Yiğit Can Çaylı 21300668 İki Kıtanın Ortak Güzelliği İnsanlık tarihi boyunca ne kadar çok savaş yapılmış ne kadar çok anlaşmazlık yaşanmış insanlar arasında değil mi? Sanki birbirimizden üstünmüşüz gibi üstünlük yarışına girdik, sanki sonsuza kadar yaşayabilecekmiş gibi dünyaya hakim olmak istedik. Öyle ki insanoğlu ilk önce ölümsüzlüğü istedi, daha sonraysa sonsuz parayı. İşte bu iki cümle her birimizin içinde olan açgözlüğün birer kanıtıdır. Bu açgözlülük ise dünya üzerinde sağlayamadığımız huzurun bir numaralı katilidir bana göre. Oysa çokta zor olmasa gerek, birarada yaşamak ya da farklılıkları sevmek. İstanbul örneğin, insanlığın her bir farklılığını içinde barındıran o karışık şehir bana göre farklı olanların da bir arada yaşayabileceğinin en güzel kanıtıdır. Kaldı ki Asya ve Avrupa’yı bir araya getiren bir şehirden de bu beklenmelidir öyle değil mi? Friedrich Schrader’in adlı kitabında yüz yıl önceden bahsettiği gibi, ülkeler de, şehirler de çeşitlilikleriyle güzeller ve ne kadar çeşitli olurlarsa, o kadar çok seviliyorlar. Eğer bir Alman gazeteci evinden kilometrelerce uzakta, evinden bir şeyler bulmasaydı aşık olur muydu İstanbul’a. İşte söylemek istediğim bu. Eğer bir şehir farklı ırkları, dinleri, dilleri, yaşam tarzlarını barındırabiliyorsa, o şehir başka insanlarca da yuva kabul edilir ve benimsenir. Ancak, günümüzde bu farklılarlar yukarıda da bahsettiğim açgözlülüğümüz yüzünden bir tehdit olarak gösteriliyor. Ne demek şimdi bu? Bizler farklılıklarımızı zenginlik olarak adlandırmalıyken, savaşlardan menfaat sağlayan devletler bu farklılıları kullanarak bizi birbirimize düşman ediyor. Yoksa bir zamanların gözdesi Mezopotamya’da bu denli büyük ve arkası kesilmeyen savaşların çıkması normal görülemez. Irklarının, dinlerinin ve dillerinin farklı olmasına tahammül edemeyen insanlar yüzünden masumlar sefil bir hayat yaşıyor. Peki birbirimizi sevmemiz için aynı değerlere, aynı geçmişe veya aynı Tanrı’ya mı sahip olmamız gerekir? Elbette gerekmez, ancak çevremde öyle diyaloglar, öyle anılar duyuyorum ki inanasım dahi gelmiyor. Örneğin, Türkiye’de yaşadığımız malum terör olayları nedeniyle Kürt kökenli insanlara karşı kötü gözle bakma konusu, hepsine hain, terörist gibi yakıştırmaların yapılması. Doğu bölgemizde yaşadığımız ve canımızı sıkan bir terör gerçeği vardır elbette, ancak bu sorunun sadece bir ırkla diğer ırkın kavgası olarak görmek büyük bir haksızlıktır bana göre. Bu insanlar nereli olduklarını söyleyemez hale geliyorlar, utandıkları için değil, karşısındaki insanın vereceği tepkiden çekiniyorlar. Ne kadar saçma değil mi bir şehirde doğuyorsunuz hiçbir şeyden haberiniz yok ama o şehirde yaşananlardan siz sorumluymuşsunuz gibi davranıyor insanlar. Aynı şekilde dinler de insaların arasına bir duvar örüyor bana göre. Gerçekliğini kimsenin bilmediği, belki de tamamen uydurma olan kitaplar serisi insanların kimliği haline geliyor. Hiç unutmam bir komşum, kendisi dindar bir Müslüman, sakal kesiminden tutun da, nasıl yemek yiyeceğine kadar her yaptığı harekette Hristiyan’lara benzememeye çalışıyordu. Düşünsenize böyle bir insan bir gayrimüslimle nasıl aynı mahallede yaşayabilir? Nasıl olur da bir gayrimüslime komşum diyebilir? Nasıl dost olabilir? Olamaz tabi ki, çünkü bunların olması için her şeyden önce bizler doğmadan önce verilen kimliklerimize körü körüne sarılmamamız ve farklılıkların insanları ayırmasını değil birleştirmesini sağlamamız gerekir. Çünkü ancak farklı parçalarımız birleştirirsek bir bütün olabilir, tıpkı bir pazılın parçaları gibi. Bırakalım farklı bayraklar yanyana dalgalanabilsin ama hiçbiri diğerinden daha yükseğe çekilmesin. Bırakalım ezan sesi, çan sesine karışsın ama hiçbiri bir diğerinin sesini bastırmasın, işte bunları yapabildiğimiz zaman yüz yıl önce Alman gazeteci tarafından yazılmış bir gezi yazısı, bir üniversite öğrencisine ayrımcılığı değil bütünlüğü çağrıştıracak. Umarım çok yakındadır bu günler.