¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ Doğruluk, Allah’ın emrettiği şekilde diline, davra- ¿mH nışlarına dikkat ederek yaşamaktır. Allah’ın helal ve haram çizgisine riayet ederek dilini ve davranışlarını kontrol altında tutmaktır doğruluk. Üçüncü olarak Müslüman insanlara karşı dürüsttür. O, asla yalan söylemez, aleyhine bile olsa doğruların adamı olmaktan çekinmez. O kadar ki Allah katında doğrulardan yazılıncaya ve doğrular kervanı içersinde katılıp cennetlik oluncaya kadar bu özelliğini sürdürür. ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH Doğru dürüst Müslüman olmak Yüce Allah’ın emridir. Dürüstlük fıtrat üzere kalmaktır. Dinin amacı dürüst insan yetiştirmektir. “İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.” [Şûrâ, 1.] Doğruluk Müslümanın şiârıdır, Müslümanlık göstergesidir. Yalancılık ise münâfığın şiârıdır, nifak göstergesidir. Bu yüzden Müslüman asla yalan söylemez, yalana pirim vermez, yalan yere yemin etmez ve yalancı şahitlik yapmaz. Aynı şekilde o, yalanın katmerlisi olan iftirâdan da uzak durur. ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH “O halde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü O¸ sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.[Hûd, 112.] “<Rabbimiz Allah’tır> deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” [Ahkâf 13-14.] Müslüman, doğruluk ve dürüstlük anıtıdır. O, önce Yüce Yaratıcıya karşı dürüsttür. Bu, onun imanda sadakatinin gereğidir. Yüce Allah’a karşı sadakat, O’na layık kul olmak, O’nun emirleri doğrultusunda yaşamak, hep doğruların adamı olmak, O’nun hatırını bütün her şeyden üstün tutmak, O’nun sözlerini doğru bir şekilde anlamak, bu doğruları kendi hayatına yansıtmak, bu doğruları her zaman ve her şartta haykırmakla mümkündür. Zira bizler, Rabbimize karşı söz vermişiz. “Kâlû belâ”da söz vermişiz, getirdiğimiz kelime-i şehâdet ve kelime-i tevhîdle söz vermişiz, “Müslümanım elhamdülillah” sözlerini söylerken söz vermişiz. O halde mü’mine düşen, bu sözlerin adamı olmaktır. İkinci olarak Müslüman, Allah’ın peygamberine karşı dürüsttür. Ona iman ettiğini, onun yolunu izleyerek doğrular. Her konuda Peygambere itaat ederek gösterir. Peygamberi izlemek ve ona bağlı olmak, tevhîd sözündeki “Muhammedü’r-rasûlu’llah” sözünün gereğidir. Kur’ân’da iftirâ ile ilgili başka kavramlar da kullanılmıştır ki, bunlar iftirânın farklı versiyonlarına işaret eder. Kizb, ifk, bühtân, kavl-i zûr gibi. Bunlardan kizb, vâkıaya aykırı söz söylemektir. Kizb, genellikle kişinin kendisi ile alakalı olur. Yapmadığı bir iş için “yaptım” demesi gibi. Yahut başkası hakkında aslı olmayan olumlu şeyleri söylemek şeklinde de olabilir. Birini sahip olmadığı sıfatlarla övüp medh etmek gibi. İftirâ, başkası hakkında yalan söylemektir. İftirâ, olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. Kizbin zararı kişinin kendinde kalırken, iftirânın zararı başkasına da dokunur. Kur’ân’da iftirâ kökü, yalan, şirk ve zulüm için de kullanılmıştır. İfk, gerçeği ters yüz etmektir. Yalanın en çirkinidir. İfk, Müslümanın kardeşi hakkında kendisine ulaşan bilgileri ters yüz ederek, kardeşinin hoşlanmayacağı şekilde söylemesidir. İfk, Allah’a, peygamberine, Kur’ân’a ve iffetli insanlara karşı da olabilir. Bühtân ise, Müslümanın kardeşi hakkında, onda bulunmayan ve ona yakışmayan, kendisinin hiç hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir. Daha güzel Burhan’larda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: Devamlı Verelim 4 Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Prof. Dr. Mustafa Ağırman Onlara Güzel Söz Söyle! Azarlama! 8 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Serdar TAŞAR Allah’ın Rızası, Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Anne Babanın Rızasındadır! 11 Yusuf ELİBOL Ana - Baba Hakkı 14 Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Cennete İki Yol: Anne Ve Baba 26 Musa KARACA Prof. Dr. Ali AKPINAR Abdullatif ACAR Fatih Sultan SEMİZ Talha AKA İnsana Vasiyet 28 Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 Duanın Psikolojik Faydaları 37 ! % $ & ' ( ) * & # ! Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) 40 $ ' + , # - . ( İndirilen İslam’ın Muhkem Kaleleri: Posta Çeki No: Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Kuvettürk Sultanbeyli Şubesi Hesap No: İBAN: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Müşteri No: " ! / ! / " . . Mezhepler 0 " Ubeyd FAKİRULLAH " M. Emin KARABACAK Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: Nureddin YILDIZ / ! 42 Dr. İhsan ŞENOCAK / / 1 2 . . ! “Hz. Adem (as)’ın Babası” ya da / Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1 2 3 4 4 ! . " " 2 / 4 / 0 4 5 " " ! " / / Mustafa İslamoğlu Kur’an’a Karşı 54 " Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Barış ve Savaş 59 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) 62 İmanın İmana Üstünlüğü Vardır 64 www.burhandergisi.com 6 7 ' ' 7 ( & $ ( ) ( ' 8 & # ' ; - & + 7 : ( ) ' # ( ' ) % ( % # ( 8 & : 8 , ( ( & # , ( & < ( - Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR İnsanlığa Saadet Getirecek Düzen Aylık Süreli Yayın Hikmet Damlası Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Av. Bahaddin ELÇİ [email protected] Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL ' ( 7 7 < ' & 7 6 ) & 6 7 ' & 9 ' ( ' ) & = 6 + & 8 ' ) ( # ( ' ' # ( 7 Nasıl Olacak? # MilliTarih 68 ) - ( ( - 7 9 ' ) ' > & ' > & 9 ' < ? 8 - Ersan BİLGİN ) < ( 66 ' ' ( ' Hüseyin Serkan ELÖNÜ & Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 4 Devamlı Verelim Prof. Dr. Mustafa Ağırman 14 Ana - Baba Hakkı Abdullatif ACAR 28 İnsana Vasiyet Nureddin YILDIZ 37 Duanın Psikolojik Faydaları M. Emin KARABACAK Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Devamlı Verelim Ülkemize sığınan muhâcirlere, yoksullara, muhtaçlara, darda kalanlara, yolculara, öğrencilere, Allah yolundaki faaliyetlere, Allah rızası için verelim. C erir b. Abdullah, Ashâb-ı kirâm’ın en güzeli ve en uzun boylusuydu. Hz. Ömer “Cerir, bu ümmetin Yûsuf’udur” derdi. Sahâbe’nin en güzeli olan Hz. Cerîr, şâhid olduğu bir olayı ve bu olay üzerine gelişen Hz. Peygamber Efendimizin sözlerini bize şöyle naklediyor: “Günlerden bir gün erken vakitlerde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda bulunuyorduk. O esnada, kaplan derisine benzeyen alaca 2016 4 çizgili elbise veya abâlarını delerek başlarından geçirmiş ve kılıçlarını kuşanmış, tamamına yakını, belki de hepsi Mudar kabilesine mensup, neredeyse çıplak vaziyette bir topluluk çıkageldi. Onları bu derece yoksul görünce, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’ in yüzünün rengi değişti. Eve girdi ve sonra da çıkıp Bilâl’e ezan okumasını emretti; o da okudu. Bilâl kâmet getirdi ve Allah Rasûlü namaz kıldırdı. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hutbe irâd etti ve şöyle buyurdu: Mart “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Allah, şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir” (Nisâ sûresi, 4/1) Sonra da Haşr sûresinin sonundaki şu âyeti okuyarak konuşmasını devam ettirdi: “Ey iman edenler! Allah’dan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın” (Haşr sûresi, 59/18) Daha sonra şöyle devam etti: “Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir avuç bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin; hatta yarım hurma bile olsa sadaka versin!” buyurdu. Saygı değer okuyucularım! Peygamber Efendimiz, huzuruna gelen her fert ve toplulukla ilgilenir, onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Hoşlanmadığı bir durum gördüğünde yüzünün rengi değişirdi. Sahâbe-i kirâm onun üzüntüsünü, sıkıntısını ve kederini yüzünden anlarlardı. Efendimiz’in saâdet ve sevinç hali de yüzünden anlaşılırdı. Bu hadisin ravisi Cerîr b. Abdullah, şâhit olduğu ve anlattığı bu olayda, onun her iki halini de aynı anda görmüş ve bize hikâye etmiştir. Bunun üzerine ensardan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan aciz kaldığı, hatta kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahali birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu. Sonra da Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: Riyâzu’s-Sâlihîn isimli hadis kitabını şerh eden hocalarımız bu hadisin şerhinde şunları kaydediyorlar: “Bu olayda da görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, sahâbe-i kirâmı Kur’an’la eğitiyordu. Onları müjdelemesi, sevindirmesi, ümitlendirmesi, korkutması ve uyarması hep Kur’an’la veya Kur’an’ın doğrultusundaydı. Bazı kere onlara Kur’an’dan âyetler okur, kendisinin arzu ve isteklerinin o doğrultuda olduğunu hatırlatırdı. Bu durum, aynı zamanda kendisinden sonra nasıl hareket edilmesi gerektiğinin de bir işaretiydi. Böylece Kur’an-Sünnet birlikteliğini, içiçeliğini, ayrılmazlığını göstermiş oluyordu. “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, Zekât 69. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 64) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendilerinden herhangi bir şey istediğinde, sahâbîler bütün imkânlarını seferber eder, onun emrini ve arzusunu yerine getirmek için âdeta birbirleriyle yarışa girerlerdi. Onların aralarındaki yardımlaşma ve ellerinde bulunanı paylaşma duygusu, sayısız örneklerinde görüldüğü gibi, eşsiz denecek seviyede idi. Peygamberimiz’in yüzünde hissedilen sevincin sebebi, kendi emrine âdeta koşarcasına uyulduğunu gözleriyle gör- { } “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Allah, şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir” (Nisâ sûresi, 4/1) Mart 5 2016 “Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir avuç bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin; hatta yarım hurma bile olsa sadaka versin!” buyurdu. mesi ve fakir insanların problemlerinin halledildiğine şahit olmasıydı. Peygamber Efendimiz, bu davranışı iyi bir çığır olarak nitelendirmiştir. Çünkü burada bir yardımlaşma, bir cömertlik ve müslüman kardeşlerini kendi nefislerine tercih etme güzelliği vardır. Allah Teâlâ da bu nitelikleri sebebiyle mü’minleri şöyle över: “Zaruret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler” (Haşr sûresi, 59/9) İslâm dini, açları doyurmayı, çıplakları giydirmeyi, yokluk içinde olanların her çeşit zaruri ihtiyaçlarını karşılamayı, ümmetin zenginlerine, yerine getirilmesi gerekli bir vazife olarak yükler. Bu zaruri ihtiyaçları karşılanmadığı için kötülüğe itilen, suçlu duruma düşen veya hayatı tehlikeye girenlerden toplumu sorumlu tutar. Ferdî sorumluluğun yanında ictimâî sorumluluğu da getirir. Bu sayede toplumun fertleri arasında ictimâî muâvenet, sosyal yardımlaş- ma duygusu gelişir ve neticede müesseseleşir. İslâm toplumlarında yaygın olan sayısız vakıflar, bunun en canlı örneğini teşkil eder. Açılan çığır iyi veya kötü olabilir. Bu çığırı açan ve o çığırda yürüyenler ecir, sevap veya günah kazanırlar. Bu hadiste, taşıyamayacağı kadar ağırlığı yüklenip gelerek yardım çığırını açan Medineli bir sahâbîden bahsedilmektedir. Peygamberimiz onun bu davranışını takdir ederek kendisini övdüğü gibi, onun yolunu ve izini takib ederek hayır işleyenleri de över. Fakat bu konuda en büyük fazilet, örnek ve önder olanındır. Onun açtığı yoldan giden herkesin ecrinden bir pay, o kişiye ayrılır. Fakat o çığırda yürüyenlerin sevabından da hiç bir şey eksilmez. Buna karşılık kötü bir çığır açana da büyük bir vebal vardır. O kötü çığırda yürüyen herkesin günahından bir pay, kendilerinin günahı hiç eksilmeksizin, o çığırı açana yazılır. Daha önce bid’at hakkında bilgi verirken, kötü karşılanan yasaklanan bid’atın yanında iyi görülen bid’atın da olduğunu ifade etmiştik. İşte bu hadis, yasaklanan ve kötü karşılanan şeyin mutlak anlamda her bid’at değil, bâtıl ve sapıklık sayılan bid’at olduğunu göstermektedir. Çünkü iyi bir çığır açmak, önceden bilinmeyen ve uygulanmayan bir düşünceyi, bir eylemi ortaya koymaktır.” (Riyâzu’s-Sâlihîn Terceme ve Şerhi, II, 22-23, Erkam yayınları, İst. 2001) Bir arkadaşımın köyde oturan yaşlı babası vefat etmişti. Arkadaşlarla birlikte o köyün her sabah ilçeye yolcu taşıyan minibüsünü kiralayıp köye başsağlığı için gittik. Köylülerden her biri, rahmetlinin iyiliğini anlatıyor ve arkadaşımıza “bizim bildiğimiz ve tanıdığımız kadarıyla babanız cennetliktir” diyorlardı. Sözü minibüs şoförü aldı ve şunları anlattı: “Rahmetliyi benden iyi tanıyan yoktur. Oğulları, torunları ve yakınları da benim kadar tanıyamazlar. 2016 6 Mart Dergimizin Yeni Bankacılık Firması Rahmetli, o yaşına ve rahatsızlığına rağmen her sabah köyün meydanına çıkar, şehire gitmek üzere arabama binen insanları izler ve sonra da bir yolunu bulup kimseye hissettirmeden “falan, falan ve falancalardan para alma; onların yol parasını akşam gel, benden al!” derdi. Ben de o yoksullardan para almazdım, akşam gider rahmetliden alırdım paraları. Yoksullar da zannederlerdi ki, ben onları parasız taşıyorum. Hâlbuki onların paralarını rahmetli veriyordu. Şimdi bu yoksulların parasını kim verecek? Evet, rahmetlinin bu iyiliğini benden başka hiç kimse bilmiyordu; şimdi anlatıyorum ki, belki içinizden onun yerini dolduracak bir yoksul babası çıkar.” Şoförün anlattıkları herkesin gözyaşlarını akıttı. Oğulları, sevinç gözyaşı döküyor bizler de onlara eşlik ediyorduk. Bir süre devam eden sessizlikten sonra ben, rahmetlinin oğullarına dönerek “ne güzel babanız varmış! Babanıza lâyık olmaya çalışın, onun maddî ve manevî mirasına sahip olun! Şu anda siz, nasıl babanızla gurur duyuyorsanız; yerin altında o da sizinle gurur duysun.” dedim ve paylaşma infâk konusunda dilimin döndüğü kadar bir sohbet yaptım. Sonra da izin alıp geldiğimiz araba ile köyden ayrıldık. Yol boyunca şoför, rahmetli hakkında çok daha güze şeyler anlattı. Hem veren hem de verdiğini insanlardan gizleyen bu güzel insan yol boyunca duâ ettik. Rabbim, makamını cennet eylesin! Âmin! Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. İban No: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01 Hesap No: 826718 - 1 Verelim, saygı değer okuyucularım, verelim. Devamlı verelim. Ülkemize sığınan muhâcirlere, yoksullara, muhtaçlara, darda kalanlara, yolculara, öğrencilere, Allah yolundaki faaliyetlere, Allah rızası için verelim. Mart 7 2016 Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK Onlara Güzel Söz Söyle! Azarlama! Abdullah b. Mesud’un rivayet ettiğine göre bir adam Rasûlüllah’a (sav), “Amellerin en üstünü hangisidir?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Vaktinde kılınan namaz ve anne babaya iyilik etmektir. Sonra da Allah yolunda cihad etmek gelir.” (Buhârî, Cihâd ve Siyer, A llah Teâlâ insanın ve evrenin yaratıcıdır. Anne baba ise kişinin dünyaya geliş sebebidir. Çocuk dünyaya geldiğinde bakıma, korumaya ve sevgiye muhtaçtır. Çocuğa bunu en iyi bir şekilde verecek de anne babasıdır. Rabbimiz buna şöyle işaret eder: “Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et (diyerek dua et!)” (İsrâ, 17/24). 1, Tevhid,48; Müslim, İman, 137). Bizlerin varlık sebebi olan anne babaya Rabbimiz en küçük bir hata yapmamızı iste- 2016 8 memektedir: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın! Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez!” (Nisa, 4/36). Yine Rabbimiz, en fazla ihtiyacımız olduğu bir zamanda nasıl anne babamız bize şefkat kanatlarını germişlerse bizler de onlara özellikle buna Mart en fazla ihtiyaç duydukları anda yapmamız gerekir. “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf! bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger.” (İsrâ, 17/23-24). En Fazla Kime İyilik Yapılmalıdır? Üzerimizde en fazla hakkı olan anne babamızdır. Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Bir adam, Rasûlüllah’a (s.a.v.) geldi ve: “İnsanlar arasında kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?” diye sordu. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:“Annendir.” Adam: “Sonra kimdir?” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) “Annendir” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) “Annendir” buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) “Babandır” buyurdu. (Buhârî, Bir ve Sıla, 2; Müslim, Bir ve Sıla, 1, 2). Anne baba aynı zamanda Müslümanın kurtuluşu için birer vesiledir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) bir başka rivâyet şudur. Rasûlüllah (s.a.v.) bir gün minbere çıktı “Âmîn, âmîn, âmîn” dedi. Kendisine denildi ki: Ey Allah’ın elçisi! Sen minbere çıkınca “Âmîn, âmîn, âmîn” dedin. Rasûlüllah (s.a.v.) Cebrail bana, ramazan ayına yetişip de günahları affolunmayan kişiyi Allah cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de”, dedi. Ben “Âmîn” dedim.” Sonra Cebrail: “Ana babasına veya onlardan birisine sağlığında kavuşup da onlara iyi davranmadan ölürse Allah onu cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de”, dedi. Ben “Âmîn” dedim.” Sonra şöyle dedi: Yanında senden söz edilince sana salavât getirmeden ölen kimseyi de Allah cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de”, dedi. Ben “Âmîn” dedim.” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 254). Cihada Denk Amel Anne babaya hizmet bazı hadislerde Allah yolunda cihada denk olarak kabul edilmiştir. Abdullah b. Amr b. As şöyle dedi: “Bir adam Nebi’ye (s.a.v.) gelerek: “Ben Allah’tan ecir isteyerek hicret ve cihad etmek üzere sana biat ediyorum” dedi. Nebi (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Annen ve babandan sağ olanı var mıdır?” Adam: “Her ikisi de sağdır” dedi. Nebi (s.a.v.) şöyle buyurdu. “Böyle iken sen Allah’tan ecir mi istiyorsun?” Adam: “Evet” deyince Nebi (s.a.v.) “Burada kal, onlara hizmet et, çünkü onlara hizmet cihaddır.” buyurdu. (Müslim, Bir ve Sıla, 5, 6). Başka bir hadiste de bu iki amel yani Allah yolunda cihat ve anne babaya itaat en faziletli amellerden kabul edilmiştir: Abdullah b. Mesud’un rivayet ettiğine göre bir adam Rasûlüllah’a (sav), “Amellerin en üstünü hangisidir?” diye sorunca şöyle cevap verdi: “Vaktinde kılınan namaz ve anne babaya iyilik etmektir. Sonra da Allah yolunda cihad etmek gelir.” (Buhârî, Cihâd ve Siyer, 1, Tevhid,48; Müslim, İman, 137). Bir başka sahabide { } “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın! Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez!” (Nisa, 4/36) Mart 9 2016 “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf! bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger.” (İsrâ, 17/23-24). hicret etmek için gelip “Ya Rasûlallah! Ana-babamı ağlatarak geldim” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) bu duruma üzülerek buyurdu ki: “Hemen git, onları ağlattığın gibi güldür!” (Ebû Dâvûd, Cihad, 31; Nesâî, Biat, 10; İbn Mâce, Cihad,12). Anne babaya itaat edilmeyecek tek konu vardır o da kişiyi Allah’a isyan ve O’nun emrine aykırı görüşe sevketmeleridir: “Biz insana, anne babasına en güzel bir biçimde davranmasını emrettik. Ama onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onların sözüne uyma! Sonunda dönüşünüz yalnız bana olacaktır. İşte o zaman, vaktiyle yapmış olduğunuz her şeyi önünüze koyacağım.” (Ankebut, 29/8). Anne baba Müslüman olmasa dahi onlara iyilik yapılır meşrû istek ve emirleri yerine getirilir. Esma binti Ebû Bekir’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi: Annem yanıma geldi, kendisi Kureyş devrinde Rasûlüllah’ın (s.a.v) onlarla muahede yaptığı zaman henüz müşrik idi. Ben Rasûlüllah’tan (s.a.v) fetva isteyerek: “Ya Rasûlallah! Annem bana rağbet göstererek, yanıma geldi. Kendisine yardımda bulunayım mı?” dedim. Rasûlüllah (s.a.v): “Evet annene yardımda bulun” buyurdu. ( Buhârî, Cizye, 18, Edeb, 7, 8; Müslim, Zekât, 49, 50). Buhârî’de İbn Uyeyne’nin şu ilavesi vardır: Bu konuda Allah şöyle buyurmuştur: “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.” (Mümtehıne, 60/8). Hadise göre din ayrılığı bile olsa anneye sıla yapılması gerekir. Hatta bu konuda kocanın izni dahi şart değildir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v) Hz. Esma’ya annesini ziyaret için kocasının iznini şart koşmamıştır. Sahabeden birisi Rasûlüllah’a (s.a.v) gelerek: “Ya Rasûlallah! Annem babam öldüler. Bunlar için bundan sonra yapabileceğim bir iyilik var mı?” diye sorar. Rasûlüllah (s.a.v) sahabeye şu cevabı verir: “Tabii ki vardır. Onlar için dua etmek, günahlarının bağışlanmasını Allah’tan dilemek. Hayatta iken verdikleri sözleri onların adına yerine getirmek. Onlardan yana olan akrabalık bağlarını gözetmeğe devam etmek. Onların dostlarına, arkadaşlarına iyilik etmek.” (Ebû Dâvûd, Edep, 119, 120). Son olarak Rabbimiz Müslümanlardan başta anne baba ve diğer Müslümanlara şöyle dua etmelerini istemektedir: “Ey Rabbimiz! Amellerin hesap olunacağı gün, beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim,14 / 41). Selam ve dua ile… 2016 10 Mart Prof. Dr. Ali AKPINAR Allah’ın Rızası, Anne Babanın Rızasındadır! Anne baba hakkı ve sevgisi, onları huzur evlerine mahkûm ettikten sonra orada onları ziyaret emekle ödenmeyecek kadar büyük bir hak, engin bir sevgi ve saygı selidir. A nne babamız, bizim dünyaya gelmemize vesîle olan kişilerdir. Aslında anne-baba, bir bütünün birbirini tamamlayan iki parçasıdır. Biri olmadan öteki olmaz. Anne olmak için babaya ihtiyaç vardır, baba olmak için anneye ihtiyaç vardır. Ne baba olmadan anne olunabilir, ne de anne olmadan baba olunabilir. Bu yüzden dilimizde anne baba, valideyn kelimesinde bir araya getirilmiştir. Yüce Rabbimiz, bir âyeti kerimesinde babaya ve evladına yemin ederek babanın öne- Mart 11 mini vurgulamıştır. “Babaya ve çocuğuna and olsun!”/ (Ve vâlidin ve mâ veled.) [1] Âyetteki baba ve çocuğundan kasıt Hz. Âdem ve çocuğu yahut Hz. İbrahim ve oğlu yahut genel olarak baba ve çocuğudur. Gerçekten de insan neslinin devamı için baba da önemlidir, anne de, çocuk da. Yüce Yaratıcı, yeryüzünde önce Âdem babamızı yarattı. Zira baba, yönetici olacaktı, yöneticinin de öncelik hakkı vardı. Bu, onun anneden üstün olduğu anlamında değildi. Zira haklar, sorumluluklara 2016 göre idi. Sorumluluğu fazla olan, sorumluluğunu hakkıyla yerine getirirse, başkalarına göre daha fazla hak ve yetkiye sahiptir. Nitekim Hz. Âdem’den hemen sonra eşi ve insanlığın annesi Hz. Havva yaratılmıştır. Allah’ın Hakkından Sonra Anne Baba Hakkı Kur’ân-ı Kerim âyetleri, Yüce Allah’ın hakkından bahsettikten hemen sonra anne baba hakkından bahseder. Yüce Rabbimiz, bizleri yaratandır; anne babamız ise bizim dünyaya gelmemize aracılık eden kimselerdir. “Rabbin yalnızca kendisine kulluk ve ibadet etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Anne babandan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, ‘Of’ bile deme, onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek merhamet kanatlarını üzerlerine ger ve şöyle dua et: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara rahmet et.”[2] “Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası, onu sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içerisinde olur. İşte bunun için, önce bana şükret; sonra da ana-babana teşekkür et, diye öğüt vermişizdir. Dönüş ancak banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgi sahibi olmadıkları bir konuda bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim.”[3] “Biz, insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer ana baba, seni bir şeyi körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.”[4] Âyetlerde, Yüce Allah kendisine ibadet ve kulluk yapılmasını emrettikten hemen sonra, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmayı emretmektedir. Bu, ana-baba hakkının Allah hakkından hemen sonra geldiğinin ve ne kadar önemli olduğunun açık göstergesidir. Ana-Babamıza Öf Bile Dememeliyiz Yine âyetlerin bize yüklediği görev, ana-babamıza öf bile demememiz, onları incitecek hiçbir söz ve davranışta bulunmamamız; onlara sevgi, saygı ve ilgiyle yaklaşmamız ve en önemlisi onlara dua etmemizdir. Onlar Allah’a şirk koşan kimseler olsalar ve bizi de müşrik olmaya zorlasalar bile, onlarla dünyada iyi geçinmemiz emredilmiştir. Ancak böyle bir durumda { } “Biz, insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer ana baba, seni bir şeyi körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.”[4] 2016 12 Mart Öyleyse her namazın sonunda okuduğumuz Rabbenâ duasında “Rabbimiz, hesabın görüleceği günde bizi, anne babamızı ve mü’minleri bağışla.”[9] diye dua ettiğimiz anne babamıza karşı sorumluluklarımızın bilincinde olarak, vazifelerimizi yaparak, onların gönlünü alarak duamızın gereğini yerine getirelim. anne babaya itaat edilmez. Çünkü Allah’a isyan konusunda hiç kimseye itaat edilmez. İtaat ancak hakta ve hayırdadır. Allah’a ortak koşmak, nasıl ki büyük günahların başında sayılmışsa; anne babaya karşı gelmek, onları incitip üzmek de büyük günahlardan sayılmıştır. Peygamberimiz, anne babaya karşı gelmeyi (ukûku’l-vâlideyn) büyük günahlardan saymıştır.[5] Bir hadislerinde de Allah’ın rızasının anne babanın rızasında olduğunu; Allah’ın gazabının da anne babayı kızdırmakta olduğunu söylemiştir.[6] Hizmette Kusur Eden Ana-baba hakkı, onlara saygı ve ilgi duyma hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Ana ve babasının ihtiyarlık zamanlarında, bunlardan birine yahut ikisine yetişip de, bunlara gereken hürmet ve hizmette bulunarak Cennet’i hak edemeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün! (Bu ifadeyi üç kere tekrar etmişti.)”[7] Savaşa katılmak için kendisinden izin isteyen Muâviye b. Cahime’ye, “Annen sağ mı?” diye sormuş ve şöyle buyurmuştur: “Sözlerime dikkat et! Annenin ayağı dibinde otur. Çünkü cennet oradadır. Annenin yanından ayrılma, çünkü cennet onun ayakları altındadır.” Peygamberimize(s.a.v), insanlar içerisinde kendisine iyi davranmaya en lâyık olanın kim olduğu sorulmuş, o cevabında üç kere “Annen.” buyurmuş, dördüncü soruluşta ise “Baban.” diye cevap vermiştir.[8] Buna göre annelik, babalıktan üç adım öndedir. Çünkü babadan farklı olarak anne, çocuğunu dokuz ay karnında gezdirmiş, dayanılmaz acılarla onu doğurmuş ve onu emzirmiştir. Çocuğun yetişmesinde Mart annenin ayrı bir yeri vardır. Bizler, ana dilimizi öncelikle annemizden öğreniriz, onunla konuşuruz ve onunla anlaşırız. Bu sebeple annelik, insan yetiştirme sanatıdır, anneler de bu sanatın ustalarıdır. Bu yüzden ebeveynimize karşı sorumluluklarımız büyüktür. Hikâye olunur ki, bir evlat hasta anasını sırtında taşıyarak ona hac görevini yaptırmış ve dönüp annesine, hakkını ödeyebildim mi anne, diye sormuş, annesi şu cevabı vermiştir: Ne gezer evladım. Sen beni sırtında taşıdın ama yorulunca, istirahat ve ihtiyaçların için yere indirdin. Bense seni dokuz ay, kendimden hiç ayırmadan hep karnımda taşıdım ve besledim. Ben sana büyüyesin diye bakardım. Sense bana çabuk öleyim diye bakıyorsun! Öyleyse her namazın sonunda okuduğumuz Rabbenâ duasında “Rabbimiz, hesabın görüleceği günde bizi, anne babamızı ve mü’minleri bağışla.”[9] diye dua ettiğimiz anne babamıza karşı sorumluluklarımızın bilincinde olarak, vazifelerimizi yaparak, onların gönlünü alarak duamızın gereğini yerine getirelim. Onları üzerek, onlara karşı gelerek duamıza ters düşmeyelim. Anaları ağlatanlardan olmamaya, onları senede birkaç gün değil her zaman, hayatlarında ve ölümlerinden sonra bile hoşnut etmeye gayret edelim. Anne baba hakkı ve sevgisi, onları huzur evlerine mahkûm ettikten sonra orada onları ziyaret emekle ödenmeyecek kadar büyük bir hak, engin bir sevgi ve saygı selidir. Kadının sokağa döküldüğü, anneliğin aşağılandığı bir dünyada, insan yetiştirme üstadları olan annelerimize ve onlar kadar hakları olan babalarımıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirelim. Anne babanın rızasıyla Rabbin rızasını kazanmaya gayret edelim. Dipnotlar [1] 90/Beled, 3. [2] 17/İsrâ, 23-24. [3] 31/Lokmân, 14-15. [4] 29/Ankebût, 8. [5] Buhârî, Müslim. [6] Tirmizî. [7] Müslim, Ahmed. [8] Buhârî, Müslim. [9] 14/ İbrahim 41. 13 2016 Abdullatif ACAR Ana - Baba Hakkı A Evlatların anne ve babalarına bakmaları duygusallıkla sınırlı, acımakla ilintili bir şey de değildir sadece. Bu,Her şeyden önce Allah tarafından bizlere yüklenen bir g ö r e v d i r. 2016 ile, bir tolumun en küçük yapı taşı olmasına rağmen toplumun huzur ve saadetini sağlayan, geleceğini şekillendiren en önemli unsurdur. Ailede ahlaken olgunlaşmayan sevgi ve saygı temelleri üzerine yetiştirilmeyen, hayatın gayesini ve toplum içerisinde olmanın sorumluluğunu öğrenmeyen, dini ve milli değerlere bağlılığı temin edilmeyen, hiçbir çocuk geleceğin büyükleri olarak, topluma asla faydalı olamaz. Aile, sosyal, kültürel ve dini değerlerin bir sonraki nesillere aktarılmasında ve bunların 14 toplum düzleminde yaşanmasında en önemli köprü görevini yerine getirmektedir. Çocuklar karşılık beklemeden yardımlaşmayı, dayanışmayı, sevgi ve saygıyı aile ortamında öğrenirler. Aile bireyleri arasında yaşanamayan merhamet, aile dışındaki insanlar arasında kolay kolay yer bulamaz. Şiddet gören, şiddeti benimsemiş bir aile ortamında yetişen, sevgi, saygı nedir bilmeyen çocuk büyüdüğünde, toplumla buluştuğunda, zihnine yerleştirdiği, kabullendiği bu kötü alışkanlıkları insanlara uygulamaktan asla çekinmiyor. Sa- Mart adetin vesilesi değil felaketlerin ve huzursuzlukların müsebbibi durumuna geliyor. Onun için İslam, aileyi ciddi bir şekilde ele almış, aileye büyük önem vermiş; aile bireyleri arasındaki görevlerin ne olduğunu ilahi ve nebevi kanunlarla düzenlemiştir. İslam dini bir hayat nizamıdır, bu düzen ve kanun, insanla ilgili her yerde ve her alanda mevcuttur. İnsan, sosyal bir varlık olması nedeniyle, daha dünyaya gözünü açar açmaz, bir şekilde ihtiyacının başkaları tarafından giderilmesine olan muhtaçlığını hissetmeye başlıyor. Bu bağlamda ilk önce anne ve babasıyla irtibata geçiyor. Yani hayat insanlarla yaşanan bir olgudur. Dolayısıyla hiçbir ilişki İslam’ın göz ardı ettiği, es geçtiği bir realite değildir. Nerde insan varsa orada İslam’ın emri ve nehyi vardır. İslam insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde, bunların tesis ve devam ettirilmesinde önemli kurallar koymuştur. Bu kuraların ve kanunların dışına çıkılması, hak hukukun ihlali olduğundan daha bu dünyadaki huzursuzluğun temeli de bu şekilde atılmış olur. İnsan, hayatını yaşarken bencilce bir tutumdan şiddetle kaçınmalıdır. Sahip olduklarını kullanmanın sınırını başkalarının hakkının sınırına kadar görmeli ve hatta herkese karşı kendisine yüklenen sorumluluk ve görevleri yerine getirmeyi de Allah tarafından, kendisinin eliyle başkalarına bahşedilen bir hak olarak bilmelidir. Bu ister komşularımıza ister akrabalarımıza karşı; ister bütün din kardeşlerimize, ister kan bağıyla bağlı olduğumuz akrabalarımıza karşı olsun, hatta bütün insanlara ve hayvanlara karşı olsun böyledir. Yani insanın kendisi dışındaki, az veya çok, herkese karşı yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Bunların içerisinde anne ve babalarımıza karşı görevlerimiz hem ailenin, hem de toplumun İslami ve ahlaki bir yapıda şekillenmesi bu bağlamda insanlar arasında ki ilişkilerin düzenlenmesi, toplumun değerlerinin tesis ve inşa edilebilmesi açısından daha önem arz etmektedir. Çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi toplumun temeli ailelerden oluşur. Ailenin temeli de meşru bir yolla hayatlarını birleştiren karı kocadan meydana gelir. Eşlerin, ilk etapta sadece kendi aralarında huzuru ve sükûnu tesis etmekle sınırlı birer görevleri var iken sonra, bu aileye evlatların dâhil olmasıyla sorumlulukları ve görevleri daha da artmaktadır. Anne-babanın, ilerde toplumun aktif bir ferdi olarak toplumun geleceğini etkileyecek evlatlara karşı görevleri olduğu gibi elbette ki evlatların da baba ve anneye karşı görevleri vardır. İslam, “baba ve anne” yetiştirme gibi ulvi ve mukaddes görevleri olan anne ve babaya özel bir hassasiyetle muamelede bulunmamızı emir buyurmuştur. Anneye Ve Babaya İyilik Allah’ın Emridir Yüce Allah, kendisine kulluktan sonra anne ve babaya itaat etmeyi emir buyurmuş, onlara karşı bir bıkkınlık, bezginlik ve memnuniyetsizliğin göstergesi olan, “öf” bile demeyi uygun bulmamıştır. Rabbimiz buyuruyor ki: “Rabbiniz, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza iyilik etmenizi emir buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın, ikisine de hep tatlı söz söyleyesin” (İsra,3) Var oluşumuz, bu kadar sayısız nimetlere lütuflara mazhar oluşumuz yüce Allah’ın bizzat kendi istemesi ve dilemesiyledir. O bizi eşrefi mahlûk olarak yarat- { } Rabbimiz buyuruyor ki: “Rabbiniz, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza iyilik etmenizi emir buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın, ikisine de hep tatlı söz söyleyesin” (İsra,3) Mart 15 2016 Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki: “Deki: gelin Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: ona hiç bir şeyi ortak koşmayın, Ana-Babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin.” (Enam 151) mış, bütün mahlûkatı bizlerin emrine amade kılmıştır. Gerçek güç ve kudret sahibi Allah’tır. O dilemese hiçbir şeyi elde edemeyiz. Öyleyse kullukla gerçek şükrümüzü Rabbimize göstermeliyiz. Ona itaat ve ibadette teslimiyet içerisinde olmalıyız. Anne ve baba eliyle bizlere merhamet eden Allah, şefkatle bizleri büyüten bu dünyaya gelmemize vesile olan, Rabbimize kulluğumuzu yerine getirmemize aracı olan, daha üzerimizde nice hakları bulunan anne -babamızı da unutmamamızı istemektedir. Zira kuluna şükrünü bilemeyen, Rabbine de kulluğunu bilemez. Allah, bu ayetiyle kendisine kullukla anaya ve babaya itaati müsavi kılmış, insanları bu hususta uyarmış, onlara karşı devamlı sevecen tavırlar içerisinde olmamızı, güler yüzle ve tatlı dille muamele etmemizi, en küçük bir kırgınlığa ve üzüntüye sebep olacak davranışlardan şiddetle kaçınmamızı emir buyurmuştur. Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki: “Deki: gelin Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: ona hiç bir şeyi ortak koşmayın, Ana-Babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin.” (Enam 151) Allaha şirk koşmanın nasıl ki hiç bir mazereti yoksa anne ve babaya hizmet etmemenin, onların yardı- mında bulunmamanın da hiçbir mazereti söz konusu değildir. Onlara itaatte ve yardımda geri duranların, onların üzülmesine sebep olacak davranışlara girişenlerin büyük günah işlemiş olacağını Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadisinde şöyle ifade ediyor: “Bir kimse Ana-babasının üzüleceklerini gerektirecek harekette bulunursa, büyük günah sahibi olur .” (Kenzül irfan. S.191, no 437) Başka bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor: “Anaya-babaya muhabbetle bakmak evlat için ibadet makamındadır.” (Kenzül irfan, c,191, no 439) Anne ve babaya meşru olan şeyler hususunda itaat etmemek, onların kalbini kıracak sözlü ve fili davranışlarda bulunmak sıla-i rahimi kesmek diğer ibadetlerimizdeki değeri ve faydayı da yok eder. Peygamber efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Üç şey vardır ki kişide bunlardan biri bulunduğu müddetçe onun amelleri fayda vermez. Bunlar: Allah’a şirk koşmak, Ana babaya karşı gelmek, Savaş meydanından kaçmak”tır. (Et-Terğip ve’t Terhip c. 3, s. 328) Anaya ve babaya asi olan bir insan, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Dünya ve ahiret saadetine ermek isteyen ise anne ve babasını memnun etmesi gerekir. Onlar memnun edilmeden ne cennet nimetine nede Allah’ın rızasına nail olunur. Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Ana ve babaya asi olmaktan sakının, zira cennetin kokusu bin yıllık yoldan alınır. Allah’a yemin ederim ki, ana-babaya asi olan, sıla-i rahimi terk eden, zina yapan ihtiyar, el- 2016 16 Mart bisesi kibir ve azametli komşu -zira azamet ancak Allah’a mahsustur- cennetin kokusunu duyamaz.” (Abdullatif Terc.s. 223) Hele Yaşlılıkların Da Çok Daha Dikkatli Olmalı Anaya ve babaya iyi davranmak her zaman ve her yaşta gereklidir. Bu gerekliliği yerine getirmek onların genç zamanlarında hatta kendilerine muhtaç olduğumuzu hissettiğimiz dönemlerde daha kolaydır. Zaten bu zamanlarda pek muhtaç durumda da değillerdir, takdir edersiniz ki. Ancak, her insan gibi onlarında yaşlanması, eski enerji ve kuvvetlerini yitirmesi, duygularını kullanma kabiliyetlerini kayıp etmesi, bazen de algılama güçlerini kayıp etmeleriyle iletişimde sorunlar yaşamaları söz konusudur. İhtiyarlığın vermiş olduğu kazalarda muhtemeldir. İşte, böyle bir zaman da onlara karşı daha hassasiyet içerisinde olmamız gerekir. Bu dönemler onların en kırılgan ve alıngan dönemleridir. Sizin küçük ve basit gördüğününüz şeyleri onlar çok daha ciddiye alabilir üzülebilirler. Öyle hassas olduğu dönemler de hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan, hiçbir mazeret ileri sürmeden onlara karşı görevlerimizde asla kusur etmemeli, güler yüzle tatlı dille muamele ederek gönülleri alınmalı. Seslerimizi yükselterek, kendilerinin istenmeyen kişiler oldukları kanaatlerine sebebiyet vermemeli. Bu durumda kendilerine karşı güven duyguları zedelendiği, size bağladıkları ümit yok olduğu için çevreleriyle de uyumlu bir iletişim kuramaz ve huzursuz olurlar. “Bir kimse Ana-babasının üzüleceklerini gerektirecek harekette bulunursa, büyük günah sahibi olur .” (Kenzül irfan. S.191, no 437) Başka bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor: “Anaya-babaya muhabbetle bakmak evlat için ibadet (Kenzül irfan, c,191, no 439) makamındadır.” Mart Anne-babaya içtenlikle yapılan her hizmet, gönüllerini almak için söylenen güzel bir söz, onların morallerini düzeltecek her sohbet sadece mükâfat kazanmaya değil aynı zamanda günahların affedilmesine de vesile olmaktadır. Cenneti kazanmak kolay değil, bir şeylerden feragat etmek gerekir. Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmenin yanında günahlarımızdan da arınmış olmamız gerekir. Anaya ve babaya itaat buna vesiledir. İmtihan için önümüze konan her fırsatı değerlendirerek yüce Allah’ın rızasına gözümüzü ve gönlümüzü dikmemiz gerekir. Bu imtihan bazen evlatlarımız bazen sahip olduğumuz malımız mülkümüz bazen varlığımız bazen darlığımız bazen sıhhatimiz bazen de sağlığımızdır. Her şeyi bir imtihan sorusu olarak görmek ve onu başarmak için gayret sarf etmeliyiz. İşte, anne babalarımızın ihtiyarlık zamanlarındaki hallerine de bu açıdan bakıp onlara karşı sevgi ve saygımızdan taviz vermeden, hizmetlerinde kusur etmeden Allah’ın mükâfatına nail olmaya çalışmamız gerekir. Aksi takdir de kınananlardan ve fırsatı kaçıranlardan olmuş oluruz. Peygamberimiz (s.a.v) bir gün: “Burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün” demiş Sahabeler: “Kimin burnu yede sürünsün Ey Allah’ın Resulü?” dediklerinde Peygamberimiz (sav) : “İhtiyarlığı anında annesi ile babasından birine yahut her ikisine yetişip de, onlar sebebiyle cennete giremeyenin” (Müslim, Birr,9) buyurmuştur. 17 2016 Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Ana ve babaya asi olmaktan sakının, zira cennetin kokusu bin yıllık yoldan alınır. Allah’a yemin ederim ki, anababaya asi olan, sıla-i rahimi terk eden, zina yapan ihtiyar, elbisesi kibir ve azametli komşu -zira azamet ancak Allah’a mahsustur- cennetin kokusunu duyamaz.” (Abdullatif Terc.s. 223) Anneye Ve Babaya Bakmak Dini Bir Görevdir Evlatların anne ve babalarına bakmaları duygusallıkla sınırlı, acımakla ilintili bir şey de değildir sadece. Bu, Allah tarafından bizlere yüklenen bir görevdir her şeyden önce. Dinen zengin sayılan birisinin zekât veremeyeceği insanlar arasında anne ve babasının olması onlara zaten bakmakla mükellef olduğundandır. Bu görev ve sorumluluğu sadece maddi bir sorumluluk olarak da düşünemeyiz. Bir annenin ve babanın öyle şefkate ve merhamete ihtiyaçları olur ki, önlerine dünyaları da serseniz, hizmetçilerde tutsanız sizin şefkatinizden başka şeylerle onu telafi edemezsiniz. Bir insanın iman etmesi onun gereği amelleri işlemesi kulluk görevidir. İşte anne ve babaya yardım etmek onların maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermek, onları yalnızlığa terk etmemek, özellikle onların yaşlılık dönemde hayatla irtibatlarının devamını sağlamak da bir evlat için en faziletli amellerdendir. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: Abdullah B. Mesut anlatıyor: Allah’ın elçisine “amellerin hangisinin daha faziletli olduğunu” sordum. Hz. Peygamber: “Vaktinde kılınan namazdır” buyurdu. “Ondan sonra hangisidir” diye sordum. “Anaya-babaya iyilik yapmaktır” buyurdu. (Müslüm, İman, 137) Evet, bir insanın, cenneti kazanması da cehenneme müstehak hale gelmesi de anne ve babasına karşı tutum ve davranışlarıyla ilgilidir. Çünkü Allah’ın rızası anne ve babanın rızasına, Allah’ın gazabı da anne ve babanın gazabına bağlanmıştır. Bir adam Resulü Ekrem’e gelip Anne ve babanın evlat üzerindeki hakları nelerdir diye sorduğunda. Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Onlar (senin) ya cennetin ya da cehennemindir” (Seçme Hadisler, s.138) Anne ve babasına karşı görevlerini yerine getiren, onlara ihsanda ve ikramda bulunanların ilerde çeşitli sıkıntılarla karşılaştıklarında dualarının kabul edileceğini bildirmiştir Allah’ın Resulü (s.a.v). Onların Hakkı Kolay Kolay Ödenmez Anne-babanın hakkı kolay kolay ödenmez. Onlar ki evlatları için her fedakârlığa katlanmış, yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, giymemiş giydirmişlerdir. Ço- 2016 18 Mart cuklarının geleceği için kendi hayatlarını ortaya koymuşlardır. Nice şeylerden fedakârlık etme hususunda asla tereddüt yaşamamışlardır. Geleceklerini teminat altına almak için gece gündüz demeden çalışmışlardır. En büyük miras olarak belki dinlerini öğretmişler, Allah(c.c), Peygamber(s.a.v) sevgisiyle bezemişlerdir. Ahlaklı birer insan olarak toplumu, hayatı, hayatın gayesini öğretmişlerdir. Özellikle annenin evladı için yapmış olduğu fedakârlığı kelimeler ifade etmekte yetersiz kalır. O ki; gece uykusunu bölerek çocuğunun karnını doyurur, altını temizlemekten imtina etmez, ağzından çıkarır çocuğunun ağzına koyar, lokmasını. Bunları yaparken de küçük bir memnuniyetsizlik ifadesine rastlamazsınız. Dokuz ay karnında taşıması bile, başka bir şey yapmamış olsa bile, hiçbir evladın kolay kolay ödeyebileceği bir şey değildir. Bunun için bir adam peygamberimize (s.a.v.) gelerek “insanlar arasında iyi davranmama en çok layık olan kimdir?” diye sorduğunda üç defa peş peşe aynı soruya “annendir, annendir, annendir. Sonrada babandır “ diye cevap vermiştir. “Cennet anaların ayakları altındadır” iltifatı ayrıcalığı da yine Anneye mahsustur. Yüce rabbimiz bir ayetinde buyuruyor ki: “Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (işte bunun için) önce bana sonra da anne ve babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak banadır” (Lokman,14) Bir adam Resulü Ekrem’e gelip Anne ve babanın evlat üzerindeki hakları nelerdir diye sorduğunda. Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Onlar (senin) ya cennetin ya da cehennemindir” (Seçme Hadisler, s.138) Mart Peygamberimizde(s.a.v.): “Hiçbir evlat, anne - babasının hakkını tam olarak eda edemez (ödeyemez) babasının esir pazarında satılırken görse de onu satın alıp azat etse ancak o zaman ödeyebilir.” (EtTerğib ve’t Terhib c.3 s.314) buyuruyor. Hasan-ı Basri hazretleri bir gün, kabeyi tavaf ederken arkasında zembilli bir delikanlıya rast gelip zembilde ne olduğunu sordu. O delikanlı: “Ya imam zembilde anam var” dedi. Ve devam etti: “Biz fakiriz senelerdir anam kabeyi ziyaret etmek isterdik fakat bizim mali durumumuz müsait olmadığı için kabeye gelemezdik. Anam’ın bu arzusunu biliyordum. Kendisi iyice ihtiyarlaştı, gelmesine de hiç imkan kalmadı. Ancak kabe aşkı her geçen gün kendisinde daha da alevleniyor, aklına geldikçe gözyaşlarını tutamıyordu. Anamın bu haline dayanamaz oldum. Anamı bunun için arkama alıp kabeyi tavaf ettiriyorum. Acaba ya imam ana baba hakkı büyüktür derler acaba anama yaptığım bu iyilikle onun hakkını ödeyebildi mi?” dediğinde Hasan-ı Basri hazretleri şöyle buyurdu: “Yetmiş defa kabil olsa da şamdan ananı sırtında kebeye getirip böylece tavaf ettirsen, ananın karnında iken bir defa attığın tekmeye karşı hakkını ödeyemezsin” Bir evladın anne ve babasına karşı görevleri sadece bu dünyayla sınırlı değildir. Öldüklerinde de onlara karşı görevlerimiz devam etmektedir. Hayırlı bir evlat, anne ve babası öldükten sonrada, onların amel defterlerine sevap yazılması için onlar adına hayır hasenat yapan, onların dostlarının ziyaretine giden, 19 2016 Yüce rabbimiz bir ayetinde buyuruyor ki: “Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (işte bunun için) önce bana sonra da anne ve babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak banadır” (Lokman,14) onların sevdiklerini seven, vasiyetlerini, taahhütlerini yerine getiren, yakınlığı onlar vasıtasıyla olan, amca, hala, dayı, teyze gibi akrabaları ziyaret eden, onların dostlarına ikram ve izzette bulunan evlattır. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu iyiliklerin en iyisi olarak nitelendirmiştir: “En iyi iyilik, babasının samimi dostuna, iyiliği ve ihsanı devam ettirmesidir.” (Müslim) Yine başka bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor: “İyiliğin en iyisi evladın baba dostlarını ziyaret etmesidir” (Müslim) Anne Babaya Nerelerde İtaat Edilmez Anne ve babaya itaat şarttır, onlara iyilik etmek Allah katında en faziletli ameldir. Cennete girmeye cihat etmiş mükâfatına nail olmaya, dualarımızın kabulüne vesiledir. Ancak bu itaati, diğer insanlara olduğu gibi, kayıtsız ve şartsız bir itaat olarak düşünemeyiz. Şöyle ki; Allah’u Teâlâ’nın emirleri hayatımızda, bütün davranışlarımızda kırmızı çizgilerimizdir. Nerede Allah’a (c.c) isyan varsa orada, tepkimiz ve duyarlılığımız devreye girmeli. Dolayısıyla kim olursa olsun, Allah’ın (c.c) emrine uymayan bir istekte bulunursa onu yerine getiremeyiz. “Onun hakkı benim üzerimde çok, onun söylediklerini yapmasam darılır gibi düşünemeyiz. Her şeyin üzerinde Allah’ın hakkı vardır. İnsanların değil Allah’ın rızası önceliğimiz olmalı. Anne ve baba hakkını da bu çerçevede düşünmeliyiz. Allah’ın rızasını ummadan, onun referansı olmadan hiçbir amelin, ne kadar iyi olursa olsun, kıymeti ve değeri olmaz. Zaten, her davranışımızda mükâfata nail olabilmek, yüce Allah’ın iyi gördüğünü iyi görmek, kötü diye nitelendirdiğini de kötü bilmekle mümkündür. Peygamberimiz buyuruyorlar ki: “Halık’a (Allah’a) isyan olan işte, mahlûkata itaat olmaz” (Keşfü’l Hafâ) Saad Müslüman olduğunda, annesi yememek ve içmemek üzere yemin etti Annesi Saad’a: - Bak oğlum! Sen eski dinine dönmedikçe ben yiyip içmeyeceğim, sonunda ölürsem sana, annesinin katili olmuş derler ve seni kınarlar. Saad annesine: -Bak anne ne yaparsan yap ben bu dini bırakmam, diye kararlılığını gösterdiği halde annesi hala yemiyor ve içmiyor, oğlunun dininden dönmesi için ısrar ediyordu. Saad annesinin karşısında, kesin kararlığını gösterip dedi ki: -Vallahi anne senin yüz canın olsa da bunlar birer bire çıksa da imanımdan vaz geçmem” Annesi oğlunun bu kararlığı karşısında inadını terk edip yeme ve içmeye başladı. 2016 20 Mart Bu olaydan sonra şu ayeti kerimenin nazil olduğu bildirilmiştir: “Biz ana babasına iyilik etmesini emrettik, şayet onlar seni, hakkındaki, bir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme, dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı haber vereceğim” (Ankebut,8) Bu verilen ölçüler çerçevesinde anne baba müşrikte olsa, o durumlarını tasvip etmemekle beraber, onlara yine merhamet kanatlarımızı germeli, anne ve baba olmaları hasebiyle, sevgi ve saygıda kusur etmemeli, hidayete ermeleri için dua etmeli. Kur’an’ı kerimde İbrahim aleyhisselam’ın iman etmemiş “Azer” adındaki babasına karşı davranışı bizler için en büyük üslup ve saygı örneğidir. Hz Ebu Ebu Bekir’in kızı Esma(r.a.) müşrike olan annesiyle ilgili olarak şöyle anlatır: -Annem (benden bir şey istemek için) geldi. Bende Peygamberimize (s.a.v): -Annem geldi benimle görüşmek istiyor, görüşeyim mi?” diye sordum. Evet, annen ile görüş” buyurdu.(Buhari, Edep, 7) Onların Duasını Almalı Dua; sadece kendimize yaptığımız dualardan ibaret değildir. Birde başkalarının bizler hakkında yaptığı dualar vardır ki bunlar çok önemlidir. Biz, kendimize dua ederken dualarımızla rabbimiz arasın- şöyle Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu: “Yetmiş defa kabil olsa da şamdan ananı sırtında kebeye getirip böylece tavaf ettirsen, ananın karnında iken bir defa attığın tekmeye karşı hakkını ödeyemezsin” Mart da işlediğimiz günah engelleri vardır. O günahlar dualarımızın kabulüne engel olur. Ancak başkaları bizler hakkında günah işlemeyeceğinden bizler için yaptıkları dualar kabule şayandır. Hele bunlardan bazıları vardır ki onlar asla ret olunmazlar, anne babanın evlatları hakkında yaptıkları dualar gibi. Bir evlat için bu kadar hakları üzerinde olan anababasının memnuniyetinin bir ifadesi olarak, onların duasını almak ne büyük bir bahtiyarlıktır. Günlük hayatımızda da çoğu zaman bunu ifade ederiz; bir sıkıntıdan, felaketten başımızı kurtardığımızda ya da ferah ve huzura kavuştuğumuzda, bir şeyler elde ettiğimizde. “O annesinin babasının duasını almıştır veya annesinin duası onun üzerindedir” gibi sözlerle. Çünkü anne ve babanın çocuklar için gönülden yapacağı duayı Allah reddetmez. Peygamberimiz(s.a.v) buyuruyor ki bir hadisi şerifte: “Üç dua var var bunların kabul olunacağından şüphe yoktur: mazlumun (haksızlığa uğramış kimsenin) duası, misafirin (ikramını gördüğü kimseler için) duası ve anne ve babanın çocuklarına olan duasıdır” (Timizi , Birr,7) Bu bir “dua alma” yarışıdır. Anne ve babalarımıza sırf dualarını almak için bile hizmet edilir. Onlar için yapılan her fedakârlık bizler için geleceğimiz adına yapılan bir yatırımdır. Onların hoşnutluğu, kabul olmuş dua şeklinde bizlere döner, yaptığımız asla boşuna değildir. Abdullah B. Evfa anlatıyor: Peygamberimizin(s.a.v.) huzurunda bulunduğumuz sırada birisi geldi ve şöyle dedi. 21 2016 “Biz ana babasına iyilik etmesini emrettik, şayet onlar seni, hakkındaki, bir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme, dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı haber vereceğim” (Ankebut,8) - Ey Allah’ın Resulü! ölüm döşeğinde can çekişen bir genç var, kendisine “la ilahe illallah” denildiği halde bunu bir türlü söyleyemiyor. Peygamberimiz (s.a.v.) sordu: -Evet, sağdır, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.): - Çağırın gelsin, buyurdu. Onlarda kadını çağırdı, kadın geldiğinde sordu peygamberimiz(s.a.v.): - Bu genç namaz kılar mıydı. Adam: -Evet, kılardı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) kalkıp adımın yanına gitti, bizde onunla beraber gittik. Ve ona: -Onun şefaatçisi ben olurum. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.): - Laa ilahe illallah, de buyurdu. Genç: Söyleyemiyorum, dedi. -Peygamberimiz (s.a.v.) niçin söyleyemiyorsun? Diye sorunca peygamberimize (s.a.v.) gelen adam: -Annesine itaatsizdi, dedi. -Annesi sağ mı? Diye sordu. Orada olanlar: -Şurada büyük bir ateş hazırlansa da sana: “oğluna şafkat edersen onu ateşte yakmayız, şefkat etmezsen onu bu ateşte yakarız” deseler ne yaparsın? Diye sordu. Kadın: - O halde bu oğlundan razı olduğuna ve hakkını helal ettiğine Allah-ü Teâlâ’yı ve beni şahit göster, buyurdu. Kadın: -Allah’ım, yüce zatını ve peygamberini(s.a.v) şahit tutuyorum, oğlumdan razı oldum, dedi. Bunun üzerine peygamberimiz(s.a.v) gence dönerek: - “Laa ilahe illlallaü vehdehüle şerikeleh ve eş he dü ennne muhammeden abduhü ve resülühü” de, buyurdu. Hasta genç hemen şehadet getirince, peygamberimiz(s.a.v.): - Allaha hamdolsun ki, benim vasıtam ile bu genci cehennem ateşinden kurtardı, buyurdu. (Taberani, Ahmet Bin. Hambel) Suçlu Kim? Her insan ya anne babadır veya anne baba adayıdır, ancak her halükarda evlattır. Her insan, maişeti altındakilerden sorumlu olduğu gibi, anne babalarda çocuklarının, kendilerine Allah(c.c) tarafından verilen birer emanet olması nedeniyle onların dini ve ahlaki gelişimlerinden sorumludur. Evlatlar evliliğin meyvesi diye bilinir. Her nimetin bir külfeti vardır. Her külfet fedakârlık gerektirir. Ancak bu fe- 2016 22 Mart dakârlık, sadece evlatların maddi ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Zira maddi ihtiyaç geçici şeylerdir, kalıcı olan, ruhunu doyuran manevi ihtiyaçlardır. Baba ve anne evlatlarının eğitimi hususunu göz ardı ederlerse, onları salih bir mümin olarak yetiştirme hususunda ihmalkâr davranırsalar, o boşluktan faydalanan farklı mihraklar devreye girip anne babanın eğitemediği o çocukları farklı şekil ve inançlarla eğitmiş olurlar, o zaman evladınız elden gider sadece dünyaları değil ahiretleri de heba olur. Evlatlarının, çocukluk dönemlerinde “ilerde daha yapar” deyip onların ibadet etmelerinin ertelemesine sebep olan, gençlikte işledikleri hatalar nedeniyle “cahildir, sonra anlar doğruyu” diyerek onları yaptıkları hata ve günahların pençesine bile bile atan, büyüdüklerinde, “koskocaman adam olmuş kendi kararını kendi veriyor, zamanın evladı, baba-anne dinler mi?” diyerek pişmanlığını izhar etmek mecburiyetinde kalan babanın yapacağı bundan sonra ne kalmış olabilir ki. Yaşken ağaca şekil vermediğinizde kuruduğunda şekillendirmek isterseniz hem kırar hem de kırılırsınız. Sokakların eğittiği, bilgisayar ve televizyonun karşısında gününü geçirerek monoton ve ruhsuz, mekanik bir insan halini aldığı, garbın eğitim sistemine emanet edilerek tarihini kültürünü, dinini, ahlakını Allah’ın c.c istediği, peygamberin(sav) talim ettiği gibi değil, başkalarının uydurduğu din anlayışıyla, medeniyet dedikleri özgürlük safsatasıyla sahte ve anlamsız hayatları, hayat tarzı olarak kabul eden bir evlat, annesinin çektiğini, babasının fedakarlığını anlayamaz, Allah’ın kendine imandan sonra onlara itaati emrettiğini de bilmez. Evlatlar evliliğin meyvesi diye bilinir. Her nimetin bir külfeti vardır. Her külfet fedakârlık gerektirir. Ancak bu fedakârlık, sadece evlatların maddi ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Mart Evet, öğle değil mi ki? Anne baba, çocuğu konuştuğunda gözleri ışıl ışıl parlarken, şimdi nice evlatlar anne ve babasının konuşmasına tahammül edemiyor. Onları “eski ve geri kafalı” olarak algılıyor. “Sen ne anlarsın baba” diyerek susturuyor. Bir anne baba “yedi” evladına karşılıksız, severek bakarken “yedi” evlat bir babasına bakamıyor. Evlat anne kucağında, baba ocağın da kendini rahat huzurlu ve güvende hissettiği gibi ihtiyar anne ve baba, evlatlarının evinde kendini yabancı olarak görüyor. Bir köşeye sıkışıp kalmaktansa her şeye rağmen köyüne, kendinin bir odalı evine gitmek istediğinde yine azarlanıyor. “Babamda, annemde çok huysuz, bakmak istiyoruz, durmuyor yanımızda neyini noksan ediyoruz ki, yediği önünde yemediği arkasında, birazda dilini tutsun canım, hiçbir şeye karışmasın geçinip gitsin işte” diyor. Şimdi huzur evi koymuşlar hayırsız evlatların baba ve annelerinin kaldığı sığınma evlerine. Bu sefer 400 metre karelik yerde oturan evlat haftada bir gün babasının ve ya annesinin ziyaretine, huzur evine, gitmeyi gönül alma olarak görerek kendini avunduruyor. Anne ve babalara senede, ede ede, bir gün tahsis ettiler; babalar günü, anneler günü, diye. O günde bir defa telefonla ararlarsa evlatlar, anne- baba “buna da şükür” demeye başladılar. Ektiğimizi Mi Biçiyoruz? Aslında insanlar her konuda olduğu gibi, anne -babasına gösterdiği tavırlarla da evladına örnek olmaktadır. Anne- baba yaşantılarıyla, aile içerisindeki değerleriyle hem çocukların hem de kendilerinin 23 2016 Peygamberimiz(s.a.v) buyuruyor ki: “Bir genç bir ihtiyara yaşlı olmasından dolayı ikramda bulunursa, Allah, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi kendisine hazırlar.” (Timizi, birr,75) geleceğini belirliyor. Bir insan, diken ekerse diken, gül ekerse gül biter. Çocuklarına “anne baba” hakkını öğretme, onu bizzat yaşama hususunda örnek ve önder olamayan baba ve anne ihtiyarlandıklarında kendilerinin yaptıklarının aynısını evlatlarından görecektir. “İyiliğin karşılığı olsa olsa iyiliktir. ” (Rahman,60) Buyuruyor Rabbimiz Peygamberimiz(s.a.v) buyuruyor ki: “Bir genç bir ihtiyara yaşlı olmasından dolayı ikramda bulunursa, Allah, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi kendisine hazırlar.” (Timizi, birr,75) Ebu Bekir’den rivayetle peygamberimiz (s.a.v.) başka bir hadis-i şerif de ise şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ bütün günahlardan dilediklerinin( cezasını ) kıyamet gününe kadar tehir eder. Yalnız anaya ve babaya yapılan isyanın Allah Teâlâ sahibine ölmeden öncede dünyada verecektir” (et-Terğip ve’ Terhip,c.3;s.331) Biz bunun cezasının kimin eliyle olacağını bilemeyiz. Bu, çoğu zaman misliyle olur. Babasına itaat etmeyenin evladı da kendisine itaat etmez, anne babasına asi olanın, evladı da kendisine asi olur. Çünkü çocuk babadan ve anneden gördüğünü uyguluyor, onların yaptığının doğru olduğunu düşünüyor. Babasını Öldürmek İsteyen Evlat Bir evlat felçli olan babasına bakmaktan usanmış. “Gel baba seni biraz kırlarda gezdireyim, hem hava almış olursun deniş. Sırtına almış götürmüş kırlara. Babasını çukur bir yere atıp üzerini toprakla kapatıp ölmesini istiyormuş aslında. Kendisini atmak için çukur aradığını fark eden, evladının kendisini öldürmek istediğini anlayan baba: -Evladım zahmet çekme, ben babamı şuracıkta gömmüştüm, sende beni oraya göm, demiş. Bu sözlerle aniden irkilen, hayretler içerisinde kalan adam: - Sen ne söylüyorsun! Yani sen dedemi çukura atarak ölümüne mi sebep oldun? demiş. -Evlat! Evlat! Bende babama karşı böyle bir hata işledim, babam benim gibi felç geçirmişti, ondan usandım, senin gibi buraya getirdim ve gömdüm. Bunun üzerine adam korku, dehşet ve ibret içerisinde şunu sorar babasına: - Baba! Babasına bunu reva görenin evladı da kendisine aynısını yapar mı? diye sorar. Babası: -Evet, evlat, insan ne ekerse onu biçer, ben ektiğimi biçiyorum, yaptığımın cezasını şimdi, evladım olan senin elinle çekiyorum. Sende aynı muamele ile karşılaşmak istiyorsan beni buraya göm, yok istemiyorsan vazgeç bundan. Sen bilirsin. 2016 24 Mart Bunun üzerine günahkâr adam, ben böyle ne yapıyorum diye hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Tövbe ediyor. Yaptığı hatadan dönüp babasını evine götürüyor. Bundan sonra babasının, hürmette ve saygıda kusur etmeden, sevgi ve saygıyla ömür boyu hizmetinde bulunup duasını almaya çalışıyor. “İnsanlara merhamet etmeyene Allah (c.c.)’ da merhamet etmez.” (Buhari, Müslim) buyuruyor peygamberimiz (s.a.v.). Bugün her baba kendi babalarına yaptıklarını çekiyor aslında. Anasına babasına hakaret eden, onları azarlayan, sözlerini dinlemeye dahi tenezzül etmeyen insanlar, neler ektiklerini, ilerde ne ile karşılaşacaklarını bilmeliler. Bir insana, nefsimize uyup kötülük yapacağımız zaman o günahtan dönmek için, ben onun yerinde olsam aynı şey bana yapılsa nasıl bir tepki gösteririm diye düşünmeli, kendine reva görmediğini başkalarına da reva görmemeli kendisi için istediğini başkaları içinde istemeli, bu mümin olmanın göstergesidir. Peygamberimiz bu hususta bizleri defaatle uyarıyor. Bir hadis-i şerifinde: “Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen, bizim büyüklerimizin hakkını bilmeyen kimse bizden değildir.” (Muhtaru ’ l Ehadis s. 148) buyuruyor. Ancak bu, baba ve anneler açısından gerçek bir vakaysa da, hiçbir evlat, anne ve babasından bunları öğrendi diye kendi babasına aynı şeyleri yapma hakkını kendisinde göremez. Bu bilmemenin sorumluğu şeklinde de kabul edilmez. Çünkü bilmemek mazeret Bir insana, nefsimize uyup kötülük yapacağımız zaman o günahtan dönmek için, ben onun yerinde olsam aynı şey bana yapılsa nasıl bir tepki gösteririm diye düşünmeli, kendine reva görmediğini başkalarına da reva görmemeli kendisi için istediğini başkaları içinde istemeli, bu mümin olmanın göstergesidir. Mart değildir. Aksine bencilliği ve ena niyeti bir tarafa bırakıp rabbimizin emirlerine kulak vermeliyiz. “İyiliğe iyilikle muamele herkesin işidir, kötülüğe kötülükle muamele “er” kişi işidir” derler. “kötü örnek, emsal teşkil etmez” diye bir kural vardır. Bu hususta zalim olsa bile, müşrik olsa, günahkâr olsa bile anaya ve babaya yardım edilir, onlara iyilik edilir. İbni Abbas’ın sevgili peygamberimizden yaptığı rivayet de : “Her kim sabah akşam anne ve babasını kendisinden razı olarak gününü geçirirse, sabah ve akşam ona cennetten iki kapı açılır. Ve eğer sabah ve akşamda, anne ve babasını kızdırırsa, ona da cehennemden iki kapı açılır. O sıra da orada bulunan birisi: ya Resulellah, eğer analar çocuklarına zulmediyorlarsa, dedi. Canab-ı Peygamber: Evet, zulmetseler dahi yine onlara karşı gelmemek ve asi olmamak gerekir ” buyurdu. Bu konuda peygamberimiz(s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Tavrımızı diğer insanlara göre ayarlarız: Herkes iyilik ettiği sürece, bizde iyilik yaparız. Ama başkaları eziyet edince bizde buna eziyetle karşılı k veririz ” diyen sıradan insanlar olmayın (Tirmizi Birr,63)! Allah bizi rızasına erecek işlerle istihdam etsin, nefsimize ve şeytana uydurmasın. (Amin) selam ve dua ile… 25 2016 Fatih Sultan SEMİZ Cennete İki Yol: Anne Ve Baba İman ettin yaşın buluğa ermedi ise namaz kılmaya bilirsin ama anne babanı ihmal edemezsin. Yaşın 10 olduğu için oruç tutmuyor olabilirsin ama annen su istediğinde getireceksin, baban paspas ol dediğinde olacaksın. 2016 İ yiliği üç defa anneye yaptıktan sonra sıra babaya gelen Hadisi Şerif’i dikkate aldığımızda üç babanın bir anne yaptığını anlamamız matematik problemlerinin en basiti olarak önümüzde durmaktadır veya Allah’ın merhametinin tasvir edildiği Hadisi Şeriflerde anne figürünün kullanılması anneyi nereye oturtmamız gerektiğini göstermektedir. Ömer r.a. rivayetle Bir savaş sonrasıydı. Esirler arasında çocuğundan ayrı düşmüş bir kadın da vardı. 26 Kadıncağız çocuğuna olan özlemini gidermek için gördüğü her çocuğu kucaklıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu. Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem çevresindekilere: - “Bu kadının kendi çocuğunu ateşe atacağına ihtimal veriyor musunuz?” diye sordu. - “Asla, atmaz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem, Mart - ”İşte Allahu Teâlâ kullarına bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu. (Buhari, Edeb 19, Müslim, Tevbe 22.) yor. Ama bütün peygamberler babadır be azizim. Bu bile yetmez mi, babalığın ne kadar önemli olduğunu anlamamız için. Baba, evin denge unsurudur. Çok üzülenler onda huzura erer. Çok laçkalaşanlar onda ciddiyeti bulur. Anne, sırat köprüsünün engellerindendir. Anne, giymeden giydiren, yemeden yedirendir. Anne, geceler boyu uykusuzluğunu gündüz kalbine gömendir. Baba, yetimlik gibi Allah katında değeri büyük olan bir olgunun üzerinde tahakkuk ettiği etmendir. Anne, başucu bekçisi, ekşimeyen sütün sahibi, ağlatmayan ama ağlayabilendir. Baba, güvendiğimiz dağ ve üstün yetenekleri olduğunu düşündüğümüz süper kahramanımızdır. Anne, merhamet timsali ve cennetin ayaklar altına serildiği yerin sahibidir. Anne, cennetimiz veya cehennemimizdir. Baba, erkek çocuklar için örnek, kız çocuklar için anneden kaçış noktasıdır. Anne, varlık sebebimiz, gönüllü hizmetçimiz, akıl hocamız, yolumuzu gözleyenimizdir. Baba, son limandır. Bütün yüklerin boşaltıldığı son limanımızdır. Anne, en çok sevdiğimiz yemeği bilen, uyuyup uyumadığımızı bir bakışta anlayan, kardeş kavgalarına son mührü vuran ve kokusunu kimsede bulamadığımızdır. Baba, hiçbir çaba harcamadan malına ortak olduğumuzdur. Baba, gülmesi dünyalar, kızması dünyalar olan yiğittir. Anne, nazımızın geçtiğidir. Anne, para biriktirdiğimiz bankamız, çocuklarımızı emanet ettiğimiz kreşimiz, yıldırım çarpmaları sırasındaki sığınağımızdır. Anne, yaptığı yemekler yüzünden şişmanlama nedenimiz, diyetlerimizin düşmanıdır. Anne, en iyi arkadaşımız, gelin-kaynana figürlerinin baş aktörü, evin iç işleri bakanıdır. Anne, annedir işte. Daha söze gerek yok. Anne böyle iken baba ondan aşağı değildir elbette. Evet, babalar anneler gibi dokuz ay karnında taşımıyor. Evet, babalar doğum yapmıyor, emzirmi- Anne bu, baba bu iken sence onların hakları ne olur kardeşim. Tabi ki imandan sonraki en büyük haklara sahiptirler. (En’am Suresi/151. Ayeti Kerime- De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin…) Yani kardeşim iman ettin yaşın buluğa ermedi ise namaz kılmaya bilirsin ama anne babanı ihmal edemezsin. Yaşın 10 olduğu için oruç tutmuyor olabilirsin ama annen su istediğinde getireceksin, baban paspas ol dediğinde olacaksın. Zengin olmadığın için Hacca gidemeyebilirsin bu kez tavafını anne-babanın etrafında pervane olarak yapacaksın. Zekâtı konuşmuyorum bile. Onlara zekât düşmez azizim neden biliyor musun? Çünkü senin malın senin değil onların be azizim. Sen var düşün anne kim baba kim? Ama düşünürken şunu da unutma: Hangi maddeden meydana geldiğini ve ilk geldiğin yeri unutma. Ama hiç unutma. Bu dünyada ki ilk ikametgâhını unutma. Bir gün olurda burun kıvırmaya çalışırsan annene babana bunları hatırla. Mart 27 2016 Nureddin YILDIZ İnsana Vasiyet Bismillahirrahmanirrahim. Yakup ol, ellerini ve de ki: kaldır “Ben de çektiğim bu sıkıntılarımı, gözyaşlarımı Rabb’imle paylaşırım, ne edeyim!” Evlat bulamadıysan, “Rabb’im var ya” diye teselli bul, yine de iyi dualar et, aksi hâlde kendi kuyunu kazarsın. Elhamdülillahi Rabbi’l âlemin ve sallallahu ve selleme alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn. Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamd, efendimiz Muhammed aleyhisselama, ailesine, ashabına salat ve selam olsun. Değerli Mü’min Kardeşlerim, Biz Kur’an ümmetiyiz. Kur’an’ın ümmeti olmak; 2016 28 bizim için hiçbir zaman değişmeyecek olan, çok önemli kurallara bağlı olmayı gerektirmektedir. Biz elimizdeki şu Kur’an’ı Kerim’i Allah’ın kitabı olarak görürüz. Rabb’imize ne kadar yakınlaşmak istiyorsak, bu yakınlaşmayı da Kur’an belirleyecektir diye iman ederiz. Elimizdeki Kur’an, bizim hayatımızın baştan sona kadar ölçüsü olduğu zaman, Müslümanca yaşıyoruz demektir. Kur’an’ımızda bizimle bağlantısı kopmuş bölümler bulunduğu sürece de maazallah- camide bile olsak, Mart Allah’tan uzak yaşıyoruz demektir. Çünkü Rabb’imizle aramızdaki iletişim, Kur’an üzerindendir. Kardeşlerim, Biz mü’min olarak şu dünyada, Allah’ın yeryüzünde hayata son vereceği güne kadar Kur’an’ı Kerim’in hiçbir ayetinin, hiçbir kelimesinin eskimeyeceğine iman ediyoruz. Medine’de indiği gün filan ayetin bağlayıcılığı ne ise, bugün, yarın ve kıyamet sabahına kadar aynı ayet, her mü’mini aynı oranda bağlıyor, etkiliyor, itaat ettiriyor demektir. Kur’an, bunun için vardır. Bir ayeti, bir kelimesi “filan asırda şu güçteydi, bu asırda şu güçtedir” dendiği zaman, Kur’an’a iman edilmiş olmaz. Böyle inanıyor, böyle iman ediyoruz elhamdülillah. “Şu sûresi çok mübarek, bu sûresi de fena değil” dediğimiz zaman Allah’ın kitabına sarsılmış bir imanla bakarız. Bir mü’min, filan sûrede, filan ayette “Allah buyuruyor ki” sözünden sonra hiçbir şekilde, “bu ayet şu zaman için midir, bu zaman için midir” demez, diyemez. Eğer böyle bir şey derse mü’min olamaz. Aynı şekilde o zor, bu kolay, bu fena değil, o kırmızı, bu turuncu, bu yeşil diye ayetleri trafik göstergesi gibi renkten renge de bölemez. Kur’an bir tanedir. Bütün ayetleri, bir ayet kadardır. Bir ayet de Kur’an’ın bütünü kadardır. Böyle inanmadıkça Kur’an olması ile kitap olması arasında fark olmaz. Bu Kur’an, ders kitabı, tarih kitabı değildir, Allah’ın kitabıdır. Kardeşlerim, Dikkatten kaçabilecek bir ayrıntıyı daha Kur’an üzerinden konuşmamız gerekiyor. Ben bir mü’min olarak, Rabb’imin kitabı Kur’an’ı Kerim’in ilk ayetinden son ayetine kadar tamamını, benim Rabb’imin kitabı olarak görüyorum. Bundan dolayı; filan ayetini “çok önemli”, filan ayetini “önemli”, filan ayetini de “eh işte, fena değil” şeklinde yorumlayarak, manavdan sebze seçer gibi -hâşâ- Kur’an’dan ayet seçemem. Allah, Yahudileri ve Hıristiyanları Kur’an’ında ayıplarken “niye ayetlerimden seçiyorsunuz, bir kısmı hoşunuza gidiyor da bir kısmı gitmiyor mu” diyor. Mü’min, Kur’an’ın bütün ayetlerini yüzde yüz kendisi için görür. Belki yirmi, otuz ayetini bir nedenle uygulayamıyor, barikatları aşamıyor olabilir. İnsandır, zayıftır, hatalıdır. Ama Kur’an’a, tamamı benim diye bakar. Kardeşlerim, Yaşadığımız hayat tarzı, dünyadaki mevcut düzen, bizi ayetler arasında bir ayrıma götürüyorsa, yeniden silkinmeye ihtiyacımız var demektir. Mesela; Kur’an’da hem cihat, hem namaz ayetleri var. Bir mü’min, cihat ayetlerini “çok önemli” görüp, namaz ayetlerini de “önemli” görüyorsa Kur’an’a böyle iman olmaz. Namazı nasıl görüyorsan, cihadı da öyle göreceksin. Çünkü bunlar, Kur’an’ın parçalarıdır. Ayetler arasından teknik imkânlara, ekonomik durumumuza, coğrafyamıza, yaza-kışa göre seçim yapacak hâlimiz yoktur. Topluca iman ettik ve kendimize Kur’an’dan beyin ve kalp yaptık. Aziz Kardeşlerim, Dünyada belki sarı, turuncu ayetleri olan Kur’an henüz yok. Bu şekilde basılı olan bir Kur’an yok ama zihinlerimizde, renklere böldüğümüz Kur’an ayetleri { } Allah; “Biz insana anne ve babasını vasiyet ediyoruz.” buyuruyor. Ve araya bir cümle ekliyor; “O anne, o çocuğu bin bir meşakkatle karnında taşımıştır.” “İki yıl da emzirmiştir.” “Ey insan Rabb’inim, bana şükret. Annene, babana da teşekkür et.” Allah: “Bana geleceksin” buyuruyor. Mart 29 2016 Kulaklarınız, beyniniz, kalbiniz, tüyleriniz hazırsa, bu ayetteki ifadeye dikkat ediniz. “İnsana vasiyetimizdir” ayetine dikkat ediniz. “Allah olarak bana ve anne babana teşekkür etmesini bileceksin çünkü seni o kadın, karnında taşımıştı” olabilir. Böyle bir tehlikeden söz etmeye çalışıyorum. Kur’an, Fatiha’sından Nas Sûresi’ne kadar, Allah’ın kitabıdır ve mü’minin gözünde tek renktir. Mü’min, bir ayet dinlediğinde, cennet ayetiyse umuttan ve heyecandan gözleri yaşarır. Cehennem ayeti dinlerken de “herhâlde bu ayet, Ebu Cehil’i anlatıyor” diye başından savmaz, ürkmeden ve korkudan dolayı gözleri yine yaşarır. Mü’min, “evet, ben bu ayetin anlattığı Ebu Lehep değilim. Ama o da benim gibi bir insandı ve ne hâle geldi” diyerek akıbet endişesi yaşar. Çünkü karşısındaki Kur’an, onun kitabıdır. Aziz Kardeşlerim, Şimdi sizlerle beraber, Kur’an’ı Kerim’in üç farklı sûresinden ayetler okuyacağım. Mü’miniz, Kur’an, bizim kitabımız. Bu ayetleri Allah’tan kulaklarımıza dökülmüş mesajlar olarak dinleyeceğiz. Bu ayetler, anne ve babalarla ilgilidir. Çocukların, annelerini ve babalarını üzmemelerini, onlara iyi davranmalarını emreden ayetlerdir. Babası olmayan bir insan yoktur herhâlde. Annesi olmayan bir insan da yoktur. Üç kişinin bu dünyada anne-babası olmadı: Âdem’in ve Havva’nın. İsa aleyhisselamın da babası yok. Gerisinin hep annesi, babası var. Babam yaşıyor, annem yaşıyor veya yaşamıyor sonuç değişmiyor. “Ana-baba çocuğu musun” ona bakacağız. Herkes baba ve anne olmayabilir ama herkes bu dünyada evlattır. Bu sebeple, bu üç mübarek sûrenin ayetlerini, “benimle ilgili değil” diyerek, başından savabilecek bir mü’min, bu dünyada yoktur. Kur’an’ımızdan, cihadı, namazı, haccı, orucu dinlediğimiz gibi Allah’ın anne-babalarla ilgili ayetlerini de dinleyip evimize döndüğümüzde “bu ayetler ve ben” diye bir başlık açıp Allah’ın kıstaslarına, O’nun değerlendirme tarzına ve bu ayetlerde işaret ettiği şeylere göre kendimizi test etmeliyiz. Tıpkı geçen hafta sabah namazına kalkmamış bir mü’minin kazasını yapmak, istiğfar etmek ve “ben kıyamet günü o namazla dirileceğim” diye endişelenip uykusunun kaçtığı gibi, namazı, orucu emreden ayetler, anne-babayla ilgili kuralları söylediği zaman da mü’min, bu hissiyatı yaşamalıdır. Ramazan’da gün ortasında, Müslümanların çarşısında, pazarında yemek yiyip Ramazan’a saygısızlık gösteren birine “bu, Kur’an’a iman etmiyor mu, Allah’ın emrini bilmiyor mu” diye nefretle bakıldığı gibi, o da zamanla aklını başına alıp “Ramazan’da ben ne ettim, Müslümanların ortasında nasıl yemek yedim?” diye endişelendiği gibi; anne-babaları anlatan ayetleri, oruç ağırlığında dinlediğimiz zaman, İstanbul’da da olsak, Sivas’ta da olsak, Edirne’de de olsak, Londra’da da olsak, -Allah’ın izniyle- Medine’deki ashabı kiram gibi yaşamışız ve onlarla beraber cennete gireceğiz demektir. 2016 30 Mart Çünkü ashabı kiram, Medine’de Kur’an’ı dinledikleri zaman, “bu oruç ayetidir, Ramazan da önemlidir” diyerek gösterdikleri ciddiyeti, “anama-babama, kardeşlerime başka” diyerek ayırmadılar. “Allah’ın ayeti” dediler. Oruca gösterdikleri saygıyı, Allah emrettiği için analarına ve babalarına da gösterdiler. İman budur kardeşlerim. “Benim anam babam, o ayetlerdeki ana baba değil” dediğinde, bunu aile şartlarına uydurmuş olursun. Senin anne baban plastik mi, nasıl o ayetlerdeki anne baba olmuyorlar? Dini bu şekilde, uydura uydura aldığın zaman Hristiyanlık ortaya çıkıyor. Onlar da İncil’den, beğene beğene aldılar. Tevrat’ı, keyiflerine göre şekillendirdiler. Tevrat’ı turuncuya, kırmızıya, sarıya böldüler. Allah da onları helak etti. Müslümanlık, Allah’a teslim olmanın adıdır. Beğenip almanın, beğenip yapmanın adı değildir. Mü’min, kusurlu olur, hatalı olur, yanlış yapar ama Allah’ın emirlerinden seçmeye kalkmaz. Kardeşlerim, Ankebut Sûresi’nin 8. ve 9. ayetini okuyorum. Rabb’imiz bu ayetlerde kendisine iman edenlere hitap ediyor. İnsan olan kullarına hitap ediyor. Hayvanlara hitap etmiyor. Kim insansa, anneden, babadan doğup iki ayak üzerinde kim yürüyorsa bu ayet onun için inmiştir. Buyuruyor ki: “Biz insana, annesine babasına iyi davranmasını vasiyet ettik.” Kim vasiyet etmiş? Allah. Kime? İnsana. Ne yapmış? Vasiyet etmiş. İnsan, insana vasiyet yaptığında bu, rica demektir. Allah kuluna vasiyet yaparsa bu, rica olmaz, Müslüman genç, sakın “benim babam şucudur, bucudur, ayağının altında paspas olunmaya değmez. Zaten beni namaza da alıştırmamıştı, kendisi oruca kalkmaz, beni de kaldırmazdı” demeyesin. Mart emir olur. “Emrettik, yol-yöntem gösterdik” demektir. Allah: “İnsana vasiyetimiz; anana, babana iyi davranmaktır” dedi. Kardeşlerim, Ayet çok açık bir şekilde “mü’minlere emrediyoruz” diyebilirdi. Ama mü’minin, annesine, babasına iyi davranması, mü’minlikten önce, bir insanlık meselesidir. Bunun için Allah “bu, insana vasiyetimizdir” buyuruyor. Bu nedenle de anne-babasına karşı sorunlu olan evlat, namaz kılıyor olsa bile, insanlığını kaybetmiş birisidir. İnsanlık da İslam’ın alt yapısıdır. O gidince ortada İslam olmaz. Allah: “İnsana vasiyet ediyoruz” buyurduktan sonra da doğal bir itiraz ihtimaline cevap veriyor. Buyuruyor ki: “Anne-baban seni, Allah’a şirk koşmak gibi bir yanlışa sürüklemeye kalkarlarsa, onlara itaat etme!” Allah, insanlık standartlarında ve insanlık konularında, “anne-babaya itaat edin” diye vasiyet etti. Anne-baba şirke, harama zorlarsa itaat yoktur. Allah, Ey mü’minler! “Bana döneceksiniz ve bana döndüğünüzde size yaptığınız şeyleri haber vereceğim.” diyor. Aziz Kardeşlerim, Allah’ın “bana döneceksiniz ve yaptıklarınızı size haber vereceğim.” sözü hangi ayetten sonra geliyor? “İnsana, ana babasına iyi davranmasını emrediyoruz.” ayetinden sonra geliyor. Hiç kimse tereddüt etmeden bilmelidir ki, kıyamet günü “şu sabah 31 2016 “Sonunda doğurduğu çocuk, kırk yaşına gelince adam oldu da, ellerini kaldırıp” “Rabb’im anneme babama ihsan ettiğin nimetlerin şükrünü yapmayı bana nasip et diye dua etti” Allah buyuruyor. namazını niye kılmadın” dendiği gibi “annen mutfaktan seni çağırmıştı da ‘evet’ dememiştin hatırlıyor musun?” diye her insana sorulacaktır. Hiç lamı cimi yok. Mutfak neresi, oturma odası neresi, mahşer ve mizan meydanı neresidir? Gözyaşı damlatan annelerin, gözyaşları tartılıp mizana gelmedikçe Allah’ın adaleti gerçekleşmeyecek demektir. Kur’an bizim iman kitabımızdır. Kardeşlerim, Ankebut Sûresi: “İnsanoğluna bu vasiyeti yaptık” buyurduktan sonra ne diyor, nasıl devam ediyor, biliyor musunuz? “İman edip ameli salih yapanları, salih kullardan sayacağız.” Kimse, “burada ameli salih örneği yok” diyemez. Buradaki ameli salih; anne babanın önünde paspas olmaktır. Salih amellerden biri de budur. Çevrecilikten, iyilikten, yardımseverlikten önce, anne babasına paspas olanlar Allah’ın salih kullarıdırlar. Ankebut Sûresi’nin 8.ve 9.ayetleri bunlardır kardeşlerim. Orucu ondan öğrenip tuttuğumuz, namazı ondan öğrenip durduğumuz Kur’an bunu söylüyor. Oruç gibi, namaz gibi Allah’ın vasiyetine işaret ediyor. Kardeşlerim, Lokman Sûresi’nin 14. ve 15. ayetlerini dinleyelim. Yine Allah; “Biz insana anne ve babasını vasiyet ediyoruz.” buyuruyor. Ve araya bir cümle ekliyor; “O anne, o çocuğu bin bir meşakkatle karnında taşımıştır.” “İki yıl da emzirmiştir.” “Ey insan Rabb’inim, bana şükret. Annene, babana da teşekkür et.” Allah: “Bana geleceksin” buyuruyor. Kardeşlerim, Lokman Sûresi’nin 14 ve 15. ayetlerini okuyoruz. Allah, insanoğluna “anne-babasına iyi davranmasını” vasiyet ediyor. Bu vasiyet, “yaparsan memnun oluruz, yapmazsan da ne yapalım artık” dediği bir şey değildir. Demek ki Allah, bir gün namazı, orucu, zulmü, alkolü, faizi, zinayı, kumarı sorduğu gibi “annen nerede, baban ne yapıyordu” diye de soracakmış. Mushaf yere düşünce, öpüp rafa koymak Müslümanlık için yetmeyebilir. Anneni babanı görelim, senin gizli bir şekilde onlardan raporunu alalım bakalım. Çünkü Allah öyle yapacak. Kardeşlerim, Kulaklarınız, beyniniz, kalbiniz, tüyleriniz hazırsa, bu ayetteki ifadeye dikkat ediniz. “İnsana vasiyetimizdir” ayetine dikkat ediniz. “Allah olarak bana ve anne babana teşekkür etmesini bileceksin çünkü seni o kadın, karnında taşımıştı” Kardeşlerim, Ayşe Teyze, Leyla Abla, Betül Hanım, anne olmuş, âlemlerin Rabb’i olan Allah, “ben ve o annen” 2016 32 Mart diyor. Ahmet Bey, Mehmet Bey, Ali Efendi, Veli Efendi, baba olmuş, Allah onu, kendisiyle beraber minnet duyulması gereken iki isimden birisi olarak sayıyor. “Allah olarak bana şükretmeyi, anne-babana minnettar olmayı unutmayasın.” buyuruyor Allah. “Allah’a dönülecek” Herkes Rabb’inin huzuruna çıkacak ve sorgulanacak şeylerden birisi de; anne-babanın kapısında paspas olup olmadığın olacak. Müslüman genç, sakın “benim babam şucudur, bucudur, ayağının altında paspas olunmaya değmez. Zaten beni namaza da alıştırmamıştı, kendisi oruca kalkmaz, beni de kaldırmazdı” demeyesin. Çünkü Allah bu ayetinde buyuruyor ki; Anne ve baban, sana “Allah’a şirk koş, isyan et, haramlara bulaş, başını aç memur ol kızım, haram da olsa git bu lokantada içki servisi yap” derse “Yok anne, öyle bir şey olmaz” de. Allah, “putlara tapın, meyhanede gez, başını aç, işe gir memur ol” diyen anne ve babaya “Ey insanoğlu, bu konular hariç iyi davranmaya devam et” diyor. zına gider de, beyinlerimizde bu ayeti koyacak bir yer bulamazsak, Allah “bana geleceksiniz” buyuruyor. Cenazeler musallaya konduğunda “nasıl bilirsiniz” diye moda olmuş bir sorgulama vardır. Herkes otomatik iyi biliyordur zaten, kimsenin kötü bildiği yok. Bu sorular, cenazelerin anne babalarına sorulmalıdır. Anne-baba evlattan önce mezarda ise şahitlerine sorulmalıdır. Komşulardan önce anneler, babalar cennet ve cehennemin anahtarlarını taşıyorlar. Kardeşlerim, Alnı secdeden kalkmayan, teheccüd kılan anne-babadan bahsetmiyor. “Sen de şirk koş, sen de putlara tapın oğlum” diye oğlunu cehenneme sürükleyen anneye ve babaya bile “Allah’ın sınırına yaklaştın, dur” demeni, diğer konularda ise, anne-babalığını senin üzerinde devam ettirmesini söylüyor. Hadlerini aştıkları zaman, dur. Onun dışında sen kapılarında paspas olmaya devam et. Bu, “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye namaza çağıran Allah’ın çağırdığı ahlaktır. Eğer camiye Cuma nama- Bu, anneler günü diye bir safsata uydurup, üç yüz altmış dört gün ezdiği anasına çiçek gönderen kültürle ve kırk yaşına kadar anasının ayağında paspas olmayı Allah’ın vasiyeti hâline getiren Kur’an’ın farkıdır. Fark! Kur’an’ın ve bir sürü uyduruk edebiyat şiirleriyle süslenmiş bir demet çiçeğin farkı. Mart Bu ayetleri de hafızımıza kaydettik. Şimdi Ahkâf Sûresi’nin 15-16. ayetlerine geçiyoruz. Rabb’imiz kitabına iman edenlere vasiyete devam ediyor. “Biz insanoğluna, anne babasına iyi davranmasını vasiyet ettik.” İnsansan, Allah’ın sana olan vasiyeti budur. “Anne onu karnında taşıyabilmek için neler çekmişti?” “O anne, çocuk doğurabilmek için ne feryatlar yapmıştı.” Allah’ın kitabı, önce annebabaya itaatten söz ediyor, “anneye, babaya iyi davranın” diyor, ama örneği anne üzerinden veriyor. Çünkü bel kemiği anadır. Bundan dolayı üç baba, bir anne ediyor. Ne buyurdu? “Valideyn” anne ve baba demektir. “Anasına babasına iyi davranmasını vasiyet ettik.” “Annesi karnında onu taşımıştı, sıkıntılar içerisinde doğurmuştu.” Allah; “onu karnında taşıması ve doğurması otuz ay sürmüştü” buyuruyor. İki yıl emzirme payı veriyor, yaklaşık olarak bir yıl da doğum sürecini veriyor. “Bu kadın, otuz ay ne çekmişti” buyuruyor. Kardeşlerim, Şimdi kemiklerimizi de hazırlayalım. Allah, etimizin, kalbimizin dayanmayacağı bir şeyi söylüyor. “Sonunda doğurduğu çocuk, kırk yaşına gelin- 33 2016 Solan çiçekle anneler gününü tebrik etmeyi yeterli gören anlayışla, kırk yaşına, kendi çocuğu ve torunu olacağı zamana kadar annenin babanın kapısında paspas olmayı emreden Allah’ın kitabının farkı. ce adam oldu da, ellerini kaldırıp” “Rabb’im anneme babama ihsan ettiğin nimetlerin şükrünü yapmayı bana nasip et diye dua etti” Allah buyuruyor. Kardeşlerim, Âlim olmak, Ebu Hanife olmak, İmam Şafi olmak gerekmiyor. On beş yaşında annesine babasına dudak büken genç, yirmi beş yaşında annesinden habersiz fırtınalar estiren genç kızlar, anne ve babasının âhını yok sayan “yok müşrikti, yok sekülaristti, yok şu sistemdendi, yok şuradan çaldı şuradan çırptı, zaten bize hizmet etmedi” diyenler, bütün bunlar Allah’ın gözünde kırk yaşına kadar bebek durumunda. Demek ki, bir insan kırk yaşına gelince anne ve babanın ne olduğunu anlayacak ve şükredecek hâle gelebiliyor. İşte, Allah’ın mülkü, Allah’ın Kur’an’ı. Bu, anneler günü diye bir safsata uydurup, üç yüz altmış dört gün ezdiği anasına çiçek gönderen kültürle ve kırk yaşına kadar anasının ayağında paspas olmayı Allah’ın vasiyeti hâline getiren Kur’an’ın farkıdır. Fark! Kur’an’ın ve bir sürü uyduruk edebiyat şiirleriyle süslenmiş bir demet çiçeğin farkı. Solan çiçekle anneler gününü tebrik etmeyi yeterli gören anlayışla, kırk yaşına, kendi çocuğu ve torunu olacağı zamana kadar annenin babanın kapısında paspas olmayı emreden Allah’ın kitabının farkı. İslam’da, anne olmak varmış be! Demek ki, cennete girmeden, dünyayı cennetleştiren Allah’ın kitabı bunu emrediyormuş. Allah’ın kuluysan, kırk yaşında ellerini açıp annene, babana dua etmeyi emreden Kur’an nerede, bir çiçek gönderip, o çiçekten sonra da bir daha yanına uğramadan evlatlık yaptığına seni kandıran sistemler nerede? Kırk yaşında iken beş yaşındaki gibi, kundaklandığı iki aylık günleri gibi anasının önünde, -ana hak edip etmediği için değil, Allah böyle buyurduğu içiniki büklüm olmuş delikanlı, “Rabb’im, razı olacağın ameller yapmayı bana nasip et” diye yalvarıyor. Sonra da: “Rabb’im, ben ana kıymeti, baba kıymeti bildiğim gibi çocuklarımı da adam et, onlar da kıymetimi bilsinler” diye dua ediyor. Kardeşlerim, Ahkâf Sûresi’nin, bu ayetlerini dinledik, itaat ettik elhamdülillah. Ama ayetler bitmedi ve ben burada, bu ayetleri, bu kadarını anlatmak için okumadım. Kur’an’daki dizilişine göre, üç farklı sûreden ayetler okudum. Sonuncusu olan Ahkâf Sûresi’nde Allah, “kırk yaşına gelince dört aylık çocuk gibi annesinin önünde iki büklüm olup, “tamam anneciğim, baş üstüne anneciğim.” diyen evladı, önümüze koydu. Allah, ayeti bitirirken nasıl bitiriyor? Eğer dinleyecek kemik kaldıysa, beyin kaldıysa, kalp kaldıysa buyurunuz, dikkat ediniz. “Kırk yaşında iken kendisini, annesinin önünde paspas gibi gören çocuklar var ya” Allah: “Onları, yaptıkları en güzel ameller düzeyinde mü’minler olarak kabul edeceğiz” diyor. “Onların günahlarını mağ- 2016 34 Mart firet edeceğiz. “bunlar cennet adamıdır” “Bu Allah’ın sözüdür.” Annesine ve babasına böyle davrananlara, cennet vaat eden Allah’ın sözü, budur. Kardeşlerim, Şimdi beyinlerimizin geri kalan kısmıyla bir muhasebe yapalım. Bu ayetleri Allah, Uhud’da Peygamber’in yanında şehit olmak için cihat edenlere okumuştu. Bu ayetler, Peygamber aleyhisselamın, arkasında namaz kılan, “Allah için infak edin” ayetini duyunca, üzerlerindeki gömlek hariç her şeyi getirip Allah’a verenlere okundu. Kâ’b bin Malik’in tevbesi ve Allah’ın onu affetmesi ayetle sabittir. Allah, şehit olanlara, gazilere, sadaka verenlere Peygamber aleyhisselama can verenlere vaat ettiği şeyleri annelerin, babaların hizmetinde bulunan çocuklara vaat ediyor. Bunun için biz diyoruz ki: Allah, Kur’an’da “namaz” dediği zaman, mü’min olmak için ne anlıyorsan, “anne” dediğinde de onu anlayacaksın. Allah, “Cihad, Uhud, Bedir” dediği zaman ne anlıyorsan, baba dediği zaman da onu anlayacaksın ki, Kur’an mü’mini olasın. Ümmeti Muhammed Kur’an Ümmeti’dir, Kur’an’dan seçme Ümmeti değildir. Kardeşlerim, Bunun için, annesinin izni olmadan Peygamber aleyhisselamla cihat etmeye gelen adama Peygamber Allah böyle buyurduğu için- iki büklüm olmuş delikanlı, “Rabb’im, razı olacağın ameller yapmayı bana nasip et” diye yalvarıyor. Sonra da: “Rabb’im, ben ana kıymeti, baba kıymeti bildiğim gibi çocuklarımı da adam et, onlar da kıymetimi bilsinler” diye dua ediyor. Mart aleyhisselam Efendimiz “dön, annene git” buyurmuş. Adam “ben, seninle cihat edip cennete girmek istiyorum.” demeye getirince, “git, ananın ayaklarında Allah’ın cennetini bul” demiştir. Anaları ağlayan bir ümmetin cihadı, şeytanı mağlup edemez cihattır. Biz, Ümmeti Muhammed’iz. Kültürle yaşamıyoruz, Kur’an’la yaşıyoruz. Gelenekler değil, Allah ve Peygamber’i hayatımızı belirlemiştir. Ağlayan ana, ağlayan baba varken Hacerül Esved’i öpmenin bir yararı yoktur. Önce ana ayağı, baba ayağı öpülesi yerdir. “İnsan olana Allah’ın vasiyeti budur.” Kardeşlerim, Bir şeyi vurguluyorum; bu ayetler elbette ağır şeyler ihtiva ediyor. Bizi üzüyor, endişelendiriyor. Ama Uhud meydanında Hamza’nın parçalanmış vücudu, Musab bin Umeyr’in kopan kolları , kolay mıydı, ucuz muydu? Peygamber aleyhisselamın yaralanan mübarek vücudu ucuz muydu? Ebubekir, bütün malını Allah için verdiğinde kolay bir şey mi yapmıştı? Dedesi İbrahim’den kalan Mekke’yi ve Kâbe’yi bırakıp Medine’ye hicret etmek kolay mıydı? Allah onlara vaat ettiği cenneti, bize de vaat ediyor. Anne-babanın gönlünü almak, demek ki Uhud kadar zor bir şey. Kolay olsa, fiyatı cennet olur muydu? Aferin olurdu, alkış olurdu, çiçek olurdu, plaket olurdu. Anneler gününde, babalar gününde melekler bize birer plaket verirlerdi. Ama bu, plaket işi değil, cennet işidir. Evlatların ince bir sorusu olabilir. “Eğer ana-baba bunu hak etmiyorsa?” Hiçbir sorun yok. Ben bunu annemin, babamın rızası, onların cenneti için yapmıyordum ki. Benim gayem Allah’tı. O, hak etsin veya etmesin, Allah itaat etmeyi hak 35 2016 “Kırk yaşında iken kendisini, annesinin önünde paspas gibi gören çocuklar var ya” Allah: “Onları, yaptıkları en güzel ameller düzeyinde mü’minler olarak kabul edeceğiz” diyor. “Onların günahlarını mağfiret edeceğiz. “bunlar cennet adamıdır” “Bu Allah’ın sözüdür.” ediyor mu? O zaman mesele bitti, konuşacak bir şey kalmadı demektir. ne çamur doldurursan, gelecek suyunu da karartırsın. Beddua etme! Namazı annem için mi kılıyorum? Babam için mi kılıyorum? Bu da bir namaz, bu da bir oruçtur. Bunlar, oruç kitabı olan Kur’an’ın konusudur. Ahkâf Sûresi, Ankebut Sûresi, Lokman Sûresi, Bakara Sûresi gibi bir sûredir. Bunlar, Kur’an’ın konularıdır. Dünya standartlarına, Birleşmiş Milletler’in Evrensel Hak Beyannamesi’ne uymuyormuş. Elbette uymaz. Elbette uymaz. Bu Allah’ın standardı! Evrensel filan değil, Arş’ın standardı bu. On çocuğu toplanıp da Yusuf’unu kuyuya attığı zaman, Yakup aleyhisselam ne yaptıysa sen de onu yap. Baktın ki işler iyi gitmiyor, çocukların senin istediğin gibi olmuyor, seni çocuk yerine koyup altmış yaşından sonra, senin önünde babalık ve annelik yapıyorlar, sen o zaman Yakup ol, kaldır ellerini ve de ki: Kardeşlerim, Kim şu kırk yaşına geldiği hâlde, annesinin önünde bebek gibi duran evladı bulduysa, şükretsin ki Allah da onu nankörler listesine yazmasın. Eğer böyle bir evlat bulmadıysa, yine de oturup beddua etmesin. Çünkü o zaman hiç bulamayacak. Kendi çeşmesini kurutacak. Çeşme akmıyor diye çeşmenin önü- “Ben de çektiğim bu sıkıntılarımı, gözyaşlarımı Rabb’imle paylaşırım, ne edeyim!” Evlat bulamadıysan, “Rabb’im var ya” diye teselli bul, yine de iyi dualar et, aksi hâlde kendi kuyunu kazarsın. Kardeşlerim, Demek istediğim şudur: Biz Kur’an ümmetiyiz. Şu camilerin mihrabındaki imam efendinin arkasında namaz kılarken fotoğrafımız çekildiğinde “Müslüman işte, camide fotoğrafı var” dendiği gibi analarımızın, babalarımızın önünde fotoğrafımız çekildiğinde de -velev ki kırk yaşında bile olsak- “tam Müslüman bir evlat” dedirtmedikçe Allah’ın rızasını kazanmak zordur. Ne yaparsak yapalım, cami yaptırdık, vakıf kurduk, talebeler okuttuk, burs verdik, çok büyük işler yaptık, insanlara hayrımız dokundu, yaptık, yaptık… Ama Peygamber aleyhisselam, bizi görünce vallahi “ananın, babanın ayağına kapan” diyecektir. Yaptığın hiçbir sosyal hizmet, insanların sana gösterdiği alkış ve alaka, anne-baba standartlarını yakalamadıkça seni Allah’ın rızasına ulaştırmayacaktır. Biz Ümmeti Muhammed’iz. Kur’an kitabımızdır, Şeriat’ımızdır ve ölçümüz de budur. Bunun ötesindeki her şey; kurtların kendi aralarındaki, evrensel beyannamelerinden başka bir şey değildir. Vel’hamdülillahi Rabbi’l âlemin. 2016 36 Mart M. Emin KARABACAK Duanın Psikolojik Faydaları “Mazlumun duasından sakınınız. Zira onun duasıyla Allah Teâlâ arasında perde yoktur.” (Müslim, Îmân,29) D üzce Depremindeki Psiko-Sosyal Müdahale ekibinde bulunmuş formatör bir arkadaş, depremden sağ salim kurtulmuş bir babanın yaşadıklarını şöyle anlatır: “Deprem olmuştur, baba enkazın altında eşi ve çocuklarıyla birlikte kalır. Baba, kurtuluncaya kadar dua ettiğini ve direncini de duası sayesinde kaybetmediğini söyler. Yine aynı baba enkazdan kurtulduktan sonra eşini Mart 37 ve çocuklarını kaybettiğini öğrenince hiçbir şeyin kendisine fayda etmediğini kendisini ayakta tutan tek şeyin de dua olduğunu söylemiştir.” Normal hayatta da bu hep böyle değil midir? Anne babasını, eşini ya da biricik evladını hastalık ya da kaza sonucu kaybeden kişiyi de sakinleştirip rahatlatan şeyin inanç ve dua olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Yoksa bu insanların birçoğunun ruh sağlığının bozulmayacağını kim garanti edebilir? 2016 Psikolojik baskıdan kurtaracak olan yine Peygamber Efendimizin (s.a.v) şu hadisidir: “Bir müminin bir mümine gıyabında duasından daha çabuk kabul edilen hiçbir dua yoktur.” (Tirmizî, Birr,50) Duanın psikolojik faydaları, sıkıntılı zamanlarda olduğu kadar günlük hayatta da çoktur. Biri bize haksız yere kötülük yapıyor ya da iftira atıyor. Elimizden hiçbir şey gelmiyor. Sinirimizden çatlayacağız. Ya ona ya da kendimize zarar vereceğiz. Bu durumda bizi rahatlatacak tek şey yine duadır. Bu durumda bize zararı dokunana: “Allah’ından bul, seni Allah’a havale ediyorum.” diye dua etmek bizi rahatlatacaktır. Sonucunda psikolojik olarak rahatlayan insan, kendine veya karşısındakine zarar vermekten de kurtulacaktır. Bizi durduran ve rahatlatan da Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şu hadislerine olan inancınızdır. “Mazlumun duasından sakınınız. Zira onun duasıyla Allah Teâlâ arasında perde yoktur.” (Müslim, Îmân,29) “Dua müminin silahıdır.” (Keşfü’l-Hafa,I,485) Yine biri bize büyük bir iyilik yaptı ve o iyiliğin altında kalmak istemiyoruz. Fakat elimizden hiçbir şey gelmiyor ya da karşı taraf karşılık olarak hiçbir şeyi kabul etmiyor. Oysa bizim de bu borcun altından kalkmamız lazım. O zaman yine yapabileceğimiz tek bir şey var, o da o kişi için dua etmektir. İnsan o zaman psikolojik olarak rahatlayabilmektedir. Burada da bizi psikolojik baskıdan kurtaracak olan yine Peygamber Efendimizin (s.a.v) şu hadisidir: “Bir müminin bir mümine gıyabında duasından daha çabuk kabul edilen hiçbir dua yoktur.” (Tirmizî, Birr,50) Öğrenciler genellikle sınavlara girerken stres yaşarlar. Yine bu öğrencilerin sınav stresinden kurtulmak için dua ettiklerini ve sınav stresini dua ile yendiklerini kendilerinden duymuşuzdur. 2016 Çocukların korkularını hepimiz biliriz. Çocuklara korktukları zaman bazı süreleri dua niyetiyle okumalarını öğreten bizleriz. Özellikle ergenlik çağındaki çocuklar, geceleri yatarken korktuklarını ve bu korkularının dua sayesinde hafiflediğini böylece kendilerini güvende hissettiklerini ifade etmişlerdir. Biz yetişkinler de böyle değil miyiz? Geceleri, korkulu bir rüyayla uyandığımız zaman yaptığımız tek şey dua etmek veya dua niyetiyle bazı süreleri okumak değil mi? Her zaman olduğu gibi çocukluğumuzda da korkuları yenmede duanın psikolojik faydaları çok olmuştur. Köyde sulak iki yerde bahçemiz vardı: Biri köyümüze 3 km, diğeri 5 km uzaklıkta. Bahçe sulaması keşik (sıra) olduğu için genelde bize gecelere denk gelirdi. Rahmetli anne babam, bahçe sulamak için geceleri bizleri kaldırır ve genelde tek başımıza gönderirlerdi. Ormanlık ve dağlık arazideki patika yoldan, omzumuzda bir kürek, elimizde bir el feneri ile giderken de korkumuzu yatıştırmak içinde dua niyetiyle bazı süreleri okurduk. Dua okuma, bahçe sularken de devam ederdi. Tek başımıza olduğumuz bu durumlarda bizler samimi bir arkadaş olan dua sayesinde korkularımızda emin olurduk. Yazarlık yapanlar bilir, yazı yazmanın zorluğunu. Bir de gazetelerde köşe yazarlığı yapıyor ve bunu da Allah rızası için yapıyorsanız bu nefse daha da zor geliyor. Millet gezerken, ayaklarını uzatıp televizyon seyrederken ya da internete takılırken sen konu bulmaya çalışıyorsun. Konuyu bulup yaz, düzelt derken bir okurun yersiz eleştirisi insanın iyice motivasyonunu bozar. İşte bütün bunlara katlanmamızı sağlayan şey, okurların yaptığı ve yapacağı hayır dualardır. Bu dualar bizleri psikolojik olarak rahatlatmakta ve yazarlığımıza devam etmemizi sağlamaktadır. 38 Mart 8. Dua, kişinin kul ve aciz olduğunu anlamasını Duanın Psikolojik Faydalarını Şu ve buna bağlı olarak da kibir ve gururdan uzak durŞekilde Sıralayabiliriz: masını sağlar. 1. İnsanların normal hayatta yaşamış oldukları bazı sıkıntılar, zamanla bazı hastalıkları da beraberinde getirecektir. Kişinin sıkıntılı zamanlarında duaya sarılması bu süreci daha sağlıklı atlatmasını sağlar. 2. Dua, hastaların olduğu kadar sağlıklı kişilerin de maneviyatını yükseltir. Kişinin hastalıkta olduğu gibi normal hayatta da yaşama azmini artırır. 3. Dua, insanın normal zamanlarda bilinçaltına atılan tatmin edilmemiş isteklerin yol açabileceği psikolojik rahatsızlıklardan korunmasını sağlar. 4. Dua insanın fiziksel rahatsızlıklar kadar psikolojik rahatsızlıklar dediğimiz depresyon, stres, nevrotik ve psikotik rahatsızlıklardan da büyük ölçüde korunmasını sağlar. 5. Duayı gönülden yapan kişiler kendilerinin aciz olduklarının farkına varır. Bu da kişinin kendisini başkalarından üstün görmesine neden olan kibir ve gururdan korunmasını sağlar. 6. “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim,40-41). Bu ve buna benzer dualar kişinin hem geçmişini hem de gelecek nesilleri için dua edeceğinden geçmişle gelecek arasında görev yapmasını sağlar. 7. Dua, kişinin olumsuz hal ve hareketlerinin farkına varmasını ve tövbe etmesini sağlar. Buna bağlı olarak da kişinin Allah’a daha çok yakın hissettirecek davranışlara yönelmesini sağlar. “EyRabbim!Benivesoyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim,40-41). Mart 9. Dua; kişinin içine dolan manevi havadan dolayı kendisiyle barışık olmasını ve en önemlisi kendisine güvenmesini sağlar. 10. “Sizin duanız olmasaydı…” ayetinde olduğu gibi kişinin Allah’la arasında her zaman güçlü bir bağın olmasını sağlar. 11. Dua, zihni zinde kılar ve duaya bağlı olarak davranışların olumlu olmasını sağlar. 12. Dua, kişinin olumsuz duygu ve düşüncelere neden olabilecek söz ve hareketlerden kaçınmasını sağlar. Bu da kişinin kendisi ve diğer insanlar hakkında olumlu düşünmesini sağlar. 13. “Dua et” demekle kişi diğer insanlarla hem iletişiminin olumlu olmasını hem de empati yapmasını sağlar. 14. Dua ile kişi, karşısındaki ile iletişim kurarken selamın özünde yatan dua sayesinde kendini güvende ve iyi hissetmesini sağlar. 15. Dua, sığınacağı bir yaratanı olduğu için kişinin hastalıklara sabretmesini ve kendini yalnız hissetmemesini sağlar. 16. “Sıkıntı ve darlık zamanında duasının kabul olmasını isteyen…” hadisinde olduğu gibi insanın her zaman dua ile iç içe olmasını ve dua ile iç içe olan kişinin de kendini daha iyi hissetmesini sağlar. 17. Kişinin iyi günlerde yapmış olduğu dua şükrünün; sıkıntılı zamanlarında da yapacağı dua sabrının artmasını sağlar. 18. Dua, stresli ve korkulu zamanlarda kişinin kendini güvende hissetmesini sağlar. Ve bu süreci daha sağlıklı atlatmasını sağlar. 19. Dua kişinin kötü günlerinde bir dayanak olacağından büyük hatalar yapmasının önüne geçmesini sağlar. 20. En önemlisi dua, istenecek tek kişinin Allah olduğunu kavramamızı ve insanlara el açmaktan kaçınmamızı sağlar. 39 2016 Ubeyd FAKİRULLAH Kibâr-ı Kelâm Dünyadan Yüz Çevirenin Dünya Peşine Düşer (Ehlullahın Dilinden...) Zühd’ün Özeti Yahya bin Muaz1 (rahimehullah) şöyle buyurmuştur; “Dünyayı bütün her şeyi ile terk etmek onu tamamen elde etmektir.2 (O halde) Kim dünyayı tamamen terk ederse onu (biiznillah) elde eder. Ve herkim onu tamamen elde ederse (zaten) onu tamamen terk etmiştir. (o takdirde) Dünyayı elde etmek onu terk “Şüphesiz ki Zühd’ün aslı, Haramların büyük küçük hepsinden kaçınmaktır. Farzların zor kolay hepsini yerine getirmektir. Dünyayı etmekte, onu terk etmek ise elde etmektedir.”3 1 Evliyânın büyüklerinden. 2 Nitekim buyurulmuştur ki; Dünyayı isteyenden dünya kaçar, ondan kaçanın da peşine düşer. 3 İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8 azıyla çoğuyla dünya ehline terk etmektir.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9) Zühd’ün En Güzel Tarifi Dini Muhafaza Ne İle Olur? Hâmid el-Leffâf (rahimehullah) şöyle buyurmuştur; “Bir adam gelip kendisine “bana bir tavsiyede bulun” deyince (O da), Mushaf’ın kılıfı gibi dinin için bir kılıf edin demiş. “Din için kılıf nasıl olur ki” diye sorulunca; Lüzumundan fazla olan gereksiz ve boş konuşmaları terk et. Gereğinden fazla dünya(nın peşine düşmeyi) terk et. Gerekli olduğu kadardan daha fazla insanlar arasına karışmayı terk et.”1 (İbn-i Hacer ElAskalani Münebbihat: sayfa 9) İbni Abbas (radiyallahu anhüma) buyurmuştur ki; “Zühd kelimesi (arapça olarak telaffuz edildiğinde) üç harftir. ( ) “Zâ” harfi “Zâd’ün lilmeâd” (ahiret için azık hazırlama) demektir. “Hâ” harfi “Hüden liddîn” (din’e hidayet etmek) demektir. “Dal” harfi ise “Devâm’un alad-dâ‘ti” (itaate devam etmek) demektir.” Başka bir yerde de yine “Zühd” kelimesi hakkında buyurdular ki; “Zühd kelimesi üç harftir. “Zâ” harfi “Terk’üz zîyneti” (Dünya ziynet ve süsünü terk etmek) demektir. “Hâ” harfi “Terk’ül heva” (nefsin arzu ve isteklerini terk etmek) demektir. “Dal” harfi “Terk’üd dünya” (Dünyayı bütünüyle terk etmek) demektir.1” (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9) Niyaz ve Nasihat Dünya Sevgisini Kalpten Çıkarmanın Yolu Ariflerin büyüklerinden Şiblî (rahimehullah) şöyle buyurmuştur; “Ey Allah’ım! Bu acziyet, fakru zaruret ve zayıflığıma rağmen ben tüm iyiliklerimi sana bağışlamayı şüphesiz (çok) severim. Sen ey Efendim! (sonsuz) Zenginlik (sahibi) ve benim mevlam olarak tüm hata ve günahlarımı bağışlamayı istemez misin.” İbrahim bin Edhem1 (radiyallahu anh) den rivayet olunduğuna göre; bir gün kendisine “zühd2”e ne ile nail oldun diye soruldu. Cevaben buyurdular ki; “Üç şeyle! Gördüm ki; kabir (çok) vahşi, yalnız ve ürkütücü Hâlbuki benim kabirde ünsiyet kuracağım bir arkadaşım bile yok. Ve yine gördüm ki; (Ahiret) yolu çok uzundur. Oysa yanımda azık bile yok. Ve yine gördüm ki; (ahirette) Cebbâr (Yüce, Kuvvetli ve Kahredici) olan Allah (celle celaluhu) hükmedecektir, benim elimde ise (onun azabından kurtaracak) hiçbir delil yok.”3 Ve yine buyurdu ki; “Allah’u (Teâlâ’ya) dost olmak istersen nefsinden kaç (ona düşman ol).” Ve yine buyurdu ki; “Şayet vusletin (Allah’u Teâlâ hazretlerine gerçek kulluğun) tadını tatsaydınız, ayrılığın (kulluk olmadan geçen zamanların) acısını bilirdiniz.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8) 1Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 2Helal malın fazlasından, şüphelilere düşme korkusu ile mubahların çoğunu terk etmeye ve dünya sevgisinden sakınmaya Zühd denir. 3 İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8 İyilik Eden Emir, İsteyen Esir Olur Hazreti Ali (radiyallahu anh) buyurmuştur ki; “Dilediğin kimseye ikram et, iyilikte bulun onun emîri olursun (kendisinden bir şey istediğinde onu sana karşı minnettar bulursun).” “Dilediğin kimseden iste onun esîri olursun (sana yapmış olduğu iyilikten sonra senden bir şey istediğinde ona karşı şükran borcunu yerine getirmek zorunda kalırsın).” “Dilediğin kişiden müstağni kal şüphesiz onunla eşit derecede olursun (nasibin olanla kifayet edip insanlara el açmazsan sana minnet edemezler.).”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8) Dr. İhsan ŞENOCAK İndirilen İslam’ın Muhkem Kaleleri: Mezhepler Kur’an ve Sünnet’in bir kısmı herkesin anlayabileceği bir tarzda açıkken, önemli bir bölümü ancak içtihatla anlaşılabilecek bir yapıdadır. İçtihatla anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın geneline nisbetle çoğunluğu teşkil etmektedir. 2016 C emiyet halinde yaşamak hayatın devamı için bir zorunluluktur. Çünkü “İnsan, yaratılışı gereği medenidir.”1 İnsanlar, yaşamlarında sayısız olaylarla karşıla-şırlar. İctimai düzenin sağlanabilmesi için herkesin karşılaştığı olayları, fıkhın temel esaslarına muvafık bir şekilde çözmesi gerekir. Fakat, bütün insanların, uyması gereken kuralları ayrıntılı bir şekilde bilmeleri mümkün değildir. Bu yüzden modern hukukta “avukatlık” ve “hukuk danışmanlığı” 42 mesleği ihdas edilmiştir.2 Fıkıhta ise, söz konusu işlevi, yani fıkhi hükümleri Müslümanlara açıklama ameliyesini fakihler yerine getirmektedir. Bundan dolayıdır ki fakih, zamanı okuyan-zamana hükmeden adamdır. Medeniyetin özünü teşkil eden esaslar Ona aittir. O ise Kur’an ve Sünnet’e. Tesbit ettiği esaslar ve istinbat ettiği hükümler itibariyle fakih ilmin olduğu gibi fikir tarihinin de öncü ismidir. Müslümanlar, İslam’ın başlangıcından günümüze kadar fakihlerin içtihatlarını tak- Mart lit ederek, yükümlülüklerini yerine getirmektedirler.3 Fuka-hayı taklit etmek cemiyetin çoğunluğunu teşkil eden avam adına bir zorunluluktur. Çünkü fıkhın esası olan Kur’an ve Sünnet’in bir kısmı herkesin anlayabileceği bir tarzda açıkken, önemli bir bölümü ancak içtihatla anlaşılabilecek bir yapıdadır. İçtihatla anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın geneline nisbetle çoğunluğu teşkil etmektedir.4 göre, Saadet asrında mukallit, avamla sınırlı iken, mezheplerin teşekkülü ve hicri dördüncü asrın sosyo-kültürel şartlarının etkisiyle kapsam açısından genişleyerek fakihleri de içine almıştır. Hicri dördüncü asırdan itibaren, fakihlerin içtihat yerine taklîde yönelmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına ve taklidin kurumsallaşarak mezhepler düzeyinde yapılmasına zemin hazırlamıştır. Kur’an ve Sünnet’te yer alan içtihadî hükümleri bulup-çıkarmaları için, mükelleflerin tamamından içtihat yapmalarını talep etmek, onlara kapasitelerinin üzerinde bir sorumluluk yüklemek demektir ki, bu da “teklif-i mala Mükelleflerin, yutak”olur.5 farklı zeka derecelerine sahip oldukları hesaba katıldığında, böyle bir talebin mantıki açıdan da yersiz ve yetersiz olduğu görülecektir. Bu yüzdendir ki, içtihat yapabilmek, belli şartlara sahip insanlarla sınırlı tutulmuştur. İslam milletinin fıkhi meseleleri anlayabilmesinin yegane usulünü veren taklidin ne olduğunu, nasıl bir tarihi arka plan içerdiğini, ona kimlerin niçin karşı geldiğini, o vardır diyenlerin ne derece bedihi hakikatlerle istidlal ettiklerini anlamak için işte buyrun taklit dosyasına: İçtihada açık nassların muradı ilahi çerçe-vesinde anlaşılabilmesi, müçtehitler için vasıtasız gerçekleşirken, avam için ancak müçtehitler vasıtasıyla gerçekleşmektedir.6 Dolayısıyla, avamın Kur’an ve Sünnet’le olan münasebetinin sorumluluk açısından fıkhi bir boyut kazanabilmesi ancak, müçtehidi taklit etmesiyle mümkün olmaktadır. Aksi takdirde o, Kur’an ve Sünnet’le sağlıklı bir iletişim içinde olamayacağından, fıkhi sorumluluğunu da yerine getiremez. Taklit Saadet asrından günümüze kadar uzanan süreç içerisinde, mukallitlerin içtihadi hükümlere ulaşabilmelerinin yegane yolu olmuştur. Fakat, mukallit kavramı süreç içerisinde aynı kalmamış zamanla farklı içerikleri bünyesine alarak genişlemiştir. Buna Lügatte Taklit “Taklit” kelimesi, “demiri bir şey üzerine eğmek, ipi eğirmek, suyu havuzda toplamak”7 gibi anlamlara gelen k.l.d kökünden türetilmiştir. Taklit kelimesinin dört harfli formu olan kallede ise, “kolye takmak, sorumlu kılmak, makama atamak, kılıcın askısını boyna takmak, hibede bulunmak, hicvetmek” gibi anlamları içerir. Taklit kavramının yukarıda verilen somut anlamları yanında bir de mecazi anlamı vardır ki, o da “insanların boyunlarına sorumluluk yüklemek”8 tir. Taklit kelimesinin fıkıhla ilişkisi de bu noktada başlar ve mecaz anlam örgüsünde kazandığı içeriğe dayanır. Buna göre müçtehit fakihlerin görüşlerini bağlayıcı kabul edip onlarla amel eden bir Müslüman, söz konusu amelinden doğacak manevi sorumluluğu, bir anlamda “taklit” ettiği müçtehidin adeta boynuna geçirir.9 { } Medeniyetin özünü teşkil eden esaslar Ona aittir. O ise Kur’an ve Sünnet’e. Tesbit ettiği esaslar ve istinbat ettiği hükümler itibariyle fakih ilmin olduğu gibi fikir tarihinin de öncü ismidir. Mart 43 2016 fıkhın esası olan Kur’an ve Sünnet’in bir kısmı herkesin anlayabileceği bir tarzda açıkken, önemli bir bölümü ancak içtihatla anlaşılabilecek bir yapıdadır. İçtihatla anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın geneline nisbetle çoğunluğu teşkil etmektedir.4 Istılahta Taklit Tarihi Arka Plan “Delillerini bilmeden bir müçtehidin görüşüyle amel etmek”10 diye tarif edilen taklidi bir örnek çerçevesinde izah edersek şunları söyleyebiliriz: Abdest alırken, Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) görüşüne göre başının dörtte birini mesh eden ya da vitir namazında kunut duasını okuyan Hanefi mezhebine mensup bir mükellefin, söz konusu fiillerinde Ebû Hanife’nin içtihadını, içtihadının delillerini bilmeden kabul edip uygulaması, ameli anlamda bir taklittir.11 Öte yandan, abdest alırken, İmam Malik’in (ö. 179/795), başın tamamını meshetmeyi gerektiren içtihadıyla12 amel eden, Maliki mezhebine mensup bir mükellef de, İmam Malik’in bu konudaki içtihadını kabul edip onu taklit etmiş olur. Her iki imamın görüşlerine uyan kişiler, onların söz konusu hükme hangi deliller vasıtasıyla ulaştıklarını bilmedikleri için, bu ameliyeleri “taklit” başlığı altında değerlendirilir. Hz. Rasulullah (s.a.v.) Devri Bu devirde fıkıh, “vahiy” merkezlidir. Çünkü fıkhi hükümler ya hem lafız ve anlam itibariyle (Kur’an) ya da sadece anlam itibariyle vahiy kaynaklıdır (Sünnet). Hz. Rasulullah (s.a.v.) ve sahabe içtihatlarının vahiy tarafından tasvib edilenleri de ‘vahiy fıkhı’ özelliğini taşımaktadır.13 Allah Rasulü (s.a.v.) bir taraftan ashabın fıkhi sorularını cevaplandırırken diğer taraftan da Mescid-i Nebevi’ye bitişik halde inşa ettiği ve İslam’ın ilk üniversitesi kabul edilen Suffe’de onların bir bölümünü fıkhi meseleleri cevaplandırabilecek derecede yetiştirdi,14 yüksek fıkhi melekeye sahip olanları fetva verebilecek seviyeye getirdi. Daha O (s.a.v.) hayatta iken müçtehit sahabe fetva vermekteydi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali(bunlar Suffe’nin nehari müdavimleri), Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b Hz. Peygamber’in sağlığında fetva veren sahabeden bazılarıdır.15 Efendimiz yetiştirdiği bu müçtehit sahabileri,-İslami bilgileri, temel inanç esaslarını bilmekten öteye geçmeyen- Müslümanların yaşadıkları diyarlara gönderirdi. Oralardaki halk müçtehit sahabenin; amel, ibadet, muamelat ve genel olarak da helal-haram konularında verdiği fetvayı taklit eder ve o istikamette hareket ederdi. Fıkıh Tarihi kitaplarında da anlatıldığı gibi müçtehit sahabe -delilini- Kuran ve Sünnet’te bulamadığı bir problemle karşılaştığında, Allah Resu-lü’nün (s.a.v.) tavsiyesini dikkate alarak içtihat eder ve içtihadı doğrultusunda fetva verirdi. İnsanlar da onların verdiği bu fetvaları taklit ederdi.16 Nitekim Allah Resulü (s.a.v.), Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken O’na, vereceği fetvaların isnat merkezlerini sorar. Muaz da sırasıyla Kuran’ı, Sünnet’i ardından da içtihadı söyler.17 Muaz, söylediği gibi Yemende içtihatta bulunur, halk da onu taklit eder. 2016 44 Mart Bütün bunlar göstermektedir ki; Allah Rasulü (s.a.v.) sadece müçtehitleri yetiştirmekle yetinmiyor bir taraftan da onları Medine’ye uzak bölgelere gönderip halkın taklit etmelerini temin ediyordu. Raşid Halifeler Devri Raşid Halifeler Devri, ‘vahiy fıkhı’ sona erdikten yani ‘vahiy fıkhı’nın esasını teşkil eden Kuran ve Sünnet tamamlandıktan sonra başlamıştır.18 Raşid Halifeler devrinde sahabe, fıkhi bir meselenin çözümünü araştırırken öncelikle Kuran ve Sünnet’e müracaat ederdi. Şayet onlarda meseleye dair açık bir hüküm bulamazsa içtihat yapardı.19 Mutlak manada içtihat edenler olduğu gibi hususi konularda da içtihat edenler vardı. Hz. Ömer Şam’ın Cabiye bölgesinde halka yaptığı bir konuşmada “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubeyy b. Ka’b’a sorsun. Feraiz/miras hakkında soru sormak isteyenler, Zeyd b. Sabit’e, fıkhi meseleleri öğrenmek isteyenler, Muaz b. Cebel’e, iktisadi konularda soru sormak isteyenler bana gelsin”20 diyerek içtihatta uzmanlaşmaya işaret etmiştir. Hz. Ömer’in avamı, müçtehit sahabilere sorunlarını iletmeye davet etmesi taklidin Raşid Halifeler döneminde de avam-müçtehit düzeyinde yapılmaya devam ettiğini göstermektedir. Avamın Kur’an ve Sünnet’le olan münasebetinin sorumluluk açısından fıkhi bir boyut kazanabilmesi ancak, müçtehidi taklit etmesiyle mümkün olmaktadır. Aksi takdirde o, Kur’an ve Sünnet’le sağlıklı bir iletişim içinde olamayacağından, fıkhi sorumluluğunu da yerine g e t i re m e z . Mart Tabiin Devri Raşid Halifeler devrinin bitmesiyle başlayan Tabiin Devri Emevi Devletinin çökmeye başladığı yıllara kadar devam eder.21 Bu devrin fıkhi duruşu ashabın içtihat anlayışının özelliklerini taşır.22 Tabiin devrini önceki devirden ayıran özellikler bağlamında; Müslümanlar arasında ihtilafların artması, tedvin hareketlerinin başlaması ve müçtehit imamlar devrindeki fıkıh anlayışına rengini verecek “Ehl-i Hadis” ve “Ehl-i Rey” oluşumlarının Medine’de Said b. Müseyyeb, Küfe’de İbrahim b. Yezid en-Neha’i gözetiminde kurulması zikredilebilir.23 Bu dönemde içtihat hareketlerinde coğrafi anlamda da bir açılım oldu. Medine, Mekke, Basra, Küfe, Şam, Mısır ve Yemen gibi şehirler/bölgeler birer fıkıh merkezlerine dönüştü.24 İçtihadın yaygınlaşması doğal olarak içtihatları taklit ederek fıkhi ve dini sorumluluklarını yerine getiren avam sınıfının genişleyip kökleşmesine neden oldu. Müctehit İmamlar Devri Müçtehit imamlar devri hicri ikinci asrın ilk yıllarında başlar ve dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder.25 Fıkhın en hızlı gelişme gösterdiği bu dönemde Ebû Hanife, Malik b. Enes, Evzai, Süfyan-i Sevri, Şafii, Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehitler yetişmiştir. 45 2016 Hz. Ömer Şam’ın Cabiye bölgesinde halka yaptığı bir konuşmada “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubeyy b. Ka’b’a sorsun. Feraiz/miras hakkında soru sormak isteyenler, Zeyd b. Sabit’e, fıkhi meseleleri öğrenmek isteyenler, Muaz b. Cebel’e, iktisadi konularda soru sormak isteyenler bana gelsin”20 diyerek içtihatta uzmanlaşmaya işaret etmiştir. Müçtehit imamlar, gerek İslam toplumunun yaşadığı problemlere karşı, gerekse güncel hayatta Müslümanların karşılaştığı sorunlara yönelik kapsamlı içtihat faaliyetinde bulundular. Onların içtihatları, sonraki fakihler tarafından tedvin edilerek fıkhın temel ilkeleri belirlendi, dağınık konular toparlandı ve günümüze kadar ulaşan usul ve furu’ kitaplarının ilk örnekleri kaleme alındı.26 Bu çerçevede Ebû Hanife’nin talebesi Muhammed b. Hasan eş-Şeybani (ö.189/805) “Zâhiru’r-Rivâye” üst başlığı altında meşhur altı kitabını telif etti. İmam Muhammed’in kaleme aldığı bu eserlerde taklidin etkisi açıktır. Zira söz konusu eserler büyük oranda Ebu Hanife’nin içtihatlarını içermektedir.27 Mukallit fakihlerin müçtehit imamlara bağlılıkları, yeniden içtihat yapma yerine, müçtehit imamların görüşlerini furu’ kitaplarında toplayarak ihtiyaç halinde onlara müracaat etmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına, taklidin yaygınlaşmasına ve doğal olarak da fıkhın mezhepleşmesine ve oluşan mezheplerin kurumsallaşmasına neden olmuştur.28 Yeni içtihatların mukallit fakihler tarafından derlenmesi, içeriği oldukça zengin bir fıkıh literatürünün ortaya çıkmasına zemin hazırladı.29 Bütün bu gelişmelerden dolayı fıkıh tarihçileri, bu dönemi “fıkhın altın devri”30 olarak tanımlamaktadırlar. Nitekim İslam Devletlerinin asırlarca yargı ve yürütmede kullandıkları esaslar bu süreçte gerçekleştirilen içtihatlara dayanmaktadır.31 Mezhepleşme Süreci Mezhep düzeyinde taklit, hicri dördüncü asrın ortalarından başlayıp sonraki asırları da içine alarak günümüze kadar devam eder. Bu süreç içerisinde yetişen Kerhi (ö.340/952), Hülvani (ö.448/1050), Serahsi (ö.483/ 1090) gibi “Müntesip müçtehitler”, mutlak müçtehitlerin içtihat usullerine bağlı kalarak, onların görüş bildirmediği konularda içtihat yaptılar.32 Bu yaklaşımın benimsenmesiyle, taklidin fakihler düzeyinde yapılması da yaygınlık kazandı. Arka Plan Müçtehit imamlar, fıkhi bir problemi çözerken, mutlak olarak Kur’an ve Sünneti dikkate alırlardı. Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasının alt yapısını hazırlayan fakihler ise, Kur’an ve Sünneti müçtehit imamların içtihatları doğrultusunda anlamaya çalıştılar. Onların, bu bakış açısıyla yetiştirdiği talebeler de, içtihat yerine intisap duygusunu ön plana çıkarıp taklidin mezhepler düzeyinde revaç bulmasına zemin hazırladılar. Nitekim, bu devirde yetişen büyük fakihler bile, bir mezhep sistemine göre hareket etme ihtiyacını hissetti.33 Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasına zemin hazırlayan nedenler bağlamında şunlar söylenebilir: 2016 46 Mart İçtimai ve Siyasi Bunalım Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasının nedenlerinin başında, İslam dünyasının siyaseten dağılması gelmektedir. Abbasiler siyasi gücünü yitirince devletin merkeziyetçi yapısı parçalandı. Parçalanan devletin toprakları üzerinde kurulan devletçikler, basit siyasi kaygıların peşine düştüklerinden, ilmi hayat ciddi anlamda sarsıldı. Her devletin başına, kendilerine “müminlerin başkanı” denilen valiler geçti. Bu dağınıklık ve kaos ortamı, Müslümanlar arasında fitne tohumlarının ekilmesine zemin hazırladı, kardeşlik ve birliğin yerini düşmanlık ve bölünmüşlük aldı. İslam coğrafyasının bu dönemdeki sosyolojik yapısını anlayabilmek için, Bâtini inanca sahip Fâtımilerle Sünni Müslümanlar arasında cereyan eden olaylara bakmak yeterlidir. Müslümanlar arasında kabul görebilmek için, soylarını Hz. Ali ve Hz. Fatıma’ya isnat eden Fâtimiler, siyasi nüfuzlarını kullanarak, Sünni Müslümanlar üzerinde bir baskı rejimi kurmaya çalıştılar. Öyle ki; teravih ya da kuşluk namazı kılan bir Sünni’yi büyük bir suç işleyen kişi gibi, önce sokakta teşhir edip ardından da idam edebiliyorlardı. Bâtini görüşlerini Müslümanlar arasında yaymak isteyen Fâtimiler, Mısır’da inşa ettikleri el-Ezher üniversitesiyle de güçlü bir propaganda faaliyeti yürüttüler. Fıkhı kendi sapık görüşlerine uydurabilmek için Sünni fakihleri devlet kadrolarından dışladılar, hem tedrisatta hem de mahkemelerde görev almalarına engel oldular.34 Müçtehit imamlar devri hicri ikinci asrın ilk yıllarında başlar ve dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder.25 Fıkhın en hızlı gelişme gösterdiği bu dönemde Ebû Hanife, Malik b. Enes, Evzai, Süfyan-i Sevri, Şafii, Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehitler yetişmiştir. Mart İçerden ve dışardan gelen tehdit ve yıkımlar ilim dünyasını yeni duruşlar almaya sevketti. Ulema kısmen bir içe kapanma sürecine girdi. Tabi olarak, müstakil içtihat anlayışına sıcak bakılmadı. Batini anlayışın, içtihat zarfı içerisinde yaymaya çalıştığı hezeyanlara karşı Müslümanları koruyabilmek için taklit bizzat teşvik edildi.35 Sünni fakihlerin teşvikiyle taklide yönelen halk, içtihat adı altında Fâtimiler/Bâtıniler tarafından kendilerine sunulan sapık görüşleri reddetti. Sünni alimlerin halkla oluşturduğu ittifak karşısında uzun süre dayanamayan Fâtimi idaresi zamanla siyasi nüfuzunu yitirdi. Fâtimilerin ortaya çıkışıyla başlayan taklit, Fâtimilerin çöküşünün baş amili oldu.36 Talebelerin Hocalarına Bağlılıkları Hicri dördüncü asır ve sonrasında yaşayan fukaha, mensup oldukları mezhebin usul ve hükümlerine bağlı kalarak içtihat yapmayı tercih etti. “Müntesip müçtehit” şeklinde tanımlanan bu grubun yanı sıra, bir de tahriç, tercih ve temyiz çalışmalarıyla müçtehit imamların içtihatlarını daha kullanılır hale getiren alimler topluluğu vardı.37 Çağımız alimlerinden Mustafa Ahmet Zerkâ taklit devrindeki fakihlerin müçtehit imamlara muazzam bir saygı çerçevesinde bağlanmalarının nedenini anlatırken şunları söyler: “Müçtehit imamların yüksek ilmi mevkileri, zamanın geçmesiyle vicdanlarda kazandıkları üstünlük duygusu ilmi kudrete ve fıkıh melekesine sahip alimleri müstakil müçtehit olmaktan alıkoydu. Müntesip müçte- 47 2016 Mukallit fakihlerin müçtehit imamlara bağlılıkları, yeniden içtihat yapma yerine, müçtehit imamların görüşlerini furu’ kitaplarında toplayarak ihtiyaç halinde onlara müracaat etmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına, taklidin yaygınlaşmasına ve doğal olarak da fıkhın mezhepleşmesine ve oluşan mezheplerin kurumsallaşmasına neden olmuştur.28 hit ya da mezhepte müçtehit olmayı kendileri adına yeterli gördüler.”38 Mukallit fakihlerin bu tarz bir bakış açısına sahip olmaları bağlı bulundukları mezheplerin hüküm ya da fetvâlarını öğrenmeyi ve kendilerinden sonraki kuşaklara öğrendikleri bu fetvâları nakletmeyi yani “Nakilu’l-Fetva/Fetvayı Nakleden” olmayı tercih etmelerine zemin hazırladı.39 Fıkıh Kitaplarının Tedvin Edilmesi Mezheplere ait görüşlerin neredeyse tamamı hicri dördüncü asra gelindiğinde tedvin edilmişti. Bu gelişme fukahanın hükümlere ulaşmasını kolaylaştırdı. Güncel hayatla ilgili problemlerin çözümlerinin kitaplarda mevcut olması tabi olarak fakihleri mevcut literatür üzerinde derinleşmeye, onları bütün yönleriyle tahlil, tahriç ve illetlerini tespit etmeye yöneltti. Ta’lilü’l-ahkam ve tercih çalışmaları mevcut fıkhi mirası muhkem bir yapıya kavuşturdu. Usulü fıkhın eimme-i selasesi (üç imam) kabul edilen Ebu Zeyd Debusi, Serahsi ve Pezdevi gibi allameler Ebu Hanife Hazretlerinin içtihat anlayışı çerçeve-sinde fıkıh usulü ilmini geliştirip kemale taşıdılar. Muazzam Derinlik Müçtehit imamlar devrinin kapsamlı müktesebatı hicri dördüncü asrı müteakip yaşayan fakihleri mevcut üzerinde derinleşmeye bütün yönleriyle mevcudu tahlil, tahriç ve illetlerini tespit etmeye sevk etti. Bu büyük fıkhi servet takdire şayan çalışmalarla muazzam bir derinliğe kavuştu. Selefi anlayışa sahip münekkitlerin iddia ettiği gibi -hicri dördüncü asırdan Mecelle’ye kadar devam eden- taklit devrinde fukaha oturup hazırı tüketmedi. Binlere belki on binlere tekabül eden fıkhi meseleleri sistematize ettiler. Hükümlerin illetlerini ortaya çıkardılar. Usulle alakalı şaheserler vücuda getirdiler. İhtiyaç hissedildiğinde de bağlı bulundukları müçtehit imamın içtihat usulü çerçevesinde ictihatta bulundular. Kerhi (ö.340/952), Hassaf (ö.261/874) ve Tahavi (ö.321 /933)40 gibi allameler kitaplarda çözümü olmayan konularda görüşlerini ortaya koydular. Bu duruşlarıyla hem sahih geleneği korudular hem de hayata müdahil aktif bir fıkıh anlayışından yana olduklarını gösterdiler. Bu yüzden taklit devri, fıkhın durağanlaşmasına değil, kendi hususi bünyesinde sistemli ve dinamik bir yapıya kavuşmasına ev sahipliği yapmıştır. Niçin Taklit Teşvik Edildi? Fatimiler sapık anlayışlarını İslam coğrafyasında ikame edebilmek için yeni içtihatlarla İslam irfanını sarsmayı/yıkmayı denediler. 2016 48 Mart Namaza, oruca, hacca… dair Kur’an ve Sünnet’e muhalif görüşler ileri sürdüler. Ma’şeri vicdanda meşruiyet kazanabilmek için de içtihat kavramının arkasına sığındılar. Karşı duranları siyasi nüfuzlarıyla susturma yoluna gittiler. İlmen ve siyaseten anarşist bir yapılanma içerisinde oldular. Onların bu saldırılarına karşı Sünnet ve Cemaat alimleri bir taraftan İçtihadın Kur’an ve Sünnet’ten neşet etmesi gerektiğini, diğer taraftan ise sahih fıkhi birikimin İslam’ın temel esaslarına dair yeni şeyler ortaya koymayı zaid kıldığını söylediler. Değişen zamana göre fıkhi hükümlerin değişmeyeceğini bilakis İslam’ın bütün zamanları kendi değerleri doğrultusunda değiştirmeyi talep ettiğini ilan ettiler ictihat Neyin Bahanesi Fatimilerde olduğu gibi sahih İslami geleneği devre dışı bırakmak isteyenler hep içtihat bahanesiyle emellerine ulaşmak istemişlerdir. Çünkü sapık görüşlerin Müslümanlar tarafından benimsenmesinin yegane yolu onların içtihat olduğunun kabulüne bağlıdır. Avamın yeni anlayışları neden, niçin gibi soru kipleriyle sorgulamaları “bu bir içtihattır” ifadesiyle geçiştirilmeye çalışılmıştır. Muhakkak ki içtihadın ihtiyaç halinde yapılması bir zarurettir. Bu yüzden taklit devri de dahil tarih boyu bütün fakihler kesintisiz içtihat etmişlerdir. Fakat müçtehit imamlar bunu “müstakil müçtehit” kimliğiyle sonrakiler ise “müntesip müçtehit” zarfı içerisinde yapmışlardır. Ayrıca ictihadın meşru ve muteber olabilmesi için “ehlinden sadır ve mahalline masruf olması” gerekir. İlmi ehliyetten yoksun olanların din adına ahkam kesmeleri muhkem ayetlerle tayin edilen hususlarda içtihada tevessül etmeleri imar adı altında işlenen yıkımdan “Müçtehit imamların yüksek ilmi mevkileri, zamanın geçmesiyle vicdanlarda kazandıkları üstünlük duygusu ilmi kudrete ve fıkıh melekesine sahip alimleri müstakil müçtehit olmaktan alıkoydu. Müntesip müçtehit ya da mezhepte müçtehit olmayı kendileri adına yeterli gördüler.” 38 Mart başka bir şey değildir. Mezhepler tarihi bu hükmün en canlı şahididir. Kaderiye’den Cebriye’ye Mutezile’den Hariciler’e tarih mezhep mezarlığıyla doludur. Bütün bunların arka planında ise ehliyet ve liyakat fukarası insanların içtihat adı altında sarf ettikleri sapık görüşler yatmaktadır. Yeni hezeyanların tedavüle çıkması ve İslam coğrafyasında makes bulmasının yegane yolunun içtihadı teşvik, taklidi ise men etmekten geçtiğini bilen dış güçler; istila ettikleri bölgelerdeki alimlere “İslam donuk bir dindir. Müslümanların perişan halleri taklidi meşru kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kurtuluş ise kapsamlı bir içtihat hareketiyle mümkündür.” şeklinde telkinlerde bulundular. Batılı adam tahrif etmek istediği dinin bünyesine kendi ideolojisini yerleştirebilmek için İslam coğrafyasının her tarafında içtihat propagandası yaptı. Öyle etkili oldu ki kısa zamanda Ehl-i Hadis’ten Ehl-i Kur’an’a kadar sahih İslami geleneği reddeden bir sürü hareket zuhur etti. Mevcut/meşhur dört mezhebi tanımayan Ehl-i Hadis’in teşvikiyle alim-cahil herkes içtihat yapmaya yöneldi. Mısır’lı Şeyh Meraği öylesine ileri gitti ki içtihat için Arapça bilmenin dahi şart olmadığını ileri sürdü. Ondan cesaret alan devrin Mısır’daki İngiliz büyük elçisi banka ile ilgili meselelerde içtihat etti. Müslümanların Ebu Hanife’yi taklit etmesine tahammül edemeyenler Hıristiyan bir sefirin içtihatlarına sessiz kalarak cevaz verdiler. Deliller Taklide karşı tavır alanlar arasında özellikle Mutezile’nin Bağdat ekolü, İmamiye’nin bir grubu, Zahiriler ve bu mezhebi eserleriyle günümüze taşıyan İbn Hazm (ö.456/1064) önemli bir yer tutmaktadır.41 49 2016 Kur’an’ı Kerim’de taklidin meşruluğuna işaret eden diğer bir delil ise, “(İslam Dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya işte Allah, onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır”47 Çağımızda bu anlayışın en önemli temsilcileri “selefi” olduklarına vurgu yapan kişilerdir. “Ben Ezher’de bir çok müçtehit görüyorum ki; taklit kendilerine haramdır.” Diyen Mısır’ın “Muslih-i Kebir”i! Şeyh Meraği’den, “Hanefi ya da Şafi olmak Muhammedi olmaya engeldir.” Diyen Hocendi’ye, Şeyh Nasırüddin’den “Ehl-i Hadis” bağlılarına kadar yığınla insan taklidin haram olduğunu iddia etmektedir. Bunların karşısında ise güneş gibi bedihi deliller ve taklidin caiz olduğunu bizzat taklit ederek gösteren meşhur dört mezhebin fakihleri vardır. Taklidin caiz olduğunu gösteren deliller o kadar açık ki onları görmek değil görmemek özel bir gayret ister. Ne ki İslam’ın sağlam bünyesini sarsmayı amaç edinenler bunları perdelemenin peşindedirler. İşte buyurun naklin ve aklın cephesinden avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğine şahitlik eden deliller: Ehline Sorun Kur’an’ı Kerim, alimlerin Allah ve Rasülü’nden sonra başvurulması gereken yegane otorite olduğunu belirtir.42 Nitekim, konuyla alakalı bir ayette Cenab-ı Hak43 “Eğer bilmiyorsanız bilgi ehline sorun” 44 buyurmaktadır. Bu ayet, mükelleflerin bilmedikleri konuları ehline sormalarını amir mutlak bir emirdir.45 Ayete rağmen bütün insanları, dini meselelerin tamamını içtihat ederek öğrenmeye davet etmek Kur’an’ı anlamamada ısrar edişten neşet eder ki çaresi ıslahı hal ve etraflı bir tedrisattır. Allah Rasulü (s.a.v.), avama marifete ulaşmanın usulünü anlatırken bilenlere sorup-öğrenmelerini tavsiye etmektedir. Nitekim, başından yaralanan bir sahabiye, guslün gerekli olduğunu söyleyerek ölümüne sebep olanlara şöyle buyurmuştur: “Madem ki 2016 bilmiyorlar bilenlere sorsalar ya! Meramını anlatamamanın ilacı, sormaktır.”46 Allah Teala Ashabı Taklit Edenlerden Razı Olmuştur Kur’an’ı Kerim’de taklidin meşruluğuna işaret eden diğer bir delil ise, “(İslam Dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya işte Allah, onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır”47 ayetidir. Burada zikredilen ashaba tabi olma ifadesi taklitle aynı anlamdadır. Çünkü, ashabın bizzat kendisi delil olmadığından söz ve amelleri ya Hz. Rasulüllah’dan duyduklarına ya da içtihatlarına dayanmaktadır.48 Bu durumda onlara tabi olmak, taklit kapsamında değerlendirilir. Eğer bizzat kendileri delil kapsamında ele alınsaydı bu durumda onların yaptıklarını benimsemenin adı ittiba olurdu. Ayrıca, Allah Teala onlara tabi olanlardan razı olduğunu ilan etmektedir. Ashaba tabi olmanın Allah’ın rızasına vesile olması da taklidin bilen-bilmeyen ekseninde gerçekleşmesi durumunda Kur’an’ın ruhuyla bağdaşacağını gösterir. Kur’an-ı Hakim’in ameli planda taklidin caiz olduğuna işaret eden bir başka ayeti şöyledir: “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan, her topluluktan bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi sahibi olmak ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları Allah’ın azabı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar”49 Bu ayette Allah Teala, müminlerin toptan savaşa iştirak etmelerini yasaklamakta ve onlardan bir grubun Allah’ın dinini iyiden iyiye öğrenebilmek için geride kalmasını istemektedir. Buna gerekçe olarak da, kardeşleri savaştan dönünce, helal ve haramı fetvâ yoluyla onlara sunabilecek kişileri toplumda bulmaları hususu zik- 50 Mart redilmektedir.50 Aynı şekilde savaştan dönen gruba, fakih sahabelerin fetvâlarını almaları tavsiye edilmektedir.51 Bu ayet ashabın avamının müçtehitleri taklit ettiğinin açık delillerindendir. “uyulması ve taklit edilmesi vacip olan tek hak mezhep Hz. Muhammed’in mezhebidir.”78 türünden mantık oyunları ve kavram kargaşalarıyla müçtehitleri taklit etmeyi gayri meşru göstermeleri anlaşılır bir çıkış değildir. Muasır İslam alimlerinden Saîd Ramazan el-Bûtî’nin79 de tenkit ettiği bu düşünce tarzı kanaatimizce, İslam Kültür Atlasının oluşum aşamalarını tanımamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü, taklidin ortaya çıktığı zaman dilimini, tarihi süreç içinde değerlendirebilen herkes, müçtehitlerin içtihatlarını hangi şartlar altında yaptıklarını anlar ve gerek içtihadın gerek taklidin İslam’ın kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını kabul eder. Yüce Allah, insanların beden güçlerini birbirinden farklı yarattığı gibi, zekalarını da farklı yaratmıştır. Bu gerçek ortada iken, Onun bütün mükelleflerden dini konularda derin bilgiye sahip olmalarını ve bu bilgi doğrultusunda içtihat etmelerini istemesi adalet ve hikmetiyle çelişir. Bundan dolayıdır ki; insanların kimini alim, kimini öğrenci, kimini müçtehit, kimini de mukallit olabilecek bir kabiliyette yaratmıştır. Ayrıca taklit, insanın fıtratında var olan bir duygudur. Nitekim, öğrencinin öğretmenini, sporcunun antrenörünü taklit ederek yetişmesi bunun sosyal bir realite olduğunu göstermektedir. Bütün Müslümanların güncel sorunlarını çözebil- “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan, her topluluktan bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi sahibi olmak ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları Allah’ın azabı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar”49 Mart meleri için ferdi planda Kur’an ve Sünnet’e müracaat edip hüküm çıkarmaları mümkün değildir. Bu yüzden avamın müçtehit imamları hüküm ve ya delilde taklit etmeleri tabiî bir olgudur. Şâtibi’nin Muvafakât’ını şerh eden Abdullah Dıraz bu bağlamda şunları söylemektedir: “Makul olan delil odur ki, içtihat ehliyetine sahip olmayanlar fıkhi bir problemle karşılaştıklarında, ya hiçbir şekilde bununla amel etmezler -ki böyle bir durum icmaya aykırı-dır- şayet bununla amel ederlerse, bu durumda ya hükmü ispat eden delili araştırmak ya da taklit etmek suretiyle amel ederler. Birincisi mümkün değildir. Çünkü böyle bir problem hem kendilerini hem de halkı olayların delillerini araştırmaya yöneltir, onları, işlerinden alıkoyar, meslek ve sanatlarını olumsuz yönde etkiler ve neticede bu gidiş ekonomi ve sosyal hayatı sarsar. Bütün bunlar, taklidi kaldırmanın ne kadar zor olduğunu gösterir. Kapıların tamamı kapalı olduğuna göre, önümüzde tek seçenek olarak taklit kalıyor. Dolayısıyla farzlar eda edilirken taklîtle amel edilmelidir.”80 Taklit Niçin Önemli? Dinin fıkhi boyutunun, avam tarafından anlaşılmasında taklidin önemli bir rolü vardır. Bu realite ihmal edildiğinde hayatla fıkhın bir bütünlük içerisinde olması imkansızlaşır. Nitekim, fukaha kişinin gıda maddesi ve benzeri şeyleri satın alırken, onları helal ya da haram yapan illetleri sormadan, sadece satıcının beyanını taklitle yetinebileceği konusunda fikir birliği içerisindedir.81 Cemaat, arkasında namaz kıldığı imamın temizlikle ilgili beyanını esas aldığı gibi, kıraatin gizli olduğu namazlarda da imamı taklit eder, okuyup-okumadığını araştırmaz. Müslüman bir eş ha- 51 2016 Kapıların tamamı kapalı olduğuna göre, önümüzde tek seçenek olarak taklit kalıyor. Dolayısıyla farzlar eda edilirken taklîtle amel edilmelidir.”80 yızla ilgili konularda hanımını, veli, önceden evlenip boşanan ya da kocası ölen bir kadının iddetle alakalı beyanını, hakim şahidi, muhaddis raviyi taklit eder.82 Örneklerde de görüldüğü üzere, ibadetten aileye, adaletten ekonomiye, kısacası toplumsal hayatın her alanında taklidin işlevselliği vardır. Fıkıh, hayatı düzenleyip-şekillendirme ödevini yerine getirirken kolaylaştırıcı olma niteliğini sürekli korur. Hüküm İz b. Abdisselam (ö. 660/1226), İbnu’l-Humam (ö. 861/1457),83 Şah Veliyyullah Dehlevî84, İmam Nab-lûsi85 gibi muhakkik fakihler, mukallidin müçtehidi taklit etmesinin zorunluluğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Fıkhın makasıd boyutuna dikkat çeken meşhur usul bilgini Şâtibî bu noktada şunları söyler: “Avama göre müçtehitlerin fetvâsı, müçtehitlere göre dini deliller mesabesindedir. Avam, delillerden istifade edemediğinden, onun için delillerin varlığı ve yokluğu arasında fark yoktur. Zaten deliller üzerinde araştırma yapmak ve delillerden hareketle içtihatta bulunmak onlar için caiz değildir. Nitekim Yüce Allah ‘eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.’86 buyurarak onları taklîde yönlendirmektedir. Avam için dini hükümlerde müracaat edilmesi gereken otorite, alimlerdir. Buna göre alimler mukallitler için kanun koyucu makamındadır.”87 İçtihadın “zan” ifade edişini gerekçe göstererek, avamın müçtehidi taklit etmesine karşı çıkmak da doğru değildir. Zira, haberi ahad da “zan” ifade etmesine rağmen, alimler onunla amel etmenin vacip olduğunda icma etmişlerdir.88 Zan ifade Eden Haber-i Ahad müçtehit için nasıl bağlayıcı oluyorsa, içtihatta mukallit için aynı şekilde bağlayıcı olur. Ayrıca Haber-i Ahad niteliğindeki bir rivayetin ibadetle ilgili konularda bağlayıcı olduğu bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetiyle sabittir. Çünkü, Allah Rasulü (s.a.v.) çeşitli bölgelere, ibadet vb. konulardaki hükümleri öğretmeleri için tek tek öğreticiler gönderirdi. Tek bir kişinin sözlerinin zan ifade ettiğini bilmesine rağmen, yine de bölge halkına gönderilen sahabiye uymalarını emrederdi.89 Mukallidin müçtehidi taklit etmesinin gerekli olduğunu ifade eden deliller, Kur’an, Sünnet, sahabe uygulaması, icma ve akla dayanmaktadır. İslam’ın başlangıcından günümüze kadarki tarihi süreç içerisinde taklidi hangi şartlar ve nedenler ortaya çıkardıysa, 90 bugün de aynı nedenler ve gerekçeler varlığını sürdürdüğüne göre avam için hala en makul yol mevcut/meşhur dört mezhepten birini taklit etmektir. Taklidin, Ümmeti ilmi faaliyetlerden kopardığını bu yüz den son üç asırdır yaşanılan hezimetten de sorumlu olduğunu iddia etmek hilafı hakikattir. Çünkü taklidin bütün halka teşmil ediliş süreci İslam dünyasının siyaseten en güçlü olduğu yıllara tekabül eder. Taklidi benimseyen fakihler zannedildiği gibi hayatın ürettiği yeni sorunlara ilgisiz kalmadılar bilakis “müntesip müçtehit” kimlikleriyle müçtehit imamların 2016 52 Mart usullerini kullanarak içtihat ettiler. Halk mezhepleri “hükümde” taklit ederken onlar “delilde” taklit ettiler ki bu bir anlamda içtihattır. Her konuda yeniden içtihat yapmanın hasılı tahsil olacağını bildiklerinden mevcut içtihatlar üzerinde yoğunlaştılar. Ta’lil, tahriç ve tercih çalışmalarıyla fıkhi mirası daha kullanılır bir yapıya kavuşturdular. Asırlardır kullanılan “fetva” kitapları mukallit diye küçümsenen o allamelerin eseridir. Bugün Bin Baz ve Üseymin gibi fanatik İbn Teymiye bağlısı Selefiler dışındaki neredeyse bütün muasır fakihler fetvalarında Serahsi, İbn Humam, Karafi ve Suyuti gibi büyük ruhlu fakihlerin fıkhi tasavvurlarını kullanıyorlar. Muasır meselelere dair müstakil eser yazan muhakkik fakihler Merğinani’nin “Hidaye’sini okutabilmeyi iftihar vesilesi kabul ediyorlar. Büyük bir fakih bir gün şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Bu benim Hidaye’yi size yirmi birinci okutuşum. Ne var ki her okutuşumda yeni manalar keşfediyor, eksikliğimi anlıyorum. Bu yüzden piyasa fakihlerinin Merğinani ile boy ölçüşmesini küçük bebeklerin Ben Koca Yusuf’la güreşirim demesine benzetiyorum.” İmam Yafi diyor ki rüzgar bazen sivrisinekleri önüne katar, alır dağların zirvelerine taşır. Bir an sinekler dağların sultanları olduklarını düşünürler. Fakat farklı yönden esen yeni bir rüzgar onları alır uzak iklimlere ya da yok oluşa sürekler. Sinekler geldiği gibi giderler fakat geride dağlar dimdik kalır. Selefilerin delilde ya da hükümde mukallit oluşlarından dolayı tenkit ettikleri büyük ruhlu fakihler “müntesip müçtehit” kimlikleriyle öylesine muazzam eserler telif ettiler ki dün olduğu gibi bu günde Avam için dini hükümlerde müracaat edilmesi gereken otorite, alimlerdir. Buna göre alimler mukallitler için kanun koyucu makamındadır.” 87 Mart en muteber fakihler onları referans göstererek itibar kazanmaktadır. Fakihler fıkıhla hezeyan arasındaki sınır taşlarıdır. Onların çepeçevre kuşattıkları alan (mezhepler), alim-cahil bütün ümmet için en güvenilir bölgedir. O bölge (mezhepler) tahrif edilmek istenen İslam’a karşı, indirilen İslam’ın muhkem kalesidir. Dipnotlar 1-Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldûn, Mukaddime, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, s.33. 2 - Ahmet Vehbi Ecer, “İctimai Hayat ve Kültür Tarihi Bakımından Fetva Kitablarının Önemi”, (Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı), AUİİFD, Ankara, 1978, s. 252. 3- Bkz. Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî, el-Lâmezhebiyye Ahtâru Bida’tin Tuheddidu’ş-Şeriate’l-İslamiyye, Mektebetu’l-Farabi, Dımeşk, ty., s.71 vd. 4Ayrıntılı bilgi bilgi için bkz. Abdulvahhâb Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1942, s. 25,26; Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslamî, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 441,442. 5- Kur’an, Bakara (2): 286; Ayrıca bkz. Ebû İshâk İbrâhim b. Mûsâ Şâtibî, el-Muvafakât fî Usûli’ş-Şerî’a, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1996, IV, 22. 6- Şâtibî, Muvafakât, IV, 22; Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdurrahîm ed-Dehlevî, İkdu’l-Cîd fî Ahkami’l-İctihad ve’t-Taklîd, Kahire, 1398, s.42. 7- Mecdu’d-Dîn Muhammed b. Yakup b. Muhammed b. İbrahim Firûzâbâdi, el-Kâmus, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 456. 8- Muhammed Düsûkî, el-İctihad ve’t-Taklîd fî’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Darüs-Sekafe, Katar, 1987, s.202. 9- Seyyid Bey, Muhammed, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty, s.274. 10- Bkz. Seyfuddîn Ebü’l-Hasan b. Ebî Ali b. Muhammed Amidi, el-İhkâm fî Usüli’l-Ahkam, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y., IV, 445; Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed Gazzâlî, el-Mustasfa Min İlmi’l-Usûl, Kahire, 1356, II, 123; Muhammed Dusûki, el-İctihad ve’t-Taklîd fî’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Darü’s-Sekafe, Katar, 1987, s.202; Muhammed b. Ali Şevkanî, İrşâdü’l-Fuhûl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., s.391; Muhammed Hudarî, Usûlu’l-Fıkh, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1998, s.369. 11- Nureddin Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Kâri, Feth-u Babi’l-İnâye bi Şerhi’n-Nukâye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1997, II, 42. 12- Ebû’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 13. 13- Mustafa Ahmed Zerkâ, el-Medhalu’l-Fıkhıyyu’l-Amm, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1998, I, 165,172; Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Muessesetu’r-Risale, Beyrut, 1999, S.91. 14- Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara 1977, s.18. 15- Celalüddin Abdurrahman Suyuti, Adabu’l-Müfti, Süleynaniye Küt., Şehit Ali Paşa, no: 2714, vr. 148; Fahrettin, Atar, “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, MÜİFD, yıl 1985, sayı 3, İstanbul, 24. 16- Buti, a.g.e., s.71. 17- Ebu İsa Muhammed b. İsa, Tirmizi, Sünenü’t-Tirmizi, Daru’l-Fikr, Beyrut 1994, 13/ Ahkam, 3, (III,62, H. no:1332). 18- Bkz. Zerka, Medhal, I, 173-178; Zeydan, Medhal, s.99-109; Ali Sayis, a. g.e., s.43; İbn Kayyım, a.g.e., I, 45. 19- Zerka, Medhal, I, 173-178; Zeydan, Medhal, s.99-109; Ali Sayis, a.g.e., s.43; İbn Kayyım, a.g.e., I, 45. 20- Atar, a.g.m., s.26. 21- Zeydan, Medhal, s.111; Ali Sayis, a.g.e., s.69. 22Zeydan, Medhal, s.117; Zerka, Medhal, I, 185; Atar, a.g.m., s.26. 23- Zeydan, Medhal, s.117; Zerka, Medhal, I, 185. 24- Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul 1989. s.169-180; Atar, a.g.m., s.28,29.25- Zeydan, Medhal, 118; Ali Sayis, a.g.e.,s.92. 26- Ali Sayis, a.g.e., s.92-124; Zeydan, Medhal, s.118-121; Atar, a.g.m., s.29. 27- Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s. 68-69. 28- Karaman, Hukuk Tarihi, s.174. 29- Zerkâ, Medhal, I, 202. 30-Örneğin bkz. Zeydan, Medhal, s.118. 31-Zeydan, Medhal, s.118. 32-Ahmed Ali, a.g.e., s.61,66; Hafnâvî, a.g.e., s.219. 33-Hafnâvî, a.g.e., s.221. 34-İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, XI, 371; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1998, V, 204-.205. 35-Ali Sayis, a.g.e., s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, a.g.e., s.152; Hafnâvî, a.g.e., s. 222. 36-Bkz İbn Kesir, el-Bidâye, XI, 371; Komisyon, Büyük İslam Tarhi, V, 204-205; Ali Sayis, a.g.e., s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, a.g.e., s.152; Hafnâvî, a.g.e., s.222. 37-Ali Sayis, a.g.e., s.127. 38- Zerkâ, Medhal, I, 205. 39- Zerkâ, Medhal, I, 204; Hafnâvî, a.g.e., s.222. 40- Ali Muhammed, a.g.e., s. 58-59. 41- Amidi, a.g.e., III, 170. 42- Kurtubi, a.g.e., XI, 181. 43- Amidi, a.g.e., III, 170; Hudari, a.g.e., s.371; Zuhaylî, a.g.e., II, 1155. 44-Kur’an, Enbiya(21): 7. 45-İnsanlara sorumluluk yüklenirken onların kapasitelerinin dikkate alınmasını gerektiren ayetlerle içtihadın avam-müçtehit herkese vacib olduğunu söylemek çelişir. İslam toplumundan meşakkatin kaldırıldığını bildiren ayetler genel bir hüküm ifade ettiklerinden dolayı, içtihadın vucubiyetine işaret eden nasslar da müçtehitlerle sınırlı olur. Bkz. Seyyid Bey, a.g.e., s.282. 46-Süleyman b. el-Eş’as el-Ecdi, Ebû Davud, Sünenü Ebi Davud, (Avnu’l-Ma’bud Şerhiyle Birlikte), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, 1/Kitabu’t-Tahare, 126, (I, 407,408, H. no: 334,335) 47- Kur’an, Tevbe(9): 100; Hafnâvî, a.g.e., s.211. 48- Kurtubi, a.g.e., XII, 151. 49- Kur’an, Tevbe (9): 22. 50- Bûtî, a.g.e., s.71. 51İbn Kayyım, a.g.e., II, 182. 52- Tirmizî, 42/İlim, 16, (IV, 308, H. no: 2685); Abdullah b. Abdirrahman, Darimi, Sünenü’d-Darimi, Daru’l-Kitai’l-Arabi, Beyrut, 1997, Mukaddime, 16, (I, 57, H. no: 95). 53- İbn Kayyım, a.g.e., II.182. 54- Bûtî, a.g.e., s.71. 55- Bûtî, a.g.e., s.71. 56- Tirmizî, 13/Ahkam, 3, (III,62, H. no:1332). 57- Bûtî, a.g.e., s.71. 58- Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sayıları yüzbinli rakamlarla ifade edilen ashabın yekunu içinde fetvâ vemekle meşhur olanların adedi oldukça azdı. İbn Kayyım, kadın-erkek yüz otuz küsür müçtehidin olduğunu nakletmektedir. Bkz. İbn Kayyım, a.g.e., I, 12. 59- İbn Kayyım, a.g.e., I, 12; Dusûki, a.g.e., s.212; Zuhaylî, a.g.e., II, 1155. 60- Bûtî, a.g.e., s.71. 61- İbn Kayyım, a.g.e., II, 180. 62-İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Acluni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nas, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 118. 63- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182. 64- İbn Kayyım, a.g.e., I, 189. 65- Bkz. Ahmed Ali, a.g.e., s.67. 66- Bkz. Seyyid Bey, a.g.e., s.275. 67-Aksi bir hükme varmak doğru değildir. Zira bu, iki müçtehit sahabeden birinin diğerini hükümde taklit etmesi demek olur ki, bilindiği gibi böyle bir taklit caiz değildir. Hafnâvî, a.g.e., s.311. 68- Amidi, a.g.e., III, 171. 69- Cemaluddin Abdurrahim İsnevi, Nihâyetu’s-Sûl Şerh-u Minhaci’l-Vusûl ile’l-Usûl,(el-Bedahşi şerhi ile birlikte), Mısır, ty, III, 214; Âmidi, a.g.e., IV, 198; Hafnâvî, a.g.e., s.212. 70-İbn Haldûn, a.g.e., s.33. 71-Nedim el-Cisr, İlim Felsefe Kur’an Işığında İman, (ter: Remzi Barışık), Kitabevi, İstanbul, 1995, s.87-98. 72-Hudari, a.g.e., s.360. 73- Kur’an, Bakara(2): 286. 74- Ebû İshak İbrahim b. Musa Şâtıbî, el-İ’tisâm, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997, II, 580. 75- Şâtibî, İ’tisam, II, 580. 76- Dehlevî, İkdu’l-Cîd, s.42. 77Bûtî, a.g.e., s.82-83. 78- Bûtî, a.g.e., s.84. 79- Bûtî, a.g.e., s.84. 80- Şâtibî, el-Muvafakât fî Usuli’ş-Şeri’a, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1996, IV,638, (Dipnot: 2). 81- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182. 82- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182-183.83-Ebû Muhammed İzzuddin Abdulaziz b. Abdisselam es-Sülemi, Kavâidu’l-Ahkâm fî Mesâlihi’l-Enâm, Beyrut, 1999, II, 350. 84- Bkz. Dehlevî, Kitabu’l-İnsaf, Hakikat Kitabevi, İstanbul, 1998. 85- Bkz. Nablûsi, Hulâsatu’t-Tahkik fî Beyani Hükmi’t-Taklîd ve’t-Telfik, İstanbul, 2000. 86- Kur’an, Nahl(16 ): 43. 87-Şâtibi, Muvafakât, IV, 638. 88-Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl es-Serahsi, Usûl, (tah. Ebû’l-Vefa el-Afgâni), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 329; Şevkâni, İrşâd, s.49; Zeydan, el-Vecîz, s.171. 89- Bûtî, a.g.e., s.72. 90-İhsan Şenocak, İslam Hukukunda Taklit, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 2003, s.99. 53 2016 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL “Hz. Adem (as)’ın Babası” ya da Mustafa İslamoğlu Kur’an’a Karşı Bu “adam”ın “Kur’an’ı silah olarak kullanıp” bu Ümmet’in inancına, değerlerine, aidiyetlerine… saldırması karşısında susarsak hangi yer bizi üstünde taşır, hangi gök bizi altında barındırır? 2016 (Muhatabını “ilim adamı” olarak kabul edilmeyi hak etmeyen biri olarak gördüğünden, burada söyleyeceklerim daha ziyade tekdir muhtevalı olacak.!) Bu sapkınlık nereye kadar gidecek, duracaksa nerede duracak, bilemem. Bildiğim şu: Yıllardır dilimizde tüy bitti anlatmaktan: “Ey insanlar, bir kısım kimseler ellerinde Kur’an tutarak sizi bir yere çağırıyor. Ellerinde tuttukları Kur’an’a değil, sizi nereden koparıp nereye savurduklarına bakın. Elinde Kur’an tutmak, her iddiası- 54 nın arkasından –kendi meallandirmesiyle– bir kısım ayetler okumak tek başına bir iddiaya meşruiyet/makbuliyet kazandırmaz. Aksi söz konusu olsaydı tarih içinde gördüğümüz onca itikadî fırka ortaya çıkmazdı. Unutmayın, o fırkaların her birinin elebaşı da elinde Kur’an tutuyor” ve “Ey insanlar, şimdiye kadar aldatıldınız; size doğru Kur’an anlayışını ben gösteriyorum” diyordu. Dolayısıyla ey Ümmet, bu insanlara sırf ellerinde Kur’an tutuyorlar diye aldanmayın. Mart Bu insanlar dillerini eğip bükerek söylediklerini “bu Allah’ın ayetidir” diye pazarlayarak ve ayetler arası ilişkiyi kendi hevalarına göre tayin ederek sizi bir yerlere çağırıyor. Bilin ki çağırıldığınız yer “muradullah” değil. Bu adamların heva ve heveslerinin peşinde savrularak size emanet edilen bu hayatı heba etmeyin! Din’in temel sabitelerine ilişkin olarak geride bıraktığımız 1400 yıl içinde bu Ümmet’in ıskalayıp da ahir zamanda bir kısım yeni yetmelerin keşf ettiği herhangi bir hakikat olabileceğine ihtimal veriyorsanız, üzerinde konuştuğunuz dinin sahiden İslam olup olmadığını bir daha sorgulayın! Sadece –Sünnîsiyle bid’isiyle– İslam Ümmeti’ne mensup kesimlerin değil, temeli vahye dayanan dejenere olmuş dinlerin mensuplarının dahi üzerinde ittifak ettiği “Hepiniz Âdem’densiniz; Âdem de topraktandır” hakikatini “öyle değilmiş, Âdem’in de babası varmış” diyerek reddedilmesi gerekenler kategorisine sokuyorsanız, bulunduğunuz yer Sofistaiyye’dir, bilesiniz!.. Evet “ilim”in yerini “retorik”in, Usul’ün yerini sloganın aldığı bir ortamda Mustafa İslamoğlu’yla hangi ciddi meseleyi hangi seviyede konuşabiliriz? Hatta konuşabilir miyiz? İslamoğlu’nun ilim adına anladığı dil hangisidir? Bu soruların bende cevabı yok. konuşalım… Aranızda, “İslamoğlu’yla uğraşman şart mı; bırak ne hali varsa görsün” diyen çıkar mı, bilmiyorum. Çıkmamasını umarım. Bu “adam”ın “Kur’an’ı silah olarak kullanıp” bu Ümmet’in inancına, değerlerine, aidiyetlerine… saldırması karşısında susarsak hangi yer bizi üstünde taşır, hangi gök bizi altında barındırır?.. “Suriye’yi İran’a verelim” diyecek kadar gözü dönmüş; ekmeğini yiyip suyunu içtiği topraklara da, Suriye halkına da, Ümmet’e de ihanetini en açık tonda ifade edecek kadar gemi azıya almış bir “adam”dan bahsediyoruz… Her geçen gün tiynetini biraz daha açık ediyor. “Atalar dini” dedi, Ümmet’e savaş açtı; “İsrailiyat” dedi, Sünnet’e savaş açtı. Şimdiki savaş ilanı doğrudan Kur’an’a!.. (Bu arada, “Savaş açtı” tabirini kullandığıma bakıp da “ne muktedirmişim” diye şişinmesine vesile olmak da istemem. “Savaş” dediğim Donkişotvari olanından. Ama o Sanço’yu inandırabilmişti sadece, bizimkinin dili alabildiğine zehirli…) Nasıl yapıyor bunu? “Kendini ilim adamı olarak görüyorsan, ilim adamının ilmî meseleleri başkalarıyla ilmî seviyede müzakere etmesi tabiidir; gel konuşalım” diyorsunuz; duvardan ses varsa ondan da var. Tabii ki maskeleyerek. Ümmet’e saldırısını “Emevi saltanatı”yla; Sünnet’e saldırısını “uydurma hadis” söylemiyle maskeliyor. Peki Kur’an’a savaşını neyle maskeliyor? “Popüler algı”yla! Popüler algı, hazır kalıplar, şartlanmışlıklar üzerine inşa edilir. “İlim adamı değilsen, haddini bil, boyunu aşan meselelere girme” diyorsunuz; çilekeş mazlum ideal adamı pozlarına bürünerek “düşmanlarım üstüme çullanıyor” diyor. Aşağılıyorsunuz, “nisan yağmuru yağıyor” diyor. Peki sen hangi dilden anlarsın güzel kardeşim? Onu söyle o dilden Herhangi bir şeyi “tartıştırmadan kabul ettirmek” istiyorsanız, önce algıyı oluşturur, şartlandırırsınız; arkasından diyeceğinizi dersiniz. “Cuk” diye oturur. Ayete bir anlam yükler, ardından “Kur’an böyle diyor” dersiniz; sonra da “Kur’an kendisine yanlış anlam verilmesini kabul etmez; Mart 55 2016 derhal reddeder” diye eklersiniz. Karşınızdaki kitle, ayetler üzerindeki her manipülasyonunuzu Allah Teala’dan gelmiş bir “ayet” olarak algılar. Bir anlamda “hokkabazlık” yani. Ama bu da yetmez; kitlenin, “unique” olduğunuzu düşünmesi için, bir taraftan da şişik egonuzla yıkımcılık yapmalısınız. Hem de züccaciye dükkânına girmiş fil gibi… Hz. Âdem (a.s)’ın babası? Hz. Âdem (a.s)’ın topraktan değil, başka bir varlığın nutfesinden yaratıldığını, onun da –tıpkı diğer insanlar gibi– bir babasının ve annesinin bulunduğunu söylemek için sadece zırvalama yeteneğine değil, aynı zamanda hokkabazlığa ve hatta pişkinliğe de ihtiyaç vardır zira. Hatta bunlar da yetmez, yaratıcısına kafa tutan İblis mantığından da nasiplenmiş olmak gerekir… Evet, ifade aynen şöyle: “(…) “Âdem’in babası kimdi?” diye soruyorum ara sıra ya! “Âdem’in babası da mı var?” diyorlar. “Var yaa! Kur’an söylüyor! İnsan suresinin ikinci ayeti Âdem’in babasının olduğunu söylüyor. Öyle ya! Herhalde toprak değil. Toprak hepimizin babası. (…) Ama Âdem’in babası var! (…) Onun için yani ısrarla bunun üstünde duruyorum. Yani Kur’an’a göre Âdem’in yaratılışını öğrenin. Gidip de uydurmalardan, Ehl-i Kitab’ın İsrailiyatın uydurmalarını Kur’an’a yamamaya kalkmayın. Anlatabiliyor muyum? Evet, nedir İnsan suresindeki? “Hel etâ ale’l-insâni hînun mine’d-dehri lem yekün şey’en mezkûrâ. İnnâ halakne’l-insâne min nutfetin…” “El” (“halakne’l-insân” cümleciğindeki “insân” kelimesinin başındaki elif-lâm, E.S) cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah nutfeden yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da nutfeden yaratıldı. Yani o da bir rahimden geldi. Âdem’i de taşıyan bir rahim vardı. Anlatabiliyor muyum?…”1) Evet, bir şeyler anlatıyorsun, ama hangi mekanizmanın ifrazatı olduğu belli olmadığından, anlattığın şeyler sadece “zırva” babından bir şeyler ifade ediyor… “Ben demiyorum, Kur’an diyor” demen, söylediğin şeyin “zırva” olduğun gerçeğini değiştirmiyor. Zira onu Kur’an demiyor; sen o küçücük beyninle bu zırvayı Kur’an üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyorsun! İnsanlara anlatmak istediğimiz şey tam olarak işte bu! Şeytanının kulağına üflediği şeyleri “matah” kılmanın en kolay ve etkili yolu, onu Kur’an söylüyormuş gibi, yani Allah Teala’nın kelamıymış gibi sunmaktır. Herifçioğlu da bunu yapıyor: “Ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor” diyor! Ne kadar masum değil mi? İftiranın böylesini bir Ehl-i Kitap atmıştı Âlemlerin Rabbi’ne, şimdi de bu! Hata yapabilirliğini, yanılabilirliğini dile getiremeyecek kadar uçmuş, “Bu benim anladığımdır; doğruysa Allah Teala’dan, yanlışsa bendendir” diyebilme şansı dahi elinden alınmış. Tam ibretlik bir vak’a: “Kur’an söylüyor!” Yani bu senin sapkın anlayışın değil, Allah Teala’nın –kendisine hiçbir batılın yaklaşamayacağı– sözü öyle mi?.. Estağfirullah, sümme estağfirullâh!.. Hz. Adem (a.s)’ın yaratılışı konusunda Kur’an ne söylüyor? Kur’an’ın, Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya geldiğini söylediğini böyle kesin bir dille iddia eden kimsenin, bunu “mefhum” olarak değil, “mantk” olarak ifade eden bir ayet göstermesi gerekmez mi? Hz. Âdem (a.s)’ın “topraktan” yaratıldığını “nassen” ifade eden onca ayet dururken bir ayetin “mefhum”undan hareket ederek “Kur’an böyle diyor” demenin adı “tahrif” değilse nedir?.. Yukarıda verdiğim deşifre metinde avurtlarını doldurarak “El, cins içindir” falan diyorsun ya dinle- 2016 56 Mart yicide Arapça’yı yalamış yutmuş izlenimi oluşturmak için; şimdi soralım: Şu ayetteki “El” ne için: “Doğrusu Biz insan türünü bir nevi konsantre bir balçıktan yarattık.” (12/el-Mü’minûn, 12)2) Meal açık, ama ben yine de yukarıdaki ifadelerini (“uyarlama” dışında) hiç bir tasarrufta bulunmadan kopyalayıp buraya yapıştırayım: “El”, cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah bir nevi konsantre bir balçıktan yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da balçıktan yaratıldı….” Aynı şey, 7/el-A’râf, 12; 15/el-Hicr, 26, 28; 17/ el-İsrâ, 61; 23/el-Mü’minûn, 12; 32/es-Secde, 7; 55/ er-Rahmân, 14 ve daha başka ayetler için de geçerli. Bütün bu ayetlerde de insan cinsinin balçıktan/çamurdan yaratıldığı açıkça zikrediliyor. Ne diyeceksin şimdi? Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya gediğini söyleyen gerçekten Kur’an’sa bunları söyleyen kim? Bu ayetler hakkında kıvranarak yapacağın her manevra, İnsan suresindeki ayet hakkında söylediklerin için de geçerli olacak “anlatabiliyor muyum?” Doğrusu şu ki, âmm bir ifade umumu üzere bırakıldığında husus zorunlu olarak mühmel kalacaksa, umum, hususa hamlolunur, yani âmm ifadenin tahsisi zorunlu olur. Evet, bilhassa Hanefîler nezdinde âmm’ın hükmü kat’îdir; ancak tahsis gerektiren bir delil varsa tahsise gidilir. Burada bir değil, birçok hâss delil mevcut. Yani İnsan suresinde “cins için olan el takısı” ile gelen ayetin ifadesi âmm’dır; yukarıda adreslerini verdiğim ayetlerse hâss. İnsan, 2 ayetindeki âmm ifade umumu üzere bırakılırsa, yukarıda adreslerini verdiğim ayetler mühmel/devre dışı kalacaktır. Dolayısıyla ister mantuk-mefhum cihetinden bakalım, ister umum-husus cihetinden, İnsan suresindeki ayetin diğerlerine takdiminin hiçbir usulî, mantıkî, Kur’anî gerekçesi yoktur! Tabii gözleri ve kalbi mühürlenmemiş olanlar için!.. “Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir…” (3/Âli İmrân, 59) Bu ayet, Hz. İsa ile Hz. Âdem (ikisine de selam olsun) arasında bir ilişki, bir benzerlik olduğunu söylüyor. Bunun özel bir anlamı olmalıdır ki, bunun, iki aziz peygamberin dünyaya gelişinin bir “baba” olmaksızın vuku bulduğu gerçeği olduğunda asla şüphe yoktur. Yoksa mezkûr iki peygamberi diğerlerinden ayıran, sadece ikisine özel bir başka benzerlik mevcut değildir. “Var” diyenin delil diye beyhude çırpınmaktan ya da İslamoğlu gibi “işkembeden atmaktan” başka yapabileceği birşey yoktur! Bu ayetin devamı şöyle: “Onu topraktan yarattı…” Şimdi, buradaki zamiri Hz. İsa (a.s)’a gönderecek olursak, O’nun topraktan yaratıldığını söylememiz gerekecek. O’nun yaratılış kaynağını “toprak” teşkil ettiyse, bu durum Hz. Âdem (a.s) için evleviyetle geçerlidir. Zira ilk yaratılan Hz. Âdem (a.s)’dır. Zamiri Hz. Âdem’e gönderirsek –ki doğrusu odur–- ayet, Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılış maddesinin “toprak” olduğu noktasında “nass” olur! Gerçi bu meselede sapıtmadan önce yazdığın mealde3) bu ayete düştüğün 4 no’lu notta, “Zımnen: Babasız doğmak bir beşere ilahlık kazandırsaydı, bu, Hz. İsa’dan önce Hz. Âdem’in hakkı Mart 57 2016 olurdu” demişsin; ama senin kıvraklığında biri için bunun sorun teşkil etmeyeceğini biliyorum… Uzatmayalım… Geldiğin nokta şudur Mustafa İslamoğlu: Allah Teala Kur’an-ı Kerim’in hiç bir ayetinde Hz. Adem (a.s)’ı bir “ana-babadan” yarattığını söylemiyor. Bunu Kur’an’a, yani Allah Teala’ya sen atfediyorsun. Yani Allah Teala’ya ve Onun kitabına açık ve net iftira ediyorsun! Zebunu olduğun nefis ve şeytan ikilisi seni sonunda bu noktaya kadar savurdu. Bu aşamadaki bir insanın aklının başında kalması mümkün müdür? Belli ki senin için bunu söylemek pek mümkün değil. Aksi söz konusu olsaydı Allah Teala’ya ve Kur’an-ı azimüşşana bu iftirayı atmadan önce düşünürdün: Hz. Âdem bir anne rahminde, bir babanın nutfesinden yaratıldıysa, onun babası neden yaratıldı? Esasen bu sorunun cevabı, aklını peynir ekmekle yememiş bir kimseyi dehşete düşürmek için fazlasıyla yeterlidir. Zira “Hz. Âdem’in babası” insansa, onun babası da, onun babası da… insandır. Öyle olmak zorundadır. Senin ayarı bozuk mantığına göre İnsan suresindeki ayet “insan cinsinin” nutfeden yaratıldığını belirttiğine ve Hz. Âdem dahi bundan istisna olmadığına göre, “insan” cinsi olan her varlık bir nutfeden yaratılmıştır. Peki bu silsileyi Hz. Âdem (a.s)’dan itibaren geriye doğru nereye kadar götürebileceksin? İki ihtimal var: 1. Ya bu iş devr-i teselsüle girer ki, batıldır; sonu “taaddüd-i kudema”ya gider. 2. Bu süreç geriye doğru “insan dışı” bir çiftin insana ebeveynlik yaptığı bir noktaya kadar gider. Darwin’e buradan ekmek çıkmaz diyorsun, ama ağzından çıkanı kulağının duymadığı çok açık… Bir zamanlar Süleyman Ateş’in de düştüğünü müşahede ettiğimiz bu varta, diğerinden daha az ibretlik değildir. Bu iki batıldan hangisini yeni bir “Kur’an söylüyor” iftirasıyla Allah Teala’ya atfedeceğin sana kalmış. Allah Resulü (s.a.v)’in, yukarıda adreslerini zikrettiğim ayetlerde ve benzerlerinde dikkatimize sunulan hakikati teyit eden “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır; Âdem de topraktandır” beyanı “İsrailiyat”sa eğer4), vallahi bu İsrailiyat Kur’an’a, senin ifrazatından daha uygun. 2016 58 Mart Av. Bahaddin ELÇİ Barış ve Savaş Müminler Allah yolunda savaşırlar; kafirler de tağut yolunda savaşırlar… ”(Nisa/76) “Kim Allah sözünün en üstün olması için çalışıyorsa O Allah yolundadır.”(H.Ş) D ost kim? Düşman kim? Dostlukta barış, düşmanlıkta savaş var. İyi de bunun, dostluk ve düşmanlığın ölçüsü ne olmalı? Bizler elhamdülillah Müslümanlardan olduğumuza göre dost-düşman kriterimiz bellidir. Allah ve Resulünün dost dediğine dost, düşman dediğine de düşman olmamız gerektiği açıktır. Dostlarımızı ve düşmanlarımızı tanımak zorundayız. Yoksa dostumuzu, düşmanımızı ABD, AB vb. tağutlara göre tanımlarsak şaşırır, Mart 59 Allah’ın düşmanlarını dost edinebiliriz. Zalimlerin safına düşebiliriz. Bu, aynı zamanda Allah’tan başkasını ilah, rab edinmektir ve şirktir. Bu ise en büyük zulümdür. “Küfür tek bir millettir.” “Müminler Allah yolunda savaşırlar; kafirler de tağut yolunda savaşırlar…”(Nisa/76) “Kim Allah sözünün en üstün olması için çalışıyorsa O Allah yolundadır.”(H.Ş) 2016 Bu şuurdaki ecdad ne güzel demiş: “Hazır Ol Cenge İster İsen Sulhü Salah…” İslamsız barış olmaz. Tarih gösteriyor ki, tüm farklı kimliklerin bir arada barış içinde yaşayabilmesi, ancak İslam’ın egemen olduğu zaman ve coğrafyalarda mümkün olabilmiştir. Çünkü İslam Allah’ın insanlar için gönderdiği tevhid, adalet ve barış nizamıdır. Cihad ise inançlara baskının ve zulmün önlenmesi için yapılır; dünyalık sağlamak için, sömürmek için değil… Kısaca dünya için değil, Mevla için yapılır. Fıtratını bozan insan, en kutsal kimlik ve kavramları da bozmakta tereddüt etmemiştir… Niçin bu yola başvurulmaktadır? Gayrimüslimler, Müslümanlar adına ne cinayetler işliyorlar… Aidiyetlerin farklılığı aslında tek başına çatışma nedeni değildir, olmamalıdır… Çünkü Allahu Teala, hepimizi sınırsız ilim, hikmet ve kudretiyle farklı yaratmıştır. Tanışalım, dayanışalım, yardımlaşalım, barışalım için işte ilke: “Kendin için sevdiğini/istediğini, insanlar için de sev/iste.”(H.Ş) Hepimizi birbirimize muhtaç yaratmış, hiçbir şeye muhtaç olmayan(Samed)… Hepimiz topraktan, Adem(A.S) dan(Havva’dan) değil miyiz? Bunun içindir ki aramızda takvadan başka bir üstünlük nedeni de yoktur… Barış ve adaletin sağlanması için bunu gerçekten istemek yeterli değildir. Güçlü, kuvvetli olmaya da ihtiyaç vardır. Adalet taraftarları zayıf, zalimler güçlü ise barış yine sağlanamayacaktır. Ne yazık ki, kendi ayakları üzerinde duramayanların, savaşı önlemeleri de barışı sağlamaları da oldukça zordur. Allah’ın yardımı gelince her şey kolaylaşır… “Veli, vekil ve yardımcı olarak Allah yeter.” Sevgiden barış, husumetten savaş çıkar. Rahman barışa, şeytan ve nefis ise savaşa/ateşe çağırır. (Bakara/208) Hangisine uyuyoruz?! İslam kılıçla yayılmamıştır. 23 yıllık Asr-ı Saadet’teki savaşlarda toplam sadece 245 kişi öldürülmüştür… (Muhammed Hamidullah) Zalimler cihad fikrini, inancını ortadan kaldırmak için, cihadsız bir İslam’ı üretmek için bu kutsal kavramı, terörizme indirgemeye, onunla özdeşleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu, din savaşlarının sürdüğünü göstermiyor mu? Kimlikler ve kavramlar üzerinden kavgadayız. Çoğu zaman kimliklerimizi araç edinerek, istismar ederek amacımızı da gizleriz. Her şeyin olduğu gibi, kimliklerimizin, değerlerimizin, kavramlarımızın da zamanla nasıl anlam kaybına uğradığını görüyoruz. 2016 Ne var ki, Habil ile Kabil, İbrahim(A.S) ile babası Azer, Nuh(A.S) ile oğlu Kenan, Lut(A.S) ile karısı, karısı ile Firavun… Ve son Peygamber(S.A.V) ile amcası Ebu Leheb birbirlerinin karşısında idiler… Bu örnekler, birbirlerinin uzağı değil, yakınıdırlar…Hangi farklılık bunları karşı karşıya getirmiştir?! Bunlar, kavmiyetçilik güdülmesinin batıl olduğunu açıkça göstermekte değil midir? Gerçekte kavga, söz(egemenlik) kavgasıdır. İnsanlara, servete hükmetmek kavgası: “Ben!” kavgası... Bu, evden, ülkeden, uluslararası ilişkilere kadar böyledir. Dünyayı kan ve gözyaşına boğanlar ılımlı, radikal İslam’dan sonra “terörizm”i de üreterek, bize de benimsetmeye çalışıyorlar… Bu “ben” firavununun disipline edilmesi, gemlenmesi, terbiye edilmesi zorunludur. Çünkü nefis doyumsuzdur, insanın gözünü ancak toprak doyurur. “Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi, dünya malıdır.” “H.Ş.” “Dünya, tuzlu suya benzer; kanmak için içildikçe adamı yakar!” 60 Mart Söz kavgasını bitirecek en yüce sözün sahibine teslim olmaktan(İslam) başka çare de yoktur. Çünkü gerçekte Melik O’dur. Egemenlik hak ve yetkisi sadece O’na aittir.(Tevhid) -Dünyada 65 zenginin serveti 3.5 milyarın servetine eşitmiş! Adalet nerede? “Bir kişiye dokuz pul, dokuz kişiye bir pul. Kurt yapmaz bu taksimi kuzulara şah olsa!” “Seninki senin, benimki benim şeriattır. Seninki senin, benimki de senin tarikattır. Ne seninki senin, ne benimki benim Hakikattır, hepsi Allah’ındır. Hakikatini haykıran merhum N.F. Kısakürek’i rahmetle anıyoruz. Yunus’umuzun da: “Mal sahibi Mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan Mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan…” Hikmetli sözlerini ibretle anıyoruz… Bu bilgi, şuur ve imanın özümsendiği bir toplumda kavga olur mu? Aslında her şey Allah’ındır. Bizdekiler O’nun emanetleridir. İmtihan gereği bu emanetlerden sorumluyuz. Riayet edenler kazanacak, hıyanet edenler kaybedecekler… Fıtratımızda bencillik, haset, hırs, öfke, husumet vb. potansiyeli var. Diğergamlığı, kanaati, paylaşmayı, sevgiyi, saygıyı öne çıkartabildiğimiz ölçüde beden ülkemizde başlayan barış ve adalet dalga dalga yeryüzüne yayılarak, aranan “erdemli toplum”a ulaşılacak… “Nefsini arındıran kurtulur…” (A’la/14, Şems/9,10) -“Nefsi emmareyle savaş, büyük cihad; düşmanla savaş, küçük cihad” sayılmış.(H.Ş) Mevlana’mızın benzetmesiyle; Musa(A.S) da, Firavun da, buzağı da içimizde, bedenimizdeler. İktidar ve muhalefet mücadelesi içindeler./ Vahye tabi olmayan nefis, hevasına veya başkasının hevasına uyarak kulluk haddini aşar, azar… İlahlık taslamaya başlar: “Nefsinin hevasını ilah edineni gördün mü?”(Casiye/23) Adalet ve zulüm arasında bir gel-git yaşıyoruz. O halde azgın nefsimizin disipline edilmesine, eğitimine ne kadar muhtacız… İyi de biz eğitim kurumlarını(tekke,zaviye) kapatalı ne kadar oldu? Peki bunlara ihtiyacımız yok mu?! “Efendim istismar ediliyordu” itirazları anlamsızdır. Doktorun hastasını, öğretmenin öğrencisini tacizleri; hastanelerin, okulların kapatılmasını değil, eğitimin ve öğretimin ıslahını gerektirir. İşte bunun için “önce ahlak ve maneviyat…” Yoksa, giderek artmakta olan suçluluğu, huzursuzluğu azaltamayız… “Besmele” li eğitim ve öğretime ne kadar muhtacız! İlahi kamera karşısındayız. Sözlerimiz, eylemlerimiz yazıcı melekler tarafından kaydediliyor. Ve ahirette kendi kasetimiz(kitabımız) önümüze konacak. Organlarımız da şahitlik edecekler. Bu bilgi, şuur ve eğitime tüm insanlık ne kadar muhtaç… Bilebilsek… Yapabilsek… Dökülen kanlarımızın ve gözyaşlarımızın, İslam ağacının yeşermesine ve yeniden meyve vermesine vesile olmasını Allahu Teala’nın kereminden diliyoruz… Mart 61 2016 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den “Ma’rifet”: Kalbin, ünsiyet ve ülfet arâzisinde kudret ve celâl örtüsü içinde cevelân ederek uçmasıdır. Bu hal, kulakların batıl şeyleri dinlememesi, gözlerin şehvâni şeylere bakmaması ve dilin batıl sözleri söylememesi ile elde edilir. Ahmed erRifâî hazretleri buyuruyor: “Ma’rifet”, üç dalı olan bir ağaca benzer. Bunlar “twevhid”, “tecrid” ve “tefrid” dallarıdır. Tevhid, ikrar mânasına; tecrid ihlas mânasına; tefrid ise, her hal ü kârda tam olarak Allah’a bağlanıp her şeyden (kalben) alâkanin kesilmesi mânasına kullanılmıştır. Ma’rifet derecelerinin birincisi, tevhiddir. O da, ortakların (şerikler) yok edilmesi demektir. Tecrid, esbabın kat’ edilmesidir. Tefrid ise; O’nsuz (Allah’sız) olmamak, zâtıyla aynileşmek ve O’nunla benzerlik kurmamak şartıyla bütünleşmektir. “Ma’rifet”, bir Melik’in bahçesine ektiği toprağı verimli, meyvesi tatlı ve bol, yaprakları güzel, dalları yüksek, gövdesi hâlis, suyu tatlı, kokusu güzel, kıymeti sebebiyle sahibinin kendisine şefkat gösterdiği çiçeğinin güzelliğiyle mesrur olup t ona gelebilecek bütün âfet ve belâları defettiği ağaca benzer. Allah Teâlâ’nın, mümin kulunun kalp bahçesine ektiği marifet ağacı da, tıpkı bunun gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, marifet ağacının korumasını keremiyle üzerine alır. Her saat ona, rahmet hazinelerinden bol yağmur bulutlarını gönderip kudretine bağlı gök gürültüsü ve şimşek çakmasıyla oluşan keramet damlalarını, kulların bakışları sebebiyle meydana gelen tozlardan temizlemek için. ma’rifet ağacının üzerine boşaltır. Sonra onun velâyet şerefini tamamlamak için. nihâyet ridâsındaki şefkat ve merhamet rüzgârını onun üzerine gönderir. Artık ârif, Allah’ın sırrıyla marifet ağacının gölgesi altında ebediyyen döner, onun kokusundan koklar, meyvelerine zarar vermeden, onu edep tırpanıyla keser, ondaki kötü ve zararlı olan şeyleri ayıklar. Şayet arifin sır makâmı, marifet ağacının altında uzun sürer ve onun etrafında dolaşmaya devam ederse, marifet ağacının meyvesinden telezzüz etmeye ve safâ elini ona uzatmaya başlar. Meyveleri, mübarek parmaklarıyla toplar ve sonra da büyük bir iştahla yer. İstiğrak ateşi onu her taraftan öyle bir kuşatır ki, inbisat elini sevgi denizine vurur ve oradan bir yudum içer. O suyla Hakk’dan başka herşey sarhoş olur. Yrd.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR İmanın İmana Üstünlüğü Vardır Elmalılı Merhum: “Mü’menün bih’ten kat’i nazarla, (inanılacak şeyler bir tarafa bırakılacak olursa) imanın imana galebesi vardır” demektedir. 2016 Yazımızın başlığı olan bu ifade Elmalılı Merhum’a aittir. Orjinal şekliyle “Mü’menün bih’ten kat’i nazarla, (inanılacak şeyler bir tarafa bırakılacak olursa)imanın imana galebesi vardır” demektedir. Etrafımıza bir bakalım, çevremizi bir kolaçan edelim. Dünyamıza atfı nazarda bulunalım. Ne göreceğiz? Kan, zulüm, göz yaşı ... Bütün bunlar maalesef İslam coğrafyasında meydana geliyor. Oluk oluk müslüman kanı akıyor. Her yerde zulüm 64 var. Gözyaşının girmediği ev kalmadı. Üstelik Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıyorlar. Mezhep kavgası körüklenmek isteniyor. Çok yakın bir zamanda mezhep savaşı çıkarılarak, bu kaotik ortam daha da kötüye gitsin isteniyor. Peki, bundan kim kârlı çıkar? Tabi ki küresel güçler. Özelikle Amerika ve İsrail… Yahudiler ve Hıristiyanlar, tahrif olmuş kitaplarına (Tevrat-İncil), bizim tahrif olmamış, bizzat korunmasını Rabbimizin üstlendiği Kitabımızdan Mart { } Yahudiler ve Hıristiyanlar, tahrif olmuş kitaplarına (Tevratİncil), bizim tahrif olmamış, bizzat korunmasını Rabbimizin üstlendiği Kitabımızdan (Kur’an) daha çok inanıyorlar. Onlar batıl, yanlış, bozuk inançlarına bizden daha kuvvetle bağlılar. (Kur’an) daha çok inanıyorlar. Onlar batıl, yanlış, bozuk inançlarına bizden daha kuvvetle bağlılar. Biz hak davamıza, hak ve gerçek olduğu yüzde yüz olan hakikate onlar kadar inanmıyoruz. Yani onlar mü’minlikte bizden öndeler. Eğer önde olmasalardı dünya kan gölüne döner miydi? Dünyada 7 milyar insan yaşıyor, bunun 2.2 milyarı Hıristiyan, 1.7 milyarı Müslüman, 14 milyonu ise Yahudi. Yani yaşayan insanların ¼’ü Müslüman. Bu dörtte bir ne demek, biliyor musunuz? Mesela biz Hanefiler, abdest alırken başımızın dörtte birine mesh veriyoruz. Bu meshi vermekle, başımızın tamamına mesh vermiş gibi oluyoruz. Yani dünyanın tamamı, bizden sorulması gerekir. Dörtte bir Müslüman “gerçek” Müslüman olsa, hakiki mü’min olsa, dünya böyle olmazdı. Dünyaya biz yön verecektik. Aynen ecdadımız Osmanlının yaptığı gibi. Hak, huzur ve barış hakim olacaktı dünyaya… 14 milyon Yahudi, şu anda dünyayı yönetiyor. Amerikan ekonomisinin birkaç Yahudi ailenin elinde olduğunu bilmeyen yok. Ellerindeki yeşil kağıtla (dolar) dünyayı idare etmeye çalışıyorlar, istedikleri devletleri, emr-ü kumandaları altına alıyorlar. Onların izni olmadan (lobi) başkan seçimi dahil kuş uçurtmuyorlar. Savaşları onlar başlatıyor, silah ve ilaç sanayini ellerinde tutuyorlar. Muharref Kitapları onlara “Siz dünyanın efendisisiniz. Sizin dışınızdakiler sizin köleleriniz, gerekirse öldürebilirsiniz” diyor. Onlar da Filistin’i Gazze’yi kan gölüne çevirirken “ibadet” ediyorum, düşüncesiyle yapıyorlar.(Tevrat, Hezekiel 9/5-6) Kendi peygamberlerini öldürmeleri, Rabbimize isyan etmeleri, nankörlükte bulunmaları, fitne ve fesat çıkarmaları vb. sebepler yüzünden “gazaba uğramış”, zillet ve meskenet onların ayrılmaz vasıfları olmuştur. Bununla beraber, bu batıl itikatla- Mart rına samimiyet göstermişlerdir. Yahudiler, kitaplarına bizim Kur’an’a olan imanımızdan daha fazla inanmıyorlar mı??? Bundan dolayı, imanın imana üstünlüğü apaçık ortadadır. 20. Haçlı seferini başlatan Hıristiyanlar ise dünyada fesad çıkarmaya devam ediyorlar. Ahlak ve maneviyattan yoksun bir cemiyet haline gelmişler, eşcinsel evliliğe onay verecek kadar dinden uzaklaşan bir inanç, aynen Rabbimizin beyan buyurduğu “sapıtanlar” hitabına muhatap oldukları gerçeğini adeta ispat ediyor. Sefahat diz boyu… Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Büyük İsrail Projesi’ni (BİP) adım adım uygulanmaya çalışılıyor. 22 İslam Ülkesinin sınırı değiştirme hevesi, bir imanın ve inancın tezahürüdür. Adamlar batıl ve boş iddialarına zemin hazırlamak adına vampirler gibi kan içmeye devam ediyorlar. Sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık mı? Bütün …izmler, ideolojiler ve onların müntesipleri de o batıl sistemlerine bizden daha çok inanıyorlar. Mesela, -30 ve -40 derecelerde dağlarda kış geçiren PKK’lı teröristler, yanlış ve batıl davalarına bizden daha sadıklar. Şimdi uyanma ve ayağa kalkma zamanı!!! “Yeryüzüne ancak salih kullarım varis olur” (Enbiya,105) hitabına ne zaman muhatap olacağız?!!! “Hak gelince batıl zail olur”(İsra,81) müjdesi ne zaman tecelli edecek?!!! “İmanın imana üstünlüğü vardır” sözünü bir kere daha hatırlıyor, imanımızın galebe çaldığı; yılları, ayları, günleri, saatleri, dakika ve saniyeleri bizlere nasip etmesini Rabbimden niyaz ediyorum. 65 2016 Ersan BİLGİN İnsanlığa Saadet Getirecek Düzen Nasıl Olacak? (Müslüman Alim Sorumluluğu) Büyük noksanlıkta bizim ilim adamlarımızın pek çoğu aslında ben gerçeğe bağlıyım, diyorsa da hep bu batının tesiri altında kalmış. Düşünürken batıya göre düşünüyor. “İnsanlığa saadet getirecek düzen nasıl olacak” derdiyle dertlenip, ömrünü bu yola vakfeden ve Adil Düzen çalışmalarıyla sistemleştiren Milli Görüş Merhum Liderimiz ve Saadet Partisi Eski Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız, “Müslüman Alim Sorumluluğu”nu veciz şekilde şöyle anlatıyor: “Şimdi yolda giderken bir hasta insan düşmüş ilaç bekliyor. Bizim âlimimiz, Müslüman alimi bu hastanın başına 2016 66 geliyor. Bu hastaya hemen bir ilaç verip iyi yapması lazım. Öyle yapmıyor. Ya ne diyor? Şu karşıda bir eczane var ya, o eczanede bu hastalığı iyi yapacak ilaçların temel müessir maddeleri vardır, diyor. E varsa ne olacak, varsa ne olacak? Hasta burada ölüyor be mübarek! Sen buradan trafik memuru gibi eczaneyi gösteriyorsun. Yani ayet ve hadisleri okuyor ama bugünün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde o ayetten, o hadisten lüzumlu ilacı yapmamış. İşte bunun için insanlık ızdırabını çekiyor. E ne olacak? Önce o âlim, doktor olacak, Mart hastanın hastalığını bilecek. Sonra eczacı olacak, koşacak o ilacı yapacak. Sonra? Hasta bakıcı olacak, hastanın ağzına kaşıkla ilacı verecek, hasta ondan sonra ayağa kalkacak. Yoksa sen hasta aşağıya düşmüşken karşıdaki eczaneyi gösteriyorsun. O hasta öyle iyi olmaz. Bütün ilim adamlarımızı uyarmak için söylüyorum. Ne olacak? Bu milletin derdiyle dertlenin, araştırmalarınızı bu insanların dertlerine derman olacak şekilde yapın. Dünyaya inin dünyaya… Çünkü insanlar ızdırap çekiyor. Birinci büyük eksiklik, noksanlık budur. Hayattan kopuk. Halbuki bunun için gelmemiş. Onların vazifesi insanlara saadet, selamet getirmek… İkinci noksanlıkta şudur: Ben bir kitap yazdım, diyor ulemadan bir zat. Evet güzel, ne oldu rafa koyduk. Kimseye o esnada bir faydası olmuyor ki. Neden? E bilmem “Müslümanlıkta Şura” çok faydalıdır. E güzel de senin söylediğin hangi devlet düzeninin, neresinde işe yarayacak? İşin bütününü düşünmemiş. Yani bugüne kadar ulemanın yaptığı iş neye benziyor biliyor musun? Şurada bir saray var. Önce bu saray nasıl yapılıyor bunun bir projesi var, proje konuyor önüne. Sonra o projeye göre taslak var, oradan ona geçiliyor. O projeye göre bak, buradan buraya kapı yapmış adam buradan güzel gözüksün, diye. Şimdi bizim ulemamız kapı yapıyor ambara koyuyor. Bir gün saray yapılırsa bir yerinde işe yarar diyor. Merdiven yapıyor ambara koyuyor, pencere yapıyor ambara koyuyor. Ambarlar dolmuş. Ama ortada içinde barınacağımız saray yok. Evin projesi yok. Arkadaş söyle bakalım, bu ekonomik düzen nasıl olacak? Bakın hepimiz her gün fırına gidiyoruz, (fa- Mart izci kapitalist sistemden dolayı) 300 lira veriyoruz. Halbuki bizim o ekmeği 100 liraya almamız lazım. Çünkü ekmeğin asıl bedeli 100 lira. Nasıl olacakta bu ekmek 100 liraya inecek haberi yok. Çalışmamış. Projeyi düşünmemiş. İşte insanlık bundan dolayı ızdırap çekiyor. Onun için insanlığın çok mühim bir dönüm noktasındayız. Ne olacak? Önce bu proje hazırlanacak. Düzen, Adil Düzen. İnsanlığa saadet getirecek düzen söyle bakalım nasıl olacak? Bunun temel esasları ne olacak? Şunun bir alan projesini koy. Bu projeyi mükemmel hale getirelim. Sonra da o projeye göre malzemeleri, kapıları pencereleri yapalım, binayı kuralım, insanlar saadet ve selamet görsün, fakir fukaranın hepsinin duasını alın. Hay Allah razı olsun, neredeydiniz siz şimdiye kadar, biz yıllardır ekmeği 300 liradan alıyorduk, siz geldiniz ekmeği 100 liradan alıyoruz. Sebep olanlardan Allah razı olsun dedirtmektir, marifet. Yoksa ambara kapı koyarak, pencere koyarak, insanların derdine çare olamayız… Üçüncü büyük noksanlıkta bizim ilim adamlarımızın pek çoğu aslında ben gerçeğe bağlıyım, diyorsa da hep bu batının tesiri altında kalmış. Düşünürken batıya göre düşünüyor. Sen böyle düşünürsen, bu hastalık sende varken sen gerçeği, hakkı bulamazsın. Galaksi ne demek? Yıldızlar topluluğu. Şimdi bak ben burada duruyorum, bu dünya beni çekiyor. Ama şu anda dünyanın beni çektiğinin farkında değilim, işte bizim ilim adamları da böyle. Kendisini batı çekiyor, kendindeki batının bu çekişini kendisi bilmiyor. Halbuki o batı galaksisinin içinde. Kendini önce batı galaksisinden kurtaracak. Batının çekim tesirinden kurtaracak ki Hakk’ı bulsun…” 67 2016 MilliTarih Hüseyin Serkan Elönü Sapkin Filozoflar -1 İ nsanlığın gidişatında kritik bir ehemmiyete sahip olan bir zümre de Felsefecilerdir. Onların fikir ve görüşlerine diğer insanların fikir ve görüşlerinden daha fazla mana atfedilir. Dünya tarihi eskiçağ ve ortaçağ’da krallar ve hükümdarlar eksenli yazılmıştır. Hatta zaman zaman hükümdar filozofları cezalandırmıştır. Tarihler, 17. asırı gösterdiğinde bu durum değişmeye başladı. Tarihte 17. asıra “Bilim Çağı” ve 18. asıra da “Aydınlanma Çağı” denilmiştir. Isaac Newton, Kepler, Pasteur gibi önemli buluşlara imza atan ilim adamlarından sonra Avrupa’da felsefecilerin kıymeti artmıştır. Bu durumdan istifade ederek sapkın bir takım fikirleri insanlığa ilim diye pazarlamak isteyenler ortaya çıktı. Auguste Comte isimli sosyolog, Pozitivizm isimli bir fikir ileri sürdü. Pozitivizm, dünyadaki siyasi, sosyal ve tarihi hadiseler dahil herşeyi pozitif ilimler gibi izah etmek fikriyatıdır. Pozitif ilimler bildiğiniz gibi Fizik, Kimya ve Biyoloji’dir. Bu üç ilmin hususiyeti, bunların müşahede ve tecrübe ile ispat edilebilmesidir. Comte’un buradan ürettiği Pozitizm fikri de laboratuvarda ispatlanamayacak olan herşeyi ilim dışı ve yalan olarak görüyordu. Comte, Allah, Melek, Cin ve Şeytan gibi gözle görülmeyen herşey yalanlamıştır. Allah inancına harp açan Pozitizm fikri, Comte’a göre bir dindi ve bu dinin tanrısı da insandı. Küfür davasının önemli müridi olan August Comte’un sonu ibret verici olmuştur. Aklî dengesini kaybeden Comte, kendisi bir nehre atmış, sağ olarak kurtarılmış ve hayatını bir akıl hastanesinde tamamlamıştır. Fakat Comte’un bâtıl fikirleri başkaları tarafından devam ettirilmiştir. Sadece müşahade ve tecrübeye bağlı olan Pozitizm fikir akımı, Charles Darwin tarafından tabiat ilimlerine, Karl Marx tarafından iktisat ilmine, Emile Durkheim tarafından sosyoloji ilmine, Herbert Spencer tarafından siyaset ilmine ve Sigmund Freud tarafından psikiloji ilmine tatbik ederek farklı ilim dallarına yayarak insanları topyekun bâtıl fikirlere yönlendirmek istediler. August Comte (1798-1857) Mart Charles Darwin, tüm canlıların denizden çıkmış ortak bir atası olduğu ve ismine de “Tekamül Nazariyesi” veya “Evrim teorisi” denilen görüşü detaylandırmıştır. Bu nazariye, en evvel Aritoteles tarafından ortaya atılmış ve 18. ası Lamarck bunu tekrar tekrar gündeme getirmiştir. Darwin de bu düşüncenin tüm Avrupa’ya yayılmasına vesile olmuştur. Hızını alamayan Darwin, insanların maymundan evrimleştiğini, Avrupalıların daha fazla evrim geçirerek geliştiğini, Asya ve Afrikalı milletlerin de az evrim 68 2016 geçirdiği ve gelişmediklerini, bu yüzden maymun ve insan arası canlılar olduklarını ve gelişmiş Avrupalıların onları yok etmeleri veya sömürmeleri gerektiği fikrini ortaya attı. Bu gaddarca fikir, Afrika ve Asya topraklarını sömüren Avrupalılar için kendi sömürgeciliklerini meş- Charles Darwin (1809-1882) rulaştırmışlardır. O devirde, İngiltere sömürgecilikle süper güç olmuş ve bir ingiliz olan Darwin de kendi devletinin yaptığı zulümleri, soygunları ve ahlaksızlıkları temize çekecek ve meşrulaştırmıştır. Saadet Partisi YİK Başkanı Oğuzhan Asiltürk 2012 tarihli bir TV konuşmasında, Darwin’in Yahudi olduğunu ve Tevrat’taki ırkçı ifadeleri “ilim” maskesi altında yayarak Yahudilerin Asyalı ve Afrikalı milletleri sömürmesini meşrulaştırdığını ifade etmiştir. Bu mevzuya Allah’ın izniyle gelecek ay devam edeceğiz. 2016 69 Mart Anne Sözüne Vefa Hz. Veysel Karani, 555-560 yılları yıllar arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri Yemen’in Karen Köyü’dür. Babasının ismi Amir’di Amir’dir. Kendisinin asıl ismi Üveys Bin Amir-i Karenî’dir. Karen Köyü’nün bir mutlu seherinde dünyaya gelen küçük küçü Üveys, Amir’in mütevazı evini mutlulukla doldurur. Dört yaşında iken babası vefat eder. O, annesinin başka ba kimsesi bulunmadığından bin bir güçlükle herhangi bir tahsil görmeden, semavi dinlere ve kitapl kitaplara ait herhangi bir bilgisi olmadan büyür. Üveys büyüdükçe kendisinde doğuştan mevcut olan “Tek Yaratıcıyaya İnanç” hissi de gelişir. O’nu kimse anlamaz, söylediklerine güler, alay ederler. Kendisini anlayan, dinleyen, derdine ortak olan tek insan annesi idi. Gönlü ulvi hislerle kaynayan ve artı artık çalışıp annesine bakabilecek çağa gelen genç Üveys, bir iş aramaya koyulur. Sonunda kendisine en uygun işi seçer. Kendisiyle alay eden, kendisini anlamayan insanlardan uzaklaşmak ve kendi iç dünyasıyla başbaşa kalabilmek için deve çobanlığı yapmaya başlar. H Muhammed’in zuhur ettiği ve insanları “Hak Din’e” davet ettiği haberidir. Bu haber Allah’ın son Peygamberi Hz. h kimsenin irşad ve teşviki olmadan Müslüman olur, İslam’a ve Hz. Hz. Veysel Karani bu haberi duyunca hiç Muhammed’e gönülden bağlanır. Anne Annesine de Kelime-i Tevhid’i bizzat kendisi öğretir. olunc yüce peygamberin nurlu yüzünü görebilmek aşkıyla yanar tutuşur. Hz. VeyHz. Veysel Karani Müslüman olunca: arzusu birkaç defa pek sevdiği annesine açarsa da, çok ihtiyar ve âmâ (kör) olan sel Karani, Allah Resulü’nü görme arzusunu olma annesi, kendisine bakacak kimse olmadığından izin vermez. Hz. Veysel Karani’nin yaşı kırkın üzerine gelir. yanard Oğlunun gönlünde patlayan yanardağları çok iyi hisseden anne, çaresiz; ancak Medine’ye gidip hemen bula gelmek, Hz. Peygamber’i orada bulamayacak olursa teşriflerini beklemeden dönmek şartıyla kendisine izin verir. muh Gönlü Allah aşkıyla, Peygamber muhabbetiyle dolu olan Hz. Veysel Karani, izin alınca durmaz ve Medine yollarına koyulur. Issız vadiler, dağlar, tepeler, kızgın çölleri aşar ve Peygamber beldesi Medine’ye ulaşır. Hz. Peygamber’in evine giden Hz. Veysel Ka Karani, Peygamberimizi evde bulamaz. Peygamber Efendimiz o sırada Tebük Seferi’ndedir. Peygamberimizi bulamayınca bu çok üzülür. Hz. Veysel Karani, annesine verdiği sö sözü hatırlar. Hz. Aişe (R.A.)’ye “Kainatın Efendisine selamımı söyleyiniz. Cennet sabahlarını andıran mübarek yüzl yüzlerini doya doya görmek isterdim. Lütfen, içimin aşk-ı Muhammed’i (S.A.V.) ile yandığını, gönlümün bitmez niyazını bildiriniz.” diyerek ayrılır ve tekrar Yemen yolunu tutar. Ai Peygamber Efendimiz seferden dönünce Hz. Aişe’ye şöyle hitap eder: “- Ya Aişe, evimize hangi ulu kişi geldi? Bu Rahmani R kokular, bu İlahi lezzet nedir? Ey Allah’ın Resulü; Yemen Oymağı’ndan Karen Ka Köyü’nden Üveys adında bir zat sizi ziyarete geldi. Mukaddes cemâlinizin bağrı yanık aşıklarındanmış. Zat-ı âlinizi bulamayınca bul çok üzgün bir halde ayrıldı. İşte o adam gittikten sonra evin içinde bu ulvi kokuları hissettim. Bir müddet sonra Mescid-i Nebevi’ye geçen Rasulullah, sahabelerine seslendiler; “Bana Yemen tarafından rahmani kokular geliyor. Şüphesiz tabii’nin en hayırlısı Üveys’tir.” Resulullah son hastalıklarında Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Aişe’ye vasiyet buyurdular: “Benden sonra arkamdaki hırkamı, Üveys’e veriniz.” Peygamber aşkı ve anne sözüne vefanın ödülü Hz. Peygamber Efendimizin hırkası olmuştur. Saat Neden Geri Öğretmeni Temel›e sorar: - Söyle bakalım Temel Amerika›da saatler Avrupa›ya göre neden beş saat geridir? Temel cevabı bilmese de yine hazır cevaplılığını konuşturur: -Amerika daha geç keşfedildi da ondan öğretmenum. Göz Ağrısı Temel, göz doktoruna gitmiş: -Doktor bey, ne zaman çay içsam gözlerum ağriyi, ne yapmam lazim. Doktor da Temel›in gözlerini muayene etmiş ve: -Çayı içmeden önce kaşığı bardaktan çıkartmanız gerekli, demiş. BULMACA Allah’u Teala’nın (c.c) isimlerini aşağıdaki bulmacada bulabilir misiniz? Bâtın, Müteâlî, Vâlî, Mübdi, Berr, -Muîd, Tevvâb, Muhyî, Müntekım, Mumît, Afuvv, Hay, Raûf, Kayyûm, Mâlikü’l-Mülk, Vâcid, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, Mâcid, Muksit, Vâhid, Câmi, Samed, Ganî, Kâdir, Evvel, Muktedir, Âhir, Mukaddim, Zâhir, Muahhir. Cevaplar:1- Çukur 2- Başımın üstünde yerin var 3 - Kontrol kalemiyle 4- Bal-on 5- Islanır 6-Hapse girmektir 7- Lahana çünkü kat kat giyinir. Adanmış Bir Ömür Yusuf DAŞTAN Çok kıymetli Hacı Yusuf Ağabeyimiz hakkın rahmetine kavuştu, Allah rahmet eylesin, mekanını cennet etsin. Bu yazıyı kaleme almadan önce YUSUF AĞABEY’i tanımlayacak en özlü ifadenin ne olacağını çok düşündüm ve ADANMIŞ BİR ÖMÜR, aklıma geldi. Herkes çok iyi bilir ki, kendisi ÖRNEK BİR HAYAT SÜRMÜŞTÜ, TAM TESLİM OLMUŞTU, ÖMRÜNÜ, AİLESİNİ, ÇOLUK ÇOCUĞUNU, VARINI YOĞUNU, HER ŞEYİNİ RABBİNE ADAMIŞTI. O’nun için, inancı, bağlı bulunduğu kapı, hayatta her şeyin üzerindeydi. Ömrünü bu yolda sarf etti, hiçbir fedakarlıktan çekinmedi. Okumakta olduğunuz bu dergi için bile, ilk yayınlamaya başladığı günlerde KAPI KAPI DOLAŞIP ABONE YAPMAK İÇİN UĞRAŞMIŞ, EMEK SARF ETMİŞTİ. HAK DAVA İÇİN MÜCADELE ETTİ, YAZ-GÜZ, KAR-KIŞ, DEMEDEN MALINI MÜLKÜNÜ HARCADI, FAKİRE FUKARAYA, YETİME, DARDA KALANA, HASTALARA VELHASIL HERKESE YETİŞTİ, BU UĞURDA ELİNDEN GELENİ YAPTI, UYKUSUZ KALDI, YORGUN DÜŞTÜ, KOŞUŞTURDU, DİDİNDİ. Yokluğunu hissetmemek, elbette mümkün değil, Zira HER HAYIRLI İŞTE, DÜĞÜNDE, CENAZEDE, HASTA ZİYARETİNDE BULUNUR, HERKESİ HAYRA TEŞVİK EDERDİ. İkramda bulunmayı, yedirmeyi içirmeyi çok severdi. Güzel giyinir, güzel konuşur, edebe erkana riayet eder, hakkı ve sabrı tavsiye ederdi. Çok çileler çekti, çok çeşitli acılar yaşadı, ancak hep sabretti ve bunların, Rabbinin bir imtihanı, kuluyla alışverişi olduğunu, hiç unutmadı. En son yakalandığı amansız hastalıkla mücadelesiyle de kendisini tanıyan herkese örnek olmuştur. Rabbine hiç isyan etmediği gibi, sabrı, şükrü ve zikri dilinden hiç bırakmamış, o halinde bile gelen ziyaretçilere nasihatta ve ikramda bulunmayı ihmal etmemiştir. Muhterem Ağabeyimiz, yiğit bir insandı, Hakka yürüyüşü de yiğitçe oldu. Şifası mümkün olmayan hastalık nedeniyle vefat eden kişilerin şehit olacağı herkes tarafından malum. Esasen, henüz hayatta iken vefatından önceki günlerde, kendisinin şühedaya dahil olacağı, keşfi açık dostlarımıza gösterilmişti zaten. Şüphesiz, kendisinin yerinin doldurulması mümkün değil, çok sevdiğimiz Yusuf Ağabeyimizden ayrıldığımız için hüzünlüyüz, ancak O’nun dünya imtihanını başarıyla tamamladığı için de çok sevinçliyiz. Hakkında yazılacak çok şey var aslında, ancak kelimeler kifayetsiz. Rabbim mekanını cennet derecesini ali etsin, nur içinde yatsın, Rasullullah Efendimize komşu etsin inşaallah. Geride kalan muhterem aile efradına, yakınlarına, sabrı cemil ve hayırlı ömürler diliyorum. Üzerimizde çok hakkı vardır, O’nu, her zaman hayırla anmak ve kendisine dua etmek boynumuzun borcudur. Merhumun ruhu için üç ihlas ve bir fatiha.