Burhan 126 Mart.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
Doğruluk, Allah’ın emrettiği şekilde diline, davra-
¿mH
nışlarına dikkat ederek yaşamaktır. Allah’ın helal ve haram çizgisine riayet ederek dilini ve davranışlarını kontrol altında tutmaktır doğruluk.
Üçüncü olarak Müslüman insanlara karşı dürüsttür. O, asla yalan söylemez, aleyhine bile olsa
doğruların adamı olmaktan çekinmez. O kadar ki
Allah katında doğrulardan yazılıncaya ve doğrular
kervanı içersinde katılıp cennetlik oluncaya kadar bu
özelliğini sürdürür.
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Doğru dürüst Müslüman olmak Yüce Allah’ın emridir. Dürüstlük fıtrat üzere kalmaktır. Dinin amacı dürüst
insan yetiştirmektir.
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.” [Şûrâ, 1.]
Doğruluk Müslümanın şiârıdır, Müslümanlık göstergesidir. Yalancılık ise münâfığın şiârıdır, nifak göstergesidir. Bu yüzden Müslüman asla yalan söylemez, yalana
pirim vermez, yalan yere yemin etmez ve yalancı şahitlik
yapmaz. Aynı şekilde o, yalanın katmerlisi olan iftirâdan
da uzak durur.
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
“O halde seninle beraber tevbe edenlerle
birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da
gitmeyin. Çünkü O¸ sizin yaptıklarınızı çok iyi
görendir.[Hûd, 112.]
“<Rabbimiz Allah’tır> deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta
olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.”
[Ahkâf 13-14.]
Müslüman, doğruluk ve dürüstlük anıtıdır. O,
önce Yüce Yaratıcıya karşı dürüsttür. Bu, onun imanda
sadakatinin gereğidir. Yüce Allah’a karşı sadakat, O’na
layık kul olmak, O’nun emirleri doğrultusunda yaşamak,
hep doğruların adamı olmak, O’nun hatırını bütün her
şeyden üstün tutmak, O’nun sözlerini doğru bir şekilde anlamak, bu doğruları kendi hayatına yansıtmak, bu
doğruları her zaman ve her şartta haykırmakla mümkündür. Zira bizler, Rabbimize karşı söz vermişiz. “Kâlû
belâ”da söz vermişiz, getirdiğimiz kelime-i şehâdet ve
kelime-i tevhîdle söz vermişiz, “Müslümanım elhamdülillah” sözlerini söylerken söz vermişiz. O halde
mü’mine düşen, bu sözlerin adamı olmaktır.
İkinci olarak Müslüman, Allah’ın peygamberine karşı dürüsttür. Ona iman ettiğini, onun yolunu
izleyerek doğrular. Her konuda Peygambere itaat ederek gösterir. Peygamberi izlemek ve ona bağlı olmak,
tevhîd sözündeki “Muhammedü’r-rasûlu’llah” sözünün gereğidir.
Kur’ân’da iftirâ ile ilgili başka kavramlar da
kullanılmıştır ki, bunlar iftirânın farklı versiyonlarına işaret eder. Kizb, ifk, bühtân, kavl-i zûr gibi.
Bunlardan kizb, vâkıaya aykırı söz söylemektir.
Kizb, genellikle kişinin kendisi ile alakalı olur.
Yapmadığı bir iş için “yaptım” demesi gibi. Yahut
başkası hakkında aslı olmayan olumlu şeyleri söylemek
şeklinde de olabilir. Birini sahip olmadığı sıfatlarla övüp
medh etmek gibi.
İftirâ, başkası hakkında yalan söylemektir. İftirâ,
olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. Kizbin zararı kişinin kendinde kalırken, iftirânın zararı başkasına da dokunur. Kur’ân’da iftirâ
kökü, yalan, şirk ve zulüm için de kullanılmıştır.
İfk, gerçeği ters yüz etmektir. Yalanın en çirkinidir. İfk, Müslümanın kardeşi hakkında kendisine
ulaşan bilgileri ters yüz ederek, kardeşinin hoşlanmayacağı şekilde söylemesidir. İfk, Allah’a, peygamberine, Kur’ân’a ve iffetli insanlara karşı da olabilir.
Bühtân ise, Müslümanın kardeşi hakkında,
onda bulunmayan ve ona yakışmayan, kendisinin hiç hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir.
Daha güzel Burhan’larda buluşmak dileğiyle
Allah’a emanet olunuz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Sayı:
Devamlı Verelim 4
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
Onlara Güzel Söz Söyle! Azarlama! 8
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Serdar TAŞAR
Allah’ın Rızası,
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Anne Babanın Rızasındadır! 11
Yusuf ELİBOL
Ana - Baba Hakkı 14
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Cennete İki Yol: Anne Ve Baba 26
Musa KARACA
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Abdullatif ACAR
Fatih Sultan SEMİZ
Talha AKA
İnsana Vasiyet 28
Talha AKA
Gsm: 0541 580 1969
Duanın Psikolojik Faydaları 37
!
%
$
&
'
(
)
*
&
#
!
Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) 40
$
'
+
,
#
-
.
(
İndirilen İslam’ın Muhkem Kaleleri:
Posta Çeki No:
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Kuvettürk Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
İBAN:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Müşteri No:
"
!
/
!
/
"
.
.
Mezhepler
0
"
Ubeyd FAKİRULLAH
"
M. Emin KARABACAK
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
Nureddin YILDIZ
/
!
42
Dr. İhsan ŞENOCAK
/
/
1
2
.
.
!
“Hz. Adem (as)’ın Babası” ya da
/
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
1
2
3
4
4
!
.
"
"
2
/
4
/
0
4
5
"
"
!
"
/
/
Mustafa İslamoğlu Kur’an’a Karşı 54
"
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Barış ve Savaş 59
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) 62
İmanın İmana Üstünlüğü Vardır 64
www.burhandergisi.com
6
7
'
'
7
(
&
$
(
)
(
'
8
&
#
'
;
-
&
+
7
:
(
)
'
#
(
'
)
%
(
%
#
(
8
&
:
8
,
(
(
&
#
,
(
&
<
(
-
Yard.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
İnsanlığa Saadet Getirecek Düzen
Aylık Süreli Yayın
Hikmet Damlası
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Av. Bahaddin ELÇİ
[email protected]
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
'
(
7
7
<
'
&
7
6
)
&
6
7
'
&
9
'
(
'
)
&
=
6
+
&
8
'
)
(
#
(
'
'
#
(
7
Nasıl Olacak?
#
MilliTarih 68
)
-
(
(
-
7
9
'
)
'
>
&
'
>
&
9
'
<
?
8
-
Ersan BİLGİN
)
<
(
66
'
'
(
'
Hüseyin Serkan ELÖNÜ
&
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
4
Devamlı Verelim
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
14
Ana - Baba Hakkı
Abdullatif ACAR
28
İnsana Vasiyet
Nureddin YILDIZ
37
Duanın Psikolojik Faydaları
M. Emin KARABACAK
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Devamlı Verelim
Ülkemize
sığınan
muhâcirlere,
yoksullara,
muhtaçlara, darda kalanlara,
yolculara, öğrencilere, Allah
yolundaki faaliyetlere, Allah
rızası için verelim.
C
erir b. Abdullah, Ashâb-ı kirâm’ın en güzeli ve en uzun boylusuydu. Hz. Ömer “Cerir, bu
ümmetin Yûsuf’udur” derdi. Sahâbe’nin en güzeli olan
Hz. Cerîr, şâhid olduğu bir olayı ve bu olay üzerine gelişen
Hz. Peygamber Efendimizin
sözlerini bize şöyle naklediyor:
“Günlerden bir gün erken
vakitlerde Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in huzurunda
bulunuyorduk. O esnada, kaplan derisine benzeyen alaca
2016
4
çizgili elbise veya abâlarını delerek başlarından geçirmiş ve
kılıçlarını kuşanmış, tamamına
yakını, belki de hepsi Mudar
kabilesine mensup, neredeyse
çıplak vaziyette bir topluluk
çıkageldi. Onları bu derece
yoksul görünce, Rasûl-i Ekrem
sallallahu aleyhi ve sellem’ in
yüzünün rengi değişti. Eve
girdi ve sonra da çıkıp Bilâl’e
ezan okumasını emretti; o da
okudu. Bilâl kâmet getirdi ve
Allah Rasûlü namaz kıldırdı.
Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hutbe
irâd etti ve şöyle buyurdu:
Mart
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan,
ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Allah, şüphesiz hepinizi
görüp gözetmektedir” (Nisâ sûresi, 4/1)
Sonra da Haşr sûresinin sonundaki şu âyeti okuyarak konuşmasını devam ettirdi: “Ey iman edenler! Allah’dan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın” (Haşr sûresi, 59/18)
Daha sonra şöyle devam etti:
“Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir
avuç bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin; hatta yarım
hurma bile olsa sadaka
versin!” buyurdu.
Saygı değer okuyucularım! Peygamber Efendimiz, huzuruna gelen her fert ve toplulukla ilgilenir,
onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Hoşlanmadığı bir durum gördüğünde yüzünün rengi değişirdi.
Sahâbe-i kirâm onun üzüntüsünü, sıkıntısını ve kederini yüzünden anlarlardı. Efendimiz’in saâdet ve
sevinç hali de yüzünden anlaşılırdı. Bu hadisin ravisi
Cerîr b. Abdullah, şâhit olduğu ve anlattığı bu olayda, onun her iki halini de aynı anda görmüş ve bize
hikâye etmiştir.
Bunun üzerine ensardan
bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan aciz kaldığı,
hatta kaldıramadığı bir torba getirdi.
Ahali birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu
gördüm. Baktım ki, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi
ve sellem’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu.
Sonra da Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
Riyâzu’s-Sâlihîn isimli hadis kitabını şerh eden hocalarımız bu
hadisin şerhinde şunları kaydediyorlar: “Bu olayda da görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz,
sahâbe-i kirâmı Kur’an’la
eğitiyordu. Onları müjdelemesi, sevindirmesi, ümitlendirmesi, korkutması ve uyarması hep
Kur’an’la veya Kur’an’ın doğrultusundaydı. Bazı kere onlara Kur’an’dan
âyetler okur, kendisinin arzu ve isteklerinin o doğrultuda olduğunu hatırlatırdı. Bu
durum, aynı zamanda kendisinden sonra nasıl hareket edilmesi gerektiğinin de bir işaretiydi. Böylece
Kur’an-Sünnet birlikteliğini, içiçeliğini, ayrılmazlığını
göstermiş oluyordu.
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların
sevabından hiçbir şey eksilmez. Her kim de
İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun
günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin
günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların
günahından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim,
Zekât 69. Ayrıca bk. Nesâî, Zekât 64)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendilerinden herhangi bir şey istediğinde, sahâbîler bütün
imkânlarını seferber eder, onun emrini ve arzusunu
yerine getirmek için âdeta birbirleriyle yarışa girerlerdi. Onların aralarındaki yardımlaşma ve ellerinde
bulunanı paylaşma duygusu, sayısız örneklerinde
görüldüğü gibi, eşsiz denecek seviyede idi. Peygamberimiz’in yüzünde hissedilen sevincin sebebi, kendi
emrine âdeta koşarcasına uyulduğunu gözleriyle gör-
{
}
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini
var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren
Rabbinize hürmetsizlikten sakının. Allah, şüphesiz hepinizi görüp
gözetmektedir” (Nisâ sûresi, 4/1)
Mart
5
2016
“Her bir fert, altınından, gümüşünden, elbisesinden,
bir avuç bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka
versin; hatta yarım hurma bile olsa sadaka versin!”
buyurdu.
mesi ve fakir insanların problemlerinin halledildiğine
şahit olmasıydı.
Peygamber Efendimiz, bu davranışı iyi bir çığır
olarak nitelendirmiştir. Çünkü burada bir yardımlaşma, bir cömertlik ve müslüman kardeşlerini kendi nefislerine tercih etme güzelliği vardır. Allah Teâlâ da bu
nitelikleri sebebiyle mü’minleri şöyle över: “Zaruret
içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler” (Haşr sûresi, 59/9)
İslâm dini, açları doyurmayı, çıplakları giydirmeyi, yokluk içinde olanların her çeşit zaruri ihtiyaçlarını karşılamayı, ümmetin zenginlerine, yerine
getirilmesi gerekli bir vazife olarak yükler. Bu zaruri
ihtiyaçları karşılanmadığı için kötülüğe itilen, suçlu
duruma düşen veya hayatı tehlikeye girenlerden
toplumu sorumlu tutar. Ferdî sorumluluğun yanında
ictimâî sorumluluğu da getirir. Bu sayede toplumun
fertleri arasında ictimâî muâvenet, sosyal yardımlaş-
ma duygusu gelişir ve neticede müesseseleşir. İslâm
toplumlarında yaygın olan sayısız vakıflar, bunun en
canlı örneğini teşkil eder.
Açılan çığır iyi veya kötü olabilir. Bu çığırı açan ve
o çığırda yürüyenler ecir, sevap veya günah kazanırlar. Bu hadiste, taşıyamayacağı kadar ağırlığı yüklenip
gelerek yardım çığırını açan Medineli bir sahâbîden
bahsedilmektedir. Peygamberimiz onun bu davranışını takdir ederek kendisini övdüğü gibi, onun yolunu
ve izini takib ederek hayır işleyenleri de över. Fakat
bu konuda en büyük fazilet, örnek ve önder olanındır.
Onun açtığı yoldan giden herkesin ecrinden bir pay, o
kişiye ayrılır. Fakat o çığırda yürüyenlerin sevabından
da hiç bir şey eksilmez. Buna karşılık kötü bir çığır
açana da büyük bir vebal vardır. O kötü çığırda yürüyen herkesin günahından bir pay, kendilerinin günahı
hiç eksilmeksizin, o çığırı açana yazılır.
Daha önce bid’at hakkında bilgi verirken, kötü
karşılanan yasaklanan bid’atın yanında iyi görülen
bid’atın da olduğunu ifade etmiştik. İşte bu hadis,
yasaklanan ve kötü karşılanan şeyin mutlak anlamda
her bid’at değil, bâtıl ve sapıklık sayılan bid’at olduğunu göstermektedir. Çünkü iyi bir çığır açmak, önceden bilinmeyen ve uygulanmayan bir düşünceyi, bir
eylemi ortaya koymaktır.” (Riyâzu’s-Sâlihîn Terceme
ve Şerhi, II, 22-23, Erkam yayınları, İst. 2001)
Bir arkadaşımın köyde oturan yaşlı babası vefat
etmişti. Arkadaşlarla birlikte o köyün her sabah ilçeye yolcu taşıyan minibüsünü kiralayıp köye başsağlığı için gittik. Köylülerden her biri, rahmetlinin iyiliğini anlatıyor ve arkadaşımıza “bizim bildiğimiz
ve tanıdığımız kadarıyla babanız cennetliktir”
diyorlardı. Sözü minibüs şoförü aldı ve şunları anlattı: “Rahmetliyi benden iyi tanıyan yoktur. Oğulları,
torunları ve yakınları da benim kadar tanıyamazlar.
2016
6
Mart
Dergimizin Yeni Bankacılık Firması
Rahmetli, o yaşına ve rahatsızlığına rağmen her sabah köyün meydanına çıkar, şehire gitmek üzere
arabama binen insanları izler ve sonra da bir yolunu bulup kimseye hissettirmeden “falan, falan ve
falancalardan para alma; onların yol parasını
akşam gel, benden al!” derdi. Ben de o yoksullardan para almazdım, akşam gider rahmetliden alırdım
paraları. Yoksullar da zannederlerdi ki, ben onları
parasız taşıyorum. Hâlbuki onların paralarını rahmetli veriyordu. Şimdi bu yoksulların parasını kim
verecek? Evet, rahmetlinin bu iyiliğini benden başka
hiç kimse bilmiyordu; şimdi anlatıyorum ki, belki içinizden onun yerini dolduracak bir yoksul babası çıkar.” Şoförün anlattıkları herkesin gözyaşlarını akıttı.
Oğulları, sevinç gözyaşı döküyor bizler de onlara eşlik ediyorduk. Bir süre devam eden sessizlikten sonra
ben, rahmetlinin oğullarına dönerek “ne güzel babanız varmış! Babanıza lâyık olmaya çalışın,
onun maddî ve manevî mirasına sahip olun!
Şu anda siz, nasıl babanızla gurur duyuyorsanız; yerin altında o da sizinle gurur duysun.”
dedim ve paylaşma infâk konusunda dilimin döndüğü kadar bir sohbet yaptım. Sonra da izin alıp geldiğimiz araba ile köyden ayrıldık. Yol boyunca şoför,
rahmetli hakkında çok daha güze şeyler anlattı. Hem
veren hem de verdiğini insanlardan gizleyen bu güzel
insan yol boyunca duâ ettik. Rabbim, makamını cennet eylesin! Âmin!
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
İban No:
TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01
Hesap No:
826718 - 1
Verelim, saygı değer okuyucularım, verelim. Devamlı verelim. Ülkemize sığınan muhâcirlere, yoksullara, muhtaçlara, darda kalanlara, yolculara, öğrencilere, Allah yolundaki
faaliyetlere, Allah rızası için verelim.
Mart
7
2016
Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK
Onlara Güzel Söz Söyle!
Azarlama!
Abdullah b. Mesud’un
rivayet ettiğine göre bir adam
Rasûlüllah’a (sav), “Amellerin
en üstünü hangisidir?” diye
sorunca şöyle cevap verdi:
“Vaktinde kılınan namaz ve
anne babaya iyilik etmektir.
Sonra da Allah yolunda cihad
etmek gelir.” (Buhârî, Cihâd ve Siyer,
A
llah Teâlâ insanın ve
evrenin
yaratıcıdır.
Anne baba ise kişinin
dünyaya geliş sebebidir. Çocuk dünyaya geldiğinde bakıma, korumaya ve sevgiye
muhtaçtır. Çocuğa bunu en iyi
bir şekilde verecek de anne babasıdır. Rabbimiz buna şöyle
işaret eder: “Küçüklüğümde
onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et (diyerek dua et!)” (İsrâ, 17/24).
1, Tevhid,48; Müslim, İman, 137).
Bizlerin varlık sebebi olan
anne babaya Rabbimiz en küçük bir hata yapmamızı iste-
2016
8
memektedir: “Allah’a kulluk
edin ve O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayın! Anneye,
babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın
arkadaşa, yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara
(köle, cariye, hizmetçi ve
benzerlerine) iyi davranın!
Allah kendini beğenen ve
daima böbürlenip duran
kimseyi sevmez!” (Nisa,
4/36). Yine Rabbimiz, en fazla
ihtiyacımız olduğu bir zamanda nasıl anne babamız bize
şefkat kanatlarını germişlerse
bizler de onlara özellikle buna
Mart
en fazla ihtiyaç duydukları anda yapmamız gerekir.
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi,
annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her
ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf!
bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel
söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger.” (İsrâ, 17/23-24).
En Fazla Kime
İyilik Yapılmalıdır?
Üzerimizde en fazla hakkı olan anne babamızdır. Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Bir adam,
Rasûlüllah’a (s.a.v.) geldi ve: “İnsanlar arasında
kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?” diye sordu. Rasûlüllah (s.a.v.)
şöyle buyurdu:“Annendir.” Adam:
“Sonra kimdir?” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) “Annendir” buyurdu.
Adam: “Sonra kimdir?” dedi.
Rasûlüllah (s.a.v.) “Annendir”
buyurdu.
Adam: “Sonra
kimdir?” dedi. Rasûlüllah
(s.a.v.) “Babandır” buyurdu. (Buhârî, Bir ve Sıla, 2;
Müslim, Bir ve Sıla, 1, 2).
Anne baba aynı zamanda
Müslümanın kurtuluşu için birer vesiledir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) bir başka
rivâyet şudur. Rasûlüllah (s.a.v.) bir gün
minbere çıktı “Âmîn, âmîn, âmîn” dedi. Kendisine denildi ki: Ey Allah’ın elçisi! Sen minbere çıkınca “Âmîn, âmîn, âmîn” dedin. Rasûlüllah (s.a.v.)
Cebrail bana, ramazan ayına yetişip de günahları
affolunmayan kişiyi Allah cehenneme girdirsin ve
rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de”, dedi. Ben
“Âmîn” dedim.” Sonra Cebrail: “Ana babasına veya onlardan birisine sağlığında kavuşup
da onlara iyi davranmadan ölürse Allah onu
cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de”, dedi. Ben “Âmîn” dedim.”
Sonra şöyle dedi: Yanında senden söz edilince
sana salavât getirmeden ölen kimseyi de Allah
cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de”, dedi. Ben “Âmîn” dedim.”
buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 254).
Cihada Denk Amel
Anne babaya hizmet bazı hadislerde Allah yolunda cihada denk olarak kabul edilmiştir. Abdullah
b. Amr b. As şöyle dedi: “Bir adam Nebi’ye (s.a.v.)
gelerek: “Ben Allah’tan ecir isteyerek hicret ve
cihad etmek üzere sana biat ediyorum” dedi. Nebi (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Annen ve babandan sağ olanı var mıdır?” Adam: “Her ikisi
de sağdır” dedi. Nebi (s.a.v.)
şöyle buyurdu. “Böyle iken
sen Allah’tan ecir mi istiyorsun?” Adam: “Evet”
deyince Nebi (s.a.v.) “Burada kal, onlara hizmet et,
çünkü onlara hizmet cihaddır.” buyurdu. (Müslim, Bir ve
Sıla, 5, 6). Başka bir hadiste de bu
iki amel yani Allah yolunda cihat ve
anne babaya itaat en faziletli amellerden kabul edilmiştir: Abdullah b. Mesud’un rivayet
ettiğine göre bir adam Rasûlüllah’a (sav), “Amellerin en üstünü hangisidir?” diye sorunca şöyle
cevap verdi: “Vaktinde kılınan namaz ve anne
babaya iyilik etmektir. Sonra da Allah yolunda cihad etmek gelir.” (Buhârî, Cihâd ve Siyer, 1,
Tevhid,48; Müslim, İman, 137). Bir başka sahabide
{
}
“Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın! Anneye,
babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak
komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve ellerinizin altında bulunanlara
(köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın! Allah kendini
beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez!” (Nisa, 4/36)
Mart
9
2016
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize
ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.
Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf! bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel
söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine
kanat ger.” (İsrâ, 17/23-24).
hicret etmek için gelip “Ya Rasûlallah! Ana-babamı ağlatarak geldim” dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) bu
duruma üzülerek buyurdu ki: “Hemen git, onları
ağlattığın gibi güldür!” (Ebû Dâvûd, Cihad, 31;
Nesâî, Biat, 10; İbn Mâce, Cihad,12).
Anne babaya itaat edilmeyecek tek konu vardır o
da kişiyi Allah’a isyan ve O’nun emrine aykırı görüşe
sevketmeleridir: “Biz insana, anne babasına en
güzel bir biçimde davranmasını emrettik. Ama
onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi
bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onların sözüne uyma! Sonunda dönüşünüz yalnız
bana olacaktır. İşte o zaman, vaktiyle yapmış
olduğunuz her şeyi önünüze koyacağım.” (Ankebut, 29/8).
Anne baba Müslüman olmasa dahi onlara iyilik
yapılır meşrû istek ve emirleri yerine getirilir. Esma
binti Ebû Bekir’den rivayet edildiğine göre şöyle dedi:
Annem yanıma geldi, kendisi Kureyş devrinde Rasûlüllah’ın (s.a.v) onlarla muahede yaptığı zaman henüz
müşrik idi. Ben Rasûlüllah’tan (s.a.v) fetva isteyerek:
“Ya Rasûlallah! Annem bana rağbet göstererek, yanıma geldi. Kendisine yardımda bulunayım mı?” dedim. Rasûlüllah (s.a.v): “Evet annene
yardımda bulun” buyurdu. ( Buhârî, Cizye, 18,
Edeb, 7, 8; Müslim, Zekât, 49, 50). Buhârî’de İbn
Uyeyne’nin şu ilavesi vardır: Bu konuda Allah şöyle
buyurmuştur: “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara
iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı
yasaklamaz.” (Mümtehıne, 60/8).
Hadise göre din ayrılığı bile olsa anneye sıla yapılması gerekir. Hatta bu konuda kocanın izni dahi
şart değildir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v) Hz. Esma’ya
annesini ziyaret için kocasının iznini şart koşmamıştır.
Sahabeden birisi Rasûlüllah’a (s.a.v) gelerek: “Ya
Rasûlallah! Annem babam öldüler. Bunlar için
bundan sonra yapabileceğim bir iyilik var mı?”
diye sorar. Rasûlüllah (s.a.v) sahabeye şu cevabı verir: “Tabii ki vardır. Onlar için dua etmek, günahlarının bağışlanmasını Allah’tan dilemek.
Hayatta iken verdikleri sözleri onların adına
yerine getirmek. Onlardan yana olan akrabalık bağlarını gözetmeğe devam etmek. Onların
dostlarına, arkadaşlarına iyilik etmek.” (Ebû
Dâvûd, Edep, 119, 120).
Son olarak Rabbimiz Müslümanlardan başta
anne baba ve diğer Müslümanlara şöyle dua etmelerini istemektedir: “Ey Rabbimiz! Amellerin hesap
olunacağı gün, beni, ana-babamı ve müminleri
bağışla!” (İbrahim,14 / 41).
Selam ve dua ile…
2016
10
Mart
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Allah’ın Rızası,
Anne Babanın Rızasındadır!
Anne baba hakkı ve
sevgisi, onları huzur evlerine
mahkûm
ettikten
sonra
orada onları ziyaret emekle
ödenmeyecek kadar büyük bir
hak, engin bir sevgi ve saygı
selidir.
A
nne babamız, bizim
dünyaya
gelmemize
vesîle olan kişilerdir.
Aslında anne-baba, bir bütünün birbirini tamamlayan iki
parçasıdır. Biri olmadan öteki
olmaz. Anne olmak için babaya ihtiyaç vardır, baba olmak
için anneye ihtiyaç vardır. Ne
baba olmadan anne olunabilir, ne de anne olmadan baba
olunabilir. Bu yüzden dilimizde
anne baba, valideyn kelimesinde bir araya getirilmiştir.
Yüce Rabbimiz, bir âyeti
kerimesinde babaya ve evladına yemin ederek babanın öne-
Mart
11
mini vurgulamıştır. “Babaya
ve çocuğuna and olsun!”/
(Ve vâlidin ve mâ veled.)
[1]
Âyetteki baba ve çocuğundan kasıt Hz. Âdem ve çocuğu yahut Hz. İbrahim ve oğlu
yahut genel olarak baba ve çocuğudur. Gerçekten de insan
neslinin devamı için baba da
önemlidir, anne de, çocuk da.
Yüce Yaratıcı, yeryüzünde
önce Âdem babamızı yarattı.
Zira baba, yönetici olacaktı,
yöneticinin de öncelik hakkı
vardı. Bu, onun anneden üstün olduğu anlamında değildi. Zira haklar, sorumluluklara
2016
göre idi. Sorumluluğu fazla olan, sorumluluğunu hakkıyla yerine getirirse, başkalarına göre daha fazla hak
ve yetkiye sahiptir. Nitekim Hz. Âdem’den hemen
sonra eşi ve insanlığın annesi Hz. Havva yaratılmıştır.
Allah’ın Hakkından
Sonra Anne Baba Hakkı
Kur’ân-ı Kerim âyetleri, Yüce Allah’ın hakkından
bahsettikten hemen sonra anne baba hakkından bahseder. Yüce Rabbimiz, bizleri yaratandır; anne
babamız ise bizim dünyaya gelmemize aracılık
eden kimselerdir.
“Rabbin yalnızca kendisine kulluk ve ibadet etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir
şekilde emretti.
Anne babandan biri veya her ikisi senin yanında
yaşlanırsa, ‘Of’ bile deme, onları azarlama, ikisine de
güzel söz söyle.
Onları esirgeyerek merhamet kanatlarını üzerlerine ger ve şöyle dua et: Rabbim! Küçüklüğümde
onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara
rahmet et.”[2]
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası, onu sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması
da iki yıl içerisinde olur. İşte bunun için, önce
bana şükret; sonra da ana-babana teşekkür et,
diye öğüt vermişizdir. Dönüş ancak banadır.
Eğer onlar seni, hakkında bilgi sahibi olmadıkları bir konuda bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dünyada onlarla iyi
geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda
dönüşünüz ancak banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim.”[3]
“Biz, insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer ana baba, seni
bir şeyi körü körüne Bana ortak koşman için
zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.”[4]
Âyetlerde, Yüce Allah kendisine ibadet ve kulluk
yapılmasını emrettikten hemen sonra, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmayı emretmektedir. Bu, ana-baba hakkının Allah hakkından hemen sonra geldiğinin
ve ne kadar önemli olduğunun açık göstergesidir.
Ana-Babamıza Öf
Bile Dememeliyiz
Yine âyetlerin bize yüklediği görev, ana-babamıza
öf bile demememiz, onları incitecek hiçbir söz ve davranışta bulunmamamız; onlara sevgi, saygı ve ilgiyle
yaklaşmamız ve en önemlisi onlara dua etmemizdir.
Onlar Allah’a şirk koşan kimseler olsalar ve bizi
de müşrik olmaya zorlasalar bile, onlarla dünyada iyi
geçinmemiz emredilmiştir. Ancak böyle bir durumda
{
}
“Biz, insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Eğer ana baba, seni bir şeyi körü körüne Bana ortak
koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.”[4]
2016
12
Mart
Öyleyse her namazın sonunda okuduğumuz Rabbenâ
duasında “Rabbimiz, hesabın görüleceği günde bizi, anne
babamızı ve mü’minleri bağışla.”[9] diye dua ettiğimiz anne
babamıza karşı sorumluluklarımızın bilincinde olarak,
vazifelerimizi yaparak, onların gönlünü alarak duamızın
gereğini yerine getirelim.
anne babaya itaat edilmez. Çünkü Allah’a isyan
konusunda hiç kimseye itaat edilmez. İtaat ancak hakta ve hayırdadır.
Allah’a ortak koşmak, nasıl ki büyük günahların
başında sayılmışsa; anne babaya karşı gelmek, onları
incitip üzmek de büyük günahlardan sayılmıştır.
Peygamberimiz, anne babaya karşı gelmeyi
(ukûku’l-vâlideyn) büyük günahlardan saymıştır.[5] Bir
hadislerinde de Allah’ın rızasının anne babanın rızasında olduğunu; Allah’ın gazabının da anne babayı
kızdırmakta olduğunu söylemiştir.[6]
Hizmette Kusur Eden
Ana-baba hakkı, onlara saygı ve ilgi duyma hakkında ise şöyle buyurmuştur:
“Ana ve babasının ihtiyarlık zamanlarında, bunlardan birine yahut ikisine yetişip de,
bunlara gereken hürmet ve hizmette bulunarak
Cennet’i hak edemeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün! (Bu ifadeyi üç kere tekrar etmişti.)”[7]
Savaşa katılmak için kendisinden izin isteyen
Muâviye b. Cahime’ye, “Annen sağ mı?” diye sormuş ve şöyle buyurmuştur: “Sözlerime dikkat et!
Annenin ayağı dibinde otur. Çünkü cennet oradadır. Annenin yanından ayrılma, çünkü cennet onun ayakları altındadır.”
Peygamberimize(s.a.v), insanlar içerisinde kendisine iyi davranmaya en lâyık olanın kim olduğu sorulmuş, o cevabında üç kere “Annen.” buyurmuş,
dördüncü soruluşta ise “Baban.” diye cevap vermiştir.[8] Buna göre annelik, babalıktan üç adım öndedir.
Çünkü babadan farklı olarak anne, çocuğunu dokuz
ay karnında gezdirmiş, dayanılmaz acılarla onu doğurmuş ve onu emzirmiştir. Çocuğun yetişmesinde
Mart
annenin ayrı bir yeri vardır. Bizler, ana dilimizi öncelikle annemizden öğreniriz, onunla konuşuruz ve
onunla anlaşırız. Bu sebeple annelik, insan yetiştirme
sanatıdır, anneler de bu sanatın ustalarıdır. Bu yüzden
ebeveynimize karşı sorumluluklarımız büyüktür.
Hikâye olunur ki, bir evlat hasta anasını sırtında
taşıyarak ona hac görevini yaptırmış ve dönüp annesine, hakkını ödeyebildim mi anne, diye sormuş, annesi şu cevabı vermiştir: Ne gezer evladım. Sen beni
sırtında taşıdın ama yorulunca, istirahat ve ihtiyaçların için yere indirdin. Bense seni dokuz ay, kendimden hiç ayırmadan hep karnımda taşıdım ve besledim. Ben sana büyüyesin diye bakardım. Sense
bana çabuk öleyim diye bakıyorsun!
Öyleyse her namazın sonunda okuduğumuz
Rabbenâ duasında “Rabbimiz, hesabın görüleceği günde bizi, anne babamızı ve mü’minleri
bağışla.”[9] diye dua ettiğimiz anne babamıza karşı
sorumluluklarımızın bilincinde olarak, vazifelerimizi
yaparak, onların gönlünü alarak duamızın gereğini
yerine getirelim. Onları üzerek, onlara karşı gelerek duamıza ters düşmeyelim. Anaları ağlatanlardan olmamaya, onları senede birkaç gün değil
her zaman, hayatlarında ve ölümlerinden sonra bile
hoşnut etmeye gayret edelim. Anne baba hakkı ve
sevgisi, onları huzur evlerine mahkûm ettikten
sonra orada onları ziyaret emekle ödenmeyecek kadar büyük bir hak, engin bir sevgi ve
saygı selidir.
Kadının sokağa döküldüğü, anneliğin aşağılandığı bir dünyada, insan yetiştirme üstadları olan annelerimize ve onlar kadar hakları olan babalarımıza karşı
sorumluluklarımızı yerine getirelim. Anne babanın rızasıyla Rabbin rızasını kazanmaya gayret edelim.
Dipnotlar
[1] 90/Beled, 3.
[2] 17/İsrâ, 23-24.
[3] 31/Lokmân, 14-15.
[4] 29/Ankebût, 8.
[5] Buhârî, Müslim.
[6] Tirmizî.
[7] Müslim, Ahmed.
[8] Buhârî, Müslim.
[9] 14/ İbrahim 41.
13
2016
Abdullatif ACAR
Ana - Baba Hakkı
A
Evlatların
anne
ve
babalarına
bakmaları
duygusallıkla sınırlı, acımakla
ilintili bir şey de değildir sadece.
Bu,Her
şeyden
önce
Allah
tarafından bizlere yüklenen bir
g ö r e v d i r.
2016
ile, bir tolumun en küçük yapı taşı olmasına
rağmen
toplumun
huzur ve saadetini sağlayan, geleceğini şekillendiren en önemli unsurdur.
Ailede ahlaken olgunlaşmayan
sevgi ve saygı temelleri üzerine
yetiştirilmeyen, hayatın gayesini ve toplum içerisinde olmanın
sorumluluğunu öğrenmeyen,
dini ve milli değerlere bağlılığı
temin edilmeyen, hiçbir çocuk
geleceğin büyükleri olarak,
topluma asla faydalı olamaz.
Aile, sosyal, kültürel ve dini
değerlerin bir sonraki nesillere aktarılmasında ve bunların
14
toplum düzleminde yaşanmasında en önemli köprü görevini yerine getirmektedir.
Çocuklar karşılık beklemeden
yardımlaşmayı, dayanışmayı,
sevgi ve saygıyı aile ortamında
öğrenirler. Aile bireyleri arasında yaşanamayan merhamet,
aile dışındaki insanlar arasında kolay kolay yer bulamaz.
Şiddet gören, şiddeti benimsemiş bir aile ortamında yetişen,
sevgi, saygı nedir bilmeyen
çocuk büyüdüğünde, toplumla
buluştuğunda, zihnine yerleştirdiği, kabullendiği bu kötü
alışkanlıkları insanlara uygulamaktan asla çekinmiyor. Sa-
Mart
adetin vesilesi değil felaketlerin ve huzursuzlukların
müsebbibi durumuna geliyor. Onun için İslam, aileyi
ciddi bir şekilde ele almış, aileye büyük önem vermiş;
aile bireyleri arasındaki görevlerin ne olduğunu ilahi
ve nebevi kanunlarla düzenlemiştir.
İslam dini bir hayat nizamıdır, bu düzen
ve kanun, insanla ilgili her yerde ve her alanda
mevcuttur. İnsan, sosyal bir varlık olması nedeniyle,
daha dünyaya gözünü açar açmaz, bir şekilde ihtiyacının başkaları tarafından giderilmesine
olan muhtaçlığını hissetmeye başlıyor.
Bu bağlamda ilk önce anne ve babasıyla irtibata geçiyor. Yani hayat
insanlarla yaşanan bir olgudur.
Dolayısıyla hiçbir ilişki İslam’ın
göz ardı ettiği, es geçtiği bir
realite değildir. Nerde insan varsa orada İslam’ın
emri ve nehyi vardır. İslam
insanlar arasındaki ilişkilerin
düzenlenmesinde, bunların tesis
ve devam ettirilmesinde önemli kurallar koymuştur. Bu kuraların
ve kanunların dışına çıkılması, hak
hukukun ihlali olduğundan daha bu
dünyadaki huzursuzluğun temeli de bu şekilde atılmış
olur. İnsan, hayatını yaşarken bencilce bir tutumdan şiddetle kaçınmalıdır. Sahip olduklarını
kullanmanın sınırını başkalarının hakkının sınırına kadar görmeli ve hatta herkese karşı kendisine yüklenen
sorumluluk ve görevleri yerine getirmeyi de Allah tarafından, kendisinin eliyle başkalarına bahşedilen bir
hak olarak bilmelidir.
Bu ister komşularımıza ister akrabalarımıza karşı;
ister bütün din kardeşlerimize, ister kan bağıyla bağlı
olduğumuz akrabalarımıza karşı olsun, hatta bütün
insanlara ve hayvanlara karşı olsun böyledir. Yani
insanın kendisi dışındaki, az veya çok, herkese karşı yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Bunların
içerisinde anne ve babalarımıza karşı görevlerimiz
hem ailenin, hem de toplumun İslami ve ahlaki bir
yapıda şekillenmesi bu bağlamda insanlar arasında ki
ilişkilerin düzenlenmesi, toplumun değerlerinin tesis
ve inşa edilebilmesi açısından daha önem arz etmektedir. Çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi toplumun
temeli ailelerden oluşur. Ailenin temeli de meşru bir
yolla hayatlarını birleştiren karı kocadan meydana
gelir. Eşlerin, ilk etapta sadece kendi aralarında huzuru ve sükûnu tesis etmekle sınırlı birer görevleri var
iken sonra, bu aileye evlatların dâhil olmasıyla sorumlulukları ve görevleri daha da
artmaktadır. Anne-babanın, ilerde toplumun aktif bir ferdi olarak toplumun
geleceğini etkileyecek evlatlara karşı görevleri olduğu gibi elbette ki
evlatların da baba ve anneye
karşı görevleri vardır. İslam,
“baba ve anne” yetiştirme
gibi ulvi ve mukaddes görevleri olan anne ve babaya özel bir
hassasiyetle muamelede bulunmamızı emir buyurmuştur. Anneye Ve
Babaya İyilik Allah’ın Emridir
Yüce Allah, kendisine kulluktan sonra
anne ve babaya itaat etmeyi emir buyurmuş, onlara karşı bir bıkkınlık, bezginlik ve memnuniyetsizliğin
göstergesi olan, “öf” bile demeyi uygun bulmamıştır.
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Rabbiniz, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza iyilik etmenizi emir buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi,
senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara
karşı “öf” bile demeyesin, onları azarlamayasın, ikisine de hep tatlı söz söyleyesin” (İsra,3)
Var oluşumuz, bu kadar sayısız nimetlere lütuflara
mazhar oluşumuz yüce Allah’ın bizzat kendi istemesi
ve dilemesiyledir. O bizi eşrefi mahlûk olarak yarat-
{
}
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Rabbiniz, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana babanıza
iyilik etmenizi emir buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi,
senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı “öf” bile demeyesin,
onları azarlamayasın, ikisine de hep tatlı söz söyleyesin” (İsra,3)
Mart
15
2016
Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:
“Deki: gelin Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri
okuyayım: ona hiç bir şeyi ortak koşmayın, Ana-Babaya iyi
davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin.”
(Enam 151)
mış, bütün mahlûkatı bizlerin emrine amade kılmıştır.
Gerçek güç ve kudret sahibi Allah’tır. O dilemese hiçbir şeyi elde edemeyiz. Öyleyse kullukla gerçek şükrümüzü Rabbimize göstermeliyiz. Ona itaat ve ibadette
teslimiyet içerisinde olmalıyız. Anne ve baba eliyle
bizlere merhamet eden Allah, şefkatle bizleri büyüten bu dünyaya gelmemize vesile olan, Rabbimize kulluğumuzu yerine getirmemize aracı olan, daha
üzerimizde nice hakları bulunan anne -babamızı da
unutmamamızı istemektedir. Zira kuluna şükrünü
bilemeyen, Rabbine de kulluğunu bilemez. Allah, bu ayetiyle kendisine kullukla anaya ve babaya
itaati müsavi kılmış, insanları bu hususta uyarmış,
onlara karşı devamlı sevecen tavırlar içerisinde olmamızı, güler yüzle ve tatlı dille muamele etmemizi, en
küçük bir kırgınlığa ve üzüntüye sebep olacak davranışlardan şiddetle kaçınmamızı emir buyurmuştur.
Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:
“Deki: gelin Rabbinizin size haram kıldığı
şeyleri okuyayım: ona hiç bir şeyi ortak koşmayın, Ana-Babaya iyi davranın, fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin.” (Enam 151)
Allaha şirk koşmanın nasıl ki hiç bir mazereti yoksa anne ve babaya hizmet etmemenin, onların yardı-
mında bulunmamanın da hiçbir mazereti söz konusu
değildir. Onlara itaatte ve yardımda geri duranların,
onların üzülmesine sebep olacak davranışlara girişenlerin büyük günah işlemiş olacağını Peygamber efendimiz (s.a.v.) bir hadisinde şöyle ifade ediyor:
“Bir kimse Ana-babasının üzüleceklerini
gerektirecek harekette bulunursa, büyük günah sahibi olur .” (Kenzül irfan. S.191, no 437)
Başka bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor:
“Anaya-babaya muhabbetle bakmak evlat için ibadet makamındadır.” (Kenzül irfan,
c,191, no 439)
Anne ve babaya meşru olan şeyler hususunda
itaat etmemek, onların kalbini kıracak sözlü ve fili
davranışlarda bulunmak sıla-i rahimi kesmek diğer
ibadetlerimizdeki değeri ve faydayı da yok eder.
Peygamber efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Üç şey vardır ki kişide bunlardan biri
bulunduğu müddetçe onun amelleri fayda
vermez. Bunlar:
Allah’a şirk koşmak,
Ana babaya karşı gelmek,
Savaş meydanından kaçmak”tır. (Et-Terğip
ve’t Terhip c. 3, s. 328)
Anaya ve babaya asi olan bir insan, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Dünya ve ahiret saadetine
ermek isteyen ise anne ve babasını memnun etmesi
gerekir. Onlar memnun edilmeden ne cennet nimetine nede Allah’ın rızasına nail olunur.
Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Ana ve babaya asi olmaktan sakının, zira
cennetin kokusu bin yıllık yoldan alınır. Allah’a yemin ederim ki, ana-babaya asi olan,
sıla-i rahimi terk eden, zina yapan ihtiyar, el-
2016
16
Mart
bisesi kibir ve azametli komşu -zira azamet
ancak Allah’a mahsustur- cennetin kokusunu
duyamaz.” (Abdullatif Terc.s. 223)
Hele Yaşlılıkların Da Çok
Daha Dikkatli Olmalı
Anaya ve babaya iyi davranmak her zaman
ve her yaşta gereklidir. Bu gerekliliği yerine getirmek onların genç zamanlarında hatta kendilerine
muhtaç olduğumuzu hissettiğimiz dönemlerde daha
kolaydır. Zaten bu zamanlarda pek muhtaç durumda da değillerdir, takdir edersiniz ki. Ancak, her insan
gibi onlarında yaşlanması, eski enerji ve kuvvetlerini
yitirmesi, duygularını kullanma kabiliyetlerini kayıp
etmesi, bazen de algılama güçlerini kayıp etmeleriyle
iletişimde sorunlar yaşamaları söz konusudur. İhtiyarlığın vermiş olduğu kazalarda muhtemeldir. İşte, böyle
bir zaman da onlara karşı daha hassasiyet içerisinde
olmamız gerekir. Bu dönemler onların en kırılgan ve
alıngan dönemleridir. Sizin küçük ve basit gördüğününüz şeyleri onlar çok daha ciddiye alabilir üzülebilirler. Öyle hassas olduğu dönemler de
hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan, hiçbir mazeret
ileri sürmeden onlara karşı görevlerimizde asla kusur
etmemeli, güler yüzle tatlı dille muamele ederek gönülleri alınmalı. Seslerimizi yükselterek, kendilerinin
istenmeyen kişiler oldukları kanaatlerine sebebiyet
vermemeli. Bu durumda kendilerine karşı güven duyguları zedelendiği, size bağladıkları ümit yok olduğu
için çevreleriyle de uyumlu bir iletişim kuramaz ve
huzursuz olurlar.
“Bir kimse Ana-babasının
üzüleceklerini
gerektirecek
harekette bulunursa, büyük günah
sahibi olur .” (Kenzül irfan. S.191, no 437)
Başka bir hadisi şerifinde de
şöyle buyuruyor:
“Anaya-babaya
muhabbetle
bakmak
evlat
için
ibadet
(Kenzül irfan, c,191, no 439)
makamındadır.”
Mart
Anne-babaya içtenlikle yapılan her hizmet, gönüllerini almak için söylenen güzel bir söz, onların
morallerini düzeltecek her sohbet sadece mükâfat kazanmaya değil aynı zamanda günahların affedilmesine de vesile olmaktadır. Cenneti kazanmak kolay
değil, bir şeylerden feragat etmek gerekir. Yüce
Allah’ın emirlerini yerine getirmenin yanında günahlarımızdan da arınmış olmamız gerekir. Anaya ve babaya itaat buna vesiledir.
İmtihan için önümüze konan her fırsatı değerlendirerek yüce Allah’ın rızasına gözümüzü ve gönlümüzü dikmemiz gerekir. Bu imtihan bazen evlatlarımız
bazen sahip olduğumuz malımız mülkümüz bazen
varlığımız bazen darlığımız bazen sıhhatimiz bazen de
sağlığımızdır. Her şeyi bir imtihan sorusu olarak
görmek ve onu başarmak için gayret sarf etmeliyiz. İşte, anne babalarımızın ihtiyarlık zamanlarındaki hallerine de bu açıdan bakıp onlara karşı sevgi
ve saygımızdan taviz vermeden, hizmetlerinde kusur
etmeden Allah’ın mükâfatına nail olmaya çalışmamız
gerekir. Aksi takdir de kınananlardan ve fırsatı kaçıranlardan olmuş oluruz.
Peygamberimiz (s.a.v) bir gün:
“Burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün” demiş
Sahabeler:
“Kimin burnu yede sürünsün Ey Allah’ın
Resulü?” dediklerinde
Peygamberimiz (sav) :
“İhtiyarlığı anında annesi ile babasından
birine yahut her ikisine yetişip de, onlar sebebiyle cennete giremeyenin” (Müslim, Birr,9)
buyurmuştur.
17
2016
Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki:
“Ana ve babaya asi olmaktan sakının, zira cennetin
kokusu bin yıllık yoldan alınır. Allah’a yemin ederim ki, anababaya asi olan, sıla-i rahimi terk eden, zina yapan ihtiyar,
elbisesi kibir ve azametli komşu -zira azamet ancak Allah’a
mahsustur- cennetin kokusunu duyamaz.” (Abdullatif Terc.s. 223)
Anneye Ve Babaya
Bakmak Dini Bir Görevdir
Evlatların anne ve babalarına bakmaları
duygusallıkla sınırlı, acımakla ilintili bir şey
de değildir sadece. Bu, Allah tarafından bizlere yüklenen bir görevdir her şeyden önce.
Dinen zengin sayılan birisinin zekât veremeyeceği
insanlar arasında anne ve babasının olması onlara
zaten bakmakla mükellef olduğundandır. Bu görev
ve sorumluluğu sadece maddi bir sorumluluk olarak
da düşünemeyiz. Bir annenin ve babanın öyle şefkate
ve merhamete ihtiyaçları olur ki, önlerine dünyaları
da serseniz, hizmetçilerde tutsanız sizin şefkatinizden
başka şeylerle onu telafi edemezsiniz.
Bir insanın iman etmesi onun gereği amelleri işlemesi kulluk görevidir. İşte anne ve babaya yardım etmek onların maddi ve manevi ihtiyaçlarını gidermek,
onları yalnızlığa terk etmemek, özellikle onların yaşlılık dönemde hayatla irtibatlarının devamını sağlamak
da bir evlat için en faziletli amellerdendir.
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:
Abdullah B. Mesut anlatıyor:
Allah’ın elçisine “amellerin hangisinin daha
faziletli olduğunu” sordum.
Hz. Peygamber:
“Vaktinde kılınan namazdır” buyurdu.
“Ondan sonra hangisidir” diye sordum.
“Anaya-babaya iyilik yapmaktır” buyurdu.
(Müslüm, İman, 137)
Evet, bir insanın, cenneti kazanması da cehenneme müstehak hale gelmesi de anne ve babasına karşı
tutum ve davranışlarıyla ilgilidir. Çünkü Allah’ın rızası anne ve babanın rızasına, Allah’ın gazabı
da anne ve babanın gazabına bağlanmıştır.
Bir adam Resulü Ekrem’e gelip Anne ve babanın evlat üzerindeki hakları nelerdir diye sorduğunda.
Peygamberimiz(s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Onlar (senin) ya cennetin ya da cehennemindir” (Seçme Hadisler, s.138)
Anne ve babasına karşı görevlerini yerine getiren, onlara ihsanda ve ikramda bulunanların ilerde
çeşitli sıkıntılarla karşılaştıklarında dualarının kabul
edileceğini bildirmiştir Allah’ın Resulü (s.a.v).
Onların Hakkı Kolay
Kolay Ödenmez
Anne-babanın hakkı kolay kolay ödenmez. Onlar
ki evlatları için her fedakârlığa katlanmış, yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş, giymemiş giydirmişlerdir. Ço-
2016
18
Mart
cuklarının geleceği için kendi hayatlarını ortaya koymuşlardır. Nice şeylerden fedakârlık etme hususunda
asla tereddüt yaşamamışlardır. Geleceklerini teminat
altına almak için gece gündüz demeden çalışmışlardır. En büyük miras olarak belki dinlerini öğretmişler,
Allah(c.c), Peygamber(s.a.v) sevgisiyle bezemişlerdir.
Ahlaklı birer insan olarak toplumu, hayatı, hayatın
gayesini öğretmişlerdir. Özellikle annenin evladı için
yapmış olduğu fedakârlığı kelimeler ifade etmekte yetersiz kalır. O ki; gece uykusunu bölerek çocuğunun
karnını doyurur, altını temizlemekten imtina etmez,
ağzından çıkarır çocuğunun ağzına koyar, lokmasını. Bunları yaparken de küçük bir memnuniyetsizlik
ifadesine rastlamazsınız. Dokuz ay karnında taşıması
bile, başka bir şey yapmamış olsa bile, hiçbir evladın
kolay kolay ödeyebileceği bir şey değildir.
Bunun için bir adam peygamberimize (s.a.v.) gelerek “insanlar arasında iyi davranmama en çok
layık olan kimdir?” diye sorduğunda üç defa peş
peşe aynı soruya “annendir, annendir, annendir.
Sonrada babandır “ diye cevap vermiştir.
“Cennet anaların ayakları altındadır” iltifatı
ayrıcalığı da yine Anneye mahsustur.
Yüce rabbimiz bir ayetinde buyuruyor ki:
“Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü annesi onu nice
sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (işte bunun için)
önce bana sonra da anne ve babana şükret
diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak
banadır” (Lokman,14)
Bir adam Resulü Ekrem’e gelip
Anne ve babanın evlat üzerindeki
hakları nelerdir diye sorduğunda.
Peygamberimiz (s.a.v) şöyle
buyurmuştur:
“Onlar (senin) ya cennetin ya
da cehennemindir” (Seçme Hadisler, s.138)
Mart
Peygamberimizde(s.a.v.):
“Hiçbir evlat, anne - babasının hakkını
tam olarak eda edemez (ödeyemez) babasının
esir pazarında satılırken görse de onu satın
alıp azat etse ancak o zaman ödeyebilir.” (EtTerğib ve’t Terhib c.3 s.314) buyuruyor.
Hasan-ı Basri hazretleri bir gün, kabeyi tavaf
ederken arkasında zembilli bir delikanlıya rast gelip
zembilde ne olduğunu sordu. O delikanlı: “Ya imam
zembilde anam var” dedi. Ve devam etti:
“Biz fakiriz senelerdir anam kabeyi ziyaret etmek
isterdik fakat bizim mali durumumuz müsait olmadığı için kabeye gelemezdik. Anam’ın bu arzusunu
biliyordum. Kendisi iyice ihtiyarlaştı, gelmesine de
hiç imkan kalmadı. Ancak kabe aşkı her geçen gün
kendisinde daha da alevleniyor, aklına geldikçe gözyaşlarını tutamıyordu. Anamın bu haline dayanamaz
oldum. Anamı bunun için arkama alıp kabeyi tavaf
ettiriyorum. Acaba ya imam ana baba hakkı büyüktür
derler acaba anama yaptığım bu iyilikle onun hakkını ödeyebildi mi?” dediğinde Hasan-ı Basri hazretleri
şöyle buyurdu:
“Yetmiş defa kabil olsa da şamdan ananı
sırtında kebeye getirip böylece tavaf ettirsen,
ananın karnında iken bir defa attığın tekmeye
karşı hakkını ödeyemezsin”
Bir evladın anne ve babasına karşı görevleri sadece bu dünyayla sınırlı değildir. Öldüklerinde de onlara karşı görevlerimiz devam etmektedir. Hayırlı bir
evlat, anne ve babası öldükten sonrada, onların amel
defterlerine sevap yazılması için onlar adına hayır
hasenat yapan, onların dostlarının ziyaretine giden,
19
2016
Yüce rabbimiz bir ayetinde buyuruyor ki:
“Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak
taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (işte
bunun için) önce bana sonra da anne ve babana şükret diye
tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş, ancak banadır” (Lokman,14)
onların sevdiklerini seven, vasiyetlerini, taahhütlerini
yerine getiren, yakınlığı onlar vasıtasıyla olan, amca,
hala, dayı, teyze gibi akrabaları ziyaret eden, onların
dostlarına ikram ve izzette bulunan evlattır.
Peygamberimiz (s.a.v.) bunu iyiliklerin en iyisi
olarak nitelendirmiştir:
“En iyi iyilik, babasının samimi dostuna,
iyiliği ve ihsanı devam ettirmesidir.” (Müslim)
Yine başka bir hadisi şerifinde de şöyle buyuruyor:
“İyiliğin en iyisi evladın baba dostlarını ziyaret etmesidir” (Müslim)
Anne Babaya
Nerelerde İtaat Edilmez
Anne ve babaya itaat şarttır, onlara iyilik etmek
Allah katında en faziletli ameldir. Cennete girmeye cihat etmiş mükâfatına nail olmaya, dualarımızın kabulüne vesiledir. Ancak bu itaati, diğer insanlara olduğu
gibi, kayıtsız ve şartsız bir itaat olarak düşünemeyiz.
Şöyle ki; Allah’u Teâlâ’nın emirleri hayatımızda, bütün davranışlarımızda kırmızı çizgilerimizdir. Nerede
Allah’a (c.c) isyan varsa orada, tepkimiz ve duyarlılığımız devreye girmeli. Dolayısıyla kim olursa olsun,
Allah’ın (c.c) emrine uymayan bir istekte bulunursa
onu yerine getiremeyiz. “Onun hakkı benim üzerimde
çok, onun söylediklerini yapmasam darılır gibi düşünemeyiz. Her şeyin üzerinde Allah’ın hakkı vardır. İnsanların değil Allah’ın rızası önceliğimiz olmalı. Anne
ve baba hakkını da bu çerçevede düşünmeliyiz.
Allah’ın rızasını ummadan, onun referansı olmadan hiçbir amelin, ne kadar iyi olursa olsun, kıymeti
ve değeri olmaz. Zaten, her davranışımızda mükâfata nail olabilmek, yüce Allah’ın iyi gördüğünü iyi
görmek, kötü diye nitelendirdiğini de kötü bilmekle
mümkündür.
Peygamberimiz buyuruyorlar ki:
“Halık’a (Allah’a) isyan olan işte, mahlûkata itaat olmaz” (Keşfü’l Hafâ)
Saad Müslüman olduğunda, annesi yememek ve
içmemek üzere yemin etti
Annesi Saad’a:
- Bak oğlum! Sen eski dinine dönmedikçe
ben yiyip içmeyeceğim, sonunda ölürsem sana,
annesinin katili olmuş derler ve seni kınarlar.
Saad annesine:
-Bak anne ne yaparsan yap ben bu dini bırakmam, diye kararlılığını gösterdiği halde annesi hala
yemiyor ve içmiyor, oğlunun dininden dönmesi için
ısrar ediyordu.
Saad annesinin karşısında, kesin kararlığını gösterip dedi ki:
-Vallahi anne senin yüz canın olsa da bunlar birer bire çıksa da imanımdan vaz geçmem”
Annesi oğlunun bu kararlığı karşısında inadını
terk edip yeme ve içmeye başladı.
2016
20
Mart
Bu olaydan sonra şu ayeti kerimenin nazil olduğu bildirilmiştir:
“Biz ana babasına iyilik etmesini emrettik,
şayet onlar seni, hakkındaki, bir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa,
bu takdirde onlara itaat etme, dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı haber vereceğim” (Ankebut,8)
Bu verilen ölçüler çerçevesinde anne baba müşrikte olsa, o durumlarını tasvip etmemekle beraber,
onlara yine merhamet kanatlarımızı germeli, anne ve
baba olmaları hasebiyle, sevgi ve saygıda kusur etmemeli, hidayete ermeleri için dua etmeli. Kur’an’ı kerimde İbrahim aleyhisselam’ın iman etmemiş “Azer”
adındaki babasına karşı davranışı bizler için en büyük
üslup ve saygı örneğidir.
Hz Ebu Ebu Bekir’in kızı Esma(r.a.) müşrike olan
annesiyle ilgili olarak şöyle anlatır:
-Annem (benden bir şey istemek için) geldi. Bende Peygamberimize (s.a.v):
-Annem geldi benimle görüşmek istiyor,
görüşeyim mi?” diye sordum.
Evet, annen ile görüş” buyurdu.(Buhari, Edep, 7)
Onların Duasını Almalı
Dua; sadece kendimize yaptığımız dualardan
ibaret değildir. Birde başkalarının bizler hakkında
yaptığı dualar vardır ki bunlar çok önemlidir. Biz,
kendimize dua ederken dualarımızla rabbimiz arasın-
şöyle
Hasan-ı Basri hazretleri
buyurdu:
“Yetmiş defa kabil olsa da
şamdan ananı sırtında kebeye
getirip böylece tavaf ettirsen,
ananın karnında iken bir defa
attığın tekmeye karşı hakkını
ödeyemezsin”
Mart
da işlediğimiz günah engelleri vardır. O günahlar dualarımızın kabulüne engel olur. Ancak başkaları bizler
hakkında günah işlemeyeceğinden bizler için yaptıkları dualar kabule şayandır. Hele bunlardan bazıları
vardır ki onlar asla ret olunmazlar, anne babanın evlatları hakkında yaptıkları dualar gibi.
Bir evlat için bu kadar hakları üzerinde olan anababasının memnuniyetinin bir ifadesi olarak, onların
duasını almak ne büyük bir bahtiyarlıktır. Günlük
hayatımızda da çoğu zaman bunu ifade ederiz; bir
sıkıntıdan, felaketten başımızı kurtardığımızda ya da
ferah ve huzura kavuştuğumuzda, bir şeyler elde ettiğimizde. “O annesinin babasının duasını almıştır veya annesinin duası onun üzerindedir” gibi
sözlerle. Çünkü anne ve babanın çocuklar için
gönülden yapacağı duayı Allah reddetmez.
Peygamberimiz(s.a.v) buyuruyor ki bir hadisi şerifte:
“Üç dua var var bunların kabul olunacağından şüphe yoktur: mazlumun (haksızlığa uğramış kimsenin) duası, misafirin (ikramını gördüğü
kimseler için) duası ve anne ve babanın çocuklarına olan duasıdır” (Timizi , Birr,7)
Bu bir “dua alma” yarışıdır. Anne ve babalarımıza sırf dualarını almak için bile hizmet edilir. Onlar
için yapılan her fedakârlık bizler için geleceğimiz adına yapılan bir yatırımdır. Onların hoşnutluğu, kabul
olmuş dua şeklinde bizlere döner, yaptığımız asla boşuna değildir.
Abdullah B. Evfa anlatıyor: Peygamberimizin(s.a.v.) huzurunda bulunduğumuz sırada birisi geldi ve şöyle dedi.
21
2016
“Biz ana babasına iyilik etmesini emrettik, şayet
onlar seni, hakkındaki, bir bilgin olmayan şeyi bana
ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat
etme, dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta
olduklarınızı haber vereceğim” (Ankebut,8)
- Ey Allah’ın Resulü! ölüm döşeğinde can çekişen bir genç var, kendisine “la ilahe illallah” denildiği halde bunu bir türlü söyleyemiyor. Peygamberimiz (s.a.v.) sordu:
-Evet, sağdır, dediler. Peygamberimiz (s.a.v.):
- Çağırın gelsin, buyurdu. Onlarda kadını
çağırdı, kadın geldiğinde sordu peygamberimiz(s.a.v.):
- Bu genç namaz kılar mıydı. Adam:
-Evet, kılardı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) kalkıp adımın yanına gitti, bizde onunla
beraber gittik. Ve ona:
-Onun şefaatçisi ben olurum. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
- Laa ilahe illallah, de buyurdu. Genç:
Söyleyemiyorum, dedi.
-Peygamberimiz (s.a.v.) niçin söyleyemiyorsun?
Diye sorunca peygamberimize (s.a.v.) gelen adam:
-Annesine itaatsizdi, dedi.
-Annesi sağ mı? Diye sordu. Orada olanlar:
-Şurada büyük bir ateş hazırlansa da sana: “oğluna şafkat edersen onu ateşte yakmayız, şefkat etmezsen onu bu ateşte yakarız” deseler ne
yaparsın? Diye sordu. Kadın:
- O halde bu oğlundan razı olduğuna ve
hakkını helal ettiğine Allah-ü Teâlâ’yı ve beni
şahit göster, buyurdu. Kadın:
-Allah’ım, yüce zatını ve peygamberini(s.a.v) şahit tutuyorum, oğlumdan razı oldum, dedi. Bunun
üzerine peygamberimiz(s.a.v) gence dönerek: - “Laa
ilahe illlallaü vehdehüle şerikeleh ve eş he dü
ennne muhammeden abduhü ve resülühü” de,
buyurdu. Hasta genç hemen şehadet getirince, peygamberimiz(s.a.v.):
- Allaha hamdolsun ki, benim vasıtam
ile bu genci cehennem ateşinden kurtardı, buyurdu. (Taberani, Ahmet Bin. Hambel)
Suçlu Kim?
Her insan ya anne babadır veya anne baba adayıdır, ancak her halükarda evlattır. Her insan, maişeti
altındakilerden sorumlu olduğu gibi, anne babalarda
çocuklarının, kendilerine Allah(c.c) tarafından verilen
birer emanet olması nedeniyle onların dini ve ahlaki
gelişimlerinden sorumludur. Evlatlar evliliğin meyvesi diye bilinir. Her nimetin bir külfeti vardır.
Her külfet fedakârlık gerektirir. Ancak bu fe-
2016
22
Mart
dakârlık, sadece evlatların maddi ihtiyaçlarını karşılamak değildir. Zira maddi ihtiyaç geçici şeylerdir, kalıcı
olan, ruhunu doyuran manevi ihtiyaçlardır. Baba ve
anne evlatlarının eğitimi hususunu göz ardı ederlerse,
onları salih bir mümin olarak yetiştirme hususunda
ihmalkâr davranırsalar, o boşluktan faydalanan farklı mihraklar devreye girip anne babanın eğitemediği
o çocukları farklı şekil ve inançlarla eğitmiş olurlar, o
zaman evladınız elden gider sadece dünyaları değil
ahiretleri de heba olur.
Evlatlarının, çocukluk dönemlerinde “ilerde daha
yapar” deyip onların ibadet etmelerinin ertelemesine
sebep olan, gençlikte işledikleri hatalar nedeniyle “cahildir, sonra anlar doğruyu” diyerek onları yaptıkları
hata ve günahların pençesine bile bile atan, büyüdüklerinde, “koskocaman adam olmuş kendi kararını
kendi veriyor, zamanın evladı, baba-anne dinler mi?”
diyerek pişmanlığını izhar etmek mecburiyetinde kalan babanın yapacağı bundan sonra ne kalmış olabilir ki. Yaşken ağaca şekil vermediğinizde kuruduğunda şekillendirmek isterseniz hem kırar
hem de kırılırsınız.
Sokakların eğittiği, bilgisayar ve televizyonun
karşısında gününü geçirerek monoton ve ruhsuz, mekanik bir insan halini aldığı, garbın eğitim sistemine
emanet edilerek tarihini kültürünü, dinini, ahlakını
Allah’ın c.c istediği, peygamberin(sav) talim ettiği gibi
değil, başkalarının uydurduğu din anlayışıyla, medeniyet dedikleri özgürlük safsatasıyla sahte ve anlamsız
hayatları, hayat tarzı olarak kabul eden bir evlat, annesinin çektiğini, babasının fedakarlığını anlayamaz,
Allah’ın kendine imandan sonra onlara itaati emrettiğini de bilmez.
Evlatlar evliliğin meyvesi diye
bilinir. Her nimetin bir külfeti
vardır. Her külfet fedakârlık
gerektirir. Ancak bu fedakârlık,
sadece
evlatların
maddi
ihtiyaçlarını karşılamak değildir.
Mart
Evet, öğle değil mi ki? Anne baba, çocuğu konuştuğunda gözleri ışıl ışıl parlarken, şimdi nice evlatlar anne ve babasının konuşmasına tahammül edemiyor. Onları “eski ve geri kafalı” olarak algılıyor.
“Sen ne anlarsın baba” diyerek susturuyor. Bir
anne baba “yedi” evladına karşılıksız, severek bakarken “yedi” evlat bir babasına bakamıyor. Evlat
anne kucağında, baba ocağın da kendini rahat huzurlu ve güvende hissettiği gibi ihtiyar anne ve baba,
evlatlarının evinde kendini yabancı olarak görüyor.
Bir köşeye sıkışıp kalmaktansa her şeye rağmen köyüne, kendinin bir odalı evine gitmek istediğinde yine
azarlanıyor. “Babamda, annemde çok huysuz,
bakmak istiyoruz, durmuyor yanımızda neyini
noksan ediyoruz ki, yediği önünde yemediği
arkasında, birazda dilini tutsun canım, hiçbir
şeye karışmasın geçinip gitsin işte” diyor.
Şimdi huzur evi koymuşlar hayırsız evlatların
baba ve annelerinin kaldığı sığınma evlerine. Bu sefer
400 metre karelik yerde oturan evlat haftada bir gün
babasının ve ya annesinin ziyaretine, huzur evine, gitmeyi gönül alma olarak görerek kendini avunduruyor. Anne ve babalara senede, ede ede, bir gün tahsis
ettiler; babalar günü, anneler günü, diye. O günde bir
defa telefonla ararlarsa evlatlar, anne- baba “buna da
şükür” demeye başladılar.
Ektiğimizi Mi Biçiyoruz?
Aslında insanlar her konuda olduğu gibi, anne
-babasına gösterdiği tavırlarla da evladına örnek olmaktadır. Anne- baba yaşantılarıyla, aile içerisindeki değerleriyle hem çocukların hem de kendilerinin
23
2016
Peygamberimiz(s.a.v) buyuruyor ki:
“Bir genç bir ihtiyara yaşlı olmasından dolayı ikramda
bulunursa, Allah, yaşlandığı zaman kendisine ikramda
bulunacak bir kimseyi kendisine hazırlar.” (Timizi, birr,75)
geleceğini belirliyor. Bir insan, diken ekerse diken,
gül ekerse gül biter. Çocuklarına “anne baba” hakkını öğretme, onu bizzat yaşama hususunda örnek ve
önder olamayan baba ve anne ihtiyarlandıklarında
kendilerinin yaptıklarının aynısını evlatlarından görecektir. “İyiliğin karşılığı olsa olsa iyiliktir. ”
(Rahman,60) Buyuruyor Rabbimiz
Peygamberimiz(s.a.v) buyuruyor ki:
“Bir genç bir ihtiyara yaşlı olmasından dolayı ikramda bulunursa, Allah, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi
kendisine hazırlar.” (Timizi, birr,75)
Ebu Bekir’den rivayetle peygamberimiz (s.a.v.)
başka bir hadis-i şerif de ise şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ bütün günahlardan dilediklerinin( cezasını ) kıyamet gününe kadar tehir
eder. Yalnız anaya ve babaya yapılan isyanın
Allah Teâlâ sahibine ölmeden öncede dünyada
verecektir” (et-Terğip ve’ Terhip,c.3;s.331)
Biz bunun cezasının kimin eliyle olacağını bilemeyiz. Bu, çoğu zaman misliyle olur. Babasına itaat
etmeyenin evladı da kendisine itaat etmez, anne babasına asi olanın, evladı da kendisine asi olur. Çünkü
çocuk babadan ve anneden gördüğünü uyguluyor,
onların yaptığının doğru olduğunu düşünüyor.
Babasını Öldürmek
İsteyen Evlat
Bir evlat felçli olan babasına bakmaktan usanmış.
“Gel baba seni biraz kırlarda gezdireyim, hem hava
almış olursun deniş. Sırtına almış götürmüş kırlara.
Babasını çukur bir yere atıp üzerini toprakla kapatıp
ölmesini istiyormuş aslında. Kendisini atmak için çukur aradığını fark eden, evladının kendisini öldürmek
istediğini anlayan baba:
-Evladım zahmet çekme, ben babamı şuracıkta
gömmüştüm, sende beni oraya göm, demiş. Bu sözlerle aniden irkilen, hayretler içerisinde kalan adam:
- Sen ne söylüyorsun! Yani sen dedemi çukura
atarak ölümüne mi sebep oldun? demiş.
-Evlat! Evlat! Bende babama karşı böyle bir hata
işledim, babam benim gibi felç geçirmişti, ondan
usandım, senin gibi buraya getirdim ve gömdüm. Bunun üzerine adam korku, dehşet ve ibret içerisinde
şunu sorar babasına:
- Baba! Babasına bunu reva görenin evladı da
kendisine aynısını yapar mı? diye sorar. Babası:
-Evet, evlat, insan ne ekerse onu biçer, ben ektiğimi biçiyorum, yaptığımın cezasını şimdi, evladım
olan senin elinle çekiyorum. Sende aynı muamele ile
karşılaşmak istiyorsan beni buraya göm, yok istemiyorsan vazgeç bundan. Sen bilirsin.
2016
24
Mart
Bunun üzerine günahkâr adam, ben böyle ne
yapıyorum diye hüngür hüngür ağlamaya başlıyor.
Tövbe ediyor. Yaptığı hatadan dönüp babasını evine götürüyor. Bundan sonra babasının, hürmette ve
saygıda kusur etmeden, sevgi ve saygıyla ömür boyu
hizmetinde bulunup duasını almaya çalışıyor.
“İnsanlara merhamet etmeyene Allah
(c.c.)’ da merhamet etmez.” (Buhari, Müslim)
buyuruyor peygamberimiz (s.a.v.). Bugün her baba
kendi babalarına yaptıklarını çekiyor aslında. Anasına babasına hakaret eden, onları azarlayan, sözlerini dinlemeye dahi tenezzül etmeyen insanlar, neler
ektiklerini, ilerde ne ile karşılaşacaklarını bilmeliler.
Bir insana, nefsimize uyup kötülük yapacağımız zaman o günahtan dönmek için, ben onun
yerinde olsam aynı şey bana yapılsa nasıl bir
tepki gösteririm diye düşünmeli, kendine reva
görmediğini başkalarına da reva görmemeli
kendisi için istediğini başkaları içinde istemeli, bu mümin olmanın göstergesidir. Peygamberimiz bu hususta bizleri defaatle uyarıyor.
Bir hadis-i şerifinde:
“Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen,
bizim büyüklerimizin hakkını bilmeyen kimse
bizden değildir.” (Muhtaru ’ l Ehadis s. 148) buyuruyor.
Ancak bu, baba ve anneler açısından gerçek bir
vakaysa da, hiçbir evlat, anne ve babasından bunları
öğrendi diye kendi babasına aynı şeyleri yapma hakkını kendisinde göremez. Bu bilmemenin sorumluğu
şeklinde de kabul edilmez. Çünkü bilmemek mazeret
Bir
insana,
nefsimize
uyup kötülük yapacağımız zaman
o günahtan dönmek için, ben
onun yerinde olsam aynı şey bana
yapılsa nasıl bir tepki gösteririm
diye düşünmeli, kendine reva
görmediğini başkalarına da reva
görmemeli kendisi için istediğini
başkaları içinde istemeli, bu mümin
olmanın göstergesidir.
Mart
değildir. Aksine bencilliği ve ena niyeti bir tarafa bırakıp rabbimizin emirlerine kulak vermeliyiz. “İyiliğe
iyilikle muamele herkesin işidir, kötülüğe kötülükle muamele “er” kişi işidir” derler. “kötü
örnek, emsal teşkil etmez” diye bir kural vardır.
Bu hususta zalim olsa bile, müşrik olsa, günahkâr olsa bile anaya ve babaya yardım edilir, onlara
iyilik edilir.
İbni Abbas’ın sevgili peygamberimizden yaptığı
rivayet de :
“Her kim sabah akşam anne ve babasını
kendisinden razı olarak gününü geçirirse, sabah ve akşam ona cennetten iki kapı açılır.
Ve eğer sabah ve akşamda, anne ve babasını
kızdırırsa, ona da cehennemden iki kapı açılır.
O sıra da orada bulunan birisi: ya Resulellah,
eğer analar çocuklarına zulmediyorlarsa, dedi.
Canab-ı Peygamber: Evet, zulmetseler dahi
yine onlara karşı gelmemek ve asi olmamak
gerekir ” buyurdu.
Bu konuda peygamberimiz(s.a.v.) bir hadisinde
şöyle buyuruyor:
“Tavrımızı diğer insanlara göre ayarlarız:
Herkes iyilik ettiği sürece, bizde iyilik yaparız.
Ama başkaları eziyet edince bizde buna eziyetle karşılı k veririz ” diyen sıradan insanlar
olmayın (Tirmizi Birr,63)!
Allah bizi rızasına erecek işlerle istihdam etsin, nefsimize ve şeytana uydurmasın.
(Amin) selam ve dua ile…
25
2016
Fatih Sultan SEMİZ
Cennete İki Yol: Anne Ve Baba
İman ettin yaşın
buluğa ermedi ise namaz
kılmaya bilirsin ama anne
babanı ihmal edemezsin. Yaşın
10 olduğu için oruç tutmuyor
olabilirsin ama annen su
istediğinde
getireceksin,
baban paspas ol dediğinde
olacaksın.
2016
İ
yiliği üç defa anneye yaptıktan sonra sıra babaya
gelen Hadisi Şerif’i dikkate aldığımızda üç babanın
bir anne yaptığını anlamamız
matematik problemlerinin en
basiti olarak önümüzde durmaktadır veya Allah’ın merhametinin tasvir edildiği Hadisi Şeriflerde anne figürünün
kullanılması anneyi nereye
oturtmamız gerektiğini göstermektedir. Ömer r.a. rivayetle
Bir savaş sonrasıydı. Esirler
arasında çocuğundan ayrı
düşmüş bir kadın da vardı.
26
Kadıncağız çocuğuna olan özlemini gidermek için gördüğü
her çocuğu kucaklıyor, bağrına basıyor ve emziriyordu.
Resûlullah sallallâhu aleyhi
vesellem çevresindekilere:
- “Bu kadının kendi
çocuğunu ateşe atacağına
ihtimal veriyor musunuz?”
diye sordu.
- “Asla, atmaz” dediler.
Bunun üzerine Resûlullah sallallâhu aleyhi vesellem,
Mart
- ”İşte Allahu Teâlâ kullarına bu kadının
yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu. (Buhari, Edeb 19, Müslim, Tevbe 22.)
yor. Ama bütün peygamberler babadır be azizim. Bu
bile yetmez mi, babalığın ne kadar önemli olduğunu
anlamamız için.
Baba, evin denge unsurudur. Çok üzülenler
onda huzura erer. Çok laçkalaşanlar onda ciddiyeti bulur.
Anne, sırat köprüsünün engellerindendir.
Anne, giymeden giydiren, yemeden yedirendir.
Anne, geceler boyu uykusuzluğunu gündüz
kalbine gömendir.
Baba, yetimlik gibi Allah katında değeri büyük
olan bir olgunun üzerinde tahakkuk ettiği etmendir.
Anne, başucu bekçisi, ekşimeyen sütün sahibi,
ağlatmayan ama ağlayabilendir.
Baba, güvendiğimiz dağ ve üstün yetenekleri olduğunu düşündüğümüz süper kahramanımızdır.
Anne, merhamet timsali ve cennetin ayaklar altına serildiği yerin sahibidir.
Anne, cennetimiz veya cehennemimizdir.
Baba, erkek çocuklar için örnek, kız çocuklar için
anneden kaçış noktasıdır.
Anne, varlık sebebimiz, gönüllü hizmetçimiz, akıl hocamız, yolumuzu gözleyenimizdir.
Baba, son limandır. Bütün yüklerin boşaltıldığı son limanımızdır.
Anne, en çok sevdiğimiz yemeği bilen, uyuyup
uyumadığımızı bir bakışta anlayan, kardeş kavgalarına son mührü vuran ve kokusunu kimsede bulamadığımızdır.
Baba, hiçbir çaba harcamadan malına ortak olduğumuzdur.
Baba, gülmesi dünyalar, kızması dünyalar
olan yiğittir.
Anne, nazımızın geçtiğidir.
Anne, para biriktirdiğimiz bankamız, çocuklarımızı emanet ettiğimiz kreşimiz, yıldırım çarpmaları
sırasındaki sığınağımızdır.
Anne, yaptığı yemekler yüzünden şişmanlama nedenimiz, diyetlerimizin düşmanıdır.
Anne, en iyi arkadaşımız, gelin-kaynana figürlerinin baş aktörü, evin iç işleri bakanıdır.
Anne, annedir işte. Daha söze gerek yok.
Anne böyle iken baba ondan aşağı değildir elbette. Evet, babalar anneler gibi dokuz ay karnında
taşımıyor. Evet, babalar doğum yapmıyor, emzirmi-
Anne bu, baba bu iken sence onların hakları ne
olur kardeşim. Tabi ki imandan sonraki en büyük haklara sahiptirler. (En’am Suresi/151. Ayeti Kerime- De
ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın,
ana-babaya iyilik edin…)
Yani kardeşim iman ettin yaşın buluğa ermedi ise namaz kılmaya bilirsin ama anne babanı
ihmal edemezsin. Yaşın 10 olduğu için oruç tutmuyor olabilirsin ama annen su istediğinde getireceksin, baban paspas ol dediğinde olacaksın. Zengin olmadığın için Hacca gidemeyebilirsin bu
kez tavafını anne-babanın etrafında pervane olarak
yapacaksın. Zekâtı konuşmuyorum bile. Onlara zekât
düşmez azizim neden biliyor musun? Çünkü senin
malın senin değil onların be azizim. Sen var düşün
anne kim baba kim?
Ama düşünürken şunu da unutma: Hangi
maddeden meydana geldiğini ve ilk geldiğin yeri
unutma. Ama hiç unutma. Bu dünyada ki ilk ikametgâhını unutma. Bir gün olurda burun kıvırmaya çalışırsan annene babana bunları hatırla.
Mart
27
2016
Nureddin YILDIZ
İnsana Vasiyet
Bismillahirrahmanirrahim.
Yakup
ol,
ellerini ve de ki:
kaldır
“Ben de çektiğim bu
sıkıntılarımı,
gözyaşlarımı
Rabb’imle
paylaşırım,
ne
edeyim!” Evlat bulamadıysan,
“Rabb’im var ya” diye teselli
bul, yine de iyi dualar et, aksi
hâlde kendi kuyunu kazarsın.
Elhamdülillahi
Rabbi’l âlemin ve sallallahu ve
selleme alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve
sahbihi ecmaîn.
Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamd, efendimiz Muhammed
aleyhisselama,
ailesine, ashabına salat ve
selam olsun.
Değerli Mü’min Kardeşlerim,
Biz Kur’an ümmetiyiz.
Kur’an’ın ümmeti olmak;
2016
28
bizim için hiçbir zaman değişmeyecek olan, çok önemli
kurallara bağlı olmayı gerektirmektedir. Biz elimizdeki şu
Kur’an’ı Kerim’i Allah’ın
kitabı
olarak
görürüz.
Rabb’imize ne kadar yakınlaşmak istiyorsak, bu
yakınlaşmayı da Kur’an
belirleyecektir diye iman
ederiz. Elimizdeki Kur’an,
bizim hayatımızın baştan
sona kadar ölçüsü olduğu
zaman, Müslümanca yaşıyoruz demektir. Kur’an’ımızda bizimle bağlantısı kopmuş
bölümler bulunduğu sürece de
maazallah- camide bile olsak,
Mart
Allah’tan uzak yaşıyoruz demektir. Çünkü Rabb’imizle aramızdaki iletişim, Kur’an üzerindendir.
Kardeşlerim,
Biz mü’min olarak şu dünyada, Allah’ın yeryüzünde hayata son vereceği güne kadar Kur’an’ı Kerim’in hiçbir ayetinin, hiçbir kelimesinin eskimeyeceğine iman ediyoruz. Medine’de indiği gün filan ayetin
bağlayıcılığı ne ise, bugün, yarın ve kıyamet sabahına
kadar aynı ayet, her mü’mini aynı oranda bağlıyor,
etkiliyor, itaat ettiriyor demektir. Kur’an,
bunun için vardır. Bir ayeti, bir kelimesi “filan asırda şu güçteydi,
bu asırda şu güçtedir” dendiği
zaman, Kur’an’a iman edilmiş olmaz. Böyle inanıyor, böyle iman ediyoruz
elhamdülillah.
“Şu sûresi çok mübarek, bu sûresi de fena
değil” dediğimiz zaman Allah’ın kitabına sarsılmış bir imanla bakarız. Bir mü’min, filan sûrede,
filan ayette “Allah buyuruyor ki” sözünden sonra
hiçbir şekilde, “bu ayet şu zaman için midir, bu
zaman için midir” demez, diyemez. Eğer böyle
bir şey derse mü’min olamaz.
Aynı şekilde o zor, bu kolay, bu fena değil, o
kırmızı, bu turuncu, bu yeşil diye ayetleri trafik göstergesi gibi renkten renge de bölemez.
Kur’an bir tanedir. Bütün ayetleri, bir
ayet kadardır. Bir ayet de Kur’an’ın
bütünü kadardır. Böyle inanmadıkça Kur’an olması ile kitap olması
arasında fark olmaz. Bu Kur’an,
ders kitabı, tarih kitabı değildir, Allah’ın kitabıdır.
Kardeşlerim,
Dikkatten kaçabilecek bir
ayrıntıyı daha Kur’an üzerinden
konuşmamız gerekiyor. Ben bir
mü’min olarak, Rabb’imin kitabı Kur’an’ı Kerim’in ilk ayetinden
son ayetine kadar tamamını, benim Rabb’imin
kitabı olarak görüyorum. Bundan dolayı; filan
ayetini “çok önemli”, filan ayetini “önemli”,
filan ayetini de “eh işte, fena değil” şeklinde yorumlayarak, manavdan sebze seçer gibi
-hâşâ- Kur’an’dan ayet seçemem.
Allah, Yahudileri ve Hıristiyanları Kur’an’ında
ayıplarken “niye ayetlerimden seçiyorsunuz, bir
kısmı hoşunuza gidiyor da bir kısmı gitmiyor
mu” diyor. Mü’min, Kur’an’ın bütün ayetlerini yüzde yüz kendisi için görür. Belki yirmi, otuz ayetini bir
nedenle uygulayamıyor, barikatları aşamıyor olabilir.
İnsandır, zayıftır, hatalıdır. Ama Kur’an’a, tamamı benim diye bakar.
Kardeşlerim,
Yaşadığımız hayat tarzı, dünyadaki mevcut düzen, bizi ayetler
arasında bir ayrıma götürüyorsa, yeniden silkinmeye ihtiyacımız var demektir. Mesela; Kur’an’da hem cihat, hem
namaz ayetleri var. Bir mü’min, cihat ayetlerini “çok önemli” görüp, namaz ayetlerini de
“önemli” görüyorsa Kur’an’a böyle iman olmaz.
Namazı nasıl görüyorsan, cihadı da öyle göreceksin. Çünkü bunlar, Kur’an’ın parçalarıdır. Ayetler
arasından teknik imkânlara, ekonomik durumumuza,
coğrafyamıza, yaza-kışa göre seçim yapacak hâlimiz
yoktur. Topluca iman ettik ve kendimize Kur’an’dan
beyin ve kalp yaptık.
Aziz Kardeşlerim,
Dünyada belki sarı, turuncu ayetleri olan Kur’an
henüz yok. Bu şekilde basılı olan bir Kur’an yok ama
zihinlerimizde, renklere böldüğümüz Kur’an ayetleri
{
}
Allah; “Biz insana anne ve babasını vasiyet ediyoruz.”
buyuruyor. Ve araya bir cümle ekliyor; “O anne, o çocuğu bin bir
meşakkatle karnında taşımıştır.” “İki yıl da emzirmiştir.” “Ey
insan Rabb’inim, bana şükret. Annene, babana da teşekkür et.”
Allah: “Bana geleceksin” buyuruyor.
Mart
29
2016
Kulaklarınız, beyniniz, kalbiniz, tüyleriniz hazırsa,
bu ayetteki ifadeye dikkat ediniz. “İnsana vasiyetimizdir”
ayetine dikkat ediniz. “Allah olarak bana ve anne babana
teşekkür etmesini bileceksin çünkü seni o kadın, karnında
taşımıştı”
olabilir. Böyle bir tehlikeden söz etmeye çalışıyorum.
Kur’an, Fatiha’sından Nas Sûresi’ne kadar, Allah’ın kitabıdır ve mü’minin gözünde tek renktir.
Mü’min, bir ayet dinlediğinde, cennet ayetiyse umuttan ve heyecandan gözleri yaşarır.
Cehennem ayeti dinlerken de “herhâlde bu ayet,
Ebu Cehil’i anlatıyor” diye başından savmaz,
ürkmeden ve korkudan dolayı gözleri yine yaşarır.
Mü’min, “evet, ben bu ayetin anlattığı Ebu Lehep değilim. Ama o da benim gibi bir insandı ve ne hâle geldi” diyerek akıbet endişesi yaşar.
Çünkü karşısındaki Kur’an, onun kitabıdır.
Aziz Kardeşlerim,
Şimdi sizlerle beraber, Kur’an’ı Kerim’in üç farklı sûresinden ayetler okuyacağım. Mü’miniz, Kur’an,
bizim kitabımız. Bu ayetleri Allah’tan kulaklarımıza
dökülmüş mesajlar olarak dinleyeceğiz. Bu ayetler,
anne ve babalarla ilgilidir. Çocukların, annelerini ve babalarını üzmemelerini, onlara iyi
davranmalarını emreden ayetlerdir.
Babası olmayan bir insan yoktur herhâlde. Annesi olmayan bir insan da yoktur. Üç kişinin bu dünyada anne-babası olmadı: Âdem’in ve Havva’nın.
İsa aleyhisselamın da babası yok. Gerisinin hep
annesi, babası var. Babam yaşıyor, annem yaşıyor
veya yaşamıyor sonuç değişmiyor. “Ana-baba çocuğu musun” ona bakacağız. Herkes baba ve anne
olmayabilir ama herkes bu dünyada evlattır. Bu sebeple, bu üç mübarek sûrenin ayetlerini, “benimle ilgili değil” diyerek, başından savabilecek bir mü’min,
bu dünyada yoktur.
Kur’an’ımızdan, cihadı, namazı, haccı, orucu dinlediğimiz gibi Allah’ın anne-babalarla ilgili ayetlerini
de dinleyip evimize döndüğümüzde “bu ayetler ve
ben” diye bir başlık açıp Allah’ın kıstaslarına, O’nun
değerlendirme tarzına ve bu ayetlerde işaret ettiği şeylere göre kendimizi test etmeliyiz.
Tıpkı geçen hafta sabah namazına kalkmamış bir
mü’minin kazasını yapmak, istiğfar etmek ve “ben
kıyamet günü o namazla dirileceğim” diye endişelenip uykusunun kaçtığı gibi, namazı, orucu emreden ayetler, anne-babayla ilgili kuralları söylediği
zaman da mü’min, bu hissiyatı yaşamalıdır.
Ramazan’da gün ortasında, Müslümanların çarşısında, pazarında yemek yiyip Ramazan’a saygısızlık
gösteren birine “bu, Kur’an’a iman etmiyor mu,
Allah’ın emrini bilmiyor mu” diye nefretle bakıldığı gibi, o da zamanla aklını başına alıp “Ramazan’da ben ne ettim, Müslümanların ortasında
nasıl yemek yedim?” diye endişelendiği gibi; anne-babaları anlatan ayetleri, oruç ağırlığında dinlediğimiz zaman, İstanbul’da da olsak, Sivas’ta da olsak,
Edirne’de de olsak, Londra’da da olsak, -Allah’ın
izniyle- Medine’deki ashabı kiram gibi yaşamışız ve
onlarla beraber cennete gireceğiz demektir.
2016
30
Mart
Çünkü ashabı kiram, Medine’de Kur’an’ı dinledikleri zaman, “bu oruç ayetidir, Ramazan da
önemlidir” diyerek gösterdikleri ciddiyeti, “anama-babama, kardeşlerime başka” diyerek ayırmadılar. “Allah’ın ayeti” dediler. Oruca gösterdikleri saygıyı, Allah emrettiği için analarına ve babalarına
da gösterdiler. İman budur kardeşlerim.
“Benim anam babam, o ayetlerdeki ana baba
değil” dediğinde, bunu aile şartlarına uydurmuş olursun. Senin anne baban plastik mi, nasıl o ayetlerdeki
anne baba olmuyorlar? Dini bu şekilde, uydura uydura aldığın zaman Hristiyanlık ortaya çıkıyor.
Onlar da İncil’den, beğene beğene aldılar. Tevrat’ı, keyiflerine göre şekillendirdiler. Tevrat’ı turuncuya, kırmızıya, sarıya böldüler. Allah da onları helak etti. Müslümanlık, Allah’a teslim olmanın adıdır.
Beğenip almanın, beğenip yapmanın adı değildir.
Mü’min, kusurlu olur, hatalı olur, yanlış yapar ama
Allah’ın emirlerinden seçmeye kalkmaz.
Kardeşlerim,
Ankebut Sûresi’nin 8. ve 9. ayetini okuyorum.
Rabb’imiz bu ayetlerde kendisine iman edenlere hitap ediyor. İnsan olan kullarına hitap ediyor. Hayvanlara hitap etmiyor. Kim insansa, anneden, babadan
doğup iki ayak üzerinde kim yürüyorsa bu ayet onun
için inmiştir. Buyuruyor ki: “Biz insana, annesine
babasına iyi davranmasını vasiyet ettik.” Kim
vasiyet etmiş? Allah. Kime? İnsana. Ne yapmış? Vasiyet etmiş. İnsan, insana vasiyet yaptığında bu, rica
demektir. Allah kuluna vasiyet yaparsa bu, rica olmaz,
Müslüman
genç,
sakın
“benim babam şucudur, bucudur,
ayağının altında paspas olunmaya
değmez. Zaten beni namaza da
alıştırmamıştı,
kendisi
oruca
kalkmaz, beni de kaldırmazdı”
demeyesin.
Mart
emir olur. “Emrettik, yol-yöntem gösterdik” demektir. Allah: “İnsana vasiyetimiz; anana, babana iyi davranmaktır” dedi.
Kardeşlerim,
Ayet çok açık bir şekilde “mü’minlere emrediyoruz” diyebilirdi. Ama mü’minin, annesine, babasına iyi davranması, mü’minlikten önce, bir insanlık
meselesidir. Bunun için Allah “bu, insana vasiyetimizdir” buyuruyor.
Bu nedenle de anne-babasına karşı sorunlu olan
evlat, namaz kılıyor olsa bile, insanlığını kaybetmiş
birisidir. İnsanlık da İslam’ın alt yapısıdır. O gidince
ortada İslam olmaz. Allah: “İnsana vasiyet ediyoruz” buyurduktan sonra da doğal bir itiraz ihtimaline
cevap veriyor.
Buyuruyor ki:
“Anne-baban seni, Allah’a şirk koşmak
gibi bir yanlışa sürüklemeye kalkarlarsa, onlara itaat etme!” Allah, insanlık standartlarında ve
insanlık konularında, “anne-babaya itaat edin”
diye vasiyet etti. Anne-baba şirke, harama zorlarsa
itaat yoktur.
Allah, Ey mü’minler! “Bana döneceksiniz ve
bana döndüğünüzde size yaptığınız şeyleri haber vereceğim.” diyor.
Aziz Kardeşlerim,
Allah’ın “bana döneceksiniz ve yaptıklarınızı size
haber vereceğim.” sözü hangi ayetten sonra geliyor?
“İnsana, ana babasına iyi davranmasını emrediyoruz.” ayetinden sonra geliyor. Hiç kimse tereddüt etmeden bilmelidir ki, kıyamet günü “şu sabah
31
2016
“Sonunda doğurduğu çocuk, kırk yaşına gelince adam
oldu da, ellerini kaldırıp” “Rabb’im anneme babama ihsan
ettiğin nimetlerin şükrünü yapmayı bana nasip et diye
dua etti” Allah buyuruyor.
namazını niye kılmadın” dendiği gibi “annen
mutfaktan seni çağırmıştı da ‘evet’ dememiştin hatırlıyor musun?” diye her insana sorulacaktır.
Hiç lamı cimi yok.
Mutfak neresi, oturma odası neresi, mahşer ve
mizan meydanı neresidir? Gözyaşı damlatan annelerin, gözyaşları tartılıp mizana gelmedikçe Allah’ın
adaleti gerçekleşmeyecek demektir. Kur’an bizim
iman kitabımızdır.
Kardeşlerim,
Ankebut Sûresi: “İnsanoğluna bu vasiyeti
yaptık” buyurduktan sonra ne diyor, nasıl devam
ediyor, biliyor musunuz? “İman edip ameli salih
yapanları, salih kullardan sayacağız.” Kimse,
“burada ameli salih örneği yok” diyemez. Buradaki ameli salih; anne babanın önünde paspas olmaktır. Salih amellerden biri de budur. Çevrecilikten,
iyilikten, yardımseverlikten önce, anne babasına paspas olanlar Allah’ın salih kullarıdırlar.
Ankebut Sûresi’nin 8.ve 9.ayetleri bunlardır kardeşlerim. Orucu ondan öğrenip tuttuğumuz, namazı
ondan öğrenip durduğumuz Kur’an bunu söylüyor.
Oruç gibi, namaz gibi Allah’ın vasiyetine işaret ediyor.
Kardeşlerim, Lokman Sûresi’nin 14. ve 15. ayetlerini dinleyelim.
Yine Allah; “Biz insana anne ve babasını
vasiyet ediyoruz.” buyuruyor. Ve araya bir cümle
ekliyor; “O anne, o çocuğu bin bir meşakkatle
karnında taşımıştır.” “İki yıl da emzirmiştir.”
“Ey insan Rabb’inim, bana şükret. Annene, babana da teşekkür et.” Allah: “Bana geleceksin”
buyuruyor.
Kardeşlerim,
Lokman Sûresi’nin 14 ve 15. ayetlerini okuyoruz. Allah, insanoğluna “anne-babasına iyi davranmasını” vasiyet ediyor. Bu vasiyet, “yaparsan
memnun oluruz, yapmazsan da ne yapalım artık” dediği bir şey değildir.
Demek ki Allah, bir gün namazı, orucu, zulmü,
alkolü, faizi, zinayı, kumarı sorduğu gibi “annen nerede, baban ne yapıyordu” diye de soracakmış.
Mushaf yere düşünce, öpüp rafa koymak Müslümanlık için yetmeyebilir. Anneni babanı görelim, senin
gizli bir şekilde onlardan raporunu alalım bakalım.
Çünkü Allah öyle yapacak.
Kardeşlerim,
Kulaklarınız, beyniniz, kalbiniz, tüyleriniz hazırsa,
bu ayetteki ifadeye dikkat ediniz. “İnsana vasiyetimizdir” ayetine dikkat ediniz. “Allah olarak bana
ve anne babana teşekkür etmesini bileceksin
çünkü seni o kadın, karnında taşımıştı”
Kardeşlerim,
Ayşe Teyze, Leyla Abla, Betül Hanım, anne olmuş, âlemlerin Rabb’i olan Allah, “ben ve o annen”
2016
32
Mart
diyor. Ahmet Bey, Mehmet Bey, Ali Efendi, Veli Efendi, baba olmuş, Allah onu, kendisiyle beraber minnet
duyulması gereken iki isimden birisi olarak sayıyor.
“Allah olarak bana şükretmeyi, anne-babana
minnettar olmayı unutmayasın.” buyuruyor Allah. “Allah’a dönülecek” Herkes Rabb’inin huzuruna çıkacak ve sorgulanacak şeylerden birisi de; anne-babanın kapısında paspas olup olmadığın olacak.
Müslüman genç, sakın “benim babam şucudur, bucudur, ayağının altında paspas olunmaya değmez. Zaten beni namaza da alıştırmamıştı, kendisi oruca kalkmaz, beni de
kaldırmazdı” demeyesin. Çünkü Allah bu ayetinde
buyuruyor ki; Anne ve baban, sana “Allah’a şirk
koş, isyan et, haramlara bulaş, başını aç memur ol kızım, haram da olsa git bu lokantada
içki servisi yap” derse “Yok anne, öyle bir şey
olmaz” de. Allah, “putlara tapın, meyhanede
gez, başını aç, işe gir memur ol” diyen anne ve
babaya “Ey insanoğlu, bu konular hariç iyi davranmaya devam et” diyor.
zına gider de, beyinlerimizde bu ayeti koyacak bir yer
bulamazsak, Allah “bana geleceksiniz” buyuruyor.
Cenazeler musallaya konduğunda “nasıl bilirsiniz” diye moda olmuş bir sorgulama vardır. Herkes
otomatik iyi biliyordur zaten, kimsenin kötü bildiği
yok. Bu sorular, cenazelerin anne babalarına sorulmalıdır. Anne-baba evlattan önce mezarda ise şahitlerine sorulmalıdır. Komşulardan önce anneler, babalar
cennet ve cehennemin anahtarlarını taşıyorlar.
Kardeşlerim,
Alnı secdeden kalkmayan, teheccüd kılan anne-babadan bahsetmiyor. “Sen de şirk koş, sen
de putlara tapın oğlum” diye oğlunu cehenneme
sürükleyen anneye ve babaya bile “Allah’ın sınırına yaklaştın, dur” demeni, diğer konularda ise,
anne-babalığını senin üzerinde devam ettirmesini
söylüyor. Hadlerini aştıkları zaman, dur. Onun dışında sen kapılarında paspas olmaya devam et. Bu, “Allahu Ekber, Allahu Ekber” diye namaza çağıran
Allah’ın çağırdığı ahlaktır. Eğer camiye Cuma nama-
Bu, anneler günü diye bir
safsata uydurup, üç yüz altmış
dört gün ezdiği anasına çiçek
gönderen kültürle ve kırk yaşına
kadar anasının ayağında paspas
olmayı Allah’ın vasiyeti hâline
getiren Kur’an’ın farkıdır. Fark!
Kur’an’ın ve bir sürü uyduruk
edebiyat şiirleriyle süslenmiş bir
demet çiçeğin farkı.
Mart
Bu ayetleri de hafızımıza kaydettik. Şimdi Ahkâf
Sûresi’nin 15-16. ayetlerine geçiyoruz. Rabb’imiz kitabına iman edenlere vasiyete devam ediyor. “Biz
insanoğluna, anne babasına iyi davranmasını
vasiyet ettik.” İnsansan, Allah’ın sana olan vasiyeti budur. “Anne onu karnında taşıyabilmek için
neler çekmişti?” “O anne, çocuk doğurabilmek
için ne feryatlar yapmıştı.” Allah’ın kitabı, önce
annebabaya itaatten söz ediyor, “anneye, babaya
iyi davranın” diyor, ama örneği anne üzerinden veriyor. Çünkü bel kemiği anadır. Bundan dolayı üç baba,
bir anne ediyor. Ne buyurdu? “Valideyn” anne ve
baba demektir. “Anasına babasına iyi davranmasını vasiyet ettik.” “Annesi karnında onu taşımıştı, sıkıntılar içerisinde doğurmuştu.” Allah;
“onu karnında taşıması ve doğurması otuz ay
sürmüştü” buyuruyor. İki yıl emzirme payı veriyor,
yaklaşık olarak bir yıl da doğum sürecini veriyor. “Bu
kadın, otuz ay ne çekmişti” buyuruyor.
Kardeşlerim,
Şimdi kemiklerimizi de hazırlayalım. Allah, etimizin, kalbimizin dayanmayacağı bir şeyi söylüyor.
“Sonunda doğurduğu çocuk, kırk yaşına gelin-
33
2016
Solan çiçekle anneler gününü tebrik etmeyi yeterli
gören anlayışla, kırk yaşına, kendi çocuğu ve torunu
olacağı zamana kadar annenin babanın kapısında paspas
olmayı emreden Allah’ın kitabının farkı.
ce adam oldu da, ellerini kaldırıp” “Rabb’im
anneme babama ihsan ettiğin nimetlerin şükrünü yapmayı bana nasip et diye dua etti” Allah
buyuruyor.
Kardeşlerim,
Âlim olmak, Ebu Hanife olmak, İmam Şafi olmak gerekmiyor. On beş yaşında annesine babasına
dudak büken genç, yirmi beş yaşında annesinden
habersiz fırtınalar estiren genç kızlar, anne ve babasının âhını yok sayan “yok müşrikti, yok sekülaristti, yok şu sistemdendi, yok şuradan çaldı şuradan çırptı, zaten bize hizmet etmedi”
diyenler, bütün bunlar Allah’ın gözünde kırk yaşına
kadar bebek durumunda.
Demek ki, bir insan kırk yaşına gelince anne ve
babanın ne olduğunu anlayacak ve şükredecek hâle
gelebiliyor. İşte, Allah’ın mülkü, Allah’ın Kur’an’ı.
Bu, anneler günü diye bir safsata uydurup,
üç yüz altmış dört gün ezdiği anasına çiçek
gönderen kültürle ve kırk yaşına kadar anasının
ayağında paspas olmayı Allah’ın vasiyeti hâline getiren Kur’an’ın farkıdır. Fark! Kur’an’ın ve
bir sürü uyduruk edebiyat şiirleriyle süslenmiş
bir demet çiçeğin farkı.
Solan çiçekle anneler gününü tebrik etmeyi yeterli gören anlayışla, kırk yaşına, kendi çocuğu ve
torunu olacağı zamana kadar annenin babanın kapısında paspas olmayı emreden Allah’ın kitabının farkı.
İslam’da, anne olmak varmış be! Demek ki,
cennete girmeden, dünyayı cennetleştiren Allah’ın kitabı bunu emrediyormuş. Allah’ın kuluysan, kırk
yaşında ellerini açıp annene, babana dua etmeyi emreden Kur’an nerede, bir çiçek gönderip,
o çiçekten sonra da bir daha yanına uğramadan evlatlık yaptığına seni kandıran sistemler nerede?
Kırk yaşında iken beş yaşındaki gibi, kundaklandığı iki aylık günleri gibi anasının önünde, -ana hak
edip etmediği için değil, Allah böyle buyurduğu içiniki büklüm olmuş delikanlı, “Rabb’im, razı olacağın ameller yapmayı bana nasip et” diye yalvarıyor. Sonra da: “Rabb’im, ben ana kıymeti, baba
kıymeti bildiğim gibi çocuklarımı da adam et,
onlar da kıymetimi bilsinler” diye dua ediyor.
Kardeşlerim,
Ahkâf Sûresi’nin, bu ayetlerini dinledik, itaat ettik
elhamdülillah. Ama ayetler bitmedi ve ben burada,
bu ayetleri, bu kadarını anlatmak için okumadım.
Kur’an’daki dizilişine göre, üç farklı sûreden ayetler
okudum. Sonuncusu olan Ahkâf Sûresi’nde Allah,
“kırk yaşına gelince dört aylık çocuk gibi annesinin
önünde iki büklüm olup, “tamam anneciğim, baş
üstüne anneciğim.” diyen evladı, önümüze koydu.
Allah, ayeti bitirirken nasıl bitiriyor? Eğer dinleyecek kemik kaldıysa, beyin kaldıysa, kalp kaldıysa
buyurunuz, dikkat ediniz. “Kırk yaşında iken kendisini, annesinin önünde paspas gibi gören
çocuklar var ya” Allah: “Onları, yaptıkları en
güzel ameller düzeyinde mü’minler olarak kabul edeceğiz” diyor. “Onların günahlarını mağ-
2016
34
Mart
firet edeceğiz. “bunlar cennet adamıdır” “Bu
Allah’ın sözüdür.” Annesine ve babasına böyle
davrananlara, cennet vaat eden Allah’ın sözü, budur.
Kardeşlerim,
Şimdi beyinlerimizin geri kalan kısmıyla bir muhasebe yapalım. Bu ayetleri Allah, Uhud’da Peygamber’in yanında şehit olmak için cihat edenlere
okumuştu. Bu ayetler, Peygamber aleyhisselamın,
arkasında namaz kılan, “Allah için infak edin”
ayetini duyunca, üzerlerindeki gömlek hariç her şeyi
getirip Allah’a verenlere okundu. Kâ’b bin Malik’in
tevbesi ve Allah’ın onu affetmesi ayetle sabittir.
Allah, şehit olanlara, gazilere, sadaka verenlere
Peygamber aleyhisselama can verenlere vaat ettiği şeyleri annelerin, babaların hizmetinde bulunan
çocuklara vaat ediyor. Bunun için biz diyoruz ki:
Allah, Kur’an’da “namaz” dediği zaman, mü’min
olmak için ne anlıyorsan, “anne” dediğinde de
onu anlayacaksın.
Allah, “Cihad, Uhud, Bedir” dediği zaman ne
anlıyorsan, baba dediği zaman da onu anlayacaksın
ki, Kur’an mü’mini olasın. Ümmeti Muhammed Kur’an Ümmeti’dir, Kur’an’dan seçme
Ümmeti değildir.
Kardeşlerim,
Bunun için, annesinin izni olmadan Peygamber
aleyhisselamla cihat etmeye gelen adama Peygamber
Allah böyle buyurduğu için- iki
büklüm olmuş delikanlı, “Rabb’im,
razı olacağın ameller yapmayı bana
nasip et” diye yalvarıyor. Sonra da:
“Rabb’im, ben ana kıymeti, baba
kıymeti bildiğim gibi çocuklarımı
da adam et, onlar da kıymetimi
bilsinler” diye dua ediyor.
Mart
aleyhisselam Efendimiz “dön, annene git” buyurmuş. Adam “ben, seninle cihat edip cennete girmek istiyorum.” demeye getirince, “git, ananın
ayaklarında Allah’ın cennetini bul” demiştir.
Anaları ağlayan bir ümmetin cihadı, şeytanı mağlup
edemez cihattır. Biz, Ümmeti Muhammed’iz. Kültürle
yaşamıyoruz, Kur’an’la yaşıyoruz. Gelenekler değil,
Allah ve Peygamber’i hayatımızı belirlemiştir. Ağlayan
ana, ağlayan baba varken Hacerül Esved’i öpmenin
bir yararı yoktur. Önce ana ayağı, baba ayağı öpülesi
yerdir. “İnsan olana Allah’ın vasiyeti budur.”
Kardeşlerim,
Bir şeyi vurguluyorum; bu ayetler elbette ağır
şeyler ihtiva ediyor. Bizi üzüyor, endişelendiriyor.
Ama Uhud meydanında Hamza’nın parçalanmış vücudu, Musab bin Umeyr’in kopan kolları , kolay mıydı, ucuz muydu? Peygamber aleyhisselamın yaralanan mübarek vücudu ucuz muydu? Ebubekir, bütün
malını Allah için verdiğinde kolay bir şey mi yapmıştı?
Dedesi İbrahim’den kalan Mekke’yi ve Kâbe’yi bırakıp Medine’ye hicret etmek kolay mıydı? Allah onlara
vaat ettiği cenneti, bize de vaat ediyor.
Anne-babanın gönlünü almak, demek ki
Uhud kadar zor bir şey. Kolay olsa, fiyatı cennet olur muydu? Aferin olurdu, alkış olurdu, çiçek
olurdu, plaket olurdu. Anneler gününde, babalar gününde melekler bize birer plaket verirlerdi. Ama bu,
plaket işi değil, cennet işidir.
Evlatların ince bir sorusu olabilir. “Eğer ana-baba bunu hak etmiyorsa?” Hiçbir sorun yok. Ben
bunu annemin, babamın rızası, onların cenneti için yapmıyordum ki. Benim gayem Allah’tı.
O, hak etsin veya etmesin, Allah itaat etmeyi hak
35
2016
“Kırk yaşında iken kendisini, annesinin önünde paspas
gibi gören çocuklar var ya” Allah: “Onları, yaptıkları en
güzel ameller düzeyinde mü’minler olarak kabul edeceğiz”
diyor. “Onların günahlarını mağfiret edeceğiz. “bunlar
cennet adamıdır” “Bu Allah’ın sözüdür.”
ediyor mu? O zaman mesele bitti, konuşacak
bir şey kalmadı demektir.
ne çamur doldurursan, gelecek suyunu da karartırsın. Beddua etme!
Namazı annem için mi kılıyorum? Babam için mi
kılıyorum? Bu da bir namaz, bu da bir oruçtur. Bunlar, oruç kitabı olan Kur’an’ın konusudur. Ahkâf Sûresi, Ankebut Sûresi, Lokman Sûresi, Bakara Sûresi
gibi bir sûredir. Bunlar, Kur’an’ın konularıdır. Dünya
standartlarına, Birleşmiş Milletler’in Evrensel Hak Beyannamesi’ne uymuyormuş. Elbette uymaz. Elbette
uymaz. Bu Allah’ın standardı! Evrensel filan değil,
Arş’ın standardı bu.
On çocuğu toplanıp da Yusuf’unu kuyuya attığı
zaman, Yakup aleyhisselam ne yaptıysa sen de onu
yap. Baktın ki işler iyi gitmiyor, çocukların senin istediğin gibi olmuyor, seni çocuk yerine koyup altmış
yaşından sonra, senin önünde babalık ve annelik yapıyorlar, sen o zaman Yakup ol, kaldır ellerini ve de ki:
Kardeşlerim,
Kim şu kırk yaşına geldiği hâlde, annesinin önünde bebek gibi duran evladı bulduysa, şükretsin ki Allah da onu nankörler listesine yazmasın. Eğer böyle
bir evlat bulmadıysa, yine de oturup beddua etmesin.
Çünkü o zaman hiç bulamayacak. Kendi çeşmesini
kurutacak. Çeşme akmıyor diye çeşmenin önü-
“Ben de çektiğim bu sıkıntılarımı, gözyaşlarımı Rabb’imle paylaşırım, ne edeyim!” Evlat
bulamadıysan, “Rabb’im var ya” diye teselli bul,
yine de iyi dualar et, aksi hâlde kendi kuyunu kazarsın.
Kardeşlerim,
Demek istediğim şudur: Biz Kur’an ümmetiyiz.
Şu camilerin mihrabındaki imam efendinin arkasında namaz kılarken fotoğrafımız çekildiğinde “Müslüman işte, camide fotoğrafı var” dendiği gibi
analarımızın, babalarımızın önünde fotoğrafımız çekildiğinde de -velev ki kırk yaşında bile olsak- “tam
Müslüman bir evlat” dedirtmedikçe Allah’ın rızasını kazanmak zordur.
Ne yaparsak yapalım, cami yaptırdık, vakıf kurduk, talebeler okuttuk, burs verdik, çok büyük işler
yaptık, insanlara hayrımız dokundu, yaptık, yaptık…
Ama Peygamber aleyhisselam, bizi görünce vallahi
“ananın, babanın ayağına kapan” diyecektir. Yaptığın hiçbir sosyal hizmet, insanların sana gösterdiği alkış ve alaka, anne-baba standartlarını yakalamadıkça
seni Allah’ın rızasına ulaştırmayacaktır. Biz Ümmeti
Muhammed’iz. Kur’an kitabımızdır, Şeriat’ımızdır ve ölçümüz de budur. Bunun ötesindeki
her şey; kurtların kendi aralarındaki, evrensel
beyannamelerinden başka bir şey değildir.
Vel’hamdülillahi Rabbi’l âlemin.
2016
36
Mart
M. Emin KARABACAK
Duanın Psikolojik Faydaları
“Mazlumun
duasından sakınınız. Zira
onun duasıyla Allah Teâlâ
arasında
perde
yoktur.”
(Müslim,
Îmân,29)
D
üzce
Depremindeki
Psiko-Sosyal Müdahale ekibinde bulunmuş
formatör bir arkadaş, depremden sağ salim kurtulmuş bir
babanın yaşadıklarını şöyle
anlatır:
“Deprem
olmuştur,
baba enkazın altında eşi
ve çocuklarıyla birlikte
kalır. Baba, kurtuluncaya
kadar dua ettiğini ve direncini de duası sayesinde kaybetmediğini söyler.
Yine aynı baba enkazdan
kurtulduktan sonra eşini
Mart
37
ve çocuklarını kaybettiğini öğrenince hiçbir şeyin
kendisine fayda etmediğini
kendisini ayakta tutan tek
şeyin de dua olduğunu söylemiştir.”
Normal hayatta da bu hep
böyle değil midir? Anne babasını, eşini ya da biricik evladını hastalık ya da kaza sonucu
kaybeden kişiyi de sakinleştirip
rahatlatan şeyin inanç ve dua
olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Yoksa bu insanların birçoğunun ruh sağlığının bozulmayacağını kim garanti edebilir?
2016
Psikolojik baskıdan kurtaracak olan yine Peygamber
Efendimizin (s.a.v) şu hadisidir:
“Bir müminin bir mümine gıyabında duasından daha
çabuk kabul edilen hiçbir dua yoktur.” (Tirmizî, Birr,50)
Duanın psikolojik faydaları, sıkıntılı zamanlarda
olduğu kadar günlük hayatta da çoktur.
Biri bize haksız yere kötülük yapıyor ya da iftira atıyor. Elimizden hiçbir şey gelmiyor. Sinirimizden
çatlayacağız. Ya ona ya da kendimize zarar vereceğiz.
Bu durumda bizi rahatlatacak tek şey yine duadır. Bu
durumda bize zararı dokunana: “Allah’ından bul,
seni Allah’a havale ediyorum.” diye dua etmek
bizi rahatlatacaktır. Sonucunda psikolojik olarak rahatlayan insan, kendine veya karşısındakine zarar
vermekten de kurtulacaktır. Bizi durduran ve rahatlatan da Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şu hadislerine
olan inancınızdır.
“Mazlumun duasından sakınınız. Zira onun
duasıyla Allah Teâlâ arasında perde yoktur.”
(Müslim, Îmân,29)
“Dua müminin silahıdır.” (Keşfü’l-Hafa,I,485)
Yine biri bize büyük bir iyilik yaptı ve o iyiliğin
altında kalmak istemiyoruz. Fakat elimizden hiçbir
şey gelmiyor ya da karşı taraf karşılık olarak hiçbir
şeyi kabul etmiyor. Oysa bizim de bu borcun altından kalkmamız lazım. O zaman yine yapabileceğimiz
tek bir şey var, o da o kişi için dua etmektir. İnsan o
zaman psikolojik olarak rahatlayabilmektedir. Burada
da bizi psikolojik baskıdan kurtaracak olan yine Peygamber Efendimizin (s.a.v) şu hadisidir:
“Bir müminin bir mümine gıyabında duasından daha çabuk kabul edilen hiçbir dua
yoktur.” (Tirmizî, Birr,50)
Öğrenciler genellikle sınavlara girerken stres yaşarlar. Yine bu öğrencilerin sınav stresinden kurtulmak
için dua ettiklerini ve sınav stresini dua ile yendiklerini
kendilerinden duymuşuzdur.
2016
Çocukların korkularını hepimiz biliriz. Çocuklara
korktukları zaman bazı süreleri dua niyetiyle okumalarını öğreten bizleriz. Özellikle ergenlik çağındaki çocuklar, geceleri yatarken korktuklarını ve bu korkularının dua sayesinde hafiflediğini böylece kendilerini
güvende hissettiklerini ifade etmişlerdir.
Biz yetişkinler de böyle değil miyiz? Geceleri,
korkulu bir rüyayla uyandığımız zaman yaptığımız tek
şey dua etmek veya dua niyetiyle bazı süreleri okumak değil mi?
Her zaman olduğu gibi çocukluğumuzda da
korkuları yenmede duanın psikolojik faydaları çok
olmuştur. Köyde sulak iki yerde bahçemiz vardı: Biri
köyümüze 3 km, diğeri 5 km uzaklıkta. Bahçe sulaması keşik (sıra) olduğu için genelde bize gecelere
denk gelirdi. Rahmetli anne babam, bahçe sulamak
için geceleri bizleri kaldırır ve genelde tek başımıza
gönderirlerdi. Ormanlık ve dağlık arazideki patika
yoldan, omzumuzda bir kürek, elimizde bir el feneri ile giderken de korkumuzu yatıştırmak içinde dua
niyetiyle bazı süreleri okurduk. Dua okuma, bahçe
sularken de devam ederdi. Tek başımıza olduğumuz
bu durumlarda bizler samimi bir arkadaş olan dua sayesinde korkularımızda emin olurduk.
Yazarlık yapanlar bilir, yazı yazmanın zorluğunu.
Bir de gazetelerde köşe yazarlığı yapıyor ve bunu da
Allah rızası için yapıyorsanız bu nefse daha da zor
geliyor. Millet gezerken, ayaklarını uzatıp televizyon
seyrederken ya da internete takılırken sen konu bulmaya çalışıyorsun. Konuyu bulup yaz, düzelt derken
bir okurun yersiz eleştirisi insanın iyice motivasyonunu bozar. İşte bütün bunlara katlanmamızı sağlayan
şey, okurların yaptığı ve yapacağı hayır dualardır. Bu
dualar bizleri psikolojik olarak rahatlatmakta ve yazarlığımıza devam etmemizi sağlamaktadır.
38
Mart
8. Dua, kişinin kul ve aciz olduğunu anlamasını
Duanın Psikolojik Faydalarını Şu
ve
buna
bağlı olarak da kibir ve gururdan uzak durŞekilde Sıralayabiliriz:
masını sağlar.
1. İnsanların normal hayatta yaşamış oldukları
bazı sıkıntılar, zamanla bazı hastalıkları da beraberinde getirecektir. Kişinin sıkıntılı zamanlarında duaya
sarılması bu süreci daha sağlıklı atlatmasını sağlar.
2. Dua, hastaların olduğu kadar sağlıklı kişilerin
de maneviyatını yükseltir. Kişinin hastalıkta olduğu
gibi normal hayatta da yaşama azmini artırır.
3. Dua, insanın normal zamanlarda bilinçaltına
atılan tatmin edilmemiş isteklerin yol açabileceği psikolojik rahatsızlıklardan korunmasını sağlar.
4. Dua insanın fiziksel rahatsızlıklar kadar psikolojik rahatsızlıklar dediğimiz depresyon, stres, nevrotik
ve psikotik rahatsızlıklardan da büyük ölçüde korunmasını sağlar.
5. Duayı gönülden yapan kişiler kendilerinin
aciz olduklarının farkına varır. Bu da kişinin kendisini
başkalarından üstün görmesine neden olan kibir ve
gururdan korunmasını sağlar.
6. “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul et! Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana babamı ve
müminleri bağışla!” (İbrahim,40-41). Bu ve buna
benzer dualar kişinin hem geçmişini hem de gelecek
nesilleri için dua edeceğinden geçmişle gelecek arasında görev yapmasını sağlar.
7. Dua, kişinin olumsuz hal ve hareketlerinin farkına varmasını ve tövbe etmesini sağlar. Buna bağlı
olarak da kişinin Allah’a daha çok yakın hissettirecek
davranışlara yönelmesini sağlar.
“EyRabbim!Benivesoyumdan
gelecekleri
namazı
devamlı
kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz!
Duamı kabul et! Ey Rabbimiz!
(Amellerin) hesap olunacağı gün
beni, ana babamı ve müminleri
bağışla!”
(İbrahim,40-41).
Mart
9. Dua; kişinin içine dolan manevi havadan dolayı kendisiyle barışık olmasını ve en önemlisi kendisine güvenmesini sağlar.
10. “Sizin duanız olmasaydı…” ayetinde olduğu gibi kişinin Allah’la arasında her zaman güçlü
bir bağın olmasını sağlar.
11. Dua, zihni zinde kılar ve duaya bağlı olarak
davranışların olumlu olmasını sağlar.
12. Dua, kişinin olumsuz duygu ve düşüncelere
neden olabilecek söz ve hareketlerden kaçınmasını
sağlar. Bu da kişinin kendisi ve diğer insanlar hakkında olumlu düşünmesini sağlar.
13. “Dua et” demekle kişi diğer insanlarla hem
iletişiminin olumlu olmasını hem de empati yapmasını sağlar.
14. Dua ile kişi, karşısındaki ile iletişim kurarken
selamın özünde yatan dua sayesinde kendini güvende ve iyi hissetmesini sağlar.
15. Dua, sığınacağı bir yaratanı olduğu için kişinin hastalıklara sabretmesini ve kendini yalnız hissetmemesini sağlar.
16. “Sıkıntı ve darlık zamanında duasının
kabul olmasını isteyen…” hadisinde olduğu gibi
insanın her zaman dua ile iç içe olmasını ve dua ile iç
içe olan kişinin de kendini daha iyi hissetmesini sağlar.
17. Kişinin iyi günlerde yapmış olduğu dua şükrünün; sıkıntılı zamanlarında da yapacağı dua sabrının artmasını sağlar.
18. Dua, stresli ve korkulu zamanlarda kişinin
kendini güvende hissetmesini sağlar. Ve bu süreci
daha sağlıklı atlatmasını sağlar.
19. Dua kişinin kötü günlerinde bir dayanak olacağından büyük hatalar yapmasının önüne geçmesini
sağlar.
20. En önemlisi dua, istenecek tek kişinin Allah
olduğunu kavramamızı ve insanlara el açmaktan kaçınmamızı sağlar.
39
2016
Ubeyd FAKİRULLAH
Kibâr-ı Kelâm
Dünyadan Yüz Çevirenin
Dünya Peşine Düşer
(Ehlullahın Dilinden...)
Zühd’ün Özeti
Yahya
bin
Muaz1
(rahimehullah)
şöyle
buyurmuştur; “Dünyayı bütün her şeyi ile
terk etmek onu tamamen elde etmektir.2 (O
halde) Kim dünyayı tamamen terk ederse onu
(biiznillah) elde eder. Ve herkim onu tamamen
elde ederse (zaten) onu tamamen terk etmiştir.
(o takdirde) Dünyayı elde etmek onu terk
“Şüphesiz ki Zühd’ün aslı, Haramların
büyük küçük hepsinden kaçınmaktır. Farzların
zor kolay hepsini yerine getirmektir. Dünyayı
etmekte, onu terk etmek ise elde etmektedir.”3
1 Evliyânın büyüklerinden.
2 Nitekim buyurulmuştur ki; Dünyayı isteyenden dünya kaçar, ondan kaçanın da peşine düşer.
3 İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8
azıyla çoğuyla dünya ehline terk etmektir.”1
(İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9)
Zühd’ün En Güzel Tarifi
Dini Muhafaza Ne İle
Olur?
Hâmid
el-Leffâf
(rahimehullah)
şöyle
buyurmuştur; “Bir adam gelip kendisine “bana bir
tavsiyede bulun” deyince (O da), Mushaf’ın kılıfı
gibi dinin için bir kılıf edin demiş. “Din için
kılıf nasıl olur ki” diye sorulunca; Lüzumundan
fazla olan gereksiz ve boş konuşmaları terk
et. Gereğinden fazla dünya(nın peşine düşmeyi)
terk et. Gerekli olduğu kadardan daha fazla
insanlar arasına karışmayı terk et.”1 (İbn-i Hacer ElAskalani Münebbihat: sayfa 9)
İbni Abbas (radiyallahu anhüma) buyurmuştur ki;
“Zühd kelimesi (arapça olarak telaffuz edildiğinde)
üç harftir. ( ) “Zâ” harfi “Zâd’ün lilmeâd” (ahiret
için azık hazırlama) demektir. “Hâ” harfi “Hüden
liddîn” (din’e hidayet etmek) demektir. “Dal” harfi
ise “Devâm’un alad-dâ‘ti” (itaate devam etmek)
demektir.”
Başka bir yerde de yine “Zühd” kelimesi
hakkında buyurdular ki; “Zühd kelimesi üç harftir.
“Zâ” harfi “Terk’üz zîyneti” (Dünya ziynet ve
süsünü terk etmek) demektir. “Hâ” harfi “Terk’ül
heva” (nefsin arzu ve isteklerini terk etmek) demektir.
“Dal” harfi “Terk’üd dünya” (Dünyayı bütünüyle
terk etmek) demektir.1” (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9)
Niyaz ve Nasihat
Dünya Sevgisini Kalpten
Çıkarmanın Yolu
Ariflerin büyüklerinden Şiblî (rahimehullah)
şöyle buyurmuştur; “Ey Allah’ım! Bu acziyet,
fakru zaruret ve zayıflığıma rağmen ben tüm
iyiliklerimi sana bağışlamayı şüphesiz (çok)
severim. Sen ey Efendim! (sonsuz) Zenginlik
(sahibi) ve benim mevlam olarak tüm hata ve
günahlarımı bağışlamayı istemez misin.”
İbrahim bin Edhem1 (radiyallahu anh) den
rivayet olunduğuna göre; bir gün kendisine “zühd2”e
ne ile nail oldun diye soruldu. Cevaben buyurdular
ki; “Üç şeyle! Gördüm ki; kabir (çok) vahşi,
yalnız ve ürkütücü Hâlbuki benim kabirde
ünsiyet kuracağım bir arkadaşım bile yok.
Ve yine gördüm ki; (Ahiret) yolu çok uzundur.
Oysa yanımda azık bile yok. Ve yine gördüm
ki; (ahirette) Cebbâr (Yüce, Kuvvetli ve Kahredici)
olan Allah (celle celaluhu) hükmedecektir,
benim elimde ise (onun azabından kurtaracak)
hiçbir delil yok.”3
Ve yine buyurdu ki; “Allah’u (Teâlâ’ya) dost
olmak istersen nefsinden kaç (ona düşman ol).”
Ve yine buyurdu ki; “Şayet vusletin (Allah’u
Teâlâ hazretlerine gerçek kulluğun)
tadını
tatsaydınız, ayrılığın (kulluk olmadan geçen
zamanların) acısını bilirdiniz.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani
Münebbihat: sayfa 8)
1Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden.
2Helal malın fazlasından, şüphelilere düşme korkusu ile mubahların çoğunu terk etmeye ve dünya sevgisinden
sakınmaya Zühd denir.
3 İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8
İyilik Eden Emir, İsteyen Esir Olur
Hazreti Ali (radiyallahu anh) buyurmuştur ki; “Dilediğin kimseye ikram et, iyilikte bulun onun emîri
olursun (kendisinden bir şey istediğinde onu sana karşı minnettar bulursun).”
“Dilediğin kimseden iste onun esîri olursun (sana yapmış olduğu iyilikten sonra senden bir şey istediğinde
ona karşı şükran borcunu yerine getirmek zorunda kalırsın).”
“Dilediğin kişiden müstağni kal şüphesiz onunla eşit derecede olursun (nasibin olanla kifayet edip
insanlara el açmazsan sana minnet edemezler.).”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 8)
Dr. İhsan ŞENOCAK
İndirilen İslam’ın Muhkem Kaleleri:
Mezhepler
Kur’an ve Sünnet’in bir
kısmı herkesin anlayabileceği bir
tarzda açıkken, önemli bir bölümü
ancak içtihatla anlaşılabilecek
bir
yapıdadır.
İçtihatla
anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın
geneline nisbetle çoğunluğu teşkil
etmektedir.
2016
C
emiyet halinde yaşamak hayatın devamı
için bir zorunluluktur.
Çünkü “İnsan, yaratılışı gereği medenidir.”1
İnsanlar,
yaşamlarında
sayısız olaylarla karşıla-şırlar.
İctimai düzenin sağlanabilmesi için herkesin karşılaştığı
olayları, fıkhın temel esaslarına muvafık bir şekilde çözmesi
gerekir. Fakat, bütün insanların, uyması gereken kuralları
ayrıntılı bir şekilde bilmeleri
mümkün değildir. Bu yüzden
modern hukukta “avukatlık”
ve “hukuk danışmanlığı”
42
mesleği ihdas edilmiştir.2 Fıkıhta ise, söz konusu işlevi, yani
fıkhi hükümleri Müslümanlara
açıklama ameliyesini fakihler
yerine getirmektedir. Bundan
dolayıdır ki fakih, zamanı okuyan-zamana hükmeden adamdır. Medeniyetin özünü teşkil eden esaslar Ona aittir.
O ise Kur’an ve Sünnet’e.
Tesbit ettiği esaslar ve istinbat
ettiği hükümler itibariyle fakih
ilmin olduğu gibi fikir tarihinin
de öncü ismidir.
Müslümanlar,
İslam’ın
başlangıcından günümüze kadar fakihlerin içtihatlarını tak-
Mart
lit ederek, yükümlülüklerini yerine getirmektedirler.3
Fuka-hayı taklit etmek cemiyetin çoğunluğunu teşkil
eden avam adına bir zorunluluktur. Çünkü fıkhın esası olan Kur’an ve Sünnet’in bir kısmı herkesin
anlayabileceği bir tarzda açıkken, önemli bir
bölümü ancak içtihatla anlaşılabilecek bir yapıdadır. İçtihatla anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın
geneline nisbetle çoğunluğu teşkil etmektedir.4
göre, Saadet asrında mukallit, avamla sınırlı iken,
mezheplerin teşekkülü ve hicri dördüncü asrın sosyo-kültürel şartlarının etkisiyle kapsam açısından genişleyerek fakihleri de içine almıştır. Hicri dördüncü
asırdan itibaren, fakihlerin içtihat yerine taklîde yönelmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına ve taklidin kurumsallaşarak mezhepler düzeyinde yapılmasına zemin hazırlamıştır.
Kur’an ve Sünnet’te yer alan içtihadî hükümleri bulup-çıkarmaları için, mükelleflerin
tamamından içtihat yapmalarını talep
etmek, onlara kapasitelerinin üzerinde bir sorumluluk yüklemek demektir ki, bu da “teklif-i mala
Mükelleflerin,
yutak”olur.5
farklı zeka derecelerine sahip oldukları hesaba katıldığında, böyle bir talebin
mantıki açıdan da yersiz ve
yetersiz olduğu görülecektir.
Bu yüzdendir ki, içtihat yapabilmek, belli şartlara sahip insanlarla
sınırlı tutulmuştur.
İslam milletinin fıkhi meseleleri anlayabilmesinin
yegane usulünü veren taklidin ne olduğunu, nasıl bir tarihi arka plan içerdiğini,
ona kimlerin niçin karşı geldiğini, o vardır diyenlerin ne derece bedihi hakikatlerle istidlal ettiklerini anlamak
için işte buyrun taklit dosyasına:
İçtihada açık nassların muradı
ilahi çerçe-vesinde anlaşılabilmesi, müçtehitler için
vasıtasız gerçekleşirken, avam için ancak müçtehitler vasıtasıyla gerçekleşmektedir.6 Dolayısıyla, avamın Kur’an ve Sünnet’le olan münasebetinin
sorumluluk açısından fıkhi bir boyut kazanabilmesi ancak, müçtehidi taklit etmesiyle
mümkün olmaktadır. Aksi takdirde o, Kur’an ve
Sünnet’le sağlıklı bir iletişim içinde olamayacağından,
fıkhi sorumluluğunu da yerine getiremez.
Taklit Saadet asrından günümüze kadar uzanan
süreç içerisinde, mukallitlerin içtihadi hükümlere ulaşabilmelerinin yegane yolu olmuştur. Fakat, mukallit kavramı süreç içerisinde aynı kalmamış zamanla
farklı içerikleri bünyesine alarak genişlemiştir. Buna
Lügatte
Taklit
“Taklit” kelimesi, “demiri bir
şey üzerine eğmek, ipi eğirmek,
suyu havuzda toplamak”7 gibi anlamlara gelen k.l.d kökünden türetilmiştir. Taklit kelimesinin dört harfli formu olan kallede
ise, “kolye takmak, sorumlu kılmak, makama
atamak, kılıcın askısını boyna takmak, hibede
bulunmak, hicvetmek” gibi anlamları içerir.
Taklit kavramının yukarıda verilen somut anlamları yanında bir de mecazi anlamı vardır ki, o da “insanların boyunlarına sorumluluk yüklemek”8 tir.
Taklit kelimesinin fıkıhla ilişkisi de bu noktada
başlar ve mecaz anlam örgüsünde kazandığı içeriğe
dayanır. Buna göre müçtehit fakihlerin görüşlerini
bağlayıcı kabul edip onlarla amel eden bir Müslüman, söz konusu amelinden doğacak manevi sorumluluğu, bir anlamda “taklit” ettiği müçtehidin adeta
boynuna geçirir.9
{
}
Medeniyetin özünü teşkil eden esaslar Ona aittir. O ise
Kur’an ve Sünnet’e. Tesbit ettiği esaslar ve istinbat ettiği hükümler
itibariyle fakih ilmin olduğu gibi fikir tarihinin de öncü ismidir.
Mart
43
2016
fıkhın esası olan Kur’an ve Sünnet’in bir kısmı
herkesin anlayabileceği bir tarzda açıkken, önemli bir
bölümü ancak içtihatla anlaşılabilecek bir yapıdadır.
İçtihatla anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın geneline
nisbetle çoğunluğu teşkil etmektedir.4
Istılahta Taklit
Tarihi Arka Plan
“Delillerini bilmeden bir müçtehidin görüşüyle amel etmek”10 diye tarif edilen taklidi bir
örnek çerçevesinde izah edersek şunları söyleyebiliriz:
Abdest alırken, Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) görüşüne göre başının dörtte birini mesh eden ya da vitir
namazında kunut duasını okuyan Hanefi mezhebine
mensup bir mükellefin, söz konusu fiillerinde Ebû Hanife’nin içtihadını, içtihadının delillerini bilmeden kabul edip uygulaması, ameli anlamda bir taklittir.11 Öte
yandan, abdest alırken, İmam Malik’in (ö. 179/795),
başın tamamını meshetmeyi gerektiren içtihadıyla12
amel eden, Maliki mezhebine mensup bir mükellef
de, İmam Malik’in bu konudaki içtihadını kabul edip
onu taklit etmiş olur. Her iki imamın görüşlerine uyan
kişiler, onların söz konusu hükme hangi deliller vasıtasıyla ulaştıklarını bilmedikleri için, bu ameliyeleri
“taklit” başlığı altında değerlendirilir.
Hz. Rasulullah (s.a.v.) Devri
Bu devirde fıkıh, “vahiy” merkezlidir. Çünkü fıkhi hükümler ya hem lafız ve anlam itibariyle (Kur’an)
ya da sadece anlam itibariyle vahiy kaynaklıdır (Sünnet). Hz. Rasulullah (s.a.v.) ve sahabe içtihatlarının
vahiy tarafından tasvib edilenleri de ‘vahiy fıkhı’ özelliğini taşımaktadır.13
Allah Rasulü (s.a.v.) bir taraftan ashabın fıkhi sorularını cevaplandırırken diğer taraftan da Mescid-i
Nebevi’ye bitişik halde inşa ettiği ve İslam’ın ilk üniversitesi kabul edilen Suffe’de onların bir bölümünü fıkhi
meseleleri cevaplandırabilecek derecede yetiştirdi,14
yüksek fıkhi melekeye sahip olanları fetva verebilecek
seviyeye getirdi. Daha O (s.a.v.) hayatta iken müçtehit
sahabe fetva vermekteydi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer,
Hz. Osman, Hz. Ali(bunlar Suffe’nin nehari müdavimleri), Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b Hz. Peygamber’in
sağlığında fetva veren sahabeden bazılarıdır.15
Efendimiz yetiştirdiği bu müçtehit sahabileri,-İslami bilgileri, temel inanç esaslarını bilmekten öteye
geçmeyen- Müslümanların yaşadıkları diyarlara gönderirdi. Oralardaki halk müçtehit sahabenin; amel,
ibadet, muamelat ve genel olarak da helal-haram
konularında verdiği fetvayı taklit eder ve o istikamette hareket ederdi. Fıkıh Tarihi kitaplarında da anlatıldığı gibi müçtehit sahabe -delilini- Kuran ve Sünnet’te bulamadığı bir problemle karşılaştığında, Allah
Resu-lü’nün (s.a.v.) tavsiyesini dikkate alarak içtihat
eder ve içtihadı doğrultusunda fetva verirdi. İnsanlar
da onların verdiği bu fetvaları taklit ederdi.16 Nitekim
Allah Resulü (s.a.v.), Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken O’na, vereceği fetvaların isnat merkezlerini
sorar. Muaz da sırasıyla Kuran’ı, Sünnet’i ardından da
içtihadı söyler.17 Muaz, söylediği gibi Yemende içtihatta bulunur, halk da onu taklit eder.
2016
44
Mart
Bütün bunlar göstermektedir ki; Allah Rasulü
(s.a.v.) sadece müçtehitleri yetiştirmekle yetinmiyor
bir taraftan da onları Medine’ye uzak bölgelere gönderip halkın taklit etmelerini temin ediyordu.
Raşid Halifeler
Devri
Raşid Halifeler Devri, ‘vahiy fıkhı’ sona erdikten yani ‘vahiy fıkhı’nın esasını teşkil eden Kuran ve
Sünnet tamamlandıktan sonra başlamıştır.18
Raşid Halifeler devrinde sahabe, fıkhi bir
meselenin çözümünü araştırırken öncelikle
Kuran ve Sünnet’e müracaat ederdi. Şayet onlarda meseleye dair açık bir hüküm bulamazsa
içtihat yapardı.19
Mutlak manada içtihat edenler olduğu gibi hususi
konularda da içtihat edenler vardı. Hz. Ömer Şam’ın
Cabiye bölgesinde halka yaptığı bir konuşmada
“Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa
Ubeyy b. Ka’b’a sorsun. Feraiz/miras hakkında
soru sormak isteyenler, Zeyd b. Sabit’e, fıkhi
meseleleri öğrenmek isteyenler, Muaz b. Cebel’e, iktisadi konularda soru sormak isteyenler bana gelsin”20 diyerek içtihatta uzmanlaşmaya
işaret etmiştir. Hz. Ömer’in avamı, müçtehit sahabilere sorunlarını iletmeye davet etmesi taklidin Raşid
Halifeler döneminde de avam-müçtehit düzeyinde
yapılmaya devam ettiğini göstermektedir.
Avamın
Kur’an
ve
Sünnet’le
olan
münasebetinin
sorumluluk açısından fıkhi bir
boyut
kazanabilmesi
ancak,
müçtehidi
taklit
etmesiyle
mümkün olmaktadır. Aksi takdirde
o, Kur’an ve Sünnet’le sağlıklı bir
iletişim içinde olamayacağından,
fıkhi sorumluluğunu da yerine
g e t i re m e z .
Mart
Tabiin Devri
Raşid Halifeler devrinin bitmesiyle başlayan Tabiin Devri Emevi Devletinin çökmeye başladığı yıllara
kadar devam eder.21 Bu devrin fıkhi duruşu ashabın
içtihat anlayışının özelliklerini taşır.22
Tabiin devrini önceki devirden ayıran özellikler
bağlamında; Müslümanlar arasında ihtilafların artması, tedvin hareketlerinin başlaması ve müçtehit imamlar devrindeki fıkıh anlayışına rengini verecek “Ehl-i
Hadis” ve “Ehl-i Rey” oluşumlarının Medine’de
Said b. Müseyyeb, Küfe’de İbrahim b. Yezid en-Neha’i gözetiminde kurulması zikredilebilir.23
Bu dönemde içtihat hareketlerinde coğrafi
anlamda da bir açılım oldu. Medine, Mekke,
Basra, Küfe, Şam, Mısır ve Yemen gibi şehirler/bölgeler birer fıkıh merkezlerine dönüştü.24
İçtihadın yaygınlaşması doğal olarak içtihatları taklit
ederek fıkhi ve dini sorumluluklarını yerine getiren
avam sınıfının genişleyip kökleşmesine neden oldu.
Müctehit İmamlar
Devri
Müçtehit imamlar devri hicri ikinci asrın ilk yıllarında başlar ve dördüncü asrın ortalarına kadar
devam eder.25 Fıkhın en hızlı gelişme gösterdiği
bu dönemde Ebû Hanife, Malik b. Enes, Evzai,
Süfyan-i Sevri, Şafii, Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehitler yetişmiştir.
45
2016
Hz. Ömer Şam’ın Cabiye bölgesinde halka yaptığı
bir konuşmada “Kim Kur’an hakkında soru sormak
istiyorsa Ubeyy b. Ka’b’a sorsun. Feraiz/miras hakkında
soru sormak isteyenler, Zeyd b. Sabit’e, fıkhi meseleleri
öğrenmek isteyenler, Muaz b. Cebel’e, iktisadi konularda
soru sormak isteyenler bana gelsin”20 diyerek içtihatta
uzmanlaşmaya işaret etmiştir.
Müçtehit imamlar, gerek İslam toplumunun yaşadığı problemlere karşı, gerekse güncel hayatta Müslümanların karşılaştığı sorunlara yönelik kapsamlı
içtihat faaliyetinde bulundular. Onların içtihatları,
sonraki fakihler tarafından tedvin edilerek fıkhın temel ilkeleri belirlendi, dağınık konular toparlandı ve
günümüze kadar ulaşan usul ve furu’ kitaplarının ilk
örnekleri kaleme alındı.26 Bu çerçevede Ebû Hanife’nin talebesi Muhammed b. Hasan eş-Şeybani
(ö.189/805) “Zâhiru’r-Rivâye” üst başlığı altında
meşhur altı kitabını telif etti. İmam Muhammed’in
kaleme aldığı bu eserlerde taklidin etkisi açıktır. Zira
söz konusu eserler büyük oranda Ebu Hanife’nin içtihatlarını içermektedir.27
Mukallit fakihlerin müçtehit imamlara
bağlılıkları, yeniden içtihat yapma yerine,
müçtehit imamların görüşlerini furu’ kitaplarında toplayarak ihtiyaç halinde onlara müracaat etmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına, taklidin yaygınlaşmasına ve doğal olarak
da fıkhın mezhepleşmesine ve oluşan mezheplerin kurumsallaşmasına neden olmuştur.28
Yeni içtihatların mukallit fakihler tarafından derlenmesi, içeriği oldukça zengin bir fıkıh literatürünün
ortaya çıkmasına zemin hazırladı.29 Bütün bu gelişmelerden dolayı fıkıh tarihçileri, bu dönemi “fıkhın
altın devri”30 olarak tanımlamaktadırlar. Nitekim
İslam Devletlerinin asırlarca yargı ve yürütmede kullandıkları esaslar bu süreçte gerçekleştirilen içtihatlara
dayanmaktadır.31
Mezhepleşme Süreci
Mezhep düzeyinde taklit, hicri dördüncü asrın
ortalarından başlayıp sonraki asırları da içine alarak
günümüze kadar devam eder. Bu süreç içerisinde
yetişen Kerhi (ö.340/952), Hülvani (ö.448/1050), Serahsi (ö.483/ 1090) gibi “Müntesip müçtehitler”,
mutlak müçtehitlerin içtihat usullerine bağlı kalarak,
onların görüş bildirmediği konularda içtihat yaptılar.32
Bu yaklaşımın benimsenmesiyle, taklidin fakihler düzeyinde yapılması da yaygınlık kazandı.
Arka Plan
Müçtehit imamlar, fıkhi bir problemi çözerken,
mutlak olarak Kur’an ve Sünneti dikkate alırlardı.
Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasının alt yapısını hazırlayan fakihler ise, Kur’an ve Sünneti müçtehit
imamların içtihatları doğrultusunda anlamaya çalıştılar. Onların, bu bakış açısıyla yetiştirdiği talebeler
de, içtihat yerine intisap duygusunu ön plana çıkarıp
taklidin mezhepler düzeyinde revaç bulmasına zemin
hazırladılar. Nitekim, bu devirde yetişen büyük
fakihler bile, bir mezhep sistemine göre hareket etme ihtiyacını hissetti.33 Taklidin mezhepler
düzeyinde yapılmasına zemin hazırlayan nedenler
bağlamında şunlar söylenebilir:
2016
46
Mart
İçtimai ve Siyasi
Bunalım
Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasının nedenlerinin başında, İslam dünyasının siyaseten dağılması gelmektedir. Abbasiler siyasi gücünü yitirince
devletin merkeziyetçi yapısı parçalandı. Parçalanan
devletin toprakları üzerinde kurulan devletçikler, basit siyasi kaygıların peşine düştüklerinden, ilmi hayat
ciddi anlamda sarsıldı. Her devletin başına, kendilerine “müminlerin başkanı” denilen valiler geçti. Bu
dağınıklık ve kaos ortamı, Müslümanlar arasında fitne
tohumlarının ekilmesine zemin hazırladı, kardeşlik ve
birliğin yerini düşmanlık ve bölünmüşlük aldı.
İslam coğrafyasının bu dönemdeki sosyolojik
yapısını anlayabilmek için, Bâtini inanca sahip Fâtımilerle Sünni Müslümanlar arasında cereyan eden
olaylara bakmak yeterlidir. Müslümanlar arasında
kabul görebilmek için, soylarını Hz. Ali ve Hz. Fatıma’ya isnat eden Fâtimiler, siyasi nüfuzlarını kullanarak, Sünni Müslümanlar üzerinde bir baskı rejimi kurmaya çalıştılar. Öyle ki; teravih ya da kuşluk
namazı kılan bir Sünni’yi büyük bir suç işleyen kişi
gibi, önce sokakta teşhir edip ardından da idam
edebiliyorlardı. Bâtini görüşlerini Müslümanlar arasında yaymak isteyen Fâtimiler, Mısır’da inşa ettikleri el-Ezher üniversitesiyle de güçlü bir propaganda
faaliyeti yürüttüler. Fıkhı kendi sapık görüşlerine uydurabilmek için Sünni fakihleri devlet kadrolarından
dışladılar, hem tedrisatta hem de mahkemelerde görev almalarına engel oldular.34
Müçtehit imamlar devri hicri
ikinci asrın ilk yıllarında başlar
ve dördüncü asrın ortalarına
kadar devam eder.25 Fıkhın en hızlı
gelişme gösterdiği bu dönemde
Ebû Hanife, Malik b. Enes, Evzai,
Süfyan-i Sevri, Şafii, Ahmed b.
Hanbel gibi büyük müçtehitler
yetişmiştir.
Mart
İçerden ve dışardan gelen tehdit ve yıkımlar
ilim dünyasını yeni duruşlar almaya sevketti. Ulema
kısmen bir içe kapanma sürecine girdi. Tabi olarak,
müstakil içtihat anlayışına sıcak bakılmadı. Batini anlayışın, içtihat zarfı içerisinde yaymaya çalıştığı hezeyanlara karşı Müslümanları koruyabilmek için
taklit bizzat teşvik edildi.35
Sünni fakihlerin teşvikiyle taklide yönelen halk,
içtihat adı altında Fâtimiler/Bâtıniler tarafından kendilerine sunulan sapık görüşleri reddetti. Sünni alimlerin halkla oluşturduğu ittifak karşısında uzun süre
dayanamayan Fâtimi idaresi zamanla siyasi nüfuzunu yitirdi. Fâtimilerin ortaya çıkışıyla başlayan taklit,
Fâtimilerin çöküşünün baş amili oldu.36
Talebelerin Hocalarına
Bağlılıkları
Hicri dördüncü asır ve sonrasında yaşayan fukaha, mensup oldukları mezhebin usul ve hükümlerine
bağlı kalarak içtihat yapmayı tercih etti. “Müntesip
müçtehit” şeklinde tanımlanan bu grubun yanı sıra,
bir de tahriç, tercih ve temyiz çalışmalarıyla müçtehit imamların içtihatlarını daha kullanılır hale getiren
alimler topluluğu vardı.37
Çağımız alimlerinden Mustafa Ahmet Zerkâ taklit
devrindeki fakihlerin müçtehit imamlara muazzam bir
saygı çerçevesinde bağlanmalarının nedenini anlatırken şunları söyler: “Müçtehit imamların yüksek
ilmi mevkileri, zamanın geçmesiyle vicdanlarda kazandıkları üstünlük duygusu ilmi kudrete ve fıkıh melekesine sahip alimleri müstakil
müçtehit olmaktan alıkoydu. Müntesip müçte-
47
2016
Mukallit fakihlerin müçtehit imamlara bağlılıkları,
yeniden içtihat yapma yerine, müçtehit imamların
görüşlerini furu’ kitaplarında toplayarak ihtiyaç halinde
onlara müracaat etmeleri, içtihat faaliyetlerinin
azalmasına, taklidin yaygınlaşmasına ve doğal olarak
da fıkhın mezhepleşmesine ve oluşan mezheplerin
kurumsallaşmasına neden olmuştur.28
hit ya da mezhepte müçtehit olmayı kendileri
adına yeterli gördüler.”38
Mukallit fakihlerin bu tarz bir bakış açısına sahip olmaları bağlı bulundukları mezheplerin hüküm
ya da fetvâlarını öğrenmeyi ve kendilerinden sonraki
kuşaklara öğrendikleri bu fetvâları nakletmeyi yani
“Nakilu’l-Fetva/Fetvayı Nakleden” olmayı tercih
etmelerine zemin hazırladı.39
Fıkıh Kitaplarının
Tedvin Edilmesi
Mezheplere ait görüşlerin neredeyse tamamı hicri
dördüncü asra gelindiğinde tedvin edilmişti. Bu gelişme fukahanın hükümlere ulaşmasını kolaylaştırdı.
Güncel hayatla ilgili problemlerin çözümlerinin kitaplarda mevcut olması tabi olarak fakihleri mevcut literatür üzerinde derinleşmeye, onları bütün yönleriyle
tahlil, tahriç ve illetlerini tespit etmeye yöneltti.
Ta’lilü’l-ahkam ve tercih çalışmaları mevcut fıkhi
mirası muhkem bir yapıya kavuşturdu. Usulü fıkhın
eimme-i selasesi (üç imam) kabul edilen Ebu Zeyd
Debusi, Serahsi ve Pezdevi gibi allameler Ebu Hanife
Hazretlerinin içtihat anlayışı çerçeve-sinde fıkıh usulü
ilmini geliştirip kemale taşıdılar.
Muazzam Derinlik
Müçtehit imamlar devrinin kapsamlı müktesebatı
hicri dördüncü asrı müteakip yaşayan fakihleri mevcut üzerinde derinleşmeye bütün yönleriyle mevcudu
tahlil, tahriç ve illetlerini tespit etmeye sevk etti. Bu
büyük fıkhi servet takdire şayan çalışmalarla muazzam bir derinliğe kavuştu. Selefi anlayışa sahip münekkitlerin iddia ettiği gibi -hicri dördüncü asırdan
Mecelle’ye kadar devam eden- taklit devrinde fukaha
oturup hazırı tüketmedi. Binlere belki on binlere tekabül eden fıkhi meseleleri sistematize ettiler. Hükümlerin illetlerini ortaya çıkardılar. Usulle alakalı şaheserler vücuda getirdiler. İhtiyaç hissedildiğinde de bağlı
bulundukları müçtehit imamın içtihat usulü çerçevesinde ictihatta bulundular. Kerhi (ö.340/952), Hassaf
(ö.261/874) ve Tahavi (ö.321 /933)40 gibi allameler
kitaplarda çözümü olmayan konularda görüşlerini
ortaya koydular. Bu duruşlarıyla hem sahih geleneği
korudular hem de hayata müdahil aktif bir fıkıh anlayışından yana olduklarını gösterdiler. Bu yüzden taklit devri, fıkhın durağanlaşmasına değil, kendi hususi
bünyesinde sistemli ve dinamik bir yapıya kavuşmasına ev sahipliği yapmıştır.
Niçin Taklit Teşvik
Edildi?
Fatimiler sapık anlayışlarını İslam coğrafyasında ikame edebilmek için yeni içtihatlarla İslam irfanını sarsmayı/yıkmayı denediler.
2016
48
Mart
Namaza, oruca, hacca… dair Kur’an ve Sünnet’e
muhalif görüşler ileri sürdüler. Ma’şeri vicdanda meşruiyet kazanabilmek için de içtihat kavramının arkasına sığındılar. Karşı duranları siyasi nüfuzlarıyla susturma yoluna gittiler. İlmen ve siyaseten anarşist bir
yapılanma içerisinde oldular. Onların bu saldırılarına
karşı Sünnet ve Cemaat alimleri bir taraftan İçtihadın
Kur’an ve Sünnet’ten neşet etmesi gerektiğini, diğer
taraftan ise sahih fıkhi birikimin İslam’ın temel esaslarına dair yeni şeyler ortaya koymayı zaid kıldığını
söylediler. Değişen zamana göre fıkhi hükümlerin değişmeyeceğini bilakis İslam’ın bütün zamanları kendi
değerleri doğrultusunda değiştirmeyi talep ettiğini ilan
ettiler ictihat Neyin Bahanesi
Fatimilerde olduğu gibi sahih İslami geleneği
devre dışı bırakmak isteyenler hep içtihat bahanesiyle
emellerine ulaşmak istemişlerdir. Çünkü sapık görüşlerin Müslümanlar tarafından benimsenmesinin yegane yolu onların içtihat olduğunun kabulüne bağlıdır.
Avamın yeni anlayışları neden, niçin gibi soru
kipleriyle sorgulamaları “bu bir içtihattır” ifadesiyle geçiştirilmeye çalışılmıştır. Muhakkak ki içtihadın
ihtiyaç halinde yapılması bir zarurettir. Bu yüzden
taklit devri de dahil tarih boyu bütün fakihler kesintisiz içtihat etmişlerdir. Fakat müçtehit imamlar bunu
“müstakil müçtehit” kimliğiyle sonrakiler ise “müntesip müçtehit” zarfı içerisinde yapmışlardır. Ayrıca ictihadın meşru ve muteber olabilmesi için “ehlinden
sadır ve mahalline masruf olması” gerekir. İlmi ehliyetten yoksun olanların din adına ahkam kesmeleri
muhkem ayetlerle tayin edilen hususlarda içtihada
tevessül etmeleri imar adı altında işlenen yıkımdan
“Müçtehit
imamların
yüksek ilmi mevkileri, zamanın
geçmesiyle
vicdanlarda
kazandıkları üstünlük duygusu
ilmi kudrete ve fıkıh melekesine
sahip alimleri müstakil müçtehit
olmaktan
alıkoydu.
Müntesip
müçtehit ya da mezhepte müçtehit
olmayı kendileri adına yeterli
gördüler.” 38
Mart
başka bir şey değildir. Mezhepler tarihi bu hükmün en
canlı şahididir. Kaderiye’den Cebriye’ye Mutezile’den
Hariciler’e tarih mezhep mezarlığıyla doludur. Bütün
bunların arka planında ise ehliyet ve liyakat fukarası
insanların içtihat adı altında sarf ettikleri sapık görüşler yatmaktadır.
Yeni hezeyanların tedavüle çıkması ve İslam coğrafyasında makes bulmasının yegane yolunun içtihadı teşvik, taklidi ise men etmekten geçtiğini bilen dış
güçler; istila ettikleri bölgelerdeki alimlere “İslam donuk bir dindir. Müslümanların perişan halleri taklidi
meşru kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kurtuluş ise kapsamlı bir içtihat hareketiyle mümkündür.”
şeklinde telkinlerde bulundular.
Batılı adam tahrif etmek istediği dinin bünyesine kendi ideolojisini yerleştirebilmek için İslam coğrafyasının her tarafında içtihat propagandası yaptı.
Öyle etkili oldu ki kısa zamanda Ehl-i Hadis’ten Ehl-i
Kur’an’a kadar sahih İslami geleneği reddeden bir
sürü hareket zuhur etti. Mevcut/meşhur dört mezhebi
tanımayan Ehl-i Hadis’in teşvikiyle alim-cahil
herkes içtihat yapmaya yöneldi. Mısır’lı Şeyh
Meraği öylesine ileri gitti ki içtihat için Arapça bilmenin dahi şart olmadığını ileri sürdü.
Ondan cesaret alan devrin Mısır’daki İngiliz büyük
elçisi banka ile ilgili meselelerde içtihat etti. Müslümanların Ebu Hanife’yi taklit etmesine tahammül
edemeyenler Hıristiyan bir sefirin içtihatlarına sessiz
kalarak cevaz verdiler.
Deliller
Taklide karşı tavır alanlar arasında özellikle Mutezile’nin Bağdat ekolü, İmamiye’nin bir grubu, Zahiriler
ve bu mezhebi eserleriyle günümüze taşıyan İbn
Hazm (ö.456/1064) önemli bir yer tutmaktadır.41
49
2016
Kur’an’ı Kerim’de taklidin meşruluğuna işaret eden
diğer bir delil ise, “(İslam Dinine girme hususunda) öne
geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi
olanlar var ya işte Allah, onlardan razı olmuştur, onlar da
Allah’tan razı olmuşlardır”47
Çağımızda bu anlayışın en önemli temsilcileri
“selefi” olduklarına vurgu yapan kişilerdir. “Ben
Ezher’de bir çok müçtehit görüyorum ki;
taklit kendilerine haramdır.” Diyen Mısır’ın
“Muslih-i Kebir”i! Şeyh Meraği’den, “Hanefi ya
da Şafi olmak Muhammedi olmaya engeldir.”
Diyen Hocendi’ye, Şeyh Nasırüddin’den “Ehl-i
Hadis” bağlılarına kadar yığınla insan taklidin haram
olduğunu iddia etmektedir.
Bunların karşısında ise güneş gibi bedihi deliller
ve taklidin caiz olduğunu bizzat taklit ederek gösteren
meşhur dört mezhebin fakihleri vardır.
Taklidin caiz olduğunu gösteren deliller o
kadar açık ki onları görmek değil görmemek
özel bir gayret ister. Ne ki İslam’ın sağlam bünyesini sarsmayı amaç edinenler bunları perdelemenin
peşindedirler. İşte buyurun naklin ve aklın cephesinden avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğine
şahitlik eden deliller:
Ehline Sorun
Kur’an’ı Kerim, alimlerin Allah ve Rasülü’nden
sonra başvurulması gereken yegane otorite olduğunu
belirtir.42 Nitekim, konuyla alakalı bir ayette Cenab-ı
Hak43 “Eğer bilmiyorsanız bilgi ehline sorun”
44
buyurmaktadır. Bu ayet, mükelleflerin bilmedikleri
konuları ehline sormalarını amir mutlak bir emirdir.45
Ayete rağmen bütün insanları, dini meselelerin tamamını içtihat ederek öğrenmeye davet etmek Kur’an’ı
anlamamada ısrar edişten neşet eder ki çaresi ıslahı
hal ve etraflı bir tedrisattır.
Allah Rasulü (s.a.v.), avama marifete ulaşmanın usulünü anlatırken bilenlere sorup-öğrenmelerini
tavsiye etmektedir. Nitekim, başından yaralanan bir
sahabiye, guslün gerekli olduğunu söyleyerek ölümüne sebep olanlara şöyle buyurmuştur: “Madem ki
2016
bilmiyorlar bilenlere sorsalar ya! Meramını anlatamamanın ilacı, sormaktır.”46
Allah Teala Ashabı Taklit
Edenlerden Razı Olmuştur
Kur’an’ı Kerim’de taklidin meşruluğuna işaret
eden diğer bir delil ise, “(İslam Dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile
onlara güzellikle tâbi olanlar var ya işte Allah,
onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı
olmuşlardır”47 ayetidir. Burada zikredilen ashaba
tabi olma ifadesi taklitle aynı anlamdadır. Çünkü, ashabın bizzat kendisi delil olmadığından söz ve amelleri ya Hz. Rasulüllah’dan duyduklarına ya da içtihatlarına dayanmaktadır.48 Bu durumda onlara tabi
olmak, taklit kapsamında değerlendirilir. Eğer bizzat
kendileri delil kapsamında ele alınsaydı bu durumda
onların yaptıklarını benimsemenin adı ittiba olurdu.
Ayrıca, Allah Teala onlara tabi olanlardan razı olduğunu ilan etmektedir. Ashaba tabi olmanın Allah’ın
rızasına vesile olması da taklidin bilen-bilmeyen ekseninde gerçekleşmesi durumunda Kur’an’ın ruhuyla
bağdaşacağını gösterir.
Kur’an-ı Hakim’in ameli planda taklidin caiz olduğuna işaret eden bir başka ayeti şöyledir: “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan, her topluluktan bir grup
dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi sahibi olmak
ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları
Allah’ın azabı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar”49 Bu ayette
Allah Teala, müminlerin toptan savaşa iştirak etmelerini yasaklamakta ve onlardan bir grubun Allah’ın
dinini iyiden iyiye öğrenebilmek için geride kalmasını
istemektedir. Buna gerekçe olarak da, kardeşleri savaştan dönünce, helal ve haramı fetvâ yoluyla onlara
sunabilecek kişileri toplumda bulmaları hususu zik-
50
Mart
redilmektedir.50 Aynı şekilde savaştan dönen gruba,
fakih sahabelerin fetvâlarını almaları tavsiye edilmektedir.51 Bu ayet ashabın avamının müçtehitleri taklit
ettiğinin açık delillerindendir.
“uyulması ve taklit edilmesi vacip olan tek
hak mezhep Hz. Muhammed’in mezhebidir.”78
türünden mantık oyunları ve kavram kargaşalarıyla
müçtehitleri taklit etmeyi gayri meşru göstermeleri anlaşılır bir çıkış değildir. Muasır İslam alimlerinden Saîd
Ramazan el-Bûtî’nin79 de tenkit ettiği bu düşünce tarzı
kanaatimizce, İslam Kültür Atlasının oluşum aşamalarını tanımamaktan kaynaklanmaktadır.
Çünkü, taklidin ortaya çıktığı zaman dilimini, tarihi süreç içinde değerlendirebilen herkes, müçtehitlerin içtihatlarını hangi şartlar altında yaptıklarını anlar
ve gerek içtihadın gerek taklidin İslam’ın kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını kabul eder.
Yüce Allah, insanların beden güçlerini birbirinden farklı yarattığı gibi, zekalarını da farklı yaratmıştır.
Bu gerçek ortada iken, Onun bütün mükelleflerden
dini konularda derin bilgiye sahip olmalarını ve bu
bilgi doğrultusunda içtihat etmelerini istemesi adalet
ve hikmetiyle çelişir. Bundan dolayıdır ki; insanların
kimini alim, kimini öğrenci, kimini müçtehit, kimini de
mukallit olabilecek bir kabiliyette yaratmıştır. Ayrıca
taklit, insanın fıtratında var olan bir duygudur. Nitekim, öğrencinin öğretmenini, sporcunun antrenörünü
taklit ederek yetişmesi bunun sosyal bir realite olduğunu göstermektedir.
Bütün Müslümanların güncel sorunlarını çözebil-
“Müminlerin hepsinin toptan
sefere çıkmaları doğru değildir.
Onlardan, her topluluktan bir
grup dinde (dini ilimlerde) geniş
bilgi sahibi olmak ve kavimleri
(savaştan) döndüklerinde (onları
Allah’ın azabı ile) korkutmak
için geride kalmalıdır. Umulur ki
dikkatli olurlar”49
Mart
meleri için ferdi planda Kur’an ve Sünnet’e müracaat
edip hüküm çıkarmaları mümkün değildir. Bu yüzden
avamın müçtehit imamları hüküm ve ya delilde taklit
etmeleri tabiî bir olgudur.
Şâtibi’nin Muvafakât’ını şerh eden Abdullah Dıraz bu bağlamda şunları söylemektedir:
“Makul olan delil odur ki, içtihat ehliyetine sahip
olmayanlar fıkhi bir problemle karşılaştıklarında, ya
hiçbir şekilde bununla amel etmezler -ki böyle bir durum icmaya aykırı-dır- şayet bununla amel ederlerse,
bu durumda ya hükmü ispat eden delili araştırmak ya
da taklit etmek suretiyle amel ederler. Birincisi mümkün değildir. Çünkü böyle bir problem hem kendilerini hem de halkı olayların delillerini araştırmaya yöneltir, onları, işlerinden alıkoyar, meslek ve sanatlarını
olumsuz yönde etkiler ve neticede bu gidiş ekonomi
ve sosyal hayatı sarsar. Bütün bunlar, taklidi kaldırmanın ne kadar zor olduğunu gösterir. Kapıların
tamamı kapalı olduğuna göre, önümüzde tek
seçenek olarak taklit kalıyor. Dolayısıyla farzlar eda edilirken taklîtle amel edilmelidir.”80
Taklit Niçin Önemli?
Dinin fıkhi boyutunun, avam tarafından anlaşılmasında taklidin önemli bir rolü vardır. Bu realite
ihmal edildiğinde hayatla fıkhın bir bütünlük içerisinde olması imkansızlaşır. Nitekim, fukaha kişinin gıda
maddesi ve benzeri şeyleri satın alırken, onları helal
ya da haram yapan illetleri sormadan, sadece satıcının beyanını taklitle yetinebileceği konusunda fikir
birliği içerisindedir.81 Cemaat, arkasında namaz kıldığı imamın temizlikle ilgili beyanını esas aldığı gibi,
kıraatin gizli olduğu namazlarda da imamı taklit eder,
okuyup-okumadığını araştırmaz. Müslüman bir eş ha-
51
2016
Kapıların tamamı kapalı olduğuna göre, önümüzde
tek seçenek olarak taklit kalıyor. Dolayısıyla farzlar eda
edilirken taklîtle amel edilmelidir.”80
yızla ilgili konularda hanımını, veli, önceden evlenip
boşanan ya da kocası ölen bir kadının iddetle alakalı
beyanını, hakim şahidi, muhaddis raviyi taklit eder.82
Örneklerde de görüldüğü üzere, ibadetten aileye,
adaletten ekonomiye, kısacası toplumsal hayatın her
alanında taklidin işlevselliği vardır. Fıkıh, hayatı düzenleyip-şekillendirme ödevini yerine getirirken kolaylaştırıcı olma niteliğini sürekli korur.
Hüküm
İz b. Abdisselam (ö. 660/1226), İbnu’l-Humam
(ö. 861/1457),83 Şah Veliyyullah Dehlevî84, İmam
Nab-lûsi85 gibi muhakkik fakihler, mukallidin müçtehidi taklit etmesinin zorunluluğu üzerinde ısrarla durmuşlardır.
Fıkhın makasıd boyutuna dikkat çeken meşhur
usul bilgini Şâtibî bu noktada şunları söyler:
“Avama göre müçtehitlerin fetvâsı, müçtehitlere
göre dini deliller mesabesindedir. Avam, delillerden
istifade edemediğinden, onun için delillerin varlığı ve
yokluğu arasında fark yoktur. Zaten deliller üzerinde
araştırma yapmak ve delillerden hareketle içtihatta
bulunmak onlar için caiz değildir. Nitekim Yüce Allah
‘eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.’86 buyurarak onları taklîde yönlendirmektedir. Avam için dini hükümlerde müracaat edilmesi gereken otorite,
alimlerdir. Buna göre alimler mukallitler için
kanun koyucu makamındadır.”87
İçtihadın “zan” ifade edişini gerekçe göstererek,
avamın müçtehidi taklit etmesine karşı çıkmak da
doğru değildir. Zira, haberi ahad da “zan” ifade etmesine rağmen, alimler onunla amel etmenin vacip
olduğunda icma etmişlerdir.88 Zan ifade Eden Haber-i Ahad müçtehit için nasıl bağlayıcı oluyorsa, içtihatta mukallit için aynı şekilde bağlayıcı olur. Ayrıca
Haber-i Ahad niteliğindeki bir rivayetin ibadetle ilgili
konularda bağlayıcı olduğu bizzat Hz. Peygamber’in
(s.a.v.) sünnetiyle sabittir. Çünkü, Allah Rasulü (s.a.v.)
çeşitli bölgelere, ibadet vb. konulardaki hükümleri
öğretmeleri için tek tek öğreticiler gönderirdi. Tek bir
kişinin sözlerinin zan ifade ettiğini bilmesine rağmen,
yine de bölge halkına gönderilen sahabiye uymalarını
emrederdi.89
Mukallidin müçtehidi taklit etmesinin gerekli olduğunu ifade eden deliller, Kur’an, Sünnet, sahabe
uygulaması, icma ve akla dayanmaktadır. İslam’ın
başlangıcından günümüze kadarki tarihi süreç içerisinde taklidi hangi şartlar ve nedenler ortaya çıkardıysa, 90 bugün de aynı nedenler ve gerekçeler
varlığını sürdürdüğüne göre avam için hala en
makul yol mevcut/meşhur dört mezhepten birini taklit etmektir.
Taklidin, Ümmeti ilmi faaliyetlerden kopardığını
bu yüz den son üç asırdır yaşanılan hezimetten de sorumlu olduğunu iddia etmek hilafı hakikattir. Çünkü
taklidin bütün halka teşmil ediliş süreci İslam dünyasının siyaseten en güçlü olduğu yıllara tekabül eder.
Taklidi benimseyen fakihler zannedildiği gibi hayatın ürettiği yeni sorunlara ilgisiz kalmadılar bilakis
“müntesip müçtehit” kimlikleriyle müçtehit imamların
2016
52
Mart
usullerini kullanarak içtihat ettiler. Halk mezhepleri
“hükümde” taklit ederken onlar “delilde” taklit ettiler ki bu bir anlamda içtihattır. Her konuda yeniden
içtihat yapmanın hasılı tahsil olacağını bildiklerinden
mevcut içtihatlar üzerinde yoğunlaştılar. Ta’lil, tahriç
ve tercih çalışmalarıyla fıkhi mirası daha kullanılır bir
yapıya kavuşturdular. Asırlardır kullanılan “fetva” kitapları mukallit diye küçümsenen o allamelerin eseridir.
Bugün Bin Baz ve Üseymin gibi fanatik İbn Teymiye bağlısı Selefiler dışındaki neredeyse bütün muasır fakihler fetvalarında Serahsi, İbn Humam, Karafi
ve Suyuti gibi büyük ruhlu fakihlerin fıkhi tasavvurlarını kullanıyorlar. Muasır meselelere dair müstakil eser
yazan muhakkik fakihler Merğinani’nin “Hidaye’sini
okutabilmeyi iftihar vesilesi kabul ediyorlar. Büyük
bir fakih bir gün şöyle bir itirafta bulunmuştu:
“Bu benim Hidaye’yi size yirmi birinci okutuşum. Ne var ki her okutuşumda yeni manalar
keşfediyor, eksikliğimi anlıyorum. Bu yüzden
piyasa fakihlerinin Merğinani ile boy ölçüşmesini küçük bebeklerin Ben Koca Yusuf’la güreşirim demesine benzetiyorum.”
İmam Yafi diyor ki rüzgar bazen sivrisinekleri önüne katar, alır dağların zirvelerine taşır.
Bir an sinekler dağların sultanları olduklarını
düşünürler. Fakat farklı yönden esen yeni bir
rüzgar onları alır uzak iklimlere ya da yok oluşa sürekler. Sinekler geldiği gibi giderler fakat
geride dağlar dimdik kalır.
Selefilerin delilde ya da hükümde mukallit oluşlarından dolayı tenkit ettikleri büyük ruhlu fakihler
“müntesip müçtehit” kimlikleriyle öylesine muazzam eserler telif ettiler ki dün olduğu gibi bu günde
Avam için dini hükümlerde
müracaat edilmesi gereken otorite,
alimlerdir. Buna göre alimler
mukallitler için kanun koyucu
makamındadır.” 87
Mart
en muteber fakihler onları referans göstererek itibar
kazanmaktadır. Fakihler fıkıhla hezeyan arasındaki sınır taşlarıdır. Onların çepeçevre kuşattıkları alan
(mezhepler), alim-cahil bütün ümmet için en güvenilir
bölgedir. O bölge (mezhepler) tahrif edilmek istenen
İslam’a karşı, indirilen İslam’ın muhkem kalesidir.
Dipnotlar
1-Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldûn, Mukaddime, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, s.33. 2 - Ahmet Vehbi Ecer, “İctimai Hayat ve Kültür Tarihi Bakımından Fetva Kitablarının Önemi”,
(Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı), AUİİFD, Ankara, 1978, s. 252. 3- Bkz. Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî,
el-Lâmezhebiyye Ahtâru Bida’tin Tuheddidu’ş-Şeriate’l-İslamiyye, Mektebetu’l-Farabi, Dımeşk, ty., s.71 vd. 4Ayrıntılı bilgi bilgi için bkz. Abdulvahhâb Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1942, s. 25,26; Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslamî, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 441,442. 5- Kur’an, Bakara (2): 286; Ayrıca bkz. Ebû İshâk İbrâhim b. Mûsâ Şâtibî, el-Muvafakât fî Usûli’ş-Şerî’a, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1996, IV, 22. 6- Şâtibî, Muvafakât, IV,
22; Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdurrahîm ed-Dehlevî, İkdu’l-Cîd fî Ahkami’l-İctihad ve’t-Taklîd, Kahire, 1398,
s.42. 7- Mecdu’d-Dîn Muhammed b. Yakup b. Muhammed b. İbrahim Firûzâbâdi, el-Kâmus, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 456. 8- Muhammed Düsûkî, el-İctihad ve’t-Taklîd fî’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Darüs-Sekafe,
Katar, 1987, s.202. 9- Seyyid Bey, Muhammed, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty, s.274. 10- Bkz. Seyfuddîn Ebü’l-Hasan b. Ebî Ali b. Muhammed Amidi, el-İhkâm fî Usüli’l-Ahkam, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut,
t.y., IV, 445; Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed Gazzâlî, el-Mustasfa Min İlmi’l-Usûl, Kahire, 1356, II, 123;
Muhammed Dusûki, el-İctihad ve’t-Taklîd fî’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Darü’s-Sekafe, Katar, 1987, s.202; Muhammed b. Ali Şevkanî, İrşâdü’l-Fuhûl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., s.391; Muhammed Hudarî, Usûlu’l-Fıkh,
Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1998, s.369. 11- Nureddin Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Kâri, Feth-u Babi’l-İnâye
bi Şerhi’n-Nukâye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1997, II, 42. 12- Ebû’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 13. 13- Mustafa Ahmed Zerkâ, el-Medhalu’l-Fıkhıyyu’l-Amm, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1998, I, 165,172; Abdulkerim Zeydan,
el-Medhal li Diraseti’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Muessesetu’r-Risale, Beyrut, 1999, S.91. 14- Talat Koçyiğit, Hadis
Tarihi, Ankara 1977, s.18. 15- Celalüddin Abdurrahman Suyuti, Adabu’l-Müfti, Süleynaniye Küt., Şehit Ali
Paşa, no: 2714, vr. 148; Fahrettin, Atar, “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, MÜİFD, yıl 1985, sayı 3, İstanbul, 24.
16- Buti, a.g.e., s.71. 17- Ebu İsa Muhammed b. İsa, Tirmizi, Sünenü’t-Tirmizi, Daru’l-Fikr, Beyrut 1994, 13/
Ahkam, 3, (III,62, H. no:1332). 18- Bkz. Zerka, Medhal, I, 173-178; Zeydan, Medhal, s.99-109; Ali Sayis, a.
g.e., s.43; İbn Kayyım, a.g.e., I, 45. 19- Zerka, Medhal, I, 173-178; Zeydan, Medhal, s.99-109; Ali Sayis, a.g.e.,
s.43; İbn Kayyım, a.g.e., I, 45. 20- Atar, a.g.m., s.26. 21- Zeydan, Medhal, s.111; Ali Sayis, a.g.e., s.69. 22Zeydan, Medhal, s.117; Zerka, Medhal, I, 185; Atar, a.g.m., s.26. 23- Zeydan, Medhal, s.117; Zerka, Medhal,
I, 185. 24- Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul 1989. s.169-180; Atar, a.g.m.,
s.28,29.25- Zeydan, Medhal, 118; Ali Sayis, a.g.e.,s.92.
26- Ali Sayis, a.g.e., s.92-124; Zeydan, Medhal,
s.118-121; Atar, a.g.m., s.29. 27- Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s.
68-69. 28- Karaman, Hukuk Tarihi, s.174. 29- Zerkâ, Medhal, I, 202. 30-Örneğin bkz. Zeydan, Medhal, s.118.
31-Zeydan, Medhal, s.118. 32-Ahmed Ali, a.g.e., s.61,66; Hafnâvî, a.g.e., s.219. 33-Hafnâvî, a.g.e., s.221.
34-İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, XI, 371; Komisyon, Doğuştan Günümüze
Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1998, V, 204-.205. 35-Ali Sayis, a.g.e., s.127; Zeydan, Medhal,
s.123; İbn Haldûn, a.g.e., s.152; Hafnâvî, a.g.e., s. 222. 36-Bkz İbn Kesir, el-Bidâye, XI, 371; Komisyon, Büyük
İslam Tarhi, V, 204-205; Ali Sayis, a.g.e., s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, a.g.e., s.152; Hafnâvî,
a.g.e., s.222. 37-Ali Sayis, a.g.e., s.127. 38- Zerkâ, Medhal, I, 205. 39- Zerkâ, Medhal, I, 204; Hafnâvî, a.g.e.,
s.222. 40- Ali Muhammed, a.g.e., s. 58-59. 41- Amidi, a.g.e., III, 170. 42- Kurtubi, a.g.e., XI, 181. 43- Amidi,
a.g.e., III, 170; Hudari, a.g.e., s.371; Zuhaylî, a.g.e., II, 1155. 44-Kur’an, Enbiya(21): 7. 45-İnsanlara sorumluluk yüklenirken onların kapasitelerinin dikkate alınmasını gerektiren ayetlerle içtihadın avam-müçtehit herkese
vacib olduğunu söylemek çelişir. İslam toplumundan meşakkatin kaldırıldığını bildiren ayetler genel bir hüküm
ifade ettiklerinden dolayı, içtihadın vucubiyetine işaret eden nasslar da müçtehitlerle sınırlı olur. Bkz. Seyyid
Bey, a.g.e., s.282. 46-Süleyman b. el-Eş’as el-Ecdi, Ebû Davud, Sünenü Ebi Davud, (Avnu’l-Ma’bud Şerhiyle
Birlikte), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, 1/Kitabu’t-Tahare, 126, (I, 407,408, H. no: 334,335) 47- Kur’an, Tevbe(9):
100; Hafnâvî, a.g.e., s.211. 48- Kurtubi, a.g.e., XII, 151. 49- Kur’an, Tevbe (9): 22. 50- Bûtî, a.g.e., s.71. 51İbn Kayyım, a.g.e., II, 182. 52- Tirmizî, 42/İlim, 16, (IV, 308, H. no: 2685); Abdullah b. Abdirrahman, Darimi,
Sünenü’d-Darimi, Daru’l-Kitai’l-Arabi, Beyrut, 1997, Mukaddime, 16, (I, 57, H. no: 95). 53- İbn Kayyım, a.g.e.,
II.182. 54- Bûtî, a.g.e., s.71. 55- Bûtî, a.g.e., s.71. 56- Tirmizî, 13/Ahkam, 3, (III,62, H. no:1332). 57- Bûtî,
a.g.e., s.71. 58- Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sayıları yüzbinli rakamlarla ifade edilen ashabın yekunu içinde
fetvâ vemekle meşhur olanların adedi oldukça azdı. İbn Kayyım, kadın-erkek yüz otuz küsür müçtehidin olduğunu nakletmektedir. Bkz. İbn Kayyım, a.g.e., I, 12. 59- İbn Kayyım, a.g.e., I, 12; Dusûki, a.g.e., s.212; Zuhaylî,
a.g.e., II, 1155. 60- Bûtî, a.g.e., s.71. 61- İbn Kayyım, a.g.e., II, 180. 62-İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi
Acluni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nas, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1997, I, 118. 63- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182. 64- İbn Kayyım, a.g.e., I, 189. 65- Bkz. Ahmed Ali, a.g.e.,
s.67. 66- Bkz. Seyyid Bey, a.g.e., s.275. 67-Aksi bir hükme varmak doğru değildir. Zira bu, iki müçtehit sahabeden birinin diğerini hükümde taklit etmesi demek olur ki, bilindiği gibi böyle bir taklit caiz değildir. Hafnâvî, a.g.e.,
s.311. 68- Amidi, a.g.e., III, 171. 69- Cemaluddin Abdurrahim İsnevi, Nihâyetu’s-Sûl Şerh-u Minhaci’l-Vusûl
ile’l-Usûl,(el-Bedahşi şerhi ile birlikte), Mısır, ty, III, 214; Âmidi, a.g.e., IV, 198; Hafnâvî, a.g.e., s.212. 70-İbn
Haldûn, a.g.e., s.33. 71-Nedim el-Cisr, İlim Felsefe Kur’an Işığında İman, (ter: Remzi Barışık), Kitabevi, İstanbul,
1995, s.87-98. 72-Hudari, a.g.e., s.360. 73- Kur’an, Bakara(2): 286. 74- Ebû İshak İbrahim b. Musa Şâtıbî,
el-İ’tisâm, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997, II, 580. 75- Şâtibî, İ’tisam, II, 580. 76- Dehlevî, İkdu’l-Cîd, s.42. 77Bûtî, a.g.e., s.82-83. 78- Bûtî, a.g.e., s.84. 79- Bûtî, a.g.e., s.84. 80- Şâtibî, el-Muvafakât fî Usuli’ş-Şeri’a,
Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1996, IV,638, (Dipnot: 2). 81- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182. 82- İbn Kayyım, a.g.e., II,
182-183.83-Ebû Muhammed İzzuddin Abdulaziz b. Abdisselam es-Sülemi, Kavâidu’l-Ahkâm fî Mesâlihi’l-Enâm,
Beyrut, 1999, II, 350. 84- Bkz. Dehlevî, Kitabu’l-İnsaf, Hakikat Kitabevi, İstanbul, 1998. 85- Bkz. Nablûsi,
Hulâsatu’t-Tahkik fî Beyani Hükmi’t-Taklîd ve’t-Telfik, İstanbul, 2000. 86- Kur’an, Nahl(16 ): 43. 87-Şâtibi, Muvafakât, IV, 638. 88-Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl es-Serahsi, Usûl, (tah. Ebû’l-Vefa el-Afgâni),
Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 329; Şevkâni, İrşâd, s.49; Zeydan, el-Vecîz, s.171. 89- Bûtî, a.g.e., s.72.
90-İhsan Şenocak, İslam Hukukunda Taklit, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 2003, s.99.
53
2016
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
“Hz. Adem (as)’ın Babası” ya da
Mustafa İslamoğlu Kur’an’a Karşı
Bu “adam”ın “Kur’an’ı
silah
olarak
kullanıp”
bu
Ümmet’in
inancına,
değerlerine, aidiyetlerine…
saldırması
karşısında
susarsak hangi yer bizi
üstünde taşır, hangi gök bizi
altında
barındırır?
2016
(Muhatabını “ilim adamı” olarak kabul edilmeyi hak
etmeyen biri olarak gördüğünden, burada söyleyeceklerim
daha ziyade tekdir muhtevalı
olacak.!)
Bu sapkınlık nereye kadar
gidecek, duracaksa nerede duracak, bilemem. Bildiğim şu:
Yıllardır dilimizde tüy bitti anlatmaktan: “Ey insanlar, bir
kısım kimseler ellerinde
Kur’an tutarak sizi bir yere
çağırıyor. Ellerinde tuttukları Kur’an’a değil, sizi
nereden koparıp nereye savurduklarına bakın. Elinde
Kur’an tutmak, her iddiası-
54
nın arkasından –kendi meallandirmesiyle– bir kısım
ayetler okumak tek başına
bir iddiaya meşruiyet/makbuliyet kazandırmaz. Aksi
söz konusu olsaydı tarih
içinde gördüğümüz onca
itikadî fırka ortaya çıkmazdı. Unutmayın, o fırkaların her birinin elebaşı da
elinde Kur’an tutuyor” ve
“Ey insanlar, şimdiye kadar aldatıldınız; size doğru
Kur’an anlayışını ben gösteriyorum” diyordu.
Dolayısıyla ey Ümmet, bu
insanlara sırf ellerinde Kur’an
tutuyorlar diye aldanmayın.
Mart
Bu insanlar dillerini eğip bükerek söylediklerini “bu
Allah’ın ayetidir” diye pazarlayarak ve ayetler arası ilişkiyi kendi hevalarına göre tayin ederek sizi bir
yerlere çağırıyor. Bilin ki çağırıldığınız yer “muradullah” değil. Bu adamların heva ve heveslerinin
peşinde savrularak size emanet edilen bu hayatı
heba etmeyin!
Din’in temel sabitelerine ilişkin olarak geride bıraktığımız
1400 yıl içinde bu Ümmet’in
ıskalayıp da ahir zamanda
bir kısım yeni yetmelerin
keşf ettiği herhangi bir
hakikat olabileceğine
ihtimal veriyorsanız,
üzerinde konuştuğunuz dinin sahiden İslam olup olmadığını bir
daha sorgulayın!
Sadece –Sünnîsiyle bid’isiyle– İslam Ümmeti’ne mensup
kesimlerin değil, temeli vahye
dayanan dejenere olmuş dinlerin
mensuplarının dahi üzerinde ittifak
ettiği “Hepiniz Âdem’densiniz; Âdem de topraktandır” hakikatini “öyle değilmiş, Âdem’in
de babası varmış” diyerek reddedilmesi gerekenler
kategorisine sokuyorsanız, bulunduğunuz yer Sofistaiyye’dir, bilesiniz!..
Evet “ilim”in yerini “retorik”in, Usul’ün yerini sloganın aldığı bir ortamda Mustafa İslamoğlu’yla
hangi ciddi meseleyi hangi seviyede konuşabiliriz?
Hatta konuşabilir miyiz? İslamoğlu’nun ilim adına anladığı dil hangisidir? Bu soruların bende cevabı yok.
konuşalım…
Aranızda, “İslamoğlu’yla uğraşman şart
mı; bırak ne hali varsa görsün” diyen çıkar mı, bilmiyorum. Çıkmamasını umarım. Bu “adam”ın
“Kur’an’ı silah olarak kullanıp” bu Ümmet’in
inancına, değerlerine, aidiyetlerine… saldırması karşısında
susarsak hangi yer bizi üstünde taşır, hangi gök bizi
altında barındırır?.. “Suriye’yi İran’a verelim” diyecek kadar gözü dönmüş;
ekmeğini yiyip suyunu
içtiği topraklara da,
Suriye halkına da,
Ümmet’e de ihanetini en açık tonda ifade
edecek kadar gemi azıya
almış bir “adam”dan bahsediyoruz…
Her geçen gün tiynetini
biraz daha açık ediyor. “Atalar
dini” dedi, Ümmet’e savaş açtı;
“İsrailiyat” dedi, Sünnet’e savaş açtı. Şimdiki savaş
ilanı doğrudan Kur’an’a!..
(Bu arada, “Savaş açtı” tabirini kullandığıma
bakıp da “ne muktedirmişim” diye şişinmesine
vesile olmak da istemem. “Savaş” dediğim Donkişotvari olanından. Ama o Sanço’yu inandırabilmişti
sadece, bizimkinin dili alabildiğine zehirli…)
Nasıl yapıyor bunu?
“Kendini ilim adamı olarak görüyorsan,
ilim adamının ilmî meseleleri başkalarıyla ilmî
seviyede müzakere etmesi tabiidir; gel konuşalım” diyorsunuz; duvardan ses varsa ondan da var.
Tabii ki maskeleyerek. Ümmet’e saldırısını
“Emevi saltanatı”yla; Sünnet’e saldırısını “uydurma hadis” söylemiyle maskeliyor. Peki Kur’an’a savaşını neyle maskeliyor? “Popüler algı”yla! Popüler
algı, hazır kalıplar, şartlanmışlıklar üzerine inşa edilir.
“İlim adamı değilsen, haddini bil, boyunu aşan meselelere girme” diyorsunuz; çilekeş
mazlum ideal adamı pozlarına bürünerek “düşmanlarım üstüme çullanıyor” diyor. Aşağılıyorsunuz,
“nisan yağmuru yağıyor” diyor. Peki sen hangi
dilden anlarsın güzel kardeşim? Onu söyle o dilden
Herhangi bir şeyi “tartıştırmadan kabul ettirmek” istiyorsanız, önce algıyı oluşturur, şartlandırırsınız; arkasından diyeceğinizi dersiniz. “Cuk” diye
oturur. Ayete bir anlam yükler, ardından “Kur’an
böyle diyor” dersiniz; sonra da “Kur’an kendisine yanlış anlam verilmesini kabul etmez;
Mart
55
2016
derhal reddeder” diye eklersiniz. Karşınızdaki kitle,
ayetler üzerindeki her manipülasyonunuzu Allah Teala’dan gelmiş bir “ayet” olarak algılar. Bir anlamda
“hokkabazlık” yani. Ama bu da yetmez; kitlenin,
“unique” olduğunuzu düşünmesi için, bir taraftan
da şişik egonuzla yıkımcılık yapmalısınız. Hem de züccaciye dükkânına girmiş fil gibi…
Hz. Âdem (a.s)’ın babası?
Hz. Âdem (a.s)’ın topraktan değil, başka bir varlığın nutfesinden yaratıldığını, onun da –tıpkı diğer
insanlar gibi– bir babasının ve annesinin bulunduğunu söylemek için sadece zırvalama yeteneğine değil,
aynı zamanda hokkabazlığa ve hatta pişkinliğe de ihtiyaç vardır zira. Hatta bunlar da yetmez, yaratıcısına
kafa tutan İblis mantığından da nasiplenmiş olmak
gerekir…
Evet, ifade aynen şöyle: “(…) “Âdem’in babası
kimdi?” diye soruyorum ara sıra ya! “Âdem’in babası
da mı var?” diyorlar. “Var yaa! Kur’an söylüyor! İnsan suresinin ikinci ayeti Âdem’in babasının olduğunu söylüyor. Öyle ya! Herhalde toprak değil. Toprak
hepimizin babası. (…) Ama Âdem’in babası var! (…)
Onun için yani ısrarla bunun üstünde duruyorum.
Yani Kur’an’a göre Âdem’in yaratılışını öğrenin. Gidip de uydurmalardan, Ehl-i Kitab’ın İsrailiyatın uydurmalarını Kur’an’a yamamaya kalkmayın. Anlatabiliyor muyum? Evet, nedir İnsan suresindeki? “Hel
etâ ale’l-insâni hînun mine’d-dehri lem yekün şey’en
mezkûrâ. İnnâ halakne’l-insâne min nutfetin…”
“El” (“halakne’l-insân” cümleciğindeki “insân”
kelimesinin başındaki elif-lâm, E.S) cins içindir. İnsan
türünün tamamını Allah nutfeden yarattı. Âdem insan
mı değil mi şimdi? Buna karar vereceksiniz. Âdem de
insan diyorsanız, o da “tür”e girer ki, o da nutfeden
yaratıldı. Yani o da bir rahimden geldi. Âdem’i de taşıyan bir rahim vardı. Anlatabiliyor muyum?…”1)
Evet, bir şeyler anlatıyorsun, ama hangi mekanizmanın ifrazatı olduğu belli olmadığından, anlattığın şeyler sadece “zırva” babından bir şeyler ifade
ediyor… “Ben demiyorum, Kur’an diyor” demen,
söylediğin şeyin “zırva” olduğun gerçeğini değiştirmiyor. Zira onu Kur’an demiyor; sen o küçücük beyninle bu zırvayı Kur’an üzerinden meşrulaştırmaya
çalışıyorsun!
İnsanlara anlatmak istediğimiz şey tam
olarak işte bu! Şeytanının kulağına üflediği
şeyleri “matah” kılmanın en kolay ve etkili
yolu, onu Kur’an söylüyormuş gibi, yani Allah
Teala’nın kelamıymış gibi sunmaktır. Herifçioğlu da bunu yapıyor: “Ben söylemiyorum, Kur’an
söylüyor” diyor! Ne kadar masum değil mi?
İftiranın böylesini bir Ehl-i Kitap atmıştı Âlemlerin
Rabbi’ne, şimdi de bu! Hata yapabilirliğini, yanılabilirliğini dile getiremeyecek kadar uçmuş, “Bu benim
anladığımdır; doğruysa Allah Teala’dan, yanlışsa bendendir” diyebilme şansı dahi elinden alınmış. Tam ibretlik bir vak’a: “Kur’an söylüyor!” Yani
bu senin sapkın anlayışın değil, Allah Teala’nın –kendisine hiçbir batılın yaklaşamayacağı– sözü öyle mi?..
Estağfirullah, sümme estağfirullâh!..
Hz. Adem (a.s)’ın yaratılışı konusunda
Kur’an ne söylüyor?
Kur’an’ın, Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan
dünyaya geldiğini söylediğini böyle kesin bir dille
iddia eden kimsenin, bunu “mefhum” olarak değil,
“mantk” olarak ifade eden bir ayet göstermesi gerekmez mi? Hz. Âdem (a.s)’ın “topraktan” yaratıldığını
“nassen” ifade eden onca ayet dururken bir ayetin
“mefhum”undan hareket ederek “Kur’an böyle diyor” demenin adı “tahrif” değilse nedir?..
Yukarıda verdiğim deşifre metinde avurtlarını
doldurarak “El, cins içindir” falan diyorsun ya dinle-
2016
56
Mart
yicide Arapça’yı yalamış yutmuş izlenimi oluşturmak
için; şimdi soralım: Şu ayetteki “El” ne için: “Doğrusu Biz insan türünü bir nevi konsantre bir
balçıktan yarattık.” (12/el-Mü’minûn, 12)2) Meal
açık, ama ben yine de yukarıdaki ifadelerini (“uyarlama” dışında) hiç bir tasarrufta bulunmadan kopyalayıp buraya yapıştırayım: “El”, cins içindir. İnsan türünün tamamını Allah bir nevi konsantre bir balçıktan
yarattı. Âdem insan mı değil mi şimdi? Buna karar
vereceksiniz. Âdem de insan diyorsanız, o da “tür”e
girer ki, o da balçıktan yaratıldı….”
Aynı şey, 7/el-A’râf, 12; 15/el-Hicr, 26, 28; 17/
el-İsrâ, 61; 23/el-Mü’minûn, 12; 32/es-Secde, 7; 55/
er-Rahmân, 14 ve daha başka ayetler için de geçerli.
Bütün bu ayetlerde de insan cinsinin balçıktan/çamurdan yaratıldığı açıkça zikrediliyor. Ne diyeceksin
şimdi? Hz. Âdem (a.s)’ın bir ana-babadan dünyaya
gediğini söyleyen gerçekten Kur’an’sa bunları söyleyen kim? Bu ayetler hakkında kıvranarak yapacağın
her manevra, İnsan suresindeki ayet hakkında söylediklerin için de geçerli olacak “anlatabiliyor muyum?”
Doğrusu şu ki, âmm bir ifade umumu üzere bırakıldığında husus zorunlu olarak mühmel kalacaksa,
umum, hususa hamlolunur, yani âmm ifadenin tahsisi zorunlu olur. Evet, bilhassa Hanefîler nezdinde
âmm’ın hükmü kat’îdir; ancak tahsis gerektiren bir
delil varsa tahsise gidilir. Burada bir değil, birçok hâss
delil mevcut. Yani İnsan suresinde “cins için olan el
takısı” ile gelen ayetin ifadesi âmm’dır; yukarıda adreslerini verdiğim ayetlerse hâss.
İnsan, 2 ayetindeki âmm ifade umumu üzere bırakılırsa, yukarıda adreslerini verdiğim ayetler
mühmel/devre dışı kalacaktır. Dolayısıyla ister mantuk-mefhum cihetinden bakalım, ister umum-husus
cihetinden, İnsan suresindeki ayetin diğerlerine takdiminin hiçbir usulî, mantıkî, Kur’anî gerekçesi yoktur!
Tabii gözleri ve kalbi mühürlenmemiş olanlar için!..
“Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu,
Âdem’in durumu gibidir…” (3/Âli İmrân, 59)
Bu ayet, Hz. İsa ile Hz. Âdem (ikisine de selam
olsun) arasında bir ilişki, bir benzerlik olduğunu söylüyor. Bunun özel bir anlamı olmalıdır ki, bunun, iki
aziz peygamberin dünyaya gelişinin bir “baba” olmaksızın vuku bulduğu gerçeği olduğunda asla şüphe
yoktur. Yoksa mezkûr iki peygamberi diğerlerinden
ayıran, sadece ikisine özel bir başka benzerlik mevcut
değildir. “Var” diyenin delil diye beyhude çırpınmaktan ya da İslamoğlu gibi “işkembeden atmaktan”
başka yapabileceği birşey yoktur!
Bu ayetin devamı şöyle:
“Onu topraktan yarattı…”
Şimdi, buradaki zamiri Hz. İsa (a.s)’a gönderecek
olursak, O’nun topraktan yaratıldığını söylememiz
gerekecek. O’nun yaratılış kaynağını “toprak” teşkil
ettiyse, bu durum Hz. Âdem (a.s) için evleviyetle geçerlidir. Zira ilk yaratılan Hz. Âdem (a.s)’dır. Zamiri
Hz. Âdem’e gönderirsek –ki doğrusu odur–- ayet, Hz.
Âdem (a.s)’ın yaratılış maddesinin “toprak” olduğu
noktasında “nass” olur!
Gerçi bu meselede sapıtmadan önce yazdığın
mealde3) bu ayete düştüğün 4 no’lu notta, “Zımnen:
Babasız doğmak bir beşere ilahlık kazandırsaydı, bu, Hz. İsa’dan önce Hz. Âdem’in hakkı
Mart
57
2016
olurdu” demişsin; ama senin kıvraklığında biri için
bunun sorun teşkil etmeyeceğini biliyorum…
Uzatmayalım… Geldiğin nokta şudur Mustafa
İslamoğlu: Allah Teala Kur’an-ı Kerim’in hiç bir ayetinde Hz. Adem (a.s)’ı bir “ana-babadan” yarattığını
söylemiyor. Bunu Kur’an’a, yani Allah Teala’ya sen
atfediyorsun. Yani Allah Teala’ya ve Onun kitabına
açık ve net iftira ediyorsun!
Zebunu olduğun nefis ve şeytan ikilisi seni sonunda bu noktaya kadar savurdu. Bu aşamadaki bir
insanın aklının başında kalması mümkün müdür?
Belli ki senin için bunu söylemek pek mümkün değil. Aksi söz konusu olsaydı Allah Teala’ya ve Kur’an-ı
azimüşşana bu iftirayı atmadan önce düşünürdün:
Hz. Âdem bir anne rahminde, bir babanın nutfesinden yaratıldıysa, onun babası neden yaratıldı? Esasen
bu sorunun cevabı, aklını peynir ekmekle yememiş
bir kimseyi dehşete düşürmek için fazlasıyla yeterlidir.
Zira “Hz. Âdem’in babası” insansa, onun babası da,
onun babası da… insandır. Öyle olmak zorundadır.
Senin ayarı bozuk mantığına göre İnsan suresindeki
ayet “insan cinsinin” nutfeden yaratıldığını belirttiğine
ve Hz. Âdem dahi bundan istisna olmadığına göre,
“insan” cinsi olan her varlık bir nutfeden yaratılmıştır. Peki bu silsileyi Hz. Âdem (a.s)’dan itibaren geriye
doğru nereye kadar götürebileceksin?
İki ihtimal var:
1. Ya bu iş devr-i teselsüle girer ki, batıldır; sonu “taaddüd-i kudema”ya gider.
2. Bu süreç geriye doğru “insan dışı” bir
çiftin insana ebeveynlik yaptığı bir noktaya kadar gider. Darwin’e buradan ekmek çıkmaz diyorsun, ama ağzından çıkanı kulağının duymadığı çok
açık… Bir zamanlar Süleyman Ateş’in de düştüğünü
müşahede ettiğimiz bu varta, diğerinden daha az ibretlik değildir.
Bu iki batıldan hangisini yeni bir “Kur’an söylüyor” iftirasıyla Allah Teala’ya atfedeceğin sana kalmış.
Allah Resulü (s.a.v)’in, yukarıda adreslerini zikrettiğim
ayetlerde ve benzerlerinde dikkatimize sunulan hakikati teyit eden “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır;
Âdem de topraktandır” beyanı “İsrailiyat”sa
eğer4), vallahi bu İsrailiyat Kur’an’a, senin ifrazatından daha uygun.
2016
58
Mart
Av. Bahaddin ELÇİ
Barış ve Savaş
Müminler
Allah
yolunda savaşırlar; kafirler
de tağut yolunda savaşırlar…
”(Nisa/76)
“Kim Allah sözünün en
üstün olması için çalışıyorsa
O Allah yolundadır.”(H.Ş)
D
ost kim? Düşman
kim? Dostlukta barış,
düşmanlıkta
savaş
var. İyi de bunun, dostluk ve
düşmanlığın ölçüsü ne olmalı? Bizler elhamdülillah Müslümanlardan
olduğumuza
göre dost-düşman kriterimiz
bellidir. Allah ve Resulünün
dost dediğine dost, düşman
dediğine de düşman olmamız
gerektiği açıktır.
Dostlarımızı ve düşmanlarımızı tanımak zorundayız.
Yoksa dostumuzu, düşmanımızı ABD, AB vb. tağutlara göre tanımlarsak şaşırır,
Mart
59
Allah’ın düşmanlarını dost
edinebiliriz. Zalimlerin safına
düşebiliriz. Bu, aynı zamanda
Allah’tan başkasını ilah, rab
edinmektir ve şirktir. Bu ise en
büyük zulümdür.
“Küfür tek bir millettir.”
“Müminler Allah yolunda savaşırlar; kafirler
de tağut yolunda savaşırlar…”(Nisa/76)
“Kim Allah sözünün
en üstün olması için çalışıyorsa O Allah yolundadır.”(H.Ş)
2016
Bu şuurdaki ecdad ne güzel demiş: “Hazır Ol
Cenge İster İsen Sulhü Salah…”
İslamsız barış olmaz. Tarih gösteriyor ki, tüm
farklı kimliklerin bir arada barış içinde yaşayabilmesi,
ancak İslam’ın egemen olduğu zaman ve coğrafyalarda mümkün olabilmiştir. Çünkü İslam Allah’ın insanlar için gönderdiği tevhid, adalet ve barış nizamıdır.
Cihad ise inançlara baskının ve zulmün önlenmesi
için yapılır; dünyalık sağlamak için, sömürmek için
değil… Kısaca dünya için değil, Mevla için yapılır.
Fıtratını bozan insan, en kutsal kimlik ve kavramları da bozmakta tereddüt etmemiştir… Niçin bu yola
başvurulmaktadır? Gayrimüslimler, Müslümanlar adına ne cinayetler işliyorlar…
Aidiyetlerin farklılığı aslında tek başına çatışma
nedeni değildir, olmamalıdır… Çünkü Allahu Teala,
hepimizi sınırsız ilim, hikmet ve kudretiyle farklı yaratmıştır. Tanışalım, dayanışalım, yardımlaşalım, barışalım için işte ilke: “Kendin için sevdiğini/istediğini, insanlar için de sev/iste.”(H.Ş)
Hepimizi birbirimize muhtaç yaratmış, hiçbir şeye muhtaç olmayan(Samed)… Hepimiz topraktan,
Adem(A.S) dan(Havva’dan) değil miyiz? Bunun içindir ki aramızda takvadan başka bir üstünlük nedeni de yoktur…
Barış ve adaletin sağlanması için
bunu gerçekten istemek yeterli değildir. Güçlü, kuvvetli olmaya da
ihtiyaç vardır. Adalet taraftarları
zayıf, zalimler güçlü ise barış
yine sağlanamayacaktır. Ne
yazık ki, kendi ayakları
üzerinde duramayanların, savaşı önlemeleri de
barışı sağlamaları da oldukça zordur. Allah’ın yardımı gelince her şey kolaylaşır… “Veli, vekil ve yardımcı
olarak Allah yeter.”
Sevgiden barış, husumetten savaş çıkar. Rahman barışa,
şeytan ve nefis ise savaşa/ateşe çağırır. (Bakara/208) Hangisine uyuyoruz?!
İslam kılıçla yayılmamıştır. 23 yıllık Asr-ı Saadet’teki savaşlarda toplam sadece 245 kişi öldürülmüştür… (Muhammed Hamidullah)
Zalimler cihad fikrini, inancını ortadan kaldırmak
için, cihadsız bir İslam’ı üretmek için bu kutsal kavramı, terörizme indirgemeye, onunla özdeşleştirmeye
çalışmaktadırlar.
Bu, din savaşlarının sürdüğünü göstermiyor mu?
Kimlikler ve kavramlar üzerinden kavgadayız.
Çoğu zaman kimliklerimizi araç edinerek, istismar
ederek amacımızı da gizleriz.
Her şeyin olduğu gibi, kimliklerimizin, değerlerimizin, kavramlarımızın da zamanla nasıl anlam kaybına uğradığını görüyoruz.
2016
Ne var ki, Habil ile
Kabil, İbrahim(A.S) ile
babası Azer, Nuh(A.S) ile
oğlu Kenan, Lut(A.S) ile karısı, karısı ile Firavun… Ve son
Peygamber(S.A.V) ile amcası Ebu
Leheb birbirlerinin karşısında idiler…
Bu örnekler, birbirlerinin uzağı değil, yakınıdırlar…Hangi farklılık bunları karşı karşıya getirmiştir?!
Bunlar, kavmiyetçilik güdülmesinin batıl olduğunu
açıkça göstermekte değil midir?
Gerçekte kavga, söz(egemenlik) kavgasıdır. İnsanlara, servete hükmetmek kavgası: “Ben!” kavgası...
Bu, evden, ülkeden, uluslararası ilişkilere
kadar böyledir. Dünyayı kan ve gözyaşına boğanlar
ılımlı, radikal İslam’dan sonra “terörizm”i de üreterek, bize de benimsetmeye çalışıyorlar…
Bu “ben” firavununun disipline edilmesi, gemlenmesi, terbiye edilmesi zorunludur. Çünkü nefis
doyumsuzdur, insanın gözünü ancak toprak doyurur. “Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim
ümmetimin fitnesi, dünya malıdır.” “H.Ş.”
“Dünya, tuzlu suya benzer; kanmak için içildikçe adamı yakar!”
60
Mart
Söz kavgasını bitirecek en yüce sözün sahibine
teslim olmaktan(İslam) başka çare de yoktur. Çünkü
gerçekte Melik O’dur. Egemenlik hak ve yetkisi sadece O’na aittir.(Tevhid)
-Dünyada 65 zenginin serveti 3.5 milyarın servetine eşitmiş! Adalet nerede?
“Bir kişiye dokuz pul, dokuz kişiye bir pul.
Kurt yapmaz bu taksimi kuzulara şah olsa!”
“Seninki senin, benimki benim şeriattır.
Seninki senin, benimki de senin tarikattır.
Ne seninki senin, ne benimki benim Hakikattır,
hepsi Allah’ındır. Hakikatini haykıran merhum N.F.
Kısakürek’i rahmetle anıyoruz.
Yunus’umuzun da: “Mal sahibi Mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan Mülk de
yalan, Var biraz da sen oyalan…” Hikmetli sözlerini ibretle anıyoruz…
Bu bilgi, şuur ve imanın özümsendiği bir toplumda kavga olur mu?
Aslında her şey Allah’ındır. Bizdekiler O’nun
emanetleridir. İmtihan gereği bu emanetlerden sorumluyuz. Riayet edenler kazanacak, hıyanet edenler
kaybedecekler…
Fıtratımızda bencillik, haset, hırs, öfke, husumet
vb. potansiyeli var. Diğergamlığı, kanaati, paylaşmayı, sevgiyi, saygıyı öne çıkartabildiğimiz ölçüde beden ülkemizde başlayan barış ve adalet dalga dalga
yeryüzüne yayılarak, aranan “erdemli toplum”a
ulaşılacak… “Nefsini arındıran kurtulur…”
(A’la/14, Şems/9,10)
-“Nefsi emmareyle savaş, büyük cihad;
düşmanla savaş, küçük cihad” sayılmış.(H.Ş)
Mevlana’mızın benzetmesiyle; Musa(A.S) da, Firavun da, buzağı da içimizde, bedenimizdeler. İktidar
ve muhalefet mücadelesi içindeler./
Vahye tabi olmayan nefis, hevasına veya başkasının hevasına uyarak kulluk haddini aşar, azar…
İlahlık taslamaya başlar: “Nefsinin hevasını ilah
edineni gördün mü?”(Casiye/23)
Adalet ve zulüm arasında bir gel-git yaşıyoruz. O
halde azgın nefsimizin disipline edilmesine, eğitimine
ne kadar muhtacız… İyi de biz eğitim kurumlarını(tekke,zaviye) kapatalı ne kadar oldu? Peki bunlara ihtiyacımız yok mu?! “Efendim istismar ediliyordu”
itirazları anlamsızdır.
Doktorun hastasını, öğretmenin öğrencisini tacizleri; hastanelerin, okulların kapatılmasını değil, eğitimin ve öğretimin ıslahını gerektirir. İşte bunun için
“önce ahlak ve maneviyat…”
Yoksa, giderek artmakta olan suçluluğu, huzursuzluğu azaltamayız… “Besmele” li eğitim ve öğretime ne kadar muhtacız!
İlahi kamera karşısındayız. Sözlerimiz, eylemlerimiz yazıcı melekler tarafından kaydediliyor. Ve ahirette kendi kasetimiz(kitabımız) önümüze konacak.
Organlarımız da şahitlik edecekler. Bu bilgi, şuur ve
eğitime tüm insanlık ne kadar muhtaç… Bilebilsek…
Yapabilsek…
Dökülen kanlarımızın ve gözyaşlarımızın, İslam
ağacının yeşermesine ve yeniden meyve vermesine vesile olmasını Allahu Teala’nın kereminden diliyoruz…
Mart
61
2016
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
“Ma’rifet”: Kalbin, ünsiyet ve ülfet arâzisinde kudret ve
celâl örtüsü içinde cevelân ederek uçmasıdır. Bu hal, kulakların
batıl şeyleri dinlememesi, gözlerin şehvâni şeylere bakmaması
ve dilin batıl sözleri söylememesi ile elde edilir.
Ahmed erRifâî hazretleri buyuruyor: “Ma’rifet”, üç dalı olan
bir ağaca benzer. Bunlar “twevhid”, “tecrid” ve “tefrid” dallarıdır.
Tevhid, ikrar mânasına; tecrid ihlas mânasına; tefrid ise, her hal
ü kârda tam olarak Allah’a bağlanıp her şeyden (kalben) alâkanin
kesilmesi mânasına kullanılmıştır. Ma’rifet derecelerinin birincisi,
tevhiddir. O da, ortakların (şerikler) yok edilmesi demektir. Tecrid,
esbabın kat’ edilmesidir. Tefrid ise; O’nsuz (Allah’sız) olmamak,
zâtıyla aynileşmek ve O’nunla benzerlik kurmamak şartıyla
bütünleşmektir.
“Ma’rifet”, bir Melik’in bahçesine ektiği toprağı verimli,
meyvesi tatlı ve bol, yaprakları güzel, dalları yüksek, gövdesi
hâlis, suyu tatlı, kokusu güzel, kıymeti sebebiyle sahibinin
kendisine şefkat gösterdiği çiçeğinin güzelliğiyle mesrur olup
t
ona gelebilecek bütün âfet ve belâları defettiği ağaca benzer.
Allah Teâlâ’nın, mümin kulunun kalp bahçesine ektiği marifet
ağacı da, tıpkı bunun gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, marifet
ağacının korumasını keremiyle üzerine alır. Her saat ona, rahmet
hazinelerinden bol yağmur bulutlarını gönderip kudretine bağlı
gök gürültüsü ve şimşek çakmasıyla oluşan keramet damlalarını,
kulların bakışları sebebiyle meydana gelen tozlardan temizlemek
için. ma’rifet ağacının üzerine boşaltır. Sonra onun velâyet
şerefini tamamlamak için. nihâyet ridâsındaki şefkat ve
merhamet rüzgârını onun üzerine gönderir. Artık ârif, Allah’ın
sırrıyla marifet ağacının gölgesi altında ebediyyen döner, onun
kokusundan koklar, meyvelerine zarar vermeden, onu edep
tırpanıyla keser, ondaki kötü ve zararlı olan şeyleri ayıklar.
Şayet arifin sır makâmı, marifet ağacının altında uzun sürer
ve onun etrafında dolaşmaya devam ederse, marifet ağacının
meyvesinden telezzüz etmeye ve safâ elini ona uzatmaya başlar.
Meyveleri, mübarek parmaklarıyla toplar ve sonra da büyük bir
iştahla yer. İstiğrak ateşi onu her taraftan öyle bir kuşatır ki,
inbisat elini sevgi denizine vurur ve oradan bir yudum içer. O
suyla Hakk’dan başka herşey sarhoş olur.
Yrd.Doç.Dr.H.Murat KUMBASAR
İmanın İmana Üstünlüğü Vardır
Elmalılı
Merhum:
“Mü’menün
bih’ten
kat’i
nazarla, (inanılacak şeyler
bir tarafa bırakılacak olursa)
imanın imana galebesi vardır”
demektedir.
2016
Yazımızın başlığı olan bu
ifade Elmalılı Merhum’a
aittir. Orjinal şekliyle “Mü’menün bih’ten kat’i nazarla,
(inanılacak şeyler bir tarafa bırakılacak olursa)imanın imana galebesi vardır”
demektedir.
Etrafımıza bir bakalım,
çevremizi bir kolaçan edelim.
Dünyamıza atfı nazarda bulunalım. Ne göreceğiz? Kan,
zulüm, göz yaşı ... Bütün
bunlar maalesef İslam coğrafyasında meydana geliyor. Oluk oluk müslüman
kanı akıyor. Her yerde zulüm
64
var. Gözyaşının girmediği ev
kalmadı. Üstelik Müslümanlar
birbirlerinin kanını akıtıyorlar.
Mezhep kavgası körüklenmek
isteniyor. Çok yakın bir zamanda mezhep savaşı çıkarılarak, bu kaotik ortam daha
da kötüye gitsin isteniyor. Peki,
bundan kim kârlı çıkar? Tabi ki
küresel güçler. Özelikle Amerika ve İsrail…
Yahudiler ve Hıristiyanlar, tahrif olmuş kitaplarına (Tevrat-İncil), bizim
tahrif olmamış, bizzat
korunmasını Rabbimizin
üstlendiği
Kitabımızdan
Mart
{
}
Yahudiler ve Hıristiyanlar, tahrif olmuş kitaplarına (Tevratİncil), bizim tahrif olmamış, bizzat korunmasını Rabbimizin
üstlendiği Kitabımızdan (Kur’an) daha çok inanıyorlar. Onlar
batıl, yanlış, bozuk inançlarına bizden daha kuvvetle bağlılar.
(Kur’an) daha çok inanıyorlar. Onlar batıl, yanlış, bozuk inançlarına bizden daha kuvvetle bağlılar.
Biz hak davamıza, hak ve gerçek olduğu yüzde yüz olan hakikate onlar kadar inanmıyoruz.
Yani onlar mü’minlikte bizden öndeler. Eğer önde
olmasalardı dünya kan gölüne döner miydi? Dünyada 7 milyar insan yaşıyor, bunun 2.2 milyarı Hıristiyan, 1.7 milyarı Müslüman, 14 milyonu ise Yahudi.
Yani yaşayan insanların ¼’ü Müslüman. Bu dörtte
bir ne demek, biliyor musunuz? Mesela biz Hanefiler,
abdest alırken başımızın dörtte birine mesh veriyoruz. Bu meshi vermekle, başımızın tamamına mesh
vermiş gibi oluyoruz. Yani dünyanın tamamı, bizden
sorulması gerekir. Dörtte bir Müslüman “gerçek”
Müslüman olsa, hakiki mü’min olsa, dünya
böyle olmazdı. Dünyaya biz yön verecektik. Aynen ecdadımız Osmanlının yaptığı gibi. Hak, huzur ve barış
hakim olacaktı dünyaya…
14 milyon Yahudi, şu
anda dünyayı yönetiyor.
Amerikan ekonomisinin
birkaç Yahudi ailenin elinde olduğunu bilmeyen yok.
Ellerindeki yeşil kağıtla (dolar)
dünyayı idare etmeye çalışıyorlar,
istedikleri devletleri, emr-ü kumandaları altına alıyorlar. Onların izni olmadan
(lobi) başkan seçimi dahil kuş uçurtmuyorlar. Savaşları onlar başlatıyor, silah ve ilaç sanayini
ellerinde tutuyorlar. Muharref Kitapları onlara “Siz
dünyanın efendisisiniz. Sizin dışınızdakiler
sizin köleleriniz, gerekirse öldürebilirsiniz” diyor. Onlar da Filistin’i Gazze’yi kan gölüne çevirirken
“ibadet” ediyorum, düşüncesiyle yapıyorlar.(Tevrat,
Hezekiel 9/5-6) Kendi peygamberlerini öldürmeleri,
Rabbimize isyan etmeleri, nankörlükte bulunmaları,
fitne ve fesat çıkarmaları vb. sebepler yüzünden “gazaba uğramış”, zillet ve meskenet onların ayrılmaz
vasıfları olmuştur. Bununla beraber, bu batıl itikatla-
Mart
rına samimiyet göstermişlerdir. Yahudiler, kitaplarına
bizim Kur’an’a olan imanımızdan daha fazla inanmıyorlar mı??? Bundan dolayı, imanın imana üstünlüğü apaçık ortadadır.
20. Haçlı seferini başlatan Hıristiyanlar ise dünyada fesad çıkarmaya devam ediyorlar. Ahlak ve
maneviyattan yoksun bir cemiyet haline gelmişler,
eşcinsel evliliğe onay verecek kadar dinden uzaklaşan bir inanç, aynen Rabbimizin beyan buyurduğu
“sapıtanlar” hitabına muhatap oldukları gerçeğini
adeta ispat ediyor. Sefahat diz boyu…
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Büyük İsrail
Projesi’ni (BİP) adım adım uygulanmaya çalışılıyor.
22 İslam Ülkesinin sınırı değiştirme hevesi, bir imanın ve inancın tezahürüdür.
Adamlar batıl ve boş iddialarına zemin hazırlamak adına vampirler gibi
kan içmeye devam ediyorlar.
Sadece Yahudilik ve Hıristiyanlık mı? Bütün …izmler, ideolojiler ve onların müntesipleri de
o batıl sistemlerine bizden daha
çok inanıyorlar. Mesela, -30 ve
-40 derecelerde dağlarda kış geçiren
PKK’lı teröristler, yanlış ve batıl davalarına bizden daha sadıklar.
Şimdi uyanma ve ayağa kalkma zamanı!!!
“Yeryüzüne ancak salih kullarım varis
olur” (Enbiya,105) hitabına ne zaman muhatap olacağız?!!!
“Hak gelince batıl zail olur”(İsra,81)
müjdesi ne zaman tecelli edecek?!!!
“İmanın imana üstünlüğü vardır” sözünü bir
kere daha hatırlıyor, imanımızın galebe çaldığı; yılları, ayları, günleri, saatleri, dakika ve saniyeleri bizlere
nasip etmesini Rabbimden niyaz ediyorum.
65
2016
Ersan BİLGİN
İnsanlığa Saadet Getirecek Düzen
Nasıl Olacak?
(Müslüman Alim Sorumluluğu)
Büyük
noksanlıkta
bizim ilim adamlarımızın pek
çoğu aslında ben gerçeğe
bağlıyım, diyorsa da hep bu
batının tesiri altında kalmış.
Düşünürken
batıya
göre
düşünüyor.
“İnsanlığa saadet getirecek düzen nasıl olacak”
derdiyle dertlenip, ömrünü bu
yola vakfeden ve Adil
Düzen çalışmalarıyla sistemleştiren Milli Görüş Merhum Liderimiz ve Saadet Partisi Eski Genel Başkanı Prof. Dr.
Necmettin Erbakan Hocamız,
“Müslüman Alim Sorumluluğu”nu veciz şekilde şöyle
anlatıyor:
“Şimdi yolda giderken bir
hasta insan düşmüş ilaç bekliyor. Bizim âlimimiz, Müslüman alimi bu hastanın başına
2016
66
geliyor. Bu hastaya hemen bir
ilaç verip iyi yapması lazım.
Öyle yapmıyor. Ya ne diyor?
Şu karşıda bir eczane var ya,
o eczanede bu hastalığı iyi yapacak ilaçların temel müessir
maddeleri vardır, diyor. E varsa ne olacak, varsa ne olacak?
Hasta burada ölüyor be mübarek! Sen buradan trafik memuru gibi eczaneyi gösteriyorsun.
Yani ayet ve hadisleri okuyor
ama bugünün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde o ayetten, o
hadisten lüzumlu ilacı yapmamış. İşte bunun için insanlık
ızdırabını çekiyor. E ne olacak?
Önce o âlim, doktor olacak,
Mart
hastanın hastalığını bilecek. Sonra eczacı olacak, koşacak o ilacı yapacak. Sonra? Hasta bakıcı olacak,
hastanın ağzına kaşıkla ilacı verecek, hasta ondan
sonra ayağa kalkacak. Yoksa sen hasta aşağıya düşmüşken karşıdaki eczaneyi gösteriyorsun. O hasta
öyle iyi olmaz. Bütün ilim adamlarımızı uyarmak
için söylüyorum. Ne olacak? Bu milletin derdiyle
dertlenin, araştırmalarınızı bu insanların dertlerine
derman olacak şekilde yapın. Dünyaya inin dünyaya… Çünkü insanlar ızdırap çekiyor. Birinci büyük
eksiklik, noksanlık budur. Hayattan kopuk. Halbuki
bunun için gelmemiş. Onların
vazifesi insanlara saadet, selamet getirmek…
İkinci
noksanlıkta şudur: Ben bir kitap yazdım, diyor
ulemadan bir zat.
Evet güzel, ne
oldu rafa koyduk. Kimseye
o
esnada
bir faydası olmuyor
ki. Neden? E
bilmem “Müslümanlıkta
Şura” çok faydalıdır. E güzel de senin
söylediğin hangi devlet
düzeninin, neresinde işe
yarayacak? İşin bütününü
düşünmemiş. Yani bugüne kadar ulemanın yaptığı iş
neye benziyor biliyor musun?
Şurada bir saray var. Önce bu saray nasıl yapılıyor
bunun bir projesi var, proje konuyor önüne. Sonra
o projeye göre taslak var, oradan ona geçiliyor. O
projeye göre bak, buradan buraya kapı yapmış adam
buradan güzel gözüksün, diye. Şimdi bizim ulemamız
kapı yapıyor ambara koyuyor. Bir gün saray yapılırsa
bir yerinde işe yarar diyor. Merdiven yapıyor ambara
koyuyor, pencere yapıyor ambara koyuyor. Ambarlar
dolmuş. Ama ortada içinde barınacağımız saray yok.
Evin projesi yok.
Arkadaş söyle bakalım, bu ekonomik düzen nasıl
olacak? Bakın hepimiz her gün fırına gidiyoruz, (fa-
Mart
izci kapitalist sistemden dolayı) 300 lira veriyoruz.
Halbuki bizim o ekmeği 100 liraya almamız lazım.
Çünkü ekmeğin asıl bedeli 100 lira. Nasıl olacakta
bu ekmek 100 liraya inecek haberi yok. Çalışmamış.
Projeyi düşünmemiş. İşte insanlık bundan dolayı ızdırap çekiyor. Onun için insanlığın çok mühim bir
dönüm noktasındayız. Ne olacak? Önce bu proje hazırlanacak. Düzen, Adil Düzen. İnsanlığa saadet getirecek düzen söyle bakalım nasıl olacak? Bunun temel
esasları ne olacak? Şunun bir alan projesini koy. Bu
projeyi mükemmel hale getirelim. Sonra da o projeye göre malzemeleri, kapıları
pencereleri yapalım, binayı
kuralım, insanlar saadet ve
selamet görsün, fakir fukaranın hepsinin duasını alın. Hay Allah razı
olsun, neredeydiniz
siz şimdiye kadar,
biz yıllardır ekmeği 300 liradan
alıyorduk, siz
geldiniz ekmeği 100
liradan alıyoruz.
Sebep olanlardan
Allah razı olsun
dedirtmektir, marifet. Yoksa ambara
kapı koyarak, pencere
koyarak, insanların derdine çare olamayız…
Üçüncü
büyük
noksanlıkta bizim ilim
adamlarımızın pek çoğu aslında ben gerçeğe bağlıyım, diyorsa da hep
bu batının tesiri altında kalmış. Düşünürken
batıya göre düşünüyor. Sen böyle düşünürsen, bu
hastalık sende varken sen gerçeği, hakkı bulamazsın.
Galaksi ne demek? Yıldızlar topluluğu. Şimdi
bak ben burada duruyorum, bu dünya beni çekiyor. Ama şu anda dünyanın beni çektiğinin
farkında değilim, işte bizim ilim adamları da
böyle. Kendisini batı çekiyor, kendindeki batının bu çekişini kendisi bilmiyor. Halbuki o
batı galaksisinin içinde. Kendini önce batı galaksisinden kurtaracak. Batının çekim tesirinden kurtaracak ki Hakk’ı bulsun…”
67
2016
MilliTarih
Hüseyin Serkan Elönü
Sapkin Filozoflar -1
İ
nsanlığın gidişatında kritik bir ehemmiyete sahip
olan bir zümre de Felsefecilerdir. Onların fikir ve
görüşlerine diğer insanların fikir ve görüşlerinden
daha fazla mana atfedilir.
Dünya tarihi eskiçağ ve ortaçağ’da krallar ve hükümdarlar eksenli yazılmıştır. Hatta zaman zaman hükümdar filozofları cezalandırmıştır. Tarihler, 17. asırı
gösterdiğinde bu durum değişmeye başladı. Tarihte
17. asıra “Bilim Çağı” ve 18. asıra da “Aydınlanma
Çağı” denilmiştir. Isaac Newton, Kepler, Pasteur
gibi önemli buluşlara imza atan ilim adamlarından
sonra Avrupa’da felsefecilerin kıymeti artmıştır.
Bu durumdan istifade ederek sapkın bir takım
fikirleri insanlığa ilim diye pazarlamak isteyenler ortaya çıktı. Auguste Comte isimli sosyolog, Pozitivizm
isimli bir fikir ileri sürdü. Pozitivizm, dünyadaki siyasi,
sosyal ve tarihi hadiseler dahil herşeyi pozitif ilimler
gibi izah etmek fikriyatıdır. Pozitif ilimler bildiğiniz gibi
Fizik, Kimya ve Biyoloji’dir. Bu üç ilmin hususiyeti,
bunların müşahede ve tecrübe ile ispat edilebilmesidir. Comte’un buradan ürettiği Pozitizm fikri de laboratuvarda ispatlanamayacak olan herşeyi ilim dışı ve
yalan olarak görüyordu. Comte, Allah, Melek, Cin
ve Şeytan gibi gözle görülmeyen herşey yalanlamıştır. Allah inancına harp açan Pozitizm fikri, Comte’a
göre bir dindi ve bu dinin tanrısı da insandı.
Küfür davasının önemli müridi olan August
Comte’un sonu ibret verici olmuştur. Aklî dengesini kaybeden Comte, kendisi bir nehre atmış, sağ
olarak kurtarılmış ve hayatını bir akıl hastanesinde
tamamlamıştır.
Fakat Comte’un bâtıl fikirleri başkaları tarafından devam ettirilmiştir. Sadece müşahade ve tecrübeye bağlı olan Pozitizm fikir akımı, Charles Darwin
tarafından tabiat ilimlerine, Karl Marx tarafından iktisat ilmine, Emile Durkheim tarafından sosyoloji
ilmine, Herbert Spencer tarafından siyaset ilmine
ve Sigmund Freud tarafından psikiloji ilmine tatbik
ederek farklı ilim dallarına yayarak insanları topyekun bâtıl fikirlere yönlendirmek istediler.
August Comte (1798-1857)
Mart
Charles Darwin, tüm canlıların denizden çıkmış
ortak bir atası olduğu ve ismine de “Tekamül Nazariyesi” veya “Evrim teorisi” denilen görüşü detaylandırmıştır. Bu nazariye, en evvel Aritoteles tarafından
ortaya atılmış ve 18. ası Lamarck bunu tekrar tekrar gündeme getirmiştir. Darwin de bu düşüncenin
tüm Avrupa’ya yayılmasına vesile olmuştur. Hızını
alamayan Darwin, insanların maymundan evrimleştiğini, Avrupalıların daha fazla evrim geçirerek
geliştiğini, Asya ve Afrikalı milletlerin de az evrim
68
2016
geçirdiği ve gelişmediklerini, bu yüzden maymun ve
insan arası canlılar olduklarını ve gelişmiş Avrupalıların onları yok etmeleri veya sömürmeleri gerektiği
fikrini ortaya attı.
Bu gaddarca fikir, Afrika ve Asya topraklarını sömüren Avrupalılar için kendi sömürgeciliklerini meş-
Charles Darwin (1809-1882)
rulaştırmışlardır. O devirde, İngiltere sömürgecilikle
süper güç olmuş ve bir ingiliz olan Darwin de kendi
devletinin yaptığı zulümleri, soygunları ve ahlaksızlıkları temize çekecek ve meşrulaştırmıştır.
Saadet Partisi YİK Başkanı Oğuzhan Asiltürk
2012 tarihli bir TV konuşmasında, Darwin’in Yahudi
olduğunu ve Tevrat’taki ırkçı ifadeleri “ilim” maskesi
altında yayarak Yahudilerin Asyalı ve Afrikalı milletleri sömürmesini meşrulaştırdığını ifade etmiştir.
Bu mevzuya Allah’ın izniyle gelecek ay devam
edeceğiz.
2016
69
Mart
Anne Sözüne Vefa
Hz. Veysel Karani, 555-560 yılları
yıllar arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri Yemen’in Karen
Köyü’dür. Babasının ismi Amir’di
Amir’dir. Kendisinin asıl ismi Üveys Bin Amir-i Karenî’dir. Karen Köyü’nün
bir mutlu seherinde dünyaya gelen küçük
küçü Üveys, Amir’in mütevazı evini mutlulukla doldurur. Dört yaşında iken
babası vefat eder. O, annesinin başka
ba
kimsesi bulunmadığından bin bir güçlükle herhangi bir tahsil
görmeden, semavi dinlere ve kitapl
kitaplara ait herhangi bir bilgisi olmadan büyür.
Üveys büyüdükçe kendisinde doğuştan mevcut olan “Tek Yaratıcıyaya İnanç” hissi de gelişir. O’nu kimse anlamaz, söylediklerine güler, alay ederler. Kendisini anlayan, dinleyen, derdine ortak olan tek insan annesi idi.
Gönlü ulvi hislerle kaynayan ve artı
artık çalışıp annesine bakabilecek çağa gelen genç Üveys, bir iş aramaya koyulur. Sonunda kendisine en uygun işi seçer. Kendisiyle alay eden, kendisini anlamayan insanlardan uzaklaşmak ve
kendi iç dünyasıyla başbaşa kalabilmek için deve çobanlığı yapmaya başlar.
H Muhammed’in zuhur ettiği ve insanları “Hak Din’e” davet ettiği haberidir.
Bu haber Allah’ın son Peygamberi Hz.
h kimsenin irşad ve teşviki olmadan Müslüman olur, İslam’a ve Hz.
Hz. Veysel Karani bu haberi duyunca hiç
Muhammed’e gönülden bağlanır. Anne
Annesine de Kelime-i Tevhid’i bizzat kendisi öğretir.
olunc yüce peygamberin nurlu yüzünü görebilmek aşkıyla yanar tutuşur. Hz. VeyHz. Veysel Karani Müslüman olunca:
arzusu birkaç defa pek sevdiği annesine açarsa da, çok ihtiyar ve âmâ (kör) olan
sel Karani, Allah Resulü’nü görme arzusunu
olma
annesi, kendisine bakacak kimse olmadığından
izin vermez. Hz. Veysel Karani’nin yaşı kırkın üzerine gelir.
yanard
Oğlunun gönlünde patlayan yanardağları
çok iyi hisseden anne, çaresiz; ancak Medine’ye gidip hemen
bula
gelmek, Hz. Peygamber’i orada bulamayacak
olursa teşriflerini beklemeden dönmek şartıyla kendisine
izin verir.
muh
Gönlü Allah aşkıyla, Peygamber muhabbetiyle
dolu olan Hz. Veysel Karani, izin alınca durmaz ve Medine yollarına koyulur. Issız vadiler, dağlar, tepeler, kızgın çölleri aşar ve Peygamber beldesi Medine’ye ulaşır. Hz.
Peygamber’in evine giden Hz. Veysel Ka
Karani, Peygamberimizi evde bulamaz. Peygamber Efendimiz o sırada
Tebük Seferi’ndedir. Peygamberimizi bulamayınca
bu
çok üzülür.
Hz. Veysel Karani, annesine verdiği sö
sözü hatırlar. Hz. Aişe (R.A.)’ye “Kainatın Efendisine selamımı söyleyiniz. Cennet sabahlarını andıran mübarek yüzl
yüzlerini doya doya görmek isterdim. Lütfen, içimin aşk-ı Muhammed’i
(S.A.V.) ile yandığını, gönlümün bitmez niyazını bildiriniz.” diyerek ayrılır ve tekrar Yemen yolunu tutar.
Ai
Peygamber Efendimiz seferden dönünce Hz. Aişe’ye
şöyle hitap eder:
“- Ya Aişe, evimize hangi ulu kişi geldi? Bu Rahmani
R
kokular, bu İlahi lezzet nedir?
Ey Allah’ın Resulü; Yemen Oymağı’ndan Karen
Ka
Köyü’nden Üveys adında bir zat sizi ziyarete geldi. Mukaddes cemâlinizin bağrı yanık aşıklarındanmış. Zat-ı âlinizi bulamayınca
bul
çok üzgün bir halde ayrıldı. İşte o adam gittikten sonra evin içinde
bu ulvi kokuları hissettim.
Bir müddet sonra Mescid-i Nebevi’ye geçen Rasulullah, sahabelerine seslendiler;
“Bana Yemen tarafından rahmani kokular geliyor. Şüphesiz
tabii’nin en hayırlısı Üveys’tir.”
Resulullah son hastalıklarında Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Aişe’ye vasiyet buyurdular:
“Benden sonra arkamdaki hırkamı, Üveys’e veriniz.”
Peygamber aşkı ve anne sözüne vefanın ödülü Hz. Peygamber
Efendimizin hırkası olmuştur.
Saat Neden Geri
Öğretmeni Temel›e sorar:
- Söyle bakalım Temel Amerika›da saatler Avrupa›ya göre neden beş saat geridir?
Temel cevabı bilmese de yine hazır cevaplılığını konuşturur:
-Amerika daha geç keşfedildi da ondan öğretmenum.
Göz Ağrısı
Temel, göz doktoruna gitmiş:
-Doktor bey, ne zaman çay içsam gözlerum ağriyi, ne yapmam lazim.
Doktor da Temel›in gözlerini muayene etmiş ve:
-Çayı içmeden önce kaşığı bardaktan çıkartmanız gerekli, demiş.
BULMACA
Allah’u Teala’nın (c.c) isimlerini aşağıdaki bulmacada bulabilir misiniz?
Bâtın, Müteâlî, Vâlî, Mübdi, Berr, -Muîd, Tevvâb, Muhyî, Müntekım, Mumît, Afuvv, Hay, Raûf, Kayyûm,
Mâlikü’l-Mülk, Vâcid, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, Mâcid, Muksit, Vâhid, Câmi, Samed, Ganî, Kâdir, Evvel, Muktedir, Âhir, Mukaddim, Zâhir, Muahhir.
Cevaplar:1- Çukur 2- Başımın üstünde yerin var 3 - Kontrol kalemiyle 4- Bal-on 5- Islanır 6-Hapse girmektir 7- Lahana çünkü kat kat giyinir.
Adanmış Bir Ömür
Yusuf DAŞTAN
Çok kıymetli Hacı Yusuf Ağabeyimiz hakkın rahmetine kavuştu,
Allah rahmet eylesin, mekanını cennet etsin.
Bu yazıyı kaleme almadan önce YUSUF AĞABEY’i tanımlayacak en özlü
ifadenin ne olacağını çok düşündüm ve ADANMIŞ BİR ÖMÜR, aklıma geldi.
Herkes çok iyi bilir ki, kendisi ÖRNEK BİR HAYAT SÜRMÜŞTÜ, TAM TESLİM OLMUŞTU, ÖMRÜNÜ, AİLESİNİ, ÇOLUK ÇOCUĞUNU, VARINI YOĞUNU, HER ŞEYİNİ RABBİNE ADAMIŞTI.
O’nun için, inancı, bağlı bulunduğu kapı, hayatta her şeyin üzerindeydi.
Ömrünü bu yolda sarf etti, hiçbir fedakarlıktan çekinmedi.
Okumakta olduğunuz bu dergi için bile, ilk yayınlamaya başladığı günlerde KAPI KAPI DOLAŞIP ABONE YAPMAK
İÇİN UĞRAŞMIŞ, EMEK SARF ETMİŞTİ.
HAK DAVA İÇİN MÜCADELE ETTİ, YAZ-GÜZ, KAR-KIŞ, DEMEDEN MALINI MÜLKÜNÜ HARCADI, FAKİRE FUKARAYA, YETİME, DARDA KALANA, HASTALARA VELHASIL HERKESE YETİŞTİ, BU UĞURDA ELİNDEN GELENİ
YAPTI, UYKUSUZ KALDI, YORGUN DÜŞTÜ, KOŞUŞTURDU, DİDİNDİ.
Yokluğunu hissetmemek, elbette mümkün değil, Zira HER HAYIRLI İŞTE, DÜĞÜNDE, CENAZEDE, HASTA ZİYARETİNDE BULUNUR, HERKESİ HAYRA TEŞVİK EDERDİ. İkramda bulunmayı, yedirmeyi içirmeyi çok severdi.
Güzel giyinir, güzel konuşur, edebe erkana riayet eder, hakkı ve sabrı tavsiye ederdi. Çok çileler çekti, çok çeşitli acılar
yaşadı, ancak hep sabretti ve bunların, Rabbinin bir imtihanı, kuluyla alışverişi olduğunu, hiç unutmadı.
En son yakalandığı amansız hastalıkla mücadelesiyle de kendisini tanıyan herkese örnek olmuştur. Rabbine hiç isyan etmediği gibi, sabrı, şükrü
ve zikri dilinden hiç bırakmamış, o halinde bile gelen ziyaretçilere nasihatta
ve ikramda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Muhterem Ağabeyimiz, yiğit bir insandı, Hakka yürüyüşü de yiğitçe
oldu. Şifası mümkün olmayan hastalık nedeniyle vefat eden kişilerin şehit
olacağı herkes tarafından malum. Esasen, henüz hayatta iken vefatından
önceki günlerde, kendisinin şühedaya dahil olacağı, keşfi açık dostlarımıza
gösterilmişti zaten.
Şüphesiz, kendisinin yerinin doldurulması mümkün değil, çok sevdiğimiz Yusuf Ağabeyimizden ayrıldığımız için hüzünlüyüz, ancak O’nun dünya imtihanını başarıyla tamamladığı için de çok sevinçliyiz.
Hakkında yazılacak çok şey var aslında, ancak kelimeler kifayetsiz.
Rabbim mekanını cennet derecesini ali etsin, nur içinde yatsın, Rasullullah
Efendimize komşu etsin inşaallah. Geride kalan muhterem aile efradına,
yakınlarına, sabrı cemil ve hayırlı ömürler diliyorum.
Üzerimizde çok hakkı vardır, O’nu, her zaman hayırla anmak ve kendisine dua etmek boynumuzun borcudur.
Merhumun ruhu için üç ihlas ve bir fatiha.
Download