tanım olarak sunmaktadırlar. “İslamcılık” kavramı da genel olarak, “İslam’ın
aşırıcı anlayışı” olarak tanımlanmaktadır.
“İslam/İslamcılık”
Anayasayı Koruma Daireleri sürekli olarak “İslam dininin kendisi ve ona mensup olanların tümünün değil”,
aksine yalnızca “İslamcı” grupların gözlem altında tutulduğunu öne sürmekteler.1 “İslamcılık” kavramı, Baden Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi
tarafından “İslami addedilen dini esasların, kuralların,
kaidelerin ve politik esasların uygulamaya konulması
için aktif taraftar olma”2 şeklinde tanımlanmaktadır.
Ancak böyle bir tanımdan, anayasal çerçevede hareket
eden ve Müslümanları, dini yaşamlarında desteklemeyi amaçlayan İslami cemaatleri ayrı tutmak pek de mümkün değildir. Bunun yanında diğer kıstaslardan “evrensel ve bölünemez geçerlilik savı, sahih olduğu kabul
edilen kaynaklara dayanılması ve geçmişte var olarak
telakki edilen, esas olarak Muhammed Peygramberden
ve önceki müslümanlardan nakledilen dini yaşamı belirleyici
kabul eden ideal bir dönemin vizyonu” 3 gibi ifadelerin
muğlaklığı, özgürlükçü demokratik düzenin temel kriterlerinin ne kadar keyfi bir şekilde yorumlanabileceğinin bir nevi göstergesidir.
“Evrensel ve bölünemez geçerlilik savı” içerik itibariyle,
tüm tevhid inancına sahip dinleri kapsar. “Muhammed
Peygamber’in dinî yaşamı” ifadesi ve bu ifadenin “tavizsiz, yeniliklere kapalı ve mutaassıp”4 bir İslam olarak değerlendirilmesi ise, Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı olan
herkesin “tüm davranışlarını inancının gerektirdiği şekilde belirlemesi ve inandığı şekilde yaşaması” 5 hakkı ile
uyuşmamaktadır. Bu davranış şekli, ayrıca tüm Müslümanları kapsayabilecek nitelikte olmasından dolayı, ayırıcı bir özellik olarak da oldukça geçersizdir.
JUNI / HAZİRAN 2009
7
yorum
ki Müslümanlar için ise “Siyasal İslam’’
ve “İslami Terörizm’’ kategorileri kalmaktadır. Öte yandan, siyasi sorumlular
ve güvenlik birimleri tarafından sürekli
olarak, dini kimliğin güçlendirilmesi ihtiyacı
ile terörizm arasında bir nedenler silsilesi oluşturulmaya çalışılmaktadır.10 Böylece bütüncül bir İslami yaşam tarzının,
potansiyel olarak terörizme doğru bir yönelmenin çıkış kaynağı olabileceği şüphesi gündemde tutulmaktadır.
Müslümanlarla ilgili genel kuşkunun
besin kaynağı
Anayasa Koruma Daireleri'nin değerlendirmelerinde, çocuk eğitimi ile ilgili yaklaGüvenlik birimlerinin Müslümanlarşımlar bile tehlikeli olarak tanımlanıyor. Gerekçe olarak ise, “çoğulcu toplumun
la diyalog kurma çabaları, bu nedenler
zinciri üzerine bina ediliyor. Böylece,
adet ve alışkanlıklarına tezat teşkil edebileceği” öne sürülülüyor.
Müslümanlara yönelik genel kuşkunun
engellenmesi niyetinin aksine, özellikle
Mesela yine aynı şekilde, bir kişinin sahip olduğu dini
uygulamalar
kuşkuyu
artırmaktadır. Çünkü, tüm önleyici
ve dünya görüşünü yayması (ki bu davranış Anayasanın 4.
uygulamarın
temel
sorunu,
önlemlerin “itham” üzerine
maddesinde yer alan din özgürlüğü ilkesi tarafından temikurulu
olmasıdır.
Güvenlik
birimlerine yüklenen gönat altına alınmaktadır) “İslamcı” bir davranış ve bununla
revler,
organizasyon
çerçevesi
ve kavram dünyası bu
birlikte anayasa düşmanlığı olarak değerlendirilmektedir. “İsdiyalog
kalıbını
belirliyor
ve
diyalog
için bunun kabulamcılığın bir tezahürü olarak tebliğle (Dava), hem diğer
lünü
şart
koşuyor.
Bu
nedenle
güvenlik
birimlerinin,
dinlere mensup kimselerin (Hristiyan, Yahudi veya Ateist)
Müslümanlar
ve
çoğulcu
toplum
arasında
iki de bir ifahem de seküler düşünceli Müslümanların gerçek din olade
edildiği
gibi
bir
arabulucu
vazifesi
görmeleri
mümrak görülen İslam’ı kabul etmeleri hedefleniyor (Misyoner
kün
değildir.
İslamcılık). Burada politik gücün ele geçirilmesi ilk hedef
Bundan dolayı, Federal Kriminal Dairesi ve İstihdeğil. Daha çok Müslüman kimliğinin ve inancının yayılbarat
Birimlerinin İslami kuruluşlarla yayınladıkları or6
ması hedefi taşınıyor…” Baden Württemberg Eyaleti Anatak
açıklama,
doğal olarak bir tehlikenin varlığının gösyasayı Koruma Dairesi’nin (LfV BW) bu değerlendirmetergesi
olarak
anlaşılmaktadır. Frankfurter Allgemeine
si, açık bir şekilde Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı ile çeZeitung’un
konuyla
ilgili haberi, güvenlik birimlerinin
7
lişmektedir. Ayrıca Anayasayı Koruma Dairesi, inançlarıde,
bu
“işbirliğini”
hiç
de farklı değerlendirmediklerinın esası olarak yaygın bir biçimde misyonerlik faaliyetinni
göstermektedir:
de bulunun hristiyan dini cemaatleri ise gözardı eden bir
“Ne var ki, güvenlik birimlerinin içerdeki değerlendirçifte standard uygulamaktadır.
mesi,
işbirliğinin başarılarından biri olarak, Almanya’daBunların ötesinde dini özgürlükler bağlamında yarki
camiler
ve Müslüman imamlar çevresinden şu anda doğgı yoluna gidilmesi de “batı toplumu içerisinde İslami
rudan bir terör tehdidi olmadığı gerçeğini gösteriyor.”
hukuk yaşam alanı oluşturmaya teşebbüs” 8 olarak deFAZ gazetesinin bu açıklamasına ne Güvenlik biğerlendirilmektedir. Hâlbuki, yargı yoluna gidilmesi,
rimlerinden,
ne de “işbirliğine dahil olan kuruluşlardan
mevcut hukuk sistemiyle özdeşleşmiş olmanın bir gösbir
tepki
geldi.
Oysa, burdaki yaklaşım çok net bir bitergesi değil midir? Neticede, buradaki yargıya güveçimde
cami
ve
imamlar çevresinden kaynaklanan bir
nilmiş olunmaktadır.
terör
tehdidinden
bahsediyor.
Çocuk eğitimi ile ilgili yaklaşımlar bile, bu değerBöyle
suçlamaların,
niçin kamuoyunda bir tepki ollendirmelerde, tehlikeli olarak tanımlanmaktadır. Gemaksızın
Müslümanlarla
bağdaştırılarak yapılabildiği
rekçe olarak ise, “çoğulcu toplumun adet ve alışkansorusu
ise
halen
cevapsızdır.
lıklarına tezat teşkil edebileceği” 9 öne sürülmektedir.
İslam veya müslümanların bu kadar açık bir biçimBu bağlamda en aşırı yorum Schleswig-Holstein Eyaleti
de terörle ilişkilendirilmeleri veya basın açıklamasında
İçişleri Bakanlığı tarafından yapılmaktadır: Bakanlığın
olduğu gibi “İslamcı terörizm” gibi kavramların kullayorumuna göre İslam “üç ayrı kategoride tezahür eden
nımı makul ve doğru değildir. Zira bu şekilde, şiddet ve
bir gerilim alanında” görülmektedir: “Aydınlanmış ve
terör dini bir problem olarak konumlandırılmaktadır.
ruhani İslam”, “Siyasal İslam” ve “İslami Terörizm”.
Böylece, yalnızca şiddet ve teröre başvuran kişilerin
Aydınlanmış ve ruhani İslam kategorisine “reform yangerçek motivasyonları gizlenmiş olmuyor, aynı zamanlısı entelektüeller” dâhil edilmektedir. Bunun dışında-
8
IGMG • PERSPEKTİF
yorum
da bu kişilerin, dini kendi emelleri için istismar etmeleri ve sahiplenmelerine destek verilmiş oluyor.
İslam ve terörizm kavramlarının birarada kullanılmasının, kamuoyunda ne gibi etkileri olduğu ortadadır. 2004
yılında yapılan Allensbach-Araştırması’na göre, araştırmaya katılanların yüzde 83’ü İslam’ı terör ile, yüzde 82’si
fanatik ve radikal kavramlarıyla bağdaştırmışlardır. Bu
araştırmanın da gösterdiği gibi, kavramların ayrıştırılmadan birarda kullanılması, Müslümanların toplum içerisinde olumsuz algılanmalarına sebep olmaktadır.
Alternatif
Güvenlik birimleri ve toplum gruplarının aralarında görüşmeler yapmaları, istişarede bulunmalarına peşinen reddetmek doğru olmaz. Çünkü, açık toplum ve onun
aktörlerinin iletişim halinde olması kadar doğal bir şey
olamaz. Ancak burada önemli olan bu görüşmelerin ne
şekilde gerçekleştiği ve özellikle toplumsal huzuru bozacak nitelikte olmamasıdır.
Eğer konu “Müslümanların güvenlik güçlerine olan
güvenini artırmak” 11 ise, burada polis memurlarına karşı
olan güvenden bahsedilemez herhalde. Zira Müslümanların polis memurlarına karşı güven eksikliği olduğu iddiası gerçekleri yansıtmamaktadır. Burada tartışma konusu
olan şey, kriminalite veya uyuşturucuyla mücadele üzerine teşvik projeleri değil, ya da gençler arasında şiddete
yönelik olarak spor aktiviteleri, kişiliğin geliştirilmesi ve
güvenlik birimlerinin çok kültürlü toplumun şartları doğrultusunda duyarlılıklarının artırılması da değildir.
Burada tartışma konusu olan asıl mesele, güvenlik memurunun yerel cami cemiyetleriyle “diyalog” içerisine girmesini öngören ve pek de dile getirilmeyen “önleyici tedbir”
çalışmasıdır. Tabii ki, memurlara, bu konuda her hangi bir
ithamda bulunmak yersiz olur. Çünkü onlar kendilerine verilen, politik kriminal önlem 12 çerçevesinde kanuna dayanarak, cami cemiyetlerini ziyaret ve cemiyet üyeleriyle görüşmeler yapma görevini yerine getiriyorlar. Bazıları karşılaştıkları samimiyet ve misafirperverlikten dolayı oldukça hassas olurken, bazıları ise daha az hassas oluyorlar.13 Burada
sorunlu olan nokta, güvenlik memurunun görüşmelerinden
sonra cami cemiyeti ve üyeleriyle ilgili bir profilin oluşturulmasının aksine, genellikle önceden hazırlanmış profilin
onaylanıyor olmasıdır. Polisin işe şüphe üzerine işe başlaması sebebiyle, cami cemiyetlerine karşı tarafsız olması genelde mümkün değildir. Objektif olmanın aksine, bu polisler de, Anayasayı Koruma Daireleri gibi, diğer güvenlik
birimlerinin değerlendirmelerini esas alıyor. Elde edilen, sözüm ona, sonuçlar da yazımızda sorunsallaştırdığımız kavramsallaştırmalar çerçevesinde rapor ediliyor. İşte bu şekilde kişi kendisini kısır bir döngü içerisinde gözlem altında tutulan bir nesne olarak buluyor.
BKA (Federal Kriminal Dairesi), BfV (Anayasayı
Koruma Dairesi) ve eyalet daireleri gibi güvenlik birimleri ile “Güven sağlayıcı önlemler” projesine girişi-
Polisin işe şüphe üzerine işe başlaması sebebiyle, cami cemiyetlerine
karşı tarafsız olması genelde mümkün değildir. Objektif olmanın aksine, bu polisler de, Anayasayı
Koruma Daireleri’nin değerlendirmelerini esas alıyor.
lecekse, öncelikle anayasal kavramsallaştırmaların aydınlatılması konu edilmelidir. Bu şekilde, hukuk devletinin temel esaslarından taviz verilmemesi ve sorunların kültüralist bir bakış açısıyla ele alınmaması sağlanmış
olacaktır. Ayrıca güvenlik birimleri – özellikle radikallik senaryolarına, önlem tedbirleri ve bunların sonuçlarına dayandırılan sebep araştırmalarında- bilimsel araştırma sonuçlarını dikkate almalıdır ve muhatabını ötekileştiren söylemlerden uzak durmalıdır.
Bu çerçevede, kamuoyunu yönlendirme ve güvenlik bağlamında müslümanları sahneleme amacı taşımayan ve karşılıklı güveni esas alan, zoraki olarak yalnızca bir tarafın
başı çekmediği, karşıdaki muhatabın bir tehlike veya bir
problem olarak değil de, aksine, eşit seviyede bir muhatap olarak görüldüğü ilişkilerde, sözü edilen görüşmelerin daha verimli yürütülebileceği muhakkaktır.
Dipnotlar:
1
Örnekler için bkz. “Islamischer Extremismus und Terrorismus”,
Baden Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi, Nisan 2006,
S. 8 ve “Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes”,
BfV, Mart 2008, S. 5
2 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S. 10
3 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S. 6
4 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S. 39: “Kuran ve sünnetin yorumlanması çok harfi harfine yapılmış ve uzun yıllardır vahhabi cereyanının etkisinde kalınmıştır. Bu, mensupların peygamberin
değer ve yaşam tarzına yönelen bir İslam’ı temsil ettikleri manasına
gelir.”
5 Bkz. BVerfGE 32, 98 <106 f.>; 33, 23 <28>; 41, 29 <49>
6 “Islamischer Extremismus und Terrorismus”, S.6
7 “Misyon dini yaşamın bir parçası olarak din özgürlüğü kapsamındadır”, Bkz. BVerfGE 12, 1, <4>; 24, 236, <245>; 69, 1, <33>.
8 “Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes”, BfV,
März 2008, S. 7
9 Bakınız Baden Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi internet sitesi http://www.verfassungsschutz-bw.de/kgi/islam_dtl_
start.htm
10 “Integration als Extremismus- und Terrorismusprävention”, Federal
Anayasayı Koruma Dairesi, Ocak 2007, S.9
11 BKA (Federal Kriminal Dairesi) Basın Açıklaması 27.04.2009
12 Yabancı güçler için gizli veya güvenlik tehlikesi oluşturacak çalışmalar içerisinde olan veya şiddet kullanarak ya da buna benzer hazırlıklarla Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dış çıkarlarını tehlikeye
sokan ve Anayasal düzeni hedef alan Hukuki suçların takibi ve önlenmesi
13 Bu, devlet güvenlik memurlarıyla görüşmeler üzerine yapılan çok
sayıda tutanaktan çıkan bir sonuç.
JUNI / HAZİRAN 2009
9
teşkilat
IGMG Kadın Kolları “Dünden bugüne idareciler günü” şölen havasında geçti
IGMG Kadın Kolları
“Dünden bugüne idareciler günü”
Almanya’nın Wuppertal şehrinde bulunan UNIHALLE’de gerçekleştirilen IGMG Kadın Kolları İdareciler Günü’ne 31’i Avrupa’dan olmak üzere Avustralya ve Kanada’dan katılanlarla
birlikte toplam 33 bölgeden hanım idarecileri katıldı.
Yaklaşık 3 bin hanım idarecinin katıldığı programda
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman ve yazar Seyhan Büyükcoşkun
birer konuşma yaptılar. Program içinde Kadın Kolları
Gençlik Teşkilatı’nın yaptığı yarışmalarda dereceye girenlere ödülleri verilirken, kuruluşundan beri Merkez Yürütme Kurulu Üyeliği, Bölge Başkanlığı yapan ve halen
yapmakta olanlara plaketleri verildi.
Program’da önce Ankara’dan gelen tasavvuf musikisi grup “Grup Sufi Yorum” sahne alırken, son bölümde
ise İstanbul’dan iştirak eden Aslıhan Erkişi ve ekibi Tasavvuf
Musikisi Konseri verdi. Konserlerin ardından son üç yılın Kur’an Okuma Yarışmalarında birincilik elde eden
kızlar Kur’an-ı Kerim okudular. Toplantının açılış
Kur’an-ı Kerim’ini 2009 yılı Kur’an Okuma Yarışması
birincisi Zülal Çelebi okudu.
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, İslam
Toplum Millî Görüş Kadın Kolları’nın önemine dikkat
çeken bir konuşma yaptı. Hanımların çalışmalarını tebrik ve takdir ettiğini ifade eden Karahan özetle şunları
söyledi: “Biz, kadın-erkek ayrımı gibi bir ilkelliği asla
kabul edemeyiz. Kadın da erkek te belli sorumluluklar
yüklenerek yaratılan Allah’ın kullarıdır. Toplumun yetiş-
10
IGMG • PERSPEKTİF
tirilmesinde, eğitilmesinde ve geleceğe güvenle taşınmasında son derece önemli görevler üstlenmektedirler. Bu
sorumluluğu hep birlikte yerine getireceğiz. Büyük emeklerle bugüne gelen bu teşkilat hepimizindir. Kim daha güzel işler yaparsa hak katında daha değerli olacaktır. Bunun ölçüsü Allah’ın rızasını kazanacak işleri yapmaktır.
Bu teşkilatta bu hayırlı işleri yerine getirmek için vardır.”
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan, birçok
hayırlı hizmetlere imza atan ve fedakârâne gayretler içinde olan hanımları tebrik etti ve Allah (c.c) güç kuvvet
verdikçe bu örnek faaliyetlere devam etmeleri için teşvik
ederek konuşmasını tamamladı.
Programda bir konuşma yapan Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman da konuşmasına Allah’a (c.c) hamd
ederek başladı. İslam Toplumu Millî Görüş gibi bir teşkilatta görev yapan hanımların çalışmasından övgüyle
söz eden Zehra Dizman “Sizler her gün durmak bilmeden canla başla Allah (c.c) rızası için koşturuyorsunuz.
Bugün de ‘gelin’ dedik geldiniz. Biz de sizleri kucaklıyor; bağrımıza basıyoruz. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Sizlere ne kadar teşekkür etsek azdır. Sizler gerçekten güzel ve hayırlı işler yapmaktasınız. Bu program
içinde yapılan güzel işlerin bir özetini izleyeceksiniz.
teşkilat
İdareciler hediyelerini alırken
Bir başarı varsa; bu hepimizindir.
Sizlerin bu hizmetleri hangi şartlar altında yaptığınızı bizler çok iyi biliyoruz. Bir yanda eviniz, işiniz, çocuklarınız, diğer yanda meşguliyetleriniz, diğer yandan
da bu hizmetler. Sizler bu güne kadar bütün bunların üstesinden geldiniz. Allah (cc) hepinizden razı olsun. Sizler
inşaallah, ebedi alemde üzülenlerden değil, sevinenlerden olacaksınız. Sanki şu ayet sizi tarif ediyor: Yüce Allah (cc) Fussilet suresinin 30. Ayetinde şöyle buyuruyor:
‘Rabbimiz Allah’tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin
üzerine muhakkak melekler iner ve (Melekler)onlara:
korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan Cennet’le sevinin! Derler.’ Yüce Rabbim hepinizi bu ayette müjdelediği kullarından kılsın” dedi.
Müslümanların İslam kardeşliğine önem vermelerinin gereğine işaret eden Dizman; “Biz kardeşler topluluğuyuz. Kardeşliğimizi Allah Teala Hucurat suresinde
‘Mü’minler kardeştirler’ ayeti ile ilan etmiştir. Birbirimizle irtibatımızı koparmamalıyız, aramızdaki sevgiyi genişletmeliyiz. Bizleri önümüzdeki yıllarda, ‘değerler aşınması’nın sonucu ahlaki yozlaşma, bunun neticesinde toplumsal çözülme gibi çeşitli sorunlar bekliyor. Bu tehditlerden bizleri koruyacak çareler inancımızın temelini oluşturan kopmaz sağlam kulp olan Kur’an ve Sünnet’te mevcuttur. Bundan dolayı Allah’ın (cc) hidayet yolunun yolcuları olan bizlere büyük görevler düşüyor” dedi. Ve “İçinde yaşamakta olduğumuz toplumun değerlerine saygılı
bir şekilde ve hak-hukuk çerçevesinde bu toplumda Müslüman Avrupalı olarak yaşamak istiyoruz. Bizden değer-
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan
FOTOĞRAF: ENES GEDİK
lerimizi bir tarafa atmamızı hiç kimse isteyemez. Kaldı
ki böyle bir şeyi istemek, demokrasiye de, insan haklarına da aykırıdır” sözleri ile konuşmasını sürdürdü.
Çocuk Kulübü ve Gençlik Teşkilatı çalışmalarına da
değinen Zehra Dizman, konuşmasının son bölümünde,
İslamla alakalı yanlış iddialara karşı duyarlı olunulması uyarısında bulundu ve bu çerçevede, bazı çevrelerin, kızların
okutulmamaları ve zorla evlendirilmeleri, namus cinayetleri başta olmak üzere, feodal gelenekleri İslam’ın bir
parçası olarak sunmaya çalıştıklarını söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizler Müslüman hanımlar olarak, İslam ile yakın uzak alakası olmayan bütün yakıştırmaları
reddediyoruz. Biz kızlarımızı okutuyoruz, namus cinayetlerini yargısız infaz olarak görüyor ve karşı çıkıyoruz,
İslam ile alakalı olmayan gelenekleri de asla kabul etmiyoruz.”dedi.
Sözlerinin sonunda Sevgili Peygamberimizin “Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olunuz.” Hadis-i Şerif’ini hatırlatan Zehra Dizman, konuşmasının sonunda
katılanlara teşekkür etti.
Türkiye’den konuşmacı olarak davet edilen Yazar
Seyhan Büyükcoşkun da istatistiklerle kadının dünya genelinde durumunu örneklerle anlatan bir konuşma yaptı.
Programın son bölümünde Gençlik Teşkilatı’nın düzenlediği
yarışmalarda dereceye girenlere ödüllerini Gençlik Teşkilatı
Başkanı Nurcan Ulupınar verirken kuruluşundan itibaren
MYK üyeliği yapanlarla Bölge Başkanlıkları görevinde bulunanlara Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman tarafından plaketleri verildi.
IGMG Kadın Kolları Başkanı Zehra Dizman
JUNI / HAZİRAN 2009
11
teşkilat
IGMG Gençlik Teşkilatı 18.
Bilgi Yarışması yapıldı
IGMG Gençlik Teşkilatı, 18. Bilgi Yarışması'nın finalini
Avrupa çapındaki ön elemelerden ve yarı finalden sonra
Gießen'de gerçekleştirdi.
IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması finali,
Avrupa çapındaki ön elemelerden ve yarı finalden sonra
Gießen'de yapıldı.
Sunuculuğunu igmg.fm radyosunun sorumlusu Murat Gencay’ın yaptığı programda, IGMG Gençlik Teşkilatı Başkanı Mesut Gülbahar ve Eğitim Başkanı Hikmet
Atak birer selamlama konuşması yaptılar.
Mesut Gülbahar, sağlam bir ilim ve iman ilişkisinin
nasıl olması gerektiğinin ve İslam kültüründen insanlığa miras kalan ilmin, nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorularına değindi. Gülbahar, İslam kültürünün zenginliğini
inasanlığa sunarken tekrarcılıktan ziyade, yeniden öğretilmesini ve üzerinde düşünülmesi gerektiığini de belirtti.
Yarışmacıların heyacanlı oldukları gözlenen Bilgi Yarışmasında; Din ve Ahlak Bilgisi, Fıkıh, İslam Tarihi, Genel Kültür ve güncel sorular yer aldı. 13-17 ve 18-25 yaş
gruplarında yarışılan finale misafir hatip olarak Prof. Dr.
Mustafa Ağırman da katıldı.
IGMG Gençlik Teşkilatı 18. Bilgi Yarışması Avrupa finalinde dereceye girenlerin isimleri şu şekilde:
12
IGMG • PERSPEKTİF
13-17 yaş grubu:
1. Enes Bölük – Ruhr A Bölgesi
2. Hüseyin Solmaz - Kuzey Ruhr Bölgesi
3. Murat Demir - Berlin Bölgesi
18-25 yaş grubu:
1. Mürsel Demir - Berlin Bölgesi
2. Habil Altın - Ruhr A Bölgesi
3. Afşin Bolu - Düsseldorf Bölgesi
Dereceye giren yarışmacıların plaket ve hediyeleri,
18. Bilgi Yarışması'nda hazır bulunan İslam Toplumu Milli Görüş Gençlik Teşkilatı Merkez Yürütme Kurulu üyeleri tarafından takdim edildi.
Yarışmanın sona ermesinin ardından, Prof. Dr. Mustafa Ağırman katılımcılara bir seminer verdi. “Kur’an-ı
Kerim'i Anlamak ve Yaşamak” konulu seminerinde Mustafa Ağırman, Müslümanların hakiki manada Kur’an-ı
Kerim'e teslim olmaları gerektiğinin altını çizdi.
Hannover Bölge Gençlik Başkanı Mustafa Yavuz ’un
okuduğu Kur’an-ı Kerim ile program sona erdi.
teşkilat
"Kamuoyunda var olmak"
Genel Sekreterlik birimleri toplandı
IGMG Bölge Tanıtma, Dış İlişkiler ve Basın Yayın Başkanları, iki gün boyunca Genel Sekreterlik bünyesinde
yürütülen çalışmaları değerlendirdi.
İslam Toplumu Millî Görüş Genel Sekreterlik birimleri toplantısına IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan
ve IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü ve IGMG Kadın Kolları Dış İlişkiler Başkanı Gülizar Keskin katıldılar. 2008/2009 sezonunun ikinci buluşmasında IGMG’nın
yayın organlarından Perspektif dergisi, internet sitesi ile
ilgili fikir alış verişinde bulunuldu. Perspektif Dergisi Genel Yayın Yönetmeni İlhan Bilgü derginin vizyonu ile ilgili bilgi vererek, bölge birim başkanlarını dergiye katkı
sağlamaya çağırdı.
IGMG Hukuk bürosu tarafından yürütülen çalışmalar Bekir Altaş tarafından sunuldu. Vatandaşlık, yüzme dersleri
ve dernekler hukuku gibi konular ile ilgili takip edilen çalışmalar hakkında bilgi verildi. Altaş, ayrımcılık davaları
bağlamında kapsamlı bir rapor çalışması içinde bulunduklarını ve raporu değişik dillere yayınlanarak uluslararası
kuruluşlara aktarmayı planladıklarını bildirdi. Altaş, bu
alanla ilgili bir örnek olarak olarak, ehliyet almak isteyen
bayanlardan başörtüsüz resim veya islami bir kuruluş tarafından başörtüsünün vucubiyetine dair bir belgenin istenmesinin hukukdışı bir uygulama olduğunu ve ayrımcılık olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti. Hukuk
bürosu çalışanlarından Abdulgani Karahan bu tür vakalar
karşısında hassas davranılması gerektiğini ifade etti.
IGMG Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan da toplantıya katılarak bir konuşması yaptı ve soruları cevapladı. Karahan, Almanyadaki seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimler ile ilgili değerendirmelerde bulundu. Karahan konuşmasında, yapılacak seçimlerin önemsenmesi ve
seçimlere katılımın sağlanması gerektiğini vurguladı ve "Seçim hakkı, bir ülkenin vatandaşı olmanın doğal hakkı ve
sorumluluğudur" ifadesine yer verdi.
Toplantının ikinci gününde internet sitesi Genel Yayın Yönetmeni Ünal Koyuncu teşkilat sitesinin çalışmalarını yansıttı. Koyuncu, çoğulcu ve demokratik bir düzende kamuoyunun bir parçası olmanın ne anlama geldiğini ifade ederek basın yayın çalışmalarının nasıl şekillendirilmesi gerektiğini anlattı. IGMG Kadın Kolları çalışmaları hakkında bilgi vermek için Kadın Kolları Dış
İlişkiler Başkanı Gülizar Keskin de toplantıya katıldı.
IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü de, Avrupa’da
Müslümanlarla ilgili gelişmeleri değerlendirdiği toplantıda,
teşkilat olarak, Müslümanların her türlü meselesine sahip
çıkacaklarını söyledi.
JUNI / HAZİRAN 2009
13
islam ve
hayat
Aileyi
korumak
Birbirine kenetlenmiş toplumu, birbirine kenetlenmiş aileleler oluşturur. Aile fertlerinin
birbirlerine kenetlenmeleri ise en başta sevgi
ile mümkündür.
Osman PAKÖZ • [email protected]
İ
nsanoğlunun huzur bulduğu ve yaratılışına en müsait ortam sıcak aile ortamıdır. Bu ortamın yuva sıcaklığında kalması ve huzurun devamı için, İslam’ı
din olarak benimseyen fertlerin oluşturduğu ailelerde,
kişilerin dikkat etmesi gereken bir takım hususlar vardır.
Bunlara sık sık vurgu yaparak İslam toplumunda gündemde
tutmak suretiyle tatbikatını çoğaltmalıyız. Bu yazı çerçevesinde sadece bir kaçına değinebileceğimiz hususların hatırlatılmasının müslümanlara fayda vereceğini düşünmekteyiz. Zira hatırlatmak müslümanlara fayda verecektir. (Zariyat Sûresi, [51:55])
Birbirine kenetlenmiş toplumu, birbirine kenetlenmiş
aileler oluşturur. Aile fertlerinin birbirlerine kenetlenmeleri ise en başta sevgi ile mümkündür. “Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı hayırlı olanlardır,” ve “merhamet
etmeyene merhamet edilmez” (Tirmizî, Rada 11) sözleriyle kişiye eşi ve çocuklarına sevgi ve şefkati öğreten
Peygamber (sav), ailenin temelini, herkesin yapması gereken vazifelerinin olduğu büro disiplininden ziyade, yuva sıcaklığına oturtmak istemiştir. Sevgi mayasıyla bir arada tutulmayan aileler, hiç bir maddî imkanın bir arada tutamayacağı evlerdir. Onun içindir ki, aile binasında sevgi, sadece temelde değil, bu mukaddes yapının her unsurunda gerekli bir tutkaldır. Baştan sevgiyle başlayan aileler, sevgiyi devam ettirmekte kusur ederlerse, bina kendini taşımakta zorlanacak ve sık sık arızalar verecektir.
Aile fertleri, hayatın zorluklarına karşı dirençlerini artırmalı ve sürekli olarak birbirlerine destekçi olmalıdırlar. Aslında beraber çekilen çileler, aynı kaderi paylaşmak gibi bir ortak bilinci oluşturur. İyi yönetilmiş pek
14
IGMG • PERSPEKTİF
çok sıkıntı, kısa zamanda aile fertleri arasında bağların
daha da güçlenmesini sağlayıcı bir faktöre dönüşebilir.
Sıkıntılı ve dar zamanlarda aile fertleri, birbirlerine sürekli sabrı tavsiye etmelidir. Allah’ın (c.c.) Müslümanlara
kuvvetle tavsiyesi bu yöndedir: “Ey iman edenler!
Zorluklara ve sıkıntılara sabırla katlanın ve birbirinizle
bu sabırda yarışın, (...)” (Âl-i İmrân Sûresi, [3: 200])
İnsanın çeşitli konularda sınanacağı bir hayat olan dünya hayatının çetin imtihanlarına beraberce mukavemet etmek tek başına mücadeleden her zaman daha avantajlı ve
güçlü kalmak için daha elverişlidir. “Muhakkak ki, ölüm
tehlikesiyle, korku ve açlıkla, mal, can ve ürünlerin eksiltilmesiyle sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredip sebat ve dayanıklılık gösterenlere iyi haberler müjdele.” (Bakara Sûresi, [2:155]) İnsan bir musibetle karşılaştığında teselli edilmek ister. Tesellinin ise en etkin
olanı en yakından gelenidir. Bir sıkıntı anında aile fertlerinin birbirlerine sarılıp kenetlenmeleri kadar teskin edici başka bir unsur neredeyse yok denebilir.
Aile fertleri, insanî ilişkiler gereği, günlük hayatlarında pek çok defa birbirleriyle karşılaşırlar. Dolayısıyla
aralarında haklar ve sorumluluklar zuhur eder. Onlardan
bir fert, kendisine karşı yapılan bir yanlışı sürekli olarak
gündemde tutarsa, bu hatırlama ve hatırlatma, birliği aşındırıcı bir hâl almaya başlar. Onun içindir ki, aile fertleri
asla intikam alıcı olmamalıdır. Affedicilik ve hatayı unutma yolu tercih edilmelidir. “Kim eziyetlere sabreder, yapılan kötülüklere de, intikam almayıp affetme yolunu tutarsa, şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir.”
(Şûrâ Sûresi, [42: 43])
islam ve
hayat
Aile fertlerinden pazu itibariyle güçlü olanlar, diğerlerine, bu kuvvetleriyle üstünlük sağlama yoluna gitmemeli ve asıl pehlivanın, herkesi yenen kimse değil, öfkelendiği zaman öfkesine hâkim olan kimse olduğunu bilmelidir. (Buhârî, Edeb 102; Müslim, Birr 106) Etrafa hakim olan ‘korku havası’ beraberinde pek çok yanlışı da
getirecektir. Bu yanlışların en tehlikelisi ise, ailede yalanın yaygınlaşmasıdır. Fertlerinin ahlakına yalanın hakim
olduğu evler, artık, güven ve huzurdan ziyade, tedirginlik ve mutsuzluk evleri olmaya adaydırlar. Müslüman her
durumda doğruyu söylemeli, yanlışlar da anlayış çerçevesinde düzeltilmelidir. “Ey iman edenler! Allahtan korkun! Doğrulardan olun ve hem de, doğrularla beraber
olun.” (Tevbe Sûresi, [9:119])
Abdullah ibn Mes’ûd (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz sözde ve
işte doğruluk iyiliğe götürür, iyilik te cennete götürür. Kişi
doğru söyleye söyleye Allah katında ‘çok doğru kişi’ diye yazılır. Yalancılık, insanı kötülüklere, kötülükler de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye, Allah katında ‘çok yalancı’ diye yazılır.” (Buhârî, Edeb 69; Müslim,
Birr 103)
Aileye hakim olan takva ve tevekkül, rızkın gelmesini kolaylaştırıcı hususlardandır. Bu iki asil huyun mevcut olmadığı ailelerde, sukuneti aramak nafile bir çabadır. “Kim Allah’tan hakkıyla korkar ve O’na karşı sorumluluklarını yerine getirirse, Allah (c.c.) her işinde ona
bir çıkış imkanı sağlar ve ummadığı, hesaplayamadığı bir
yönden onu rızıklandırır.” (Talâk Sûresi, [65:2-3]) Rızık
bakımından rahat olan evlerin huzur bulmaları elbette daha kolaydır. Rasûlullah (sav)’i şöyle buyurmuştur: “Eğer
siz Allah’a gereği gibi güvenip tevekkül etseydiniz, Allah
size de kuşlara verdiği gibi rızık verirdi. Çünkü kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursakla dönerler.” (Tirmîzî, Zühd 33)
Allah’ın rızasını kazanmak için aile fertleri birbirlerini sürekli destekleyici olmalıdır. Yapılan hayırlı işlerin
kolaylaşması, güzel işleri birlikte yapmakla mümkündür.
Günün en önemli saatlerinde aynı çatının altında barınıyor olmak durumunda olan aile fertleri, zamanlarını bu
yönde kullanmalı ve ayarlamalıdır. “Ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.” (Bakara Sûresi, [2:273])
ayet-i kerimesinin gereğince yapılan iyilikler çoğaltılmalı
ve bu hususta aile fertleri arasında bir yarış söz konusu
olmalıdır. Namaz kılma, kitap okuma bir muhtaca yardım etme vs. konularda, aile fertleri sürekli dayanışmalıdır. Hayırda yarışmayanlar, mutlaka mâlâyânî –faydasız- konularda yarışacaklardır.
İslamî aile modelinde fertler her şeyden önce dinde
kardeştirler. “Bütün mü’minler elbette ki, kardeştirler.”
(Hucûrât Sûresi [49:10]) düsturu ile yoğrulmuş İslam
toplumunda, aile fertleri birbirlerine bedensel bağların
yanında, din kardeşliği bağı ile ilaveten bağlanmıştır. Din
kardeşlerinin, birbirleri üzerinde bir takım hakları da var-
dır. Bunlardan bir tanesi de nasihattir. Nasihat etmek kadar, nasihati dinlemek de bir kardeşlik vazifesidir. Aile
fertleri, nasihatin kimden geldiğine bakmaksızın her hayrı dinlemeli ve şartlanma olmaksızın değerlendirmelidir. Bu nasihat, bazen anne babadan, bazen eşten hatta
bazen evlattan gelebilir. Nasihat, kibire kapılmadan dinlenmeli ve doğru olan şeyler derhal tatbike geçirilmelidir. Neden sürekli duyduğumuz şu hadis-i şerifi hep uzak
kardeşlerimiz için düşünürüz de, dinde kardeşimiz de
olan eşimiz için veya evladımız için düşünmeyiz? Enes
(r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (sav)
şöyle buyurdular: “Sizden biriniz kendisi için arzu edip
istediği şeyi din kardeşi için de arzu edip istemedikçe
iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman, 7, Müslim, İman
71) Bazı şartlanmışlıklar, bize, gözümüzün önündeki çiçeği göstermez ve çok uzaklardaki ormanların seyrini
öğütler.
Allah’ın rızasını kazanmak için aile
fertleri birbirlerini sürekli destekleyici
olmalıdır. Yapılan hayırlı işlerin kolaylaşması, güzel işleri birlikte yapmakla
mümkündür. Günün en önemli saatlerinde aynı çatının altında barınıyor
olmak durumunda olan aile fertleri,
zamanlarını bu yönde kullanmalıdır.
Sorumluluk ve hak dengesi çerçevesinde, haklar beraberinde sorumlulukları getirir. Abdullah İbni Ömer (ra)’dan
rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Hepiniz çobansınız, hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Amir memurlarının çobanıdır. Erkek, aile ve çocuklarının çobanıdır. Kadın da evinin ve çocuklarının çobanıdır. O halde hepiniz birer çobansınız ve hepiniz idareniz altında bulunanlardan sorumlusunuz.” (Buhârî, Cuma
11, Müslim, İmara 20)
Son olarak söylemek istediğimiz husus ise, aile içi ilişkilerdeki sevapların büyüklüğüdür. Eşlerin, kardeşlerin, yakın akrabaların birbirlerine olan İslam’a uygun davranışlarına normalin fevkinde sevap ve ecirler verilmektedir. Örneğin
çarşıdan yapılan alış-veriş masrafına, sadaka sevabı verilmektedir. (Buhârî, İman 41, Müslim, Zekat 49)
Evine aldığı kumanyayı yük olarak görmek yerine,
sadaka sevabını kazanmanın verdiği sürûrla, mutluluğa
çeviren bir kişi ile, her aldığını başa kakmayı adet edinen kişinin yaşamı elbette bir değildir. Rasulullah (sav)
şöyle buyurdu: “Bir kimse Allahın rızasını umarak ailesinin geçimini sağlarsa, harcadıkları onun için birer
sadakadır.”
JUNI / HAZİRAN 2009
15
islam ve
hayat
Evliliğin önündeki engeller
M. Hulusi ÜNYE • [email protected]
E
vlilik, bir erkekle bir kadın arasında Allah’ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muameledir.
Evlilik, İslâm Dininde bir ibadet kabul edilir. Örneğin
İslâm Hukuku kitaplarında “Bizim için Hz. Adem’den
bu güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette
de devam edecek olan iki ibadet vardır ki bunlar, evlenme
ve imandır,” (İbn Âbidin, III, 3) denilmiştir. Yine İslam
alimleri duruma göre evlenmenin ne anlamda bir hükme
tabi olduğu konusunda da şunları ifade etmişlerdir. Evlilik,
zinaya düşme tehlikesi varsa ve meşru evlilik yapmaya da
imkanı bulunuyorsa, o kimsenin evlenmesi farzdır. Meşru
ölçülerde evlenmeyerek zina yoluna gitmesi haram ve günahtır. Hali vakti yerinde, zinaya düşme tehlikesi de olmadığı ve evlendiği zaman, -bu durum daha ziyade birden
fazla evliliklerde söz konusu olabilir- evlilik yaptığı eşine
zulmetmeyecekse, böyle bir kişinin de evlenmesi müekked (güçlü) sünnettir. Fakat evlendiği takdirde evliliğin sorumluluklarını yerine getirmekten çekiniyorsa, evlenmesi
mekruh, kat’i olarak evliliğin gereklerini yerine getiremiyeceğine dair kanaati varsa, bu defa evlenmesi haram olur.
(İbn Âbidin, III, 6-7; Kitab-u Bedai’us-Sena’i, 2, 227-228)
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye evliliği hem meşru
kılmış hem de teşvik etmiştir. Biz bu yazımızda evlilik konusunun bir bölümünü mevzu-u bahs edineceğimiz için evlilikle ilgili ayet ve hadislerle sözü çoğaltmayacağız onlardan sadece iki tanesini bilgilerinize arzdeceğiz. İlki Nisa suresindeki şu ayet-i kerimedir: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefs
(can) dan yaratan, ondan da eşini meydana getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı
gelmekten, O’na saygısızlıkta bulunmaktan sakının.” (Nisa
Sûresi, [4:1])
Diğeri ise şu peygamber sözüdür: “Dört şey
Peygamberlerin sünnetindendir: Utanmak, güzel koku sürünmek,
misvak kullanmak ve nikâhlanmak.” (Tirmizî, Nikah)
Evliliğin önüne bazan engeller çıkar. Bu engellerin bir
kısmını aşmak haram olduğu için, onları aşmaya çalışmak ta
haram olur. Bunlar aşağıda da ifade edileceği gibi kendileri
ile evlenilmesi yasak ve haram olan “muharremaat” dediğimiz kimselerle evlenilmeye kalkışılması ki, bu mümkün değildir. Ancak cahiliyye çağında da olduğu gibi bazı insanlar
kendilerini meşru olan evlilikten vareste kılar ve evliliğin sadece bir cinsel tatmin aracı olduğunu; cinsel tatmini de meşru olsun, gayri meşru olsun bir şekilde aşabileceğini düşünür ve evlenmeyi bir yük kabul eder. Bu suretle de evlen-
16
IGMG • PERSPEKTİF
mekten uzak durur. Olayın birinci boyutu, evliliğe engel olmaktan öte, mutlaka korunması gereken Allah’ın koyduğu
kurallardır. Ama ikinci boyutu insanlık için çok büyük bir yıkım ve çöküş demektir. Haram ve helal boyutunu hesaba katmadan bugün bir yığın insan metres hayatı yaşamaktadır ve
evililik kurumu yok olmakla karşı karşıyadır. Dinimizde evlenmek, meşrudur, ama şartları dahilinde olursa.. İslam’da
hangi kadınla hangi erkeğin, evlenebileceği veya evlenemeyeceğine dair kurallar ve şartlar vardır. Bu şartlar aynı zamanda yapılacak evliliği meşru veya memnu’ (yasak) hale
getirir. Biz, dinen evlenilmesi yasak olanların listesini ortaya koyduğumuz zaman, meşru evlilik yapılacak kişiler kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Dinen mahrem oluşları sebebiyle kendileriyle evlilik yapılması haram olanlar üç kısımdır:
1. Nesep hısımları: Bunlar erkeklere nisbetle şu hısımlardır: Anneler, nineler, kızlar, kızkardeşler, erkek ve
kız kardeşlerin kızları, halalar ve teyzeler. Bu sıralamayı
kadınlara dönük olarak da düşündüğümüzde: Babalar, dedeler, oğullar, erkek kardeşler, erkek ve kız kardeşlerin
oğulları, amcalar ve dayılar.
2. Süt hısımları: Nesep sebebiyle haram olanlar, süt
sebebiyle de haramdırlar. Başka bir deyimle; “Süt emenin kendisi, süt emzirenin nesline haram olur.” Süt anne,
süt nine, süt hala, ve süt kardeşle evlenme yasağı gibi.
3. Sıhriyyet yoluyla haram olanlar: Kur’an-ı Kerim’de bunlar dört sınıf olarak belirlenir. Üvey anne, gelin, kayınvalide, üvey kız.
Yukarıda belirtilen kimselerle ebedi olarak evlenmek
yasaklanmıştır.
Ayrıca, geçici evlenme engeli teşkil eden haller de vardır. Bunlar ise, beş sınıfta toplanabilir:
1. İki kız kardeş ile aynı anda evlenmek.
2. Bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında
toplamak.
3. Eşler arasında din ayrılığının bulunması. Yalnız müslüman erkek ehl-i kitap kadınla evlenebilir.
4. Evli olan kadın.
5. Üç talakla boşanmış olan kadının bir evlilik daha yapmadan önce aynı eski eşi ile evlenmesi. Bu sayılanların dışında kalanlarla hısım olsun veya olmasın evlenmek caizdir. Nitekim Hz. Peygamber (sas) halasının kızı Hz. Zeynep
ile evlenmiş, kendi kızı Hz. Fatıma’yı ise amcasının oğlu
Hz. Ali ile evlendirmiştir. Ancak yabancı biri ile evlenmek
islam ve
hayat
için tavsiyede bulunmakta bir sakınca yoktur.
değildir. Sevgi, rahmet ve şefkat duyguları, nezih aile orYukarda da ifade edildiği gibi, evliliğe mani olan bu satamlarında gelişir. Analık, babalık duyguları çocuklar sayeyılan şeylere dikkat ederek bir aile oluşturulması gerekir. Özellikle
sinde olgunlaşır. Evlenerek sorumluluk yüklenemeyen, çomedeni hukuk normlarında “süt akrabalığı”nın evliliğe maluk çocuğa karışamayan, sevgi, merhamet ve şefkat duyguni olan bir yasak olduğuna atıf yapılmasa da müslümanlar
larından yoksun günümüz insanlarını yaşlandıkları zaman
İslam Hukuku penceresinden olaya bakarak, süt akrabaları
nelerin beklediğini hayal etmek bile korkunçtur.
ile evlenmemek mecburiyyetindedirler. Yani süt akrabalığı
Buraya kadar anlatılanlar, evlilik öncesi olabilecek komüessesesinin korunması gerekir. Üzülerek ifade etmek genulardan oluşan malumat idi. Bu madalyonun diğer tarafı
rekirse, zaman zaman süt kardeşler arası evliliklerin ortaya
ise evlilik sonrası karşılaşılabilecek ve evililik müessesesiçıkması, facialara sebep olabiliyor. Şöyle ki: Yıllar öncesinnin köküne dinamit konulması anlmanına gelen bazı probden meydana gelmiş olan bir emzirme hadisesi zamanla unulemlerdir. Evlilik devamı arzulanan bir kurumdur. İslam nitulabiliyor ve farkına varmadan süt kardeşler arasında evlikahında “aldım-vardım” sözlerini ikrar eden karı koca bu
likler oluyor. Bazan aile çoluk çocuğa karışıyor. Karı-kocasözleri ebediyyen sürecek bir zaman dilimini kapsayacak manın kardeşler olduğu ortaya çıkıyor. Mecburen evlilik müesnada söylerler. Mutlu bir ortamda temeli atılan bu binanın
sesesi dağılıyor. Çocuklar bir anda anasız ve babasız kalıvedevam etmesi esastır. Bundan dolayı da erkek ve kadın arariyorlar. Madden ve manen yıkımlar söz konusu oluyor.
sında tam bir fedakârlığın yaşatılması gerekir. Çok basit ve
Sağlam toplumun atomu olan aile müessesesini kurmaktan
sudan sebeplerle aile binasının yıkılması doğru değildir. Nefsin
uzaklaşan insanlığa, bu düşünceleri veren bazı şeyler var ki,
gözü doymaz denilir. Kusursuz insan arayan kendisi yorubunlar nikahın faydasını ve kudsiyyetini anlamayan insanlur, ama noksansız insan bulamaz. Başkasında noksan ve
ların, nefislerinin alkusur arayan kişinin kendisinde
datmacasından başka
kim bilir ne kadar eksikler söz
bir şey değildir.
konusudur. Eğitim ve karşılıklı
Bir kere bilmek geanlayışla aşılamıyacak mesele yokAile yuvası sorumluluk duygusu
rekir ki evlilik, yukarda
tur. Karı koca nefsin ve şehvecanlı tutularak korunabilir. Soda işaret edeildiği gitin atına binmemlidir. Azıcık bir
rumluluk, yapılan nikahın ne anbi, peygamberlerin
sabır ve tahammül bir çok probsünnetidir. Evlilik,
lemi yok eder.
lama geldiğini hissederek böyle
rızkı artırır ve fakirAile yuvası sorumluluk
bir
yükün
altına
girmektir.
likten kurtarır. Bu huduygusu canlı tutularak korusus ayet-i kerime’de
nabilir. Sorumluluk, yapılan
şöylece beyan buyunikahın ne anlama geldiğini hisrulmuştur: “Aranızdaki
sederek böyle bir yükün altına
bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olangirmektir. Evliliğin neticeleri az çok bellidir. Hem erkeları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile
ğin hem de kadının koruması gerekli olan hakları söz koonları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi)
nusudur. Bir de evililiğin meyvesi olan çocuk dünyaya
bilendir.” (Nur Sûresi, [24:32])
getirildiği takdirde bu defa çocuk haklarının da korunHz. Peygamber (sav) ise, “İffetini korumak üzere evleması gündeme gelir. Bunların herbirinin muhafazası için
nen kişiye yardım etmesi Allah üzerine bir haktır” (El- Camiu’s
sorumluluk hisleri gelişmiş insanlara ihtiyaç vardır.
Sağir, shf. 211, H. No: 3497) buyurmaktadır.
Adam kendisini tabiri caizse sorumluluktan azade, dağDiğer taraftan evliliğin faydası ve tesiri, hem ferdedir,
daki sürüden birisi gibi görüyorsa, belli konularda kenhem cemiyetedir, hem de bütün insanlığadır. İnkarı mümdisini tatmin ettikten sonra nemelazımcı ve vurdum duykün olmayan bir gerçek vardır ki, o da karşıt cinslerin birmaz hareket ediyorsa, böyle bir evliliğin devamına imbirlerine olan his, iştiyak ve arzularıdır. Bu da insan tabiatıkân yoktur. Maalesef günümüzdeki boşanmaların temel
nın en önemlilerindendir. İnsanın şehevi arzuları ancak karsebeplerinin başında bu iki problem; fedakârlık ve sorumluluk
şıt cinslerin bir araya gelmesi ile tatmine kavuşur. Bunun
duygularının azlığı gelmektedir.
karşılanması ise, ancak meşru nikahla olmalıdır. Bir müslüHuzurlu ve sağlam temellere dayalı ailelerden oluşan bir
man nefsine uyarak, nikahı terkedip gayri meşru yollarla cintoplum, ideal bir toplumdur. İslam bunu destekler ve tavsisel tatmin yoluna gidemez.
ye eder. Onun için de müslüman, nefsinin nikah önündeki
Evlat sahibi olmak, nesli devam ettirmek, nesebi korualdatıcı oyunlarını bozacak ve meşru ölçüler dahilinde evmak ve hayatı devam ettirmek ancak evlilikle mümkündür.
lilik müessesesini kuracak, evli ise bütün gücünü kullanaEvlenmeyerek, cinsel dürtülerini evlilik dışı yollarla tatmicak ve sabredecek; zaman zaman evliliğe zarar verebilecek
ne kalkışan ve çocuk sahibi olmayı düşünmeyen egoist inşeylere göğüs gerecek, ama ailesini kurtaracaktır. Öyle basanlar aslında insanlığa en büyük kötülüğü yapmaktadırlar.
sit şeylere tahammülsüzlük göstererek sıcak aile yuvasının
Ben yaşıyorum ya gerisi beni ilgilendirmez demek kurtuluş
yıkılmasına müsaade etmeyecektir.
JUNI / HAZİRAN 2009
17
islam ve
hayat
Spekülasyon bilim olunca
Hans Jansen’in Hz. Peygamber biyografisi üzerine
Ali METE • [email protected]
T
oplumumuzda dahi görünüşte dine olan ilgi az
olsa da Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hayatına olan ilginin oldukça yüksek oluşu dikkate değer bir nokta. Bilhassa son
zamanlarda yayınlanan peygamberin hayatını ele alan ve
yeni kaynak eleştirisi yapılmasının gerekliliği üzerinde
duran kitaplar bunun bir göstergesi.
Hz. Muhammed’in (sav) hayatına olan ilgi
Geçmişten günümüze Hz. Peygamberin (sav) batı zihnindeki tasavvurunun zamanın ruhuna uygun olarak son
derece değişiklik gösterdiği görülüyor. Ortaçağın başlarında
Hz. Muhammed (sav) “cahil”, “yalancı peygamber”, “insanları kandıran” veya “dolandırıcı” olarak nitelendirilirken, 16 ve 17. yy.larda Hristiyanlık içerisindeki tartışmalar dâhilinde “Hristiyanlık karşıtı” oldu. Daha sonra Aydınlanma döneminde Hz. Peygamber (sav), bir “kahraman” ve daha sonra da akla yatkın ve basit bir din kuran
kişi, bir “deha” oluverdi. Voltaire’in “Der Fanatismus,
oder Mohammed, der Prophet” (“Fanatizm veya Peygamber Muhammed”) isimli oyunuyla İslam peygamberi batıda çoğunlukla Fanatizm ile birlikte anıldı.
Ancak günümüzdeki Hz. Peygamber (sav) üzerine yapılan araştırmaların hiçbiri ilk etapta onun kişiliğine yönelmiyor, aksine daha çok onun hakkında bilgiler üretebilecek kaynaklar üzerine yoğunlaşıyor. Burada konu edilen esas soru: “Biz ne bilebiliriz?” sorusu oluyor ve örneğin
Münster Westfälische Wilhelms Üniversitesi İslam Bilimleri Profesörü Marco Schöller, Muhammed’in (sav)
hayatı, amelleri ve etkisi üzerine kaleme aldığı kıtabına bu
soru ile başlıyor. Schöller’e göre bir biyografi yazarına
“elde bulunan kaynakların şüpheli olmalarına ve sahih olmama ihtimallerine karşın eserlerinde bu kaynaklara başvurmaktan başka çare kalmıyor”. Emekli Arabistik ve İslam Bilimleri Profesörü ve Hz. Peygamberin (sav) kapsamlı
bir biyografisini yazan Tilman Nagel’a göre İslam “dünya dinleri arasında, …belgelere dayanan tarihin aydınlık
bir safhasında oluşan bir din” ve Nagel “bu tespitini temellendirmeye” tevessül ediyor.
18
IGMG • PERSPEKTİF
Hans Jansen’nın Peygamber biyografisi
Hz. Peygamberin (sav) bir diğer biyografisi ise bunun
tam aksini iddia eden, İslam’ın ilk dönemlerindeki bilgilerin sorgulanması gerektiğini savunan Hollandalı Arabist ve İslam Bilimcisi Hans Jansen tarafından kaleme
alındı. Jansen çoğunlukla İslami kaynaklı tezat ve ihtimal
dışılıkları ortaya koyarak, bununla Hz. Peygamberi (sav)
tarihi açıdan sorgulamayı hedefliyor. Jansen burada büyük
ölçüde, kâğıda dökülmeyen ve islami kaynaklı hiçbir şeyi geçerli saymak istemeyen, radikal tarihi-eleştirel (revizyonist) düşünceyi zorlayan Saarbrücken Üniversitesi Din
Bilimcisi Karl-Heinz Ohlig’e dayanıyor.
Hans Jansen Hz. Peygamberin (sav) en eski biyografi yazarı İbn-i İshak’ı “peygambere hakaret zannedilen her şeyin
intikamını çıkarmayı kendisine kutsal bir görev kabul eden
bir kısım” (S. 23) Müslümanlardan korkması sebebiyle, hoş
olmayan bilgileri eserine koymamakla itham ediyor. Buna
rağmen olumsuz ifadelerin de dile getirilebileceği kaydıyla,
bu alana yönelmek kendisine mantıklı geliyor. Bu bağlamda
Jansen, İbn-i İshak’ı üzerine derince düşünmeden kabul eden
modern İslam bilimini de eleştiriyor.
Daha bu noktada Jansen’in genel manada Müslümanlar ve dini hassasiyete sahip bütün insanlar hakkındaki
düşünceleri açığa çıkıyor. Kitabında sürekli olarak, “hikâye şeklinde vaaz” olarak nitelendirdiği rivayetleri tarihi bir vakıa gibi algılayan “dindar” ve “imanlı” insanlar
(S.13) ile “modern”, “dindar olmayan”, “şüpheci”, “batılı” ve “eleştirel” bilim adamları arasında sözüm ona bir
ayrıma gidiyor. İhtida araştırmaları çerçevesinde din hakkında şu ifadeleri kullanıyor; “Din ağlamak veya gülmek
gibi bir şey. İyi insanlar gülerse veya ağlarsa, biz ağlıyor veya gülüyoruz. Ancak bunun asıl nedenini daha sonra öğreniyoruz”. (S.105)
Jansen’in bakış açısı
Jansen’in kafasındaki Hz. Peygamber (sav) resmini şu
ifadelerde de görebiliyoruz; “Bu dünyadan olmayan bir görev nedeniyle peygamberler dünyada itibar ve güç sahibidirler. Düşmanlarının gözünde onlar, kendileri ve tanrılarının
islam ve
hayat
onlara yüklediği görev hakkında söyledikleri sorgulanamaz
iddiaları dışında, makul bir sebep olmaksızın kendi isteklerini diledikleri gibi zorla kabul ettirebilirler.” (S.62)
Hans Jansen Hollandacadan Almancaya çevrilmiş olan
kitabının daha henüz başında Hz. İsa (as) ve Hz. Muhammed (sav) hakkındaki bilgilerin kendisi için “hikâye
şeklinde vaaz”’dan (S.12) başka bir şey ifade etmediğini
belirtiyor ve Hristiyanlık veya İslam’ın peygambersiz olup
olamayacağı düşüncesini yürütmeye başlıyor. Jansen İslam ve Hristiyanlık ayrımı yapmaksızın, Hristiyanlık teolojisinde geniş ölçüde kabul gören tarih (Geschichte) ve
dini tarih (Heilsgeschichte) ayrımını İslam dini üzerine
aktarmayı deniyor. Burada da İslam’ın ilk zamanlarından bugüne,
İslami olmayan hiçbir kaynağın
gelmediği argümanına dayanan
Jansen, bu argümanını “Bilimsel
açıdan bakıldığında ise İslami
olmayan kaynakların bu konulardan bahsetmemesi sağlam bir
delil değil” (S.18) ifadesiyle şüpheye sokuyor.
Bu sözde bilimsel şüphecilik
ile Hans Jansen, Peygamberin
hayatı üzerinde çalışarak yüzyıllardır gelişmekte olan İslam biliminin alanlarını bilimsellik açısından küçümsüyor ve kitabında
mesela şu iddialarda bulunuyor:
Muhammed’in doğum yılı
tam olarak tespit edilemez, ama
552 ve 590 yılları arasında olduğu tahmin edilebilir (S.28), babası ve annesinin isimlerinin
doğruluğu az bir ihtimaldir
(S.35), Hanımı Hatice’nin evlendiklerinde 40 yaşında olması
ve yine kendisinin Hira mağarasında ilk vahyin geldiği zaman 40 yaşında olması ihtimal
dışı olarak görülüyor (S.68).
Şimdi, Hans Jansen’in kaynaklara yönelik büyük eleştiriler içeren, bir yandan İslami kaynakların tümünü itham eden ve tartışma çıkarma hedefi taşıyan kitabı, yalnızca bir dereceye kadar gerçek bir tartışma konusu olabilir. Yazar her ne kadar ortaya koyduğu eleştirilerin yüzyıllarca süren tartışmalar neticesinde sonuçlanmış olduğunu
dikkate almamış gibi görünüyor ise de, bunların imanın esaslarına (İtikad) ait olmayan konular olmadığından prensip
olarak sorgulanma ve tashih edilme konusunun tartışılması mümkündür.
Ayrıca kendisinin kaynaklardan yola çıkarak keşfettiğini düşündüğü birçok nokta zaten İslam âlimleri tarafından daha önce tartışılmış ve halen tartışılmaktadır. Sadece bir örnek verecek olursak, Muhammed Hamidullah
“İslam’a Giriş” isimli eserinde; “Hatice’nin 28 veya 40 yaşında olduğu rivayet edilmektedir. Ancak biyolojik nedenlerle daha 7 çocuk daha doğurduğundan ilk rivayeti kabul edebiliriz” ifadelerine yer vermektedir.
Kitabı okurken yazarın bilimsel bir tartışma oluşturma
çabasından ziyade, yukarıda bahsettiğimiz gibi yansız olmayan, spekülatif ve polemik ifadeleri dikkatleri çekiyor.
Bu bağlamda filmlerde veya dergilerde tasvir edilen,
İslam öncesi Arapların cahiliye döneminde utanç duydukları için kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleri
üzerine şu ifadeler yer alıyor; “Bu tasvirleri yeteri kadar
gören bir kız çocuğu doğru tarafta doğduğunu düşünerek
mutlu olacak. Kız sünneti, başörtüsü ve bakirelik kültüne rağmen ailesinin Müslüman olması
ve kendisini diri diri toprağa
gömmemeleri onu rahatlatacak.”
(S.81)
Christoph Luxenberg’un Kuran’ın içeriği ve dilinin Arap dışı etkilerle açıklama denemesine
çalışılan “Die Syro-Aramäische
Leseart des Koran” (Kuran’ın
Süryanca-İramî Okuma Biçimi)
isimli eserine dayanan Hans Jansen, ilk vahyin indiği geceden
bahseden Kadir Suresi’nde belki
de noel bayramından bahsedilmiş
olabileceği iddiasını öne sürüyor.
“İslam’ın sisteminde İsa’nın teolojik manasızlığı, Müslümanların
sure 97’de zamanla artık İsa’nın
doğumundan değil aksine Kuran’ın indirilmesinden sonra muhatap kabul edilmesinden kaynaklanabilir.” (S.193) Jansen’in
bir manada saldırdığı çağdaş İslam
bilimi tarafından göreceği büyük
eleştirileri bir kenara bırakırsak, daha baştan “bu mümkün
ama kesin değil” (S.191) ifadesiyle yumuşatmaya çalıştığı bu iddia ile neyi hedeflediğini anlamak zor.
Hz. Muhammed’in (sav) hayat hikâyesinin önemi Peygamber’in (sav) İslam’daki öneminden kaynaklanmaktadır. Allah’ın elçisinin hayat hikâyesinin bazı tartışmalı kısımları üzerinden, rivayetler ve hatta peygamber hakkında hayali neticeler çıkarmak öncelikle bilimsel açıdan
gayri ciddidir.
Kaynaklar:
- Hans Jansen, Mohammed. Eine Biografie, C. H. Beck Yayınevi, 2008
- Marco Schöller, Mohammed, Suhrkamp Yayınevi, 2008
- Hartmut Bobzin, Mohammed, C. H. Beck Yayınevi, 2000
- Tilman Nagel, Mohammed - Leben und Legende, Oldenbourg Yayınevi, 2008
JUNI / HAZİRAN 2009
19
dünya
Filistin’de
değişen dengeler
Ocak 2009’da yaşanan ve uluslararası sistemin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının çöktüğünün bir
nevi ilanı olan İsrail‘in Gazze saldırısı, bir kaç açıdan bölgedeki domino taşlarını yeniden düzenlemeyi zarurî kılmıştır.
Mehmet ÖZKAN • [email protected]
G
enel olarak Amerikan devlet başkanları, seçildikleri ikinci ve son dönemlerinde yoğunluğu Ortadoğu’ya vererek özellikle Filistinİsrail Sorununda bir çözüm bulmak için çaba
sarf etmişlerdir. Kimileri, zaman yetersizliğinden, kimileri
ise bölgedeki siyasî yapının barış eğilimli olmamasından
dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu durum, son kırk
yıldır hemen hemen bütün Amerikan başkanlarının paylaştığı ortak bir noktadır. Diğerlerinden farklı olarak, Amerika’nın yeni Başkanı Barack Obama seçilir seçilmez, İsrail-Filistin meselesine ilgi gösterecekmiş gibi gözüküyor. Obama’nın özel bir Ortadoğu temsilcisini hemen ataması ve seçilmesi sonrasında temsilcinin bölgeye yaptığı
ziyaretler, bölgeye yönelik yeni bir siyasetin sinyalleri
olarak yorumlanıyor. Tüm bu dış gelişmelerle birlikle,
Ortadoğu bölgesi de kendi içinde çeşitli değişim-dönüşüm süreçlerinden geçiyor. Özellikle, İsrail’in Gazze’ye
yönelik saldırısı ve sonrasında İsrail‘de yaşanan iktidar
değişikliği, barışa yönelik adımlara yeni bir engel olarak
görülüyor. Bununla beraber, meşruiyetini bölge ve küresel aktörler gözünde artıran Hamas’ın barış görüşmelerine katılmasının dile getirilmesi bölge barışı için önemli bir
gelişme olarak görülebilir. Bu yazıda, temel olarak bölgesel
ve küresel değişmeler bağlamında İsrail-Filistin sorunu
ve Hamas‘ın geleceği değerlendirilecektir.
Ocak 2009’da yaşanan ve uluslararası sistemin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının çöktüğünün bir nevi ilanı olan İsrail‘in Gazze saldırısı, bir kaç açıdan bölgedeki
20
IGMG • PERSPEKTİF
domino taşlarını yeniden düzenlemeyi zarurî kılmıştır. Bu
saldırıların, Amerika’daki başkanlık değişimiyle aynı ana
denk gelmesi, yeni Başkan Obama’nın bölgeye yönelik
ilgisini erken çekmiş ve bir nevi, uluslararası toplumun
acilen bölgeye yönelmesi gerektiği fikrini bir kez daha
gündeme getirmiştir. Bu gelişmeler çerçevesinde, gerek,
Avrupa Birliği, gerekse, Birleşmiş Milletler yeni barış girişimleri için altyapı oluşturma açısından bölgeye yeniden ilgi göstermişlerdir. Fakat, burada üzerinde durulması gereken temel nokta, Amerika‘nın desteğini almayan
herhangi bir barış girişiminin, başarı şansının az olduğudur. Bunun farkında olan birçok uluslararası kurum ve
kuruluş, bu yüzden, Amerika‘nın yeni Başkanı Obama’nın
tavrını beklemeye çekilmiştir. Bush’tan geriye kalan enkazı temizlemek ve Amerika adına dünyada yeni bir meşruiyet zemini kurmak isteyen Obama için, Filistin-İsrail sorunu önemli bir gösterge olacaktır. Ancak, Irak, Afganistan, trans-atlantik ilişkileri ile Latin Amerikayla ilişkileri meşru zemine çekme girişimlerinin öncelik ve aciliyeti, Obama ve ekibinin İsrail-Filistin sorununa yönelik kalıcı bir yaklaşım getirmelerini doğal olarak geciktirmiş
gözükmektedir.
Gazze saldırılarının ortaya çıkardığı en büyük ironi,
bölgedeki dengeler üzerinde yaptığı değişikliktir. Filistin’de, Hamas’ın meşruiyetini artırdığı ve barış sürecine
çekilmeye çalışıldığı bir süreçte, savaş sonrasında yapılan
İsrail seçimlerinde sağcı Likud partisi iktidara gelmiştir.
Likud lideri Başbakan Netanyahu’nun aşırı sağcı İsrail
dünya
Evimiz partisiyle iktidar ortağı olması ve Dışişleri Bahil olmadan, barışın olamayacağı fikrini benimsemesi sokanlığı koltuğunu İsrail Evimiz partisi lideri Liberman’ın
nucunda, Filistin birlik hükümeti tartışmaları yeniden alevüstlenmesi, birçok açıdan Ortadoğu’daki barış umutlarılenmiştir. Bu çerçevede yapılan görüşmeler, halen Mının bitmese bile, zayıfladığı şeklinde yorumlanmıştır. Her
sır‘da devam etmekte olup, bu çabanın bir parçası olarak
ne kadar İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, FilistinFilistin Başbakanı, süreci kolaylaştırmak adına görevinlilerle görüşmeye hazır olduğunu bir kaç kez uluslararaden istifa etmiştir. Şu ana kadar yapılan görüşmelerden
sı topluma ilan etse de, birçok uluslararası gözlemci taraherhangi net bir sonucun çıkmadığı tahmin edilmekle befından bu söylemin ciddiyeti ve samimiyeti sorgulanmakta
raber, Hamas’ın sürece dâhil edilmeye başlanması, bölgesel
ve ciddi bulunmamaktadır.
barış açısından önemli bir
Fakat herşeye rağmen önüadım olarak görülmeli ve sürmüzdeki süreç İsrail’deki yedürülmelidir.
ni iktidar için en iyi test ve
Muhtemel bir İsrail-Filistin
yargılama aracı olacaktır.
barışı için temel olarak, üç etGazze savaşının bölgesel
kin taraf olmazsa olmazdır:
dengeler açısından yaptığı en
Adil ve tarafsız olması gerebüyük ‘katkı’, hem bölgesel
ken bir uluslararası toplum ve
hem de uluslararası aktörleAmerika, barış isteyen bir İsrin de anladığı gibi, Hamas’ın
rail hükümeti ve Filistinli
dahil olmadığı bir süreçte bagruplar arasındaki birlik. Her
rışın imkânsızlığıdır. Ulusne zaman, bu üçlü bir araya
lararası toplumun buna kani olgelse, barışa yönelik girişimler
ması, aynı zamanda, 2006 yıartmış ve az da olsa sonuç
lında seçimi kazanmasına
alınmıştır. Fakat bu üçlü ayakrağmen yoğun bir izolasyon ve
tan bir tanesinin kırık olduğu
dışlama sürecine karşı varlıbir süreçte, barış girişimleri bir
ğını sürdürmeye çalışan Hanevi ölü doğmuş proje girimas’a karşı uygulanan polişimlerinden öteye geçmemektikaların iflas etmiş olmasıtedir. Şu anki durum itibariydır. Yaklaşık dört yıldır uyle, bu üçlü ayağın uluslararagulanan dışlama üzerinden
sı toplum ayağı, önceki döHamas’ı değiştirme siyaseti
nemlere göre biraz da dengebaşarılı olmadığı gibi, bu poli bir bakış açısı ile bakarak,
litikalar, birçok açıdan ters
pozitif bir sinyal vermektedir.
tepmiş ve aksine Hamas’ın
Olayın Filistin ayağı, kendisini
bölgede ve Filistin içinde güç
toparlamakta ve ileriye yöneve meşruiyetini tescillemişlik umutlar vermekler beraber
tir. Gazze savaşı sırasında İsciddî bir yeni durum ortaya
rail, Hamas’ın kontrolünde
çıkmamıştır. Şu an itibariyle
Obama
tarihî
rolünü
oynayabilecek
mi?
bulunan Gazze bölgesinde
muhtemel barış girişimlerinin
ciddî yıkım ve katliamla kenen önemli ayağı olan İsrail, didi varlığını Hamas üzerinde kabul ettirmeye çalıştıysa
ğer iki ayaktan farklı olarak ters tarafa kaymış gibi göda, bu durum Hamas’ın güç ve meşruiyetini artıran bir
rünmekte ve bu durum muhtemel barış girişimlerinin
sürece yol açmıştır. Türkiye ve Katar, Hamas’ın ulusönündeki en büyük engel olarak durmaktadır.
lararası meşruiyetini açıkça savunurken, Arap Ligi tariTüm bu pozitif gelişmelere rağmen, birçok gözlemhinde ilk defa resmî olarak bölünmüş ve iki grup halinciye göre, bugün hâlâ İsrail-Filistin sorununa bir çözüde ayrı toplantı yapmak zorunda kalmıştır. Mısır, her ne
mün bulunması, en az önceki dönemler kadar zor ve uzakkadar savaşı durdurmak için en çok çaba gösteren devtır. Fakat, Hamas gibi son derece önemli bir aktörün, sisletmiş gibi gözükse de, ateşkes görüşmelerine ev sahiptem içine çekilmeye çalışılması, yakın süreçte, barış giriliği yapması sahip olduğu güç ve etkiden öte, varılan bir
şimleriyle sonuçlanmasa da uzun vadeli olarak, bugünuzlaşmanın sonucu olmuştur.
lerde yapılan en uzun süreli ve kalıcı barış yatırımı olarak
Hamas’ın savaş sonrası güç ve meşruiyeti, sadece ulusgörülmektedir. Hamas’lı bir Filistin ve Ortadoğu’nun böllararası toplum ve bölgesel devletler düzeyinde değil aygeyi nasıl bir sürece çekeceğini zaman gösterecek olmakla
nı zamanda Filistin içinde yeni bir atmosferin doğmasına
beraber, en azından yeni ufuk ve umutlara kapı araladığıyol açmıştır. Özellikle uluslararası toplumun Hamas danı söylemek mümkündür.
JUNI / HAZİRAN 2009
21
dünya
Hamas’sız bir Ortadoğu Barışı
mümkün mü?
Hamas’ın siyasal liderliğine yeniden seçilen Halid
Meşşal, New York Times gazetesine verdiği demeçte,
her ne kadar İsrail’i tanımayacaklarını tekrarladıysa
da, 1967 sınırlarına dönülmesini kabulleniyor.
İlhan BİLGÜ • [email protected]
B
arack Obama başkanlığındaki yeni Amerikan yönetiminin Ortadoğu barışı ile ilgili olarak ne
düşündüğünün belirleneceği şu günlerde, gözler yeniden Ortadoğu’ya çevrildi. Herkes, yeni yönetimin mutlaka barış yolunda etkin bir girişimde
bulunacağı umuduyla İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun Washington ziyaretini bekledi. Netanyahu ile
Dişişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın bir Filistin devleti çözümünü reddettiklerini önceden açıklaması ile sessizliğe bürünen Amerikan yönetimi, belki de tarihinin en
önemli politikasına imza atacak. Fakat gelişmeler, Ortadoğu barışı için ne Netanyahu’nun ne de Obama’nın kararının, barış sürecine Hamas’ın1 da dahil edilmemesi halinde belirleyici olamayacağını gösteriyor. Zira, uluslararası baskılara rağmen Hamas, Filistin’daki en etkin aktör konumunu giderek güçlendiriyor. Zaten, 1999 yılından
beri barışa taraftar olduğunu izah etmeye çalışan Hamas,
kuruluş tüzüğündeki, İsrail’in tanınmayacağı maddesinin
20 yıl önceki şartlarda kararlaştırıldığını açıklayarak, barışa taraf olacağını ortaya koyuyor.
Hamas’ın siyasal liderliğine yeniden seçilen Halid Meşşal, New York Times2 gazetesine verdiği demeçte, her ne kadar İsrail’i tanımayacaklarını tekrarladıysa da, 1967 sınırlarına dönülmesini kabulleniyor. Meşşal, “Amerikan yönetimine
ve uluslararası kamuoyuna, çözümün bir parçası olacağımız
sözünü veriyorum” diyerek, müzakerelere açık olacağını bildiriyor. Hamas’ın buna benzer açıklamaları daha önceki yıl-
22
IGMG • PERSPEKTİF
larda da gündeme geldi ise de, toptan bir ambargo ile karşılaşan Hamas’ın ortaya koyduğu bu öneriler, hiç bir zaman
değerlendirmeye alınmadı. Nitekim, daha 2006 yılında Filistin seçimlerinin yapıldığı süreçte, The Guardian gazetesinde
yazdığı yazıda Halid Meşşal, “Hamas, adalet üzerine kurulacak olan gerçek barışı isteyenlere, barış elini uzatıyor,” demişti.3 Aynı şekilde Filistin’in seçilmiş Başbakanı İsmail Haniye de, Haaretz gazetesindeki bir habere göre4 1967 sınırlarına göre bir Filistin devletini kabul edeceklerini açıklamıştı.
Bu arada Halid Meşşal, Frankfurter Allgemeine Gazetesine
verdiği bir demeçte,5 Hamas’ın, uluslararası kamuoyunun,
20 yıl öncesinin şartlarında yazılmış maddelerdeki bir iki
cümleye “İsrail’in her gün yaptıklarını görmezlikten gelerek” takılıp kalmasını makul bulmadığını söyleyerek barış
işaretleri vermişti.
Şimdi, Amerikan yönetiminin bu barış işaretlerini nasıl değerlendireceği önemlidir. Hamas’ın, yalnızca bir terör örgütü suçlaması ile barış sürecinden dışlanması, müzakereler önünde büyük bir engel olacak ve İsrail’in haksız taleplerini meşrulaştırmaya yarayacaktır. Öte yandan,
Hamas’ın, İsrail’i tanımayacağını açıkladığı, dolayısıyla,
muhatap olarak kabul edilmeyeceğini öne süren ABD ve
Ortadoğu Dörtlüsü, Başbakan Netanyahu’nun bir Filistin
devletini kabul etmeyeceği yolundaki planlarını ve bu
zamana kadar yapılan uluslararası anlaşmaları da reddettiğini açıklaması karşısında ise cılız bir tepkiden öte bir şey
yapmadı. Üstelik, 20 yaşında İsrail’e göçen ve gençliğin-
dünya
de Filistinli avına çıkan Avigdor Lieberman, kendi ülkesinde bile Araplar hakkındaki görüş ve önerileriyle büyük tepki toplayan ırkçı birisi olarak, barış görüşmelerinine çağrılacak. Ancak kendisi, bu görüşmelerde yerlamyaı düşünmüyor. Bunun içindir ki, barışın önündeki asıl
engel, Hamas’ın İsrail’i tanımayacağı yönündeki tavrından ziyade, Netanyahu ve Lieberman’ın işgal edilen hiç
bir yerden çekilmeyecekleri yönündeki tavırlarıdır.
mas’ın kendisi verecektir. Ancak, son savaş ve toptan abluka
politikasının, Ortadoğu barışının Hamas olmadan gerçekleşemeyeceğini gösterdiği de ortadadır. Uzatılan barış elinin ne
kadar gerçekçi olduğunu elbette ki, süreç gerçekleşmeden
görmek mümkün değildir. Meşşal’in de ifade etmeye çalıştığı gibi, yaşanan süreç ve tecrübeler Hamas’ı, bazı gerçekleri kabule zorlamış görünüyor.
Hamas’ın tavizsiz ve uzlaşma kabul etmeyen kimi tavırlarının, Avigdor Lieberman’ın hem şahsî hem de resmî tavırHamas’sız Barış Olmaz
larından daha sert olduğunu söylemek ise gerçekleri görme1987’deki, İsrail işgaline karşı çocukların başlattığı,
mek anlamına gelir. Aynı şekilde uluslararası kamuoyunun, iştaşlı intifada sonrasında kurulan Hamas, artık bugün işgal altındaki Filistin topraklarında kurulan Yahudi yerleşim mergal’e direnişin bir sembolü haline gelmiştir. Her ne kakezlerinin, İsrail’in temel politikası olması, yani Filistin’in
dar, Mahmut Abbas önderliğindeki Filistin Kurtuluş Teşvarlığının kabul edilmeyeceğini isbatlamak açısından, özelkilatı’nı elinde tutan Fetih hareketi, uluslararası kamuolikle Filistin’deki bu İsrail yerleşim birimlerinde yaşayan Lieyunda Filistin halkının
berman’a da tepki göstek meşru temsilcisi
termek görevidir. Son Avkabul edilse de, Harupa gezisinde Liebermas, seçimle iktidara
man’a soğuk davranılgelmiş bir siyasal haması, bunun ilk işaretleri
reket olarak, Filisolsa da, Lieberman, getin’deki en önemli akniş bir eleştiriye muhatap
tör haline gelmiş duolmadı. Bu tepkisizlik
rumdadır. Bu yüzdenkarşılığında Spiegel derdir ki, Filistin halkını
gisi redaktörlerinden
temsil yetkisi bulunan
Erich Follath “Hayali bir
Hamas’ın, barış süreci
Steinmeier Konuşması”
6
başlıklı bir yazıyla, Liedışında tutulması, fiiberman’a nelerin söylenlen de mümkün değilmesi gerektiğini yazdı.
dir; taktik olarak da
Hamas lideri Meşşal, barış sinyalleri veriyor
Bu açıdan, barış sürecinyanlıştır. Diğer Filisde bir tarafın yalnızca
tinli grupların ise, Haeleştirilip, doğru istikamas’ın kabulleneceği
mete çekilmesi yerine, çatışmanın taraflarına karşı adilane bir
bir barış planını reddetmek gibi bir lüksü olamayacaktır.
yaklaşım da, nihaî ve adil bir çözüm için gerekli ilk adım olaHareketin, bir direniş hareketi olduğuna dair vurguyu
caktır.
yine, Halit Meşşal’in yukarıda söz konusu olan yazı ve
İsrail’in tepkisinden çekinen ABD ve Ortadoğu Dörtröportajlarında görüyoruz. FAZ’daki röportajında Meşlüsü’nün, Hamas ile gizli gizli görüşmeler yaptığı yolunşal, Hamas’ın bir terör örgütü olduğu yolundaki suçlada haberler gelse de, Obama’nın açıktan açığa böyle bir
malarına “Hamas herşeyden önce bir milli kurtuluş hareketidir
adım atma ihtimali şimdilik yok gibi. Gerçi, üst düzey
ve Filistin sınırlarının ötesinde her hangi bir savaşı yokAmerikan yöneticilerinin bir kısmı Obama’ya ortak bir
tur,” diyor. Guardian’daki yazısında ise, problemin bir
mektup yazarak, Obama yönetiminin, Hamas ile görüşYahudi-Müslüman problemi olarak görülmesinin yanlışmesini istemişti. Bu eski yöneticiler arasında baba Bush’un
lığına işaret ediyor: “İsrail’lilere şu mesajı veriyorum:
güvenlik danışmanlarından Brent Scowcroft ve ZbigniBiz sizinle, siz belirli bir din veya kültürün mensubusuew Brzezinski de yer alıyordu.
nuz diye savaşmıyoruz... Sizinle olan çatışmamız, dinî deHamas’ın 2006 yılında seçimleri kazanması üzerine,
ğil, siyasîdir. Bize saldırmayan hiç bir Yahudi ile meseleABD ve Avrupa Birliği, Hamas ile görüşme yapılabilmemiz yok. Bizim meselemiz, ülkemize gelip, ülkemizi işgal
si için üç önemli şart ortaya koymuştu: 1- İsrail’i tanıedenlerle, toplumumuzu ve halkımızı imha edenlerledir...
mak, 2- Terörü bırakmak, 3- İsrail-Filistin arasında yapılmış
Topraklarımızı elimizden alan hiç bir gücün hakkını taeski anlaşmaları kabul etmek. Hamas liderlerinin açıklanımayacağız... Uzun süreli bir barışa yanaşmak istiyorsanız,
maları, birinci madde muallakta olmakla birlikte, diğer
bunun şartlarını görüşmeye hazırız.” diyor.
iki maddenin Hamas tarafından kabul edildiğini gösteriTüm bu açıklamaları bir taktik savaşı olarak mı görmek
yor. Ancak bu sefer, Netanyahu ve Lieberman’ın bu eski
gerekir, yoksa, uzlaşmaz tavırlarıyla tanınan bir hareketin uzanlaşmaları reddetmesi işi zorlaştırıyor.
laşma için adım atması olarak mı? Bu soruya asıl cevabı Ha-
JUNI / HAZİRAN 2009
23
dünya
Lieberman, barışa yanaşmadığı gibi, işgalden de vazgeçmek istemiyor
Sivillere Yönelik Saldırılar
Hamas’ın bir terör örgütü olarak değerlendirilmesinin sebebleri arasında, özellikle sivil hedeflere yönelik,
intihar ve kentlere karşı yapılan füze saldırıları geliyor. Bu durumun Hamas içerisinde de uzun süreden beri tartışıldığı biliniyor. Hatta bu durumu, Hamas’ın kurucu üyelerinden merhum Şeyh Ahmed Yasin’in, Hamas’ın silahlı örgütü İzzettin Kassam Tugayları’na da
söylediği biliniyor. 7 Halid Meşşal’in son açıklamaları
da füze saldırılarının askıya alındığı yönünde.
Şeyh Ahmed Yasin, El Ehram Weekly dergisinde yayınlanan bir konuşmasında, sivil hedeflere saldırmanın
İslamî olmadığını açıklamış ve İzzettin Kassam Tugayları’nın, sivil hedeflere yönelmesini bir misilleme olarak
değerlendirmişti. Yasin’in misillemeye gerekçe olarak
gösterdiği olay, 1994 yılında Hebron’da (Haliliye), Hazreti İbrahim Camii’nde namaz kılan Filistinlilerin, İsrailli yerleşimciler tarafından öldürülmesi olayı idi. Şeyh
Ahmed Yasin, bu konuşmasında Hamas’ın Yahudi düşmanı bir hareket olduğu yönündeki suçlamaları da reddediyordu: “Hamas’ın Yahudi düşmanı olduğu hiç doğ-
Öldürülen Filistinli çocukların okul sıraları
24
IGMG • PERSPEKTİF
ru değil. Eğer, bana saldıran, evimi ve ülkemi gasbeden kardeşim de olsa, ona karşı da savaşırım.”
Hamas’ın sivillere yönelik saldırılarını kabul edilemez bulan dünya, İsrail’in hemen hemen her gün Filistinli sivili öldürmesine karşı ise caydırıcı bir tepki göstermiyor. Dolayısıyla, siviller arasında yapılan bu ayırım, direniş sürecinde Filistin halkının Hamas’a daha da
yakınlaşmasına sebeb oluyor. Her türlü sivil hedefe saldırmayı bir hak olarak gören İsrail ordusunun son Gazze saldırıları sırasında İsrail ordusunun öncelikle cami,
okul ve hastane gibi sivil hedefleri bombalamasına gösterilen ve hiç bir yaptırım öngörmeyen tepkiler, bu ayırımın en son örneğini oluşturuyor.
Hamas’ın Şartları
Ortadoğu’da sağlanacak bir barış için Hamas’ın ortaya koyduğu barış şartları ne yazık ki bu zamana kadar
hiç gündeme alınmadı. Meşşal’in de üzerinde durduğu gibi, dünya, Hamas’ı, uzlaşmaz tavırlarından vaz geçirme
gayreti göstermeden, tüzüğündeki bir kaç cümleye takılıp kaldı. Tabiî ki burada, Hamas’ın bizzat kendisinin
olduğu kadar, İsrail’in bilinçli bir taktik politikasının da
etkisi oldu. Türkiye ile birlikte Rusya’nın, Hamas’ı barış sahnesine çekme girişimlerinin ise etkili olduğu ortadadır.
İsrail, Hamas’ı, Filistin halkının - demokratik bir seçimle göreve gelmiş olmasına rağmen - temsilcisi olarak
görmeyi reddettiği gibi, bir terör örgütü olarak yansıtıp,
kendi işgalini, yerleşim birimlerini ve utanç duvarını
meşru göstermeye çabaladı. Bu da, binlerce Filistinli’nin
İsrail işgal kuvvetlerince öldürülmesine yol açtı. İsrail,
Cenin kentini yerle bir ederken, Gazze’yi toptan bir ablukaya alıp, binlerce sivili öldürürken, dünya bu operasyonlara sessiz kaldı. Hamas, sadece suçlanan taraf
olarak kaldı. Fakat, Hamas’ın ortaya koyduğu barış şartlarından hiç birisi tartışılamadı.
Hamas’ın barış şartlarının 4 ana
noktası bulunuyor. Bunun için birinci şart,
en az 10 yıl olmak üzere, her iki tarafın da, her türlü saldırı ve operasyonları
durduğu ateşkes sürecinin başlatılması
şartıdır. Hamas bu önerisiyle, sivil hedeflere yapılan saldırıları da durduracağını ima etmiş bulunuyor. Fakat ilk değerlendirmeler göz önünde bulunduğunda, bu 10 yıl sonrasında saldırıların yeniden başlayıp başlayamacağı
açık gibi görünüyor. Ancak, yine de Hamas’ın bu süreci uzatabileceğine dair
işaretler bulunuyor. Ateşkes sürecinde,
yalnızca Filistin tarafının değil, aynı
zamanda İsrail tarafının da saldırılarının durdurulması ve gerekli önlemlerin alınması gerekiyor.
dünya
1967 savaşı sonrasında uluslararası anlaşmalarla kabul edilen sınırların kabul edilmesi de Hamas’ın ikinci
şartı arasında bulunuyor. İsrail’i tanımayacağını bildiren Hamas’ın, bu sınırları kabul etmesi aslında, zımnen
İsrail’in tanındığı anlamına geliyor. İsrail tarafının kabullenmekte zorlandığı bir diğer şart ise Kudüs’ün statüsünün belirginleşmesi. Aslında Kudüs’ün statüsü, BM
anlaşmalarında tanımlanmış durumda. Fakat, İsrail’in
1967 savaşı sonrasında, özellikle Kudüs’ü parça parça ele
geçirmesi, BM kararlarına rağmen başkenti Tel Aviv’den
Kudüs’e taşıması, şehri tamamıyla ele geçirmek için sürekli yeni yerleşim birimleri açması, Hamas’a bu alanda daha fazla taviz verme imkanı bırakmıyor.
İsrail, Kudüs’ü başkent yapacak olan bir Filistin de
kabul etmiyor. Fiilî işgali, uluslararası anlaşmaların bir
parçası haline getirmek isteyen İsrail, Filistinlilerin evlerini satmaları için sürekli baskıda bulunuyor. Son olarak Mescid-i Aksa ve çevresinde yaptığı kazı ve yıkımlara ilaveten, Şeyh Carah’tan Vadi el Cuz’a kadar,
Mescid-i Aksa’nın çevresinde 32 yeni yerleşim merkezi inşa edileceğini açıkladı. İsrail, Kudüs’e yerleşimi yeni bir strateji olarak
benimsiyor: Mescid-i Aksa’da ibadet edilmesini sürekli engelliyor, namaz kılmak için yaş sınırı getiriyor.
Hamas’ın barış için şartlarından birisi de, 1967 savaşı öncesi ve esnasında
topraklarından edilen ve
yaklaşık 5 milyonu bulan Filistinli mültecinin topraklarına geri dönme şartı. İsrail’in böyle bir şarta yanaşmayacağı ortadadır. Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde bulunan mültecilerin kendi topraklarına dönmesi,
uluslararası hukukun da gereğidir. İsrail’in, fiilî durumu, hukukî durum haline getirme niyetinde olması, barış sürecinde önemli bir engel olarak kalacaktır.
Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşim birimlerinin
kaldırılması da Ortadoğu barışı için önemli bir problem.
İsrail, bu yerleşim birimlerini kaldırmayacağını gösterdiği gibi, yeni yerleşim birimleri açarak, işgali kuvvetlendiriyor. Fakat İsrail, işgal altındaki topraklarda kurduğu yerleşim merkezleri karşılığında belirli yerlerden
toprak devrini müzakere edebileceğini belirtirken, bir
taraftan da yerleşimcileri silahlandırıyor. Bu arada, Filistinli 8 bakan ve 51 milletvekili İsrail’de tutuklu bunuluyor.
Ortadoğu barışındaki diğer üç önemli engel ise, İsrail’in
güvenlik duvarı dediği, Filistinlilerin ise utanç duvarı
olarak değerlendirdiği duvarlar ile, su kaynaklarının
kontrol ve kullanımı ile kurulacak olan Filistin devleti-
nin silahlardan arındırılmış bir devlet olması. Batı Şeria’daki bütün su kaynakları İsrail’in kontrolünde bulunuyor. Bu suların Filistinler tarafından kullanımı da İsrail’in müsaadesine bırakılıyor. Filistinlilerin böyle bir dayatmayı kabul etmesi ise zor görünüyor.
Filistin açısından, Hamas ile Fetih arasındaki anlaşmazlığın giderilmesi önemli bir mesele. Yapılan görüşmelerde ilerlemeler kaydedildi ise de, Devlet Başkanı Abbas’ın, Hamas’ın kabullenmediği yeni bir hükümeti kurması, bu anlaşmazlığı daha da derinleştirdi.
Barışın zor, ama, mümkün olduğu Ortadoğu’da, her
tarafın makul adımlar atması gerekiyor. Bununla birlikte, bir ara “İsrail rejiminin” haritada silinmesinden dahi
söz edebilen İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’ın, barış
sürecinde, “Filistinli kardeşlerinin kararlarına” saygılı
davranacağını açıklaması, Ortadoğu’daki gerginliği gevşetse de, yeni İsrail yönetiminin, gerginliği daha da ar-
İsrail özellikle sivil hedeflere saldırıyor
tırıcı tutumu barışa giden yolu tıkıyor. Bunun için Obama’nın, İsrail’e daha etkin baskı yaparak, İslam Konferansı’nın da vurguladığı barış şartlarını kabul ettirmesi
gerekiyor. Barışın kalıcı olabilmesi için ise adil bir çözüm gerekiyor. Problemin, İsrail işgalinin bir sonucu olduğu gerçeğinden hareketle, asıl sorumluluk İsrail’in
üzerinde bulunuyor. Yoksa, adil olmayan dayatma bir
barış, hem sürekli olmayacak, hem de Filistinlileri olduğu kadar İsrail’i de her zaman rahatsız edecektir.
Kaynaklar:
1
Hareketu’l-Mukavemeti’l-İslamiyye
http://www.nytimes.com/2009/05/05/world/middleeast/05meshal.html?
_r=1&scp=1&sq=Meshal&st=cse
3 http://www.guardian.co.uk/world/2006/jan/31/comment.israelandthepalestinians
4 http://www.haaretz.com/hasen/spages/1035414.html
5 http://www.faz.net/s/RubDDBDABB9457A437BAA85A49C26FB23
A0/Doc~E1E37B7BEDCE34F48A587A397CC9AFBFB~ATpl~Ecommon~Scontent.html
6 http://www.spiegel.de/politik/deutschland/0,1518,623144,00.html
7 http://weekly.ahram.org.eg/1999/452/re6.htm
2
JUNI / HAZİRAN 2009
25
dünya
Filistin
Yusuf ZİYA • [email protected]
Ö
zellikle üç büyük ilahî dinin gerek doğuş, gerekse gelişmesinde oynadığı rol ve içerisinde
barındırdığı kutsal yerler nedeniyle, tarih boyunca çeşitli kavimlerin göç ederek yerleşmelerine ve bunlara karşı harekete geçen üstün güçlerin
pek çok istila ve fetihlerine maruz kalan Filistin topraklarının siyasî sınırları, günümüze dek dünyanın en problemli konuları arasında yer almıştır. Filistin topraklarını genel itibariyle Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria Nehri
arasındaki topraklar olarak belirtebiliriz. İlahî dinler açısından önemine binaen Filistin bölgesi “arz-ı mev’ûd” veya “arz-ı mukaddes” olarak da adlandırılmaktadır. Tarihte olduğu gibi bugün de ‘sorun’un merkezi olan ve üzerine çok şey yazılıp çizilen Filistin topraklarının tarihi
seyrine kısa bir nazar, umulur ki sorunun temellerini anlayabilmek açısından faydalı olacaktır.
dından da Helenistik krallıkların eline geçti. M.Ö. 63’te Romalıların istilasına uğrayan Filistin toprakları, ilerleyen yıllarda Roma hâkimiyeti altında kaldı. Romalılar, Kudüs şehrini bir Roma şehri haline getirdiler. Roma döneminde Filistin’in Nâsıra kasabasında Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi
ve M.S. 312 yılında Roma İmparatoru Konstantinos’un,
onun getirdiği Hristiyanlığı kabul etmesiyle Kudüs yine dinî yapılarla imar edilerek kutsallık kazandı. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında ikiye ayrılmasıyla, bölge Doğu Roma İmparatorluğu yani Bizans’ın hâkimiyeti altında kaldı.
İslamî dönem
Efendimizin Mirâc’ı dolayısıyla, İslam tarihinde ayrı bir
önemi bulunan Filistin topraklarına İslamiyet’in tebliğ edilmesi için faaliyetler daha henüz Asr-ı Saadet döneminde başlamıştı. Efendimiz çeşitli hükümdarlara İslam’a davet mektupları gönderirken, Bizans hâkimiyetindeki bu bölgeye de
İslam öncesi
elçi göndermişti. Ancak gönderilen elçinin öldürülmesi MûMilattan önce 1200’lü yıllarda gerçekleşen kavimler göte savaşına neden olmuştu. Efendimizin irtihalinden iki yıl sonçü sırasında bölgeye gelip, Akdeniz kıyılarına yerleşen Fira Hz. Ebubekir, Amr b. Âs’ı 634 yılında Filistin’in fethi ile
listinliler, şehirler kurarak burayı yurt edinmişlerdi. Aynı zagörevlendirdi. Önce Güney Filistin ve ardından da Kuzey
manda Filistin, ismini de bu kavimden alır. Yine bu yıllara
Filistin ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı. Kudüs şehyakın bir dönemde Mısır’da firavunun zulmünden kaçan
ri kuşatıldığında şehir halkının aman dilemesi üzerine Hz.
İsrailoğulları, Hz. Musa öncülüğünde büyük bir göç ile bu
Ömer, Kudüs heyetine cizye ödemeleri şartıyla bir ahidnâtopraklara gelerek, bölgede yaşayan diğer kavimlerle savame verdi ve böylece Kudüs barış yoluyla fethedilmiş oldu.
şıp ilk devletlerini kurmuşlardı. Devletin başına geçen Hz.
Emevî ve Abbasî döneminin ardından 1099 yılına gelindiğinde,
Davud, Kudüs’ü fethederek başkent yaptı. Hz. Davud’un
Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarma amacını taşıyan Haçlıardından gelen Hz. Süleyman döneminde (M.Ö. 972–932)
lar şehri işgal etti. 1187 yılında Selahaddin Eyyubî’nin Kudevletin sınırları genişledi, Kudüs’te Süleyman Mabedi indüs’ü tekrar geri almasına kadar Haçlı hâkimiyetinde kalan
şa edildi, deniz ticareti başşehir, bu dönemde savaş ve
ladı. Ancak onun ölümüyle
karışıklıklara sahne oldu. Seikiye bölünen devlet Asurlahaddin Eyyubî’nin ölülular ve Babilliler tarafından
münden sonra Filistin’de çıdağıtıldı. Bir sonraki dökan karışıklıklar neticesinde
nemde M.Ö. 500’lü yıllarKudüs kısa bir dönem yine
da bölgeye Persler hâkim olbatılıların eline geçse de
du. Daha sonra bölge M.Ö.
Memlûklar döneminde tek334’ten itibaren Suriye ve
rar Müslümanlar bölgeye hâMısır’ı işgal eden Büyük İskim olmuşlar ve MüslümanBölgenin merkezi Kudüs kenti
kender, onun ölümünün arların nüfus yoğunluğu bakı-
26
IGMG • PERSPEKTİF
dünya
mından en yoğun olduğu bu dönemde Filistin topraklarında yeni idarî yapılanmalara gidilmiştir.
Fransız nüfuz alanları olarak ikiye ayırıyor, çıkarların uzlaşamadığı Filistin
toprakları için ise milletlerarası bir idare düşünülüyordu. Savaş süresince Yahudilerin güçlü gördükleri için destek
verdiği İngiltere, o dönemde nüfusunun
%90’ı Arap olan ve sadece %2’sinin Yahudi mülkünde olan Filistin topraklarını Yahudilere bir yurt olarak vermeye
sıcak bakıyordu. I. Dünya Savaşı’nda
Kudüs’ü korumak için yeni bir ordu kurulduysa da başarı sağlanamadı ve İngilizler
Eylül 1918’e kadar Filistin topraklarının
tümünü ele geçirdiler.
1947 yılı BM
kararına göre Filistin:
İsrail
Filistin
48 sonrasında
Osmanlı dönemi
işgal edilen
Filistin
Filistin, Yavuz Sultan Selim dötoprakları
neminde Osmanlı topraklarına katıldı. Bu dönemde Kudüs’te Müslümanların “Harem” veya “Eski Şehir”
olarak adlandırdıkları 868 dönümlük
bölgenin etrafındaki duvarlar yeniden
inşa ettirildi. Burada önemli izler bırakan
Osmanlı yönetimi, bazı iç ve dış badireler
atlatmalarına rağmen I. Dünya savaşı’nın
sonuna kadar bu toprakları elinde tuttu. Osmanlı arşiv belgeleri, Filistin’deki idarenin bir hoşgörü ortamında orada yaşayan Yahudi ve Hristiyanları ne kadar serbest bıraktığını
açıkça göstermektedir. Bu durum,
özellikle 19. yy’dan itibaren onların
kurumlaşma ve taleplerinin artışına
neden oldu. Avrupalı güçlerce stratejik konumu bakımından da önem taşıyan bölgede, kiliseler, dinî okullar ve misyoner cemiyetleri açmak üzere büyük imtiyazlar elde edildi. 1870’li yıllarda
Avrupa’da kök salmaya başlayan milliyetçilik akımının bir
yansıması olarak, çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudilerin “siyon”a,
yani, dünyada cenneti sembolize eden Filistin topraklarına
dönme hareketi Theodor Herzl tarafından başlatıldı. Herzl,
1897’de Basel’de I. Dünya Siyonist Kongresi’ni topladı ve hareketin programını, “Yahudi halkı için Filistin’de kamu hukukunun
güvencesi altında bir yurt kurulmasını sağlamak” olarak açıkladı. Yine Avrupa milliyetçiliğinin bir ürünü olarak gelişen
anti semitizm akımı ise, bu hareketin ateşleyicisi oldu. Bu
göçlerle birlikte Filistin’deki Yahudi nüfusu 1901 yılında
23.662 iken 1914’te 38.754’e ulaştı. Osmanlı yönetimi önceki
dönemlerde Filistin’de Yahudi varlığını tanımış ve hoşgörülü davranmıştı. Ancak sistemli olarak gelerek bölgeye yerleşen yeni göçmenlerin durumu ise çok farklıydı. Bu dönemde II. Abdülhamid’e Filistin topraklarını adeta satın almayı
teklif eden Siyonist liderler, zulümden kaçan Yahudilere Osmanlı topraklarında yerleşme müsaadesi verilebileceği, ancak Filistin’de yurt kurmalarına izin vermedi. II. Abdülhamid, Hac maksadıyla Kudüs’e gelecek Yahudilere yalnızca geçici bir izin uygulaması başlatmıştı. İttihat ve Terakki döneminde geçici izin belgesi ve Yahudilere toprak satmama uygulamaları kaldırılmış olsa da, kısa süre sonra azınlıkların bağımsızlık yönündeki çabaları sebebiyle devletin bütünlüğünden endişe edilerek bu yönde yeni kısıtlamalara gidilmişti.
I. Dünya savaşı sırasında, İngiltere bir yandan Osmanlı’ya karşı kışkırttığı Araplara bağımsız bir Arap devleti vaadinde bulunurken, diğer yandan Fransa ile yaptığı gizli paylaşım planında Araplara vaad edilen toprakları, İngiliz ve
Osmanlı sonrası dönem
Bundan sonra artık Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusunun artışına şahit oluyoruz. 1914’te 38.754 olan Yahudi nüfusu, 1918’de 58.728’e çıktı. Aynı tarihte Müslüman nüfus 611.098 ve
Hristiyan nüfus ise 70.429 idi. Yahudi nüfusu 1925’te 104.000 oldu. 1933’te Almanya’daki Nazi iktidarı ile Yahudi düşmanlığının artması üzerine, Nazi zulmünden kaçanlar, Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusunun artmasına neden olurken, bu artışa karşı mücadele etmek için çeşitli dernekler kuruldu. II. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı yeni durum, Yahudi-Arap gerginliğini artırdı. 1946 nüfus sayımına göre Filistin’in toplam nüfusu 1.942.349’du. Bunun 1.175.196’sı
Müslüman, 602.586 Yahudi ve 148.910’u da Hristiyan idi.
İngiliz manda yönetiminin 15 Mayıs 1948’de sona ermesiyle Yahudiler, İsrail devletinin kurulduğunu ilan ettiler. Yahudi nüfusu, 1949 yılında 758.000’e ulaşırken, Yahudilerin işgal ettiği topraklarda yaşamak istemeyen Filistinliler komşu
ülkelere göç etmeye başlayınca, nüfus dengesi Araplar aleyhine değişti ve günümüze değin ulaşan Filistinli mülteciler
sorununun başlangıcı oldu.
1950 sonrasında gerçekleşen Arap-İsrail savaşlarında, Yahudiler topraklarını batı desteğiyle gittikçe genişletiyor, Arap
ülkeleri ise Filistin konusunda tutarsız tavırlar ortaya koyuyorlardı.
İsrail, 1967 savaşı ile Kudüs dâhil tüm Filistin’i ele geçirerek
işgal ettiği toprakları üç misli artırdı. Bu savaşta İsrail’e topraklarını kaptıran Mısır, Ürdün ve Suriye’de, kendi menfaatlerinin peşine düşmeleri ve Müslüman devletler olarak ortak
hareket edememeleri nedeniyle, sorunun Filistin aleyhine gelişmesi kaçınılmaz bir durum olmuştu.
Bugün dünyanın gündemindeki, önü alınamayan Filistin
sorununun temelleri işte böyle atıldı. Bundan sonraki karışık
dönemde, yine Filistinliler aleyhine işgal yoluyla genişleyen
bir devlet ve bu devletle mücadele etmeye çalışan, ama bir türlü ortak politika üretemeyen Müslümanlar göze çarpıyordu.
Kaynak:
• “Filistin”, TDV İslam Ansiklopedisi, 13. Cilt, S. 89–103
JUNI / HAZİRAN 2009
27
kültür
Süleymaniye
Kütüphânesi
Kütüphânenin Yazma ve Nadir Eserleri Elektronik Ortama Aktarma Bölümü’nde özel dijital kameralar vasıtasıyla yaklaşık
90.000 eser elektronik ortama aktarılmış ve okuma salonundaki
bilgisayarlarda okuyucuların istifadesine sunulmuş durumdadır.
Meltem KURAL • [email protected]
S
üleymaniye’ye yolu düşen bir çoğumuzun belki defalarca önünden geçtiği halde ziyaret etmeyi gönlünden geçirmediği, belki varlığından
bile bihaber olduğumuz bir ecdad hatırası: Serin kubbeleriyle Süleymaniye Camii’nin eteğine kurulmuş Süleymaniye Kütüphânesi. Eminim, içerisinde Osmanlı sultanlarının ve ilim adamlarının kütüphânelerini
de barındırmakta olan onlarca eşsiz kitap koleksiyonunun sadece Süleymaniye Kütüphânesi’nde muhafaza
edilmekte olduğunu bilseydiniz, bir yolunu bulur Koca
Sinan’dan yâdigâr mimarisiyle bu tarihî kütüphâneyi ziyaret etmeden İstanbul’u terketmezdiniz.
Esas itibariyle 1583 tarihinde kurulan Süleymaniye
Kütüphânesi, Süleymaniye Külliyesi’nin Evvel ve Sânî
medreseleriyle, Sıbyan Mektebi olarak yapılmış binalarında yer alır. Sânî Medresesi 1918’den bu yana, Evvel
Medresesi ve Sıbyan Mektebi ise 1957’den itibâren kütüphâne olarak kullanılmaya başlanmıştır.
İnşaası 1549-1557 yılları arasında tamamlanan Süleymaniye Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Koca
Kütüphane, yazma eserlerle dolu
28
IGMG • PERSPEKTİF
Mimar Sinan’a yaptırdığı 16. yüzyıl Osmanlı Mimarisinin dünyaca ünlü en önemli eserlerinden birisidir. Câmi, Dâru'l-Kurrâ, Mekteb-i Sıbyân; Evvel, Sâni, Sâlis
ve Râbi medreseleri ile Tıb Medresesi, Dâru'ş-şifâ, Dârü'z-ziyafe, Tabhâne, Dâru'l-hadîs, Dâru'l-mülâzimiye
ve hamamdan müteşekkil olan Süleymaniye Külliyesi
ayrıca Mimar Sinan'ın mütevâzi türbesi ile Kanuni'nin ve
Hürrem Sultan'ın türbelerinin de içerisinde bulunduğu
bir kabristanı da ihtiva etmektedir.
Osmanlı’da kütüphâneler dergâh, tekke, camilerin içleri, medrese veya muallimhâne gibi mekânlarda kurulmaktaydı. Cumhuriyet döneminde kabul edilen Tevhid-i
Tedrisat Kanunu ile Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması
Kanunu gereği buralarda bulunan yazma eserler Süleymaniye Kütüphânesi bünyesi altında toplanmıştır. Bunun
bir sonucu olarak Anadolu'nun çeşitli yerlerinden gelen
koleksiyonlar, padişahların, valide sultanların, bilim ve
din adamlarının değerli kitap koleksiyonları, yazılış tarihi bin yılı aşan, deri üzerine yazılmış eserler ve en güzel
cilt örnekleri bu kütüphânede bir araya gelmiştir.
Bugün kütüphânede Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde kaleme alınmış eserlerden oluşan 117 tanesi Osmanlı
devrine ait olmak üzere toplam 131 adet koleksiyon bulunmaktadır. Bu koleksiyonlar Fâtih Sultan Mehmed
Han, İkinci Bâyezîd Han, Birinci Mahmûd Han, Birinci Abdülhamîd Han, Birinci Ahmed Han gibi büyük devlet adamlarının kütüphânelerine âit olanları da içeriyor.
Kendi devrinin sanat eğilimlerini yansıtan Tezhip, Hat ve
Ebru gibi sanatlar da kütüphânedeki bu nadide eserlerin
içerisinde barınıyor.
Kütüphânenin Yazma ve Nadir Eserleri Elektronik
Ortama Aktarma Bölümü’nde özel dijital kameralar vasıtasıyla yaklaşık 90.000 eser elektronik ortama aktarılmış ve okuma salonundaki bilgisayarlarda okuyucula-
kültür
rın istifadesine sunulmuş durumdadır. Kütüphânenin
1962 senesinde kurulmuş olan Cilt ve Pataloji Servisi
sayesinde kitap tamiri konusunda uzmanlaşmış kimselerin
hizmetleriyle, rutubet, kitap kurdu ve bunlara benzer çeşitli sebeplerden ötürü yıpranmış, dağılmış veya hastalanmış kitaplar hastalık ve hasarları teşhis ve tedavi edildikten sonra tekrar sağlıklı bir şekilde kütüphânedeki
yerlerini alırlar. Cilt Restorasyonu biriminde ise ciltsiz
veya cildi yıpranmış bir eser kendi devrinin sanat özelliklerini taşıyan tezyinat örneklerinden yararlanılarak
çok ince ve titiz bir çalışma ile ciltlenmektedir.
Kütüphânenin okuma salonunda Fransızca, İngilizce
ve Almanca gibi farklı dillerde eserler de var. ''Batı uygarlığı, İslam medeniyetinin çocuğudur'' diyen, eserleri
dünyanın en ünlü üniversitelerinde okutulan, uluslararası birçok ödül sahibi ilimler tarihi uzmanımız Prof. Dr Fuat Sezgin’in1 de en gözde eserlerinin bir kısmı Süleymaniye Kütüphânesi’nin okuma salonunda okuyucuların yararına sunulmuştur. Süleymaniye Kütüphânesi’nin bir diğer güzel hizmeti de halkımızın elinde bulunan Arapça, Osmanlıca ya da Farsça kitap, levha, ferman, berat veya
senet gibi her türlü yazılı belgeyi bir kültür hizmeti olarak sahipleri için tercüme ve latinize etmesidir. Bununla
birlikte elinizdeki değerli eserleri kütüphâneye bağış veya satış yoluyla kazandırabilmeniz de mümkün.
Bütün bunların yanı sıra Süleymaniye Kütüphânesi
her yıl öğretim dönemleri ile eşzamanlı olarak usta eğiticiler gözetiminde Ebru, Hüsn-ü Hat ve Tezhip kursları da düzenliyor. Kütüphânenin sergi salonunda bu kurslara devam etmekte olan öğrencilerin ve kurs eğitimcilerinin en güzel eserleri sergilenmektedir.
Süleymaniye Kütüphânesi okuyucularına ve ziyaretçilerine haftanın altı günü saat 08:30 ve 17:00 arası hizmet vermektedir. Kütüphânenin okuma salonundaki bilgisayarlarda elektronik ortama aktarılmış yazma eserleri okuyabilir, dilerseniz cüzi bir ücret karşılığı eseri
CD’ye yazdırtabilirsiniz. Üstelik arzu ettiğiniz bir eserin CD’si, karşılığını yatırdığınıza dair dekontu kütüphâneye faksladığınızda kargo ile adresinize bile teslim edilmekte. Yazılı kültürümüzün en kıymetli ürünleri ve örneklerini görmek isteyen ziyaretçiler ise Sülemaniye Kütüphânesi’ nin internet sayfasındaki Randevu Talep Formunu doldurarak hafta içi her gün gruplar halinde, Sergi Salonu’nu, Sergi Revakı’nı ve Süleymaniye Medrese
Odası’nı ücretsiz ziyaret edebilirler.
Türkiye’nin yanı sıra dünyada da islamî yazmalar
alanındaki en önemli koleksiyonları barındıran tek kütüphâne
olması hasebiyle yerli ve yabancı araştırmacıların en
gözde mekânlarından biri olarak dünya çapında bir kültür hizmeti vermekte olan Süleymaniye Kütüphânesi’ne
bağlı Âtıf Efendi, Hacı Selim Ağa, Köprülü, Nûruosmâniye ve Râgıb Paşa kütüphâneleri de yazma eserler
bakımından zengin kütüphânelerdir.
Altı asırlık şanlı tarihimizden bize miras kalan bu bir
Süslemeli hattı ile nadir yazma eserlerden biri
avuç eser maalesef dillerinden anlamadığımız gerekçesiyle bizler tarafından fazla rağbet görmüyor. Osmanlıca
olarak da adlandırdığımız Eski Türkçemize yabancı bir
dil gözüyle bakan bizler, 1928 harf devrimi öncesinde yazılmış bir eseri bırakın, bir mezar taşını dahi okuyup anlayamazken, kendimizi okur-yazar addeder ve sürekli şanlı bir tarihin mirasçıları olmakla övünürüz. Ceddinin dilinden anlamayan bir vâris ceddine ne kadar sahip çıkabilir, bunun üzerinde düşünme gereği bile duymayız.
Her sene yerli ve yabancı bir çok araştırmacı, sanatçı ve
devlet adamının ziyaret ettiği Süleymaniye Kütüphânesi
geçmişimize ışık tutan eserleriyle bizleri tarihimize bir yolculuk yapmaya çağırıyor... Sizce de artık ziyaret edilmesi
gereken yerler listemize Süleymaniye Kütüphânesini de
ekleyerek bu çağrıya kulak vermenin zamanı gelmedi mi?
Kaynaklar:
1
Frankfurt’ta yaşamakta olan Fuat Sezgin, 1982 yılında J.W.Goethe
Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve müzesini kurmuş ve halen direktörlüğünü yapmaktadır. Bu müzede İslam kültür çevresinde müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergilemektedir.
http://www.suleymaniye.gov.tr/
http://ansiklopedi.bibilgi.com/SÜLEYMANİYE-KÜTÜPHANESİ
Araştırmacılar için bulunmaz bir hazine
JUNI / HAZİRAN 2009
29
gündem
Barajlar ve yel değirmenleri
Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları
İlknur MELEKOĞLU • [email protected]
Barajlar
duvarı daha güçlü, sert ve çatlamalara karşı daha dayaBarajlar en eski sivil mühendislik yapılarındandır ve
nıklı bir hale getirmiştir. Yine İran’daki Kuzayba Barajı da
medeniyetler açısından büyük öneme sahiptir. Barajlar oletkileyici bir şekilde kavislendirilmiştir. Baraj 30 metre
masaydı, büyük araziler sık sık su baskınlarına maruz kayüksekliğinde ve 205 metre uzunluğundadır.
lır, bu geniş arazileri sulamak mümkün olmaz ve hydroAfganistan’da başkent yakınlarında 11. yüzyıl’da Sulelektrik üretimi sağlanamazdı. Barajların bu işlevlerinden
tan Gazneli Mahmud tarafından yaptırılmış 3 baraj budolayı da bugünkü yaşadığımız sosyal ve ekonomik hayat
lunmaktadır. Bu barajlardan sultanın adını taşıyanı Katamamıyla farklı olurdu. Mühendisler binlerce yıl boyunbil’in 100 km güneybatısındadır. 32 metre yüksekliğinde
ca çok farklı şekillerde barajlar yaparak suyu nasıl daha iyi
ve 220 metre uzunluğundadır.
şekilde kontrol edebileceklerinin yollarını aramışlardır. Yay
Ortaçağ’ın Müslüman İspanyası’nda yapılan barajların
şeklinde yapılan kavisli barajlar, ayaklı-destekli barajlar,
yapıları da muazzamdı, bu barajların duvarlarını örmede kultoprak dolgu set barajlar; vadinin, arazi ve kaya yapısının
landıkları çimento taşın kendisinden daha sertti. Bu sağlam ve
şartlarına göre geliştirilmiş baraj türlerinden sadece birkadayanıklı özelliğiyle bu baraj duvarları ancak 1000 yıl sonra
çıdır. Bu kavramlar çok sayıda ve çeşitte barajlar yapmış Müstamir ve onarıma ihtiyaç duymuştur. Bölgede Turia nehri üzelümanlar için yeni kavramlar değildir. Müslüman Ortaçağ
rinde bulunan 8 barajın temelleri nehir yatağının altında 15 metmühendisleri baraj ya da bentleri inşaa edecekleri nehirlereye kadar uzanır ve ağaç kütüklerinden sütunlarla destek
ri, bu nehirlerin akış özelliklerini ve mevcut toprak yapısısağlanmıştır. Nehrin özelliğinden dolayı temeller bu şekilde
nı inceleyerek, yapacakları barajların kavisli ya da düz, kadolgun ve dayanıklı yapılmak zorundaydı. Su taşkınları zamanında
lın ya da ince duvarlı, temelinin derinde ya da sığda yapınehrin akışı normal zamankinden 100 kat daha güçlüydü ve
lacağına karar vermiş ve tüm bu faktörleri göz önünde bubarajlar selle birlikte gelen ağaçların, kütüklerin, kayaların ve
lundurarak yaptıkları barajlarla en etkili su depolama mogüçlü suyun vuruşlarına karşı dayanıklı yapılmalıydı. Bu badellerini ortaya çıkarmışlardır.
rajlar bu özelliklere göre yapıldı ve hiç bir eklemeye gerek kalTunus’da hüküm süren Ağlebiler’in 9. yy’da Kayravan
madan 10 yüzyıldan beri Valencia’nın sulama ihtiyacını karşehri yakınında yaptıkları baraj estetik ve dizayn açısınşılamaktadır. İspanya’nın Murcia bölgesindeki Segura nehrindeki
dan en etkileyici barajlardandır. Müslümanlardan kalma
baraj, Müslümanların barajların yerel konumu ve konum özelen eski su depolarından olan bu baraj hala kullanılabillikleri hakkında nasıl uzman olduklarını gösterir niteliktedir.
mektedir. 11.yy’da Güney İspanya’da
Bu barajın yüksekliği sadece 7,5 metredir
yaşamış tarihçi ve coğrafyacı el-Bakri
ancak tabanının kalınlığı 38 ile 45 metre
baraj hakkında şöyle yazar: “...daire
arasında değişmektedir. Bunun sebebi ise
şeklindedir ve oldukça büyük ebatları
nehir yatağının yumuşaklığı ve zayıflığıvardır. Ortada sekiz köşeli ve dört kapılı
dır ve barajın şekli nehir boyunca kaybir kule vardır. Bir biri üstüne ardına
masına engel olmaktadır.
yapılmış kavisli kemerler baraj gölünün
Kordoba’da Guadalquivir (Vadiu’l
güneyinde sona erer...” Tunus’un bu keKebir) nehri üstündeki baraj ülkedeki bisiminde her biri ikişer havuza sahip
linen en eski Müslümanlardan kalma
250’den fazla baraj gölü vardır. Bu habarajıdır. 12.yy coğrafyacısı el-İdrisi
vuzlardan biri suyu tortudan arındırmak
barajın mermer sütunları olduğunu yaiçin diğeri de depolamak için kullanılır.
zar. Baraj nehir boyunca dolambaçlı bir
İran’daki Kebar Barajı bilinen en esyol takip eder ve bu şekil barajı yaki kavisli barajdır ve yaklaşık 700 yapanların uzun bir bent oluşturarak suyun
şındadır. Bu barajın duvar harcında ezilgüç kapasitesini artırmayı amaçladıkmiş kireç ve yerel çöl bitkilerinin külü
larını gösterir. En yüksek su seviyesinEn eski barajlardan İran Kebar barajı
karıştırılarak kullanılmış ve bu karışım
den yaklaşık 3 metre daha yükseklikte
30
IGMG • PERSPEKTİF
kültür
Modern Yel değirmenleri
ve 2,5 metre kalınlığında yapılan bu barajdan geride kalan, suyun birkaç metre yükseğinde olan kalıntılarıdır.
Böyle muazzam yapılar inşaa edebilmek için Müslüman mühendisler gelişmiş arazi inceleme metodlarını kullanmış, trigonometri hesaplarından ve usturlab gibi araçlardan yararlanmışlardır. Nehir yapılarını inceleyerek baraj yapımına en uygun kıyıları bulmuşlar, karmaşık kanal sistemlerini de kurmuşlardır.
Müslümanlar depolanan suyu enerji üretiminde de kullanmıştır. Örneğin, İran Khuzistan’da Ab-ı Gargar üstünde yapılan barajın tünellerine monte edilen değirmenler “En
eski hydro enerji gücünün kullanıma sunulduğu” barajlarındandır. Dizaynlarının üstünlüğü ve ustalık sayesinde
7 ve 8.yy’da yapılmış barajların üçte biri hala kullanılabilir durumdadır. “Barajların Tarihi” nde Norman Smith
şöyle yazar: “Sivil mühendislik tarihçileri, özellikle de
baraj yapımı tarihçileri, Müslüman periyodunu neredeyse tamamen görmezden gelirler. Şöyle ki, ya yapılan çalışmalara Müslümanları referans olarak göstermezler ya
da daha da kötüsü Emeviler ve Abbasiler zamanında baraj yapımı, sulama ve diğer mühendislik faaliyetlerinin
hızla gerilediğini... iddia ederler. Böyle bir görüş hem
adaletsizdir, hem de yanlışdır.”
nıtıldığını yazar. İranlı biri, 634 yılından itibaren 10 yıl boyunca
Müslümanlara önderlik yapan 2. Halife Ömer’e gelerek, rüzgârın çalıştırdığı bir değirmen yapabileceğini söyler ve halife
de onu teşvik eder. Bundan sonra rüzgâr gücü tahıl öğütmek
için değirmen taşlarının döndürülmesinde ve sulama yapmak
için su çekilmesinde kullanılmaya başlanır. Bu buluşların hepsi ilk kez İran’ın Sistan adlı kentinde meydana gelmiştir ki,
10.yy coğrafyacısı el-Mesudî bölgeyi “Rüzgâr ve kum ülkesi” olarak tarif eder. El-Masudi eserinde Sistan için, “Bölgenin özellikleri arasında, bahçeleri sulamak için rüzgâr gücünün su pompalarınında kullanılması yer alır” der.
İlk yapılan yel değirmenleri iki katlı yapılardı ve genellikle
kale kulelerine, tepelerin zirvelerine ya da açık alandaki kendi platformlarına inşaa edilirdi. Üst katta değirmen taşları vardı, altta da 6 ya da 12 değirmen kanadı ile hareket ettirilen
değirmen çarkı yer alıyordu. Bu çark üstteki taşı döndürüyordu. Aşağıdaki bölümün duvarları 4 ağızdan delinmişti, en
dar ağız iç kısmın tam karşısındaydı ve rüzgârı değirmenin kanatlarına yansıtarak kanatların hızını ve gücünü artırıyordu.
O devirlerde yapılan ilk değirmenlerde değirmen taşının
ağaç bir silindirin ucuna bağlantılı olduğu anlatılır. Yarım metre genişliğinde ve 3-5 metre arasında uzunluğunda olan bir ağaç
silindir-kütük bu yönden gelen rüzgarı yakalamak için kuzey
doğuya doğru açık olarak yapılmış bir kuleye dikey bir konumda
dikilirdi ve çalılık yığınlarından ya da palmiye yapraklarından
yapılmış değirmen kanatları vardı. Düzenekte kulenin içine
doğru esen rüzgâr, kanatları döndürür, kanatların dönmesiyle de dingil ve değirmen
taşları hareket ederdi.
Su değirmenlerinin ve yel değirmenlerinin tanıtımı mekanik mühendisliği alanında çok büyük bir etki yapmıştır ve “değirmen inşaası ve bakımı”
gibi yeni bir ticaret alanı doğmuştur. Bu
ticaret değirmenciler ve onların çırakları
tarafından yürütülmüştür ve onlar bugünkü mekanik mühendislerinin ataları olarak kabul edilirler.
Yel değirmenleri
Akaryakıtla çalışan makinalardan önce enerji, yenilenebilir ve devamı olan enerji kaynaklarından
elde edilirdi. İslam dünyasında da enerji sudan elde edilir, örneğin buğday gibi tahıllar su değirmenlerinde öğütülürdü, ancak
suyun kullanıma elverişli olmadığı veya
az bulunduğu kurak bölgelerde su enerjisine alternatif enerjiler arayışına gidilmiştir. Arabistan çölü düzenli rüzgâra sahipti. Özellikle buradaki küçük akarsuların
kuruduğu dönemde, yani suların çekildiği
yaklaşık 120 gün boyunca, rüzgar belli bir
yönden ve düzenli olarak eserdi. Yel değirmenleri basit ama etkiliydi ve 7. yy’da
orjinal merkezi olan İran’dan tüm dünyaya hızlıca yayılmıştır. Pek çok tarihçi, yel
değirmenlerinin haçlı seferleri sırasında
Eski bir yel değirmeni
haçlılar tarafından 12.yy’da Avrupa’ya ta-
Kaynaklar:
• 1001 Inventions-Muslim heritage in our world,
Chief Editor-Prof. Salim T S Al-Hassani
• www.1001inventions.com
JUNI / HAZİRAN 2009
31
islam und
leben
Spekulation als Wissenschaft?
Zur Prophetenbiographie von Hans Jansen
Ali METE • [email protected]
E
s ist bemerkenswert, dass das Interesse an der Lebensgeschichte des Propheten Muhammad (saw)
auch in unserer an Religion scheinbar uninteressierten Gesellschaft nicht nachgelassen hat.
Davon zeugen nicht zuletzt die in jüngster Zeit veröffentlichten Prophetenvitae, die vor allem davon ausgehen, dass eine neue Quellenkritik betrieben werden muss.
Interesse an der Lebensgeschichte des Propheten
In der Vergangenheit scheint sich das Bild des Propheten im Abendland gemäß dem Geist der Zeit von einem Extrem ins andere gewandelt zu haben. Zu Beginn des
Mittelalters galt Muhammad als „Gott der Heiden“, „Lügenprophet“, „Verführer“ oder „Betrüger“ und wurde in
den innerchristlichen Streitigkeiten des 16. und 17. Jahrhunderts zum „Antichristen“. Im Zeitalter der Aufklärung
wurde Muhammad dann zum „Helden“ und später zum „Genie“, der eine vernunftgemäße und einfache Religion begründete. Seit dem Schauspiel Voltaires mit dem Titel
„Der Fanatismus, oder Mohammed, der Prophet“ wird mit
dem Propheten des Islams zumeist Fanatismus assoziiert.
Die heutige Muhammad-Forschung interessiert sich
jedoch nicht in erster Linie für die Persönlichkeit des Propheten, sondern vielmehr für die Quellen, aus denen man
Wissen über den Propheten schöpfen kann. Die grundlegende Frage dabei lautet: „Was können wir wissen?“ Mit
dieser Frage beginnt beispielsweise Marco Schöller, Professor für Islamwissenschaften an der Westfälischen Wilhelm-Universität in Münster, seine kurze Darstellung von
Leben, Werk und Wirkung Muhammads. Dem Verfasser
einer Biographie bleibt laut Schöller „kaum anderes übrig, als trotz aller Skepsis und im Wissen um die mögliche Unzuverlässigkeit des verfügbaren Quellenmaterials
dieses der Darstellung doch weiterhin zugrunde zu legen.“ Für Tilman Nagel, emeritierter Professor für Arabistik
und Islamwissenschaft und Verfasser einer umfassenden
Prophetenbiographie, ist der Islam „diejenige unter den
Weltreligionen, […] die im hellen Lichte der dokumentierten
Geschichte entstand“ und unternimmt in seinem Buch,
„dieser Feststellung eine Grundlage zu geben“.
32
IGMG • PERSPEKTİF
Die Prophetenbiographie von Hans Jansen
Eine weitere Biographie des Propheten stammt von
Hans Jansen, einem niederländischen Arabisten und Islamwissenschaftler, der das genaue Gegenteil behauptet,
nämlich dass die große Mehrheit der Berichte über die
Frühzeit des Islams zumindest infrage gestellt werden
müssen. Er meint, Widersprüche und Unwahrscheinlichkeiten der zumeist aus muslimischer Quelle stammenden
Berichte aufzeigen und daraus die Infragestellung des historischen Muhammads ableiten zu können. Jansen stützt
sich dabei weitestgehend – ohne explizit darauf zu verweisen
– auf den von Karl-Heinz Ohlig, Religionswissenschaftler an der Universität Saarbrücken, forcierten so genannten radikal historisch-kritischen (revisionistischen) Ansatz, der nichts gelten lassen möchte, was nicht schwarz
auf weiß geschrieben steht und am besten nicht von Muslimen stammt.
Hans Jansen wirft dem ältesten Biographen Muhammads, Ibni Ishâk, vor, unangenehme Berichte aus Furcht
vor Muslimen, „von denen ein Teil es als heilige Pflicht
ansieht, jede vermeintliche Kränkung des Propheten zu
rächen“ (S. 23) weggelassen zu haben. Trotzdem erscheint
es auch ihm sinnvoll, sich an dieser zu orientieren, mit
dem Vorbehalt, auch negative Aussagen zur Sprache zu bringen. In diesem Zusammenhang kritisiert er auch die moderne Islamwissenschaft, die Ibni Ishâk ohne größere Bedenken rezipiere.
Schon an dieser Stelle wird deutlich, welches Bild Jansen
von Muslimen im Besonderen und religiösen Menschen im
Allgemeinen hat. In seinem Buch kommt immer wieder die
vermeintliche Differenz zwischen den „religiösen“, „gläubigen“
und „frommen“ Menschen, die ohne groß darüber nachzudenken,
die „Predigten in Geschichtsform“ (S. 13) als historische Tatsache nehmen würden und den „modernen“, „areligiösen“,
„skeptischen“, „westlichen“, „kritischen“ Wissenschaftlern
zum Ausdruck. „Religion ist“, wie er im Rahmen seiner Ausführungen zur Konversionsforschung schreibt, „fast so etwas wie Weinen oder Lachen. Wenn gute Menschen lachen oder
weinen, weinen oder lachen wir erst einmal mit. Was die genaue Ursache dafür ist hören wir erst später.“ (S. 105)
islam und
leben
Jansens Blickwinkel
len für erfunden ansieht, wurden und
Auch an einem Zitat zum Prophewerden auch von muslimischen Getenbild kann man Jansens Blickwinkel
lehrten diskutiert. Beispielsweise
erkennen: „Wegen ihres Auftrags, der
schreibt, um nur ein Beispiel zu nennicht von dieser Welt ist, besitzen Pronen, Muhammad Hamidullah in seinem
pheten Prestige und Macht in der Welt.
Standardwerk „Der Islam – GeschichIn den Augen ihrer Feinde können sie
te, Religion, Kultur“ nur nebenbei: „Es
einem jeden willkürlich ihren Willen
wird überliefert, dass sie (Chadîdscha)
aufzwingen, ohne dass es dafür einen ver28 oder 40 Jahre alt war. Aus biologinünftigen Grund gäbe, außer der von ihschen Gründen ist aber die erste Übernen selbst geäußerten nicht überprüflieferung vorzuziehen, da sie noch 7
baren Behauptung über sich und ihren
Kinder gebar.“
von Gott erteilten Auftrag.“ (S. 62)
Bei der Lektüre wird man jedoch
Gleich zu Beginn seines aus dem
nicht den Eindruck los, dem Autor
Niederländischen übersetzten Buches
gehe es gar nicht um eine Diskussilegt Hans Jansen dar, dass Berichte über
on. Vielmehr fallen, neben den disJesus oder Muhammad für ihn nichts
kussionsbedürftigen Ansätzen, auf
weiter als „Predigten in Form von Erdie weiter oben hingewiesen wurde,
zählungen“ (S. 12) sind und überlegt,
unsachliche, spekulative und poleob es ein Christentum bzw. einen Islam
mische Aussagen ins Auge.
ohne Propheten geben kann. Ohne DifSo heißt es im Zusammenhang mit
ferenzierung versucht er die in der christFilmausschnitten,
die illustrieren sollen,
Erstes Kapitel des Buches
lichen Theologie weitestgehend akzepwie vorislamische Araber zur Zeit der
tierte Unterscheidung zwischen Geschichte und Heilsgeschichte
Dschâhilijja aus Scham ihre neugeborenen Mädchen begraben
auf den Islam zu übertragen. Dabei stützt er sich auf das Argument,
haben: „Ein Mädchen, das diese Bilder oft genug sieht, wird
dass keine nichtmuslimischen Quellen vom frühen Islam exisfroh sein, auf der guten Seite geboren zu sein, und trotz Klitotieren, relativiert seine Aussage aber, wenn er schreibt, „Aus
risbeschneidung, Kopftuch und Jungfräulichkeitskult erleichwissenschaftlicher Sicht ist das Schweigen der nichtislamitert aufatmen, daß seine Eltern muslimisch sind und sie nicht
schen Quellen jedoch kein starkes Argument.“ (S. 18)
bei lebendigem Leib werden begraben wollen.“ (S. 81)
Mit dieser vermeintlich wissenschaftlichen Skepsis, die weiGestützt auf das Werk „Die Syro-Aramäische Leseart des
tergedacht bedeutet, den sich in Jahrhunderten entwickelten
Koran“ von Christoph Luxenberg, in welcher der Versuch
islamischen Wissenschaftszweigen die Wissenschaftlichkeit
unternommen wird, den Inhalt und die Sprache des Korans vor
abzusprechen, arbeitet sich der Autor Kapitel für Kapitel durch
dem Hintergrund außerarabischer Einflüsse zu erklären, spedie Lebensgeschichte des Propheten.
kuliert Hans Jansen, ob es sich bei der Sure Kadr, die von der
Muhammads Geburtsjahr könne nicht genau bestimmt
Nacht der ersten Offenbarung spricht, nicht um die Darstelwerden, müsse aber zwischen 552 und 590 n. Chr. liegen
lung des Weihnachtsfestes handeln könnte. „Die theologi(S. 28f.), der überlieferte Name seines Vaters und seiner
sche Bedeutungslosigkeit von Jesus im System des Islam könnMutter seien wenig wahrscheinlich (S. 35f.), seine Ehefrau
te dann dazu geführt haben, daß Muslime Sure 97 im Laufe
Chadîdscha könne bei der Heirat kaum 40 Jahre alt geder Zeit nicht mehr auf die Geburt Jesu bezogen haben, sonwesen sein (S. 54f.), und auch dass er in genau diesem
dern auf die Offenbarung des Koran.“ (S. 193) Abgesehen daAlter in der Höhle Hira in der „Nacht der Bestimmung“
von, dass dieses Werk vonseiten der von Jansen angegriffedie erste Offenbarung erhalten hat, sei sehr unwahrnen zeitgenössischen Islamwissenschaft auf große Kritik stößt,
scheinlich (S. 68f.).
wird nicht deutlich, wozu diese Spekulation dienen soll, wenn
Nun könnte man, im Rahmen einer halbwegs sachlichen
Jansen diese Ansicht aber schon zu Anfang relativiert („Das
Diskussion, Hans Jansens Buch als sehr kritische Betrachist möglich, aber nicht sicher.“, S. 191).
tung der Quellenlage ansehen, auch wenn sich dieser vorbeDie Bedeutung der Lebensgeschichte Muhammads behält, muslimische Überlieferungen einerseits generell infraruht auf der Bedeutung des Gesandten Gottes für den Islam.
ge zu stellen und dann aber doch gegeneinander auszuspieAus etwaigen Unstimmigkeiten der Biographien des Gelen. Auch wenn Hans Jansen außer Acht zu lassen scheint,
sandten Gottes zu folgern, die Berichte oder sogar der Prophet
dass die Ansichten, die er kritisiert, in jahrhundertelangen
seien erfunden, ist vor allem wissenschaftlich unseriös.
Quellen:
Diskussionen bestimmt wurden, und, solange sie nicht zu den
- Hans Jansen, Mohammed. Eine Biografie, Verlag C. H. Beck, 2008
Glaubensinhalten (Akîda) gehören, prinzipiell hinterfragt und
- Marco Schöller, Mohammed, Suhrkamp Verlag, 2008
berichtigt werden können, ist eine Diskussion möglich.
- Hartmut Bobzin, Mohammed, Verlag C. H. Beck, 2000
- Tilman Nagel, Mohammed - Leben und Legende, Oldenbourg Verlag, 2008
Denn viele der Punkte, die er ausgehend von den Quel-
JUNI / HAZİRAN 2009
33
kommentar
„Vertrauensbildende Maßnahmen“
Muslime als Objekte von Terrorprävention
Die Gespräche werden auf Grundlage der von
den Sicherheitsbehörden vorgegebenen im
Folgenden zu bewertenden Begrifflichkeiten
vorgenommen. Gesellschaftlich hat solch ein
vermeintlicher Dialog fatale Folgen.
Mustafa YENEROĞLU • [email protected]
D
ie Themen Sicherheit und Terrorismusprävention stellen heute Hauptpfeiler im Umgang
mit den Muslimen und dem Islam in Deutschland dar. Dabei verweisen Politik und Sicherheitsbehörden unter Bezug auf die Terroranschläge in New
York, Madrid, London und die, Gott sei Dank missglückten Kofferbombenattentate in Deutschland immer
wieder auf die Ängste in der Bevölkerung und betonen
die Notwendigkeit, dem Sicherheitsempfinden in der Bevölkerung gerecht zu werden.
Dreh- und Angelpunkt für dieses gesellschaftliche Unsicherheitsempfinden sind dabei nicht zuletzt die von Sicherheitsbehörden aufgestellten konkreten oder abstrakten Bedrohungsszenarien. Zunehmend wird mit dem Sicherheitsaspekt immer mehr die Frage der Integration der
Muslime und der Umgang mit ihnen im gesellschaftlichen Kontext verquickt. Insbesondere von islamischen
Religionsgemeinschaften wird oft das Einfügen in Sicherheitskonzepte als Voraussetzung der Integration der Institution und ihrer Mitglieder angesehen. Ein konkretes
Beispiel für diese Haltung ist der von Politikern und Sicherheitsbehörden immer wieder geforderte und in Teilen geführte öffentliche „Dialog“ zwischen Muslimen und
Sicherheitsbehörden.
Bei diesem vermeintlichen “Dialog” handelt es sich zumeist um die Aufgabenwahrnehmung des polizeilichen
Staatsschutzes (örtlich/regional – Dialog mit Moscheegemeinden) oder der sonstigen Sicherheitsdienste (überregional – Dialog mit Spitzenverbänden). Die Gespräche wer-
34
IGMG • PERSPEKTİF
den auf Grundlage der von den Sicherheitsbehörden vorgegebenen im Folgenden zu bewertenden Begrifflichkeiten
vorgenommen. Gesellschaftlich hat solch ein vermeintlicher Dialog fatale Folgen. Entgegen der Absichtserklärung,
dieser Dialog solle auch dazu dienen, einen möglichen Generalverdacht gegenüber Muslimen abzubauen, geht die
Wirkung genau in die entgegengesetzte Richtung.
Präventionslogik
Die Basis solcher Projekte bildet die Präventionslogik des Staates im Umgang mit Muslimen. Nach dieser Logik werden Sicherheitsbehörden nicht erst bei der Anbahnung von Straftaten aktiv. Nicht mehr der Verdacht
einer Straftatbegehung ist relevant, sondern schon das
mögliche Risiko. Die Maßnahmen richten sich nicht mehr
gegen Straftäter und die Straftat. Sie richten sich gegen Personen, von denen man annimmt, dass sie Straftäter werden könnten und gegen Milieus bzw. Diskurse, die vermeintlich Straftäter hervorbringen könnten. Dabei arbeiten die Sicherheitsbehörden mit Vorfeldkonstruktionen
und Radikalisierungsszenarien.
Die Konturen solcher Aktionen werden aber nicht durch
raum- und zeitlich bestimmbare Schadenswahrscheinlichkeiten bestimmt. Vielmehr bleiben sie unbestimmt, so unbestimmt und unberechenbar wie die Risiken, deren Verwirklichung sie verhüten wollen. Angesichts der Größe der terroristischen Gefahr sei eine Abwägung der Rechtsgüter vorzunehmen. Daher sei eine Präventionspolitik - auch wenn diese erheblich in Grundrechte eingreife - legitim.
kommentar
Der Mechanismus orientiert sich an der skizzierten
Typologie einer „problematischen“ Gesinnung. Damit
wird der “Extremist” beschrieben. Infolgedessen wird aus
der präventiven Bekämpfung der Straftat eine Bekämpfung
des “Extremisten”; dabei erfolgt die Bekämpfung des “Extremisten”, also dem “übertrieben, radikal eingestellten
Menschen” auch präventiv und muss sich ebenfalls Konstruktionen bedienen. Die Sicherheitsbehörden, also sowohl
die Polizeibehörden (Polizeilicher Staatsschutz) als auch
Kriminalämter und Verfassungsschutzbehörden orientieren sich an der Terminologie vom Letzteren. Dies ist eigentlich sehr problematisch, weil die Sicherheitsbehörden aufgrund weitergehender - insbesondere repressiver
Aufgaben - grundsätzlich mit Rechtsbegriffen arbeiten
müssen, wohingegen die Arbeit der Verfassungsschutzbehörden mit Arbeitsbegriffen anerkannt ist, unter denen
die in den Verfassungsschutzgesetzen genannten Bestrebungen zusammengefasst werden. Zwar ist auch dies aufgrund der Unbestimmtheit zu Recht zu problematisieren,
jedoch ist die Dimension der Arbeit von Sicherheitsbehörden mit diesen Begriffen auf einer ganz anderen Ebene anzusiedeln. Denn bei der Tätigkeit der Sicherheitsbehörden ist die Eingriffsintensität in Grundrechte sehr
hoch und demnach die Eingriffsschwelle zumindest nach
dem bisherigen Sicherheitsrecht an konkreten Rechtsbegriffen orientiert gewesen.
Die Verfassungsschutzgesetze definieren den Begriff
des “Extremisten” nicht. Es handelt sich nicht um ein
Rechtsbegriff. Die Sicherheitsbehörden definieren ihn in
Abgrenzung zum demokratischen Verfassungsstaat (als Antithese). Darunter und damit unter die Zuständigkeit der
Verfassungsschutzbehörden sollen Bestrebungen im Sinne “politisch bestimmte[r] ziel- und zweckgerichtete[r] Verhaltensweisen“ fallen, die gegen die freiheitlich-demokratische Grundordnung gerichtet sind.
Auf Grundlage dieses selbst schon vagen Begriffs des
“politischen Extremismus” bezeichnet der Verfassungsschutz in angenommener begrifflicher Unterscheidung
von “Islam” und “Islamismus” bzw. von “Muslimen” und
“Islamisten” den “Islamismus” als eine Form des “politischen Extremismus”. Die Sicherheitsbehörden orientieren sich an dieser Terminologie und setzen sie als feststehende (bestimmte) Kategorie für die Erörterungen voraus, obwohl sie sich der Schwierigkeiten der Bestimmbarkeit bewusst sind. Im Allgemeinen wird der Begriff
des „Islamismus“ als “extremistisches Verständnis des Islam” definiert.
„Islam/Islamismus“
So verweisen Verfassungsschutzämter immer wieder
darauf, dass „nicht die Religion Islam an sich und ihre Anhänger pauschal“ beobachtet werden, sondern nur sog. „islamistische“ Gruppierungen1. Der Begriff des „Islamismus“ wird vom Landesamt für Verfassungsschutz Baden-
Württemberg als „die aktive Befürwortung und Durchsetzung von Glaubensinhalten, Vorschriften, Gesetzen, und
Politikinhalten, die als islamisch betrachtet werden“2 definiert.
Eine solche Definition lässt kaum eine Abgrenzung zu verfassungsgemäß handelnden islamischen Religionsgemeinschaften zu, deren Zweck darin liegt, Muslime im religiösen Leben umfassend zu betreuen. Die weiter genannten
Kriterien, nämlich „der universelle und unteilbare Geltungsanspruch, der Rückgriff auf als authentisch betrachtete Quellen sowie die Vision eines in der Vergangenheit
einmal da gewesenen Idealzustands, der sich maßgeblich
an der überlieferten Glaubenspraxis des Propheten Muhammad und der früheren Muslime orientiert“3 sind so vage formuliert, dass eine Abgrenzung gerade am Maßstab
der konkreten Elemente der freiheitlichen demokratischen
Grundordnung objektiv willkürlich erscheint.
Ein „universeller und unteilbarer Geltungsanspruch“
ist eine Eigenschaft, die alle monotheistischen Religionen auszeichnet. Das Erkennungsmerkmal der Orientierung an der „Glaubenspraxis des Propheten Muhammad“
und die Bezeichnung dieser als „kompromisslose[r], Neuerungen ablehnende[r] und sehr puristische[r]“4 Islam
verträgt sich nicht mit der Rechtssprechung des Bundesverfassungsgerichts, wonach jeder das Recht hat, „sein gesamtes Verhalten an den Lehren seines Glaubens auszurichten und seiner inneren Glaubensüberzeugung gemäß
zu handeln“5. Als Unterscheidungsmerkmal ist dies auch
insoweit unbrauchbar, da solch ein Verhalten alle Muslime charakterisiert.
JUNI / HAZİRAN 2009
35
kommentar
wortlichen in Politik und Sicherheitsbehörden eine kausale Kette vom Bedürfnis der Stärkung der religiösen Identität bis hin zum Terroristen aufgebaut10. Damit steht das
gesamte islamische Gemeindeleben unter dem Verdacht,
potentiell der Ausgangspunkt für eine terroristische Entwicklung zu sein.
Immer wieder wird von den Verantwortlichen in Politik und Sicherheitsbehörden eine kausale Kette vom Bedürfnis der Stärkung der religiösen Identität bis hin zum Terroristen aufgebaut.
Nicht zuletzt ist auch die Mission, also das Werben
für die eigene religiöse oder weltanschauliche Überzeugung (als eine wesentliche Form des Bekenntnisses und
damit als Akt der Religionsausübung von der Religionsfreiheit des Art. 4 GG geschützt), als „islamistisch“
und demzufolge als verfassungsfeindlich bewertet. Die
Mission sei eine „Erscheinungsform des Islamismus,
dessen zentrales Tätigkeitsfeld die Konvertierung durch
Mission (Da’wa) sowohl Andersgläubiger (Christen, Juden, Atheisten) als auch säkular orientierter Muslime
zu einem als authentisch betrachteten Islam darstellt
(Missionarischer Islamismus). Die Ergreifung der politischen Macht ist hierbei nicht das primäre Ziel. Vielmehr geht es um den Erhalt der muslimischen Identität
und um die Verbreitung des muslimischen Glaubens…“6.
Mit dieser Bewertung steht das LfV BW offenkundig im
Widerspruch zur Rechtsprechung des Bundesverfassungsgerichts7.
Darüberhinaus wird das Beschreiten des ordentlichen
Rechtswegs, bei Themen, die die Glaubensfreiheit betreffen, als Versuch “islamische Rechts- und Lebensräume innerhalb der westlichen Gesellschaft zu errichten“8
beurteilt. Dabei ist gerade das Bestreiten des Rechtsweges
Ausdruck der Identifikation mit dem geltenden Rechtssystem. Letztendlich vertraut man sich diesem an.
Selbst Positionen im Bereich der Kindererziehung
werden als Gefahr benannt, weil sie „zu den Gepflogenheiten und Gewohnheiten der so genannten Mehrheitsgesellschaft im Widerspruch stehen”9 würden. Den Höhepunkt stellt wohl das Innenministerium von SchleswigHolstein dar, das den Islam “im Spannungsfeld von drei
Erscheinungsformen” sieht, wobei es den aufgeklärten
und geistigen Islam nur einige “reformorientierte Intellektuelle” zurechnet. Für den gemeinen Muslim bleiben nur
zwei Kategorien übrig: der politische Islam und der islamische Terrorismus. Immer wieder wird von den Verant-
36
IGMG • PERSPEKTİF
Nährung des Generalverdachts
Auf dieser Kausalkette bauen die Dialog-Bemühungen von Sicherheitsbehörden mit Muslimen auf. Entgegen
der vorgegebenen Intention, einem Generalverdacht vorzubeugen, verstärken diese Maßnahmen den Verdacht erst
und können diese schon dem Konzept nach gar nicht verneinen. Denn sie setzen bei der „Verdächtigung“ an. Die
den Sicherheitsbehörden zugewiesenen Aufgaben, der Organisationsrahmen und die Begriffswelt bestimmen diese Prägungen und voraussetzen es für den sog. Dialog.
Daher können die Sicherheitsbehörden gar nicht als Vermittler zwischen Muslimen und Mehrheitsgesellschaft
fungieren. Öffentlichkeitswirksame Erklärungen wie auch
die aktuelle gemeinsame Presseerklärung der Sicherheitsbehörden mit muslimischen Organisationen werden
logischerweise als Zeugnis für das Bestehen einer Gefahr
verstanden. Nur so ergibt die „Zusammenarbeit“ für den
Durchschnittsbürger auch einen Sinn.
Damit kongruierend ist auch die Einschätzung der Sicherheitsbehörden: „Allerdings wird intern zu den Erfolgen der Kooperation die Tatsache gezählt, dass nach Einschätzung von Sicherheitsbehörden derzeit keine unmittelbare
Terrorgefahr aus dem Umfeld von Moscheen und muslimischen Predigern in Deutschland ausgeht.“11 Diese hier
zitierte „interne“ Bewertung der Sicherheitsbehörden sagt
nichts anderes aus, als dass ohne die Kooperation mit muslimischen Organisationen eine unmittelbare Terrorgefahr
aus dem Umfeld von Moscheen und muslimischen Predigern
in Deutschland ausgehen würde12.
Die Vermengung von Begriffen wie Islam und Terrorismus bzw. „islamistischer Terrorismus“ ist weder
vernünftig noch akzeptabel. Zunächst wird dadurch Gewalt und Terror vor allem als religiöses Problem verortet. Damit werden jedoch nicht nur die eigentlichen Beweggründe extremistischer Gewalttäter ausgeblendet,
sondern auch der Versuch der Vereinnahmung der Religionen durch diese undifferenziert übernommen. Ein
weiterer Ablehnungsgrund ist die Assoziation der Begriffe Islam und Terrorismus. Spätestens seit Bekanntgabe
der Ergebnisse der wahrlich erschütternden AllensbachStudie aus dem Jahr 2004 (am Ergebnis dürfte sich leider bis heute nicht sehr viel geändert haben) nach der
83 % der Befragten den Islam mit Terror, 82 % mit fanatisch, radikal assoziieren, sollte jedem bekannt sein, dass
diese undifferenzierte Vermengung von Begrifflichkeiten nachhaltige Auswirkungen auf die Wahrnehmung der
Muslime in der Gesellschaft haben.
kommentar
Alternative Herangehensweise
Gegen Gespräche zwischen den Sicherheitsbehörden
und gesellschaftlichen Gruppen an sich ist grundsätzlich
nichts einzuwenden. Die offene Gesellschaft lebt von der
Kommunikation, von dem gemeinsamen Gespräch ihrer
Akteure. Wichtig ist jedoch die Art und Weise und vor allem die Absicht, in der solch ein Gespräch stattfindet, damit die hier angesprochenen Stolpersteine dieses nicht
wirkungslos, ja sogar schädlich für das gesellschaftliche
Miteinander werden lassen.
Wenn es heißt, es gehe darum, „das Vertrauen von Muslimen in die Sicherheitsbehörden zu stärken“13, dann kann es
wohl nicht um das Vertrauen gegenüber Polizeibeamten gehen. Denn die implizierte Annahme, Muslimen fehle es am
Vertrauen ggü. Polizeibeamten, dürfte jeglicher Grundlage
entbehren. Es geht hier auch nicht um eine Diskussion über
förderungswürdige Projekte wie die Kriminalitätsprävention, Drogenprävention, Präventionsarbeit bzgl. Jugendkriminalität, sportliche Aktivitäten wie Selbstbehauptungstraining,
Stärkung der Sensibilität und der multikulturellen Kompetenz der Sicherheitsbehörden usw.
Es geht hier vielmehr um eine Diskussion über die politische Präventionsarbeit, die oftmals unausgesprochen
wird, wenn Beamte des polizeilichen Staatsschutzes mit
den örtlichen Moscheegemeinden in einen „Dialog“ treten. Dabei kann diesen Beamten nicht mal was vorgeworfen werden. Denn sie gehen ihrer angewiesenen Pflicht
nach, wenn sie auf Grundlage ihrer gesetzlichen Aufgaben,
im Rahmen der politischen Kriminalitätsprävention14, Moscheegemeinden aufsuchen und mit den Gemeindemitgliedern ins Gespräch treten. Manche gehen mit der ihnen
entgegengebrachten Offenheit und Gastfreundlichkeit sehr
sensibel um, andere weniger15. Das Problem ist, dass nicht
erst die Gespräche der Beamten des polizeilichen Staatsschutzes ein Bild über die Moscheegemeinde bzw. ihrer
Mitglieder ergeben, sondern, dass es oftmals darum geht,
das schon vorhandene Bild zu bestätigen. Der polizeiliche
Staatsschutz kann schon seiner Aufgabe nach nicht unbefangen auf die Moscheegemeinden zugehen, denn er
setzt beim Verdacht an. Er arbeitet nicht unabhängig, sondern übernimmt die Bewertungen der anderen Sicherheitsbehörden wie z.B. die der Verfassungsschutzämter. Die
vermeintlichen Erkenntnisse werden unter die hier problematisierte Begrifflichkeit subsumiert. So befindet man
sich als Objekt der Beobachtung in einem Zirkelschluss.
Sofern „vertrauensbildende Maßnahmen“ mit Sicherheitsbehörden wie dem BKA, dem BfV und den Landesämtern ergriffen werden, sollten diese zunächst die Klärung von grundsätzlichen Begrifflichkeiten zum Gegenstand haben. Dabei müssen sie den rechtsstaatlichen
Grundsätzen des Gefahrenabwehrrechts genügen und insbesondere der Kulturalisierung der Problemfelder vorbeugen. Auch dürfen sich die Sicherheitsbehörden - insbesondere bei der Ursachenforschung, den zugrundegelegten
Das Problem ist, dass nicht erst die
Gespräche der Beamten des polizeilichen Staatsschutzes ein Bild über
die Moscheegemeinde bzw. ihrer
Mitglieder ergeben, sondern, dass es
oftmals darum geht, das schon vorhandene Bild zu bestätigen.
Radikalisierungsszenarien, den Präventionsmaßnahmen
und Folgen dieser - den Erkenntnissen der wissenschaftlichen Forschung nicht verschließen.
Innerhalb eines solchen Rahmens, der nicht auf öffentlich wirksame Inszenierung zielt und für ein offenvertrauliches, nicht zwingend-dominantes Verhältnis steht,
in dem der Gegenüber nicht selbst schon als Gefahr beziehungsweise als Problem verortet, sondern als Partner
auf Augenhöhe verstanden wird, werden solche Gespräche wesentlich fruchtbarer geführt werden können.
Fußnoten:
1
Anstatt vieler Beispiele aus den Verfassungsschutzberichten siehe Publikation „Islamischer Extremismus und Terrorismus“, herausgegeben durch den Landesamt für Verfassungsschutz Baden-Württemberg, April 2006, S. 8 bzw. Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes, BfV, März 2008, S. 5
2
Islamischer Extremismus und Terrorismus, S. 10
3
Islamischer Extremismus und Terrorismus S. 6
4
Islamischer Extremismus und Terrorismus, S. 39: „Die Auslegung
des Korans und der Sunna ist sehr buchstabengetreu und weist seit mehreren Jahren stark wahhabitische Züge auf. Das bedeutet, dass die
Anhänger einen, das heißt an den Werten und Lebensweisen des Propheten orientierten Islam vertreten.“
5
vgl. BVerfGE 32, 98 <106 f.>; 33, 23 <28>; 41, 29 <49>
6
Islamischer Extremismus und Terrorismus, S.6
7
Mission ist Religionsausübung als Form der Religionsfreiheit, vgl.
BVerfGE 12, 1, <4>; 24, 236, <245>; 69, 1, <33>
8
BfV, Islamismus aus der Perspektive des Verfassungsschutzes, BfV,
März 2008, S. 7
9
http://www.verfassungsschutz-bw.de/kgi/islam_dtl_start.htm
10
http://www.verfassungsschutz.de/de/aktuell_thema/themen/thema_070207_Integration/thema_0702_Integration.pdf
11
Frankfurter Allgemeine Zeitung vom 30.04.2009, Beitrag auf Seite
2 „Lob für Dialog mit Muslimen“
12
Einer solchen Nachricht müsste normalerweise ein Sturm der Entrüstung
folgen, entweder aus dem Grund, dass die aus dem Umfeld von Moscheen und muslimischen Predigern herrührende „unmittelbare Terrorgefahr“ erstmals von den Zuständigen in dieser Form geäußert
wurde oder weil eine solche Behauptung ohne jegliche Grundlage
das harmonische Zusammenleben mit Muslimen erheblich gefährdet. Es ist leider nur symptomatisch, dass sich von den Beteiligten niemand dazu äußert.
13
Pressemitteilung des BKA u.a. vom 27.04.2009
14
die Verhütung und die Verfolgung von Straftaten, die sich gegen die verfassungsmäßige Ordnung richten, sicherheitsgefährdende oder geheimdienstliche
Tätigkeiten für eine fremde Macht zum Gegenstand haben oder durch
Anwendung von Gewalt oder durch entsprechende Vorbereitungen auswärtige Belange der Bundesrepublik Deutschland gefährden
15
Dies ergibt sich aus zahlreichen Protokollen über die Gespräche mit
Beamten des polizeilichen Staatsschutzes
JUNI / HAZİRAN 2009
37
kommentar
„Neokoloniale Entwicklungspolitik“
İlhan BİLGÜ • [email protected]
D
ie Bundesrepublik Deutschland gehört, im Gegenteil zu einigen anderen westlichen Staaten,
nicht zu den Ländern, die einen Neokolonialismus zur Staatspolitik erheben. Anstatt sich
wie die USA, Großbritannien oder Frankreich auf militärischem oder politischem Wege Zugang zu Rohstoffen zu
verschaffen, hat es Deutschland, mit Ausnahme eines kurzen Abenteuers in Afrika im 19. Jahrhundert und während
der Nazidiktatur, vorgezogen, mit einer hochentwickelten
Technologie und guter Qualität zu überzeugen.
Aufgrund der immer knapper werdenden Rohstoffreserven fordert die deutsche Industrie nun einen Kurswechsel
der deutschen Entwicklungszusammenarbeit, welche infolgedessen neokoloniale Züge annehmen dürfte. Der Prozess des Richtungswandels begann vor einigen Jahren mit
dem Rohstoffkongress („Rohstoffsicherheit – Herausforderung für die Industrie“) des Bundesverbandes der Industrie (BDI). Der Verband forderte zuletzt vor Vertretern
der CDU und CSU, dass „die Versorgungssicherheit mit
Rohstoffen wieder auf die politische Agenda“ zu setzten.
Hierzu müsse die Entwicklungszusammenarbeit vor allem
mit den Ländern verstärkt werden, die über reiche Rohstoffreserven verfügen.
Die Unionsparteien scheinen zu einer derartigen Politik bereit zu sein. Der Wunsch der deutschen Industrie nach
einem solchen politischen Kurswechsel macht, vor allem
in Zeiten der globalen Finanzkrise, eine grundlegende Neuausrichtung der bundesdeutschen Entwicklungspolitik erforderlich. Dabei waren bisher die „Schwerpunkte der deutschen Entwicklungspolitik“ bisher „die Bekämpfung der
Armut, die Sicherung des Friedens und die Verwirklichung
von Demokratie, die gerechte Gestaltung der Globalisierung
und der Schutz der Umwelt.“ 1
Die Bundesregierung ist sich bewusst, dass „fast elf
Millionen Kinder […] jedes Jahr noch vor ihrem fünften Geburtstag – an Hunger, an Krankheiten, durch Gewalt und
Kriege“ sterben und „mehr als eine Milliarde Menschen auf
der Welt […] von weniger als einem US-Dollar pro Tag leben“ müssen.2 Der politische Richtungswechsel wird unweigerlich zu einer Reihe von Widersprüchen führen.
Ein schon bestehender Widerspruch zu den formulierten Zielen der Entwicklungszusammenarbeit ist die Tatsache, dass die Bundesrepublik drittgrößter Waffenexporteur der Welt ist, direkt nach den USA und Russland. 3 Laut
einem Bericht des Stockholmer Friedensforschungsinstituts (SIPRI) hat sich Deutschland zum größten Waffenhändler Europas aufgeschwungen. Während also auf der
38
IGMG • PERSPEKTİF
einen Seite Entwicklungshilfe betrieben wird, versucht man
auf der anderen Seite die Wirtschaft in Gang zu halten, in
dem man Waffen, vor allem an die Golfstaaten, verkauft.
Dabei wären schon zehn Prozent der jährlich weltweit im
Waffenhandel umgesetzten 1,5 Billionen Dollar 4 ausreichend, um die Armut in vielen Ländern dieser Welt wirksam zu bekämpfen.
Solch eine widersprüchliche Politik wird jedenfalls nicht
zum Frieden beitragen können. Im Gegenteil: Der Richtungswechsel in der Entwicklungspolitik wird eher zu mehr
Armut in den sowieso schon ärmsten Ländern führen. Diese Länder sind es auch, die am meisten unter den Folgen der
Finanzkrise leiden werden.5 Auf der anderen Seite gibt es
einen Anstieg bei den Lebensmittelpreisen in diesen Ländern. Somit verfehlt die Unterstützung, die im Rahmen der
Entwicklungszusammenarbeit geleistet wird, ihr Ziel. Nun
wird auch noch ein Auge auf die Rohstoffe dieser Länder
geworfen, und dies im Namen der Entwicklungshilfe.
Im Zuge des politischen Kurswechsels dürfte die Entwicklungszusammenarbeit mit Ländern, die über reiche
Rohstoffreserven verfügen, verstärkt werden; rohstoffarme Länder werden dagegen ihrem Schicksal überlassen.
Entwicklungshilfe ist eine humanitäre Hilfe. Das Ziel
dieser Hilfe ist es, mittels finanzieller und technischer Unterstützung die Armut zu bekämpfen und dem jeweiligen
Land soweit unter die Arme zu greifen, dass es sich selbst
helfen kann. Bei der Entwicklungshilfe solche Länder zu
bevorzugen, die über viele Rohstoffe verfügen, ist ein Zeichen dafür, dass es darum geht, Vorteile aus der humanitären
Hilfe zu schlagen. Es wäre also nicht falsch, zu behaupten, dass es sich hierbei um eine Form der Ausbeutung in
neokolonialem Stil handelt. Doch auf diese Weise werden
die Krisen in diesen Gebieten, allen voran in den Staaten
Afrikas, nur noch weiter verschärft.
Die Welt braucht keine neue Verteilung, die nur zu neuen Konflikten führt, sondern eine vernünftige und den Menschen gegenüber verantwortungsbewusste Politik; eine Politik, die die Erdgas-Krise mit Russland und deren Folgen
nicht vergessen hat. Es muss Abstand davon genommen
werden, dieser neuen Politik, das Gesicht eines neuen Kolonialismus zu geben, dem es nur um den Zugang zu neuen Rohstoffreserven geht.
1
http://www.bmz.de/de/ziele/deutsche_politik/index.html
http://www.bmz.de/de/ziele/grundsaetze/index.html
3
http://yearbook2008.sipri.org/files/SIPRIYB08summary.pdf
4
http://www.globalissues.org/article/75/world-military-spending
5
http://siteresources.worldbank.org/INTGLOMONREP2009/Resources/5924349-1239742507025/GMR09_book.pdf
2
Hacc’ı ve Umre’yi
Allah için
tamamlayın.
(Bakara Sûresi, 196)
PEYGAMBERİMİZİ
ZİYARETE
GİDİYORUZ
Hac ve Umre
yapanlar Allah’ın
misafirleridir.
Allah’dan birşey
isterlerse, onlara
verir. Af isterlerse,
onları affeder.
(İbn Mâce)
Yaz Tatili Umre dönüşünde aynı biletle Türkiye’de kalma imkanı.
YAZ TATİLİ PROGRAMI
Bremen/Hannover . . . . . . .25.06 — 09.007.2009
Strasburg/Belçika . . . . . . . .01.07. — 15.07.2009
Düsseldorf/Köln . . . . . . . . . .03.07. — 17.07.2009
Lyon/Paris
. . . . . . . . . . . . . . . . . .08.07. — 23.07.2009
Frankfurt . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12.07. — 27.07.2009
Hamburg . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .16.07. — 30.07.2009
Berlin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .17.07. — 31.07.2009
Amsterdam
. . . . . . . . . . . . . . . .22.07. — 05.08.2009
Stuttgart . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .30.07. — 14.08.2009
Münih . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .04.08. — 18.08.2009
RAMAZAN PROGRAMI
YAZ TATİLİ PROGRAMI
Almanya: 1210,- €
Almanya dışı: 1310,- €
RAMAZAN PROGRAMI
Almanya kısa dönem: 1465,- €
Almanya Ramazan tümü: 1565,- €
Almanya dışı kısa dönem: 1565,- €
Almanya dışı Ramazan tümü: 1665,- €
FRANKFURT
. . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
FRANKFURT
. . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
PARİS . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
PARİS . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
AMSTERDAM
. . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
AMSTERDAM
. . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
LYON
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
LYON
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
STRASBURG
. . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
STRASBURG
. . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
VİYANA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
İSLAM
VİYANA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
MİLLÎ GÖRÜŞ
ZÜRİH
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
Hac ve Umre Organizasyonu
ZÜRİH
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
TOPLUMU
BRÜKSEL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .21.08. — 20.09.2009
BRÜKSEL . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .06.09. — 20.09.2009
www.igmg.de + 49 22 37 656 310 + 49 22 37 656 311• [email protected]
Download