Ian McEwan - Okumanın Sonuna Yolculuk

advertisement
Ian McEwan
(1948-
)
z z kırmızı
2014
1
McEwan, Ian; Sahilde (2007), Çev. İlknur Özdemir
Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2008, İstanbul, 151 s.
Benim ilk McEwan okumam. Belki de McEwan için iyi bir başlangıç seçimi
olmayabilir. Çünkü gördüğümden daha iyi, önemli bir yazar olduğu kanısı yerleşik
bende (Bu Meriç’in okurluk izleniminden kaynaklanabilir).
1961’de İngiltere’de daha önce cinsel deneyimi bulunmayan iki gencin
evlenmesi ve ilk gece tedirginliklerinin bu ustalıklı anlatısı (çeviri çok iyi) arkasındaki
büyük yazı geleneğine bakılırsa bana çok da özgün, önemli görünmedi. Dile takla
attıran o büyük çözümlemelerden sonra, içerikle anlatı dili arasında tinsel koşutluk
kaygısı da güden McEwan’ın bu metni biraz katı, köşeli geldi bana. Acemiliği
(utangaçlığı) anlatmak için yazarca özellikle amaçlanmış acemi, utangaç bir yazı dili
(yani ustalık gösterisi) her şeyi bağışlamaya yetmez (hani ilk elden okuyabilseydik
belki farklı düşünebilirdik). Bu küçük bir öykü (olabilirdi).
Benim anlatı boyunca özellikle dikkatimi çeken şey örtülü, derin mizah (çok
derin). Aslında tüm anlatı gizli bir ‘yanlışlıklar komedyası’. İki kişinin ruhu ve bedeni
bir dizi ayrımsanması güç yanlışlıklar üzerinden birbirini algılıyor, yakalamaya ya da
uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu yanı hoştu, zevkliydi.
Galiba en büyük yanlışlık da erotik davranışlarda tensel girişimin dilde (ifadede)
karşılığının tüm kültürlerde sıkıntılı, sorunlu olduğu… Heidegger olsaydı, kültürü
ayraç içine alıp, ‘bedeni bedenlemeye’ bırak kendini, derdi (sanırım).
Bunun üzerinde düşünmeliyim.
2
McEwan, Ian; Beton Bahçe (1978), Çev. Figen Bingül
Sel Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 129s.
34 yıl önce yazmış bu romanı McEwan. Paul Auster tam 30 yıl sonra (2008)
yazıyor Görünmeyen’i. Bu yargımı biraz tartışmalı kılıyor Auster hakkındaki. Bir öncü
değil kanbağlı cinsellik (ensest, kardeşlerin sevişmesi) konusunda, demek. Cesaret,
artık cesaret değil.
Bu ilginç ve özünde yine yıkıcı olan romanı, ben daha okurken bir başka
ürpertici romana bağlamadan edemedim. Sineklerin Tanrısı (1954, William Golding).
Benzerlik yetişkinlerin devreden çıkması durumunda çocukların yaşama verdikleri
tepkinin biçimi ve yıkıcı gücünde. Aynı şeyi daha dün Haneke’den izlememiş miydik?
(Beyaz Bant, 2009).
Anlatıcı genç ergen (bir ablası: Julie, kendisinden küçük bir kızkardeşi:Sue ve
daha küçük erkek kardeşi:Tom var) babayı öldürdükten sonra (tinbilimsel yorumla,
aslında baba bahçede yürek vuruntusundan yığılıp kalır, ölür) çocuklukla baba rolü
arasında doğan boşlukta yalpalamaya başlar ve diğerleri de bu belirsizliğin
tedirginliğini yaşar, değişen koşullar üstlenemeyecekleri rolleri getirir koyar önlerine…
Roman şu etkili girişle başlıyor: “Babamı ben öldürmedim, ama işini kolaylaştırdığımı hissettim
zaman zaman.” (7) Kısa bir süre sonra anne erimeye başlar ve çocuklarının gözleri
önünde ölüverir. Önce bir anne ölüsüyle ne yapılır sorusunun yanıtını arayan
çocuklar, ölüyü bir sandığın içine koyup üzerine beton dökerler. Sonra yeni durumun
çocukların bakış açıları içinde yeni bir olanağa (imkân) dönüşmesi gecikmez. Bu
babanın yasasının geçersizleştiği yeni durumdur ve başlangıca geri dönüş, simgenin
(toplumsal imge) yok oluşudur. Burada ilk hasar cinsiyetin (gender) bulanıklaşmasıyla
belirir. Babanın yasası çerçevesini yitirince (Tanrı yoksa) her şey olabilir(di). En
küçük erkek kardeşi iki kız kardeş önce dişileştirmeye, arkasından bebekleştirmeye
çalışırlar, ayinsel bir gösteri içinde. Babanın yerini doldurması gereken anlatıcı Jack
bu erken, zamanlamayı şaşırmış üstlenmeyle bocalamaktadır. Diğerlerinin beklentisi
tam da budur. Küçükler Julie’yi anne, Jack’ı baba olarak düşlerler ama özellikle
Jack’in isteksizliği onları tersi arayışlara (simgesini yitirmiş devletsizlik, anarşizm) iter.
Julie de Jack(‘in korkusu) yüzünden anneliğini romanın sonuna değin erteler.
Romanın sonunda ise annenin ölüsü ortaya çıkar, iki kardeş sevişirler, roller yerine
3
oturur ve suçun (!) içinde ve ortasında (ensest, cinayet, inançsızlık, vb.) toplum
kurtulur (!)
McEwan’ın tezinin sarsıcı, etkileyici ve güçlü olduğunu teslim edelim. Erke
dayalı siyasal toplumun bir anlamda suç toplumu olduğunu (baba katilliği, ölümün
görmezlikten gelinmesi, cinsiyet dayatmaları), söylemin ise suçu aklamak, suçsuzluk,
denge, huzur olarak algılamak ve algılatmaktan ibaret dil(sel bozunum) olduğunu
görüyoruz. En azından suç kavramının bağlamı içinde değer taşıdığını, işlev
üstlendiğini anlamış oluyoruz. Tinbiliminin çağdaş yaklaşımlarını sindirmiş, yaşama
yadırganmayacak bir doğallıkla yükleyebilmiş yazarın bunu nasıl başardığı ise
anlatımındaki ayıklanmış sıkılıkla, dokuyla ilgili olmalı. Büyük tezler yalın dille ve
öyküyle dengeleniyor ve aradaki boşluğu bana kalırsa cesaret dolduruyor. İyi yazar
toplumun yargısına rağmen yaza(bile)n yazardır anladığım. Ayrıca önemli olan: Bu
hep var olmuş yer altı (illegal) tezleri, zamanında ürünlere dönüştürülebildiği için
bugün bir biçimde genel hesaplaşmalarımızın girdisine dönüşebiliyor, daha yetkin,
düşündürücü anlatımlara da ulaşabiliyor. Hoşuma giden yanları ise rahata gömülü
yağlı kıçlarımız için yeterince kışkırtıcı, dürtücü olmaları. İyi besili domuzlara dönüşeli
nicedir ya da Ionesco gergedanlarına.
Beni tetiklediğin, ısırdığın, kışkırttığın için, huzurumu sonuna değin kaçırdığın
için teşekkür ederim Ian McEwan.
4
McEwan, Ian; Solar (Solar, 2010), Çev. Kıvanç Güney
Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 319s.
McEwan’ın sondan bir önceki romanı. Bu yıl içinde çıkan son romanı henüz
Türkçe’ye çevrilmiş değil. Okuduğum McEwan romanlarının ortak bir özelliği var, bu
da roman kişilerinin ölüme tanıklık etmeleri ya da istemeden neden olmaları. Ölümü
anlatısının eksenine yerleştiren yazar, sonra yol açtığı kişisel ve toplumsal şaşkınlığı,
bozunumu, yankılanmayı gözlem yaparcasına, çözümler, irdelercesine
metinleştiriyor.
Solar, Nobel ödüllü bir fizikçinin (Michael Beard) kendini aldatan eşiyle ilgili ben
odaklı arayışlarını, çelişkilere ve gülünç olana işaret ederek aktarımıyla açılıyor ama
kısa bir süre sonra herkesi dolayında yeniden örgütleyen, biçimlendiren o olay ortaya
çıkıyor. Karısının kendisini usundan bile geçirmediği genç bir iş arkadaşıyla da
aldattığını öğrenen Profesör Beard, kendi evinde ve gözleri önünde genç fizikçinin
ayağı kayarak ölmesini lehine kullanmaya çalışıyor, vb. Karısının bir başka aşığının
suçlanmasını (Aldous Tarpin) kanıtlar oluşturarak sağlıyor. Arkası etik çözülmenin
toplumu bütün olarak daha gerilere savurmasıyla geliyor kaçınılmazca. Herkes kendi
bencil konumundan olaya yaklaşıyor, yararlanmaya çalışıyor. Erdemsizleşme çağdaş
dünyada tersine işleyen bir Dostoyevski izleği gibi işleniyor. Günümüzün küresel
gelişmelerini çok iyi kavrayan yazar günceli, derinde yatan nedenlerle gülmece
tonunda buluşturarak, Nobel ödüllü seçkin toplum, bilim çevresi, bilimsel hırsızlık ve
küresel gelişmeler, orta-üst sınıf aile sorunları ve kadın-erkek ilişkileri, çevre, ısınma
ve enerji politikaları içinde insan davranışları, kaygan zeminler ve hızlı
yükseliş/düşüşler vb.,’ni anlatıyor. Doğrusu usta ve anlatısına egemen bir yazar
izlenimi bırakıyor bende.
Sonuçta ele aldığı ana kişisi olumlu bir kişi sayılmaz. Ama bu kişiye ve tüm
roman kişilerine (karakter) önyargısızlığı okuru hayran bırakıyor. Okuruna çok açılı bir
bakış sağlaması yazarlığının amaçlarından birini de göstermiş oluyor. Önyargıyı
temizleyen, süpüren biri McEwan. Baktığımız resmin arkasında sandığımızdan başka
bir öykünün yatabileceğini, herkesin kendine göre görüp deneyimlediğini, yararcı ve
5
erdemsiz dünyamızın tüketici insanının kısa ufuklu kaldığını, büyük anlatıların
inanamayacağımız denli basit, sıradan içeriklerden köklenebildiğini ileri sürüyor (Ben
de katılıyorum bu yaklaşımına.) Tamam, düş görmüyor, kendini ve okurunu içinde
yaşadığımız dünya hakkında yanıltmıyor, kandırmıyor. Yaşam dediğimiz şeyin sığlığı
ve yaydığı pis koku dayanılmaz boyutlarda. Aslında karamsar… Dünyanın
bağırsaklarını, komik dramalara yakın bir biçemle deşip, döküyor ortalığa. Sanki işte
cinayet ya da ölüm gözünün önünde oldu, sen de tanığısın, ne yapacaksan yap, der
gibi. Dostoyevski benzetmesini bunun için yaptım. Okurunu zorluyor Ian McEwan.
Kurgusunu (olay)örgüsüne özellikle bağlayışı, küresel önemli yazarların
birçoğunda olduğu gibi biçem arayışlarının yokluğu ya da en aza indirgenmesi,
karmaşık güncel konulara yakın durması ama buradan yola çıkarak duygusal
patlamalara çoksatış uğruna yüz vermemesi bence önemli. Hoş, okuyanını içinde
bulunduğu dünyaya yaklaştıran, onun parçası kılan bir roman Solar. Bilimsel ve
oldukça ciddi açıklamalar yer yer okuru koparıp savursa da…
6
McEwan, Ian; İlişkiler (In Between the Sheets, 1978), Çev. Dilek Şendil
Turkuvaz Yayınları, Birinci basım, Nisan 2010, İstanbul, 136 s.
McEwan’ın 30 yaşlarına doğru yazdığı öyküler bunlar ve cinsellik kitabın
odağına yerleştirilmiş belli ki. Değişik cinsel deneyimleri öyküleştirme ve gündelik
yaşam içinde kurgulamayla ilgili bir tasar (proje) sanki İlişkiler. Dilek Şendil’in çok
başarılı çevirisiyle beğendiğim yazarın ilk dönemlerine de tanıklık etmiş oldum
böylelikle. İngiltere’nin yaşayan saygın yazarlarından biri olduğunu herkes bilir.
Bu öykülerde insanı etkileyen yan, cinselliğin ayrıştırılmamış, bulaşık haliyle
günlük yaşamın içinde, başka şeylerle bir arada, doğal bir biçimde ve gerçekten
özgün bir dil duyarlığı, keskinliğiyle aktarımı. Sapkın, masum, hoyrat, vb. cinsel edim
yaşamın bir boyutu olarak, dışavurumcu, antatımcı bir güce yükseliyor, (insanlık)
dramamızın dili oluveriyor bir anda.
McEwan okuduğum kadarıyla bizleri (okurlarını) yüzleşmeye cesaret
edemediğimiz sınırlarda dolaştırmayı seviyor. Özellikle de bedenler, ilişkiler,
davranışlar üzerine yazınsal bir antropoloji deniyor. Ekinsel çerçevenin algı
kalıplarının yırtıldığı yerden sızan, akan kanın, ama yalnızca kanın mı, sidiğin, bokun
kokusu ve gerçeğiyle de karşı karşıyayız burada ve sıkça üzerimize sıçradığı,
bulaştığı oluyor. Romanlarda, filmlerde çocukluğumdan beri merak ettiğim, içinden
çıkamadığım bir durum vardı. Öyküleri anlatılan insanlar dışkılamıyor, toplumun
görmezden geldiği uzam ve zamanlar içinde sahnelenmiyorlardı ve gerçekçilik
üzerine düşünüyordum o zaman ve estetizm. Belki bugün bir ara yol bulmuş
olacaktım, eğer McEwan, Auster, Murakami gibi cesur ve aynı zamanda popüler
öncüler (tabii 20.yüzyıl başından bu yana dünyayı kasıp kavurmuş gerçek öncüleri bir
kenara alarak) yazdıklarıyla kafamı yeniden karıştırmasalardı. Ama bu kafa karışıklığı
için, özellikle onlara bir dünya yurttaşı olarak teşekkür borçluyum.
7
Mişima’nın da arada denediği, öçle karışık acı şakalar türünden
Shakespeare’vari kurgular ağırlıklı yer alıyor İlişkiler’de. (“Pauline’e doğru kafasını salladı.
‘Hemşire Shepherd, şu kayışı bağlarsan, başlayabiliriz herhalde. ” Pornografi, 24) Ama oyunbaz
olan, bireyi köşeye sıkıştıran şey, diğer bireyden çok yaşamın kendisi... İnsanlar
sıradan ve kendileri gibi yapıp ediyorlar ve öykü atmosferi bu yetkinlikte çatılıyor. Biz
kişilerin tinsel durumlarıyla sürüklenip bodoslama bir dünyaya, atmosferine
yuvarlanıyoruz beraberce. Bu atmosfer duyumsal, algısal bir ortam… Okurun beş
duyusunu yerinden eden, tetikleyen dolu sözcüklerden, tümcelerden, bölümcelerden
söz ediyorum. Boşluğu, sessizliği olmayan dolu yaşam kesitleri bu öyküler ve içinde
kımıldayan insana takılıyoruz üstlendiğimiz avare-lik rolümüzle. Çünkü McEwan
okurunu bu atmosferin içine çekiyor gerçekten. Büyük olay olmuş bitmiş, geriye insan
posaları, nesneler, uzamlar kalmıştır. Bu insanların yazgıyla büyük ölçeklerde alıp
veremedikleri yoktur. Bir de bununla hesaplaşmazlar. O an yaşadıklarının üstesinden
gelip gelememektir dertleri ve bunu da öyle çok düşünmezler. Her zaman nasıl
biliyorlarsa o kadarını yaşayacaklardır. Öykü bunun aksaması, bir yanlışlıkla ilgili
olarak gelir önümüze. Gündeliğin, sıradanın akışı içerisinde aksayan ve öyküyü kötü
kötü kokutan bir şey…
Acaba John Cassavetes’le anlatım açısından koşutluk söz konusu mu diye
usumdan geçirirken (Ya da bir yaklaşım, bakış açısından, anlayıştan, ne bileyim bir
akımdan söz edebilir miyiz?) gün içinde, sokakta, küçük, dağınık apartman katında
köşeye sıkışmış, çözümsüz insan imgesi (daha çok erkek oluşu da anlamlı, manidar)
birçok şey çağrıştıyor bende. Etkilendiğimi görüyorum. Kendi umarsızlıkları içerisinde
çıkışsız, medet uman, dilsiz insanlar… Örneğin, yazar Sally Klee’nin artık geçmişte
kalmış cinsel iştahını kabartabilmek için umutsuzca çabalayan sığıntı erkek anlatıcı,
dokunaklı bir öykünün konusu (Tutsak Bir Maymunun Düşündürdükleri). Öte
yandan nükleer sonrası Londra’nın yıkıntıları arasında baba kızın hüzünlü öyküsü,
hele babanın Çinli aileyi zorunlu ziyaretinde yaşanan sahne, ürperticiydi (İki kesit:
19..) Gelirken Ölürler, düşlemsel ve aynı yıkıcılıkta bir öykü. Bir vitrin mankeniyle
8
yaşanan aşk ve erotizm okurunu oldukça zorluyor ama bir o kadar da buruyor. Bir
manken kadın… Neden ve ne demek? Kitabın en güzel öyküsü Çarşaflar Arasında
desem haksızlık etmiş olur muyum? Eşinden ve kızından ayrı yaşayan baba (yazar)
kızını yine kız olan bir arkadaşıyla beraber hafta sonu evine alır. Cinsellik, masumiyet
ve utancın birbirinde gizli katmanlarıyla yankılanan bu anlatısı dünya yazınında az
bulunur türden. Belki Beton Bahçe (The Cement Garden, 1978) bu öyküdeki
arayışlarla bağlantılıdır. Ensesti çözümlüyordu.
Bir İleri, Bir Geri, cinselliği düşle ilişkilendirip biçim olarak da bu dizemi (ritim)
deneyen özgün bir çalışma ve Psikopolis yaşam odalarına sızmış, onun çıkmaz
sokaklarında artan bunalımlarımızın çarpıcı, yine hüzünlü bir fotoğrafını başarıyla
yansıtıyor.
Bu öykülerden arınmış, kurtulmuş çıkmıyoruz. Ian McEwan’dan genel olarak
böyle çıkamıyoruz zaten. Karabasan, Kafka’nın tersine daha yerel, daha dolu ve
canlı, gündelik. Bu nedenle de dehşetini bilincimizle, beynimizle değil, doğrudan
bedenimizle deneyliyoruz.
9
Download