RTÜK ve Sansür

advertisement
Gazetemizin
19. Sayısı da
Sansürlendi
GAZİ'NİN KATİLLERİNİ
İSTİYORUZ
Gazetemizin 27 Şubat günü çıkan 19'uncu sayısı
İstanbul Devlet Güvenlik Mankemesi'nce sansürlendi.
Gazetemizin 19. sayısı neden sansürlendi. Bunu
anlamak için sansürlenen yazılara bakmak yeterli. 19.
sayımızın sansürlenen yazıları şunlardır: 3 ve 4'üncü
sayfalardaki "Ne Seçimler, Ne Yeni Hükümetler, Ne
Reform Demagojileri, Ne Katliamlar, Ne Darbeler, Ne
Terör Hiçbir Şey Kurtuluş Mücadelesini Durduramaz
Halk Kazanacak"; 14'üncü sayfadaki "Avukatlara Polis
Terörü"; 15'inci sayfadaki "Abdullah Öcalan Yalnız
Değildir"; 16-17-18-19'uncu sayfalardaki "Gazi
Katliamı 4. Yılında Katilleri İstiyoruz!"; 29'uncu
sayfadaki siyasi tutsakların ortak yaptığı "Basın
Açıklamasıdır Halklarımıza"; 30'uncu sayfadaki
Kürdistan'da Tek Yol Devrim köşemizde yayınlanan
"Gerçekleri Tersyüz Edemezsiniz"; 31 ve 32'nci
sayfalardaki "Kendi Ülkelerinde Kürt Halkının
Örgütlenmesini Yasaklıyor, Gösterilerine Saldırıyor,
Sonra 'Kürtlere Haklarını Verin' Diyorlar! Öcalan'ı
Oligarşiye Teslim Edenle ^mdi Adil Yargılanmasını
İstiyorlar emperyalizm İkiyüzlüdür."
Çok fazla söze gerek olmadığını düşünüyoruz.
Seçimlerle, reform aldatmacalarıyla halkı kandırmaya
çalışan; katliamlarla terörle halkı sindirmeye çalışan
oligarşidir. Gazi'de halkı katleden, katillerini aklayan
Susurluk devletidir, halkın yanında; onun sesi olan
biziz. Tüm ikiyüzlülüğü ile halkların kanını emmeye
devam eden, ülkemiz egemenlerinin, işbirlikçilerinin
patronları emperyalistlerdir, biz ise emperyalizmin
ebedi düşmanlarıyız.
İşte 19. sayımızda sansürlenen yazıların nedenleri
...Yeterince açık ve net... Yazılarımız emperyalizmin
işbirlikçisi Susurluk devletini ve onun savunucusu
savcıları rahatsız etmektedir, sansürler bundandır.
19. sayımızı çıkarlarına ters geldiği için
sansürleyenleri protesto ediyor ve gerçekleri
yazmaya devam edeceğimizi herkese ilan
ediyoruz.
İÇİNDEKİLER
SİNDİRME POLİTİKALARI ...................3-4
8 MART ...........................................20-23
BU TARİH BİZİM...........................33
KATİLLERİİSTİYORUZ...... . . . . . . . . . . . 5'-8 YOLDAŞLAR Bİ?J ÂŞ:xl.............. ........23 SEÇİM OYUNU............. 34-35
16 MART. .....................................9-/0 KÜRDİSTAN-4 .......... ................24-27 DÜZEN PARTİLERİ (CHP)......36-40
RTÜK VE SANSÜR.............................// KÜRDİSTAN .................................. 28 HALK GERÇEĞİMİZ........
41-42
TELEVİZYONLAR....................... 12-13 TEK YOL DEVRİM. ...........................29 DEVRİMCİ YAŞAM.........
43
HABER-YORUM.........................14-16 MGK HALKA SALDIRIYOR................. 30 ÖĞRENİYORUZ, ÖĞRETİY
44-45
İŞÇİ-MEMUR .................................17 ULAŞ BARDAKÇI. ............................ 31 YURTDIŞI ................... .......46
ÖZGÜR TUTSAK. .......................18-19 KAYIPLARIMIZ, .............................32 GÖRÜNEN KÖY................ ... 47
- Sayı 20/5 Mart 1999
GÜNDEM
KURTULUŞ -4
Susurluk, yalnızca ne Türkbank yolsuzluğu, ne de bir kaç çetedir;
Alanda o günkü vahşeti tüm çıplaklığıyla gösteren bir resim yok bugün elimizde. Ama yine de o tabloyu gözümüzün önünde canlandırmak çok zor değil...
Beyazıt meydanı. Meydanda bombanın
açtığı bir çukur; çukurun etrafi kan kızıl.
Ölüler ve yaralılar... Bizim ölülerimiz ve
bizim yaralılarımız... 20 yıl önceydi.
Bombayı atanlar hala cezalarını bulmadılar.
Sorulmayan bir hesaptır hala 16 Mart.
Sandalyede öylece kalakalmış. Kan sakalından sızıyor. Masanın üzerinde yarımlanmış bir çay bardağı. O da öylece
kalmış. Halil Dede bu. Gazi katliamındaki
ilk ölüm. Bizim ölümüz.
Alelade bir tahta salın üzerine yatırmışlar onu. Sal kalabalığın elleri üzerinde
taşınıyor. Salın üzerinde Gazi ayaklanmasının şehitlerinden biri taşınıyor. Gazi sokakları kan içinde. Bizim kanımız. Gazi
sokakları yaralılar ve ölülerle doluyor. Bizim yaralılarımız ve ölülerimiz.
Evin bir odasına toplanmış cesetleri.
Yanyana dizilmişler, ellerinin yanına
mutlaka silahlar konmuş... Savcı basını
içeriye alıyor, flaşlar patlıyor... Veya dağda, kırsal alanda, yanyana dizilmiş cesetler... Yanlarındaki silahlar uzun namlulu
bu kez... Yerde yatanlar bizim ölülerimiz.
Gazi'yi anacağız önümüzdeki günlerde. Hemen ardından 16 Mart'ı.
Ölülerimiz için birleşmeliyiz.
Ölülerimizin, akan kanımızın hesabını
sormak için birleşmeliyiz.
Devrimciler, demokratlar, ilericiler,
devrimci demokrat sendikalar, odalar,
Gazi ve 16 Mart'ta alanlarda katillerin yakasına yapışmak için birlikte olmalıyız.
Dökülen kanın, katledilen canların
hesabını sormaya çağırıyoruz.
Bu çağrı yalnız devrimcilere, demokratlara değildir.
Bu çağrı insanım diyen herkesedir.
BU KATLİAMLARA KARŞIYSAN,
HALKIN KANININ DÖKÜLMESİNE
KARŞIYSAN
SUSURLUK DÜZENİNE KARŞIYSAN,
SEN DE KATIL PROTESTOLARA.
HESAP SORMAYA SEN DE KATIL.
Bu sömürü üzerine kurulu düzen, yaşam hakkımızı elimizden almıştır.
Faşist teröre karşı can güvenliğimiz
için katılalım anmalara.
Katledilenlerimizin hesabını sormak,
halkın borcudur.
AKAN KAN BİZİM
Susurluk işte 16 Mart'tır, Susurluk
Gazıdır
Susurluk a karşı olmak 16 Mart Gazı
katliamlarına karşı olmaktır
16 Mart a Gazı ye karşı olmayanlar
Susurluk a karşı değillerdir
GAZİDE 16 MARTTA HALKIN OF
KESİNE PROTESTOSUNA HESAP SOR
MASINA KATILMAYANLARIN SUSUR
LUK KARŞITLIĞI SAHTEDİR IKIYÜZ
LUCEDIR KORKAKCADIR
Ve korkunun ecele faydası yoktur
dır
Sustukça daha çok terör estirecekler
Korktukça daha çok katledeceklerdır
Hesap sormadıkça daha çok kanımız
akacak
16 Mart ve Gazı Susurluk Devleti ilin
bin operasyon undan ikisidir
Katliamların düzenleyicileri ısım ısım
bellidir ve hala ortalıkta dolaşmaktadır
lar
Hala yeni katliamlar peşindedirler
Devlet çetelere savaş açan hükümet ler
aradan onca zaman geçükten sonra
nihayet Susurluk u gündemine alan
MGK çetelere soluk aldırmayacak polis
ve MlT hepsi katillere dokunmayarak bu
katliamları savunduklarını göstermekte
katliamların sorumluluğunu üstlenmek
tedırler Bu tavırda Katillere dokunma
yız onlar bizim adamlarımızdır yine kat
lederız mesajı vardır
Oligarşinin halka karşı surdurdugu sa
vaşın açık ilanıdır bu
lır:
Bir savaş ilanı karşısında iki şey yapıYA KAÇILIR, YA SAVAŞILIR!
Gazi ve 16 Mart katliamlarını protesto
etmeye, hesap sormaya katılıp katılmamak, kaçacak mıyız, savaşacak mıyız sorusunun cevabı olacaktır.
SUSMAYALIM!
KORKMAYALIM! HESAP
SORALIM! KATİLLERİ
İSTEYELİM!
Savaşmak zorundayız.
Akan kanımızın hesabını sormak için,
katillerden hesap sormak için, ama bunlardan daha fazla, bu ülkenin bağımsız,
demokratik bir ülke olabilmesi için alanlara çıkmak, savaşmak zorundayız.
Değilse, yani savaşmazsak, bağımlı,
çetelerin kol gezdiği, her köşesinde zulmün estiği bir ülkenin, boyun eğmiş,
onurunu, haklarını, can güvenliğini savunmaktan vazgeçmiş, zavallı, kölece, sefilce yaşayan vatandaşları oluruz.
BİRLEŞMEKTEN VE SAVAŞMAKTAN
BAŞKA YOL YOKTUR.*
GAZİ KATLİAMI-
Sayı 20/5 Mart 1999 -
Unutmadık,
KATİLLERİ
unutmayacağız İSTİYORUZ
Affetmiyoruz,
Affetmeyeceğiz
G
azı Katliamının .üzerinden
tam4yıl geçti. Katiller hala
ortada yok. Dört koca yıl ne
demek? Kaç hükümet
değişti? Biri geldi biri gitti, ama
değişen yine bir şey yok. Katiller
çıkarılmıyor ortaya. Saklanıyor,
korunuyorlar.
Dört yıl boyunca durmadan
haykırdık.
Katilleri istiyoruz dedik. Sesimize
kulak veren olmadı. Her Gazi
anmasında binlerle, onbinlerle
yürüdük, katilleri
Göstermelik olarak tutukladıları üç-
beş katili de tek tek serbest
bıraktılar. Bir katil kaldı içerde, onu
da çok geçmez bırakırlar.
Tam dört yıl oldu.
Hani nerede adalet?
Dört yıldır meydanlardayız.
Dört yıldır davamızın eşinde
mahkemelerdeyiz.
Artık gördük ve anladık ki, Bu
düzende adalet yoktur. Bu
düzende hak hukuk yoktur.
Adalet bu düzende sağlanamaz.
Asla unutmayacağız. Asla
affetmeyeceğiz.
Bir ülke adaletsiz olmaz. Bir
halk adaletsiz olmaz. Adalet
istiyoruz, katilleri istiyoruz.
Akan kan bizim, alınan can
bizim.
Gencecik fidanlarımızı
katlettiler. Kızlarımızı,
kadınlarımızı katlettiler.
Karnında iki aylık bebesi olan
gelinimize kıydılar.
Onca çoluk çocuğumuzu yetim
koydular.
KATİLLERE
KARŞIYIM
DİYENLER;
ONURUMLA,
NAMUSUMLA
YAŞAMAK
İSTİYORUM
DİYENLER;
DAHA FAZLA
SÖMÜRÜLMEK,
HORLANMAK,
AŞAĞILANMAK
İSTEMİYORUM
DİYENLER;
Ama kâfİller hala
ortada yok! Adalet
hala yok!
Katillere dava
açmamak için çok
uğraştılar.
Unutturmaya
çalıştılar.
Utanmazca,
ahlaksızca
katledilen, kıyıma
uğrayan Gazi
halkını suçlu ilan
edip halka dava
açtılar.
Yargılanması
gerekenler, suçlu
olanlar Gazi
halkını
yargılamaya kalktı.
Başaramadılar.
Bu kez
göstermelik
olarak açmak
zorunda kaldıkları
Gazi davasını il il
kaçırdılar. Bıkmadık usanmadık,
peşini bırakmadık.
Katilleri istedik.
Ülkenin bir ucuna Trabzon'a
sürdüler davayı.
Davaya katılımımızı engellemek
için tehdit ettiler. Otobüslerimizin
yolunu kestiler. Gözaltına alındık.
Kontrgerillanın beslemeleri faşist
itler tarafından arabalarımız
taşlandı, yakılmak istendi.
Yılmadık. Vazgeçmedik.
Katilleri istedik. Adalet istedik.
Yıllardır süründürüyorlar davayı.
Hu nasıl devlet?
Gördük ve anladık ki,
Bu ülke çetelerin zulmü altında.
Anladık ki,
Bu devlet bizim devletimiz
değil.
Adaletin çarklarım hak için,
halk için döndürecek bir ülke
istiyoruz.
Bağımsız, demokratik bir ülke
istiyoruz.
Böyle bir ülkede insanca
yaşamak istiyoruz.
Kim çok görebilir bunu bize?
Bu düzenin adaleti katilleri,
işkencecileri,
sömürenleri, zülüm edenleri korur.
Katlettim diyenler, 1000 operasyon
yaptık diyenler elini kolunu
sallayarak dolaşır. Milletvekili, ağa,
paşa, bey olurlar.
İşte Gazi davası ortada. Her şey
çok açık. Katlettirenler, kendi
emirleri altındaki katilleri ortaya
çıkarmak, yargılamak istemiyorlar.
Bunu kabullenenleyiz.
Unutmamızı ya da affetmemizi
boşuna beklemesinler.
Onların analarının, babalarının
katillerini bulmak hesap sormak
boynumuzun borcudur.
Han, hamam istemiyoruz.
Para pul, milyarlar, trilyonlar
istemiyoruz.
Adalet istiyoruz.
Katilleri istiyoruz.
Akan kanımızın, alman
canlarımızın hesabını istiyoruz.
Dört yıl oldu;
Bu nasıl ülke? Bu nasıl adalet?
KATİLLERİ İSTİYORUZ
Katilleri istemek
zorundasınız.
Adalet istemek
zorundasınız.
Gazi katliamının hesabını
sormak zorundasınız...
Sormayanlar, katilleri
istemeyenler bu düzenin
onursuzlaştırmasına,
adaletsizliğine boyun eğiyor
demektir.
Kendini onursuzluğa layık
görüyor demektir.
Gazi'nin katillerinin bulunması,
hesap sorulması hepimizin
sorunudur.
12 Mart'ta bu hesabı hep birlikte
soralım.
Onurumuz ve namusumuz için,
Hak ve adalet için
Hep birlikte haykıralım.
KATİLLERİ İSTİYORUZ!*
- Sayı 20 / 5 Mart 1999
GAZİ KATLİAMI
KURTULUŞ 6
Onur ve Namusları İçin,
Hak ve Adalet için Şehit Düştüler...
Katillerini İstiyoruz
büyümüştü Sezgin. Yoksul ailesinin geçimine
katkıda bulunmak için daha ilkokul yıllarından
itibaren çalışmaya başladı. Devrimci düşüncelerle
ilk kez abisi vasıtasıyla tanıştı, sonra da Devrimci
Solcu'larla. 1991'de artık düzenli bir Mücadele
okurudur. Küçükköy Endüstri Meslek Lisesi'ne
başladığında DLMK'lılarla birliktedir. Fedakar,
özverilidir Sezgin. Cesur ve ataktır ama
devrimciliği sadece eylemlere katılmak olarak
görmez. Genç yaşında bir örgütleyişidir aynı
zamanda. 14-15 yaşından sonra Cephe'nin bütün
gösterilerinde vardır.
Abisi şöyle diyor O'nun için: "Hareketine,
devrime, mücadeleye çok bağlıydı. Onların
mezarlarını her zaman ziyaret eder, karanfil götv
nıt
düşmeden önce de yapmıştı bunu. Üzerinde
para olmadığı için hepsine karanfil alamadıysa
da hepsini tek tek ziyaret etmişti... Gittiği her yere devrimin havasını
götürürdü. Mücadeleyi anlatırdı. Örgütünü anlatırdı. Bu konuları konuşurken
çok ciddi olurdu. Güler yüzlü ve sıcaktı."
Şehit düşmeden önce en büyük isteği SPB'li olmaktı. Kendini buna
hazırlıyordu. Bunu gerçekleştiremedi ama O bir savaşçıydı. Savaşçı gibi
düşünüyor, savaşçı gibi davranıyordu. Ayaklanmada, "Hedef karakol" diyerek
yürüyen kitlenin en önündeydi. Barikatlarda en öndeydi. Polisi taşlarken en
öndeydi. Vurulup düştüğünde elinde hala taş vardı.
"... Ben halk için canımı feda ederim, vatanım için canımı feda ederim'
derdi. Halk için 'benden sonra yetişinler rahat etsin' derdi.... 'Ben devrimciyim,
devrimciler halkı için her an ölebilirler'derdi." (Annesi)
Evet, dediği gibi yaptı Sezgin. Halkı için öldü. Şehit düşerken bile son
nefesinde devrime inancını, örgütüne ve halka bağlılığını kanıyla çarşafa
Devrimci Hareket'in adını yazmaya çalışarak bir kez daha gösterdi.
HASAN GÜRGEN; Şehit düştüğünde
26 yaşındaydı. Sivas'ın Zara ilçesinde
doğmuş, askerliğini yaptıktan sonra
İstanbul'a gelmişti. Bir süre sonra Gazi
Mahallesi'nde bir arsa çevirerek kendine bir
gecekondu yapmaya başladı.
"Hasan, ekmek ve barınacak bir ev için
çalışıyordu. O yoksul bir emekçiydi. Güler
yüzlü, sakin ve kendi halindeydi. Ancak son
zamanlarda çektiği acıların nedenlerini
yani düzenin kokuşmuşluğunu anlatmaya
başladığımızda, bize ilgisiz kalmadı... Biz
ona doğruları anlattıkça o da bize daha
fazla destek vermeye başladı. Dergimizi
okuyordu. Maddi olarak durumu kötü
olmasına rağmen bize para yardımı da
yapmaya başlamıştı."(Cepheli bir arkadaşı)
Saldırıyı duyduğunda koştu Hasan. Yılların ezilmişliğinin öfkesi fırtınaya
dönüşmüştür. İşte düşman karşısmdadır. Cephelilerle, halkla birlikte yürür
Hasan.
Yürür ki ne yürür. Nasırlı emekçi ellerinde keser, sıçrar panzerin üzerine.
Yanında kendisi gibi şehit düşecek olan Ali Yıldırım ve bir yoldaşı daha vardır.
Vurur ki ne vurur. Milyonların gücü kollarındadır sanki.
Panzer kımıldanır. Su sıkmak ister kitlenin üzerine. Ama nafile...
Hasan gururlu, Hasan mutlu.
Soma kahpe kurşun gelir onu da bulur. Gömleği kızıl kan içindedir. Akan
her damla kanla biraz daha özgürleşir vatan.
ALİ YILDIRIM; Sivas Hafik'lidir. Ailesi yıllar
önce Sivas'tan gelip başka bir gecekondu bölgesi olar
Okmeydanı'na yerleşmiştir.
22 yaşındaki Ali Yıldırım Bağcılar Endüstri Meslek
Lisesi'nden mezun oldu. 1991-92 öğretim dönemi
içinde Liseli DEV-GENÇ Bağcılar-Bakırköy bölgesi
ilişkileri içinde yer aldı. Sivas katliamı olduğunda
Okmeydanı'nda öfkenin dile getirilebilmesi için
koşturmaktadır. Yapılan yürüyüşlerde en öndedir. Ya
güvenliktedir ya da yine en önde pankart
taşımaktadır.
Gazi katliamı
duyulduğunda
FADİME BİNGÖL; Gazililerin Fadime ablasıydı. 1955'te Kars'ın Hınık ilçesi
Güneşgören köyünde doğmuştu. Yoksul bir ailenin kızıydı. Gençliğinde zenginlerin
tarlalarında, bağlarında gündelikçi olarak çalıştı. Okul yüzü göremedi. 1973'te
Trakya'ya göç ederek burada bir un fabrikasında çalışmaya başladı. Sonra 74'te
Gazi'ye geldi. Devrimcilerle tanıştı. Ancak ilişkide olduğu hareket 12 Eylül'den
sonra cuntaya karşı mücadele etmeyince ondan uzaklaştı. Halkımızın
paylaşımcılık, yardımseverlik gibi birçok olumlu özelliği onda somutlanmıştır.
Saftır, vefalıdır, sevdiklerine bağlıdır. 88'de gecekondu yıkımlarına karşı mücadele
içinde DEMKAD'lılarla tanıştı. 89'a kadar DEMKADlılarla birlikte; 89'dan sonra
ise Gazi'deki mahalli çalışmanın içindedir. Evini, sofrasını ardına kadar
devrimcilere açtı.
"Ablam onurlu bir insandı. Devrimci ruha, devrimci yapıya sahip, inanan
biriydi. Belki savaşçı değildi ama devrime inanmıştı. Cenazelerimizi kaldırırken,
bu düzenden, katillerden hesap soracağımız haykırıyorduk birlikte." (Kardeşi)
Gazi'ye saldırıldığını duyduğunda yerinde duramaz.
"O gün bütün herkesi telefonla aradı, 'Gazi'de halk katledildi, gelin'diyordu...
Sonra gitti o gece. Yürüyüşe gitmiş. Ertesi sabah yeniden geldi. Kızları ve beni de götürmek istedi. Ben
hastaydım. Sonra onun da gitmesini istemiyordum. Tartıştık... 'Siz geliyor musunuz, gelmiyor musunuz'diye
sordu sonra. Gelinimizle birlikte çıktı. Fadime çok öfkeliydi. Arkalarından 'elinizde silah yok, bir şey yok'diye
seslendim. 'Korkaklık yapıyorsunuz, gelmeyin. Yarın sizi de vururlarsa aklınız başınıza gelir o zaman'dedi.
Arkasına bakmadan gitti. Arkasından bir sürü insan gitti. Sonra dayanamadım, ben de gittim. Baktım
yanında başka kadınlar da var. Elele tutuşmuşlardı. Bilerek vurdular yavrumu... Halkını sevdiği için
öldürdüler. Herkes de onu tanırdı, onu çok severlerdi. Bildiler de vurdular..." (Annesi)
AKAN KAN BİZİM
birilerinin
ondan bir şey
istemesine gerek
kalmamıştır.
"...Okmeydanı bölgesine geldik.... O an toplam
50-60 kişi kadardık. Ali de aramızdaydı.
Okmeydanı çevresinde slogan atarak yürümeye
haşladık. Hep bir ağızdan 'Halkımız Saflara'diye
bağırıyorduk. Ali'nin sesi hepimizden gür
çıkıyordu. Halkımız bizleri yalnız bırakmadı. O
küçük grup hızla binlerce olduğunda Ali bizimle
birlikte en öndeydi. Ali Okmeydanı bölgesinin
insanlarıyla beraber polis barikatının karşısında
askerle göğüs göğüse olduğumuz sırada, polisin
panzerlerine çıktı. Panzerin üzerindeki diğer
arkadaşlarımızla beraber elindeki çekiçle bütün
öfkesiyle vuruyordu... tik başta elinde sopası vardı.
Sonra çekiç bulduğunu gördüm. Ali'yi o sırada vurdular...
Ali'yi düşman sürüklüyordu. Ama yine de aldık onların
elinden. Ali şehit düşmeden önce zafer işaretleriyle
hepimizi selamlarken, adeta davaya bağlılığını
haykırıyordu. Can dostumuz, yoldaşımız Ali'yi hiç
unutmayacağız. Onu Okmeydanı halkının " (Cepheli bir
arkadaşı)
7
KURTULUŞ -
MEHMET
GÜNDÜZ; 1958 Erzurum
doğumludur. Üç çocuğu vardır.
İstanbul'a gelmeden önce
Gölcük'te üç yıl kapıcılık yapar.
Sonra İstanbul'a gelerek Eyüp
Belediyesi'nde işe girer. Ancak
sigortasını yapmadıkları için
işten ayrılır. İnşaatlarda çalışmaya
başlar. Cephelilerle tanışır ve
Cephe taraftan olur. Yeni bir
dünyayı, mücadeleyi tanımaya
başlamıştır.
"Mehmet çok iyi bir
insandı... Nasıl anlatayım.
Mehmet çok duyarlı birisiydi.
Mesela biz beraber çalışıyorduk. O eve benden erken
geliyordu. Geldiğinde yemekleri yapıyordu, çocuklara
bakıyordu. İyiydi, çok iyiydi. Onu Gazi'ye götüren de hu iyi
kişiliği oldu. Haksızlıklara hiç dayanamazdı. Öfkelenirdi
hemen... Derneğe gitmezdi ama ben onu gazeteyi okurken
görüyordum. Komşular getirdiğinden beri Kurtuluş
gazetesi okuyordu. Eline alınca saatlerce okuyordu. (...)
Herkes severdi onu. Komşularımız ona çok güvenirdi. Yani
saygı sevgi o kadar ki, birisine kapı açılınca ne yapacağını
bilmezdi... Hem de çok çalışkandı. Hiç boş durmazdı... Çok
iyi biriydi. Çok iyi..." (Eşi)
Katliamı duyunca ilk anda şaşırır, üzülür ve çok öfkelenir
Mehmet. Eşine "herkes toplanıyor ben de gideyim" der ve
çıkar evden. Ve bir daha dönemez. Yürüyenlerin,
çatışanların içindedir. Nerede ihtiyaç varsa ora\ a koşturur
Gece saat 04.30'da cemevi önünde toplanmıştu kitle O da
oradadır. Bir anda kan içiciler halkın üzerine ateş açaılaı
Panzerden açılan ateşle düşer Mehmet Gündüz.
DİNÇER YILMAZ;
19 v aşında Tokatlı
konfeksiyon işçisi bir
gençtir. Arkadaşları
tarafından sevilen neşeli,
coşkulu biriydi. Faşistlerden
nefret ederdi. Bir keresinde
babasının çalıştığı
kahvehaneye gelen faşistleri
kovarak gösterir bu öfkesini.
Duyarlı bir kişiliğe sahipti.
Cephelilerle tanıştığında
bu duyarlılığı hızla
devrimciliği öğrenme,
kendini geliştirme çabasına
dönüştü. Kısa sürede Cephe
taraftarı oldu. Ayaklanma öncesinde Cepheliler onunla her
gün görüşüyor, savaşa hazırlıyorlardı. Hazırdır buna Dinçcr.
Maddi, manevi her türlü yardımı yapar, olanaklarını
sunardı Cephe'ye.
Her Cepheli gibi o da ayaklanmanın, çatışmaların içinde
alır yerini. Kısa sürede öğrendiklerini hayata geçirir. 13
Mart'ta saatlerce süren çatışma sırasında düşman onu
arkadan vurur. Sırtından aldığı kurşun yarasıyla şehit düşüp
bedeni aramızdan ayrılır. Ayrılan bedendir, anısı, mücadelesi
hep yaşayacak
ZEYNEP POYRAZ; 1970'de Sivas'ın Kangal
ilçesinde doğdu. Daha bir yaşındayken İstanbul'a
göç ederler. 80'li yıllarda tanışır devrimcilerle. Bir
yandan okumakta bir yandan çalışmaktadır. 90'lı
yıllara geldiğinde TÎKB saflarında pratik
mücadelenin içindedir artık. Katliamı duyduğunda
aynı gece oturdukları Sarıyer Derbent
Mahallesi'nden koşar Gazi'ye. Bütün gece direnişin,
çatışmaların içinde yer alır. Ertesi sabah olduğunda
zulme karşı ayaklanan halkla birlikte yine
çatışmaların içindedir. İşte orada kalleş kurşun onu
da sırtından yakalar. Halkımızın bilincinde Gazi
kahramanlarından biri olarak ilelebet yaşamak
üzere bu dünyaya veda eder.
GAZİ KATLİAMI
Sayı 20 / 5 Mart 1999 -
DİLEK SEVİNÇ; Üç çocuklu bir ailenin en büyük kızıdır.
Daha yeni evlidir. Üstelik karnında iki aylık bir can daha
taşımaktadır. Konfeksiyon işçisi bir emekçidir. Baba evi Gazi'dedir
ama evlenince ayrılmak zorunda kalır. Ama hiçbir zaman kopmaz
Gazi'den. Katliamın gerçekleştiği gece de yine Gazi'ye ziyarete
gelmiştir. Katliamı duyar duymaz o da fırlar dışarı.
"Büyük öfkeliydi" diyor babası. "Yani insanlar nasıl oluyor da
böyle olabiliyorlar? Nasıl bu cinayetleri rahatça işleyebiliyorlar?
Hana 'baba cenazeler orada mı?'diye sordu. 'Yok'dedim. Geldiği
zaman da aman kızım bir yere gitmeyesin dedim. Beni kıramadığı
için 'tamam ben eve gidiyorum'dedi. Meğerse orada ayakkabısını
değiştiriyormuş... Gelmişti, burada aşağıda bekliyordu. Baktım
kocasıyla beraber cemevinin önünde."
Sonrasında ise işkenceci katillerin saldırısı vardır. Dilek, önce
kardeşleriyle birlikte polislerin coplarına hedef olur. Sonra
koparlar birbirlerinden. Kardeşi bir süre sonra bir gecekondu
dönemecinde Dilek'in yerde vurulmuş bedeniyle karşılaşıl. Alamazlar yerden, poli«
saldırmaktadır. Sonrasında alındığında ise şehit düşmüştüı.
FEVZİ TUNÇ;
REİS KOPAL; Erzurum Hınıs'lıdır.
Heenüz daha 20 yaşındaydı. Yedi kardeşi
M ,ıı aş Elbistan
daha olan Reis'in ailesi 9 yıl önce
doğumludur. 22
Hzuıum'dan gelmişti Gazi'ye. Reis
yaşındaydı. Ailesi
Büyükçckmccc'dc bir lerlik fabrikasında
1 Ibıslan'dan dokuz ay
işçiydi. Gazi ayaklanmasında
once gelip Gazi'de bir
ayaklanmanın savaşçılarından biri oldu.
konduya yerleşmişti.
Halktır Reis, öfkelidir. Öfkesini gösterir
Askerden geleli daha
düşmana. Postanenin önünde polisi
4 ay olmamıştı. Aile
kovalayanların içindedir. Açılan ateşle
oldukça kalabalık,
Sevgin I'ngin'le biılikte şehit düşer.
çalışabilecek
Onuruna namusuna sahip çıkanların, başı
dulumda olan ise bir
dik düşenlerin içinde yer
tek Tevzi'dir. Babası
felç.lı olduğu için
alışamamaktadır. c
\zı çalışarak ailenin
:c im yükünü omuzlar. Ayaklanmaya koşan heı azılı gibi
Fevzi de koşar halkının yanına. Ve ı.Mnan bu gencecik
fidanı orada katleder. Tunç nesinin temel direğini yıkar.
Babası mezarı başında "Fevzi, Fevzi, Fevzi... da let bu
mudur Fevzi?.. Silahsız insana silah kıhr mı Fevzi?.."
!
diye haykırır. vet, adalet bu değildir, adaleti
uygulamak jjıekir. Akan kanın hesabım, şehitlerin
hesabını >ı mak, kanlarını yerde komamak gerekir.
Mutlaktı L'saj» sorulacak, adalet yerini bulacaktır.
!
MÜMTAZ KAYA;
Erzurum Hıms'lıdır. 22 yaşındaydı.
Alibeyköy'de bir tepenin yamacındaki tek
katlı konduda anası, babası ve 1 yıldır evli
olduğu eşi ile birlikte kalıyordu.
Katledildiğinde askerdi. Evine izine gelmişti.
Saldırıyı duyduğunda O da tereddütsüz
Gazi'ye koştu. Alibeyköy'deki Pir Sultan
Abdal Cem ve Kültür Evi bahçesinde
toplanmaya başlayan halkın arasına karıştı.
öfkeyle
Gazi'ye. 13 Mart'ta yaşanan çatışmaların
içinde şehit düştü. Şehit düştüğünü öğrenen
küçük çocuklar evinin duvarlarına tebeşirle
"Mümtaz Abi, İntikamını Alacağız",
"Mümtazlar Ölmez" diye yazdılar.
Sonra hep birlikte yürüdüler
HALİL KAYA;
Katledildiğinde geride 70 yıllık bir ömür bırakmıştı. Yaşlıydı, çalışabilecek
durumu yoktu. Gazi halkı el uzatmış, bakıyorlardı ona. Cemevinde kendisine
ayrılan bir odada yaşıyordu. Genç yaşlı herkes sever, saygı gösterirdi.
12 Mart akşamı da vakit geçirmek, dostlarıyla sohbet etmek için hemen her
zaman gittiği kahvehanede göğsüne kadar inen beyaz sakalı, bir elinde sigarası
çayını yudumluyordu. Sonra, dışarıdan karanlığın içinden geldi ölüm. Sıkılan
kurşunlardan biri geldi Gazilinin Halil Dede'sini buldu. Parmaklarını arasındaki
sigara, masasının üzerindeki çayı yarım kaldı. Ak sakalı al kana bulandı. Öylece
sandalyesinin üzerinde kalakaldı. Sonra öfke yayıldı o bedenden, Gazi halkının
isyanı oldu.
-KURTULUŞ
- Sayı SO-/ 5Mart 1999
GAZİ KATLİAMI
ÜMRANİYE ŞEHİTLERİ
GENCO DEMİR; Sivas Zara'lıydı. 33
yaşında, üç çocuk babasıydı, istanbul'a 89'da
gelmişlerdi. Tek kolu yoktur Genco'nun. Bu
nedenle çalışamamaktadır. Acıların üzerine yeni
acılar, sıkıntılara yeni sıkıntılar eklenmiştir.
Öfkelidir Genco. 15 Mart'ta Gazi katliamını
protesto eden Ümraniye halkı arasında
tereddütsüz yerini alır. Sağ kolu olmasa da sol
kolu vardır hala savaşacak. O da olmazsa halkına
sevgi, düşmana öfkeyle dolu kocaman bir yürek.
Düşman korkak, namussuz. Çatıların üzerinden
halka ateş açarlar. Açılan ateşle Genco da şehit
düşer.
GECEKONDULARDAN GELİYOR HALK
Tüm Gecekondular
12 Mart'ta Gazi'ye
Akalım, 1995'in 12
Mart'ında Olduğu
Gibi!
İSMÎHAN
YÜKSEL;
Katledildiğinde 52
yaşındaydı. Halkın
katledilmesini ne
demek olduğunu
Maraş'tan biliyordu.
Maraş katliamını
yaşamıştı. Gazi
katliamını
duyduğunda öfkesi
ayağının kırık
olduğunu bile
unutturmuştu ona.
Ümraniye'de ayağa kalkan halkın arasına koştu.
Onyılların Maraş'ın, Gazi'nin hesabını sormak
istiyordu. Düşmanın kahpe kurşunlan onu da
sırtından vurdu. Vurulduğu yerde şehit düştü.
HAKAN ÇUBUK; 22'sindeydi aslen
Erzincanlı olmakla birlikte Bayburt'ta doğmuştu.
Sonra yeni umutlarla İstanbul'a göçüp Dudullu'ya
yerleşmişlerdi. İnşaatlarda çalışıyor, su
tesisatçılığı yapıyordu İki yıldır TİKBÎilerle ilişkisi
vardı. Ekmek kavgasını sınıf kavgasıyla
birleştirmişti. 15 Mart'ta düşmanın üzerine
yürüyenler arasındaydı. Polisin ateşiyle başından
vuruldu. Hastanede tam 15 gün boyunca ölüme
direndi. Ölümü yüreğinde, bilincinde çoktan
yenmişti ama bedeni aynı direnci gösteremedi. 30
Mart'ta şehitler kervanına katıldı.
İSMAİL BALTACI; 40
yaşında üç çocuk babası bir emekçidir. Elektrik tesisatçılığı yaparak 10 kişilik
ailesini geçindirmektedir. Sivas'ın İmranlı ilçesine bağlı Arık Köyü'ndendir.
Ailesi ile birlikte 1970'de Ankara'ya sonra İstanbul'a göçerler. Devrimcilerle
tanışır. 1 Mayıs Mahallesi'nin kuruluş çalışmalarında yer alır. Gecekondu
halkının bir parçasıdır İsmail Gazi'ye yapılan saldırıyı kendisine yapılmış
sayar. 15 Mart'ta saldıran polise karşı gençlerle birlikte taş atmaktadır. 5
kurşun saplanır bedenine. Aldığı yaralarla şehit düşer.
HASAN
PUYAN;
Ümraniye
şehitlerinin en
gencidir. Bingö'llü ve
iki çocuk sahibidir.
Ekmeğini serbest
meslek yaparak
kazanıyordu.
Onurludur, halkını
seven bir insandır.
Diğerleri gibi o da
koşar Ümraniye'de
yapılan yürüyüşe. 30
Ağustos İlkokulu'nun üzerinden halkı ateş
açan katillerin kurşunlarıyla şehit düşer.
YAŞAR AYDIN;
Gazi ve Ümraniye katliamlarının
üzerinden dört yıl geçti. Düzenin
adaletinde cezalandırılan tek bir
katil yok. Önümüzdeki çıplak
gerçek budur.
Peki ne yapacağız? Unutup
sineye mi çekeceğiz, yoksa hesap
sormaya devam mı edeceğiz?
Bu soruya belirleyici cevabı
yoksul gecekondu semtlerinin
halkı verecektir.
Çünkü Gazi ve Ümraniye
katliamıyla asıl sindirilmek
istenen, gecekondu halkıdır.
Yıllardır çok çeşitli biçimlerde hak
ve özgürlük mücadelesinin içinde
olan, kondularını yıkmaya
gelenlere karşı direnişler
gerçekleştiren, bu düzene karşı en
büyük öfkeyi biriktirmiş olan
gecekondu halkıdır.
12 Mart'ta katliamların bizi
sindirmediğini, asla da
sindiremeyeceğini gösterelim.
Gazi, Ümraniye gecekondu
semtlerinin ileri mevzisidir. En
önde döğüşenleridir.
Şunu herkes bilmelidir ki;
oligarşi bu semtleri sindirdiğinde
diğerlerinin üzerine daha büyük bir
şiddetle ve pervasızlıkla gidecektir.
Bir göz kondu yerini elimizden
almak için uygulanmadık şiddet
kalmayacaktır.
Gazi'nin, Ümraniye'nin hesabını
sormak için güçlerimizi
birleştirelim.
12 Mart'ta tüm semtler birer
Gazi'dir; Gazi tüm İstanbul'dur.
12 Mart'ta Gazi'de birleşerek,
gücümüzle, sloganlarımızla,
seçimler nedeniyle semtlerimize
doluşup bizi aldatmaya çalışanlara,
bizi aptal yerine, sürü yerine
koyanlara, artık vaat,
Fedakardır. Hakan Çubuk vurulup düştüğünde hiçbir kaygıya kapılmadan
taksisine atıp hastaneye yetiştirmeye çalışır. Ölmeden yetiştirir Hakan'ı
hastaneye. Tekrar geri döner. Onu da ölüm, dönüşte yaşadığı trafik kazasında
yakalar.
AKAN KAN BİZİM
oyalamaca istemediğimizi, adalet
istediğimizi, hesap sorduğumuzu
ve soracağımızı haykıralım.
Yaşadığımız günler, oligarşini]}
ve uşaklarının, her yerde TürkKürt", "Alevİ-sünni" ayrımını
körükleyip halkımızı birbirine
düşürmeye çalıştığı günlerdir. 12
Mart'ta Gazi'de Türk, Kürt, alevi,
sünni tüm milliyetlerden ve tüm
inançlardan halk birlik olup, bu
oyunlarının tutmadığını,
tutmayacağını gösterelim.
Bugün hemen tüm gecekondu
semtleri, polisin, jandarmanın
yoğun baskı ve kuşatması
altındadır. Sebep aynıdır: Susurluk
sürecinde bizim gücümüzü, bu
sömürü zulüm düzenine, bu çete
düzenine karşı öfkemizin
büyüklüğünü bir kez daha
görmüşlerdir. Bundan dolayı daha
fazla üzerimize gelmektedirler.
Semtimizdeki en küçük bir eylemi
bahane edip yüzlerce evi basıp
yüzlerce kişiyi gözaltına
almaktadırlar. Etiler'de,
Bakırköy'de, Ulus'ta da eylem
oluyor ama orada evler basılmıyor.
Hedefleri tüm halk ve
devrimcilerdir.
12 Mart'ta Gazi'de tüm
gecekonduların yoksul halkı olarak
bu teröre karşı öfkemizi, tepkimizi,
demokratik taleplerimizi
haykıralım.
12 Mart 1995 ve izleyen
günlerde, gecekondu halkı,
Susurluk Devleti'nin katliamına
görkemli bir karşılık vermiştir. Gazi
ayaklanması, Türkiye halklarının
onuru, gururudur.
Gazi şehitlerini anmayı,
ayaklanmamıza layık bir anmaya
dönüştürelim.*
9 _ KURTULUŞ -
16 MART
16 Mart Katliamını
Unutmayalım
Unutturmayalım
"Ortalıkta hiçbir olağanüstülük belirtisi
yoktu. (...) İşletme Fakültesi köşesinde... diğer arkadaşların gelmesini bekliyordum.
Merkez Bina'nın çıkış saati yaklaşmıştı. Kısa bir süre sonra Merkez Bina'ya doğru yürümeye başladık.
Tam o anda korkunç bir patlama oldu.
Bir iki saniyelik kısa bir suskunluktan sonra patlama sesinin geldiği Merkez Bina
önüne doğru koşmaya başladık. (...) Bu kez
ardarda patlayan namluların sesi duyuldu. (...) Bomba ve silah seslerinin ne anlama geldiğini tahmin etmiştik. (...) Meydana yaklaştıkça, ters yöne gitmeye çalışan
insan siluetlerinin sendelediğini, çoğunun
dizüstü çökmüş, oturmuş olduklarını, daha ileride de duvar diplerinde, çift taraflı
kaldırımda, dar yolda yerlerde yattıklarını
fark ediyordum. Görebildiğim her şeyin kızıla boyandığı bir yere gelmiştim.
(...) Biraz sonra, ders dönüşü karşılayacağımız arkadaşlarımızın birçoğu kızlı-erkekli kan gölü içinde yelerde yatiyor, kimi
hala son bir gayretle kalkmaya çalışırken,
kimisi birbirine destek olmaya, acılarını
paylaşmaya çalışıyorlardı."
16 Mart 1978'de Beyazıt meydanındaki
tablo buydu işte. İstanbul Üniversitesi Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencileri, o gün,
Eczacılık Fakültesi önündeki küçük meydana geldiklerinde bomba ve kurşun yağmuruna tutuldular. Saldırıda Hatice
ÖZEN, Ahmet Turan ÖREN, Cemil SÖNMEZ, Murat KURT, Abdullah ŞİMŞEK, Ha-
mit AKIL, Baki EKİZ şehit düşerken, 10'u
ağır olmak üzere 40'a yakın öğrenci yaralandı.
Meydanı kana bulayan bu tablonun yaratıcısı kontrgerilladır.
Devrimciler hemen katliamın ertesinde
söylediler bunu.
Burjuva politikacıları ve gazetecileri ise
"kontrgerilla var mı yok mu" diye tartışıyorlardı o dönem.
Gün gün, yıl yıl, katliamın failinin
kontrgerilla olduğu açığa çıktı.
Susurluk'la birlikte ise katliamın üzerindeki son sisler de dağıldı.
Artık her şey açıktı ve her şey yazılı, belgeliydi.
KATLİAMIN FAİLİ
KONTGERİLLADIR
Belgelerle açığa çıktı ki, dönemin Toplum Polis Müdürvekili Murat Nabioğlu tarafından emniyet birimlerine bombalama
yapılacağı konusunda bir ihbar yapılmıştı.
Yapılmıştı ama bu ihbardan sonra polis tarafından yapılan tüm "düzenlemeler"
bombalamayı önlemek için değil, atılan
bombanın "hedefine" ulaşması içindi.
O güne kadar hep arka ve yan kapılarından çıkan öğrenciler ön kapıdan çıkmaya
zorlanmış, yine her gün oluşturulan polis
barikatı o gün kaldırılmıştı. Saldırının ardından saldırganların peşinden koşan polisler, yine daha sonraları daha da ünlenecek olan komiser Reşat Altay tarafından
durduruldu.
Katliamda kullanılan bombanın ise Abdullah Çatlı tarafından İstanbul Ülkü
Ocakları Derneği'ne verildiği açığa çıktı.
Tüm bunlar katliamın kontrgerilla, polis ve
sivil-faşistlerin işbirliği ile planlandığını ve
hayata geçirildiğini açıkça göstermektedir.
Katliamın amacı ve önemi ise, meydana
geldiği koşullarla birlikte değerlendirildiğinde, daha iyi anlaşılacaktır.
1970'li yılların başından itibaren, devletin iradi olarak örgütleyip denetlediği sivil
faşistler, ülkenin dört bir yanındaki komando kamplarında, kontrgerilla tarafından eğitilmiş ve halkı faşist bash ve terörle
teslim almak için meydana salınmıştır.
Okullar, mahalleler, fabrikalar faşistlerce
işgal edilmiş, devrimci-demokrat öğrenciler sindirilmeye çalışılmıştır. Sivil faşistler,
boyun eğmeyen öğrencileri okula sokmamak için her türlü katliam ve provokasyonu tertiplemişlerdir.
Ancak tüm saldırı, provokasyon ve katliamlara rağmen başta öğrenci gençlik olmak üzere tam halk kesimleri anti-faşist
mücadeledeki yerini almış, anti-faşist mücadele yükselişini sürdürmüştür. Bunun
karşısında, oligarşi sömürü sistemini sürdürebilmek için faşist saldırıları daha da
- Sayı 20/5 Mart 1999
16 MART
KURTULUŞ —10
Devrimci Gençlik 16 Mart katliamına ilk örgütlü tepkiyi aynı gün vermişti. Dev-Genç
önderliğindeki anti-faşist kitle İstanbul Üniversitesi Merkez Binayı işgal etmişti. İşgal cenazelerin kaldırılacağı ertesi günün öğle saatlerine kadar sürdü. Cenazelerin kaldırılacağı gün işçi, memur, gençlik, gecekondu halkından 50 bin insan Beyazıt Meydanı'na aktı.
Bir yıl sonra 50 bin kişilik bir kitleyle gençlik yine alanlarda, 16 Mart'ı ve faşizmi lanetledi. Ardından gelen yularda 12 Eylül cuntasının baskı ve terörü altında yapılamasa da
gençlik Dev-Genç önderliğinde 16 Mart 1988'de yeniden alanlara çıktı. 16 Mart katliamı-nı
unutmadığını, unutturmayacağını haykırdı.
16 Mart'ın yıldönümünde Devrimci Gençlik'in önerisi ve programı dahilinde İstanbul
."30 kişilik bir kitlenin katıldığı bir g.steri düzenlendi. Polisin Beyazıt Meydanı-aiması
üzerine gençlik İÜ. Kimya Fakültesi önünden Laleli'ye doğru yürüyü-kavşağında yolu
trafiğe kapatan kitle, burada açıklama yaparak slogan at-3i ve Yenikapı'ya doğru iki
koldan yürüdü. Ayrıca İTÜ İnşaat Fakülte-ye Edebiyat Fakültelerinden gençlik birer
anma yapıldı, ında Devrimci Gençlik yine alanları doldurdu. Her 16 Mart faşizminden hesap sorulan bir gün haline geldi.
boyutlandırmış, okul, mahalle, fabrika işgallerinden, kasaba, kent işgallerine, tek
tek saldırı ve katliamlardan, kitle katliamlarına yönelmeye başlamıştır, işte 16 Mart
16 Mart günü de devrimci öğrenciler Süleymaniye'de toplanıp okula
doğru yürümeye başlarlar. Her zamanki gibi İşletme-lktisat ve Yabancı Dillerde okuyan devrimci öğrenciler, hem
arkadaşlarına moral destek vermek,
hem de olası bir saldırı karşısında güvenliklerini sağlamak için Bczacılık Fakültesinin önüne kadar Merkez Binaya
giden öğrencilere eşlik ederler. CHP
hükümetinin tüm sahte vaadlerinin,
tutarsızlığının ve duyarsızlığının bir
örneği olarak "Merasim birliği" hala
okuldadır ve faşist işgali korumak için
canla başla çalışmaktadır. Faşistler her
anfıde birkaç kişi kalmış ve büyük bir
moral bozukluğu içindedir. Okulda öğrSncA kmes\ an* lamâmıy'ıa devrimcilerin yanındadır.
O gün de içende faşistler oldukça
sessizdir. Daha önce sık sık yaptıkları
için dersler bitmeden okuldan çıkıp
gitmeleri de pek dikkat çekmez. Devrimci kitle öğlen tatili olduğundan
toplanır ve Süleymaniye'ye gitmek
üzere okuldan çıkışa yönelir. Ama okul
çıkışında faşist namluların kurşun
yağmuru ile karşılaşır. Faşistler, kitle
üzerine bomba atarak, kurşun yağdırarak kaüiamı gerçekleştirirler.
Katliamda yaralananlar hastaneye
kaldırılır kaldırılmaz 2000 civarındaki
öğrenci kitlesi İşletme Fakültesi anfisinde toplanır. Burada Dev-Genç'in işgal kararı açıklanır. Ve yan kapıdan
Merkez Binaya girilir, içeride olan polis kovulur ve işgal başlatılır. Tüm kapılar denetim altına alınarak işgale gelen
öğrenciler içeri alınmaya başlanır, istanbul'un her yönünden, istanbul
Üniversitesi Merkez Binasına akın
başlamıştır. Liseli, ortaokullu gençlerden, öğrenci ailelerine, işçilerden memurlara kadar her meslekten, her yaştan insan Merkez Binaya akın alan doluşmaktadır, işgal komitesi durmadan
akan bu binlerce insanı binaya yerleştirir (Anfiler, salonlar, kütüphaneler,
koridorlar, her yer insan dolmuştur).
Gece yarısından sonra binalar adam
katliamı, bu sürecin de başlangıcıdır.
Benzer katliamlar bu süreçten sonra sistemli bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır.
almaz duruma gelince öbek öbek yanan ateşlerin ışığmdaki bahçede, her
öbek ateşin etrafında yüzlerce insandan oluşmuş halkalar giderek çoğalmaya başlar. Her anfıde, her salonda,
kısacası topluluğun bulunduğu her
yerde konuşmalar yapılır, temel konularda seminerler verilir.
Bütün gece boyu hazırlıklar yapılır.
Pankartlar, resimler çizilip-yazılır, bildiriler basılır. Yakalara takmak için şehitlerin resimleri bastırılır.
Onlarca işgalin tecrübesine sahip
İstanbul Devrimci Gençliğinin en büyük işgallerinden biridir bu. Büyüklüğü; sadece katılım açısından değildir,
yedi arkadaşını kaybeden kitlenin ka
îamsâîhğa kapılmadan büyük bh kin
ve öfkeyle anti-faşist şiarları haykırdığı
en coşkulu işgaldir bu.
Sabah İstanbul gördüğü, görebileceği en büyük anti-faşist gösterilerden
birine daha sahne olacaktır. Dev-Genç
yürüyüş kortejini düzenler. En önde
şehitlerin okul arkadaşları ve ailesi,
onun arkasında Dev-Genç pankartı altında tüm Dev-Genç birimleri ve daha
sonra diğer gençlik örgütleri, sendikalar, baro ve meslek odaları, çeşitli meslek kuruluşları ve dernekleri sıralanır.
Binlerce kişi yürüyüşe geçer. Sadece
korteje katılanlar değil, kortejin dışında kenarda kalan herkes saygı duruşuna geçmekte ve kortejin paralelinde
yürümektedir. Sirkeci Meydanı bir anda dolar, konuşmalar yapılır, ancak
yürüyüş hala bitmemiştir, hala üniversiteden çıkmayan yürüyüş kolları vardır. Meydan bir kez daha dolar, bir kez
daha konuşmalar yapılır, ancak insan
akını hala bitmemiştir. Ve meydan bir
kez daha dolar, bir kez daha konuşmalar yapılıp devrim antları içilir.
Katliamdan sonra kapatılan okul
açılır açılmaz hemen ilk gün 16
Mart'ın öfkesiyle faşistleri anfilerden
ve okuldan atan devrimciler faşistlerin
egemenliğine de son verirler. (Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm Mücadelesinde GENÇLİK, S. 199)
Bugün ise faşizmin gerçek yüzü tüm
çıplaklığıyla ortadadır. Susurluk kazasıyla
birlikte sadece 16 Mart katliamının değil,
daha birçok katliamın nasıl planlandığı,
kimler tarafından nasıl gerçekleştirildiği,
bütün detaylarıyla gözler önüne serilmiştir.
7 TlP'li öğrencinin katledilmesinden,
onlarca devrimcinin kaçırılıp, kaybedilmesine, katledilmesine kadar birçok olayda
parmağı olan Abdullah Çatlı'nın katliamda
kullanılan bombayı temin ettiği ve birçok
devrimcinin işkence ve operasyonlarda
katledilmesinde bizzat yeralan Reşat Alta/in katliamdaki rolü Susurluk'la birlikte
daha bir netleşmiştir. Bir başka önemli yan
iserkatliamda komiser olan Reşat Altay'ın
daha birçok katliamın altına imza atarak
kontrgerüla devletinin sadık bir uşağı olduğunu ispatlaması karşısında ödüllendirilerek, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığına kadar terfi ettirilmesi ve kısa bir
süre önce de yeni katliamlar için Tokat
Emniyet Müdürlüğüne getirilmesidir.
BU DÜZENDE ADALET YOK!
16 Mart katliamı gerçekte bugün hemen tüm aşamalanyla açığa çıkarılmış bir
katliamdır. Tüm katiller, katliamı organize
edenler, isim isim bellidir. Ama kontrgerüla devleti, katliamlara ilişkin açılan tüm
davalarda katilleri aklarken, kontrgerilla
şeflerini de terfilerle ödüllendirmiştir. 16
Mart'a ilişkin olarak katliamın ardından istanbul 1 NO'lu Sıkıyönetim Mahkemesinde açılan davada tüm sanıklar beraat ettirilmiştir. Katliamdan 14 yıl sonra katliamın
sanıklarından Zülküf tsot, yine bir başka
sanık Latif Aktı tarafından öldürülmüştür.
Kardeşi, Zülküf Isot'un ölmeden önce kendisine "Bizi kullandılar, kendileri yaşıyorlar. Emniyetin, İç İşleri Bakanlığının, Beyazıt Karakol Amirinin herkesin bundan
AKAN KAN BİZİM
haberi vardı" dediğini ifade etmiştir. Zülküf Isot'un ailesinin açıklamaları üzerine
Eylül 1992'de yeniden suç duyurusunda
bulunulmuş, fakat dava ancak 2 Ekim
1995'de açılmıştır. Yapılmak istenen katliamın ardından 20 yıl geçmesiyle davanın
zaman aşımına uğraülmasıdır.
HALK UNUTMAYACAK!
Oligarşi katliamlara, işkencelere ilişkin
açmak zorunda kaldığı tüm davalarda aynı
şeyi yapıyor. Ya zaman aşımına uğraüyor,
ya "delil yetersizliğinden" beratle sonuçlandınyor, veya davaları ilden ile sürerek,
davayı izleyenler üzerinde terör estirerek
halkın sahiplenmesini engellemeye çalışıyor.
Ama bunların hiç biri katliamları unutturamaz, halkın hesap sorma hakkını ortadan kaldırmaz.
Katliamlar halkı teslim almak içindir.
Aslolan teslim olmamaktır. Asla yılgınlığa
kapılmamaktır.
DEV-GENÇ'lilerin 1978 16 Mart'ında
katliamın hemen ardından gösterdikleri
görkemli tepki, geliştirdikleri direniş ve hesap sorma eylemleri ve nihayetinde katliama, faşistleri okuldan kovarak cevap vermeleri, katliama teslim olmamaktır.
DEV-GENÇ'lilerin aradan cunta yılları
geçmesine rağmen, 16 Mart'ı unutmamaları, ve yıllardır kitlesel veya askeri eylemlerle 16 Mart'ın hesabını sormaya devam
etmeleri, teslim olmamaktır.
Teslim olmayalım, katilleri isteyelim!
Yümayalım, adaletin tecelli edeceği bir
yönetim isteyelim.
Susurluk düzeninde adalet yoktur.
Adaletin uygulanacağı yönetim halkın
kendi iktidarıdır.
16 MART'IN HESABINI SORMAK İÇİN,
KATİLLERİ İSTEMEK İÇİN ALANLARDA
OLALIM !*
11
SANSÜR
-KURTULUŞ -
RTÜK ve Sansür
Sansür 24 Temmuz 1908'de
çıkarılan bir yasayla güya
kaldırılmıştır. Ancak buna rağmen
basın-yayın organlarına
müdahaleler, baskı ve sansür
günümüze değin artarak sürmüştür.
'9O'lı yıllarda devletin yayın
tekelinin kaldırılması ve birbiri
ardına yerel-ulusal yayın yapan
radyo ve televizyonlar kurulmaya
başlamasıyla birlikte devlet halkın
da bu gelişmeden istediği gibi
yararlanmasının önüne geçmek için
"sansürcü" bir kurul oluşturmayı
gerekli gördü. Bu amaçla 1994
yılında Radyo Televizyon Üst
Kurulu (RTÜK) kuruldu. RTÜK
doğrudan Başbakanlığa bağlı bir
devlet kurumudur. 5'i iktidar
partisinin, 4'ü muhalefet
partilerinin gösterdiği adaylar
arasından TBMM'ce seçilen
dokuz üyeden oluşmaktadır.
Siyasi partilerin, özellikle de
iktidardaki partinin denetiminde
olan bu kurulun başına 1
Haziran 1998'de ANAP'tan,
hazırladığı raporla Susurluk'u
"aklayan" Kutlu Savaş getirildi.
Anayasadaki "Basın hürdür,
sansür edilemez" hükmüne
rağmen kurulan sansür kurulu
RTÜK, kurulduğu günden beri
kapattığı radyo ve televizyonlarla
srünu'eme geldi. RTÜK'to gerekçe"
çoktu.
"roplumu şiddet, terör ve etnik
ayrımcılığa sevk eden ve toplumda
nefret duyguları oluşturacak
yayınlara imkan verilmemesi ilkesini
ihlal ettiği gerekçesiyle..."
"Genel ahlaka aykırı yayın yaptığı
gerekçesiyle..."
"Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığı
ve bağımsızlığına, devletin bölünmez
bütünlüğüne aykırı yayın yaptığı
gerekçesiyle..."vs. vs. denilerek TV ve
radyolar 1 gün ile 1 yıl arasında
değişik sürelerle kapatılıyor.
Uygulamada hemen herşeyde
olduğu gibi bir çifte standart,
ikiyüzlülük hakimdir. Neredeyse
hemen her saat "genel ahlaka aykırı"
yayın yapan oligarşinin sesi TV ve
radyolar ara sıra göstermelik olarak 1
veya 2 gün kapatılırken, halktan yana
yayın yapan devrimci-demokrat
radyolar aylarca, hatta 1 yıla kadar
varan sürelerle kapatılmaktadırlar. Bu
kararları belirleyen bunlara kimin
sahip olduğu ve kimin yararına yaym
yaptıklarıdır.
Örneğin halkın sorunlarına
duyarlı, halk kültürünü geliştirmeye
yönelik yayın yapan Çevre Radyo'ya
önce 1 gün, sonra 1 ay ve sonunda
da 3 ay kapatma cezası verilmiştir.
ilk kapatmaya gerekçe olarak
piyasada yasal olarak satılan bir
kasetten parça yayınlaması
gösterilirken, son kapatma gerekçesi
ise daha da ilginçtir.
Hapishanelerdeki tutuklular için
"tutsak" kelimesinin kullanılması
kapatma nedeni yapılmıştır.
"Tutsak" kelimesi kullanılınca "halkı
bölerek kin ve nefret
duygulan"
çiğnemekte, keyfi olarak kimi
zaman devrimci-demokrat
radyoların yayınlarına parazit
sokmakta, yayınını kesmekte, kimi
zamansa gazetelere, dergilere daha
matbaadayken hiçbir mahkeme
kararına dahi gerek duymadan el
koymaktadır. Kurtuluş gazetesinin
MGK talimatları ile yayınının,
dağıtımının engellenmeye
çalışılması, sansürlenmiş sayfalarla
çıkması, büro baskınları, gözaltılar,
işkenceler, çalışanların tutsak
edilmesi bunun en somut örneğidir.
Bu noktada sansürün yasalarda yer
alıp almamasının hiç bir anlamı
kalmamaktadır. Devlet tam da bir
haydutluk örneği sergilemektedir.
Ara sıra göstermelik 1-2 günlük
kapatma cezası alan burjuva
medyanın RTÜK'ten rahatsız
olduklarını belirtmelerinin, sansüre
karşıymış gibi
davranmalarının tek nedeni
uyandırılmış
ofunuyormuş!
Ancak ülkemizde tek sansür
kurulu RTÜK değildir.
Medya tekellerinin
patronları da birer sansür
kurulu gibi hareket
etmektedirler. Gelen
haberleri ayıklar, çıkarlarına
göre çarpıtır, devrimcileri
karalayacak hale
dönüştürürler.
Halkın haber alma hakkının
engellenmesi zaten başlı başına bir
sansürdür. Örneğin, 1996'da Ölüm
Orucu eyleminin görüntülerinin bir
televizyon kanalında yayınlanacağı
duyurulmuş ancak yayın saati gelip
bu görüntüleri izlemek için ekran
karşısına geçenler hükümet
tarafından bu görüntülerin
yasaklandığını duymuştur. Aynı
görüntüler Reuters Ajansı tarafından
dünyaya yayınlandıktan sonra
televizyon kanalları bu ajansın
yayınladığı görüntüleri haber yapıp
yayınlamıştır.
Öte yandan, Basın Yayın Kanunu,
Terörle Mücadele Yasası, ekonomik
yaptırımlar ve DGM'lerin toplatma
kararları, MGK'nm direktifleri zaten
halkın haber alma hakkını yeterince
engellemektedir.
Bununla da sınırlı
kalınmamaktadır. Çoğu zaman devlet
kendi koyduğu yasaları dahi
kapatıldıkları bir-iki gün içinde
milyarlarca liralık reklam
gelirlerinden olmalarıdır. Gerçekte
RTÜK'le aralarında uzlaşmaz bir
çelişki, anlaşmazlık yoktur. Her ikisi
de egemenlerin hizmetinde
kuruluşlardır ve çıkar birlikleri
vardır. Onların tek "muhaliflik"
noktası arasıra da olsa kendilerine
ceza verilmesini engellemek
istemeleridir. Yoksa RTÜK'ün, halk
kültürünü yaşatan ve halka doğrulan
taşıyan devrimci-demokrat radyolar
kapatması onların umurunda
değildir.
Ekran karartma yerine para cezası
verilmesi talepleri kabul edildiği
takdirde RTÜK, medya tekelleri için
"sorun" olmaktan çıkacaktır. Çünkü
reklam gelirleri, ödeyecekleri para
cezalarını fazlasıyla karşılayacaktır.
KATİLLERİ İSTİYORUZ
Sayı 20 / 5 Mart 1999 Peki bu durumda radyoların
durumu ne olacak?
Reklam gelirleri çok düşük olan
ve zaten ekonomik zorluklar
nedeniyle güç bela ayakta durmaya
çalışan devrimci-demokrat radyolar
için pek bir şey değişmeyecektir.
Para cezalarını ödeyemeyince yine
kapatılacaklar.
HALKIN SESİNİN
ÇIKMASINA İZİN YOK
RTÜK'ün halktan yana yayın
yapan radyolara yönelik saldırıları
sadece kapatma ile sınırlı kalmıyor.
İhaleyle yapılacak frekans tahsisi ile
radyo sayısına da sınırlama
getiriliyor.
Sınırlı sayıdaki frekanslar için
RTÜK bir ihale açacak ve en yüksek
parayı verenlere frekansları satacak.
RTÜK bu kararını "radyo yayınları
telsiz ve uydu frekanslarını
engelliyor, yer kalmıyor" diyerek
gerekçelendirirken, asıl amacını
gizlemeye çalışıyor. RTÜK yapılacak
ihalenin her biri bir medya tekelinin
ya da parası bol şirketlerin yan
kuruluşu olan radyolar için
ekonomik sorun yaratmayacağını
çok iyi biliyor. Halka doğru haber
vermek, halkın kültürünü değerlerini
geliştirip yaygınlaştırmak için çaba
harcayan devrimci-demokrat
radyoların ise yüksek frekans
bedellerini karşılayamayacağını
düşünmektedir. Böylece frekanslar
tekellere, büyük patronlann
radyolarına satılacak, devrimcidemokrat radyoların büyük bir
bölümü kendiliğinden tasfiye
edilmiş olacaktır.
Bugün bazı çevrelerce dile getirilen
"ekran karartma kaldırılsın",
"RTÜKyasalan düzenlensin",
"RTÜKsivilleştirilsin" vb. talepler
geridir. Çünkü ne Susurluk devletini
ne tekelleri zora sokar, ne de
RTÜK'ün kuruluş nedeni ve amacını
ortadan kaldırır. Amaç düzene
muhalif yayınların sesini kesmek
olunca yapılacak birkaç küçük
değişiklik RTÜK'ün . asıl görevini
yerine getirmesini engellemeyecektir.
Bu nedenle sansürün ve her türden
baskının, MGK terörünün asıl
muhatabı olan başta basın emekçileri
olmak üzere, halkın tüm kesimleri
"RTÜK'ün aldığı tüm kararlarla
birlikte tümüyle kaldırılması",
"sansürün kaldırılması", "halkın
doğru ve hızlı haber alma hakkının
güvence altına alınması" "MGK'nın,
hükümetlerin, MİT, polis, JİTEM gibi
devletin terör kurumlarının basın
yayın kurumlarına yönelik
baskısının kaldırılması" talepleriyle,
tepkilerini birleştirip yükseltmelidir. •
TELEVİZYONLAR
— Sayı 20 / 5 Mart 1999
-KURKURTULUŞ 12
TV'lerin
Demokrasi Vitrini
Müzik, şov, yarışma programları,
haberler, yerli yabancı diziler,
belgeseller, magazin, filmler... hangi
kanalı açsanız hepsinde üç aşağı beş
yukarı ölçüleri farklı olsa da bunlar var.
Hepsi daha çok izleyiciyi ekran başına
toplayabilmek için yarış içindeler.
Ama birbirinin benzeri bu
programlar bir noktadan sonra
izleyenlerin büyük bölümünü sıkmaya
başlar. Çünkü hayat, günlük yaşam
bunlardan ibaret değildir. Hatta bunlar
gerçek hayattan, halkın yaşamından
uzak şeylerdir.
Halk geçim derdi, binbir sorun
içinde boğulmaktadır. Açlık, yoksulluk,
talan, soygun, yolsuzluk, işsizlik, baskı,
işkence, katliam cenderesine
sıkıştırılmıştır. Ne olacak bu
memleketin hali diye düşünen, soran;
sorunlarına şu veya bu şekilde çözüm
yolu arayan; refah, adalet,
taleplerinin de ekranlara
reyting artırılacaktır, hem de
görev yerine getirilecektir. Ya
yandan halkı da yakından
ilgilendiren sorunlar, talepleri
çözüm yolları tartışılır gibi
yapılırken bir
yansımasını, bunların tartışılmasını,
orada kendini de görmek ister.
işte reyting peşinde koşan TV
kanalları için halkın bu beklentisi,
talebi de izleyici sayısını
artırabilecek bir araç olur. Fırsat
kaçırılır mı, mutlaka oraya da bir el
atmak gerekir.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Arada bir çeşitli siyasal, sosyal,
toplumsal sorunların tartışıldığı,
çözüm yolu arandığı izlemini
verecek programlar yapıp ekranda
bir de demokrasi vitrini oluşturarak.
Böylece bir taşla da iki kuş
vurulacaktır. Hem değişik bir ilgi
alanına el atılıp izleyici sayısı yani
yandan da
halkın çözüm
yolunu düzen
dışında
aramalarının
önüne
geçilecektir,
beyinler düzenin
çizdiği sınırlar
içinde
tutulmaya, yani
halkı uyutma
görevi yerine
getirilmeye
devam
edilecektir,
îşte sohbet,
asıl
tartışma programları, araştırmacı
bir
gazeteciler; Siyaset Meydanı, 32.
Gün, Ceviz Kabuğu, Arena, A Takımı, 40
Dakika, Objektif, Teke Tek gibi programlar;
Bir Yol
Hikayesi gibi belgesel ağırlıklı
programlar böyle ortaya çıkar.
Bunlar da televizyonların demokrasi
vitrinini oluştururlar.
DEMOKRASİ VİTRİNİNE
"SOLCU" FİGÜRANLAR
GEREKİR
Tabii bu programlar kamuoyunda
"solcu", "demokrat" bilinenlere
yaptırılacaktır. Kapitalist düzende
yaşıyoruz. Para olduktan sonra bu
programları yapacak birileri de
mutlaka bulunur.
Bu iş için belli bir entelektüel
birikime sahip, sosyal, toplumsal
konulara yabancı olmayan,
gelişmeleri şu veya bu biçimde takip
eden, demokrasi vitrinine uygun
olarak, demokrat izlenimini
yansıtabilecek eski solcular en iyi
biçilmiş kaftandır.
İşte patronlar program
yapabilecek böyle birilerine ihtiyaç
duyduklarında, gazetelerde,
televizyonlarda belki yıllarca çalışıp
didinip de bir bakaya sap
olamadığını düşünenlerin önündeki
kapılar açılıverir. Zaten bu iş için
hemen hepsi can atıyordun İşin
ucunda şan şöhret var, para var,
yeteneklerini gösterme (!), mesleki
tutkularını tatmin etme olanağı var.
Mesala, Mehmet Ali Birand'ın 32.
Gün'ü ekranın gözdesi olur. Reyting
piyasası bu. Bir ya da iki kanalda bu
tür program tutar, izleyiciyi ekran
başına çeker de diğerleri durur mu?
Peşinden Ali Kırcalar, Uğur
Dündarlar gelir. Bakarsınız artık her
kanalda aynı türden bir iki program
peş peşe devreye girer. Yeni yeni
isimler keşfedilir yeni programlar
ortaya çıkar. Fatih Altaylı radyodan
ekrana
13
TELEVİZYONLAR
KURTULUŞ -
sıçrar. Kimsenin tanımadığı Can
Dündar'ın birden yıldızı parlamaya
başlar. Modaya Kanal 7 gibi islamcı
çizgideki kanallar bile ayak
uydurmaya çalışır. Öyle ki en ağır
sözleri söyledikleri holding
gazetelerinde çalışanlarla birlikte
sohbet, tartışma programları
yaparlar. Eski solcuları, reformistleri
ekranlarına taşırlar, onların
"değerli" fikirlerinden yararlanırlar!
"Demokratik" programların
"demokrat" figüranlarıyla ekranlar
daha da bir çeşitlenip renklenmiş,
"demokrasi" rüzgarları esmeye
başlamıştır artık. Ama gerçekten
öyle mi, ve nereye kadar?
DÜZENDE NE KADAR
DEMOKRASİ VARSA,
EKRANDA DA O
KADAR VARDIR
Dikkat edilirse zaten öyle fazla
ete süte dokunmadan yapılan bu
programlar yine de başlangıçta belli
sınırlar içinde de olsa halkı da
yakından ilgilendiren kimi
konulara, sorunlara el atarlar.
Sonra bir bakarsınız bir süre
geçtikten sonra ya program birden
yayından kaldırılır, ya yapanlar aynı
insanlar olmasına rağmen
programda bir şeyler değişmeye,
eski canlılığını, içeriğini yitirmeye
başlar, ya da reyting yapıyordur hatta
reytingi daha da yükselmiştir ama
programın da eski yapılan
programlarla uzaktan yakından ilgisi
kalmamıştır. Savaş Ay'ın A Takımı
gibi halkın önemli sorunlarıyla ilgisi
olmayan ya da ilgisi olduğu
kadarıyla bile halkı ilgilendiren
yanlarına dokunulmayan ne idiğü
belirsiz bir kılığa büründürülmüştür.
Neden böyle olur?
Bunun cevabını yukarıda
söylemiştik aslında.
Halkın sorunları, hak, adalet,
demokrasi vs. televizyon
patronlarının, medya holdinglerinin
derdi değildir. Onları için önemli
olan para kazanmaktır. Bu nedenle
başlangıçta bu tür programlarda
belli bir izleyici kitlesi yakalanana
kadar program kendi sınırları içinde
belli bir ciddiyetle yapılır.
Ancak aynı zamanda bu
programların halkı uyandıracak,
düzeni sorgulattıracak, doğru çözüm
arayışlarına yöneltecek bir
muhtevaya kesinlikle bürünmemesi
gerekir. Yani bir kısım sorunlara,
gerçeklere şöyle bir değinse de halkı
uyutucu, düzen içinde tutucu
işlevini sürdürmelidir.
Sorun da işte tam bu noktada
ortaya çıkmaya başlar. Düzen o
kadar çürümüş, o kadar
dayanaksızdır ki düzen sınırları
içinde bile olsa objektif olarak halkın
sorunlarının ekranlara yansımasına,
tartışılmasına, gerçeklerin gün ışığına
çıkmasına, hele ki az çok doğru
çözümler
gösterilmesine asla tahammülü
yoktur.
O zaman ne yapılır?
Ekran dışında, günlük hayatta ne
yapılıyorsa o.
Dışarıda devrimcilere söz hakkı
yoktur. Dolayısıyla ekranlar zaten
en baştan onlara kapalıdır. Onların
düşünceleri hiçbir zaman
yansıtılmaz.
Ama haklarını yemeyelim arada
bir dönek solcuların, reformistlerin
de ekranlara konuk edildiği olur.
Aslmda onların da söylediklerinde
oligarşiyi, televizyon patronlarını
rahatsız edecek fazla bir şey yoktur.
Öyle suya sabuna pek dokunmazlar.
Çünkü;
Bir, zaten kafa düzeniçidir.
Çözüm olarak gösterecekleri de
düzen dışı olamaz.
İki, sözde de olsa düzene, devlete,
tekellere falan dokunmaya
kalkarlarsa ekranların kendilerine
de tümden kapanacağını bilirler.
Onlarsa böyle bir olanağı kendi
elleriyle ortadan kaldırmayı hiçbir
zaman istemezler. Kendilerinin
reklamlarını yapabilecekleri,
oligarşiden icazet dilenebilecekleri
iyi bir olanaktır televizyon. Bu
yükselmeye, düzenin efendilerini
rahatsız etmeye başlayınca hemen
yasaklar, coplar devreye girer. Halk
susturulmaya çalışılır. Ekranlarda
halka tanınan demokrasi de o
kadardır.
Göstermeliktir, kandırmacadır.
Başlangıçta bu programlara
belirlenmiş sınırlar çerçevesinde
halktan insanların katılımı da
sağlanır ama arada bir çatlak sesler
çıkması halktan insanların kendi
yaşadıklarıyla, sezgileriyle
gerçekleri, taleplerini dile
getirmeleri bile düzen sahiplerini
rahatsız etmeye başlar.
Ama elbette halkı ekranda
susturmak çok daha kolaydır. Öyle
cop falan da kullanmaya gerek
yoktur.
nedenle de neyi nasıl
söyleyeceklerini çok ince hesap
ederler. Genel konuşurlar,
söyleyeceklerini iyice yumuşatırlar,
sözleri yuvarlatırlar.
Ama yine de bunların ekranlarda
görünme sıklıkları döneme göre
değişir. Oligarşi düzen solcularının
sırtlarını sıvamaya, reformistlere
icazet verip biraz önlerini açmaya
karar verdiğinde ekranlarda yüzleri
daha sık görülür olur. Fren yapmayı
düşünüyorsa ekran büyük oranda
bunlara da kapanır.
Meselenin özü, esasında dışarıda
halkın söz hakkı yoktur. Zaman
zaman düzen içindeki sorunları,
talepleri için belli sınırlar içinde
konuşmasına, sesini çıkarmasına
göz yumulur. Hani ne de olsa
göstermelik de olsa demokrasi var
ya! Ancak sesler biraz çoğalıp
Mesela ne yapılır?
Bu tür tartışma programlarına
özellikle canlı yapılanlarına halkın
katılımı kaldırılır. Ya da katılımı
sağlansa bile iyice göstermelik hale
getirilir. Katılacaklar önceden bir
imtihandan geçirilir. Seçmece
yapılır.
Mesela ne yapılır?
Canlı telefon bağlantıları
kaldırılır. Ya da yapılsa bile arayana
önce ne konuşacağı, neler soracağı
canlı yayına bağlanmadan sorulur.
Sabit bir telefondan aranması şarta
bağlanır ki aykırı bir şeyler
söylenirse kimin nereden telefon
ettiği tespit edilip hesap sorulabilsin.
Bu da düzene aykırı bir şeyler
konuşmak isteyenler için caydırıcı
bir etki yaratır.
Aykırı sesleri engellemek için
teknolojinin bu denli gelişmiş
olduğu çağda yöntem çoktur.
Ekrandan dışarıya yansımadan
konuşma kesilir veya önce kayda
alınıp işlerine gelirse üç beş dakika
ya da daha sonra yayına sokulur.
KATİLLERİ İSTİYORUZ
Sayı 20/5 Mart 1999 Mesela ne yapılır?
Program canlı yayınlanmaz.
Böylece yayına verilmeden bir güzel
sansürden geçirilir. Mesela ne
yapılır? Sokaktaki vatandaşla
yapılan röportajlar bir güzel
ayıklanır. İşlerine gelenler halk işte
böyle söylüyor, bunları istiyor diye
yayınlanır.
Mesela ne yapılır?
Seçilen konular günceldir
belki ama son
dönemlerin
en gözde uygulamasıyla
"konuyu uzmanlarıyla
tartışmak daha
yararlı
olur" denip siyasal
düşüncelerini, eğilimlerini
ve ne söyleyebileceklerini
üç aşağı beş yukarı
önceden bildikleri
ısmarlama birkaç gazeteci,
düzen politikacısı, aydın,
sanatçı, bilim adamını
çağırırlar yada20-30'u
birden ekran bunlarla
doldurulur.
Al işte sana en alasından
demokrasi! Güya çeşitli
kesimlerin, görüşlerinden
insanlar tarafından her şey
konuşuluyor, taıtışılıyordur!
Ama halkın sesi yoktur. Mesela ne
yapılır? konuşma ya da tartışma
düzenin çıkarları ansındım
istenmeyen zemine doğru
kayıyorsa uygun manevralarla yön
değiştirilir. Tartışma kesilip başka bir
konuya atlanır. Araya uzun bir reklam
girilir. Veya yayına ara verilir. îstenen
koşullar sağlanırsa devam edilir,
sağlanamazsa devam edilmez.
Bunların örnekleri pek çok kez
yaşanmıştır.
Dediğimiz gibi yöntem çok. Ama
amaç tektir; amaç hem ekrandaki
demokrasi görüntüsünü sürdürmek,
hem de halka hiçbir şey
vermemektir.
Bir de meselenin tabii bu
demokrasi vitrininin baş
figüranlığını yapan program
yapımcılarının durumu var. Elbette
bunların kimisi geçmişlerinde
solculuğa bulaşmış olsa da artık o
günler çok geride kalmış,
unutulmuştur.
Ancak yine de o çok üzerinde
kendilerinin de tartıştığı, savunduğu
meslek ahlakı açısından, basın
özgürlüğü ilkeleri, kuralları
açısından, demokratlık iddiaları
açısından nerede duruyorlar,
söyledikleriyle yaptıkları ne kadar
birbirini tutuyor, ekrandaki
demokrasicilik oyunu içinde ne kadar
gönüllü rol alıyorlar, ne kadar dürüst
davranıyorlar, hangi programla kim,
ne yapmak istiyor, bunları da ortaya
koymak gerekir. Haftaya...*
HABER-YORUM
— Sayı 20/5 Mart 1999
-KURTULUŞ — 14 —
"Türkiye'de Televizyonları İTÜ Kampüsü'nde Öğrenci
Meclisi Tarafından Kitap
Yozlaşmanın Baş Aracı
Fuarı Sergisi Açıldı
Olarak Görüyorum"
"Halk Bu Konuda Tepkisini Gösterecek
ve Bu Kanalları İzlemeyecek"
Televizyonların halkımızın kültürünü
olumsuz yönde etkilemesi ve
yozlaştırmasıyla ilgili esnaf Erdal
Karataş ve ev hanımı Safiye Ergün ve
üniversite öğrencisi Ali Ertürk'le
yaptığımız görüşmeleri yayınlıyoruz.
- Televizyon günlük yaşamınızı nasıl
etkiliyor?
Erdal KARATAŞ (Esnaf): Ben genellikle
televizyon izlemem, radyo dinlerim.
Özgün müzik dinliyorum. Televizyonda
doğru düzgün bir program çıkmadığı
için hemen kapatıyorum. Bütün gün
burada çalışıyorum. Televizyonu izleme
imkanım pek olmuyor.
- İşyerinizde nasıl etkiliyor?
- Televoleler, çarkıfelekler çıkınca,
hemen kapatıyorum. Ben esnafım
doğru değil mi?
- Çevrenizdeki insanları nasıl etkiliyor?
- Dükkana gelenler olsun, çevremde
gördüğüm insanların hemen hepsi
olumsuz etkileniyor. Bugün Banu
Alkan'm "neremi neremi" parçasını
herkes söylüyor. Bu da kötü
etkilendiklerini gösteriyor. Türk
toplumu zaten reklama meraklı bir
toplum.
- Sizce bu konuda nasıl önlemler
alınabilir? Ya da siz bulunduğunuz
yerde nasıl önlem: elliyorsunuz?
- Nasıl önlemler alınabilir
bilemiyorum ama, ben kötü
programlar çıkınca televizyonumu
komple kapatıyorum. Çünkü al birini
vur ötekine. Farkları yok birbirinden.
Hele Mehmet Ali Erbil çıkınca mutlaka
kapatıyorum.
- Evli misiniz?
- Hayır değilim, bekarım.
- Televizyonlar çevrenizde gördüğünü/
kadarıyla çocukları nasıl etkiliyor?
- Aileler çocuklarını nasıl yetiştirirse
daha sonra çocukları öyle olur gider...
Bu konuda çocukların hepsi olumsuz
etkileniyor. Çünkü neyin doğru neyin
yanlış olduğunu bilmiyor. Ailelerin
tedbir alması gerekiyor.
- Televizyonların kültürümüzü
yozlaştırma çabalarına karşı, halk
olarak nasıl karşı koyabiliriz?
- Halk bu konuda tepkisini gösterecek
ve bu kanalları izlemeyecek.
Televizyonlarını kapatacak. Topluca
yapılacak şeyler ancak bu programlan
ortadan kaldırır...
- Televizyon sizi nasıl etkiliyor?
Safiye ERGÜN (Ev hanımı): Zaten
televizyonlarımız doğru düzgün
kanalları çekmiyor. Çektiği kanalları da
biz izlemiyoruz. Çünkü hepsi açıksaçık, insan utanıyor izlemeye.
-Ailenizi nasıl etkiliyor?
- Çizgi film çıktığında çocuklara ders
çalıştıramıyorum. Kumanda ellerinden
düşmüyor. "Kızım ver kumandayı
dersini çalış" diyorum ama sözümü
dinletemiyorum.
- Peki siz bu durum karşısında ne gibi
bir önlem alıyorsunuz?
- Ben ne yapayım? Televizyonu
kapatıyorum, arkamı dönünce yine
açıyorlar, ne yapacağımı şaşırdım.
- Genel olarak ne yapılabilir?
- Bilmiyorum ki, ne diyeyim sana. Açık
saçık şeylerde kanal değiştiriyoruz.
- Televizyon programlarını nasıl
buluyorsunuz?
Ali ERTÜRK{ istanbul Teknik
Üniversitesi Öğrencisi): Televizyon
programlarının içeriğini boş
buluyorum, oturup bu programı çok
beğeniyorum diyebileceğim bir
program yok. Hepsinin içeriği
boşaltılmış. Artık Türkiye'deki
televizyonları yozlaşmanın baş aracı
olarak görüyorum.
- Televizyonlarda izlediğiniz bir
program var mı?
- Televizyonlarda izlediğim bir
program yok, yalnızca haberleri
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Meclisi Girişimi, 1-5 Mart arası
Maslak Kampüsü'nde kitap fuarı düzenledi. Öğrencilerin kitapları ilgiyle
karşıladığı fuar kapsamında her gün Fen-Edebiyat Fakültesi küçük
çeşitli yazarlarla söyleşiler yapıldı.
1 Mart Pazartesi günü A. Başer Kafaoğlu şöyleşinin konuğuydu. 2 Mart Salı
günü Orhan İyiler ile yapılan söyleşinin konusu "Politika ve Sanat"ti. Söyleşide
Orhan İyiler sanatçının insana yol göstermesi gerektiğini vurguJayarak, Nazım
Hikmet'i örnek gösterdi. Ayrıca bireyselliği, kendini temel almış sanatçıların
hiçbir zaman adlarının anılmayacağını, gerçek sanatçının insanlara birşeyler
vermek uğruna her türlü baskıyı yüklenmesi gerektiği vurgulandı. Son olarak
insanoğlunun acısını sanatçı ile dünyaya iletmeyi ve çoğalarak acısını son
buldurmayı amaçlaması gerektiği söyledi. Ayrıca aynı gün Oral Çalışlar da
söyleşi konuğuydu. 3 Mart Çarşamba günü konuk olan 16 Mart'ın
avukatlarından Suat Parlar konuşmasına 16 Mart katliamından bahsederek
başladı. 16 Mart katliamını devletin planladığım, sanıkların ise elini kolunu
sallayarak gezdiğini söyleyen Suat Parlar, ayrıca seçimlerde "sol" olarak
görülen Ecevit'in durumunu soran bir öğrenciye, "Ecevit'i solcu olarak
görmediğini, onu faşist Türkeş'le eşdeğer gördüğünü belirtti. 4 Mart Perşembe
günü ise söyleşi konuğu gazeteci-yazar Cezmi lîrsöz'dü. Cezmi Ersöz
konuşmasında sanatçının batı ile doğu arasında bir köprü kurması gerektiğini,
her iki kültürü kaynaştırması gerektirdiğini, edebiyatın insana gerçekleri
göstererek huzurunu kaçırıp, bunun sonucu olarak onlara bilinç vermeyi
amaçlaması gerektirdiğini vurguladı. Son olarak televizyondaki kültür
yozlaşmasına da değinerek konuşmasını bitirdi. 5 Mart Cuma günü ise
söyleşinin konuğu yazar Erol Toy'du.
seyrediyorum. Onu da biraz
mecburiyetten seyretmek zorunda
kalıyorum. Türkiye'de neler oluyor
neler bitiyor bunları bilmek gerekiyor.
Tabi haberlerde bunları bulmak çok
zor, bir saat izlediğim haberlerin
sadece 5 dakikası haber anlatıyor geri
kalan 55 dakika yok maymunlar dizi
çekiyormuş, yok Sibel Can kocasını
boşamış gibi haberler geçiyor.
- Televizyonlara karşı bu tepkini nasıl
dile getiriyorsun?
- Tepkim belki direk olmuyor ama
üniversitedeki arkadaşlarla oturup
konuştuğumda televizyondaki
yozlaşma hakkında bilgi verip bilgi
alıyorum tepki ancak bu şekilde
oluyor.
- Teşekkürler.
AKAN KAN BİZİM
-15
-KURTULUŞ -
HABER-YORUM
Sayı 20/5 Mart 1999
"Asıl Siz Yol Yakınken
Pişman Olun"
Her halta Galatasaray Lisesi önünde eylem yapan kayıp ve tutsak yakınlarının
eylemine altı aydır saldıran polis bu haftaki eyleme de izin vermedi. 27 Şubat
Cumartesi günü saat 12.00'de İHD önünde açıklama yapmak isteyen kayıp ve
tutsak yakınlarının önünü İl II) binasının önünde kesen polis ailelerin binadan
çıkmasına izin vermedi. Polisin bu tutumunu protesto eden aileler basın
açıklamasıyla tepkilerini dile getirdiler. İHD'dc okunan basın açıklamasında aileler;
6 aydır saldırılara maruz kaldıklarını, bu saldırılarla ilgili olarak birçok dava
açtıklarını ancak sonuç alamadıklarını söylediler. Bu davanın artık Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'ne taşınacağını belirten aileler, haftaya yine Galatasaray'da
olma sözüyle eylemlerini sona erdirdiler.
Adana Kürkçüler Hapishanesi'nden Niğde Hapishanesi'ne 26 Şubat günü
PKK davası tutsakları Ratibe Batmaz ve Remziye Elgörmüş Adana Cezaevi Savcısı
tarafından zorla sevk edildi. Niğde Hapishanesi'nde itirafçı olmaları yönünde
psikolojik baskı yapıldı. PKK tutsakları bu onursuzluğu kabul etmeyeceklerini
belirttikleri halde iki saat infaz bölümünde tutulduktan sonra siyasi koğuşa
verildiler.
Niğde 1 lapishanesi'ndeki Di JKP-C ve PKK tutsakları tarafından yapılan
açıklamada bu uygulama protesto edildi ve şunlar belirtildi:
"Pişmanlık yasası adı altında meşrulaştırılmak istenen halkımıza ihanettir,
onursuzluktur. Devrimci tutsaklar bu onursuzluğun meşrulaştınlmasına hiçbir
zaman izin vermeyeceklerdir. Siyasi tutsaklara 'Siz itirafçısınız, pişmanlık
yasasından yararlanmazsanız 24 yıl nasıl yatacaksınız' vb. söylemler ve
dayatmalar siyasi kimliğimize hakarettir.
Bilinmelidir ki, Anadolu ve Kürdistan'da halklarımıza her türlü zulmü reva
gören, halklarımızı yoksulluğa, sefalete mahkum eden, Kürt halkına kendi
vatanında sürgün yaşatan, köy yakan, yağmalayan, Anadolu ve Kürdistan'ı kan
gölüne çevirenler ve onların uşaklarının halkımızın adaleti karşısında pişmanım
demeye dahi fırsatları olmayacaktır. Boşuna uğraşıyorsunuz... Asıl siz
halklarımızdan, işlediğiniz suçlar nedeniyle af dileyin.
ASIL SIZ YOL YAKINKEN PİŞMAN OLUN !"
Kocaelinde Dayanışma
Amaçlı Yemek Verildi
Kocaeli'nde 100 kişinin katılımıyla bir yemek düzenlendi. 28 Şubat Pazar günü ulan
yemek, 6 Kasım 1998'de Kocaeli Kurtuluş gazetesi temsilcilisi baskında
gözaltına alınıp tutuklananların aileleriyle dayanışma amaçlı düzenlendi.
Günün anlamını belirten bir konuşmyla başlayan yemekten sonra türküler
söylenip, halaylar çekildi.Sohbet devam eden yemek 5 Mart'ta yapılacak olan
Kocaeli Kurtuluş baskının duruşmasına çağrıyla bitirildi"
Ankara Yüksel Caddesi'nde her hafta yapıları oturma eyleminin 67'ncisi 27 Şubat
Cumartesi günü gerçekleştirildi.
Eylemde yapılan konuşmada, Susurluk devletinin uzantıları olan ve Susurluk
devletini aklayan medyanın provokasyon ortamı yaratmak istemesine dikkat
çekildi. PKK Önderi Abdullah Öcalan'ın kaçırılıp tutsak edilmesiyle başlayan
süreçte memurların çalışma saatlgij dışında geç saatlere kadar çalıştırılması ve
memurlara ispiyonculuk, muhbirlik yaptırmak istenmesi ile ilgili genelgelerin
yasalara aykırı olduğu ve kaldırılması gerektiği söylendi.
Ülkemizde haklar ve özgürlükler mücadelesi veren insanların yaşama hakkının
bile olmadığından ve bu mücadeleyi sahiplenen insanların haklarının ellerinden
alındığından sözedildi. Ankara'da son günlerde yoğun olarak yaşanan gözaltı
terörüyle birlikte evleri basılıp gözaltına alınan insanların sayısının arttığı vurgulandı.
Konuşmada ayrıca Halkın Hukuk Bürosu avukatı Zeki Rüzgar'ın hukuk
kurallarına aykırı bir şekilde tutuklanmasından ve bir komployla karşı karşıya
kalmasından sözedildi.
Eylemde, "Yaşasın Halkın Adaleti", "Baskılar Komplolar Bizleri Yıldıramaz", TtYAD
Üzerindeki Baskılara Son", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük" dövizleri açıldı.
Saat 12.00'de başlayan oturma eylemi 200 kişinin kaümıyla gerçekleşti ve saat
13.00'te bitirildi. Eylemde ayrıca "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük", "İnsanlık
Onuru İşkenceyi Yenecek" ve "Yaşasın Halkların Kardeşliği" sloganları atıldı.
Tokat Polisi
Tokat irtibat büromuza ulaşması için yollanan gazetemizin 17. sayısının ikinci
baskısıyla, 20 tane "Ölümün Ufkundaki Zafer" adlı kitaplara polis tarafından
kargodan el konuldu.
Tokat Siyasi Şube polisleri 20 Şubat Cumartesi günü kargoya gelerek, "Bu
paketler şüpheli, bunları almaya gelenlere sakın vermeyin. Pazartesi günü biz
önlemini alırız, o zaman verirsiniz." diyerek kargo çalışanlarının üzerinde baskı
yaratmaya çalışıldı.
23 Şubat Pazartesi günü ise, kargoyu abluka altına alan polis gazetelerimize el
koydu.
Polisin bu yasadışı ve keyfi tutumu karşısında Tokat büromuzun
açıklamasında şöyle denildi:"... Bunların hiçbirisi bizim haklı mücadelemizin
önüne geçemez. Ancak onlara olan kinimizi daha çok arttırır ve bizleri
mücadeleye daha çok bağlar. Bizler Kurtuluş gazetesi Tokat çalışanları olarak bu
baskıların bizleri yıldıramayacağını bir kez daha haykırıyoruz."
- Sayı 20/5 Mart 1999
HABER-YORUM
"Türküler Susmaz
Halaylar Sürer"
Ankara'da îlker Halkevi'nin
düzenlediği halkevlerinin 67'ncisi
kuruluş şenliği 28 Şubat Pazar günü
Yükseliş Koleji'nde 3 bin kişinin
katılımıyla yapıldı. Şenliğe Grup
Yorum da katıldı.
Halkevleri başkanının
konuşmasının ardından sinevizyon
gösterimi yapıldı. Gösterim sonrası
gelen mesajlar okundu. Ankara
Haklar ve Özgürlükler
Platformu'nun göndermiş olduğu
mesajda baskılara, gözaltılara,
tutuklamalara rağmen haklı
mücadelelerini sürdürecekleri
belirtildi. Mesajlardan sonra tüm
kitlenin katılımıyla, "Yaşasın Halkın
Adaleti", "Haklıyız Kazanacağız"
sloganları atıldı. Şenliğin
devamında Metin Yılmaz ve
Nurettin Rençber sahneye geldiler
ve türkülerini seslendirdiler.
Nurettin Rençber'in ardından
ise sahneye Grup Yorum geldi.
Grup Yorum'un sahneye gelmesiyle
coşan halk, Yorum'un
susturulamayacağını "Türküler
Susmaz Halaylar Sürer"
sloganlarıyla gösterdi.
Artan coşkuyla birlikte
halkevleri yöneticileri sloganlardan
rahatsız olarak müdehalede
bulundular. Halkevleri
yöneticilerinin huzursuzluğu
konser sonuna kadar devam etti.
Grup Yorum'un Ölüm Orucu
destamyla açılışını yaptığı
konserde, ülkemizin dört bir
yanında halkımızın acılarını,
özlemlerini, sömürüye karşı
duyduğu kini dile getiren
türkülerimizi söylediler. Konserin
sonunda izleyici kitle halaya davet
edilerek şenlik bitirildi.
KURTULUŞ 16
Halka Yönelik Yeni
Baskı Politikası "Kriz
Yönetim Merkezleri"
îdil Kültür Merkezi halka yönelik baskı politikalarını protesto eden bir
açıklama yaptı. Açıklamada şöyle denildi:
Anadolu, tarihi boyunca sürekli isyanlara ve katliamlara sahne olmuştur.
Egemenlerin baskı ve zulmüne karşı Anadolu halkları, Bedrettinleriyle,
Çakırcalı Efeleriyle, Pir Sultanlarıyla karşı koymuş, bu geleneği günümüze
kadar taşımıştır. Egemenler ise gelişen bu muhalefete karşı yeni politikaları
ve yöntemleriyle zulüm düzenini korumaya çalışmıştır. Bugün bu
politikaların bir yenisiyle daha karşı karşıyayız.
Susurluk kazasıyla birlikte bütün pisliği su yüzüne çıkan devlet, üç yıldır
sürdürdüğü kendini aklama ve demokrasicilik oyununun ardından, gelişen
halk muhalefetini bastırmak amacıyla ülkemizin her yerinde "Kriz Yönetim
Merkezleri" kuracağını açıkladı.
Daha önceleri sel, deprem gibi doğal afetlere karşı oluşturulan kriz
masaları, son olarak Gazi Katliamı'nda yeni misyonuyla karşımıza çıktı.
Emperyalizm ve onun kurumu olan NATO'nun direktifiyle, MGK
güdümlü olarak kurulacak olan bu "Kriz Yönetim Merkezleri" halka ve
devrimcilere yönelik yeni katliamların habercisi olacaktır.
Oluşturulacak olan bu kriz masaları, 12 Eylül faşizminin bir devamı
niteliğinde olup, bugüne kadar kağıt üzerinde kalan "demokratik"liğe dahi
tahammüllerinin kalmadığını göstermektedir.
Susurluk devleti, bugüne kadar başvurduğu yöntemlerle önünü
alamadığı ve her geçen gün varlığını daha fazla tehdit eden halk
muhalefetini, bu kez de "Kriz Yönetim Merkezleri" oluşturarak boğmaya
çalışmaktadır.
Hiç bir baskı ve zulüm yönetimi, halkların kurtuluş mücadelesini
engellyemeye ve oligarşinin krizini aşmasına yetmeyecek.
Grup Yorum Özgürlük Türküsü
Ayşe Gülen Halk Sahnesi Fotoğraf ve
Sinema Emekçileri (FOSEM) Kültür
Sanatta TAVIR Dergisi Ayşe Nil Halk
Küthüpanesi İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
— 17 KURTULUŞ -
-İŞÇİ-
Sayı 20/5 Mart 1999 -
Taleplerimiz
Birçok İnsanın
Talepleridir
KESK tarafından Mersin Eğitim-Sen Şubesi'nde 25 Şubat Perşembe günü bir
basın açıklaması yapıldı.
Yapılan basın açıklamasına yaklaşık 30 kişi katıldı. Saatl2.30'da başlayan
basın açıklamasında KESK Şubeler Platformu Mersin Yürütme Kurulu Ererji
Yapı Yol Sen 2. Başkanı Ferbaha Fırat tarafından okunan metinde şöyle
denildi:
"Enerji Yapı-Yol Sen Genel Sekreteri Bedri Tekin, istanbul Şube Başkanı
Ümit Sever, İstanbul Şube Sekreteri Mustafa Can, İstanbul Yönetim Kurulu
Üyesi Atilla Kılıç ve gişe memuru Gazi Bozkurt'u gözaltına alan emniyet
güçleri, 24. 02. 1999 günü iş yavaşlatma eyleminde ise; Enerji Yapı-Yol Sen
Genel Başkanı Cengiz Faydalı ve 4 yöneticiyi gözaltına almışlardır.
Otoyolların gişelerinde sağlıksız ortamda çalışanların taleplerine kulaklarını
tıkayan yetkililere bu talepleri bir kez daha hatırlatmayı amaçlayan bu haklı
eyleme, emniyet güçlerinin müdahalesi anti demokratiktir, hukuk dışıdır.
Niye korkuyorlar bu eylemden? Niye çekiniyorlar bu taleplerden?
Taleplerimiz çok insani taleplerdir.
Gişe memurları genç yaşında zehirlenmesin, ölmesin istiyoruz, insana
yakışır sağlıklı bir ortamda çalışmalarını istiyoruz.
Enerji Yapı-Yol Sen yönetici ve üyelerine yapılan gözaltı ve baskıyı
kınıyor, gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmasını istiyoruz.
Baskılar bizi yıldıramaz." Yapılan basın açıklaması alkışlarla sona erdi.
Evrensel gazetesinde Istanbul 3. Bölge'den seçimlerde aday olan
LÜMTlS Genel Başkanı Sabri Topçu'nun adaylığını destekleyenlerin
açıklandığı bir ilan yayınlandı. 25 Şubat Perşembe günü Evrensel
gazetesinde yayınlanan ilanda Liman-îş Genel Başkanı Hasan Biberin de
ismi vardı, Sabri Topçu'yu seçimlerde desteklediğine dair bilgisi dışında
yayınlanan bu ilan Hasan Biber tarafından tekzip edildi.
Liman-Iş Genel Başkanı'nın bilgisi dışında böylesi bir ilanda imzasını
kullanan Sabri Topçu bunun nedenini, kendisine aktarılan yanlış bilgi olarak
açıklarken; Liman-İş Genel Başkanı Hasan Biber'in Evrensel gazetesi genel
yayın yönetmenliğine yolladığı tekzip gazetede yayınlanmadı. Göndermiş
olduğu tekzibin neden yayınlanmadığını öğrenmeye çalışan Hasan Biber'i
Evrensel gazetesi yetkilileri geçiştirmeye çalışarak tatmin edici bir cevap
vermediler.
Evrensel gazetesinin yayınlamadığı Hasan Biber'in tekzibini
yayınlıyoruz:
"Tekziptir
Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliğine
Istanbul
25.02.1999 Perşembe günü yayınlanan gazetenizde bağımsız
milletvekili adayı Sabri Topçu'yu desteklediğime dair bir ilan çıkmıştır. Bu ilan
ile ilgili olarak bilgim yoktur.
Ben bu seçimlerin bağımsız, demokratik bir Türkiye yaratma amacı
taşımadığını ve emekçi halkın çıkarlarına hizmet etmediğini düşünüyorum.
Bu nedenle herhangi bir siyasi partiyi veya Meclis'e girmek isteyen bir kişiyi
desteklemem söz konusu değildir.
Bilgilerinizi ve gereğini rica ederim.
Hasan Biber Genel Başkan"
Belediye Seçimlerinde de
Düzen Partilerine Oy Yok
Düzen partileri belediye
seçimlerine özel bir önem verirler.
Çünkü vurgun, talan, soygun ve hak
gasplarının en iyi uygulanabilen
yerleridir belediyeler. Geçmişten beri
halka hizmet etmek ve işçinin haklarını
vermek gibi amaçlan olmayan düzen
partileri, tersine trilyonları aşan
belediye bütçelerini ceplerine
indirmenin mücadelesini vermişlerdir.
Seçim dönemlerinde halkı, işçiyi,
yoksulu, dar gelirliyi "hatırlayan" düzen
partileri seçimlerden sonra verdikleri
vaadleri unutup halkın ve işçi sınıfının
kanını emmeye var güçleriyle devam
ederler. Hiçbir zaman halkın ve işçi
sınıfının umudu olmayan düzen
partileri sömürüyü devam ettirmek
için çeşitli kesimlerden desteğe
ihtiyaçtan vardır. Bunlardan biri de
MGK sendikacılarıdır.
Kendi güçlerine olan güvensizlik bu
sendikal anlayışları düzen partileriyle
şekilsiz, ilkesiz birlikler ve ittifaklar
oluşturmaya itmektedir. Bunun sonucu
belediyelerde özelleştirmeler, işçi
kıyımları, sendikasızlaştırma ve
örgütsüzlük alabildiğine
yaygınlaşmıştır. Bunların önüne bir
türlü geçilememiş, tersine işverenler
sendikaların bu tutumlarından cesaret
almışlardır. Özellikle son yıllarda işçi
ücretlerindeki artışlardan ve sendikal
mücadeleden sık sık şikayet eden,
düzenin kendisine sunduğu yasal
olanaklara rağmen bu mücadelenin
önüne geçemeyen işverenler için
müteahit işçiliğinin yaygınlaştırılması
bulunmaz bir "nimet" olmuştur.
Çok daha az ücretle sendikasız,
tazminatsız hatta sigortasız işçi
çalıştırmak bir yandan büyük
ekonomik avantajlar sağlarken, diğer
yandan da işverenler kendilerine
yönelen örgütlü mücadelenin taşeron
işçiliğini üretime sokarak yapılan haklı
eylemlerin gücünü etkisiz hale
getirmek istemektedirler.
Taşeron işçiliğini özellikle
belediyelerde yaygınlaştırmaktaki
amaç net olarak gözler önüne
serilmektedir. Belediyelerde özellikle
son yıllarda yoğun olarak geçici işçi
çalıştırılmaktadır. Bu geçici işçiler
sendikalı olmadıklarından iş ve çalışma
koşulları toplu iş sözleşmesiyle
belirlendiği taktirde işverenin keyfi
uygulamaları bu yolla bir nebze de olsa
engellenebilir. Fakat MGK'cı sendikal
anlayış "ne yapalım bu bir devlet
politikasıdır" deyip işin içinden
çıkmaktadır. Sendika değiştirmek bir
yana dursun, sendikasızlaştırma,
örgütsüzleştirme yaygınlaşırken,
sürekli üye kaybı yaşanırken, MGK
sendikacılarının hiç umurlarında
olmamıştır.
Bugün pek çok yerde MGK
sendikacıları mücadelenin önünü
tıkayıcı rol oynamaktadır. Böylece işçi
sınıfının devrimci dinamiklerinin açığa
çıkmasına engel olma konumlarını
iyice pekiştirirken, işçiler arasında
sendikal örgütlülüğe karşı güvensizlik
tohumlarını da yeşertmektedirler.
Diğer yandan sendika yönetiminde
kalmayı amaç haline getiren, koltuğun
rahatına alışan, terketmek istemeyen
reformizm karşısında, devrimci
muhalefete de saldırmaktan, tasfiye
etmeye çalışmaktan geri durmuyorlar.
Bölgecilik, hemşehricilik ya da
mezhep farklılıkları kullanılarak seçim
kazanılmak istenmektedir.
Bir yandan burjuvazinin
saldınlarına karşı koymaya, direnmeye,
hak alma mücadelesini geliştirmeye,
yükseltmeye çalışırken, diğer yandan
MGK sendikacılarıyla hesaplaşmalıyız.
Amaç, kitle ve sınıf sendikal anlayışının
işçi sınıfı içerisinde güçlendirilmesi ve
ete-kemiğe büründürülmesidir. Bunun
yolu da sınıf sendikacılığını bir
alternatif güç olarak örgütleyebilmek,
gösterebilmek, propagandasını
yapabilmek ve buna rağmen uygun
mücadele hattını çizmekten
geçmektedir. MGK sendikacılarının şubu partiden aday olarak gösterilmeleri,
bağlı olduklan sendikaların işçilerini
arkasına almış gibi kendilerini
gösterme çabaları boştur. Bunu onlar
da bilmektedir. Kendileri gibi ruhlarını
burjuvaziye çoktan satmış bir kaç tane
şahsa gazete ilanlarında kendilerine
destek mesajları yayınlatarak güçlü
görünmeye çalışırlar. Hatta utanmadan
çeşitli kurum ve kişileri haberleri
olmadan bu işe ortak etmeye çalışırlar.
Asıl olarak kitlelerinin olmaması bir
yana, kitlelerin içine bile girecek
cesaretleri yoktur.
Düzen her kesimden "zübük"lerini
piyasaya makyajlayıp sürmeye devam
ediyor, bu belediyelerde de,
milletvekilleri seçimlerinde de bizim
tavrımızı değiştirmez. Zübüklerin
sendikacı, şu bu olması da bizim
açımızdan ancak ihanet olarak
değerlendirilir. Belediye seçimlerinde
de düzen partilerine ve zübüklere oy
yok!*
Sayı 20 / 5 Mart 1999 -
23
KTTRTTTT.Ufi -
-SEHİTLERİMİZ-
ONLARIN ÖLMÜŞ
OLMASI DEĞİL,
ONLAR GİBİ
İNSANLARIN
YAŞAMIŞ
OLMASIDIR
ÖNEMLİ OLAN
Savı 20 / 5 Mart 1999 -
"Kanımızın aktığı vatan
topraklarının her karışı
bizimdir. Kanın döküldüğü
yerde zulmün hükmü uzun
sürmez."
(Barış Atalay)
"İLK BASKINDA VE
İLK ŞEHİT
HABERİMDE BEN
OLACAĞIM!"
Yücel Maral; "Yücel'le İstanbul'da çalışmak için gittiğim bir inşaatın şantiyesinde tanıştık. Mevsimlik çalıştığımız için
şantiyede yatıp kalkıyorduk. O da bizimle kaldığından orda çalışan
gurbetçi bir işçi sanmıştım önce. Sonra öğrenci ve Dev-Genç'li
olduğunu öğren-diğimde şaşırmıştım. Hiç öğrenciye benzer bir yanı
yoktu. Ya da be-nim tanıdığım öğrencilere benzemiyordu. Birlikte
kaldığımız arka-daşların hepsi bir dönem devrimcilik yapmış öyle
ya da böyle de-mokrat insanlardı. Buna rağmen Yücel akşam
şantiyeye geldiğinde bizim yanımızda kalmıyor, diğer koğuşlardaki
işçilerle sohbet etme-ye gidiyordu. Onlarla sohbet ediyor, tartışıyor,
500'e yakın işçinin he-men hemen hepsini tanıyordu. Onlarla
kurduğu sıcak ilişlriyi bizim-le kurmuyor, mesafeli davranıyordu.
Bu mesafeli duruş canımı sıkmıştı. Bir gün ikimiz yalnızken bunun nedenini sorduğumda Yücel; "senden önce çok konuştuk, tartıştık. Ben Devrimci Solcuyum. Onların hepsi eski DY'li, KSD'li veya
sundan bundan, düzene iliklerine kadar teslim olmuşlar. İlişkileri dejenere olmuş, tartışma adapları yok. İnsanlara tepeden bakıp ukala- lık
yapıyorlar. Bana senin de eski DY'li olduğunu söylediler geldiğin- de.
Onun için mesafeli yaklaştım. Ama istersen tartışabiliriz, okuman için
dergi, kitap verebilirim" demişti. Açık sözlülüğü beni etkilemiş,
coşkusu, mücadeleye bağlılığı heyecanlandırmıştı. Birlikte kaldığımız her anı değerlendiriyor, mücadeleyi, şehitlerimizi anlatıyor,
Devrimci Sol'u daha iyi tanımamı sağlıyordu. Sohbetleri her zaman
mutlaka dağlara ve gerillaya getiriyordu. Gerilla olma özlemiyle ya nıp
tutuşuyordu.
Kısa süre süre ayrılmak zorunda iafdığımızda yollarımız ayrılmamacasına birleşmişti asımda. 93 baharında memlekete gittiğimde
köyde olduğunu öğrenmiştim. O sırada bir operasyondan dolay; hareketle bağım kopmuştu. Köyde de olsa hareketle bağı vardır diyerek
doğru yanma gittim. Tanıdığım Yücel mücadeleden ayrı bir gün bile
geçiremezdi. Yanıltmadı beni. Açık söylemese de kır için çalışma.
yaptığı belliydi. Bütün çevre dağları, köyleri dolaşıyor, yeni yeni insanlarla ilişkiler geliştiriyordu. Dev-Genç ruhundan bir şey kaybetmemişti.
Gerillaya katıldığımızda Yücel silahı eline alır almaz sarılmıştı silahına. Eğitimlerde hepimizden çok çalışır, bütün hareketleri detaylarıyla bir an önce öğrenmek isterdi. "Savaşın komutanlara ihtiyacı
var. Bir an önce komutan olalım ki, yeni komutanlar yetiştirelim"
dordi... Birliğimiz ikiye ayrıldığında kalan yoldaşlara; "Duyduğunuz
ilk baskında ve ilk şehit haberinde ben olacağım" demişti.
Yücel yoldaşlarına da büyük bir sevgiyle bağlıdır. Birliğe yeni katıları savaşçıların her şeyiye ilgilenir, eğitimlerine özel Önem verirdi.
Birlikteki her savaşçının moral kaynağıydı. Olmadık anlarda espriler i
yapar, yaşamın zorluklarıyla alay ederdi.
9 Şubat 1994 sabahı düşmanla ilk çatışmada komutanın yanında
Yücel yoldaş vardı. Düşman ateşi başladığında ikiye ayrılarak mevziicniyorlar. Biriiklerini gözden kaybediyorlar. Yücel sürünerek yanımıza gelmiş, bir an önce çemberin dışına çıkmazı isterken hem komutanı tekrar bulmak hem de bize zaman kazandırmak için çatışmayı üstlenmiş, düşman kurşunlarının arasına korkusuzca dalmıştı.
Komutanın ve Yücel'in bu tavrı düşman çemberini yarıp güvenli böl
geye çekilmemizi sağlamıştı. Bir gün sonra buluştuğumuzda Yüce
yalnızdı. Komutana ulaşamamış, daha sonra çemberi yararak bölge-yi
terketmişti.
Komutanın şehit düştüğünü öğrendikten sonra tereddütsüz sorumluluk almış, yoğun operasyonlara rağmen en riskli yerlere gitmiş, birliğin ihtiyaçlarını karşılamak için çaba sarfetmiştir. Rahat hareket etmek için birlik ikiye ayrıldığında bulunduğu grubun komutarndır. 12 Mart 1994 sabahı düşman etraflarını sardığında sloganlarla
yürür düşmanın üzerine.
Yücel Maral
Barış Atalay
12 Mart günü Karadeniz Kır
Gerilla Birliği'nden Yücel
Maral komutasındaki grup,
Ordu'nun Ünye ilçesi Ballık
Köyü yakınlarındaki
Döşeme Ormanları'nda
düşman kuşatmasına
düştü. Çıkan çatışmada beş
gerilla şehit düştü.
Mart 1980
Kuştepe'de jandarmalar tarafından
katledildi. Liseli Dev-Genç
içerisindeydi.
- Sayı 20/5 Mart 1999
KÜRDİSTAN
-KURTULUŞ 28
Kimse Boşuna Beklemesin, Burjuvazi
"Güneydoğu'ya"
Yatırım yapmayacak
E
cevit'in başında olduğu 56.
Hükümet, Öcalan'ın tutsak
alınmasını moral bir zafere
dönüştürmek için MGK'nııı
kurmaylığında adımlar atıyor.
"Güneydoğu'ya yatırım hamlesi" de
bunlardan biri.
Ama bu "hamle" oligarşinin
91'den bu yana durmadan çiğnediği
bir sakız olmaktan başka bir anlam
taşımıyor.
Sonuncusu 55. Hükümet
döneminde çıkarılan ve kalkınmada
öncelikli bölgelerde yatırım
yapacaklara bedava hazine arazisi
verilmesini öngören teşvik paketine
işbirlikçi tekelci burjuvazi pek ilgi
göstermemişti.
Şimdi yine, işbirlikçi burjuvaziye
çağrı üstüne çağrı yapılıyor.
Bu çağrılara burjuvazi ne diyor?
Şimdi bunlara bakalım.
TÜSİAD, tenezzül edip cevap bile
vermiyor. Diğer sonu "... İAD"la
bitenler ise hükümete "bedava
konuşma" anlamına gelen cevaplar
veriyor. Bu cevaplardan bir kaçı
şöyle;
YA "KÖYE DÖNÜŞ"
TÜGÎAD başkanı Hamdi Akın:
"Güneydoğuya otoyol, havaalanı
yapılsın. Ben de gideyim iş yapayım.
Bugünkü koşullarda bir Mardin'e,
bir Hakkari'ye otobüsle gitmem.
Elemanı mı da yollamam..."
Gaziantep Sanayi Odası (GSO)
başkanı Nejat Koçer:
"Kaynağı olmayan paket
açıklanmamak"(Hürriyet, 24 Şubat
1999)
Kürdistan'daki sanayici ve
işadamları derneklerimin
başkanları:
"Destek paketlerinin içi hoş". "Bu
açıklamalar kamuoyunu uyutmaya
yönelik. Daha önce de ekonomik
tedbirlerin alındığı, bölgeye ilişkin
projelerin varolduğu hep söylendi ve
açıklandı. Ancak sonuçta hiçbir şey.
yapılmadı. Kimse kimseyi vaatlerle
oyalayamaz". "Vaadlere çok alıştık.
Ancak sonuçta ortada bir şey
göremedik. Yeni bir süreçten söz
ediliyor. Bu süreç seçim süreciyle
denk. Seçim sürecinde bu tür
açıklamalara inanmamak gerek..."
(Cumhuriyet, 20 Şubat 1999)
hvet, ne bedava hazine arazisi
verileceğinin söylenmesi, ne de
yatırım yapanlara araç-gereç
verilecek denmesi, düzenin
efendilerini, yani işbirlikçi
burjuvaziyi ve onun çömezlerini
harekete geçrebiliyor.
Bu asalak ve sömürücüler "riskli"
olan hiçbir şeyin altına girmezler.
Kolay olanı tercih edip en tatlı
kazanç nereden gelecek, kasalarımız
en çabuk nasıl dolacak diye
düşünürler. K,r neredeyse onların
vatanı orasıdır. Bunun için
emperyalizmle içli dışlıdırlar. Bu
nedenle ülkenin veya herhangi bir
bölgesinin kalkınması onları
ilgilendiren bir konu değildir.
İşbirlikçi tekellerin vatan-millet
diye dertlerinin olmadığını,
haramilikten başka bir şey
düşünmediklerini daha somut
görmek için bunların geçmişlerini
kısaca bir hatırlayalım:
"1923 devrimiyle iktidara ortak
AKAN KAN BİZİM
-29
KURTULUŞ -
KÜRDİSTAN
olan ticaret burjuvazisi nasıl
geçmişinde feodalizme karşı
savaşarak gelişme geleneğinden
yoksun ise, yani bugünkü tekelci
burjuvazinin geleneğinde olduğu
gibi riskleri göze alamayan,
kapkaççı, fırsatçı ise...
emperyalizmin işgaline seyirci ise;
sonrasında da sanayileşme riskini
göze almamakta, azınlıkların elinde
olan ticari etkinliği devralma,
ithalat- ihracat işleriyle toptancı
ticaretinin kendilerine
devredilmesini istemekle
yetinmektedirler.
... Devlet desteği ile adeta saksı
içinde özel bakıma aldığı,
sanayileşme için büyük umutlar
bağladığı ticaret burjuvazisi
sanayileşmeyi, yatırımları değil,
kolay, risksiz ticari vurgun düzenini
tercih etmektedir. (Haklıyız
Kazacağız, cilt 1, s. 229-230)
İşbirlikçi tekellerin halkına ihanet
edip "kar nereden gelirse vatanım
orasıdır" dediği bir ülkede
Kurdistan'a yatırım yapması elbette
beklenemez.
Zaten açıklamalarında
düşüncelerini açıkça ortaya
koyuyorlar. Kendi devletine "bizden
fedakarlık beklemeyin" diyor. Alt
yapıyı hazırlayın, herşeyi uygun hale
getirin, destek paketlerinin
kaynaklarını hazırlayıp elimize verin,
"güvenliği" de sağlayın ondan sonra
bize çağrı yapın diyorlar.
Herkes kendi malını tanır diye bir
deyim vardır. Susurluk Devleti de
kendi eliyle yetiştirdiği, herşeyi hazır
sunduğu burjuvazisini elbetteki çok
iyi tanıyor.
Düne kadar kaç destek paketi
verildi, kaç destek paketi açıldı.
Halka hizmet götürmek, eğitim,
sağlık vb. kamu hizmetleri sunmak
gibi söylemleri aldatmacadan öteye
gitmediği kaç kez görüldü.
Evet, bugün Susurluk Devleti
seçim öncesi yakaladığı bu fırsatı
seçim yatırımına dönüştürmek
istemektedir. İşadamlarına yapılan
çağrıların anlamı budur. İşadamları
gelmeyecek. Bunu Susurluk
Devletinin kendisi de biliyor. Ama
Susurluk Devleti'nin bugün öncelikli
derdi yatırım falan da değil zaten.
"Yatırım" bir PROPAGANDA, VAAT ve
ŞANTAJ rolü oynuyor. Propaganda
"gerillayı gerilettik, artık sıra
yatırımda" söylemine hizmet ediyor;
vaat, halkı oyalama, hala düzenden
bir şeyler bekler noktada tutmaya
yöneliktir. Şantaj ise, eğer
mücadeleden vazgeçerseniz,
bölgenize yatırım yaparız
anlamındadır.
Ama sayısız isyanın, onlarca yıldır
süren savaşın tecrübesini yaşamış
Kürt halkının propagandaya da,
vaatlere de, şantaja da karnı toktur.
Oligarşinin bu politikaları sonuçsuz
kalmaya mahkumdur.*
KATİLLERİ İSTİYORUZ
Sayı 20 / 5 Mart 1999 -
— 31—KURTULUŞ -
ŞEHİTLERİMİZ
Sayı 20/5 Mart 1999 -
ULAŞIN ELİNDEKİ MAVZER
ANADOLU İHTİLALİNİN TÜRKÜSÜNÜ
SÖYLEMEYE DEVAM EDİYOR
Aralık 1970, Anadolu devrim
mücadelesinde bir başlangıçtır. 50
yıllık revizyonist gelenekten kopuştur.
THKP-C'yle Marksizm-Leninizmin yol
göstericiliğinde Türkiye devriminin
yolunun çizilmesidir.
Fikir Klüplerinden Dev-Genç'e,
Dev-Genç'ten THKP-C'ye uzanan bu
devrimci çıkışı adım adım
örgütleyenlerden biridir Ulaş
Bardakçı.
Gençlik mücadelesinin içinde
yetişir Ulaş... Kavga filizlenmekte,
serpilmektedir o dönem... İlklerdendir
Ulaş... Yiğittir... Cesur ve yeteneklidir.
Ocak 1969... ABD elçisi Commer,
vatanı işgal edenlerin, sömürenlerin
elçisi ODTÜ'de... Commer'in arabası
rektörlüğün önünde... Binlerce
öğrenci rektörlük binasının önüne
kosuyor. Protesto gösterileri başlıyor...
-Yanki Go Home", "Yanki Go
Home", "Yaşasın Tam Bağımsız
Türkiye"... Ulaş, Taylan, Sinan en
önde... Commer'in arabası ters
çevriliyor... Ulaş, Taylan, Sinan en
önde... Dökülüyor benzin, çakılıyor
kurtuluş yolunda bir kıvılcım daha.
Commer'in arabası ateşe veriliyor...
Emperyalizme meydan okuyor
gençlik... Emperyalizme meydan
okuyor Ulaş... Gündoğuyor, gençlik
emperyalizme karşı savaş siperlerine
dayanıyor.
Silahlı devrim çizgisi, elli yıllık
reformist-revizyonist geleneğe, devrim
cephesinden vurulan en güçlü
darbedir. Kuşkusuz zorluklan,
bedelleri vardır. Ama THKP-C'liler bir
kez savaş demiş, halkın yüreğine
umut diye düşmüşlerdir
ODTÜ'lü öğrenci lideri Ulaş,
kurtuluşun bayrağı olacak Parti'nin
kurucuları arasında yeralır...
O, Türkiye halklarının, kurtuluş
savaşının önderlerinden biridir...
THKP-C'nin Genel Komite üyesidir.
Şehir gerillasının hazırlık
çalışmalarıyla görevlidir. Zafer için
savaşılacaktır... Ulaş devrim için alır
mavzeri eline...
"Ve onlar liderdirler, liderler Devrim
savaşında masa başında oturmazlar
Bu savaşta en ön safta savaşırlar..."
Ulaş'ın ilk eylemi 71 baharında
Ankara Küçükesat'ta bir bankada
gerçekleştirilen kamulaştırma
eylemidir. Daha sonra pek çok ABD
hedefinin bombalanmasında, 4 Nisan
1971'de işadamı Mete Has'ın
kaçırılması eyleminde de yine Ulaş
vardır. Hemen ardından 17 Nisan
1971'de israil Başkonsolosu Efraim
Elrom, kaçırılır. Ulaş, bu eylemin de
planlayıcıları ve uygulayıcıları
arasındadır.
"Dediğimizi yapmalıyız" der Ulaş,
israil Başkonsolosu Efraim Elrom'u
kaçırdıklarında... "Dediğimizi
yapmalıyız!". Bu emperyalizme,
siyonizme, faşizme devrim
cephesinden haykırılan kararlılığın
ifadesidir. Bu, savaş ve zafer andıdır...
THKP-C'liler dediklerini yapar. Efraim
Elrom'u ezilen dünya halkları adına
cezalandırırlar.
"Ulaş Bardakçı adım, 1947
doğumluyum. Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi Cephesi'nin bir savaşçısıyım"...
28 Mayıs 1971'de tulsak düşer Ulaş.
grevi yapılmasını örgütler. Mahir
henüz Maltepe'ye getirilmeden
yoldaşları savunmayı hazırlama
görevini onun yapmasını isterler. O
güne kadar hep "askeri" yanıyla
tanınan Ulaş, yoğun bir teorik
çalışmaya girer. Bu alanda da en az
askeri alandaki kadar yetkin, yetenekli
ve azimlidir. Mahir geldiğinde
savunmanın önemli bir kısmı yazılı
hale getirilmiştir.
Hazırladıkları savunmayı mahkemede
kendileri okumaz. Çünkü bundan
önce tutsaklıklarına kendi elleriyle
son vermişlerdir. Özgürlük tutkusu,
Ulaş daha hapishaneden adımını atar
atmaz, plan, proje uıpmaya
dönüşmüştür. THKO'luların başlattığı
ve daha sonra THKP-C'lilerle
ortaklaştırılan firar çalışması sonucu, 29
Kasım 1971'de Mahir Çayan, Ulaş
Bardakçı, Ziya Yılmaz, THKO'lu Cihan
Alptekin, Ömer Ayna,
gerçekleştirdikleri özgürlük
eylemiyle savaşın içine koşarlar.
Parti ''nin bu dönemde karşı karşıya
kaldığı ihane karşısında da
tereddütsüzdür Ulaş. Savaş kaldığı
yerden devam edecektir. Ulaş,
veniden mavzeri eline alacak,
kurtuluş türküsünü söylemeye
devam edecektir.
Direnir işkencede. Bu cümleden
fazlasını öğrenemez düşman. Şubede
iki kez özgürlüğe ulaşmayı denediği
için hücreye konulur. Daha
hapishaneye getirilirken tüm çevrenin
planını kafasına resmetmiştir. THKP-C
savaşçısıdır O. Bulunduğu her yer bir
mevzi, bir savaş alanıdır.
"Hapishanenin en disiplinli
militanı"dır...
Ulaş tutsakken Mahir Cayan ve
Hüseyin Cevahir Maltepe'de düşmanla
çatışmaya girerler. Bu çatışmada
Cevahir şehit, Mahir ise tutsak düşer
ve Selimiye Kışlasına götürülür.
Düşman THKP-C önderini tecrit etmek
istemektedir. Ulaş, düşmanın
politikasına tavırsız kalmaz. Önderinin,
Mahir Çayan'ın Maltepe hapishanesine
getirilmesi için açlık
Tarih: 13 Şubat 1972 Yer:
İstanbul, Levent
'Tevkıfatın başladığı haberi
geldiğinde evde Ulaş, Ziya ve ben
vardık Haberi getiren arkadaşlar
ev atama çabasına giriştiler.
Sonunda 13 Şubat günü bir yer
bulunmuştu ama oraya ancak
akşam hava karardıktan sonra
gidebileceklerdi. Ulaş'la, Ziya
eşyalarını topladılar... Kapıya
çıktım. Merdivenlerin önünde 15
kadar sivil giyimli şahıs alçak sesle
bodrumu göstererek konuşuyorlardı...
Ellerindeki silahları o sırada gördüm.
Geldiler dedim sadece. Onlar da kimin
geldiğini sormadılar. Zaten bu sırada...
içeriye ateş etmeye başladılar. Ziya ve
Ulaş ateşe karşılık verdiler... Bu arada
bir iki el bombası attılar. Hatta yatak
odalarından birinin panjurunun
kapalı olduğunu farketmeden attıkları
bir bomba panjura çarpıp odaya düştü.
Odada patlar diye Ulaş koşup benim
üzerime kapanmıştı, korumak için.
Bereket patlamadı. Çatışma sırasında
Ziya çevresiyle pek ilgili değildi. Ulaş
ise sık sık benim tutukluk yapan
silahımla ilgilenmek zorunda
kalıyordu... Bir ara evden çıkmaya
karar verdiler sanırım. Önce Ulaş yola
bakan yatak odasının penceresinden
KATİLLERİ İSTİYORUZ
atladı. Bu sırada'yandım anam'diye bir
ses duyduk. Çatışmada ağır yaralanan
polisti. Ulaş atladığında onunla
yüzyüze gelmiş..."
Teslim olmayı reddediş... yoldaşını
koruma... Cephe'nin gelenekleri
kuşatılan üslerde işte böyle
yaratılıyordu.
Tarih: 19 Şubat 1972
Yer: Istanbul Anavutköy
"Sabah yediye geliyordu. Evin çevresi
askerlerle çevriliydi... bizim evin
kapısını çaldılar. Kapıyı açtım bir yığın
adam girdi içeriye. Evde kimsenin olup
olmadığını sordular! 'Yok'dedim. Tam
giderlerken polisin birisi Ulaş'ın
paltosunu ve ceketini gördü...
Kuşkulandılar ve tekrar eve girdiler.
Anında silahlar patlamaya başladı,
içeriye giren polisler bunun üzerine
dışarıya kaçtılar. Çatışmanın 15-20
dakika sürdüğünü sanıyorum..."
Halk kurtuluş savaşçıları için teslim
olmak halka ihanet demektir. Bunun
için basar tetiğe... Düşman Ulaş'ı
teslim alamaz. Ulaş, Devrimci Sol ve
DHKP-C savaşçılarının direniş
çizgisinde gelenekleşen çatışma
kültürünün tohumu olur. Ulaş bir
öncüdür. Tıpkı Mahir gibi, Cevahir
gibi...
Ulaş'ın mavzeri türkü söylüyordu.
Artık hep böyle ölecekti bizimkler.
Nesilden nesile geçecek bir
geleneğin yaratıcısı, başlangıcıydı
onlar. Ulaş'ın ilk satırlarını yazdığı
türkü, 30 Mart 1972'de Kızıldere'de bir
manifestoydu artık... Genç Cepheliler
bu manifesto'nun yolunda ilerlerler.
Mahir'lerin, Cevahir'lerin, Ulaş'larm
mirasına göz diken akbabalara yem
etmezler mirası...
Yıllar sonra aynı ezgi Halk Kurtuluş
Savaşçılarının dilinde tilililere
dönüşecekti. Kuşatılan üslerde asılan
bayraklar, duvarlara kanla yazılan imza
olacaktı. Niyazi'ler, Sabo'lar, Sinan'lar,
Esmalar, Recai'ler, Avni'ler, Sibel'ler,
Adalet'ler, Kemal Askeriler, Bediiler,
Berdan'lar, İdil'ler, Erhan'larla çoğalır
Ulaş.. .
Cephe'nin kurtuluş bayrağı tüm
ülkede dalgalanıyor artık. Ulaş'ın
türküsü, gecekonduların yoksul
sokaklarından Dersim'in, Torosların,
Karadeniz'in, Ege'nin dağlarına kadar
her yerde yankılanıyor. Arnavutköy
Çiftehavuzlar oluyor, Kızıldere
Balkıca... Savaş sürüyor. Türkü sürüyor.
Anadolu ihtilali onların bıraktığı
mirasla büyümektedir şimdi. Onların
bıraktığı mirasla yürüyor zafere...
Onların bıraktığı şiarı yayıyoruz
Anadolu'nun dört bir yanına...
MAHİR... HÜSEYİN... ULAŞ...
KURTULUŞA KADAR SAVAŞ!..*
Sayı 20/5 Mart 1999
KAYIPLARIMIZ
-KURTULUŞ
32
Neslihan, Metin, Mehmet Ali, Hasan...
11 ayı geçti yüzlerini görmeyeli, seslerini d uy may alı...
Onlar kaybedildiler. Ama sadece bedenlerini kaybedebildiler, umutlarını, onurlarını, erdemlerini asla.
Onur, namus, erdem ve kurtuluş savaşımız dimdik ayaktadır. Önemli olan da budur zaten.
Kaybeden onlardır. İnsanları gözaltına aldıktan sonra en alçak işkenceleri yapıp kaybedenler aslında
kendileri kaybetmişlerdir. Onlar onurlarını, şereflerini, ahlaklarını, insanlıklarını kaybetmişlerdir.
Onursuz, şerefsiz, ahlaksızdırlar.
Eğer insanları kaybederek korkutmak, yıldırmak istiyorlarsa bu beyhude bir çabadır. Bunu kendileri de
göreceklerdir. Onlar, insanları kaybederek bu savaşı şimdiden kaybetmişlerdir. Kayıplar onların
acizliklerinin bir kanıtıdır. Kayıplar kaybettiklerinin ispatıdır.
TARİHİMİZ
— 33 KURTULUŞ
Sayı 20/5 Mart 1999 kesilmesini protesto etmek
amacıyla halk, akşam saatlerinde
ana yolu trafiğe kapattı.
8 Mart 1998- Gazi Mahallesinde
afiş yapan 5 kişinin gözaltına
alınması sonucu kitle karakola
yürüdü. Gözaltındakiler serbest
bırakıldı.
Mersin'in
Erdemli
ilçesinde 8 '
Martl996'da
faşist mafyacı
çetenin esnaftan haraç toplamasına
karşı esnafın tepki göstermesi sonucu
sivil faşistler halktan insanların
evlerine ve işyerlerine saldırdı.
Özellikle Kürtlere ait işyerlerini
yakarak tahrip eden faşistler "kana kan
isteriz", "Kürtlere ölüm" şeklinde
sloganlar attılar. Olaylar içinde
öldürülen faşistin cenaze töreninden
sonra faşistler emekçi Kürt halkının
oturduğu Alata-Gecekondu, HalTürbe, Merkez mahallelerini ablukaya
aldılar. Polis ise her zamanki gibi olayı
seyretmekle yetindi.
Erdemli'deki faşist saldırı,
12 Mart 1971'de üç Kuvvet
Komutanı ve Genelkurmay
Başkanı Memduh Tağmaç
imzasıyla TRT'den okunan bir
muhtırayla Süleyman Demirel'in
başında olduğu AP hükümeti
düşürüldü.
Cunta gelmişti
gelmesine ama
tehditler kar
etmemiş, mücadele
sürüyordu. Bunun
üzerine cunta 26
Nisan 1971'de
Ankara, İstanbul,
izmir, Adana, Hatay
ve Diyarbakır'da
sıkıyönetim ilan
etti. Dev-Genç,
ÜOB, TÖS, DDKO
ve birçok derneği
ıpattı.
12 Mart muhtırasının ardından
THKP-C'nin yayın organı Kurtuluş dergisinde
"Ülkemizde Oynanan Oyun ve Bütün Küçük Burjuva
Oportünist Fraksiyonların İhaneti" başlıklı bir yazı
yayınlandı. Yazıda şunlar söyleniyordu; "...Yukarıdan
aşağıya adım adım inen faşizm Kemalizmi de
kendisine ideolojik taban olarak hazırlamak çabası
içindedir. Devrimcileri zor ama zevkli kavga günleri
beklemektedir. Ak ve kara artık en keskin çizgileriyle
birbirinden ayrılabilecektir. Bütün kadrolar en aktif
mücadeleye kendilerini hazırlamalıdırlar... Mevcut
buhranı derinleştirmek, emperyalizme ve yerli
köpeklerine nefes aldırmamak için, patlayacak kitle
hareketlerinin önüne yiğitçe geçmeli, işçiler ve
köylüler arasından yeni yeni kadrolar çıkartmaya
çalışmalıdırlar... Bütün yarı sömürge ülkelerin ve
ülkemizin pratiği, mücadelenin uzun ve zor olacağını,
düşmana karşı temel mücadele metodunun
politikleşmiş askeri mücadele metodu olduğunu
açıkça ortaya koymuştur."
10 Mart 1996- Gaziantep
Düztepe'de elektriklerin sık sık
12 Mart 1991 - Türkiye Öğrenci
Dernekleri Federasyonu
(TÖDEF) kuruldu.
oligarşinin "Kürt-Türk" çatışması
yaratmaya yönelik ciddi
girişimlerinden biridir. Ancak ne
Erdemli özelinde ne de ülke genelinde
ciddi bir destek bulamamış, sivil
faşistlerle başlayan saldırı, yine sivil
faşistlerle sınırlı kalmıştır. Ancak
Erdemli örneği, bu konuda ne kadar
hassas olunması gerektiğini de
göstermiştir; çünkü oligarşi yalnızca
Kürt halkının taleplerinin sözkonusu
olduğu eylemlerde değil, çok sıradan
olaylarda da bu provokasyonu
sahneye koymayı deneyebilmektedir.
Hatırlanırsa, Trakya'da da bir "keçi
meselesi" yine Kürt-Türk çatışmasına
dönüştürülmek istenmişti.
Her düzeyde, her yerde, her an,
halkların kardeşliğini savunmalı,
gerektiğinde Kürt-Türk tüm
devrimciler, tüm halk, bu kardeşliği
dinamitlemeye çalışan faşistlerin,
provokatörlerin karşısına
dikilmeliyiz.
Parlamento ve partiler
kapatılmamış hükümet
idaresine fiilen el
konulmamış olsa da bu
açıktan bir darbeydi. Ülkeyi
yöneten cuntaydı.
Bal yozcu Başbakan Erini
1980'de Devrimci Sol
tarafından cezalandırıldı.
AP Hükümeti düştükten
sonra 12 Mart Generalleri
GHP milletvekili Nihat Erim
başbakanlığında yeni bir
hükümet kurdurdular.
Parlamentodaki AP, CHP ve
diğer partiler de bu
hükümete bakan
vereceklerini açıklayarak
cuntayla ne kadar "birlik ve
beraberlik içinde" olduklarını
göstermiş oldular.
Erim
hükümeti
NATO'da
n, Vehbi
Koç'a
kadar
çeşitli
çevreleri
nde
desteğini
alarak
göreve
başladı.
tsrail Başkonsolosu Efraim
Elrom'un THKP-C'liler tarafından
kaçırılmasının ardından Erim hükümeti
"balyoz harekatı" başlattı. Birçok ilerici,
solcu bilim adamı, gazeteci, yazar, öğretmen
gözaltına alındı. Bu tehdit ve saldırılar, Erim
hükümetinin "reformcu", "Atatürkçü"
maskesini de düşürdü.
Günümüze kadar birçok devrimcin
halktan insanın katledilmesine,
kaybedilmesine neden olan, birçok
operasyon düzenleyen, terör estiren
"Kontrgerilla" örgütlenmesi de bu
dönemde iyice geliştirildi. Ünlü
Ziverbey Köşkü'nde birçok ilerici,
devrimci işkenceden geçirildi.
Ne 12 Mart
Silahlı devrimci cephe, cuntanın baskı ve terörüne silahlı
savaşı sürdürerek cevap verdi. Buna karşı faşist cunta bir çok
devrimciyi ve önderleri tutsak ederek
yargılamaya çalıştı. Bir çok devrimci de
şehirde ve dağlarda katledildi. Nurhak'ta,
Kızıldere'de, darağaçlarında, Maltepe'de,
Arnavutköy'de, Diyarbakır zindanlarında,
THKP-C, THKO ve TKP/ML önderleri
katledildi.
cuntası, ne 12 Eylül
cuntası devrimci
mücadelesini
durdurmaya, halkın
kurtuluş umudunu
yoketmeye
yetmedi.
SEÇİM OYUNU
-Sayı20/5Martl999
Secim
-KU R T U L UŞ
34
kadarıyla adayların 600 kadarı patron
ya da tüccarmış. Bunların dışında
içlerinde holdinglerde müdürlük,
yöneticilik yapanlardan yüksek
bürokratlara kadar daha ne ararsanız
var. Bir tek olmayan halktan insanlar.
Şu işe bakın, Jet-Pa'nm açık açık bu
benim adamım dediği adaylar
DYP'den Fazilet'ten ilk sıralara
yerleştiriliyor. Yani herşey,
milletvekilleri de, aday sıraları da
parayla satın alınıyor.
Bu milletvekillerinden, bu
partilerden, bu TBMM'den halka bir
Baran, Kemal Aykurt gibi Çiller'e en
iyi uşaklık yapan isimler ise Çiller
operasyonuyla liste başlarına
yerleştirilerek bunlara yeniden
seçilebilme şansı sağlandı.
"Gaziantep, İstanbul ya da
Ankara'dan 1. sıradan aday
gösterilmezsem istifa ederim" diyen
Ayvaz Gökdemir ise Erzurum'a
kaydırılarak 1. sıradan aday yapıldı.
Böylece bu ilde yapılan önseçimin de
bir hükmü kalmamış oldu. Erzurum'da
çok sayıda partili ise parti il binasına
giderek bu duruma tepki
hayır gelir mi? Ne kadar patron,
gösterdi.
tüccar, holding beslemesi, hırsız,
uğursuz varsa hepsi oraya doluyor.
Bizi daha çok soyup soğana
çevirsinler, sömürsünler diye mi
bunlara oy vereceğiz?
Hayır! Düzen partilerine oy verme
değil, hesap sorma zamanıdır.
Tansu Çiller yüzlerce devrimci
yurtseverin katili emekli korgeneral
Hasan Kundakçı'yı Afyon'da listenin 2.
sırasına çıkarırken, emekli tuğgeneral
Sait Değer'i ise Şırnak'tan liste başı
olarak aday gösterdi. Susurluk
çetesinden korucubaşı Sedat Bucak
yine yerini korurken, Flash TV
baskınını planlamak ve baskına
katılmaktan sanık olarak halen
yargılanan istanbul DYP II Yönetim
Kurulu üyesi Şafak Mert de yeni
adaylar arasında yer alıyor.
Şemdinli'de korucubaşı ve Töre aşireti
lideri Hakkı Töre liste başı yapılırken,
Pinyanişi aşiretinden Mustafa
Zeydan'a ise ikinci sırada yer verildi.
Milletvekili ve belediye başkanlığı aday listeleri
kesinleşip açıklandıktan sonra düzen partileri karıştı.
Bu Çıkarcılara Mı
Oy Verilecek?
Düzen partilerinin milletvekili ve
belediye başkanlıkları için aday listeleri
kesinleşip, Yüksek Seçim Kurulu'na verilir
verilmez kıyamet koptu.
Bir kez daha görüldü ki meydanlarda,
TV ekranlarında demokrasi vaatleri
yapan, halkın sesine kulak verdiklerini
söyleyen, hatta adaylarını belirlerken
güya ne kadar demokratik olduklarını
göstermek için önseçim bile yapanların
söyledikleri hep yalan. Önseçim yapılan
pek çok yerde sandıktan çıkan adaylarla
seçim kuruluna Verilen aday
listelerindeki isimler farklı oldu. Gözlerini
milletvekili ya da belediye başkanlığı
bürümüş olup da umduklarını
bulamayanlar ise partilerine küstüler.
Kimileri de o ana kadar "savunduğu"
görüşlerini, partisini bir dakikada
terkedip istifa ederek başka partiden
aday olmanın yollarını aradı.
Düzen partilerinin kendi içlerinde bile
demokrasinin kırıntısı yoktur.
Kendi içinde demokrasi
uygulamayan
partiler
ülkede
demokrasi
uygulayabilir
mi?
Demokratikleşmeden yana olabilir
Ağızlarındaki demokrasi lafları
halkı kandırmak için kullandıkları
yalanlardan ibarettir. Parti liderleri ve
yanlarına aldıkları bir kaç yalakacı
partinin tüm politikalarını, partinin il
ve ilçe yönetimlerini, seçimlerde
kimlerin aday gösterileceğini
belirlemektedir. Parti üyesi işçinin,
memurun, köylünün sesini,
taleplerini parti yönetimleri duymaz,
onlara kulakları tıkalıdır. Üyelik falan
bunlar göstermeliktir. Parti lideri ve
yanındaki çıkar çevresi ne derse o
olur.
18 Nisan'da "hiçbirinize oy yok"
diyerek bu sahte demokrasi
pehlivanlarının sırtlarını yere vurup
derslerini verelim.
PATRONLARA, TÜCCARLARA,
HOLDİNG UŞAKLARINA
OYVERMEYELİM
Şimdiye kadar belirlenebildiği
DYP'DE ÇİLLERİN YALI
KOMŞULARI,
YALAKACILAR
LİSTELERİN İLK
SIRALARINDA
DYP'de 22 ilde Tansu Çiller tek
başına adayları belirledi. TBMM'deki
DYP grubunun üçte biri liste dışı
kaldı. Çiller'e muhalif olanlar tasfiye
edildi.
Tansu Çiller, avukatı Sevgi Esen'i
Kayseri'den 1. sıradan, eşinin avukatı
Atila Özer'i aynı ilde 2. sıradan aday
gösterdi. Özer Çillerin diğer bir
avukatı Ömer Asım Livanelioğlu da
yine liste başlarında yer alanlardan.
Çiller Başdanışmanı Şükrü
Karaca'yı Eskişehir'den 2. sıraya
koyarken kendisinin borazanlığını
yapan BTV'nin kurucusu Bekir
Alünok'u da kontenjan adayı olarak
listesine aldı. Bu arada yalı
komşularını da unutmadılar. Holding
müdürü Yeniköy'deki komşuları Atay
Şevkatlioğlu ile Mustafa Özkan'ın
oğlu Timur Özkan istanbul
listelerinden 2. sıradan kontenjan
adayı yapıldılar.
Önseçimlerde arka sıralarda
kalarak seçilme şanslarını yitiren
Nahit Menteşe, Halit Dağlı, Doğan
Jet-Pa'DAN AÇIK TAVIR: "20
MİLYARA SATIN ALINMAYACAK
MİLLETVEKİLİ YOK!"
Türkiye'de milletvekilinin çok ucuz
olduğunu, 10-20 milyara milletvekili
satın alındığını söyleyen Jet-Pa'nın
sahibi Fadıl Akgündüz'ün
desteklediği adaylar DYP listelerinde
ilk sıralarda yer aldı. Jet-Pa'm adayları
olduğu iddia edilen Siirt'te Takiyiddin
Yarayan 1. sıradan, İhsan Aydın 2.
sıradan, Van'da Doç. Dr. Hüseyin
Çelik 2. sıradan, istanbul'da Nuri
Emral 1. Bölge 4. sıradan, Antalya'da
Salih Çelen 2. sıradan aday gösterildi.
Fadıl Akgündüz, Çillerin Öncü
gazetesine ve BTV'ye para yardımı
yaptığını ve seçimlerde DYP'yi
destekleyeceğini söylüyor.
Parayla milletvekili satın alan
sadece Jet-Pa'cılar olmadığı gibi bu
işlerde büyük paralar kullanıldığını
söyleyen de yalnızca Jet-Pa'cılar değil.
SEÇİM OYUNU
— 3 5 ----KURTULUŞ -
belirleneceği gibi sözlerin demagoji,
yapılan anketlerin ise göstermelik
olduğu biliniyor. Her zaman olduğu
gibi adaylar tarikatlarla parti üst
yönetimi arasında yapılan pazarlıklar
sonucu ve Erbakan'ın onayıyla
belirlendi.
Jet-Pa'nın desteklediği iki aday da
FP listelerinde ilk sıralarda yer alıyor.
Eee, ne de olsa paranın yüzü sıcak!
Ama Erbakancılar için Tayyip'in yüzü
pek sıcak görünmüyor olmalı ki,
iddialara göre Tayyip Erdoğan'a yakın
isimler listelerde tırpanlanmış, ya hiç
yer verilmemiş ya da en altlara
kaydırılmış.
CHP'DE KONTENJAN
ADAYLARI SIKINTI
YARATTI
olmayan ve partisinden istifa eden
DYP milletvekili Muzeffer Arıkan da
26 Şubat'ta yaptığı açıklamada
"BEŞYÜZ MİLYARI VEREN LİSTE
BAŞI OLDU"diyordu.
ANAP'IN DYP'DEN PEK
FARKI YOK
DYP'den istifa eden Turhan Tayan
ANAP'tan Bursa'da liste başı yapıldı.
Tabii Turhan Tayan gibileri için koltuk
olsun da ister DYP'den olsun, ister
ANAP'tan farketmiyor. Düzen partileri
için de aday gösterdiklerinin, liste başı
yaptıklarının kişiliği, geçmişi, daha
önce ne düşündüğü, ne yaptığı hiç
önemli değil, biraz oy getirir mi, parti
başkanına yalakalık yapar mı tamam
al listeye. Parti üyelerinin, halkın ne
düşündüğü umurlarında mı?
Partide genel başkan olmayı
düşünen İlhan Kesici gibi Mesut Yılmaz
tarafından tehlikeli görünen bazı kişiler,
liste dışı bırakıldılar. Tansu Çiller gibi
Mesut Yılmaz da
yapabilecek ya da rakip olabilecekleri
tasfiye etti. Partide 46 milletvekili
tırpanlandı.
Milletvekili ve ANAP Grup
Başkanvekili Metin Öney listelerde yer
bulamayınca ANAP'tan istifa etti.
Metin Öney istifa dilekçesinde
"Partisine ve mensuplarına bile adil
almayan yönetimin, milletine ve
ülkesine karşı adil olmasının
mümkün olamayacağına inandığım
için partinizden istifa ediyorum"
diyordu.
Balıkesir ANAP ti teşkilatına üye
ANAP'lılar ise parti binasında
toplanarak Agah Oktay Güner'in
Balıkesir'den aday gösterilmesine
tepki gösterdiler.
Adaylarının çoğunu ön seçimle
belirleyen CHP'de, önseçimlere giren
30 milletvekilinden 18'i listelere
giremediler. Bazı milletvekilleri
şanslarını belediye başkanlığında
Sayı 20 / 5 Mart 1999 ararken kendilerine yer bulamayan
bazıları politikayı bırakmak zorunda
kalacak. CHP'de asıl sıkıntı kontenjan
adaylarına yer bulmakta yaşandı.
Tabii CHP'nin asıl sıkıntısı barajı
aşamamak. Aşsa da ucu ucuna
aşacağı için çıkarabileceği milletvekili
sayısı sınırlı olacak. Hal böyle olunca
bir iki büyük şehir dışında adaylar
için listelerin ikinci üçüncü
sıralarında yer almanın bile kıymeti
harbiyesi yok.
DSP'DE PEK SIKINTI
YOK; "SULTA" SAĞLAM
Kurulduğu günden bu yana
muhalif seslerin çıkmasına izin
verilmeyen ve bu nedenle bir çok il ve
ilçe yönetimlerinin Ecevitler
tarafından görevden alınarak
değiştirildiği DSP'de listelerin
açıklanmasından sonra tepkiler çıksa
da bu diğer partilerdeki kadar boyutlu
olmadı. Ecevit, özellikle bu konularda
pek maharetli olan eşi Rahşan Ecevit
FP'DE ERBAKAN'IN
ONAYINDAN
GEÇEMEYENLERE
LİSTELERDE YER YOK
Fazilet Partisi'nde adayların
yapılan anketler sonucunda
Parti binaları basıldı, işgal edildi...
İşin İçinde Koltuk Olunca Nasıl Da
"Militan" Kesiliyorlar
DYP'de Baskınlar
24 Şubat'ta Adana DYP II binası açıklanan listeye
kızan partililer tarafından basıldı. Partililer binanın
tüm camlarını ve parti tabelasını kırdılar. Bina içindeki
eşyaları tahrip ettiler. Milletvekilliği adaylığı kabul
edilmeyen bir delege ise parti binası önünde üzerine
benzin dökerek kendini yakmak istedi.
Antalya milletvekili aday sıralamasına itiraz eden
Serik ilçesinden 40-50 kişilik bir grup ise 25 Şubat'ta
DYP Antalya il binasını basarak binadaki camian ve
mobilyaları kırıp Genel Merkez yöneticilerini protesto
ettiler. Partiyi basan partililer Jet-Pa'nın adayı Salih
Çelen'in kontenjan adayı olarak listeye konulmasına
karşı çıkıyorlar ve "Bunlar Antalya'yı Jet-Pa'ya
satmaya çalışıyorlar. Bunu başaramayacaklar"
diyorlar. (Hemen belirtelim, yanılıyorlar: Bunlar
Antalya'yı değil, tüm ülkeyi satmaya çalışıyorlar. Buna
ne diyorsunuz?)
Aynı gün Aydın'da da Parti il binasını basan partililer
buradaki eşyaları tahrip ederken, Tansu Çiller'e ait
çerçeveli fotoğrafları da yerlere atıp parçaladılar. Parti
yöneticilerinin genel merkez yöneticileriyle g
örüşeceklerini açıklamaları üzerine, sıralamanın bir an
önce değiştirilmesi istenerek parti binasında oturma
başlatıldı. DYP'nin Aydın ve üçe teşkilatlarında
ise istifa eden edene.
ANAP'da Parti İşgali
ANAP Samsun 11 binası "Tepeden inme aday
istemiyoruz"diyen delegeler tarafından işgal edildi.
Delegeler, Atakum Belediye Başkan adayı seçiminde
oyuna getirildiklerim ve haksızlığa uğradıklarını
belirterek parti binasında 6 saat süren eylem yaptılar.
FP Binalarının Kapılarına Kilit
Genel Merkez tarafından 1995 seçimlerindeki listede
yer alanların bu seçimlere de aynen aday gösterilmesini
protesto eden 100 civarında parti üyesi il binasını bastı.
Partinin tabelalarını söken partililer binanın kapısına
da kilit vurdular. îl başkam Alaaddin Arıkan partililerin
Batman merkez dışında Kozluk, Sason, Beşiri, Gercüş,
ve Hasankeyf ilçelerinde de parti tabelalarını indirerek
genel merkezi protesto ettiklerini söyledi.
DSP'de "Hainler Dışarı!"
Aday listelerinin açıklanmasından sonra listelere
tepki gösteren DSP'nin Adana Yüreğir ve Ceyhan ilçe
yöneticileriyle aday olamayanlar DSP 11 binasını
basarak işgal ettiler. İşgalciler İl yönetimine "hainler
dışarı"diye tepki gösterdiler.
KATİLLERİ İSTİYORUZ
ile birlikte- listeleri istedikleri gibi
hazırladılar. Bandırma ve Gönen'de
olduğu gibi il ve ilçe yönetimlerinin
gösterdikleri belediye başkan
adaylarını bile kafalarına göre kesip
biçtiler.
SEÇİLEMEYECEKSEM
SEÇİM DE OLMASIN!
Aday listelerinde yer alamayan ya
da seçilemeyecek yerlerden aday
gösterilen milletvekillerinin bir kısmı
derhal seçimleri iptal ettirebilmenin
peşine düştüler. Öyle ahlaksızlar ki,
bunların hemen hepsi daha önce
seçim yapılmasına onay vermiş olan
milletvekilleri. İstedikleri gibi aday
gösterilmiş olsalardı sorun yoktu. Ama
bir daha milletvekili olamayacakları
kesinleşince hoplamaya zıplamaya
başladılar. Sorsanız güya hiçbirinin
aslında koltukta makamda falan gözü
yoktur. Dokunulmazlık yasasının
görüşülmesi için TBMM'ye
uğramayan bu utanmazlar çıkarları
sözkonusu olunca TBMM'yi
olağanüstü toplantıya çağırmak için
imza toplama girişimi başlattılar.
Ancak bunun bir sonuç
verebileceğine pek ihtimal veren de
yok.*
— Sayı 20/5 Mart 1999
DÜZEN PARTİLERİ
CHP
Özellikle 80 sonrası kurulan partiler, tam bir ideolojisizleşme,
şekilsizleşme yaşadılar. Birbirlerinden hiç bir farkları kalmadı. Zaten
faşizmin demokrasicilik oyununda partilere düşen rol de oldukça
küçültülmüştü; Bu demokrasinin karar organı TBMM değil, MGK'ydı
çünkü.
Ama kitleleri aldatmak, düzen içinde tutmak yine hala onların göreviydi.
Bu nedenle "sağ" ve "sol" görünmeyi kısmen de olsa sürdürdüler. Özde hepsi
aynıdır, hepsinin iki iddiası vardır: bu düzeni en iyi biz sürdürürüz,
tekellere, emperyalistlere en büyük sömürüyü biz sağları/.
70 küsur yıldır, döne döne bunlar iktidara gelmektedir ve 70 küsur yıldır
ülkemizin geldiği yer ortadadır. Aslında bu düzen partilerini anlatmak için
yalnızca bu tesbit bile yeterlidir. Bu, halkın lehine hiç bir şey
yapmadıklarının ve yapmayacaklarının da kanıtıdır.
Yine de bugün söyledikleri-söyleyecekleri şeyleri daha iyi değerlendirip
yorumlayabilmek için düzen partilerinin tarihlerini hatırlatmakta yarar
gördük..
muhalif güçler, 17 Kasım 1924'te Terakki
Perver Cumhuriyet Fırkası'nı kurdu. HF
içinde bölünmeler yaşandı. HF bu
bölünmeler sonrası 10 Kasım 1924'de
Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını
aldı.
CHP'nin tarihi Türkiye
1924 yılında Meclis içi çatışmaların
Cumhuriyetinin 76 yıllık tarihiyle
içiçedir. Çünkü, CHP Cumhuriyetin sonucunda îsmet İnönü başbakanlıktan
istifa etti. Ve Fethi Okyar muhalefetin
ilk partisidir ve Kemalizmin siyasi
desteğini alarak yeni hükümeti kurdu.
arenadaki ifadesidir.
CHP siyasal arenaya ilk olarak
Halk Fırkası adıyla çıkmıştır. Bütün TAKRİR-1 SÜKUN VE
toplumsal kesimleri temsil ettiği
MUHALEFETİN
iddiasındadır. Kuruluşunda resmi bir
BASTIRILMASI
programı bulunmayan partinin
Şubat 1925'te Şeyh Sait ayaklanması
Genel Başkanlığına Mustafa Kemal,
çıktı. Parti Fethi Okyar'ın ayaklanma
Genel Başkan vekilliğine ismet inönü
karşısında aldığı önlemleri yetersiz
ve Genel Sekreterliğine de Recep
bulunca Okyar istifa etmek zorunda
Peker seçildi. CHP, 1923-1950
kaldı. îsmet inönü'nün önerdiği Takrir-i
arasında aralıksız iktidarda kalmış,
Sükun Kanunu kabul edildi.
1946'ya kadar da genelde de tek parti
Kabul edilen bu kanunla, Şark'ta ve
olma özelliğini korumuştur.
Ankara'da iki İstiklal Mahkemesi
HF'nin kurulduğu 1923 yılı
kuruldu. CHF bu kanunun yürürlükte
Cumhuriyetin ilanı ve çeşitli
olduğu dört yıl boyunca muhalif tüm
alanlarda radikal kararların alınma
güçleri susturdu. Önce muhalefeti
sürecidir. Cumhuriyetin ilk seçimleri
destekleyen istanbul basını ile birlikte
de bu dönemde yapılmış ve ismet
inönü Başbakan olmuştur. Mecliste Anadolu'daki bir çok gazete yasaklandı,
asker-sivil-aydın kadrolar, büyük
ardından da Terakkiperver Cumhuriyet
toprak sahipleri ve esnafın
Fırkası 3 Haziran'da kapatıldı.
temsilcileri vardır. Bu kesimler
Şeyh Sait ayaklanması kanıl bir
arasında iktidar savaşı da
şekilde bastırıldı. Ayaklanmanın
sürmektedir.
Mustafa Kemal'in ikinci bir
önderleri istiklal Mahkemelerinde
partinin gereksizliği konusundaki
yargılandı ve idam edildiler, istiklal
görüşlerine rağmen, 1924'te kabul
edilen anayasada çok partili bir rejim Mahkemeleri baskının, katliamların,
öngörülür. Bunun üzerine de o güne zorbalığın yasal kılıfı oldu, birer
kadar Halk Fırkası içinde bulunan
CHP; Cumhuriyetin
Kanlı Temellerini
Atan Parti
kıyım makinası haline getirildi,
göstermelik yargılamalar ve kurulan
darağaçları bugünün DGM'lerinin
temellerini oluşturdu. Cumhuriyetin
"adalet" mekanizmasının ilk
halkaları CHF eliyle bu şekilde
oluşturuldu.
Muhalefeti susturan CHF,
"modernleşme" programını daha
cüretle uygulamaya başladı. Örneğin
25 kasım 1925'te şapka dışında bir
başlığın giyilmesini yasaklayan
kanun çıkarıldı, İsmet İnönü
Erzurum'da şapkaya karşı çıkanların
ayaklanmasını bastırmak için
sıkıyönetim uygulanmasını istedi. Ve
bunun sonucunda şapka devriminin
uygulanabilmesi için sadece üç ayda
57 kişi idam edildi. Elbette sorun tek
başına şapka değildi. Kemalizmin
politikalarının önünde engel
olabilecek kesimlerin tasfiye edilmesi
ve sindirilmesi girişimidir.
I926'da Mustafa Kemal'e
yapılacak bir suikast gerekçe
gösterilerek, Ankara istiklal
mahkemeleri son büyük
operasyonunu gerçekleştirdi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
milletvekillerinin yanısıra pek çok
kesim gözaltı ve tutuklamaların
hedefi oldu. Artık muhalif güçler
sindirilmiştir. Mustafa Kemal ve
İnönü'nün yönetimindeki CHF
gurubu mecliste herşeyi tekeline aldı.
1926 yılında CHF'nin büyük
kongresi ve seçimler yapıldı. "Merkez
yoklamaları" partilerin işleyişine bu
tarihten itibaren girdi. Tüzükte
yapılan bir değişiklikle milletvekili
adaylarının tespiti tek başına genel
başkana bırakıldı. Üçüncü meclisin
milletvekilleri önceden Mustafa
Kemal tarafından belirlendi. Bugün
herkesin çokça şikayet ettiği "lider
sultası", CHP'yle kurumlaşmıştır.
Sivas Kongresini 1. Kurultay sayan
CHP, 15 Ekim 1927'de 2. Kurultayı'nı
topladı. Bu kurultayda
Cumhuriyetçilik, halkçılık,
milliyetçilik ve laiklik hiçbir koşulda
değiştirilemeyecek temel ilkeler
olarak benimsendi. M. Kemal
değişmez genel başkan seçildi.
Küçük-burjuva diktatörlük, 1929
dünya krizinin etkisiyle ortaya çıkan
memnuniyetsizliğin ve CHF'nin her
geçen gün artan baskı politikalarının
yarattığı hoşnutsuzluğu denetimi
altında tutabilmek için alternatif bir
partinin kurulmasına karar verildi. M.
Kemal 1930 yılı yazında CHP'nin
ılımlı kanadının başını çeken Fethi
Okyar'a yeni bir parti kurma görevi
verdi ve Serbest Cumhuriyet Fırkası
(SCF) kuruldu. Yeni partinin programı
ve yöneticileri yine Mustafa Kemal
tarafından belirlenmişti.
SCF kurulduktan sonra, ilk olarak
Ekim 1930'da belediye seçimlerine
katıldı. Bu seçimlerde katılımın dörtte
bire düşmesi ve büyük kitlesel
gösteriler CHF'ye karşı
hoşnutsuzluğun boyutunu
gösteriyordu. SCF'nin gördüğü ilgi
AKAN KAN BİZİM
-KURTULUŞ iktidarı korkuttu ve SCF hemen
kapatıldı. SCF'nin kapatılmasının
hemen ardından ise komünistlere
yönelen Kemalistler, yüzlerce
komünisti tutuklamış ve komünizme
karşı geniş bir kampanya başlattı.
Tüm bu saldırıların ardından 2 Ekim
1930'da ismet inönü hükümeti
kuruldu.
CHP'NİN "ALTI OK"U
10-19 Mayıs 1931'de toplanan 3.
Büyük Kurultayda, partinin
programı oluşturuldu. 2. Kurultayda
kabul edilen Cumhuriyetçilik,
Milliyetçilik, halkçılık, laiklik
ilkelerine devletçilik ve inkılapçılık
da eklenerek altı ok tamamlandı.
CHF, bu görüşleri topluma
benimsetmek için yukarıdan aşağıya
örgütlenmeler oluşturmaya başladı.
Türk Ocakları Kongresi, Türk
Kadınlar Birliği, Türk Mason
Derneği gibi kuruluşlar aldıkları
talimatla kendilerini feshedip
CHF'ye katıldılar.
Toplumun yeniden
biçimlendirilmesine yasalarla ve
yasaklarla başlandı. Basına getirilen
düzenlemeyle "padişahlık, hilafet,
komünistlik ve anarşistliği tahrik
eden" yayınlara yasak konuldu. Ülke
çıkarlarına uygun yayın yapmayan"
gazete ve dergilerin toplatılması
konusunda Bakanlar kuruluna tam
yetki verildi.
1934'de kabul edilen Polis Vazife
ve Selahiyetler Kanunu'yla polise
şüpheli gördüğü kişiyi dilediği kadar
gözaltında tutma yetkisi tanınırken,
aynı yıl çıkarılan İsyan Kanunu'yla da
Kürtler zorunlu göçe tabi
tutuluyorlardı.
1936'da yapılan değişiklerde 1930
tarihli İtalya Ceza Kanunu esas
alındı. Bu faşist yasayla devlet
terörünün yasal kılıfa sokulması
sağlandı. Yıllarca "düşünce
özgürlüğü" diye tartışılacak olan,
örgütlenme özgürlüpnün önünde
engel olacak olan 141. ve 142.
Maddeler de bu dönemde Ceza
Kanununa girdi.
CHP yönetimindeki tek parti
diktatörlüğü işçi sınıfının
örgütlenmesini ve mücadelesini
denetim altında tutmak için çeşitli
işkollarında dernekler ve işçi birlikleri
kurdu. Bu örgütlenmelerin başına
partiye yakın isimler getirildi.
Seçimlerde "işçi sınıfı mensubu" adı
altında yukarıdan atanmış kişiler
aday gösterilerek meclise sokuldu.
Görüldüp gibi bugün de uygulanan
bu yöntemler, neredeyse
Cumhuriyetin tarihi kadar eskidir.
Herşey rejimin güvenliği ve "milli
burjuvaziyi" yaratabilmek içindi.
Burjuvazinin gelişimi için ne lazım
gelirse yapılacaktı. Bu dönemde bu
amaçla gündeme getirilmiş son
derece ilginç uygulamalar vardır.
Örneğin 1932'de ülkedeki tüm
işçilerin parmak izleri alındı ve
fişlemeler yapıldı. Fabrikalarda
işçilerin her türlü yayın okuması
yasaklandı. Devletin kurduğu işçi
37
KURTULUŞ -
DÜZEN PARTİLERİ
Sayı 20/5 Mart 1999 -
birliklerine üye olmayanların işe
alınmayacağını belirten bildiriler
yayınlandı. Sınıf temelindeki
örgütlenmeler yasaklandı.
"SINIFLARÜSTÜ"
DEVLET PARTİSİ
Sınıf örgütlenmelerini ve grevi
yasaklayan düşünce, 1935 CHF
programında vardı zaten. Bu
programa göre; "İş anlaşmazlıkları,
uzlaşma yolu ile ve buna imkan
olmazsa devletin kuracağı
uzlaştırma araçlarının yargıçlığı ile
kotarılır. Grev ve lokavt yasak
olacaktır... Türkiye'de cins ve klas
(sınıf) fikirlerini yayma ve klas
kavgası ergesi (maksadı) ile cemiyet
kurulmayacaktır..."Yasanın getirdiği
en önemli hususlardan biri iş
anlaşmazlıklarının çözümünde
başvurulan zorunlu hakem
sistemiydi ve bununla devlet sınıflar
üstü, tek düzenleyici ve yönlendirici
bir konuma yükseltiliyordu. Devletle
bütünleşen CHF de aynı misyonu
üstleniyordu.
9 Mayıs 1935'de toplanan CHF'nin
4. Kurultayı'nda Recep Peker
cumhuriyetin bir "parti devleti"
olduğunu açıkladı ve bu görüş
doğrultusunda hazırlanan tüzük ve
programın kabul edildi. Bu
değişiklikle birlikte parti örgütü ile
devlet örgütü bütünleştirildi. Bu
tarihten itibaren idari aygıttaki
bütün yüksek devlet memurları
bulundukları yerde partinin,
CHF'nin de sorumluları oldu. Artık
valiler aynı zamanda CHF'nin o
ildeki başkanıydı. 1937'de ise
CHF'nin 6 oku Anayasa'ya konuldu.
MİLLİ ŞEF DÖNEMİ;
CHP KURDUĞU
CUMHURİYET
Özgürlükçü, demokrat,
cumhuriyetin kurucusu CHP'nin o
çok övündüğü mirası tam görebilmek
için "Milli Şef" dönemi en iyi
ölçülerden biridir. Evet, CHP
cumhuriyeti kuran partidir ama nasıl
bir cumhuriyet kurdular?
1930'ların sonuna gelindiğinde
bürokrasi içinde çatışmalar da
hızlandı. Hatay sorununun
çözümünde M. Kemal ile inönü
arasında başlayan görüş ayrılıkları
İnönü'nün 20 Eylül 1937'de
Başvekillikten istifa etmesi ile
sonuçlandı.
İnönü'nün yerine îş Bankası Umum
Müdürü Celal Bayar atandı. Bayar iş
Bankası yönetimi içindeki kadrosunu
devlet içinde önemli görevlere
getirdi. Atatürk'ün ölümüyle
bürokrasinin içinde yeni
hesaplaşmalar yapılırken ismet inönü
Cumhurbaşkanı seçildi. Ve 26 Aralık
38'de Olağanüstü Kurultay'da ismet
inönü partinin değişmez Genel
Başkanı seçilerek "Milli Şef" sıfatını
aldı.
"Milli Şef" dönemi, baskıların,
gericileşmenin, hak ve özgürlükleri
kısıtlamanın alabildiğine
yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu
dönem iktidardaki Kemalizmin son
dönemidir. Burjuvazinin
güçlenmesiyle iktidar içi
hesaplaşmalar da artmıştır. Bu
çelişkiler kendini Bayar ve inönü
arasında çıkan anlaşmazlıklarda
gösterir. Kemalistler devletteki ve
CHP içindeki insiyatiflerini
kaybetmemek için iyice
saldırganlaşmış, muhalefetin hiçbir
biçimine izin vermemiştir. Bu
saldırganlık halkın üstünde tam bir
teröre dönüşmüştür.
28 Haziran 1938'de her türlü
sınıfsal örgütün, sendikanın,
cemiyetin kurulmasını, hatta
Türkiye'de sınıfların varlığından
sözedilmesini yasaklayan yeni bir
cemiyetler kanunu kabul edildi Yeni kanuna
göre her türlü örgütlenme, ancak hükümetin
izniyle kurulabilecek, ve hükümetin, mahalli
yöneticilerin sıkı denetimi altında faaliyet
gösterebileceklerdi.
CHP'NİN 2. DÜNYA SAVAŞI
SINAVI
inönü'nün Türkiye'yi 2. Emperyalist
Paylaşım Savaşı dışında tutması, inönü
politikacılığının bir başarısı olarak gösterilir
hep. Oysa gerçek bu değildir. Bu yıllarda
CHP ve Türkiye Cumhuriyeti Hitler
faşizmiyle işbirliği yapmış, Nazilerin insanlık
suçlarına ortak olmuştur. Bugünün "solcu"
CHP'si tarihin bu dönemlerini hatırlamaz
hiç, bunun
"ORTA'NIN SOLU"
"Ortanın Solu" kavramı ilk olarak 1965 seçimleri
öncesinde İnönü tarafından kullanıldı. İnönü bu kavramla
halkçılık ve devletçiliği öne çıkarmayı hedefledi. Eski "milli
şefin" bu söyleminin en önemli nedeni yükselen halk
muhalefetini ve sol tabanı kendi potasında toplayabilmek,
tabanını güçlendirmekti.
CHP 10 Ekim 1965 seçimlerinde 1961'den de geriye düştü.
Bu ciddi gerileme parti içinde tartışmaları ve sorunları
açığa çıkardı. "Ortanın solu" deyiminin bu gerilemeye
neden olduğunu söyleyen sağ kesim eleştirilerini
yoğunlaştırdı, inönü bu tartışmalarda Ortanın Solu'nun CHP
için neyi ifade ettiğini şöyle açıkladı:
"Ülke tam sola kayıyordu. Ortanın solunun gerekçesi tam
sola gidişin önlenmesidir. Ortanın solu, ortanın çok soluna
da çok sağına da bir duvardır."
Ortanın solu'au savunan Ecevit 18. Kurultay öncesi
yayınladığı ortanın solu adlı kitapta CHPnin, 27 Mayıs
anayasasının gereği olan ve çağımızın sosyal demokrasi
anlamına uyan demokratik sol'u benimsemesi gerektiğini
savundu. Ortanın sotu'na karşı çıkanlarla yürütülen sert
tartışmalar İnönü'nün müdahalesiyle noktalandı. İnönü
"Orta'nın Solu"na sahip çıktı. Parti içinde muhalefet
yürüten 8 kişi istifa etmek zorunda kaldı.
Halk muhalefetinin gelişmesi karşısında "ortanın solu"
söylemiyle bu muhalefeti kendi potasında toplamaya
çalışan CHP, daha sonraları da "sosyal demokrat"hk
tartışmasını yapmaz.
Bu yıllarda istanbul, Edirne,
Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve
Kocaeli'de ilan edilen ve 22 Aralık
1947'ye kadar süren sıkıyönetim içte
de her türlü baskının aracı haline
getirilmiştir. Bu dönemde vergiler ve
devlet tekelinde bulunan zorunlu
ihtiyaç maddelerinin fiyatları
artırılmış, bunun sonucu olarak
"karaborsacılık" ortaya çıkmış,
halkın yoksulluğu daha da artmıştır.
"Milli Şef" döneminin diğer bir
yanı da, emperyalizmle olan bağlılık
ilişkilerinin geliştirilmesidir. "Savaş
dönemi içinde, gerek ekonomik,
gerekse de siyasal alanda, bir faşist
bir burjuva demokratik kapitalist
ülkeler yanma gidip-geldi. 1941
yılında hem Almanya hem de ABD ve
İngiltere ile ekonomik ve siyasi
ilişkiler sıklaştınlmıştır... Türkiye'nin
savaş içindeki ihracatı ithalatını
geçiyor ama öte yandan da
emperyalizm ile olan bağlan giderek
gelişiyordu. Ekonomik hayatta
giderek egemen olmaya başlayan
tekelci burjuvazinin, işbirlikçi
ilişkileri zorlamasıyla, zaten küçük
burjuvazinin doğasında varolan
yalpalama ve sağa-sola savrulma
duruluyor, "Milli Şef" iktidar gemisini
emperyalizmin iskelesine doğru
yanaştırıyordu." (Haklıyız
Kazanacağız, C.2, sf. 241)
Milli Şef döneminde çıkartılan
"Milli Koruma Kanunu" üretiminin
bütün safhalarında hükümete
müdahale yetkisi veriyordu. Bu
kanun sayesinde burjuvazi
palazlanmış, halk ise daha fazla
yoksullaşmış, ağır vergiler ve çalışma
koşulları altında ezilmiştir.
Spekülasyon, vurgunculuk, savaş
zenginleri tarihimize bu kanunla
geçti. Bu kanun burjuvazinin elinde
büyük birikimlerin toplanmasına
yararken, işgünü 11 saate çıkarıldı,
iddiasında bulunmuştur. Ancak CHP'nin sosyal
demokratlığı, Batı Avrupa sosyal-demokratlığından
oldukça farklıdır. Hatta kıyaslama yaparsak, CHP'ye sosyal
demokrat bile dememek gerekir. Avrupa'daki sosyal
demokrat partiler işçi aristokrasine dayanırlar, az çok bir
mücadele geleneğine dayanırlar. CHP'nin böyle bir
özelliği yoktur, ikincisi, Avrupa'da sosyal demokrat
politikalar, yeni-sömürgelerden gelen artık değer
sayesinde nisbeten uygulanma imkanına sahipken
Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerde bu da mümkün
değildir. Bu yüzden de sosyal-demokral politika bir
yalandan öteye geçemez. Ancak bütün bunlara karşın
CHP gibi partiler, sol potansiyeli kendi kanallarına
akıtmak için, demokrat ve reformcu görünmeye, faşist
partilerden farklı olduklarını göstermeye çalışırlar. Bu
anlamda yeni sömürgelere özgü sosyal demokrat
partilerdir, iktidar olunca demokrat ve reformcu
özelliklerinden eser kalmaz. Tüm sosyal demokrat partiler
sonuçta faşizmin subaplan durumundadır ve anti-faşist
mücadelenin önünde bîr engeldir. Sol değil, sola karşıdır.
Düzen karşıtı değil, düzenin savunucusudur. "CHP,
Ecevit'in deyişiyle komünizme açılan bir kapı değil
açılabilecek kapılan zora başvurmaksızın örten bir
demokratik güçtür." {Haklıyız Kazanacağız, C.l sf. 293)
îşte CHP gerçeği budur. CHP'nin solculuğu, sol
potansiyeli düzen içinde tutabilmenin bir aracıdır. Devleti
yeniden organize etmeye yönelik gerçekleştirilen askeri
cuntalar CHP'yi de yeniden biçimlendirmiş, kendi
politikaları çerçevesinde disipline etmiştir.
KATİLLERİ İSTİYORUZ
DÜZEN PARTİLERİ
Sayı 20/5 Mart 1999
-KURTULUŞ 38
CHP GENEL BAŞKANI DENİZ BAYKAL
80 ÖNCESİ Ecevit hükümetleri döneminde hep Bakanlık yaptı. Bu nedenle
Ecevit hükümetlerinin tüm politika ve kararlarından, katliamlardan
sorumludur.
91'de DYP-SHP koalisyonu döneminde de aynı konumdadır. Bu koalisyona
hiç bir zaman itirazı olmamıştır.
Müzmin bir hizipçi olarak bilinir.
Oligarşinin çaresiz kaldığı dönemlerde bir kaç kez parlatılmaya çalışılmış,
ama tekelci burjuvazi elindeki malzemenin yetersiz.
ve nefreti yoğunlaştı.
terk etme yasağı getirildi. Hafta tatili
kaldırıldı. Sanayide ve bir kısım
madenlerde kadın ve çocukların
çalıştırılması karar altına alındı,
ücretlerde yüzde 50'lik bir azalma
oldu.
Savaş yılları, tüm bu
uygulamaların sonucunda, tek parti
diktatörlüğünün halktan büyük
oranda soyutlandığı yıllar oldu.
Tahsildarından jandarmasına kadar
tüm devlet kurumlarına halkın tepki
CHP'DE İMAJ
DEĞİŞİKLİĞİ VE ÇOK
PARTİLİ DÖNEM
2. Paylaşım Savaşından sonra
Kemalistler yüzlerine daha liberal bir
maske taktılar. İsmet İnönü 19 Mayıs
1945 'te yaptığı konuşmada ülkede
demokrasi ilkelerinin egemen
olacağım açıkladı. Ancak bu süreçte
gerek iktidarla halk arasında, gerekse
de egemen sınıflar arasında çelişkiler
giderek artmış ve bu çelişkiler doğal
olarak CHP içine de yansımıştı.
Mecliste görüşülen Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu ve Bütçe
sonrasında yapılan güven oylamasında
Adnan Menderes, Celal Mayar, Fuat
Köprülü, Refik Koraltan, Emin Soysal ve
Hikmet Bayur güvensizlik oyu verdi. Bu
bir yerde çok partili döneme geçişin de
başlangıcıydı. 21 Eylül 1945'te Adnan
Menderes ve Fuat Köprülü partiden
ihraç edildiler. Ve 7 Ocak jt946'da
Demokrat Parti kuruldu.
CHP'nin, iktidarda kalmayı
sürdürebilmek için imaj değişikliğine
giderek, demokrasi havarisi kesilmesi asıl
olarak bu dönemle başlamıştır.
Basın üstünde estirilen terör
azaltılırken, CHP'nin 2. Olağanüstü
Kurultayında İnönü'nün "Değişmez
Genel Başkan" ve "Milli Şef" sıfatları
kaldırıldı, genel başkanın seçimi
kurultaya bırakıldı. Hükümet,
kurultayda alınan kararlar
doğrultusunda dernekler yasasında
değişiklik yaparak "sınıf esasında
dayalı" dernek kurma yasağı ile
hükümete gazete kapatma yetkisini
veren hükümleri kaldırdı. Yapılan
değişiklikler sonucu yeni partiler
kuruldu, ancak bir yıl sonra bunlar
kapatıldı.
1946 seçimlerinin galibi yine
CHP'ydi. Ancak DP'nin seçimlere
hile karıştırıldığı iddiası ciddi
tartışmaları da beraberinde getirdi.
1946-50 arası CHP ile DP arasındaki
çekişmelerin tırmandığı yıllardır.
oyların % 39'ımu almıştır ve ancak fi9 milletvekiline
sahiptir.
Yeni meclis, emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi
1
ayak sesleriyle açıîn , iktidar değişikliği darbesi/..
kansız, silahsız bir şekilde "selimlerle" olınuşîuı.
Mevcut koşullar çok iyi değerlendirilmiş, yalan ve
demagojiyi temel akın bir propagandayla
"demokrasiye geçiş" maskesi adı altında hor şey
yapılmıştır. Adnan Menderes'in kişiliğinde
cisimleşcıı egemen sınıfların işhirlikçi ihanetçi
ilişkileri, özgürlüğün, demokrasinin değil,
emperyalizmin gizli işgali altına girmenin zinciriyle
tarihsel dönüm noktası olmuştur.
İCRAATLAR;
14 MAYIS 1950 SEÇİMLERİ
"Yeter Söz Milletin" Diye İktidara
Geldiler
Herşeyi Emperyalizme Teslim Ettiler
DP, 1950 seçimlerine büyük avantajlarla girer.
Yıllardır süren "Milli Şef" döneminin baskı ve
zulmünden yılan, savaş dönemi uygulamalarıyla
iyice yoksullaşan emekçi halk için büyük bir
'umut'tur DP.
VAATLER;
Seçim meydanlarında, alanlarda, "Hürriyet ve
Demokrasi" diyorlardı DP'nin sözcüleri...
"Yeter! Söz Milletindir!" diyorlardı. İşçilere,
"Toplu Sözleşme ve Grev Hakkının verilmesi"
gerektiğini savunuyorlardı. ABD, açıkça
arkalarındaydt. Amerikan finarıs
çevreleri temsilcisi, Amerikan Haber
Ajansı, kitap ve broşürlerle DP'nin
seçim kampanyasını yürütüyorlardı. Emperyalizm
iti desteğinde, gelişmek ve tekelleşebilrnck
arzusundaki işbirlikçi burjuvazi, toprak ağalan ve
tefeci tüccarlar arkalarındayds. DP, onların partisiydi.
14 Mayıs 1950 Pazar günü", sandıktaki oylar sayüa
sayıla bitiriienıez. Demirkırat "şahlanmış", CHP'yi de,
İnönü'yü de ezip geçmiştir. Demokrat Parti
kazanmıştır. Hem de daha düne kadar silme CllP'li
milletvekilleriyle dolu olan parlamentoyu ele
geçirmiştir. 22 Mayıs 1950'de iktidarı resmen
devralan DP, aynı gün Celal Bayar'ı
cumhurbaşkanlığına çıkartır. DP'liler "2000 yılma
kadar iktidarda kalacaklarını" söyleyecek kadar
mutludurlar...
Aslında 14 Mayıs seçimlerindeki altüst oluşun
önemli bir sırrı da seçim sisteminden
kaynaklanmıştır. Katılma oranının % 88 olduğu
seçimlerde DP oyların % 53'ünü almasına rağmen
mevcut seçim sistemi sayesinde milletvekilliklerinin
% 83'nü almıştır ve 400 milletvekili vardır. Cl İP
AKAN KAN BİZİM
2 Haziran i 950'de, Adnan Menderes
Başbakanlığında oluşan DP hükümetinin ilk
işlerinden biri ordunun üst düzey görevlilerini
tümüyle değiştirmek olur. Çünkü DP'yi iktidar;!
getirerek birinci adıtnı atan emperyalizm için
ordunun tümüyle ele geçirilmesi zorunludur.
Ordunun eğitiminden, rütbe sistemine, generallerin
OYAK gibi kuruluşlarla sömürü sistemine
bağlanması gibi düzenlemeler yapılır.
DP iktidarı dönemi ABD'ye bağımlılaşma
sürecinin en hızlı bir şekilde sürdüğü bir dönem
olur. Marshall Planı devreye sokularak 1947'de
çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, 1951 'de
iyice pekiştirilerek aktif haİc getirilir. Yukarıdan
aşağıya kapitalizmin gelişimi hızlanır. TM E Dünya
Bankası'ndan ilk borçlar alınır.
* DP iktidarı ile tüm zenginlik ve değerlerimiz
birer-ikişer paketlenip emperyalist efendilerin
ayaklarının önüne atılır. Eğri ya da doğru varolan
bağımsızlık süreci sona erer. Ülkemiz yeni efendisi
ABD için, ileri bir karakol ve atlama tahtasına
dönüştürülür. Çıkarılan petrol kanunu ile
emperyalist tekellere her türlü ayrıcalık tanınır.
Meşhur Shell ve Mobill tekelleri ilk o günlerde
ayaklarını basarlar ülkemize. Menderes iktidarı,
-39-
DÜZEN PARTİLERİ
-KURTULUŞ -
17 Kasım 1947'de toplanan ve
partinin iktidardaki son kurultayı olan
7. Kurultay'da valilerin partinin il
başkanlığını yapma uygulamasına da
son verildi.
CHP 1950'de yapılan genel
seçimlerde 27 yıllık iktidarını kaybetti.
1960'a kadar sürecek olan muhalefet
dönemi başladı.
DP'ye yönelik eleştirilerini artırır.
CHP'nin 14. kurultayında "ilk
Hedefler Beyannamesi" kabul edilir.
Sonraları 1961 Anayasasının özünü
oluşturan bu beyanname ile CHP,
1946'da takınmaya başladığı
demokrasi havariliğini sürdürmeye
devam etmektedir. Beyannamede
"planlı ekonomiye, basın
27 MAYIS VE CHP
CHP'nin tek parti
diktatörlüğünden sonra DP'nin
baskı dönemi başladı. DP'nin
yöneldiği kesimlerin başında
Kemalistler ve onu temsil eden
siyasi parti CHP vardı. CHP da
"baskılarla" tanışıyordu artık.
Polisler CHP kongrelerini bastı,
toplantılara yasaklar kondu. CHP
Genel Sekreteri Kasım Gülek bir
konuşmasından ötürü tutuklandı.
CHP'nin gençlik taban örgütü
durumunda bulunan Halkevi
kapatıldı.
CHP meclis kürsüsünden
"komünistlikle, vatanı satmakla,
milli çıkarları çiğnemekle" suçlandı.
1959'dan itibaren ise CHP'ye
yönelik daha sert uygulamalar
başladı. Kemalistler bürokrasiden
atıldı. Siyasi partilerin seçim
dönemleri dışındaki mitingleri
yasaklandı. Artık bir yanıyla DP'H
temsil edilen işbirlikçi burjuvazi
iktidarını sağlamlaştırmak,
politikalarını kesintisiz
uygulayabilmek istiyordu.
CHP 1957 seçimlerinden sonra
efendilerine yaranmak için daha iktidara oturduklar
ilk günlerde (25 Haziran 1950) Kore halkına saldıran
emperyalist birliklere, 4.500 asker gönderir. (Kendi
yasalarına bile uymadan yaparlar bunu. Anayasaya
göre savaş açma yetkisi ancak TBMM'ye aittir. DP
ise, bu kararı Bursa'daki bir kabine toplantısında
gizlice alır, meclise dahi haber vermezler.)
* Savaşa karşı çıkanlar baskılara uğrar. Behice
Boran'ın başkanlığında kurulan Türkiye Barış Severler
Derneği yöneticileri derhal tutuklanır. İstanbul
Ankara, İzmir'de savaş kararı aleyhine yazı
yayınladıkları gerekçesiyle 17 gazetenin sorumluları
soruşturmalara uğrar. 1952 yılında ise Türkiye DP
iktidarında emperyalist saldırı bloku NATO'ya
sokulur. Din tamamen devlet tekeline alınır.
Muhalefetteyken söz verilen anti-demokratik
yasaların kaldırılması ise, hatırlanmaz bile - Ceza
yasasının 141. ve 142. maddeleri daha da
ağırlaştırılarak "Demokrasiyi Koruma" kanunu
çıkartılır. Saldırılar öyle bir boyuta varır ki, izmir
Fuarında Çekoslovakya pavyonuna asılan
"Çekoslovakya'da İşsizlik Yok", "İşçiler Eğleniyor" gibi
panolar nedeniyle Çekoslovak yetkililere komünizm
propagandası yapmaktan soruşturma açılır. Onlarca
aydın yazar, ilerici demokrat, yurtsever tutuklanır,
sürgünlere gönderilir. Köy Enstitüleri 1954'de
çıkarılan bir yasayla kapatılır. Üniversiteler, basın,
gençlik, aydınlar üzerindeki baskılar pervasızca artar.
Basın üzerindeki denetim ve sansür yoğunlaşır.
Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülke olmakla
kalmayıp, emperyalizm adına Ortadoğu ve Balkanlar
da, saldırılarda bulunan bir devlete dönüştürülür.
* Cezayir'in 1957-58'de Fransız emperyalizmine
karşı bağımsızlık savaşı desteklenmediği gibi
Cezayir'in bağımsızlığı konusunda Birleşmiş
Milletlerde yapılan oylamada çekimser kalıp
emperyalizmin yanında yeralır.
*İiran'da, 1952'de milliyetçi Musaddık petroüeri
ulusallaştırıp, Şah'ı devirdiğinde Türkiye yine
Sayı20/5Martl999
özgürlüğüne, Grev ve Toplu sözleşme
hakkına, memurlara sendikalaşma
hakkına" yer veriliyordu. CHP o
kadar yıl iktidarda kalmış, bunları
yapmamış, muhalefete düşünce
demokratik hakları hatırlamıştı. Bu
iktidar-muhalefet oyunu hala
sürmüyor mu zaten?
1960'lara gelindiğinde DP-CHP
gerginliği artmıştı. 12 Nisan'da DP Meclis
Grubu, CHP'nin "seçim dışı yollarla
iktidara gelmek için hücre teşkilatı
kurduğu, silahlandığı, isyana
hazırlandığı"İddialarıyla soruşturma
açılması kararı verdi. Meclisten geçen
karar sonucunda CHP kongreleri ve
yayınları yasaklandı.
Bu süreç 29 mayıs 1961 darbesiyle sona
erdi. 27 Mayıs darbesi, DP yöneticilerini
yargılarken, CHP'yle doğrudan veya
dolaylı ortak hareket ettiler.
Darbenin ardından yapılan 15 Kasım
1961 seçimleri CHP ve 27 Mayıs'çılarda
tam bir şok yarattı. CHP'nin dışında üç
parti 277 sandalye kazandı.
Cumhurbaşkanı Gürsel, inönü'ye 10 Kasım
1961'de yeni hükümeti kurma görevini
vermesine rağmen, mevcut sandalye sayısı
CHP'nin tek başına hükümet kurmasına
yetmiyordu. Hükümeti tek başına
kuramayan CHP, AP ile koalisyon
hükümeti kurdu. Daha sonra bu hükümet
bozularak diğer küçük partilerle yeni bir
koalisyon kuruldu.
Ancak bu dönem CHP'nin sancılı, iç
çekişmelerinin yoğun olduğu bir
dönemdir. Partinin 16. Kurultayında
İnönü, parti içi muhalefetin başını çeken
Kasım Gülek, Nihat Erim, Avni Doğan ve
Turgut Göle'yi partiden ihraç etme kararını
aldırdı. Parti yönetimine 27 Mayıs ruhuna
sadık
emperyalizmin uşağı Şah'ı destekler.
* Aynı siyaset Mısır'da da Nasır'a karşı izlenir.
İngiltere, Fransa, israil'in Mısır'ı işgali karşısında
Türkiye yine emperyalist efendilerinin yanındadır.
1945 GENEL SEÇİMLERİ
"Her sokakta milyoner Yaratacağız"
Diye Geldiler, Halkı Kuyruklara
Mahkum Ettiler.
2 Mayıs 1954'de yapılan seçimlerde, DP oyların%
56.6'sını, meclisteki 54 I sandalyenin de 503'ürıü alır.
DP'nin bu seçimler öncesi en gözde sloganı "Her
mahallede bir milyoner"dir. Ülkemizi "Küçük
Amerika" yapmayı vaat etmişlerdir. Seçimlerden
hemen sonra, muhalefetin temposu gittikçe
yükselir.
Türkiye artık, tümüyle emperyalist ülkelerin bir
pazarı durumundadır. Tüketim körüklenir,
emperyalistler bu alandaki yatırımlarına ağırlık
verirler. Örneğin bu yıllarda tüketim mallarında bir
"naylon çağı" yaşanır. Menderes ve işbirlikçiler,
emperyalizmin tüm artıklarını ülkeye taşımaktadır.
Bir yandan da yollar, barajlar yapılmaktadır. "Yollar
kralı" olmuştur Menderes...
Alt yapı yatırımları, destek alımları üreticinin
lehine gibidir. Ama gerçek böyle değildir. Ülke her
geçen gün daha fazla emperyalistler tarafından talan
edilmeye başlanmıştır. O günlerin deyişiyle
"Banknot Basımevi" sabahlara kadar para
basmaktadır.
İCRAATLAR;
Devlet emperyalistlere gırtlağına kadar borçlanır.
1950'lerin ortalarında Türkiye'de görülen manzara,
aslında şudur:
Yaşanan yoksulluklar, darlıklar, kuyruklar
karşısında DP'yi destekleyen kesimler dahi
artık DP iktidarına kuşkuyla bakmaya
başlarlar.
Türkiye'nin şehirlerinde, sokaklarında uzayan
kuyruklar karşısında Başbakan Menderes "Play,
kopsun o kuyruklar!..." diyecektir.
Sosyal huzursuzluklar ve muhalefet büyüdükçe
Menderes iktidarı ve DP komünizm histerisine
kapılır. Enflasyon hızla yükselir. DP'li Emrullah Etki,
meclis grubunda ülkenin durumunu şu şekilde ifade
eder:
"Bu memlekette, herkse aynı fedakarlığı yaparsa bir
kalkınma olabilir. Fakat bir taraftan halktan fedakarlık
istenirken, diğer taraftan her gün beş on milyonerin
doğuşu halka ızdırap vermektedir." (Yükseliş ve Düşüş,
Ali Gevgili, s. 108)
Sonuçta Menderes, milyonlarca halkın sırtından
bir avuç sömürücüyü milyoner yapmıştır.
Çarpık kapitalizmin sonucu olarak bu yıllarda
şehirlere yoğun bir göç başlar. Alt yapışız, her türlü
sağlık koşullarından uzak bir şekilde yaşamaya
terkedilme artık ülkenin hiç bitmeyecek bir sorununa
dönüşür..
DP iktidarının yaptığı tek şey baskılan daha da
artırmak olur.
- Basın susturulur.
- Devlet memurlarının tüm güvenceleri ortadan
kaldırılır.
- Provokasyonlar artar. 6-7 Eylül olayları bunun
en açık halidir. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde
azınlıklara ait yerler, özellikle de Rumların
oturdukları yerler yakılıp-yıkılır. Mallan yağmalanır.
Bu gelişmelerin ardından da sıkı yönetim ilan edilir.
Yüzlerce ilerici, demokrat, aydın tutuklanır.
* Emperyalist devletler 1950 ortalarında Lübnan'ı işgal
ederler. ABD bu işgali İncirlik'de bulunan üslerini
kullanarak gerçekleştirir. Türkiye'deki iktidar yine
efendilerinin yanındadır.
— Sayı 20/5 Mart 1999
insanları getirtti.
CHP'nin iktidar olduğu bu
dönemde (1961-1965) ülkeye çok
daha fazla yabancı sermaye geldi.
Yurtdışına çok daha büyük kar
transferi gerçekleştirildi. Seçim
propagandalarında veya muhalefette
söyledikleri bir çok söz unutulmuştur.
Yeni imajına uygun olarak işçi
sınıfını keşfeden CHP, Ecevit'in
Çalışma Bakanlığı döneminde grevi
yasallaştırmış ancak aynı yasada
lokavtı da getirmiştir. 1 Mayıs'ın
yerine 23 Temmuz'u işçi bayramı
ilan etmesi ile de işçileri ne kadar ve
nasıl düşündüğünü de gösteriyordu.
"UMUDUMUZ
KARAOĞLAN"
12 Mart cuntası döneminde
devrimci hareketlere ağır darbeler
vurulmasına rağmen, halkın
muhalefeti ve devrimci mücadele
bastırılamamıştı. Silahlı mücadelenin
halkta yarattığı etkiyle 74ten itibaren
devrimci mücadele yeniden
gelişmeye başladı. Bu durumda
halkın devrimcileşmesini
engelleyecek bir düzen partisi
lazımdı.
Bu misyonu üstlenen CHP oldu.
CHP "düzen değişikliği" sloganıyla
sahneye, çıktı. "Faşizme Geçit Yok"
diyecek kadar yüzünü değiştirdi. Bu
süreçte CHP'nin bol bol "hak"tan,
"adalet'ten hatta "halk
iktidan"ndan sözetmeye başladığını
görüyoruz. CHP yeni imajını genel
af, haşhaş ekimi ve Kıbrıs harekatıyla
güçlendirmiştir. ABD'ye "kafa tutma"
olarak gösterilen bu tavılar bu
imajın uzun sürmesini sağladı.
Ecevit "umut" olmuştu.
Ancak bu süreçte kesintilerle
iktidar olan CHP bırvaatlerinin
yakınından8bile geçmez. Yüzü her
geçen gün daha fazla açığa çıkar, oy
oranı gittikçe aşağılara iner. Yıl
1978'dir ve CHP yine hükümettedir.
Bu dönemde devlet eliyle örgütlenen
sivil faşistler artık kitle katliamlarına
yönelmiştir. Maraş, Sivas, Çorum,
Malatya, Elazığ ve Ankara
Bahçelievler katliamlarını
gerçekleştirirler. Katliamlar CHP'nin
asıl niteliğini tartışmaya yer
bırakmayacak açıklıkta gözler önüne
serer. CHP'nin sloganlarına aldanıp
peşine düşen halk ve çeşitli sol
kesimler, CHP'yi terketmeye
başlarlar.
Kontrgerillanın daha organize hale
geldiği bu dönemde CHP'nin
sorumluluğu hiç azımsanmayacak
boyuttadır. Bu nedenle bugün
Susurluk'la ilgili söyledikleri herşey
sahtekarcadır. Kendini Susurluk'un
dışında tutma telaşıdır. CHP
kurulduğu günden itibaren ajan
oluşturulmasından, kontrgerilla
faaliyetlerinin planlanmasından,
uygulanmasından birebir
sorumludur.
DÜZEN PARTİLERİ
Bu süreçte Ecevit başkanlığındaki
CHP sıkıyönetim ilan etmekten
başlayarak peşpeşe baskı yasaları
çıkarttı. Bunlar açık faşizmin
kurumlaşmasının önünü açan
tedbirlerdir. Bugün hala yürürlükte
olan bu baskı yasaları da CHP'nin ve
Ecevit'in "eseri"dir.
12 EYLÜL
VE
SONRASIND
A CHP
12 Eylül cuntasına karşı, hiç bir
düzen partisi en ufak bir direniş
göstermezler. Hepsi sessiz sedasız
kapatılır. Atatürkçü cunta "Atatürk'ün
partisi" CHP'yi de kapatır. Ancak
cunta programını büyük ölçüde
tamamlayıp sıra "sivil yönetime"
geçmeye gelince, yine partilere
ihtiyaç doğmuştur. Özellikle de
cuntaya karşı tepkiyi ve sol
potansiyeli potasında toplayacak, 12
Mart'ta CHP'nin üstlendiği misyonu
üstlenecek, ancak CHP kadar
"radikal" söylemleri kullanmayacak
bir partiye de ihtiyaç vardır.
Cunta kurulacak partilerin "eski"
partilerin devamı olmasını
yasaklamıştır ama bu eşyanın
tabiatına aykırıdır, yeni partiler şu
veya bu biçimde, hem görüş, hem
kadro olarak eskinin devamıdırlar. Bu
süreçte CHP'nin yerine de Halkçı Parti
(HP) ve Sosyal Demokrat Parti
(SODEP) olmak üzere iki parti
kurulur. Ama bunların bir 12 Mart
sonrası gibi olmasını bekleyenler
yanıldılar.
"... ne HP, ne de SODEP, değil
radikal olmak, cuntaya karşı
olduklarını bile söylemiyorlar,
kitlelerin hak ve özgürlüklerine sahip
çıkmıyorlardı. Sosyal demokrat
potansiyel büyük bir hayal kırıklığına
uğramıştı... Sönük, silik bir hava,
bilinçli olarak yaratıldı. Faşist cunta,
etrafında muhalefeti toplayacak, sert
üslup kullanacak bir sosyal demokrat
parti istemiyordu. Yeni sosyal
demokrat örgütlenmelerin hepsi
buna uygundur." (Haklıyız
Kazanacağız, C.l, sf: 424)
HP'yi zaten doğrudan cunta
kurdurmuştu. HP'yi beğenmeyip
"Gerçek bir sosyal demokrat parti
kurulması gerekir" diyen CHP'nin
eski kadroları ise SODEP'i kurdular.
1983 seçimleri öncesinde SODEP'in
kuruluş çalışmaları sırasında Erdal
İnönü şöyle diyordu. "Ülkemiz,
kardeş kavgasından ve iç savaş eşiğine
varan anarşi-terör ortamından
TSK'nin yönetime zorunlu olarak el
koyması ile kurtulmuştur... Şimdi
hepimize düşen sorumluluk... TSK'nin
görevi tamamlamasında yardımcı
olmaktır." (12 Eylül Partileri, Hulusi
Turgut, sf: 277) Düzen partilerinin
"solu" olarak siyaset sahnesine çıkan
SODEP'in kendine biçtiği misyon
buydu işte. Eğer iktidar olurlarsa da
12 Eylül faşist cuntasının programını
uygulayacaklardı.
Buna rağmen SODEP seçim
aritmetiğinde karışıklık yaratmaması
için cunta tarafından veto edilmiş,
seçime sokulmayıp daha sonra
devreye sokulmak için bir kenarda
bekletilmiştir. Sonraki süreçte HP ve
SODEP birleşerek Sosyal Demokrat
Halkçı Parti (SHP) adını alacak, Genel
Başkanlığı'na da Erdal İnönü
getirilecektir.
SAĞCILAŞAN'SOSYAL
DEMOKRASİ'
SHP'nin toplumsal muhalefet ve
cunta karşısında takınmış olduğu
tutum tekelci burjuvazi nezdinde
"takdirle" karşılandı. Ancak tekelci
burjuvazi SHP'ye henüz yeterince
güvenmiyor, ekonomi politikasındaki
belirsizliklerin ve parti içindeki
kargaşaların giderilmesini istiyordu.
Tekelci burjuvazinin isteklerine
Deniz Baykal ve ekibi cevap verdi.
"Yeni Sol" adıyla harekete geçen
Deniz Baykal "partiyi dışındaki sol'a
sıkı sıkıya kapatarak", ekonomi
politikalarındaki belirsizliği gidererek
tekelci burjuvazinin isteklerini yerine
getirecektir. Bu amaçla Deniz
Baykal'ın öncülüğünde partide geniş
bir tasfiye harekatı başlatıldı.
TÜSlAD'a brifingler verildi, SHP'nin
devletçilik ve sosyal devlet ilkelerini
terk ettiği anlatıldı. Özelleştirmeler
desteklenecekti.
Ancak Baykal operasyonu başarılı
olamadı. Baykal üç kez parti
başkanlığına adaylığı.oydu ancak
kazanamadı. Bu Baykal'ın iyice
yıpranmasına yol açtı. Ama SHP
Baykal'ın ifade ettiği politikaları
uyguladı.
SHP tüm bu yaptıklarına rağmen
tekelci burjuvazinin onayını
alamazken halkın da tepkisini
topladı. Ve bunun sonucu olarak 91
seçimlerinde yenilgi aldı. Ancak
seçimlerde birinci parti olarak çıkan
DYP ile koalisyon hükümeti kurdu.
Koalisyon sürecinde DYP'nin
politikalarıyla bütünleşti, adeta
DYP'lileşti. Katliam, infaz, kayıp
politikasının alabildiğine
tırmandırıldığı bu süreçte
kontrgerilla politikalarının koltuk
değneği oldu. Kürdistan'daki baskılar
halka yönelik bir imha hareketine
dönüştürüldü. Köyler boşaltıldı,
ormanlar yakıldı. Milyonlarca insan
göçe zorlandı. Seçimlerdeki vaatler
unutuldu, OHAL defalarca uzatıldı,
koruculuk güçlendirildi.
SHP'den Mehmet Kahraman,
demokratikleşme, insan hakları
söylemleriyle oluşturulan insan
Haklarından Sorumlu Devlet
Bakanlığı koltuğuna oturdu. Mehmet
Kahraman, 13 Ağustos 92'de
Ankara'da üç Devrimci Sol
savaşçısının katledilmesine Devlet
Bakanı olarak katıldı! Bu olay tek
başına SHP'nin iktidardaki
misyonunu göstermeye yeterliydi.
Bu süreç sosyal demokrat
görünümün de bitişi olmuştur. On
yılların vaatleri, demagojileri, bu
koalisyonla tuzla buz olmuştur.
TÜSlAD'a güven vermeyi
AKAN KAN BİZİM
-KURTULUŞ
40
politikalarının temeline oturtan
düzenin solu mevcut sağ partilerle
aynılaşmıştır. Düzenin soluyla sağı
arasındaki biçimsel farklar da
alabildiğine silinmiştir.
1992; CHP YENİDEN
SAHNEDE
CHP 12 Eylül cuntasının 16 Ekim
1981 tarihli kararıyla kapatılmış, 82
Anayasası ile de üst düzey
yöneticilerine 10 yıllık siyaset yasağı
getirilmişti. 1987'de yapılan
referandum sonucu yöneticilerin 10
yıllık siyaset yasağı kaldırıldı. 1992'de
kapatılan partilerin açılması
gündeme gelince CHP'nin son
yönetim kurulu toplanarak yeniden
örgütlenme çalışmalarına başladı. Ve
CHP, 9 Eylül 1992'de yeniden açıldı,
ilk genel başkanlığına da Deniz
Baykal seçildi. Baykal ve arkadaşları
SHP'den ayrılarak Meclis'te 21 üyelik
bir CHP gurubu oluşturdular.
CHP, ilk yapılan genel kurulda
barış ve birlik çağrılarıyla halka
yeniden umut olmayı hedefliyordu.
"Birlik çağrıları" sosyal
demokratların birliğiydi. SHP'nin
halkın gözünde iyice teşhir olduğu
bir dönemde yapılan bu çağrı bir
süre sonra sonuç vermekte
gecikmedi ve Şubat 95'de SHP üe
CHP birleşti.
SUSURLUK
DEVLETİNİN
PİSLİĞİNDE CHP
Kurulduğu günden bu yana,
CHP'nin görevi, bu düzenin
yaşamasını sağlamak olmuştur.
Susurluk pisliği ortalığa saçıldığında
da CHP bu misyonunu yerine
getirmeye çalıştı. MGK politikaları
çerçevesinde hareket etti. "AntiŞeriatçılık", laiklik propagandalarıyla
pisliğin üstünü örtmeye hizmet
ederken, sol tabanı da potasına
çekmeye çalıştı. CHP 28 Şubat sonrası
pratiğiyle de tam bir MGK partisi
olduğunu gösterdi.
91-95 arası uygulanan tüm
kontrgerilla politikalarının, katliam,
infaz ve kayıpların, mafyalaşmanın
sorumluluğunu taşıyan CHP,
suçluluk telaşı içinde Susurluk'un
üstünü örtmeye çalışmıştır.
ANASOL-D Hükümetini dışarıdan
desteklediği dönemde de aynı
politikasını sürdürmüş, hükümete
Susurluk'la ilgili tek bir talep ve
dayatmada bulunmamıştır.
CHP bugün daha çok Avrupa'da
esen "sol" rüzgarı arkasına alıp
bununla imajını yenilemeye
çalışmaktadır. Ama bu yenilik halka
yakınlaşmaya çalışan bir yenilikten
çok, emperyalizme hizmet eden bir
yeniliktir. Sol söylemleri bir kenara
bırakıp IMF'nin politikalarını daha
açıktan savunur hale gelmişlerdir. Ve
bu yönleriyle de "sağcı" partilerden
farksızlaşmıştır.
sürecek— ------
--
43
KURTULUŞ -
DEVRİMCİ YAŞAM
Sayı 20 / 5 Mart 1999 -
AYRINTILAR
Düşünemedim
Bir olumsuzluk, aksaklık,
eksiklik, yanlışlık olmuştur.
"Gerekçeli" açıklamalardan biri de
"Düşünemedim", "o an aklıma
gelmedi", "nasıl da unutmuşum"
Kültür Merkezi
polis tarafından basıldı.
"Basıldı" demek pek doğru değil
aslında. Bu direnişçilere haksızlık
olur. En iyisi biz "basılmak istendi"
diyelim.
Evet basılmak istendi. Çünkü polis
istediğine ulaşamadı. Gelip kolayca
basmak, içeridekileri hiçbir direnişle
karşılaşmadan işkencehanelere
taşımak istiyordu.
Başaramadı. Çünkü her iki
kurumda da polis içeridekilerin
barikatıyla karşılaştı. Saatlerce süren
direnişten sonra polis ancak içeri
girebildi ve onlarca belki de yüzlerce
polis direnişçileri döverek gözaltına
almak istemesine rağmen bu sefer
direnişçilerin zafer işaretleriyle,
sloganlarıyla karşılaştı.
İstedikleri kolayca girip, içeriyi talan
etmek, içeridekileri kolayca, hiçbir
direnişle karşılaşmadan gözaltına
almaktı.
Başaramadı. Onlarca defa
başaramadığı gibi.
Basılmak istenen bir gazete bürosu
ve bir kültür merkeziydi.
Basılmak istenen silahlı
savaşçıların kaldığı bir üs değildi.
İçeridekilerin silahları da yoktu.
Ama direndiler.
Çünkü üslerdeki halk kurtuluş
savaşçılarıyla aynı gelenekten onlar.
İşte bu yüzden bizim bir
sanatçımız ölüm orucunda şehit
düşebiliyor. İşte bu yüzden bizim bir
gazetecimiz faşist katillere direnerek
şehit düşebiliyor.
Onlar gerektiğinde bir savaşçı,
gerektiğinde bir gazeteci,
gerektiğinde bir sanatçı... Bu
Cephe'nin gücü ve geleneğidir.
Ha bir üs, ha bir demokratik mevzi.
İçinde Cepheliler oldukça, içinde Halk
Güçleri oldukça, biçimi farklı olsa da
aynı direniş ruhuyla direniliyor.
Polis elini kolunu sallayarak gelip
kurumlarımızı basamaz, insanları
öyle kolayca gözaltına alamaz. Buna
böyle bilmelidir.
Saatlerce barikatı aşmaya
çalışıyorlar. Direnişçilerin slogan
seslerini susturmaya, zafer işaretlerini
engellemeye çalışıyorlar.
Demokratik mücadele demek,
demokratik alanda olmak, oligarşinin
baskı ve terörüne sessiz kalmak
değildir. Mücadelemiz her alanda her
yerde meşrudur. Devrimci basından
sendikalara kadar tüm demokratik
kurumlar, buralardaki tüm
devrimciler, demokratlar, bu meşruluk
bilinciyle hareket etmelidir. Kurtuluş
Hopa bürosunda, İdil Kültür
Merkezi'nde bu direnişler olurken,
başka demokratik kurumlardan 30'ar,
40'ar kişi hiç bir direnişsiz çıkartılıyor,
gözaltına götürülüyordu.
Türkiye solu bu olumsuz geleneğe
son vermeli artık.
Direnmenin meşruiyeti ve bir
açıklaması vardır. Ama direnmemenin,
"demokratiklîk" adına direnmemeyi
meşrulaştırmanın hiç bir açıklaması
olamaz.
Bir tek Cephelinin olduğu yerde
bile direniş vardır. Bu onlarca kez
kanıtlandı. Mehmet Topaloğlu'nun
resmini büronun pencerelerine
asarak direnenler, yalnız olduklarında
dahi kapılarını polislere açmayıp, tek
başlarına barikat kurarak direnenler,
pencerelerden slogan atanlar, halka
çağrılar yapanlar, pankart asanlar
bunun kanıtıdır.
Bunlar ilk direnişler değillerdir.
Kuşkusuz son da olmayacaklardır.
Cephelilerde, devrimci halk
güçlerinde bu yürek, bu cesaret
olduktan sonra direnişler sonOnlar
Gazi'nin, Buca'nın, Ümraniye'nin
barikatlarından geliyorlar. Onların
barikatlarında Mehmet'ler, Irfan'lar,
İdil'ler var. Onlardan
öğrendiklerimizle direniyoruz ve
direneceğiz.
İdil ve Mehmet barikatlarımızda
yaşamaya devam ediyor!*
türündeki açıklamalardır.
Mesela, "Oraya gitmemen
gerekiyordu" denildiğinde, pekala
"valla unutmuşum" cevabı
alınabilir. "O talimatı verirken, şunu
da mutlaka belirtmeliydin"
derseniz, "o an aklıma gelmedi" gibi
bir cevapla karşılaşabilirsiniz.
Bu tür cevapların özelliği şudur.
Yapılan hata masumlaştırılmıştır;
orada bir eksiklik değil de
"unutmak" gibi insana özgü fiziki
bir eksiklik sözkonsunusudur sanki
"Düşünemedim"; bu kadar
basittir her şey. Düşünememiştir,
program aksamıştır, belirlenen
hedeflere ulaşılamamıştır.
Düşünememiştir, düşmana açık
kapı bırakılmıştır, operasyon
yenilmesine sebep olmuştur. Aklına
gelmemiştir; sayısız sorun,
olumsuzluk meydana gelmiştir.
Ama -dediğimiz gibi- bunlar,
iradi olarak yapılan hatalar değildir.
İrade dışıdır ve ne de olsa
düşünememiştir!
İyi de adeta kan deryasına
çevrilen ülkemizde, katliamlar,
kayıplar hergün artarak sürüyorsa,
kitleler adalet isteğiyle yanıp
tutuşuyorsa, bu gerekçe ne kadar
"masum" dur.
Körü körüne yaptığımız bu
hatalardan dolayı işler aksıyor,
karmakarışık hale geliyorsa,
yoldaşlarımız işkence görüyorsa,
tutsak düşüyor veya katlediliyorsa,
kurumlaştığımız yerler deşifre
oluyorsa, "düşünmemek" ne kadar
hoşgörülebilir?
Şunu aklımızdan
çıkarmamalıyız. Bizler, ister küçük
ister büyük, hata yapma lüksüne
sahip değiliz. Pek çok durumda
yapılan ilk hatanın son hata olacağı
gerçeğini unutmamak
durumundayız. Bunu da "unuttum,
aklıma gelmedi, düşünemedim"
diyemeyiz.
Pek çok durumda, hatalarda
"iradi" olanla, "irade dışı" olan
arasındaki fark, sanıldığı kadar
fazla değildir.
Gerek yazılı gerek sözlü olarak
iürekli dile getiririz; "biz bir savaş
örgütüyüz". Savaşın kendine has
nesnel
yasaları
vardır.
Acımasız, merhametsizdir savaş,
hata kabul
ez, esnetilip yumuşatılamaz. Bir
sanatçı hassasiyetinde ve bilim
KATİLLERİ İSTİYORUZ
adamı
ciddiyetinde
faaliyet
yürütmeliyiz. Aksi taktirde savaşın
sert dişlileri arasında öğütülür, un
ufak oluruz.
"Düşünemedim"de somutlanan
sorunun özüne baktığımızda,
bunun altında yatanın
ciddiyetsizlik, uyanık olmama,
kendini yaptığı işe vermemek,
önemsememe olduğunu
görebiliriz. Peki önemsenmeyen
nedir? Bunun cevabını Clausewitz
şöyle veriyor; "Politik amacımız bizim için- ne kadar az önemli
olursa, ona o kadar az değer veririz
ve ondan vazgeçmeye o kadar
daha yatkın oluruz. Bu da kendi
çabalarımızı gevşek tutmamız için
ek bir neden yaratacaktır."
İnsan emek verdiği, inandığı şeyi
sahiplenir, korur, geliştirir. Onun
her bir şeyini düşünür. Savaşımızı
büyütecek, kitleleri harekete
geçirecek her işi, her eylemi, her
adımı kafamızı patlatırcasına
düşünmek durumundayız.
Düşüncedeki bu yoğunlaşma,
sahiplenmeyi, gelişmeyi ve
geliştirmeyi, kafalardaki küçük
dünyaların yıkılmasını ve
kafamızdan lüzumsuz şeylerin
atılmasını beraberinde getirecektir.
Ancak o zaman "düşünemedim"de
ifadesini bulan ve esasında
aymazlıktan, çocukça mazeretten
başka bir şey olmayan bu kelimeyi
literatürümüzden söküp atabiliriz.
İşlerimizi düşünmüyorsak neyi
düşünüyoruz. Bunları düşünmek
devrimi düşünmektir. Bunları
düşünmüyorsak, devrimi ne kadar
düşündüğümüz tartışmalıdır.
Düşünememeyi bir çizgi haline
getiren, devrime yoğunlaşmayandır.
Devrime yoğunlaşmayan,
devrimciliği yüzeysel kavrayan,
geçici görendir.
O işten sonuç alma iddia ve
kararlılığını taşımayandır.
Düşüneceğiz. Yapacağımız işi,
yarınki buluşmayı, vereceğimiz
talimatı, yapacağımızyaptıracağımız eylemi, yazacağımız
yazıyı, raporu, kalınacak yeri,
kullanacağımız malzemeyi,
insanlarımızı, insanlarımızın
ihtiyaçlarını, örgütün politikalarını,
birimde olan biteni, bölgemizin
koşullarını, neyi nasıl
zulalayacağımızı, düşmana nasıl
daha iyi vurabileceğimizi, her
birinin en küçük ayrıntılarını,
herşeyi ama herşeyi düşüneceğiz.
Devrimciyiz, işimiz bu değil mi? *
— Sayı 20 / 5 Mart 1999
ÖRGÜT TERBİYESİ
44
Sevgili Meral, Merhaba!..
Sevgili İbrahim Ağabey Merhaba!..
Mektubunuzu okuyunca, hayalın insanı nasıl da farkında olmadan
bencilleştirdiğini. normal gördüğümüz kimi davranişlarm aslında ne kadar
bencilce olduğunu gördüm. Bu o kadar güçlü ve yaygın bir bir kültür ki
sanırını, insan devrimci olduğu halde half yakasını bırakmıyor. Çünkü
yazılardan ve sizin daha önce yazdıklarını/dan anladığım kadarıyla hala devi
imciler arasında da bencilliğin kendini gösterdiğine tanık olunabiliyoı.
Hu noktada gene devrimci olmak nedir konusunda düşünmeye başladım.
Bana böyle düşündüren şeylerden biri de yine Nuran üzerine yazdıklarını/di.
Sonuçta o ila bir biçimiyle devrimci olmuş biri. Okulunda DLMK'lılarla birlikte
davranmış, eylemlere katılmış... Ama şimdi durumu ortada. Ya ben de öyle
olursam!
İbrahim Ağabey. «ıkın bunu bir tereddüt gibi anlamayın. Bu konuda
kendime güveniyorum. Ama şu var: Nuran da belki ilk mücadeleye
başladığında böyle bırakmayı düşünmüyordu. Ama ne oldu da bıraktı? Neyi
eksik bırakmıştı? Ben işte böyle hir ihtimali ortadan kaldırmak için "Ya ben de
öyle olursam?" diye soruyorum. O nedenleri, yani insanları tekrar düzenin
içine savuran nedenleri kafamda netleştirirsenı, hani siyin daha önce
kullandığınız deyimle hem devrimciliğimi kalınlaştırmış, hem de daha tam bir
devrimcilik yapmış olunun.
Okuldaki arkadaşlarla bu konuda sohbet çilerken bunun en önemli
parçalarından birinin örgüt kültürünü, örgüt terim esini içsclleştirmek olduğunu
belirtti bir arkadaş. Örgüt kültürünü azcok anlaşabiliyorum. Ancak "örgüt
terbiyesi" biraz daha yeni bir şey oldu benim için. Gerçi mantıken
açıklayabiliyorum. fîcniın bildiğim toplumumunda hep hir "aile terbiyesinden sözedilir. Eh, biz de bir aile , hem de çok büyük hir aile olduğumu/a güre,
1
bizim ailenin de böyle bir "terbiye ' anlayışı olacaktır. Bunun içini doldurmak,
sanırım yukarıdaki sorumun da cevabı olabilir.
Ben oldukça iviyim. Occn mektubumda sözetmiştim.. arkadaşlarla
Hoşçakal Yarın" filmini izlemeye gitlik. Doğrusu beğenmedik. Bizim
kafamızdaki. TVlerden arada bir de olsa görüntülerini izlediğimiz Deniz'le hiç
ilgisi yoktu artistin. "yalnız son idam sahneleri, sinema acısından bilmem ama
tavırları olarak güzeldi... Okuldaki çalışmalarımız d.ı i y i sayılır. Hir guıp olarak
tîazi anmasına gitmeyi kararlaştırdık. Daha knç kişi olacağımız belli değil.
Ama mümkün olduğunca çok insana önennevi düşüyoruz. Daha önce
yazdıklarınızdan da hareketle, çağıracaklarımızın illa bizden olması hatla illa
kendine devrimce: demesi gerekmiyor diye düşünüyoruz.. Şimdilik böyle
arkadaşlardan gelirim diyen de oldu çağrmamızı garip karşılayan da. Sonucunu
sazanın. Aynı şekilde 16 Mart anması için de hazırlanıyoruz. Ayrıca 16Martla
ilgili kendi okulumuzda da bir kaç duvar gazetesi asma ve kendimizin
hazırlayacağı bildiri dağıtma düşüncemiz var. Ö/el sayı lalan olabilir dedi
arkadaşlar anut olsun, biz yine de kendimi/ hazırlayacağız. Kısa bir şey yazıp
fotokopiyle çoğaltmayı düşünüyoruz. Tabii bildiri yazmak gündeme gelince
hepimiz bu görevi "sen al, yok sen al" diye birbirimize yıkmaya çalıştık. İnsan
kendine güvenemiyor. Sonuçla kura çektik. Başka hir arkadaşa kaldı görev.
Sonra pişman oldum ama, keşke üsılenseydim diye. En azından size
sorabilirdim. Neyse bir daha böyle bir şey okluğunda hemen üstleneceğim.
Evdekiler iyi. Bu ara pek olağanüstü bir gelişme, tartışına yok. Ama evimizde
eskiye göre siyasi konular daha çok tartışılıp konuşuluyor. Çünkü eskiden
yalnızca babam böyle konular açarsa konuşulurdu. Daha doğrusu babanı
konuşur, herkes dinler, sohbet biterdi. Şimdi herkes bir şeyler belirtiyor, Güzel
oluyor. Ev aşamımız canlandı diyebilirim.
Satırlarımı şimdilik sonluyorum. Biraz kısa oldu ama kusura bakma.
Hepini/e selamlarımı yolluyorum. Şimdilik Hoşçakalın.
Kardeşiniz Meral
Mektubunu aldık. Sağol. Gazi'yle 16 Mart'a şöyle kalabalık bir grup
katılın da herkesi bir şaşırtın bakalım. Geniş bir kesimi çağırma
düşünceniz yerinde. Yalnız devrimcilere yönelik değil, halka yönelik
saldırılar bunlar. Anlaşılan sıkı çalışıyorsunuz bu aralar, iyi. Sağlığın
falan da yerindedir umarım.
16 Mart bildirisiyle ilgili, evet, bildiri yazımı işini üstlenmemekle iyi
yapmamışsın. Böyle işleri tereddütsüz üstlenmek gerek. Daha önce
yazmamış olabilirsin, herkesin ve her şeyin bir ilk'i vardır. Araştırırsın,
Amerika'yı yeniden keşfedecek değilsin ya, daha önce yazılmış yazılara
bakarsın, sonra kendince bir şeyler yazarsın... Bunun dışında bir
önerimiz daha olacak size. Bir veya bir kaç eğitim çalışmasını
propaganda ve ajitasyona ayırın. Ama işin pratiğine yönelik... Mesela bu
çalışmada herkes bir bildiri, bir duvar gasetesi hazırlayabilir, onların
üzerinde tartışır, birbirinizin yazdıklarını değerlendirirsiniz. Mesela yine
bu çalışma içinde hepiniz bir masanın üstüne çıkıp 3-5 dakikalık
ajitasyon konuşmaları yaparsınız. Yine aynı şekilde hitabınızdan
mimiklerinize kadar birbirinizi değerlendirir, eksikliklerinizi tesbit
edersiniz, aynı zamanda bunlar bir tecrübedir, bu konularda kendinize
güven kazanırsınız. Mesela bir konu tesbit edip, o konuda herkes onar
tane slogan üretebilir, o konuda birer afiş hazırlayabilirsiniz. Ne bileyim
işte, böyle böyle zenginleştirebilirsiniz çalışmayı.
Dediğin gibi, bencillik sinsi bir kurt gibidir. Davranışlarımıza hiç
farkında olmadan siner. Aslında bugün biraz başka bir konudan
sözetmeyi düşünüyordum ama sen bunları yazınca bu bencillik
konusunu bir başka açıdan devam ettirelim dedim. Bencilliğin karşısına
neyi koyacağız? Tabii ki kollektivizmi. Bencilliğin biçimlendirdiği yaşam
tarzının karşısına ise kollektivizmi de içermek üzere örgüt kültürünü
veya buna yakın anlamda örgüt terbiyesini koyacağız. Bu mektubumda
işte bu konu üzerinde biraz durmaya çalışacağım.
Günlük yaşamımızda sık sık terbiyeden söz ederiz. Büyüğüne saygı,
küçüğüne sevgi ile yaklaşan halkın değer ve geleneklerine bağlı insanların
yardımına koşan, oturmasını ve konuşmasını bilen biri herkesin
gözünde "terbiyeli" bir insandır. Halk, olumsuz, çirkin davranışlar
karşısında ise tepkisini "Terbiyesiz! Anan baban sana hiç terbiye
vermedi mi?" diye dile getirir.
Peki nedir terbiye?
Ansiklopedik bir tanım yaparsak; Terbiye "eğitim, görgüdür. Herhangi
bir varlığı bir amaca göre geliştirip, yetiştirmedir". Yetiştirici ise ana-baba,
çevre olabildiği gibi, örgütlü bir yapı içinde yer alan bir devrimci için de
yoldaşları, yöneticisi, örgütüdür.
Her örgütlenme amacına, ideolojisine, stratejisine bağlı olarak
örgütlenme içinde yeralan insanları ortak düşünce, gelenek, davranış
tarzı ve ahlak ilkeleri etrafında eğitip dönüştürerek amaca uygun
kişilikler yaratır. Bir Parti-Cephe'li için de örgüt terbiyesi almak, Partili
kişiliğe ulaşmaktır.
Cephe geleneği içinde oluşan "örgüt terbiyesi" 30 yıllık tarihimiz
içinde şekillenmiştir. Bu terbiyenin nasıl şekillendiğine şöyle adım
adım bakalım istersen.
Bu terbiyeyi hareketle ilk tanışmaya başlamamızla birlikte almaya
başlarız, ilk önce savaş gerçeğinden, gerçeklerden, nesnellikten
korkmamayı, açıklık ve samimiyeti öğreniriz. Örgütümüze,
yoldaşlarımıza güven duymayı öğreniriz. Biliriz ki, güvenin olmadığı
yerde örgüt ilişkilerinin de sürmesi mümkün değildir. Denebilir ki,
örgüt terbiyesinin ilk şartı güvendir. Bu güveni duyduğumuz an,
örgütün bir parçası olduğumuzu hissettiğimiz an, hareketin bize
vereceği ve bizden alacağı herşeyi almaya ve vermeye hazırız demektir.
Örgüt terbiyesi anlamında alacağımız ilk şey, örgütsel ilişkilerin
disiplinidir. Bir savaş örgütünün parçası olduğumuzu kavramaya
başladığımızda çelik bir disiplinin ihtiyaç olduğunu öğrenmiş oluruz.
Dakik olmanın, programlı olmanın, işlerimizi zamanında yapmanın,
hiyerarşik, demokratik merkeziyetçi bir yapının önemini anlarız.
Görevlerimizi işlerimizi savsaklamanın, her disiplinsizliğin ağır sonuçlara
yolaçabileceğini öğreniriz.
Yaşamımız yeniden şekillenirken bireysellikten çıkarak kollektif
çalışmayı da öğreniriz. Pratiğimizde, kollektivizmin gücümüze güç
kattığını gördüğümüzde, örgütlü olmanın güzelliğini yaşarız. Kişiliğimiz
yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır artık. Düzenden getirdiğimiz
alışkanlıklarımızdan arınırız. Örneğin ilk randevumuzdayız, yoldaşımız
ayrılmadan önce "Paran var mı? Kalacağın yer var mı?" diye sorduğunda
bu dünyanın bambaşka bir dünya olduğu iyice somutlanır kafamızda.
Bu soruyu soran yoldaşımızla daha bir kaç saat önce tanışmışızdır ama o
ana, baba, abi olup kol kanat geriyordur. Daha yeni tanıştığımız bu
yoldaşa yüreğimiz ısınır. Büyük bir ailenin parçası olmaktan gurur
duyarız, yoldaş olmanın güzelliğini yaşarız. Paylaşımlarımız giderek
büyür çoğalır. Sorunlarımızı birlikte çözer, acımızı, sevincimizi, öfkemizi,
özlemlerimizi ortaklaştırırız. Örgütlülüğün yoldaşlık ve
AKAN KAN BİZİM
45
KURTULUŞ -
yoldaşlığın paylaşmak olduğunu
öğreniriz.
Süreç içinde giyimimiz,
kuşamımız, hatta saçımızın
uzunluğu, kısalığı herşeyimiz
yeniden şekillenir. Devrimcilikle
birlikte bu yeni yaşama kapı açarız.
Yaşamımızda düzene ait ne varsa
temizlememiz gerektiğini anlarız.
Çünkü yaşamımızın anlamı
değişmiştir. Artık çevremize,
kendimize farklı bir gözle bakarız.
"Ben" olgusundan yavaş yavaş
kurtuluruz.
îllegalitenin gerekleri, halk
kültürümüzün gerekleri giyimimize
şekil vermeye başlar. Halkımız
erkeğin boynuna kolye takmasını,
kulağına küpe takmasını lümpenlik
olarak değerlendirir. Uzun saçlı
olmaya, dar kot pantolon giymeyi
ayıplar, kendine yabancı olarak
görür. Hele ki, devrimcilerin bu tarz
bir giyimi varsa onu ciddiye almaz
ve ne inanır ne de güvenir, bizim
derdimiz halkı örgütlemek olduğu
için kimi kesimlerce şekilcilik olarak
görülse de, halk gerçeğimiz
anlaşılmasa da giyimimizi
halkımızın örf-adetleri
doğrultusunda yeniden
biçimlendiririz. Biçimcilik diyerek
halkımızın değerlerine saygı
göstermeme, ona uymama
meşrulaştırılıyorsa biz biçimciyiz.
Yaşamımız yeniden
biçimlenirken "Deryanın içinde
olup da, deryanın farkında olmayan
balık" misali bugüne kadar içinde
olduğumuz halde pek de iyi
tanımadığımız halkın çok çeşitli
olumlu-olumsuz özelliklerini
farketmeye, halkın ne büyük bir güç
olduğunu ve ne büyük bir zenginlik
olduğunu kavramaya başlarız. Halk
sevgisi giderek kökleşir. Halka
tepeden bakan veya halkı
beğenmeyen, küçümseyen
yaklaşımlarımız hızla değişir. Yayıla
yayıla oturduğumuzda, sofrasını
bizimle paylaştığı halde sofradaki
yemeğe burun kıvırdığımızda
aldığımız doğrudan veya dolaylı
tepkiler bize halktan öğreneceğimiz
çok şey olduğunu gösterir. Halkın
öğretmeni olduğumuz gibi aynı
zamanda öğrencisi olduğumuzu da
öğrenmiş oluruz. Terbiyemizin
önemli unsurlarından biri de budur.
Aile terbiyesi işte burada tüm
olumlu boyutlarıyla örgüt
terbiyemizin bir parçası haline gelir.
Devrimciliğe başladığımız andan
itibaren örgütsel ilişkinin de içine
gireriz. Bu ilişkilerin biçimini,
mantığını, kurallarını kavramamız
ise bir süre alır.
Örgütsel ilişkilerin özü devrimci
değerler ve devrimin çıkarlarıdır. Bu
işleyiş, mevcut gücü, potansiyeli. en
hızlı, en etkin, sonuç alıcı bir
şekilde kullanmaya göre
şekillenmelidir. Bürokratik örgütsel
bir işleyiş hiç bir zaman
örgütlenmenin gücünü ortaya
çıkaramaz, seferber edemez.
Örgütün gücünü, ancak hızla karar
ÖRGÜT TERBİYESİ
alabilen, kadrolarını, kitlesini
mevcut koşullar içinde en geniş
şekilde karara katabilen, aldığı
kararı eksiksiz bir şekilde hayata
geçirebilen bir örgütsel işleyiş
kullanabilir. Bu konuda hiç bir
zaman bürokratik olmamışızdır.
Kağıt üzerinde hükümler yazıp
çizmedik gerekmedikçe. Kim
sorumlu, kim yönetici, hayatın
doğallığı içinde, örgüt iradesiyle
belirlendi. Bu konuda onlarca
maddelik tüzüklerimiz olmamasına
rağmen, pek sorun yaşamamışızdır.
Özellikle hapishanelerde geçmişte
bir sürü grupta sık sık böyle
sorunlar yaşanırken, biz uzağında
kaldık bunların. îşte bu da örgüt
terbiyesinin çok önemli bir
parçasıdır. Bilgiye, tecrübeye,
hareketin kararlarına saygı,
"ilişkinin koptuğu koşullarda" bile,
kim sorumlu, kim yönetici
sorusunun cevabını vermiştir bize.
Parti merkezi perspektif ve
politikalarını emir-talimatlar
biçiminde kadrolara ve kitlelere
ileterek sürece yön verir. Bunun
yanında bölge, alan, birim
özgülünde kadro ve yöneticilere
geniş inisiyatif tanınmıştır. Bir PartiCepheli örgütün emir-talimatlarını,
hayata geçirmekle yükümlüdür.
Bazen örgütümüz herhangi bir
konuda karar vermeyi bize bırakır.
Daha doğru bir ifadeyle öneri ve
kararlarımızı bekler. Veya belli
durumlarda birimdeki yönetici
yoldaşlarımız açık bir talimat
vermez de önerilerde bulunur. Bu
tür anlar çoğu kez karar almakta
zorlandığımız anlardır. Böylesi
anlarda örgüt iç hesaplaşmamızı
yaparak netleşmemizi ister. Şöyle
yapsan ya da böyle yapsan der.
Hareketin bir emir şeklinde değil de
bir öneri şeklinde ifade etmiş
olması bunu bir emir olarak
görmemizin önünde engel değildir.
İfade şekli nasıl olursa olsun
örgütümüzün bizden istediği
herşeyi bir emir olarak algılamalı,
yerine getirmeye çalışmalıyız. Her
seferinde illa "bu bir talimattır"
denmesi gerekmemelidir. Bu da
örgüt terbiyesinin bir parçası ve
örgütlü birey olmanın bir gereğidir.
Örgüt terbiyemizin diğer bir
gereği de tüm yoldaşlarla ve özel
olarak da yönetici yoldaşlarla olan
ilişkilerimizde saygısızca bir tutuma
girmemektir. Yönetici yoldaşların
örgütü temsil ettiğini
unutmamalıyız. Yönetici yoldaşlara
karşı yapılan bir saygısızlık aynı
zamanda örgüte karşı da yapılan
saygısızlık olacaktır. Örneğin
yönetici yoldaşımızın bulunduğu
bir ortamda ayak ayak üstüne
atmak, yönetici yoldaşımızın
sözlerine müdahale etmek, hafifser,
alaycı tavır takınmak, her sözünü
espri haline getirmek bizim örgüt
terbiyemizle bağdaşır davranışlar
değildir. O konuşurken asla sırtımızı
dönüp gitmeyiz mesela. Bu tür
tavırlar, bırakalım örgüt terbiyesini
aile terbiyemizin de epeyce zayıf
olduğunu ortaya koyar. Bizim
kitabımızda sorumlu bir
yoldaşımızın verdiği bir işe,
söylediği bir söze karşı
"yapmıyorum" yoktur.
Cepheli, "Ne dediyse yapan, ne
yaptıysa savunan, özü sözü bir,
dobra dobra konuşan, lafı
dolandırmayan, açık sözlü, sözünü
esirgemeyendir." Açık sözlüdür, ama
saygılıdır. Açık sözlülük, özü sözü
bir olmak, gerçeği ifade etmekten
çekinmemek, sorunlardan
kaçmamak ve tavizsiz olmak,
oportünizmle, reformizmle, küçük
burjuva aydınlarını rahatsız eder.
Etsin. Doğru olan budur. Dürüstlük
her zaman kazandırır.
Bir diğer konu da gelişen
herhangi bir spekülatif olay
karşısında hareketin ne dediğini
beklemeden olay hakkında yorum
yapmaktır. Böylesi bir tavır örgüt
gerçeğinin dışına düşmektir. Bir
Parti- Cephe'li her şeyden önce
örgütünün, önderliğinin ne
dediğine bakar. Bu örgüt
terbiyemizin gereğidir.
Bazen örgüt bana güvenmiyor
deriz. Üzerinde pek fazla düşünerek
ifare ettiğimiz bir yargı değildir.
Çünkü ifade ettiğimiz yargı kendi
gerçekliğimizle örtüşmez. Oysa
örgüt bize güvendiği için içine
almıştır. Bu güveni geliştirmek artık
bize kalmıştır. Güven ve
güvensizliğin kaynağında artık biz
varız. Örgütümüzün güvenini
kazanmak için kendimizi ortaya
koymuş isek örgütümüzün bize
güvenmemesi için hiçbir neden
yoktur. Yok eğer hiçbir çabamız
olmadıysa; "Örgüt bana neden
güvenmiyor?" demeye hakkımız
yoktur. Örgütün soyut bir güven
duymasını beklemek gerçekçi
değildir. Böylesi anlarda
düşünülmesi gereken "Ben örgütün
güvenini kazanmak için ne yaptım"
olmalıdır. Bu doğru soruyu
kendimize sorduğumuzda güven
problemini büyük oranda çözmüş
olacağız. Bundan yola çıkarak her
sorunun merkezine
kendimizikoymamız gerekiyor.
Örgütlü olmanın, örgüt terbiyesi
almanın gereğidir bu. Sorunun
merkezine kendini koymayan bir
anlayış örgüt terbiyemizin
dışındadır.
Örgüt terbiyemizin diğer bir
unsuru da görev ve sorumluluktan
kaçmamaktır. Eğer görev ve
sorumluluk üstlenmekten
kaçıyorsak, örgütlü bir insan olarak
niyetimizi sorgulamalıyız.
Gerçekten devrimcilik yapmak
istiyor muyuz, istemiyor muyuz.
Devrimcilik yapmak için örgüte
katıldık. Bu savaşta örgütsüz bir
birey değil, örgütlü bir birey olarak
katılmak istedik. Gönüllü
katıldığımız kavgada görev ve
sorumluluk üstlenmemek kendi
tercihimize, kendimize saygısızlıktır.
Evet sevgili Meral, bencilliğin
panzehiri bu örgüt terbiyesidir işte.
KATİLLERİ İSTİYORUZ
Sayı 20/5 Mart 1999 Bu terbiye içselleştiği ölçüde
gerçekten "ben" olmaktan çıkıp
"biz" olmaya geçmiş, bir "örgüt
insanı" olmakta temel adımları
atmışız demektir.
Mektubunda son derece ilginç bir
soru sormuşsun: "Ya ben de Nuran
gibi olursam?"
Esasında çok yanlış bir soru değil.
Bunu bir kendine güvensizlik olarak
değil de, devrimciliğini daha da
geliştirmek için sorduğunda gerekli
bir sorudur.
Devrimcilik hep bir savaştır.
Yalnız düşmanla değil, her düzeyde,
her alanda sürüyor bu savaş. "Şu
kadar yıllık" devrimci olunca
bitmiyor yani bu savaş, iç düşmanla
savaşımız devam ediyor. Biz o
düşmanın bir kolunu kesiyoruz,
başka bir kolu çıkıyor, kafasını
eziyoruz, bir yerden başına
kaldırabiliyor; tabii tercihini net
yapmışsan, bu savaş çok da zor
değildir. Bundan sonra bu savaşı
başarıyla götürmenin tek koşulu,
sürekli uyanık olmak, hiç bir şeyi
küçümsememek, yılanın başını hep
küçükken ezmektir.
Geçen haftaki mektubunda
Nuran'ın '"Benim Kişiliğime
güvenilmesini isterim. Çünkü ben
doğruyu bulabilirim. Hata da
yapabilirim. Ben hata yapacağım
diye birinin beni yönlendirmesini
istemem. Kimse beni değiştirmeye
çalışmasın"'dediğini yazmıştın.
Doğrularla yanlışların içice geçtiği
karışık bir ruh halinin karakteristik
bir ifadesi. Kendine güveni var gibi
ama güvensiz. Hata yapabileceğini
kabul ediyor ama hatadan korkuyor
da. Karışıklık tabii doğruyu bilip de
onu yapmıyor olmanın karışıklığıdır.
Ama devrimcilikte net olununca bu
karışıklık da biter. O zaman doğru
sorulara doğru cevaplar bulunur.
Kendimizde ya da başkalarında
mutlaka hatalar olabilir, yanlışlıklar
yapabilir veya yanlışlarla
karşılaşabiliriz. Ama kendimizden
eminsek, kendimize ve harekete
güveniyorsak, bunların herbiri
aşılabilirdir. Yukarıda anlatmaya
çalıştığım örgüt terbiyesi, bu
konuda anahtar kavramlardan
biridir. Şu an sanırım okulunuzdaki
arkadaşlarla aranızdaki ilişkiler daha
çok kendiliğinden. Ama orada
örgütlülük geliştikçe, daha önceki bir
mektubumda da anlattığım gibi
kendi içinde çeşitli yapılar kurmak,
hiyerarşi oluşması, ilişkilerin daha
disipline olması kaçınılmazdır. O
zaman örgüt terbiyesi de kafanda
daha çok şekillenecektir.
Sevgili kardeşim, ben de
satırlarımı burada sonluyorum.
Sana, ailene, okuldaki arkadaşlarına
sevgi ve selamlarımızı yolluyoruz.
Şimdilik hoşçakal!
Ağabeyin İbrahim
— Sayı 20/ 5 Mart 1999
KURTULUŞ 46 -
YURTDIŞI
Emperyalist Haydut ABD, Irak Halkına Saldın Ve
Provokasyonlarını Sürdürüyor
İncirlikti Emperyalizmin Hizmetine Veren
Oligarşi, Ortadoğu Halklarına Karşı Suç İşlemeye
Devam Ediyor...
.
İncirlik ve Suudi Arabistan'dan
kalkan ABD savaş uçakları Irak'ı
bombalamayı sürdürüyor. Öyle ki
bu"saldırılar artık neredeyse olağan
gelişmeler olarak görülmeye başlandı.
Burjuva medya hemen her bombalamadan sonra olayı "ABD bugün de
Irak'ı vurdu"gibi kısa haberlerle geçiştirir oldu. Yaton zamanda sadece iki
oiay basında biraz genişçe yer aldı.
Bunlardan biri Şii dini liderlerden
Muhammed El-Sadr ve iki oğlunun
öldürülmesi, diğeri ise Türkiye oligarşisini de yakından ilgilendiren Yumurtalık petrol boru hattının ABD uçakları tarafından vurulmasıydı.
Şii dini lider Muhammed El-Şadr
ve iki oğlunun öldürülmesinden sonra burjuva basındaki haberlere bakılırsa "Irak'ta halk ayaklanmıştı".
"Ayaklanma Bağdat'a doğru yayılıyor" ve "kan gövdeyi götürüyor",
"Saddam'ın koltuğu sallanıyar"du.
Sonra bunu "Şii liderin ölümü İrak'ı
kan gölüne çevirdi", "Şii ayaklanmalar kanla bastırıldı"haberler izlemeye başladı. İran'dan ABD'ye kadar
açıklama yapan herkes ayaklanmayı
doğruluyor, yüzlerce kişinin İrak yönetimi tarafından katledildiğini ama
ayaklanmaların sürdüğünü söylüyordu. Emperyalist- kaynaklı haberlerde
şii lideri Saddam'ın öldürttüğü iddia
ediliyor, İrak yönetimi ise bunu yalanlayarak yaptığı açıklamalarda "Irak
halkının birliğini ve Irak'ın egemenliğini bozmak isteyen bazı düşman
çevrelerin medyalarının aslı olmayan iddialar ortaya attıkları, bunun
Irak'a yönelik sayısız komplolardan
biri olduğu"nıı söylüyordu.
Şii liderin öldürülmesi konusunda
kesin bir şey söylemek zordur. Çünkü
Ortadoğu'da kimin ne zaman, ne yapacağı belli olmaz. Ancak ortaya çıkan bir
gerçek var ki emperyalist kaynaklı
lıaberierde belirtildiği genişlikte bir
ayaklanma yoktu. Saddam yönetiminin yabancı basın mensuplarım ayaklanmanm yaşandıgi söylenen bölgeye
götürmesinden ve basın mensuplarının ayaklarıma gibi bir şeyin sözkonusu olmadığını, bölgede durumun sakin olduğunu açıklamalarından sonra
da zaten bu tür haberler bıçakla kesiblir gibi son buldu.
Elbette emperyalizm gerçekte olup
bitenlerden haberdardır. Ancak böyle
asılsız ve kanıtsız haberlerin bu süreçte bu şekilde yoğun olarak yayınlanması da tesadüf değildir. Saddam yönetimi devirmek isteyen emperyayizm, muhalefeti yöneliri'
AKAN KAN BİZİM
kırtmak, ayaklandırmak için her yolu
mubah görüyor. Ya tutarsa deyip em
peryalist medya tekellerini alabildiği
ne kullanarak bir ayaklanma olduğu
havası yaratmaya çalışarak muhalefe
te güç vermeyi hedefliyor.Emperya
lizmde ahlak, kural, uluslarası hukuk
vs, diye bir şey yoktur. Ona göre ken
disi ne yaparsa haklıdır, meşrudur.
Öte yandan burjuva basını, partile
ri, ordusuyla Türkiye'deki uşaklarının
da ahlaksızlıkta emperyalizmden aşa
ğı kalır yanı yoktur. Uşakları emperya
lizm ne yaparsa arkasındadır, hemen
desteklerini sunarlar. Onun söyledik-leri
doğrudur,
güvenilir
kaynaktır.
Emperyalizm ne derse burjuva basın buna
kendisi de bir o kadar daha kat kı yapıp abartarak
yapar.
ABD uçakları yumtalık petrol bo
ru hattını bombalıyor. petrol akış kesiliyor, bu doğrudan oligarşinin ekonomik çıkarlarına da zarar veriyor, ama
başbakan F.cevit bunun hesabini sorması
gerekirken kalkıyor ABD-uçaklarmın
sivil hedefleri bomba la madiği gibi bir
açıklama yapıyor. Bir adam bir kere
uşaklığa soyunmaya görsün, sınırı nerede
başlar nerede bi-ter belli olmaz artık.
Irak halkına yönelik saldın ve katliamlardan en az emperyalizm kadar,
İncirlik Üssü'nü emperyalizme kullandırarak Irak topraklarına bombalar
yağdırmasına izin veren Türkiye oli
garşisi de sorumludur. Emperyaliz min
sözcülüğüne soyunan Ecevit bü yük bir
soysuzluk
örneği
göstererek
emperyalizmden puan toplama çaba
larını sürdürüyor. Elbette Ecevit kaç tüm
diğer düzen partileri de bu saldı -rılann
doğrudan destekçisi ve soıum-lusudurlar.
Oniar
da
iktidara
geldikle-rinde
emperyalizmin poliükalaım de-vamcısi
olacaklardır.
Halklarımıza
yö-nelik
saldırılar
yetmiyormuş
gibi
emperyalizmin suçlarına ortak olup Irak
halkına da saldırıyorlar. Bu partiler-den
herhangi birine oy vermek tüm
yaşananları onaylamak demektir. Ses-li ya
da sessiz încirlik'in kullanılma-na onay
veren herkes suçludur.
Emperyalist ABD'nin saldırganlığı,
Irak halkının bombalanması kanıksanmamalıdır. Tepkisiz kalmayalım,
emperyalizmin uşaklarından hesap
soralım.
ABD ELİNİ IRAK'TAN DEHAL
ÇEKMELİDİR...!
İNCİRLİK VE TÜM EMPERYALİST
ÜSLER KAPATILMALIDIR...
MİZAH
20/ 5 Mart 1999 -
"Şerefsizlikten daha sert yatak, daha keskin soğuk, daha acı sefalet
Eichendorlf
"Gerçeğin dağına umutsuz çıkılmaz"
Nietzcshe
Turnike murnike, Televole melevole, dallas
mallas, delikanlı tahir, yıkılmamış ayakta, savaş
ay batakta, reyting hamdi, mankenler şimdi,
travestiier azzz sonra... şahene Pazar, berbat
"TAKALAR"
yalanlar, çarkıfelek, ah felek, cesur ve güzel, ama
iğrenç... ve sair ve sair programlar çıkınca
Takalar geçiyor allı yeşilli
Çeteler geçiyor yeşilli apoletli
Partiler geçiyor atlı itli güllü
Liderleri geçiyor maskeli ve
en alçak politikalarıyla
"UYUM"
Kaskete Ecevit de Ecevit'e
MGK şapkası Ne güzel
uymuş
LİSTEZEDELER
Seçimler yaklaştı ya milleti bir heyecan sardı bir heyecan sardı
sormayın. Hele hele "milletin" vekili ve yandaşlarını öyle bir sardı ki ne
siz sorun ne biz söyleyelim. Listede piyangoyu vuranların keyfine
diyecek yokken, yeterli sayıda
e1 öpemy ip, dil dökemeyenler tekmeyi yemenin buruk acısıyla kendi partileri
ne yönelik saldırılara girişliler.
Yaratıcılıklarını da kullanarak çeşitli eylem biçimlerini hayata geçirdiler. Kimi partisinin kapısını mühürlerken, kimi yıkıp kırmayı tercih etti. Kimi de daha
radikal bir eylem hayata geçirerek kendini yakmak istedi. DSP'liler ise parti binasını işgal etmekle yetindiler.
Bu arada ANAP'lı Bülent Akarcalı tekme ağrısını unutmayan yandaşlarını teselli etmek amacıyla bir açıklama yaptı. Akarcalı, açıklamasında; "vatana görev
yapmak için ille de milletvekili olmak gerekmiyor. Partimizin diğer kollarında
görevlerinizi devam ettirebilirsiniz." Yani şöyle tercüme edersek; "Pek kıymetli
listezedeler! Yediğiniz tekmenin acısını yüreğimde hissediyorum. Ama üzülmeyin. Halkı soymak için ille de milletvekili olmanız gerekmiyor. Başka şekillerde
de soygun işinizi sürdürebilirsiniz."
ALO ÇETE İstanbul Emniyet Müdürlüğü "Alo Çete" hattı kurmuş. Vatandaşlar çeteleri anında bu numarayı arayarak ihbar edebilirler-miş.
Bu hattaki telefon konuşmalarına bir kulak kabartalım bakarım, nasıl oluyormUŞ?
Vatandaş- Alo çete hattı mı? Ben bir ihbarda bulunmak istiyorum. Burada Kaydiye
birinin çetesi var. Haraç topluyorlar. Alo Çete Hattı- Bir dakika bekleyin, ilgili yere
bağlıyorum; Alooo... Vatandaş kardeşimiz, ben Hayri... Ne?.. Sen kimi kime
şikayet ediyon lan? Gelirsem oraya... Telefon kapanıyor... Yeni bir telefon...
Vatandaş- Alo Çete Hattı? Burada Memduh çetesinin adamları var. Çek-senet
tahsildarlığı yapıyorlar. Alo Çete Hattı (içeriye seslenerek)- Memduh Ahi seni şikayet
ediyolar? Bi şe diyecen mi?
Alo Çete Hattı-Alo vatandaş. Havada bulut, sen en iyisi Memduh'u unut.
Vatandaş- Ama...
VAR MI ALAN? YENİ SABANCI KOMPLOLARI
Sabancı'nın cezalandırılmasıyla ilgili muhtelif teoriler yapılmıştı. Duyar haininin
teslim olması ve ardından bir çete tarafından öldürülmesi bu komplo teorilerini epey
zenginleştirdi. Ama geçtiğimiz günlerde gözümüze çarpan bir tanesi, oldukça çarpıcı
ve dikkate değer. Bize çok inandırıcı geldi. Bu komplo teorisinin mimarı Milliyet
yazarı Gani Müjde. Dikkatle okuyunuz. (Yanlış yunluş okumayın sonra bunu esas
alarak yapacağınız teoriler çökebilir.)
"Eyüp Aşık Susurluk Komisyonu'na cinayeti 4 kişinin işlediğini açıklamıştı.
Oysa Sabancı Center kameraları sadece ve sadece içeri giren üç kişiyi tespit
edebiliyordu. Peki kimdi bu dördüncü kişi?
Dördüncü kişi uzaylı bir yaratıktı. Fizyolojik görüntüleri otomobil lastiği şeklindeydi
ve soydaşlarının otomobil lastiği olarak kullanılmasına karşı olan bir örgütün üyesiydi.
Pirelli'nin patronuna kanser virüsü bulaştırıp ertesi yıl Lassa'mn patronu Sabancılar'ı
cezalandırmayı kararlaştıran çete üyesi cinayeti işledi, suçu Mustafa Duyar'ın üstüne
attı, sonra aynı silahı Susurluk çetesinin arabasına koyarak ve çok beğendiği çaycı
Fehriye Erdal'ı da yanma alarak gezegenine kaçtı." (Gani Müjde, 22 Şubat, Milliyet)
Ha bunu beğenmediler mi, o zaman biz kendilerine yeni bir çeşit daha sunalım. Bu
teorinin sahibi de Akit'çi Yaşar Kaplan. Okuyoruz Yaşar efendiyi;
"... Çünkü, Mustafa Duyar'ın "infaz"ınm medyanın gündeminde yirmidört saat bile
kalmasına izin verilmemesi hayli dikkat çekici. Dün sabahtan geceyarısına kadar gün
boyunca bütün kanallarda ısrarla Öcalan konusu işlenirken, önem bakımından ondan
hiç de aşağı kalmayan, hatta bir açıdan Öcalan'in yakalanması olayından daha önemli
sayılabilecek Duyar cinayetine karşı tamamen duyarsız kalınması, medyanın Duyar
cinayetini Öcalan foyası ile kapatmak istemesi olarak algılanabilir.... Öcalan'in
yakalanması da kuşkusuz Türkiye açısından çok önemli bir haberdir; ancak, bu olayın
hemen Duyar cinayetinin arkasına eklenmesi, bu iki olayın daha önceden birlikte
tasarlandığı ve olayın aktörlerinin de önceden gerekli yerlere yerleştirilip cinayet için
hazır bekletildikleri düşüncesini kuvvetlendiriyor.
(...) Bu çocuğu (Duyar'ı) gene görülen lüzum üzerine, kalmakta olduğu cezaevinde
harcatan güçler, PKK'yı ve Öcalan'ı da va reden ve sahneye süren güçlerdir. Birinin
aydınlatılması diğerinin de aydınlatılması anlamına gelmektedir. Nitekim Öcalan'dan da
alınması gereken asıl bilgiler alınmayacak, alınsa da açıklanmayacak, terrid edilerek
korunacak Ve birtakım gerçekleri açıklaması engellenmiş olacaktır. Akıbetini ise
şimdiden kestirmek güçıür."
TAKTİK
Kendisini halka "sevdirmekte" kararlı Aydın polisi yeni bir taklik belirlemiş. Bu
taktiğe göre her polis günde en az 3 "vatandaş"a sırıtıp "Günaydın" diyecekmiş. Bu
"dalga dalga yayılıp" tüm ülkeyi saracakmış. Böylece halkla polis arasındaki
soğukluk giderilip yerine sıcak ilişkiler kurulacakmış. (Bundan sonra copunu
vururken poliste bariz bir sırıtma görürseniz şaşırmayın, bu polisin yeni taktiğidir.)
Polisin taktiği bu. Bakalım halk bu taktiğe nasıl bir taktikle cevap verecek? Gerçi
bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok. Mutlaka şöyle düşüneceklerdir "Polis
böyle güldüğüne göre bunda mutlaka bir hinlik vardır. Biz en iyisi polis simit satana
kadar polise soğuk bakma taktiğimizi sürttürelim"...
Download